Küresel Kan Pazarı – Yiğit Tuncay & Suat Parlar


Söyleşi Tarihi : 23. 09. 2002


Yiğit Tuncay: Merhaba Suat…

Suat Parlar: Merhaba…

Yiğit Tuncay: Farklı iletişim kanalları bizi bir araya getiriyor. İnternetteki web sitemiz de bu araçlardan biri. Önceden radyoda yaptığımız söyleşiler olumlu bir sonuca kadar gitti ve ortaya bayağı ciddi bir kitap çıktı.

Suat Parlar: Evet.

Yiğit Tuncay: Söyleşilerimizin hepsini topladığımızda, ortaya çıkan “Ortadoğuda Yeni Dünya Düzeni (Yar Yayınları)” sanki günümüzün gerçeklerini bir kehanet gibi ortaya koymuş. Kitabı okuyanlardan da bu yönde duyumlar alıyorum…

Suat Parlar: Evet bana da bu yönde düşünceler geldi…

Yiğit Tuncay: Bu bir olumluluk mu bilemem ama, eldeki verilere baktığımızda, daha önce sözünü ettiğimiz sonuçların karşımıza çıkışı çok acı verici sonuçlar. Karşılaştımız bu acı sonuçları tekrar değerlendirme gerçeği önümüzde duruyor. Avrupalı aydınların iki tespiti var. Sen de biliyorsun. Bu tespitlerden ilki, “Kapitalizmin Ortaçağı”nı mı yaşıyoruz sorusu. Bu benzetme çabası, acaba, günümüzde ezilen ulusların ve ezilen ulusların alt sınıflarının muhalefetlerini din yoluyla ifade etmesinden dolayı mı, yoksa; ulus devlet sınırlarını kaldırmayı amaçlayan emperyalist devletlerin ekonomik plandaki globalizm tezinin alt yapısını oluşturan kent-devlet ya da derebeylikleri andıran dev tekellerin ortaya çıkışından mı kaynaklanmaktadır? Birincisi bu. İkincisi ise, yeni bir “medeniyetler savaşı” yaşıyoruz tespiti. Bu ikinci tespit, sen de biliyorsun, 11 Eylül olaylarından sonra gündeme geldi. Sözünü ettiğim bu bu iki tespitten yola çıkarak sorularımı net soruyorum; “kapitalizmin Ortaçağı”nı mı yaşıyoruz ve “medeniyetler çatışması” gündemde mi?

Suat Parlar: Şimdi şunu söylemek mümkün: Burjuvazi abarttığı kendi devrimlerinin tanımı içerisinde, aslında, “yeni bir dünya” ortaya koyamadı. Yeni bir dünya çıkaramadı. Sürekli olarak da yeni düzen vurgusunu ön planda tuttu. Burjuvazinin komplekslerini, yetersizliklerini giderek bir türlü devrimcileştiremediği siyasi iktisadi gerçekliklerini vurgulamanın adı “yeni düzen” olarak konuldu. Yani, yeni düzen vurgusu burjuvazinin korkularının, yetersizliklerinin, hamlıklarının üzerine geldi. Hitler de yeni düzenden söz ediyordu. Baba Bush’ta yeni düzenden söz ediyordu. Her ikisinde de ortak noktalar vardır. İnanılmaz ölçüde büyük kitle kıyımları ve inanılmaz ölçüde büyük bir vahşet üzerine temellenen yeni düzen arayışlarıydı bunlar. Birincisinde Nazi sürülerini gördük. İkincisinde bu Nazi sürülerinden çok farklı olmayan Amerikan askerlerini gördük. Her ikisinde de “yeni düzen” vurgusunun yoğun tutulmasına rağmen, aslında, söz konusu olan eskinin devamıydı.

Ya da bunu şöyle açıklamak mümkün; üst üste binmiş haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve savaşların birikimiydi söz konusu olan. Şimdi, meseleye böyle yaklaşıldığında egemenlik sistemleri kapitalist çevreye veya kapitalist sosyo-ekonomik formasyona ulaştıklarında ne ölçüde “ortaçağ”dan kopmuşlardır sorusu gündeme geliyor. Aslında, belki de çok net bir kopuşu, 1789 yanılsamasının ötesinde gündeme getirmek pek de kolay değil. 1789’u ben hep büyük bir yanılsama olarak değerlendirdim. Bir ihtilal, bir devrim yanılsaması oldu. Demin dediğim gibi tekrar etmek gerekirse burjuvazinin ilkelliklerinin, yetersizliklerinin, komplekslerinin giderilmesinin bir aracı olarak belki de devrim yaftası yapıştırıldı, 1789’da olan bitene. Ama bana sorarsanız, “ortaçağ” ağırlaşarak, insanlığın umudunu tüketerek, kıyıcılıkla, engizisyonu tekrarlayarak ve hatta hıristiyan teolojisinin en geri, en ilkel, felsefeden en kopuk ürünlerini tekrarlayarak devam eden bir süreç.

Bu anlamda “ortaçağ”dan çıktığımızı iddia edemeyiz. Ortaçağdan çıkıldığına dair insanlıkta yaratılan aydınlanma saplantısının da üstesinden gelmek lazım. Aydınlanma da, giderek, bu anlamda bir saplantıya dönüşmüştür. Burjuvazinin Ortaçağdan çıkışını simgelediğine inanılan aydınlanma, bir diğer yüzüyle hıristiyan teolojisinde de yer alan ırklar arası eşitsizliğe sahip çıkmıştır. Başka türlüsü de düşünülemezdi. Çünkü siz ırklar arasında eşitlikten, insanlar arasında eşitlikten söz ettiğiniz noktada, tüm dünyaya yayılacak ölçekte sömürgeci bir istilanın belirleyici gücü, öncüsü olamazsınız. Dolayısıyla ortaçağda insanlığa aykırı, insanlığın yarattığı değerlere aykırı her ne var ise, bunların hepsini çok ötelere taşıyan bir yeni düzen anlayışıyla, bir kapitalist sosyo-ekonomik formasyonla karşı karşıyayız. Ortaçağda insanlığın yarattığı tüm değerleri tahrip etmeye dönük, kilisenin temsil ettiği, ortaçağın askeri yapısının temsil ettiği, adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin temsil ettiği; prensipler, örgütler, kurumlar yenilenerek varlığını günümüzde de devam ettirmektedir.

Bu anlamda içinde yaşadığımız çağı ortaçağdan çıkış, insanlığın karanlık döneminden çıkış olarak değerlendirmek pek de mümkün görünmüyor. Bu noktada birileri sosyalist devrimlerden ve bunların getirdiği ayrıcalıklı insanî düzenden söz edebilirler, bu ayrı bir tartışma konusu, bunun detaylarına fazla girmeyi istemiyorum ama ben o noktada da söz konusu düzenlerin aydınlanmadan kopamadıkları ölçüde çok büyük problemler taşıdığı inancındayım. Farkındaysanız, benim görüşlerimde aydınlanma olumlu bir değeri ifade etmiyor; bir olumsuzluğun simgesi biçiminde değerlendiriliyor. Gerçekten de ben aydınlanmaya olumlu değerler yüklemiyorum. Giderek aydınlanmanın sahibinin burjuvazi olması ölçüsünde benim aydınlanmadan nefret ettiğim bile söylenebilir rahatlıkla.

Yiğit Tuncay: O zaman şöyle, arada bir soruyla gireyim yine ben. Aydınlanmanın, merkantilizmin siyasi emellerle ortaya çıkışının bir sonucu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Suat Parlar: Merkantilizm zaten……..

Yiğit Tuncay: Yani, merkantilist siyaset, ırkları, ırksal önyargıları, dil önyargılarını, herşeyi ortadan kaldırır. Tamamiyle paranın egemenliğinde ve onun yön verdiği uzlaşmaz çelişkileri uzlaştıran tutumuyla da toplumlar siyasallaşır. Tam tersi de mümkün, o da siyasallaşmış ekonomi. Çünkü para, aristokrat sınıfın iktidarındaki “Tanrı devletini” bile çözüyor.

Suat Parlar: Şimdi dünyadaki modalardan bir tanesi de her türlü değerlendirmenin, her türlü akımın klasiklik vurgusunun ön plana çıkartılması. Klasik iktisat, klasik merkantilizm, herşeyin klasik olanına dönük böyle bir görgüsüzce moda vurgusu var. Bu vurgu da, özellikle sermaye düzeninin, az önce sözünü ettiğimiz gediklerini kapatma açısından önem taşıyor. Merkantilizme gelince, “merkantilizm aşıldı mı” sorusu da, aynen, “ortaçağ aşıldı mı” sorusu gibi üzerinde durulmayı hakediyor. Şimdi, şöyle değerlendirmek lazım; finansal yenilikler getirdiler, “para ekonomisi” dediler, “monotarizm” dediler. Bu temelde düşünüldüğünde, dünyada ticaret hacminin, üretilen malların çok çok ötesine geçtiğini ve parasal ekonominin muazzam ölçeklere vardığını görüyoruz. Sistemin, kuruluş, örgütlenme aşamalarında doktriner bir biçimde formüle edilen, hemen hemen tüm akımlar günümüzde de yürürlükte.

Böyle değerlendirildiğinde, örneğin; 1930’larda kapitalizme bir kurtuluş reçetesi olarak sunulan Keynesçilik de gündemde. Askeri Keynesçilik olarak gündemde şimdi. Bizim türümüzdeki ülkelerde çok fazla üzerinde durulmaz ama, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir serbest piyasadan söz edemeyiz. Askeri sınai kompleks çerçevesi içersinde devletle iç içe geçmiş, bütünleşmiş, çok büyük sanayi ve finans organizasyonlarından, devletin bunlara aktardığı fonlardan söz etmek gerekir. Giderek bu dünya ölçeğinde emperyalist metropoller açısından bir gerçeklik de taşır. Almanya’da da, Fransa’da da, Japonya’da da, hepsinde, hemen hemen durum böyledir. Çok büyük askeri harcamalar, bu askeri harcamaların vergi verenler tarafından finanse edilmesi, “araştırma, geliştirme” adı altında yeni teknolojik buluşlara dönük bir takım faaliyetlerin maliyetinin halk tarafından karşılanması, giderek, askeri Keynesçilik diyebileceğimiz bir düzenlemenin, bir yapının ortaya çıkması.

Yiğit Tuncay: Yani anti-komünist bir reaksiyon olan tutucu kollektivist ekonominin, bu biçimiyle, halkın sırtından militarist bir ekonomi halini alması ve hatta militer teknoloji çağını bir bilim yanılsamasına dönüştürmesi mi söz konusu olan? Emekçinin üretiminden ortaya çıkan değer, kendi yüzüne dönen bir namlu mu oluyor? Bu açıdan bakıldığında gerçekten klasik olanın ne olduğu anlaşılıyor…

Suat Parlar: Şimdi bu örnek de gösteriyor ki bir klasik olana dönüş, klasik olanı arayış bu anlamda ortaya çıkan ideolojik boşlukları, anlayış boşluklarını, güç boşluklarını doldurma çabası var. Şimdi, temel eğilimlerde, genel akış çizgilerinde, çok fazla kopmadan söz edemiyoruz. Zaten böyle bir kopmadan söz etmek burjuvazinin devrimci olabileceği tezini ileri sürmek olur. Ben asla burjuvazinin “devrimci bir sınıf” olduğu tezini kabullenmiyorum. Önümüzdeki süreçte bu noktada çok da tartışma çıkması gerektiğini düşünüyorum. Yani adına “aydınlanma” denilen sürecin insanlığı sözde aydınlatan ışığını burjuvazinin elinden çekip almak lazım. Burjuvazinin saltanatı, halkın saltanatı değildir. Tam tersine kuruluş dinamikleri çerçevesinde meydana getirilen, çoğu da sömürgeci dönemde biçimlendirilen bir takım örgütlenmeler, kurallar, yapılar hatta doktrinler günümüzde de aynen neredeyse varlığını devam ettiriyor. O bakımdan “ortaçağ”ın içindeyiz. Ortaçağın karanlığının içindeyiz. Medeniyetler çatışması da var. Medeniyetler çatışması, Avrupalı aydınların sözünü ettiği ölçekler içerisinde değil ama, A.B.D. başkanının haçlı seferi ilan etmesinde.

Yiğit Tuncay: Evet Suat. İkinci sorumu sorayım. Söyleşimizin başında sorduğum soruya bağlantılı olarak, sen, “burjuvazinin aydınlanma tezini ve burjuvazinin ekonomi politik tezlerini kesinlikle reddediyorum” dedin. Öyle değil mi?

Suat Parlar: Elbette.

Yiğit Tuncay: Ben, en başta, “kapitalizmin ortaçağını mı yaşıyoruz” sorusuyla, aslında, burjuvazinin tarih sahnesine çıkışından önceki dönemleri bütünüyle ve özellikle de devirdikleri bir sınıf olan aristokratların dönemini karanlık ilan eden Avrupalı aydınların, bir kez daha, aydınlattıkları bir dünyada karanlık tespiti yapmalarının nedenini sormak istemiştim. Çünkü, ortaçağın karanlık olduğu tezi, burjuvazinin birebir aydınlanma tezidir. Aynı zamanda ekonomi politik açısından da savunduğu bir tezdir bu. Yani tarihin bu şekilde sınıflandırılması, Avrupalı aydınlarla, tarih sahnesine çıkan burjuva sınıfının, bileşik kaplar yasasına benzeyen ilişkisi temelinde şekillenmiş. Kendini “ilerici” diye tanımlayan herkes tarafından da kabul görmüş bir tezdir bu. Sen de, bu tanımlamaları ortaya atan aydınlanma tezinin çerçevesinde bir değerlendirme yapmış olmuyor musun?

Suat Parlar: Bunu şu şekilde değerlendirmek lazım. Ortaçağ vurgusu veya ortaçağa dayalı bir tarihsel anlayış aydınlanmaya özgü değildir. Ondan sonraki süreçte çeşitli bilimsel disiplinler tarafından ortaçağın ne olduğu tarif edilmiştir. Yani aydınlanmada birebir ortaçağ saptaması bizim anladığımız çerçeve içerisinde söz konusu olamaz. Çünkü kendileri de ortaçağın bütün o yapılarının içersinde yer almaktadırlar. Dolayısıyla, orada çok net bir biçimde, ortaçağı, daha sonra formüle edildiği tarzda bir değerlendirmenin konusu haline getirmeleri zaten mümkün değildir. Böyle bakıldığında ortaçağa yönelik vurgular bence abartılmaktadır ve ortaçağ vurgusunun abartılmasındaki en önemli etkenlerden biri de Marksist tarih yazıcılarının aşamalı sosyo-ekonomik formasyonlar tezidir. Yoksa burada burjuvaziyi de günah keçisi yapmamak lazım.

Özellikle ilericilikle maskelenmiş tarihselci yaklaşımlar, bir ortaçağ mistifikasyonu yaratmışlardır ve bu temelde de son derece yanlış, feodaliteyle birebir örtüşen, feodalitenin tüm kurumları ile birebir örtüşen bir ortaçağ yapısı aktarılmıştır. Böyle bir ortaçağ yapısı temelinde de tabi ki burjuvazinin kurduğu düzen ortaçağa göre tarihsel açıdan daha ileri kabul edilecektir. Yalnız bu abartma, bence, dediğim gibi marksist yöntemi yanlış kullananların abartmasıdır. “Marksizme içkin bir abartmadır” demiyorum. Marksist yöntemi yanlış kullananların abartmasıdır. Yani bize ortaçağı kavram olarak armağan edenler, marksist tarih yazıcıları olmuştur. Ya da şöyle söyleyelim; marksizmin yöntemini kullandıkları iddiasını taşıyan ilerleme illüzyonu saplantısı içerisindeki tarih yazıcıları olmuştur. Burada çok büyük bir cehaletten söz etmek mümkün. Cehaleti de, onları kötü niyetli, ard niyetli olarak nitelendirmemek bakımından ileri sürüyorum. Ama bence ne yaptıklarını çok da iyi biliyorlardı.

Yiğit Tuncay: Şöyle söyleyebilir miyiz yani? Biliyorsun marksizmin ortaya çıkışı, yani Marks’ın ilk iddialı ortaya çıkışı, zaten burjuvazinin getirdiği tüm ekonomi-politik tezlere ve aydınlanma tezine karşı çıkmaktı. Bu tezi eleştirerek marks kendini ve marksizmi varetti. Fakat ondan sonra gelen Marksistler, reddedilen aydınlanma ve liberal ekonomi-politik tezlerini tekrardan marksizmin içine ikâme etmeye çalıştılar.

Suat Parlar: Marksizmin tarihi, marksist yöntemin yabancılaşmasının tarihidir. Marks’ı ayrı tutarsak, ki Marks’ı, marksizmden ayrı tutmak mecburiyetindeyiz. Marksizm tarihi tam da budur. Dolayısıyla bize bir ortaçağ formasyonu fikrini, saplantısını armağan eden de bu ilerlemeci sözde marksist tarih yazıcılarıdır. Böyle değerlendirmek lazım. Yoksa burjuvazinin bunu yapabilecek bir entellektüel kapasitesi zaten yoktur. Aşamalı tarih tezine de, aşamalı tarih anlayışına da burjuvazi dört elle sarıldı, doğru da yaptı. Kendi ideolojik cephaneliğini güçlendirmek açısından kendine sunulan bu tarihsel fırsatı çok iyi değerlendirdi. Peki ortaçağa nasıl bir değer yüklenmeli? Ortaçağı, çelişkileri, karmaşıklıkları, doğruları, yanlışları, erdemleri, erdemsizlikleriyle bir bütün olarak ele almak lazım. Ama burjuvazi ne yapıyor? Ortaçağda baskıya dair, adaletsizliğe dair, şiddete dair, engizisyona dair, inanç saltanatına dair her ne var ise alıyor ve egemenlik aygıtlarına içeriyor. Peki bizim ortaçağımızda ne var? Bizim ortaçağımızda, yani ortaçağa daha muhalif ve sol çizgiden bakanların ortaçağında, burjuvazinin ilericiliği, ortaçağın gericiliği var. Ortaçağı bütünlüğü içerisinde ele almazsak çok büyük yanılgılara düşeriz.

Ortaçağ ya erdemsizliklerin adı olur, cadı avlarının adı olur, ya da, ortaçağ şövalye ruhunun adı olur. Don Kişot’un güzel yiğitlemesinde, açılan, serpilen insanlığın şaşkınlığının adı olur. Ya büyük güzellemeyle yaklaşırız, ya büyük kötülemeyle yaklaşırız. Ama benim burjuvaziye mal ettiğim ortaçağ vurgusu daha farklı bir çerçeve içerisinde, ortaçağın egemenlik ve baskı aygıtlarının yetkinleştirilerek içerilmesi anlamında. O tip bir ortaçağa tabi ki karşı olacağız ve o tip bir ortaçağ bizim açımızdan karanlıktır. Kilise saltanatının temsil ettiği ortaçağ karanlıktır. Yüzyıl savaşlarının ortaçağı karanlıktır. Şiddetin saltanatının ortaçağı karanlıktır. Din savaşlarının binlerce insanı katlettiği ortaçağ karanlıktır. Bizim reddedeceğimiz ortaçağ, böyle bir ortaçağ.

Ama o ortaçağın egemenlik aygıtlarına içerilmiş biçiminin “yeni düzen” olarak bize yutturmaya çalışıyorlar. Bizim karşı çıktığımız ortaçağ, bu ortaçağ. Yoksa burjuvazinin ortaçağı aşmak gibi, ortaçağda binlerce yıllık bir tarihsel süreçte insanlığın önüne yığılan sorunların çözümü gibi, bu anlamda ortaçağı aşmak gibi bir tarihsel çaba asla söz konusu değil. Burjuvazinin bu anlamda bir ihtilalci karakterinden, bir kopuş karakterinden, bir devrim karakterinden söz etmek mümkün değil. Bundan söz edilmesi hem burjuvazinin güzellemesini, hem de ortaçağın karanlıklarının güzellemesini beraberinde getirir. Burada bir defa net olmamız lazım. Başka bir şey var, yani burada bir doğrudan bakışı kastederek söyledim. Yani burjuvazinin ortaçağın karanlık yönlerini güzellemeler içerisinde ele alırken neyi kastettim? Irkçılığın temellendirilmesini kastettim, çünkü Hıristiyan ilahiyatının eşitsizlikçi ve ırkçılığa temel olabilecek kaynakları var. Bunun başka yönleri var. Bu akıl yeni düzen anlayışlarının aklı, Hitler’in aklı.

Yiğit Tuncay: Onun şöyle bir yönü de var. Burada, çok iyi, güzel bir noktaya temas ettin. Mesela ortaçağda baktığımız zaman yükselmekte olan burjuva sınıfını gören aristokratlar, tekrardan kiliseyi öne sürüp -özellikle Yahudileri kastederek söylüyorum; Yahudilerin merkantilizmin çerçevesi içindeki yükselişinin önünü kesmek için- faizin günah olduğunu söylemişlerdir. Bu da, aslında, aristokrat sınıfın kendini korumak için yaptığı bir politik atraksiyon. Mesela Hitler’de de aynı şey olmuş. Hitlerin ortaya koyduğu siyasi proje, -çok ilginç bir şey- Almanya’daki Yahudilerin yaygınlaşmasını ve ekonomideki hakimiyetine karşı bir tepkisellik olarak doğmuş. Aristokrat sınıfın toprak rantını ve din kurumlarını öne sürerek, merkantilizmin yükselişine engel olmaya çalışmasıyla, Hitler’in kendi projelerini temellendirmeye çalıştığı gerekçeler arasında benzerlikler var.

Suat Parlar: Şimdi bu tip akrabalıklar kurmak mümkün. Yahudi düşmanlığı; anti-semitizm. Müslümanlıktan çok hıristiyanlığa özgüdür. Ama hıristiyanlık bu konuda inanılmaz ölçüde ikiyüzlüdür de. Niye ikiyüzlüdür? Şundan; judaizme bağlıdır. Judaizmin efsanelerine bağlıdır. Bu anlamda Avro-Amerikan kültürünün temellerinde hem Hıristiyanlıktan, hem de Yahudilikten ögeler bulmak mümkün. “Vadedilmiş toprak”, kime; israiloğullarına. Bakın Amerika’da Evanjelikler var. Evanjelikler, temel olarak vadedilmiş toprağın sahipleriyle buluşmasının insanlık açısından getireceği mucizeyi çok fazla önemserler. Bunu inanılmaz politik bir aksiyona da dönüştürmüşler. Bu konumuz dışında.

Burada Hıristiyanlığın ikiyüzlülüğünü görüyoruz. Hem Yahudi bankerliğinin yükselişini büyük bir rahatsızlıkla, kaygıyla karşılama -“Venedik Taciri” tiplemesi ve bu temelde ortaya konulan Yahudi karşıtı tutum; koyu bir anti-semitizm-, hem de Tanrı’nın seçilmiş çocuklarının topraklarıyla buluşması ve bu temelde geliştirilen hıristiyanlık mitosları. Hıristiyanlık bu anlamda derin bir ikiyüzlülüğü içerir. İşin bu boyutu var. Ve bu derin ikiyüzlülük çeşitli ırkçı, eşitsizlikçi teorilerle bütünleşmeyi beraberinde getirdi. Örnek mi istersiniz; siyonizm. Siyonizm temelinde de oryantalist görüş açısı vardır. Yani sömürgeciliğin ideolojisi vardır. Sayısız örnekler verilebilir bu tip ideolojik doktriner akrabalıklara. Böyle bir akış söz konusudur.

Hıristiyan teolojisinin Yahudi düşmanı, eşitsizlikçi, ırkçılığa temel oluşturabilecek imgeleri, daha sonra bilinçli bir şekilde işlenmiştir. Burjuvazinin sömürgecilik dönemindeki ideolojik boşluk böyle doldurulmuştur. Yoksa, insanlığın o görkemli aydınlanmasının, sözde aydınlanmasının ürünleriyle, sömürgecilik döneminin felaketlerinin, yağmasının, kıyıcılığının açıklanması mümkün mü? Milyonlarca insanın köle olarak alınıp satılmasının açıklaması mümkün mü? Hangi aydınlanma? Neden söz ediyoruz?

Yiğit Tuncay: Sen de biliyorsun ki Suat, Yahudiler, kendilerini Allahla güreşen bir toplumun evlatları olarak tanımlarlar. Yahudilerin kendi içinden çıkardığı, aklından çıkardığı ve en mükemmel olarak tanımladığı idealinle -yani Tanrıyı kastediyorum- güreşmeye kalkışması çok ilginç bir şey. Bu güreşi de çok daha geniş bir coğrafyaya yayıyorlar. Tüm toplumlarla farklı topraklarda güreşlerini sürdürüyorlar. Yahudiler artık tamamıyla Ortadoğu’ya yerleştiler.

Suat Parlar: Yahudilik Doğu’lu bir olgu değildir. Yahudilik çıktığı topraklara ihanet etmiştir. Yahudilik tümüyle şu anda Batı merkezli, emperyalist statükonun ideolojik araçlarından birine dönüşmüştür. Bu anlamda bir hıristiyan teolojisinden farklı kabul edilemez. Yahudiliğin çıkış noktasındaki olumlu denilebilecek ögelerin hepsi törpülenmiştir. Emperyalist statükonun himayesi altında şu anda ortaya koyulan Yahudilik gündemi, aslında bir bakıma Yahudiliğe de ihanettir. Yani, paradoks gibi görünse de gerçek Yahudiliğin, emperyalist statükonun egemenliğinde bir araç olan sahte Yahudilikten kurtarılması gerekiyor.

Yiğit Tuncay: Gerçek Yahudilikten kastın nedir?

Suat Parlar: Gerçek Yahudilikten kastım şudur: Şimdi, diasporada geliştirilen Yahudi kültürü, Yahudi tarihi, günümüzde Yahudiliğin temsilcisi olduğunu iddia eden siyonist devlet tarafından yok sayılıyor, kabul edilmiyor. Halbuki, binlerce senelik bir diaspora gelişimi var. Bunun grameri var, dili var, şarkıları var, kültürel birikimi var, bunlar reddediliyor.

Yiğit Tuncay: Yani, bu bir halk kültürü diyorsun….

Suat Parlar: Ve bunun yerine ne ikâme ediliyor? Şu ikâme ediliyor. Efsaneler ikâme ediliyor. Binlerce sene geriye dönülüyor. Vaadedilmiş bir toprak, vaadedilmiş ülküler, vaadedilmiş tarihler, Tanrıyla mutabakatlar. Kim biliyor bunları? Kim sistematize ediyor? Koskocaman bir tarihin, bir halkın tarihini kendisinden çalıyor, dinini çalıyor. Bunu Siyonist ırkçılık adına yapıyor. Bunu emperyalist hegemonyanın Ortadoğu’da ebediyen sürdürülmesi adına yapıyor. Bunu bir din adına yapıyor. Siz o dine ihanet ediyorsunuz. Yahudiliğe de ihanet ediyorsunuz. Yahudilik siyonizmin elinden kurtarılmalıdır. Siyonist ırkçılığın elinde bir araç olmaktan kurtarılmalıdır. Emperyalist ideolojinin paryası olmaktan kurtarılmalıdır. Ama Yahudilik içerisindeki bazı ögelerin, finansa dair, insanların küçümsenmesine dair, seçilmiş bir halk kavramının yüceltilmesine dair ögelerin doğru temelde, tarihsel bağlamı içerisinde yeniden değerlendirilmesi, diasporada kazanılan bir takım değerlerin yeniden ele alınması gerekiyor. Aksi takdirde siyonist ırkçılığın basit bir aracı haline getirilen, siyonist devletin ideolojik meşrulaştırılmasının aracı haline getirilen Yahudilik, kendisiyle beraber, insanlığın büyük bir bölümünü de felakete sürükleyecek.

Yiğit Tuncay: O zaman, şöyle söyleyebiliriz. Biraz önce vurgusunu yaptın. Hıristiyanlar, aslında, Yahudi karşıtlığını, yani anti-semitizmi sistematize edenlerdir. Bunu, “Hz. İsa’yı katleden halk, Yahudilerdir” söylemiyle temellendiriyorlar. İsa’yı katlettikleri için de hıristiyan teolojisinde Yahudilere karşı bir tepkisellik vardır. Yahudiler ise buna karşılık “bunu söylüyorsunuz ama, hergün o Yahudinin karşısında eğiliyorsunuz, ibadet ediyorsunuz” diye cevap veriyorlar. Şimdi, Yahudiler geniş bir coğrafyaya yayılmıştır dedik. Onu Avrupa’da da, Amerika’da da görebiliyoruz ve sözünü ettiğim gibi emperyalist ideolojide, yani paranın egemenliğinin olduğu her yerde bu ırkla karşılaşabiliyoruz. Bunun Ortadoğu’ya ikâmesi de “vadedilmiş topraklar”a geri dönmek, tekrardan o kutsal topraklarda bir Yahudi devleti oluşturmak idealiyle belirginleşiyor. Yahudi devletini oluşturmanın, başlı başına sözünü ettiğin gibi salt Yahudi insanının, Yahudi halkının, Yahudi toplumunun ideali olmaktan ziyade, küresel hegemonyayı kurabilmek için öne sürülen bir politika olduğuna inanıyorum ben.

Yani şunu demek istiyorum; sen de biliyorsun, ki eskiden İstanbul bu anlamda tartışma noktasıydı. Çünkü geniş bir coğrafyanın giriş kapısı olan İstanbul kapısı kapatılmıştı. Dolayısıyla batı, doğuya yürüyüşünde İstanbul’u kullanamaz hale gelmişti, ki onu tedavülden kaldırdılar. Osmanlının giderek çökertilmesi, tasfiye edilmesi, İstanbul’u geçilen kapı haline getirdi. Ardından da ne geldi? Artık kapalı olmayan bir İstanbul görünümü geldi. Kapalı olsaydı eğer, bugün Filistin’de yaşananlar bana kalırsa İstanbul’da yaşanacaktı. Yani işgal altındaki bir İstanbul söz konusu olacaktı. Müslüman İstanbul’un açık bir kapı görünümünde olması, Avrupa’nın bir parçası olduğu tezinden yola çıkarak Filistin işgalini gündeme getirdi. Bu anlamda çatışmanın merkezi Filistin’e kaymış oldu. Filistin kapısı da açılacak olursa, oradan geniş bir coğrafyaya çok ciddi bir koridor açılacak demektir. Bu koridorun kontrol altına alınmasından sonra ise, ipek yolunu andıran ama, batı otobanlarına bağlanmış istikrarlı ticaret merkezleri gelir.

Suat Parlar: Farklı kültürlerin yok edilmesi, farklı kültürlerin emperyalizme direnemeyecek hale getirilmesi, emperyalist tek tipleşmeye karşı direnebilecek kültür kaynaklarının söndürülmesi, ciddi bir savaş politikasıdır emperyalizm açısından. Meseleye böyle yaklaşıldığında elbette ki Filistin halkının oradaki yiğit direnişi çözülmesi gereken bir problem, büyük bir problem. Bu sadece petrolle de bağlantılı değil. Tabi ki oradaki petrol çıkarları önemli ama, işin başka boyutları da var. Siz dünyada ideolojilerin sonunu ilan edeceksiniz, liberalizmin ebedi saltanatının başladığını ilan edeceksiniz, tarihin sonunu ilan edeceksiniz, ama bir siyasi coğrafyada yani Ortadoğu’da insanlar ortaya çıkıp diyecekler ki “hayır! Bizim inançlarımız var, biz bu inançların sahibiyiz, biz bu inançları savunacağız”, bunu söyleyecekler. O zaman sizin ortaya attığınız o yeni düzen tuzla buz olur. Oturtamazsınız, insanlığa kabul ettiremezsiniz.

En büyük kâbuslarından biri Konfüçyüsçü inanışa sahip olanlarla İslamî inanışa sahip olanların ittifakı. Avrupalı aydınlar bunu ciddi ciddi büyük bir tehlike olarak dile getirdiler ve bu kanlı ilerleyişin batının sınırlarında durdurulması gerektiğini savundular. İşte İsrail, batının koçbaşı. Batının sınırları orada başlıyor. İsrail şu anda Avrupa merkezciliğin Avro-Amerikan emperyalist egemenlik düzeninin Ortadoğu’daki üssü konumunda. Avrupa’nın sınırları, Amerika’nın sınırları İsrail topraklarında başlıyor. Meseleyi böyle değerlendirmek lazım. Şimdi, Osmanlı, İstanbul açıldı. Nasıl açıldığı ayrı bir tartışmanın konusu. Aslında Ortadoğu’da açıldı, Ortadoğu’da açık. Ortadoğu yıllardan beridir petrol imtiyazlarıyla, giderek imtiyazlardan yerel egemenlere sıçratılan düzenlemelerle oradaki büyük kültürel yozlaşmayla emperyalizmin zaten egemenlik alanı içerisinde. Ama bir farkla, büyük direniş odakları var. Bu direniş odakları bastırılamıyor, kontrol de edilemiyor. Önderlik statüsünde bulunanların ihanetine rağmen Filistin halkının direnişi halen yolundan saptırılmış değil, devam ediyor. Bu önemlidir, bunun önemi insanlık açısından çok değerli.

İsrail’in bu kadar büyük bir baskıyla Filistin halkının üzerine çullanmasının nedeni de budur. Çünkü, eğer bu direniş odağı lağvedilemezse, kontrol edilemezse, çok büyük problemler ortaya çıkacak. Çünkü, Filistin halk hareketi şu anda Ortadoğu’da bir devrim çıtası yaratmıştır. Bu devrim çıtasının ölçütlerinin altında mücadele edenler tarih tarafından bertaraf edilecektir. Bu kadar iddialıyım. Devrimci mücadelenin kıstaslarının konulmasında Filistin halkının ortaya koyduğu yiğit direnişin dersleri iyi benimsenmelidir, iyi anlaşılmalıdır, iyi anlatılmalıdır. Emperyalist güçlerin şu anda bu çerçeve içerisinde duydukları kaygı ve giderek korku henüz daha Ortadoğu’daki diğer devrimci güçler tarafından da paylaşılmıyor. Böyle bir açıklığı göremiyoruz. Bu anlamda, acı bir biçimde belki şunu da söylemeli, emperyalist güç ve politika merkezlerinin tarih bilinci, muhalif olduğuna inanılan güçlerin tarih bilincinin çok çok ötesinde. Neye önem verilmesi, neden önem verilmesi gerektiğini çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla Filistin halk hareketine hak ettiği değeri veriyorlar, büyük bir şiddetle, büyük bir baskıyla, büyük bir vahşetle.

Yiğit Tuncay: O zaman Türkiye Sosyalist Hareketi’ne vurgu yapıyorsun herhalde. Çünkü Türkiye sosyalist hareketi doğuya sırtı dönük bir harakettir.

Suat Parlar: Böyle bir varsayım var mı?

Yiğit Tuncay: Onu şöyle bağlayabiliriz.

Suat Parlar: Böyle bir varsayım var mı?

Yiğit Tuncay: Nasıl yani “Böyle bir varsayım var mı”?

Suat Parlar: Yani, Türkiye sosyalist hareketi. Bunu ben bir varsayım olarak kabul ediyorum.

Yiğit Tuncay: O anlamda söylüyorsun. Peki, soyut olarak algılıyorsun. Öyle algıla. Türkiye sosyalist hareketi sırtı doğuya dönük. Bunun nedenleri de çok eskiye dayanıyor. Biliyorsun, girişte biraz değindik aslında, çünkü Türkiye sosyalist hareketi daha çıkışından itibaren kendini doğrudan doğruya Avrupa aydınlanması ekolüne oturtmuş. Marksizmi de öyle algılamıştır. Öyle algıladığı içinde kendi özgün temellerinden şekillenememiştir. Dolayısıyla Avrupa aksırsa Türkiye sosyalist hareketi grip olur.

Suat Parlar: Britanya emperyalizmiyle Bolşevik Rusya arasında tampon bir bölge olarak meydana getirilen yapılanmaya bir rejim adı yakıştırıldı. Bu rejimi Türkiye’nin solcusu kutsal saydı. Bu rejimin bekçiliğine soyundu. Bu rejimi ilerici kabul etti. Sovyetler Birliği’nin -dünya vâsatının bozulmaması, dünya dengelerinin bozulmaması adına- kendisine koyduğu mücadele kotalarını içerdi. O mücadele kotalarının dışına çıkmadı, o mücadele kotalarının dışına çıkmaması ölçüsünde de sosyalizme ihanet etti. Bu mücadele kotalarını sosyalizm olarak kabul etmek, bugün tarihe ihanet etmek anlamına gelir. Ama ne yazık ki böyle bir bilinç açıklığı göremiyorum. Tampon bir egemenlik sisteminin, tampon solcuları. Tampon bir egemenlik sisteminin, ebed müddet varlığını koruması adına, ebed müddet devrimden caymış bir sol toplum. Bunun istisnaları olmadı mı? Bunun istisnaları oldu. Ama bunun istisnaları, egemenlik sistemi tarafından kanla boğulurken, sürdürücülük iddiasında olanların payına da ideolojik gevşeklik düştü.

Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin “tampon solculuk” tanımlaması şöyle bir soruyu gündeme getiriyor “Filistin halkının direnişiyle, niye Türkiye sosyalist hareketi bir türlü bütünleşme yaşayamıyor”?. Oysa ki Filistin halkının direnişinin başlangıcı ile hep bir bütünlük içinde olunmuştur. Türkiye sosyalist hareketini besleyen Filistin mücadelesine karşı bugün alınan tutum yine batı eksenli olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzdeki ilericilik-gericilik kamplaşması ileri-geri konuşanları ve ileri-geri hareket edenleri partileştirmiş bile. Senin sözünü ettiğin “tampon solculuk” herhalde ona denk düşüyor, anladığım kadarıyla.

Şimdi ülkemizdeki kimi insanlar, daha doğrusu toplumun büyük bir bölümü kendi kültürel birikimiyle kaynaşmış bir halk mücadelesine yöneliyor. Bu ne kadar doğrudur, ne kadar doğru değildir, ayrı bir tartışma konusudur ki bunun temelinde de kendi kültür birikiminden şekillenen islâm duruyor. Filistin deyince de, insanın ister istemez aklına islâm meselesi geliyor. “Tampon solcular” için de islâm çok ürkütücü bir şey. Daha doğrusu hiç tanımadıkları veya tanımak istemedikleri bir olgu. Yani hıristiyan teolojisi çok daha sevimli bir şey onlara göre. Hıristiyan teolojisiyle bütünleşmeyi her halükârda daha fazla benimser Türkiye sosyalist hareketi. Bu anlamda Türkiye sosyalist hareketinin skolastiğini parçalayabilmek de mümkün gözükmüyor. Bu verilere göre bu coğrafyayı bölebilmek de batı açısından çok zor bir şey olmasa gerek. Sence, biz, en azından temel noktalardaki bütünlüğü nasıl yakalayacağız?

Suat Parlar: Türkiye’de, şöyle bir şey söyleyeyim; bu söz edilen sol çerçeve içerisinde duranlar, yani ilericilik illüzyonuna büyük bir istekle sarılanlar, bu konudan hiçbir biçimde taviz vermeyeceklerini bir politika gereci ve gereği olarak sürekli açıklayanlar, elbette ki Filistin meselesine doğru bakamayacaklardır. Elbette ki bu ülkenin meselelerine doğru bakamayacaklar. Ortadoğu, Kafkasya’nın meselelerine doğru bakamayacaklar. Balkanlardaki meselelere doğru bakamayacaklar. Doğruya yönelik bu körlük, nasıl aşılacak diye sorarsak, buna verilecek cevap herhalde internetin yasal sınırlarını zorlar. Çünkü, bu noktada çok ciddi bir iç hesaplaşmanın yaşanması gerekiyor. Her boyutuyla. Ama her boyutuyla çok büyük bir hesaplaşmanın yaşanması gerekiyor. Aksi takdirde, tampon solculuğu, neye inandığını bilmeden benimsemiş, giderek halkın değerlerini korsanca yağmalamış, bir takım yapıların saltanatının sürekliliği ve bu süreklilik temelinde bir takım kirliliklerin tekrar tekrar üretilmesi, hem bugüne hem geleceğe damgasını vurur.

Bundan kurtuluş, aslında Türkiye’de giderek solcuların problemi olmaktan çıktı, halkın problemi haline geldi. Çünkü bu halkın gelişmesinin önünde en önemli engel, sadece egemenlik sisteminin yapısı değil, Türkiye solcularının şu andaki duruşu. Türkiye solculuğu bu duruşunu eğer değiştirmez ise, halkın mücadelesinin önünde, tarihin ilerleyişinin önündeki en büyük engellerden biri olarak damgalanmakla karşı karşıya kalacak. Bu politik bir problem olmaktan çıktı, ahlaki bir probleme dönüşmek üzere. Türkiye’de solculuğun varoluş biçimi, insani bir krizin başlangıcının işareti gibi artık. Eklektik, duyarsız, dünyaya kapalı, kaotik, şizofrenik ve tüm bunlar temelinde yaşama belirtisi göstermeyen bir solculuk, sadece Türkiye’yi kilitlemez, bütün Ortadoğu’yu kilitler. Bu anlayışın şiddetle, ısrarla sorgulanması ve aşılması gerekiyor.

Yiğit Tuncay: “Tampon solculuk” bölgede bir dinamik olamıyor. Filistin halkının direnişi, bir dinamiği temsil etse de, aslında, onların da gücü buna pek fazla yetmiyor gibi geliyor bana.

Suat Parlar: Tek başına bu siyasi coğrafyada hiçbir hareketin, hiçbir halkın, hiçbir topluluğun, egemenlik statükosunu değiştirmeye gücü yetmez. Birlikte hep beraber, temel değerleri paylaşarak, temel değerleri paylaşma vurgusunu ön planda tutarak bazı şeyler yapılabilir. Bu temel değerler fırsatçı bir yağmanın konusu da olmayacak. Elbette islâmdan yola çıkılacak, elbette ki şiadan yola çıkılacak, elbette ki alevilikten yola çıkılacak. Ama hiçbiri, mutlaklaştırıcı bir saplantının eklektik kurgularına kurban edilmeyecek. Dar ahlakçı bir anlayışla, formalist bir politika yapısıyla gündelik olanın kullanımına bunlar sunulmayacak. Uzun soluklu, hedefleri, amaçları belli, olgun stratejilere dayalı, güçlü bir tarih bilincinden hız alan, bütünlüklü ve doktriner bir çıkışla ancak bu temel değerler paylaşılabilir ve bunu sadece Türkiye için de söyleyemeyiz. Bu, tüm Ortadoğu, giderek bütün Kafkasya, giderek tüm Balkanlar açısından geçerlidir. Ve bu bir soyutlama da değil, mutlak bir zorunluluk.

Eğer, beşeriyetin sıfır koordinatlarına indirilmek istemiyorsanız, eğer mezhepsiz, kişiliksiz, kimliksiz, emperyalist kültürel hegemonyanın tek tipçi kalıplarına uygun kişiler olmayı istemiyorsak, bu temel değerler çerçevesinde, bu temel değerleri doğrulayacak, yaşama geçirecek tarzda, demin çizdiğim bir programımız olmalı. Çok basittir. Şundan basittir; doğru ve ahlaklı olarak işe başlamalıyız. Çünkü kapitalizmin ahlakı yoktur. Sürekli olarak da ahlaki yıkımın propagandasını yapar, nihilizmin propagandasını yapar. Küçümser ahlakı, doğruluğu küçümser. Doğruluk ve ahlak üzerine ileri sürülen görüşleri vaaz olarak kabul eder. “Bunlar nedir ki” der. Bir parça dürüstlüğe ihtiyacımız var. Bizim için çıkış noktası bir parça dürüstlük. Bir parça dürüstlükten daha fazlasını şu aşamada ben talep etmiyorum. “Büyük dürüstlük, bütünlüklü dürüstlük” demiyorum. Bir parça dürüstlük diyorum. Bir parça dürüstlük olursa bizde, adına dergi denilen 20-30 sayfadan ibaret, içinde hiçbir düşünce kırıntısı bulunmayan, yüzmilyarlarca liramızı bizden çekip alan, bir takım klişeleri her hafta ve her ay politika adına halka yutturmaya kalkmamış oluruz.

Yiğit Tuncay: Toparlayacak olursak; “kapitalizmin ortaçağı” dedik en başta. Mevzuyu oradan açtık, dallandırdık, budaklandırdık. Aydınlanmanın tarifi içinde bir “ortaçağ” yaşıyoruz diyemeyiz. Çünkü, yaşadığımız dönem, Avrupalı aydınların tespit ettiği, “kapitalizmin ortaçağı”, zaten aydınlanmanın bir sonucu. Bu açıdan ortaçağın karanlığını ilan eden aydınlanma, kendini ancak bugüne kadar getirdi. Az önce senin de vurguladığın gibi klasiğe dönüş, klasiği arayış söz konusu. Bu süreç, klasik aydınlanma arayışını da doğurmamalı.

Suat Parlar: Kapitalizmin ortaçağı meselesi değil. Kapitalizmin araçsal bir yaklaşımla, ortaçağdan kendi egemenlik aygıtlarını yetkinleştirmek adına seçtiği bir takım kurumlardan, kurallardan, örgütlerden, yapılardan bahsediyoruz. Bu kapitalizm ortaçağını yaşıyor anlamına gelmiyor. Yoksa “kapitalizmin ortaçağı”nı yaşıyoruz diyenlere sorarlar o zaman; “kapitalizmin ilk çağı ne zaman, kapitalizmin yeni çağı ne zaman” diye. Böyle bir değerlendirme yanlış olur. Kapitalizm ortaçağla özdeşleştirilebilir mi? Bir defa kategorik olarak yanlış olur. Bir sosyo-ekonomik formasyondan bahsediyoruz. Diğeri kronolojik değerlendirmeler çerçevesinde, tarihsel soyutlama çerçevesinde ortaya konulmuş bir dönemlendirme. Bir dönemlendirmeyle insanlık açısından çok temel bazı şeyleri ifade eden bir sosyo-ekonomik formasyonu açıklamak mümkün değil.

Yani, böyle bir kategorik toplama doğru olmaz. Bilimsel anlamda da doğru olmaz. Ama şunu da ısrarla vurgulamak durumundayız. Burjuvazi bir aydınlanma yaratmadı. Burjuvazi bir kopuş yaratmadı. Adına ortaçağ denilen ve kendisinin de yer yer karanlık dönem olarak çok isteksizce, ilkelce ve korkakça eleştirdiği, bir çağın tüm egemenlik ilişkilerini ve aygıtlarını içererek aştı. Ama bu aşkınlık da olumlu bir değer yükleme anlamına gelmiyor. Bu aşkınlık, artık insanlığın tüm değerleriyle, tüm yarattıklarıyla tahribi noktası. Yani ortaçağda karanlık adına ileri sürülen her ne varsa bugün burjuvazi tarafından, sermaye düzeni tarafından daha da yetkinleştirilerek, daha da koyu bir saltanatla devam ettiriliyor.

Yiğit Tuncay: Daha sistematik hale getiriliyor.

Suat Parlar: İmparatorluk türü değerlendirmeler, kapitalizmin içinde bulunduğu aşamayı vurgulamak açısından yeterli olmaz. Yani ortaçağa yönelik bir takım göndermeler bir imparatorluk vurgusuyla veya buna benzer değerlendirmelerle, A.B.D.’nin emperyalist arayışlarına Avrupa Birliği’nin emperyalist yayılmasını tam anlamıyla yorumlamamıza, tespit etmemize olanak vermez. Bu noktada insanlığın mücadele araçlarına ve o mücadele araçlarının ortak diline sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Biz ne diyeceğiz; sömürgecilik, emperyalizm, emperyalizmin askeri egemenliği, emperyalizmin iktisadi egemenliği; biz bu şekilde konuşacağız. Biz o mücadele araçlarının, bu mücadele araçlarının bağlamını oluşturan tarihsel savaşımın doğrudan ürünü olan bir sözcükler ve kavramlar bagajıyla yola çıkacağız. Yoksa, saltanat, imparatorluk böyle değerlendirmelerle doğru çözümlemeler yapamayız.

Üstelik o tarihten, o tarihin getirdiği bilinçten de koparız. Emperyalizme, emperyalizm diyeceğiz. Emperyalist savaşa, emperyalist savaş diyeceğiz. Kapitalizme, kapitalizm diyeceğiz. Değerlendirmelerimiz bu ölçüler içerisinde olacak. Ama bunu yaparken elbette ki kapitalizmin özgün yanlarını, tarihsel bağlamını ortaya koyan bir takım yaratıcı tespitlerden yararlanacağız. Örneğin; serbest piyasa, insan hakları, demokrasi; “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesi tam da buna oturuyor bence. Böyle bir mutlaklaştırma, böyle bir dogma insanlığın başına bela edildi. Baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi, birbirinden kopmaz bağlarla bağlanmış. Serbest piyasa, insan hakları, demokrasi biri olmadan diğeri olmuyor.

Yiğit Tuncay: Fetişizm gibi değil mi?

Suat Parlar: Onun ötesinde mutlak bir tapınma var. Fetişten belki kurtulabilirsiniz ama burada mutlak bir tapınma önerisi var. Burada daha doğrusu mutlak bir tapınma önerisinin ötesinde mutlak bir tapınma dayatması var. Şu söyleniyor; “İnsan olmayı seçmişseniz, insan olmayı istiyorsanız, bizim tarafımızdan insan olarak etiketlenmeniz bakımından; baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi, yani insan hakları, serbest piyasa ve demokrasiyi kabul edeceksin”. Hangi serbest piyasa? Amerika’da serbest piyasa mı var? Kaç tane tekel yönetiyor dünyayı? Kaç tane çok uluslu şirket? Bu çok uluslu şirketler kaç ülkenin gayri safi milli hasılasının fersah fersah ötesinde? Serbest piyasa şu anlama geliyor; emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında bulunanlar pazarlarını sınırsızca açsınlar, devlet tam bir kuralsızlaşmanın bayraktarlığını yapsın, sermaye istediği yere, istediği zaman girsin yatırımını yapsın kârını alsın çeksin gitsin.

Ama emperyalist merkezler söz konusu olduğunda, askeri sınai kompleksin temel gücünü oluşturduğu müthiş koyu bir devletçi yapı söz konusu. “Serbest piyasa”, kulların tapınması gereken tanrının adı. İnsan haklarının tıpkı o kurbanların bir takım cezaî müeyyidelerle karşı karşıya bulunmasının adı olduğu gibi. Halklara görevler veriliyor. “Rejimlerinizi değiştirin” diye. O rejimi değiştirmediğiniz zaman cezanız çocuklarınızın öldürülmesi oluyor. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi 400.000 çocuğun katledilmesi oluyor ambargoyla… İnsanlığın gördüğü en büyük zulümlerden, en büyük vahşetlerden biridir. Irak, Auschwitz toplama kampı, Treblinka toplama kampı haline getirilmiştir. İnsanların, insanlığın gözünün önünde, insanlığın sözde bütün kurumlarının gözü önünde, dindaşlarının gözü önünde. Bu güne kadar tarihin gördüğü en büyük toplama kampı Irak’tır. 400.000 Çocuk ölmüştür. Tam bir soykırım hareketidir. Emperyalist bir soy kırım hareketidir. Ne adına? “Demokrasi” adına.

Yiğit Tuncay: O zaman, emperyalizm, baba, oğul, kutsal ruh eşittir, demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa üçlemesi ekseninde tekrardan dünyaya çok tanrılılığı dayatıyor. Tek tanrılı döneme geçişte, teolojide temel bir kural vardır; Allah tektir, Allah “hak”tır, hakikattir, tek doğru vardır. Çok tanrılı dönem ise fetişisttir. Fetişler bir sürü farklı doğruları temsil ederler. Aynı baba, oğul, kutsal ruh üçlemesinde olduğu gibi. Bu anlamda batı hıristiyanlığında fetişizm geleneği var zaten. Doğru, göreceli onlara göre. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; görecelilik olgusu var onlarda.

Suat Parlar: Burada da bir tek tanrıcılık var. Ama bu tek tanrıcılığın bir özelliği var. Bu pazarın tek tanrıcılığı.

Yiğit Tuncay: Ama tek tanrıcılığın en son aşaması olarak, islâmı ele aldığımızda, islâm fetişizmi öldürmüştür.

Suat Parlar: Elbette, tabi ki buradaki bir soyutlamadır.

Yiğit Tuncay: Mitleri öldürmüştür.

Suat Parlar: Tek tanrıcılığın insanlığa getirdiği yücelişler ve kolaylıklar bakımından, bundan tenzi etmek lazım. Burada söz konusu olan tek tanrıcılık, teşbihte hata olmaz. Bu bir teşbih yaklaşımıdır. Yoksa elbetteki Tanrı hiçbir dinde, hiçbir inançta bu kadar şefkatsiz, bu kadar sorumsuz, doğaya bu kadar düşman, insanı bu kadar aşağılayan bir konumda olamaz. Bu başka bir şey. Yani meseleye böyle yaklaştığımızda, insan hakları, demokrasi, serbest piyasa, pazar tek tanrıcılığının kutsal üçlemesi oluyor. Bunun insanlığa getirdiği ne? Bunun insanlığa getirdiği bir yüceliş değil, bir yıkım. Binlerce örnek verilebilir. Her şey bir yana son on sene içerisinde bir düzine savaş yaşadı insanlık. Daha doğrusu bir düzine katliam yaşadı. A.B.D. merkezli, Avrupa merkezli bir dizi katliam yaşadı. Bunların hepsinde de temel gerekçe insan haklarının korunmasıydı. Somali’ye insan haklarını korumak için gittiler, Ruanda’ya insan haklarını korumak için gittiler, Afrika’nın bir sürü ülkesine insan haklarını korumak için gittiler. Gittikleri her yerde de inanılmaz bir kıyıcılıkla kan döktüler.

Yiğit Tuncay: Emperyalizmin uygarlaştırma misyonu. Peki Suat, o zaman son olarak, şu ilk başta sorduğum ikinci soruya dönmek istiyorum. Bu 11 Eylül saldırısı, batıda bir anda “medeniyetler çatışması”nın ürünü olarak algılandı. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Suat Parlar: Bir defa bu medeniyetler çatışması teorisinde bir çarpıklık var. Bu çarpıklık, özellikle kendi anlayış ve yaklaşımlarından kaynaklanıyor. İnsanlığın geri kalanına bu kadar ırkçı yaklaşan batı merkezci düşünce, kendi dışında bir medeniyeti zaten kabul etmez. Dolayısıyla burada medeniyetler çatışmasından söz ediyorlarsa sağ olsunlar. Büyük bir şey bahşediyorlar. Burada bir medeniyetler çatışmasından söz etmiyoruz. Saldırıya uğrayan batı medeniyetinin ilkellere ve vahşilere direnişinden söz ediyoruz. Dünyanın kanlı sınırlarının Avro-Amerikan merkezli egemenlik güçleri tarafından korunmasından söz ediyoruz. O kanlı sınırlarda islâm duruyor. O kanlı sınırlarda Konfüçyusçuluk duruyor. Afrika halklarının inançları duruyor. Medeniyetler arasında onların deyimiyle çatışma olmayacaktı da ne olacaktı? Diyalog mu olacaktı? Nasıl olacaktı? Siz dünyayı tek tipleştirmeye uğraşıyorsunuz, insanlığa, serbest piyasa-demokrasi-insan hakları üçlüsünü sunmuşsunuz. İnanılmaz ölçeklerde genişlemiş küresel medya ağlarıyla insanların beynini her gün bombardıman altında tutuyorsunuz. İnançları küçümsüyorsunuz. Değerleri küçümsüyorsunuz. Ahlakî duruşu bir yozlaşmışlık olarak ele alıyorsunuz. Başka insanlara hizmet etmeyi, kollektif sorumluluk taşımayı reddediyorsunuz. Nihilist küçümsemeyi kültürün yerine ikame ediyorsunuz. Bu ölçekler içerisinde tek tipleştirilen, çekik gözlerinden kurtulmak için Japon insanının ameliyat olduğu, zencilerin beyazlaşmak için çaba sarf ettiği…

Yiğit Tuncay: Michael Jackson gibi…

Suat Parlar: …Bir dünyada, batı merkezli, beyaz insanın zirvede durduğu bir dünyada, nasıl olurda medeniyetler arasında diyalogdan bahsedersiniz? Medeniyet kalmayacak ki… Medeniyetler kalmayacak ki… Daha doğrusu bir tek medeniyet kalacak diğerleri kalmayacak. Hepsi onun egemenliğine saltanatına esir olacak, hepsi yok edilecek. Böyle bir dünyada medeniyetler arası diyalogdan söz edemeyeceğimize göre elbette ki çatışmadan söz edeceğiz. O çatışmayı her kim başlattıysa, o çatışmanın ağırlığı altında ezilecek. O çatışmanın daha bir çok miladı olacak. Eğer insanlık böyle bir baskının, böyle bir sefaletin, böyle bir eşitsizliğin, sömürünün kıskacında tahrip edilirse, korkarım ki çok daha vahim durumlarla karşı karşıya kalınılacak. Bunun bedeli de hep suçsuz insanlar tarafından ödenecek. Çünkü egemenlik sisteminin sahipleri gölgelerin arkasında, onlara ulaşılamıyor. Onlar çok uzaklarda çok ötelerde duruyor. İşte temel noktada bu. İnsanlık kendini yok etmeye, insan soyunun yaşama koşullarını, varlık koşullarını ortadan kaldırmaya çalışan bu güç merkezlerinin üzerine yürümelidir.

Yiğit Tuncay: Hangi teoriyle? Hangi ideolojiyle?

Suat Parlar: Soru büyük. Ama bu sorunun cevabı elbette ki şu aşamada verilecek kadar kısa, yalın değil.

Yiğit Tuncay: Biraz da lokal bir bakışla ülkemize dönelim ve ülkemizin gerçeklerine bakalım. Senin sözünü ettiğin “demokrasi-insan hakları-serbest piyasa” üçlemesinin tüm dünyaya dayatıldığı bir dönemde ülkemizdeki yansımaları ne olmuştur? Bu soruya örnek teşkil edecek bir gerçeklik aydınlarımız arasında da kendini göstermeye başladı zaten. Hemen kendi alanımdan bir örnek vereyim; 80 öncesinde çok farklı misyonlara imza atan bizim tiyatro ustalarımızdan, büyük bir ilgiyle izlediğimiz, takip ettiğimiz, geçmişte yaptığı işlerden fazlasıyla keyif aldığımız biri, ülkemizin meşhur solda gözüken gazetelerinden olan Cumhuriyet Gazetesi’ne aynen şöyle bir demeç verdi; “Türkiye’de bizim bu sermayeden aldığımız reklamlar, Türkiye’de burjuvazinin artık rolünü üstlenmeye başladığının göstergesidir”. Bu konuda ne diyorsun Suat?

Suat Parlar: Bu söyleşinin başından beridir burjuva sınıfının ve yaratmaya çalıştığı dünyanın ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Eğer onlar burjuvazinin ne olduğunu anlamamışlarsa bu kendi sorunları. Burjuvaziyi herhangi bir insanî uğraşın içinde düşünmek, en açık tabiriyle insanlığın bu güne kadar yarattığı değerlerin tamamına hakarettir. Tiyatroya da hakarettir. Tiyatroya hakaret etmesinler diyorum. Tiyatroya hakaret etmeye devam ederlerse, sanatlarına saygısızlık etmeye devam ederlerse, bu köşelerden gereğini yaparız. Elimizde araçtır, imkandır, internetten de yararlanırız, başka araçlardan da yararlanırız. Ne olduklarını, tiyatroya nasıl ihanet ettiklerini, tiyatroya ihanetin temelinde aslında nasıl insana ihanet ettiklerini ortaya koyarız. Herhangi bir sektörün koçbaşı gibi hareket ederek; gevşekliği, alkolizmi bir zorunluluk kabul etmesinden yola çıkarak, bir takım yoz değerlerin, daha doğrusu yoz değersizliklerin yayıcılığını yapmak tiyatrocuların işi olmamalı. Eğer burada söz konusu edilen yaşam kaygısıysa, bu ülkede herkesin yaşam kaygısı var.

Yiğit Tuncay: Yani bunlarla mücadele etmek de bir yaşam kaygısı olmalı değil mi?

Suat Parlar: Bunlarla mücadele etmek başlı başına bir yaşam kaygısıdır. Ekmek parasıyla izah edilecek şeyler değil bunlar. Çünkü benim bildiğim kadarıyla bazılarının ekmek anlayışı çok büyük oluyor. Kapsamı çok geniş oluyor.

Yiğit Tuncay: Gramajı yüksek ekmekleri talep ediyorlar.

Suat Parlar: Yoksa hiç kimse sanatla ilgili insanların, tiyatroyla ilgili insanların yoksulluk çekmesini istemiyor. Ama şunu da düşünmek lazım, bu toplum bence şu yoksul haliyle almaları gereken paydan çok daha fazlasını zaten onlara veriyor. Televizyon dizilerinden aldıkları rakamları bir düşünsünler, reklam çekimlerinden kazançlarını bir düşünsünler, yetinip yetinmemek onların problemi. Yetinmeyenlere de şunu öneriyorum; çok ağır öğrenimlerden geçmiş insanların ücretlerine bir baksınlar. Onu bir yana bırakalım; asgari ücretle geçinmeye çalışan insanların durumunu tiyatroda en azından bir prova olarak denesinler. Bunu yapamayanlar için de muhtelif önerilerim var. Tekrar Brecht’i okumayı denesinler. Tarihte diyalektik diye bir şey var. Tarihin diyalektiğinin bize öğrettiği şeylerden biri şu; hiçbir şeyin belki yaptırımı, hiçbir şeyin cezası yoktur. Fakat sanatsal boyut içerisinde insanî varoluşa ihanet edenlerin suçu asla bağışlanmaz. İnsanlığın bağışlayamayacağı tek şey yüzüne sistemin maskesini geçirmiş sanatçıdır. Tiyatrocular bu sorumlulukla diğerlerinden daha fazla karşı karşıyadır.

Yiğit Tuncay: Sana teşekkür ediyoruz Suat.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.

Yiğit Tuncay: Önümüzdeki ay, yine seninle bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Buradan okurlarımıza seslenelim ve diyelim ki; önümüzdeki ay 11 Eylül’ü ele alacağımız söşleyişide tekrar görüşmek dileğiyle. Şimdilik hoşçakalın.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın