Siyonist Sömürgeciliğin Ekonomik Dayanakları – Suat Parlar


Dünyada ve Türkiye’de İsrail’in varlığını, politikalarını meşru göstermeye çalışan gerekçeler çağdaşlık, uygarlık ve demokrasi mitleri ile sunuluyor. Ortadoğu’nun “demokrasi vahası” sayılan İsrail, militarist Arap diktatörlükleri ile gerici monarşilerin ortasında batılı değerlerin savunucusu olarak taçlandırılıyor. Bu mitlere göre tembel Araplardan devralınan çöl, İsrail tarafından modern bir uygarlıkla donatılıyor. Uygarlık, demokrasi, gelişme kavramlarının cömert savrukluğundan yaratılan İsrail, artık kendiliğinden bir mit olmuştur. Temelinde din ayırımcılığı bulunan ve Siyonist hedeflerle bütünleştirilmiş koyu bir Yahudi şeriatına dayanan bu haydut devlet, emperyalist egemenlik sistemi ile bağlantılarını maskelediği ölçüde kurucu mitlerini sürdürüyor. Bu bağlamda çarpık bir tarih ve ekonomi anlayışı, bilimsel gerçekliğin tartışılmaz Yahudi kodları olarak dayatılıyor. Yahudilerin ırkları, kültürleri veya azınlık olmalarından ötürü değil, tersine ekonomik şartlardan dolayı takiplere uğradıkları bilmezden geliniyor.

Feodal çağda Yahudi ticaret ve tefeci sermayesinin büyük gelişme imkanları vardı. Krallar ve aristokratlar tarafından korunan Yahudi tefeci-bankerler kapitalizmin doğuş sürecinde oldukça zorlandılar. Görece para çokluğu, aristokratlara tefeci boyunduruğunu kırma fırsatını verdi. Yahudiler giderek tüm ülkelerden kovuldular. Halkı kemiren küçük tefeciler durumundaki Yahudiler, sık sık kanlı ayaklanmalara sebep oldular. Batı Avrupa’da Yahudiler kapitalist sınıfla bütünleştiler. Belirli kapitalist varoluş biçimlerinin (ticaret, tefecilik) cisimleşmesini temsil eden Yahudiler, bu biçimlerin acı çektirdiği insanların kinlerini üzerlerine çekiyorlardı. Siyonizm’in ideologları bu temelde şekillenen anti-semitizmi tarihsel ekonomik bağlamından kopardılar. Örneğin Siyonist Leo Pinsker’e göre: “Anti-semitizm onulmaz ve kalıtımsal bir psikozdur.” Yahudilere yönelen öfke, “insan tabiatının genel özelliklerinin sonucudur.” Siyonistler, “Anti-semitizm ebedîdir” tespitini yaparken ırkçı gericiliğin en tehlikeli akımının kurucu prensibini formüle ediyorlardı. “Kutsal” bir ülke ile “kutsal” bir halkın Siyon adı altında birleşen “kutsal evliliği”, diğer halkların ulusal ideolojilerinin tersine bir içerik taşıyordu. Bu azgın ideolojinin rehberliğinde İsrael Zangwill, Filistin’in “ülkesiz bir halk için, halksız bir ülke” olduğu şeklindeki sloganı uyduruyordu. Oysa Zangwill’in bu çağrıyı yaptığı makalesinin yayınlanmasından daha 6 yıl önce, 1895’te Filistin’de Osmanlı egemenliği altındaki üç mutasarrıflıkta (Kudüs, Nablus ve Acre) 26.320 kilometrekare üzerinde 453 bin Arap yaşamaktaydı.

Büyük geleneği olan bu halk, Kenanîler ve Filistin’e adını veren Filistî’lerin devamıydı. Filistin, aslen Arap olan Kenanîler’in yerleştiği bir bölgeydi. İbranî kabileleri ise Filistin’de doğmamış; ancak bir kısmını sonradan fethetmişlerdi. Yani ortada “haksız ülke” gerçeğine uygun bir tarihsel, demografik, coğrafi bir yapı yoktu. Siyonistler Filistin’i sömürgeleştirmeye başladıklarında nasıl bir ekonomik bir potansiyeli ele geçirdiklerinin bilincindeydiler. 19. yüzyılın ortalarında bölgeyi gezen Amerikalı misyoner Thomson notlarında tahıl, zeytin, incir, karpuz, üzüm yetiştirilen ovalardan söz eder. Acre, Beytu’l-Lahim, Celile, Tiberias, Nablus ve Ramallah’da bütün toprağın işlenmiş olduğunu ve buraların çok verimli yerler olduğunu yazar. Hayfa ve Yafa liman kentleri olarak gelişirken Nazareth, Beytu’l-Lahim, Hebron (el-Halil), Tiberias, Nablus camileri, güzel bahçeleri ve zeytinlikleri ile Filistin halkının birikimini yansıtıyorlardı.

1882’den 1948’e kadar Filistin’e yedi göç dalgası (Aliyah) ile 500 bin kadar Yahudi geldi. Emperyalist güçlerin himayesi, desteği ve gözetimi, Yahudi finans kapitalinin fonları ile birleşti. Siyonistler büyük bir mâlî şebekeyi harekete geçirdiler. Keren Hayesod, Keren Kayemeth gibi büyük fonlar yanında American Fund for Palestine Institutions (Filistin Kuruluşları için Amerikan Fonu), Hadassah ve Joint Distribution Committee (Birleşik Dağıtım Komitesi) Siyonist sömürgeleştirmeye milyonlarca dolar akıttı. Bu muazzam sermaye akımı Siyonistlerin Filistin’de ekonomik iktidar mevkilerini kurmalarına hizmet etti. La Hague (La Hey)’deki 8. Siyonistler Kongresinde delege Salz: “Eğer biz Filistin’de Yahudiler için sağlam destekler yaratmak ve oradaki Yahudileri güçlendirmek için Filistin’i ekonomik olarak fethetmeye gayret edersek “bu, gerçek bir politik eylem olur” diyordu.

Sömürgeci ve genişlemeci Siyonist önderlik, feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu Filistin’e Avrupalı Yahudilerin taşıdığı kapitalist üretim ilişkilerinden, Arap halkın hakimiyet altına alınmasında yararlanmayı planlıyordu. 17. Siyonistler Kongresi’nde delege Brodie, bu konuda şunları söylüyordu: “Filistin endüstriyel olarak hiçbir şey üretmeyen, 25 milyon nüfuslu bir bölgeyle kuşatılmıştır. Şüphesiz biz, bütün bu pazarları besleyen bir endüstri kurabiliriz. Bir kere böyle bir endüstri için temel yaratılırsa, Filistin’e Yahudilerin göçmesi olanakları için hiçbir engel kalmaz.” (Bu Kongre’nin 1931’de yapıldığı not edilmelidir.) Yahudi göçü toprağın Siyonist fetih stratejisi ile birlikte gelişti. Yahudilerin işgali, kentlerle ve endüstriyel alanlarla sınırlı kalsaydı İsrail devleti hiçbir zaman gün ışığına çıkamazdı. Bu devletin oluşumunda en belirleyici unsur, toprağın ele geçirilmesidir. Kıyı şeridi ve vadiler boyunca stratejik ana mevziler ile Celile, Necef, Yudea üzerine yayılan sınır karakolları, İsrail askerî gücünün başlangıçta temel tutunma noktaları oldu. Siyonist egemenlik stratejisi, var olma bilicini emperyalist sistemin genel çıkarı ile bütünleştirmiştir. Filistin, Arap ülkelerinin merkezi ve kalbidir. O, Asya’nın Arap ülkelerini Afrika’da bulunan Arap ülkeleri ile birleştiren köprü ve Arap Yarımadasını Akdeniz’e bağlayan yoldur.

Siyonist toprak stratejisine en yüksek mâlî destek 1919-1939 yılları arasında ABD’den geldi. Siyonist mâlî kurumlar şebekesinin öncülüğünde Anglo- Palestine Bank oluşturuldu. Siyonist örgüt, 1920’lerde bir emlak bankası, bir çok mahallî halk ve kredi bankaları kurdu. Filistin banka sistemine açıkça Siyonistler hâkim oldular. Siyonist örgüt bir çok bankaya özel görevler verdi. Joint Distribution Committe’nin bankası esnaf ve zanaatkâra krediler açıyor, Central Bank of Cooperative Institutions (Kooperatif Kurumlar Merkez Bankası) Siyonist sendika sistemini teşvik ederken, Palestine Mortgage and Credit Bank (Filistin İpotek ve Kredi Bankası) orta sınıftan Yahudiler için konut ve yerleşme yerleri yapımının finansmanını sağlıyordu. Kapitalist göçmenlerin 1933 yılından itibaren bölgeye akın etmesi, banka ve finans sistemini muazzam fonlarla besledi. 1919-1929 yılları arasında en az 200 milyon dolar bölgeye akarken 1933-1939 yıllarında bu rakam, 315 milyon dolar gibi muazzam bir meblağa ulaşıyordu.1 Siyonist politika, büyük sermayeyi sosyoekonomik sorunlarla boğuşan Araplara karşı egemenlik aracı olarak kullanıyordu. Bu arada İngiliz manda yönetimi, Filistin’deki Siyonist ekonomiye son derece olumlu bir tavır takınıyordu.

Yahudilerin sanayileşme çabalarını desteklemek amacıyla her türlü tedbir alınıyordu. Yahudi ürünleri için koruyucu gümrükler konuyor, ithalat-ihracat şartları, ihtiyaca göre değiştiriliyordu. İngiliz yönetiminin Yahudi yağ fabrikası Shemen’in yağ üretiminde kullandığı tohumlar için ithalat gümrüklerini kaldırırken, yağ ithalatına koruyucu gümrükler koyması buna bir örnektir. Yahudi çimento fabrikası Nesher’in Filistin’de tekel haline gelmesini sağlamak için İngiliz yönetimi, çimento ithalatında gümrük tarifelerini dört kat yükseltiyordu. İngiliz yönetiminin Filistin’deki elektrik enerjisini tek elden kullanması için imtiyaz verdiği Pnhas Rutenberg’in Palestine Electric Corperation’u Yahudi sanayisinin desteklenmesinin açık bir örneğidir. İngiliz yönetimi, Rutenberg’e elektrik enerjisini tek başına dağıtma ve satma; kanallar, setler, depolar, pompa istasyonları kurma; istediği kadar şehirlerarası elektrik hatları ve yer altı kabloları, caddelere, evlere ve binalara elektrik tesisatı döşeme; doklara, rıhtımlara, demir yollarına, fabrikalara, atölyelere, evlere elektrik verme izni imtiyazını sağlıyordu. Ayrıca, Rutenberg’e gerekli olan arazi ve emlak, derhal istimlak ediliyordu. Rutenberg tekeli, Siyonizm’in Filistin’de ekonomik politik kurumlaşmasında muazzam bir kaynak oluşturdu. İngiliz emperyalizminin Siyonist kurumlaşmaya verdiği destek yanında toprağın fethi stratejisi askerî mantığın şaşmaz planlaması ile yürütüldü. 15. Siyonistler Kongresinde Arthur Ruppin’in formüle ettiği prensipler günümüzde de yürürlüktedir. Ruppin şunları söylüyordu: “Bizim inşa sistemimiz bir ordunun ilerlemesine benzer. Hiçbir birlik tek başına ilerleyemez. İlerlemeleri sadece diğer birliklerle işbirliği ile mümkündür. Ağır topçunun koruması olmaksızın piyade ve süvari güçsüz kalır. Bizim topçumuz tarımdır. O, gelişme temposu ile bizim diğer bütün faaliyet kollarımızın gelişmesini belirliyor. Şehirlerde sanayi ve inşaat, ancak sağlıklı bir tarım temeli üzerinde gelişecektir.”

Bu strateji ekseninde Siyonistler, her şeyden önce toprağa sahip olurlarsa iktidar taleplerini gerçekleştirebileceklerinin farkındaydılar. Yahudi Ulusal Fonu ve Keren Hayesod sürekli olarak en büyük parayı tarımsal yerleşmelere harcıyordu. 1917 yılına kadar sadece 16.379 dönüm toprak satın almış olan Yahudi Ulusal Fonu, 1927’ye ulaştığında 180.279 dönüm ve 1928-1937 arası 188.390 dönüm arazi satın aldı. Palestine Development Company (Hachsharat Hayishuv) ise 1929-1938 yılları arasında 560 bin dönüm araziyi mülk ediniyordu. Tüm Siyonist örgütler 1931 yılına kadar 1.182.944 dönüm arazi satın aldılar. Siyonist örgüt, özellikle Tel-Aviv’in güneyinde Hayfa’nın kuzeyinde Esdraelon yaylasında, Jezreel vadisinde, Ürdün vadisi ile Yafa-Hayfa kıyı hattında yerleşim birimleri oluşturdu.

Zengin Yahudilerin göçü, diasporadan akan fonlar, emperyalist siyasetin desteği sayesinde Siyonizm’in ekonomik alt yapısı iyice kurumlaştı. İsrail devletinin kurulmasını müteakip Siyonist iktidarın dış desteği yoğunlaştı. Dışarıdan sermaye akımı olmasaydı, 1950-1958 yılları arasında İsrail’in GSMH’sı ülkenin özel ve kamu harcamalarını karşılamaya bile yetmezdi. Ülkeye akan fonlar diasporada bulunan Yahudi mâlî finans kurumlarından, ABD’nin bağışlarından, Batı Alman hükümetinin tazminat ödemelerinden besleniyordu. 1948-1968 yılları arasında İsrail’e sağlanan desteğin boyutlarını, ABD’li diplomat David Nes, The Times’ın 5. 2. 1971 tarihli nüshasında 36 milyar dolar olarak açıklıyordu. Bunun içindeki ABD resmî yatırımlarının tutarı 11 milyar doları buluyordu.

1966-1969 yılları arasında Siyonist örgütler, İsrail’e 3 milyar dolardan fazla yardım gönderdiler. 1967 savaşında sadece United Jewish Appeal 314 milyon dolar ve Israel Bonds (İsrail tahvillerinin satışı) 712 milyon dolar sağlıyordu. Ancak İsrail’in asıl kazancı Filistin’in barbarca yağmalanmasına bağlıdır. Yurtlarında sürülen Filistin halkının 16.5 milyon dönüm arazisine el konuldu. 1948-1953 yılları arasında İsrail, 370 Yahudi yerleşim biriminin 350’sini Arap mülkü üzerine kurdu. 1951’de Araplar tarafından terke zorlandığı topraklarda, tüm İsrail zeytinliklerinin yüzde 95’i bulunuyordu. Ayrıca 10 bin Arap işyeri, İsrail mülkiyetine geçti. Barbar bir talanı örgütleyen İsrail’in hayatta kalmasını sağlayan, muazzam ölçeklerdeki dış yardımdır. ABD’nin askerî, ekonomik yardımı olmadan İsrail varolamaz. Politik, ekonomik ve toplumsal olarak Arap dünyasına rağmen kurumlaşmak, varlığını sürdürmek, emperyalizmle ittifaka bağlıdır. Anglo-Sakson emperyalizmi başta olmak üzere sistem, İsrail’i kendi ekonomik-politik hedefleri için kullanıyor ve bunun ücretini iktisadî-askerî yardım olarak ödüyor. Bölge halklarının politik bölünmüşlüğünü ve ekonomik zayıflığını ebedîleştirme stratejisinde Siyonist vahşet ve talan örgütü konumunda bulunan İsrail, bütün Arapları sistematik bir biçimde aşağılamayı kendine özgülüğün temeli sayıyor.

ABD’nin Ortadoğu Çıkarlarının Aort Damarı: İsrail

2. Dünya savaşından sonra Ortadoğu’daki petrol kaynaklarına ABD’li şirketler hakim oldular. Amerikan petrol şirketleri ile devleti Arap dünyasının sosyoekonomik zayıflığının devamında, Arap milliyetçiliğinin ezilmesinde monarşik ilkel rejimlerin desteklenmesinde, devrimci halk hareketlerinin bastırılmasında, petrol kaynaklarını ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanmaya dönük politikaların bertaraf edilmesinde anlaştılar. Ortadoğu’da devlet içinde devlet gibi hareket eden petrol tekellerinin kârı muazzam boyutlarda gerçekleşiyordu. 1966 yılı itibariyle varil başına üretim maliyetleri, ABD’de 151 sent, Kanada’da 133, Venezuella’da 62 sent iken Kuveyt’te 6, Suudi Arabistan’da ise 9 sent idi. Bu arada Arap petrolünün yüzde 82.4’ü ham olarak ihraç ediliyor ve dışarıdaki petro-kimya tesislerinde rafinaj işlemine tâbi tutuluyordu. (Bu oranlar günümüzde de geçerlidir.) Arap ülkelerini ekonomik olarak geri, hammadde ihracatçıları olarak kalmaya zorlayan egemenlik ilişkilerinde İsrail’in askerî rolü giderek önem kazandı. 70’li yıllara gelindiğinde artık İsrail, emperyalizmin petrol siyasetinde aort damarıdır.

Basra Körfezi, Bahreyn Kıyısı, Kerkük merkezli petrol boru hatlarının denetlenmesinde İsrail’in askerî gücü belirleyicidir. Arap petrolünün tüm dolaşım sistemi İsrail ordusunun vuruş menzilindedir. İsrail’in rolünü politika diline tercüme eden Ben-Gurion Üniversitesi dekanı, Yahudi Ajansı yöneticisi strateji analisti General Şolomo Gazit, Yediot Ahronot gazetesine Nisan 1992’de verdiği demeçte2 şunları vurguluyordu: “İsrail’in aslî görevi değişmemiştir ve hâlâ hayatî önem taşımaktadır. Arap Müslüman Ortadoğu’nun merkezindeki yeri, İsrail’i çevredeki bütün ülkelerdeki istikrarın sadık bir muhafızı olmaya mahkum ediyor. İsrail’in rolü mevcut rejimleri korumak, radikalleşme süreçlerini önlemek ya da durdurmak ve fundamentalist dinci bağnazlığın yayılmasını engellemektir.” Bölgede petrol, doğalgaz ve su kaynakları üzerinde kurulan denetimin sürekliliği, Arap dünyasının bölünmüşlüğüne, İran’ın parçalanmasına, Türkiye’nin çürütülmesine bağlıdır. İsrail, askerî, diplomatik, istihbarî temelde ve ABD emperyalizmi ile stratejik ittifakına dayanarak “istikrar”ın güvencesini sağlamaya devam ediyor.

Büyük Yahudi kapitalistlerinin ABD mâlî oligarşisi, petrol tekelleri, askerî, endüstriyel kompleksi ile kurduğu güç ilişkileri, İsrail’in en büyük desteğini oluşturuyor. Ayrıca, 60’lı yıların ikinci yarısından itibaren ABD’nin önemli çok uluslu şirketleri de İsrail’e büyük fonlar akıtıyor. Ford, Chrysler, Monsanto Chemicals, Motorola, International Business System, Holiday Inns, American Can, Control Data, General Telephone and Electronics, Xerox Data Systems, İsrail’de yatırım yapan firmalara örnek verilebilir. İsrail ekonomisinde ABD sermayesinin büyük ağırlığı bulunmaktadır. İsrail’in dış borcunun önemli bölümü, ABD kurumlarınadır. Ayrıca silah alanında baş donatımcı ABD’dir. İsrail ekonomik açıdan özellikle ABD ve İngiliz sermayesine bağlanmıştır. Siyonist devlet, Filistin’i yeni-sömürge boyunduruğunda tutarken, İsrail de artan bir biçimde emperyalist egemenliğe bağlanmıştır. Teknik kapasitesi, ucuz işgücü, Asya ve Afrika’ya yönelik ihraç potansiyeli, ABD sermayesi için İsrail’i çekim merkezi yaparken Siyonist önderlik, ekonomiyi yabancı tekellere takas etmiştir. ABD hükümetleri 1949-1983 yılları arasında İsrail’e askerî yardım, ekonomik yardım, borç, özel bağış, vergiden muaf bonolar biçiminde 92.2 milyar dolar para akıtmışlardır.3

“Tarihte çok az ülke İsrail’in ABD’ye bağımlılığına eşdeğer bir bağımlılık yaşamıştır. İsrail’in en önemli silahları ABD’den gelir. -Bunlar ya hediye olarak ya da uzun vadeli, düşük faizli borç olarak.- Borç olanların da çok azı geri alınır.
İsrail’in varlığı Washington tarafından sağlama alınmıştır ve para olarak da oradan desteklenir. Amerikan silahları olmasa İsrail, ABD’nin vaat etmiş olduğu nicel ve nitel avantajı kaybeder. Ekonomik destek olmasa İsrail’in ekonomisi çöker.
Başka deyişle İsrail sadece Washington’un dediklerini yapar. Washington’un sözsüz onayı olmasa hiçbir askerî harekata girmeye cesaret edemez. Girdiği zaman ise bütün dünya bunun yine Washington’un sözsüz onayıyla yapıldığını bilir.”4

İsrail’in Su Emperyalizmi Kıskacında Ortadoğu

İsrail’de 1967 savaşı sonrası kurulan Ulusal Birlik hükümeti Herud ve İşçi Partisinden oluşuyordu. Dönemin İsrail stratejisini belirleyen eski Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın bakış açısıydı. İsrail yönetimi hissedilmeli; ama görülmemeli biçiminde özetlenebilecek bu yaklaşıma göre: Araplar hiçbir İsrail yetkilisi ile yüz yüze gelmeden kendilerini yönetmeli, doğum kayıtları, evlenme, okul gibi günlük yaşama dair işlerini yapabilmeliler; ancak güvenlik, doğal kaynaklar, ekonomi İsrail’in kontrolü altında olmalıdır. Dayan’ın dolaylı kontrol stratejisi temelinde, işgal edilen Filistin toprakları İsrail ile alt yapı, iş gücü ve pazarlamadan oluşan üçlü bir kurumsal mekanizma ile bütünleştirildi. Bu üçlü kurumsal mekanizma, İsrail’in şiddet kapasitesi ve istihbarat ağı ile bütünleşerek siyasî egemenliğini inşa ettiği temeli sağladı. Su, elektrik şebekesi ve tüm toprak imar sistemi, İsrail’le bağlantılı hale getirildi. Filistinli Araplar su alabilmek için İsrail su idaresine (Mikerot) bağımlı kılındılar. Elektrikte de aynı durum geçerli hale geldi. Sonuç itibariyle Arap belediye örgütleri açısından İsrail’e yoğun bir bağımlılık biçimi yaratıldı. Altyapının bütünleştirilmesi yanında 70’lerden itibaren Filistinli Arapların işgücü İsrail pazarına aktı. Filistinli işçiler İsrail hizmet, inşaat, tarım ve sanayi sektörlerinde meslekî piramidin an alt basamağındaki işleri yapmaya başladılar. Yahudi işçilerin yapmayı istemediği işler, Filistinlilere verildi.

Arap işgücünün İsrail ekonomisi ile bütünleşmesi sanayisinde, Filistin’deki yüksek işsizliğin yarattığı baskı hafifletildi. Filistin’de yerel endüstriyel ve tarımsal gelişme dinamikleri İsrail tarafından parçalanırken, iç pazarın oluşumu engellenirken, çaresiz Arap işgücü adeta köleleştirildi. İsrail’de Filistinli emekçiler düşük vasıflı işlerde yoğunlaşırken, Yahudi işçilere de sermaye yoğun endüstrilerde yeni imkanlar sağladı. Ayrıca yeni-sömürgeci içerik taşıyan İsrail stratejisi çerçevesinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi, İsrail malları için en önemli Pazar hakine geldi. 1986 yılı rakamları ile işgal altında bulunan Filistin topraklarına giren malların yüzde 90’ı (780 milyon dolar) İsrail’den geldi. Bu miktar İsrail’in tüm ihracatının yüzde 11’ine denktir. İsrail hiçbir rekabetin olmadığı, tarifelerin bulunmadığı bu pazarları denetimi altına almıştır. İsrail, bu pazarlara kolayca erişirken, Arap mallarının İsrail sektörlerine girişini ve Filistin için üretim yapacak endüstrilerin oluşumunu engellemeyi temel politika saymaktadır. Altyapı, işgücü, pazarlar üzerindeki İsrail hakimiyeti, işgal altındaki topraklara yönelik politik kontrolün en temel unsurlarıdır. Ancak nihaî olarak, İsrail’in bu topraklardaki denetiminin çerçevesini politik- askerî strateji çizer. Politik-askerî aygıtın ardındaki bütünleştirici güç toprağın barbarca ele geçirilmesi ile Yahudi göçmen kolonyalizmidir.

İsrail bölgenin su kaynaklarını da çılgın bir militarist düzenekle denetimi altına almıştır. Ben-Gurion: “Bu toprakların geleceğini belirleyecek su kaynakları, Yahudi yurdunun sınırları dışında kalmamalı? ülke için en önemli nehirler Ürdün ve Yarmuk’tur. Ülkeye su lazım. Daha da ötesi, endüstrinin gelişmesi sudan sağlanacak elektrik üretimine bağlı” diyordu. İsrail, kuruluşundan itibaren tam bir su emperyalizmi mantığı ile hareket etti. Tarımsal ve endüstriyel temellerle bütünleşen su politikasını, Filistin ve diğer Arap ülkelerini yıldırmanın aracı olarak kullanmaya devam ediyor. 1967 savaşı sonrası İsrail, Ürdün havzasındaki su kaynaklarının kontrolünü ele geçirdi. Ayrıca Galon tepelerini, Yukarı Ürdün Nehri ile Banyas kolunu denetimine aldı. İşgal ettiği Batı Şeria ile Aşağı Ürdün Nehri’ne ulaştı ve bölgedeki tüm su rezervlerini kontrol edebilecek duruma geldi. Böylece verimli tarım alanları ile Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kaybeden Ürdün’ün nüfusu 300 bin Filistinli mültecinin göçü ile 1948’deki nüfusunun üç katına ulaştı. Suriye ve Lübnan ise Yukarı Ürdün havzasındaki tarım ve su imkanlarını kaybettiler. 1982’de Lübnan’ın İsrail tarafından işgalinin dikkat çekmeyen gerekçeleri arasında Litani nehrinin denetim altına alınması da vardır. Lübnan hükümeti İsrail’in Litani nehrinden sürekli olarak su çektiğini belirtmektedir.

Bölgedeki su kaynaklarının kullanımında mevcut statükonun koruması en çok İsrail’in işine geliyor. İsrail nüfusunun yarısı Batı Şeria’daki su kaynaklarını kullanıyor. Bu bölgede bulunan su kaynaklarının denetimi altında kalması, İsrail’in mutlak güvenlik anlayışının temel ilkeleri arasındadır. İsrail Tarım Bakanı emekli general Raphael Etan 10 Ağustos 1990 tarihli The Jerusalem Post’a verdiği tam sayfa ilanda, sadece su konusunun dahi İsrail’in Batı Şeria’daki kontrolünü zorunlu kıldığını belirtiyordu. İsrail, ayrıca Galon tepelerindeki işgali sayesinde Yarmuk, Banyas nehirleri ile Tiberya gölünü de denetimi altında tutuyor. Galon tepelerindeki 100 kadar kaynağın suyu İsrail tarafından kurulan setlerde biriktirilmektedir. İsrail’in Galon’daki işgali sayesinde elde ettiği su miktarı 60 milyon metreküp civarındadır. Knesset’te önemli bir güce sahip olan tarımcılar, suyun kullanımı konusundaki önceliklerini rahatlıkla dayatabilmektedir. Bu arada Batı Şeria yer altı suları İsrail tarafından aşırı şekilde tüketilirken Filistin halkının su kullanma kotaları sürekli düşürülüyor. İsrail su kuruluşu Mekorot’un Batı Şeria’da kurduğu tesislerin yönetim ve kontrol merkezleri Yahudi yerleşim birimlerinde bulunuyor. Batı Şeria’daki su kaynaklarını, vazgeçilmezleri arasında sayan İsrail’in yapay bir Filistin devletinin egemenlik temellerini daha baştan bertaraf etmesi kaçınılmazdır.

İsrail kutsallıkla biçimlendirdiği tarihsel hak anlayışını su emperyalizmi stratejilerinin merkezine oturtuyor. İlgi alanını Arz-ı Mev’ud topraklarını kapsayacak şekilde genişleten İsrail, GAP bölgesinde de yoğun yatırımlara girişmiştir. Türkiye’nin su kaynakları üzerinde İsrail ciddi hesaplar yapmaktadır. İsrail eski Başbakanı Şimon Perez, Türkiye’nin sahip olduğu su kaynaklarını ticarîleştirerek Ortadoğu su sorununa çözüm sağlayabileceğini belirtmektedir.5 Perez Dışişleri Bakanı olduğu dönemde de, Türkiye ile en yakın zamanda görüşmelere başlayıp su kaynaklarını en akıllı biçimde nasıl kullanabileceğini bir anlaşma ile belirleyebileceklerini söylüyordu.6 İsrail’in eski Ankara Büyükelçisi Zvi Elpeleg ise, İsrail’in suya ihtiyaç duyduğunu, Türkiye’nin su fazlası olduğunu, Türkiye’nin geniş tarım alanları, zengin doğal kaynakları, İsrail’in ise yüksek tarım teknolojisine sahip olduğunu vurguluyor, iki ülke arasında arasındaki işbirliğinin önemine dikkat çekiyordu.7 İsrail Başkonsolosu Eli Shaked de on yıl sonra Ortadoğu’da ciddi bir su sorunu yaşanacağını, bu sorunla hemen ilgilenmeye başlaması gerektiğini, üstün teknoloji kullanılarak GAP bölgesinde su israfının Türkiye ve İsrail arasında sağlanacak sıkı işbirliği ile giderilebileceğini belirtiyordu.8

İsrail Büyükelçisi Uri Bar-Ner ise, İsrail Dışişleri Bakanlığından ikili ilişkilerin savunma boyutu yanında ekonomik-sosyal boyutunun geliştirilmesi yönünde talimat alarak Ankara’ya geldiğini açıklıyordu.9 Türkiye-İsrail ilişkilerinde su, tarım, GAP başlıkları önemlidir. Bölgede Arap ekonomilerinin zayıflatılması ve güç kaynaklarının mutlak denetimi, Türkiye’nin su politikalarında ABD ve İsrail’le işbirliğine bağlıdır. Bu çerçevede GAP üzerinde İsrail’in etkileri yoğunlaşıyor. 1998 yılından itibaren İsrail Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bulunan “Uluslararası İşbirliği Merkezi” (MASHAV)’ne bağlı kadroların bölgedeki faaliyetleri dikkat çekiyor. 1998-1999 yıllarında tarım, gübreleme, sulama yöntemleri konusunda MASHAV uzmanları bölgede seminerler düzenlemeye başladılar. Türkiye’den İsrail’e turizm, yöresel ekonomik kalkınma, tarım planlarında kurs görmek üzere uzmanlar gönderiliyor. Bu arada, Amerikalı Yahudi işadamı Ronald Lauder, Türkiye’den İsrail’e uzanacak bir su boru hattı projesi için çalışmalar yapmaktadır. 1997 yılında işadamı Don Abrams ve Ronald Lauder’in bu projelerine Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn’dan da destek geldi. Amerikalı işadamlarının Türkiye-İsrail su boru hattı projesinin İsrail ayağında ise dönemin Başbakanı Benyamin Netanyahu ile Ulusal Altyapı Bakanı Ariel Şaron’un adı geçiyordu.10

ABD-İsrail stratejik ittifakının Ortadoğu’da yerleştirmeye çalıştığı düzenin “istikrarı” Türkiye’nin su, tarım, ticaret politikasının Pax-Americana ile uyumuna bağlıdır. Pax-Americana için sadece İsrail’i kabullenmek de yeterli olmuyor, Ortadoğu’nun yeni düzeni gümrüklerin yıkılmasını, kalkınma kaynak ve dinamiklerinin parçalanmasını, talanı meşrulaştıran özelleştirmeyi, neo-liberal iktisat politikalarının kutsal sayılmasını dayatıyor.

İsrail Sömürgeciliğinin Ekonomik Soykırım Politikası

Filistin’in ulusal beşerî varlığının tüm ekonomik, kültürel, sosyal kaynakları kurutulmaya çalışılıyor. Arap dünyasını bölünmüş, zayıf, yoksul, çaresiz tutmanın yolu Filistin’i parçalamaktan geçiyor. Arap dünyasının dinî, kültürel, coğrafi, stratejik açıdan kalbi sayılan Filistin’in direniş potansiyeli giderek tüm Müslüman ülkelerle, 3. Dünyayı kapsayan devrimci değişim rüzgarının belirleyici unsurlarından oluyor. Ortadoğu’nun muazzam ekonomik kaynakları, doğal zenginliği, beşerî birikimi, dünya egemenlik sistemini yerle bir edebilecek imkanlar yaratıyor. Filistin kurtuluşunun anlamı, İsrail’in sömürgeci varlığına emperyalistlerin verdiği desteğin gerekçesini oluşturuyor. Bu nedenle tüm “barış süreci” dönemleri, özünde Filistin halkına büyük bir yoksulluk, işsizlik, sosyal felaket, askerî yıkım taşıyor.

ABD emperyalizminin barış cilası ile sunduğu Oslo süreci, bu duruma iyi bir örnektir. Bu “barış” süreci de diğerleri ölçüsünde Filistin ekonomisinin çöküşünü hızlandıran dinamiklere müdahale bir yana zaten küçülmüş olan sosyoekonomik tabanı zayıflatan yeni dinamikleri ortaya çıkarmıştır. 1992-1996 yılları arsında işsizlik oranı yüzde 28’lere ulaşırken aynı dönemde GSMH yüzde 18,4 azalıyordu. Yine aynı dönemde kişi başına düşen reel GSMH yüzde 37 gibi büyük bir düşüş gösterdi. Filistin ekonomisi ayrışık, parçalı temel gelişme dinamiklerinden yoksun bir hale getirilmiştir. Üretim araçlarının tahribatı, küçük üretim ölçekleri, meslekî birikim koşullarının ortadan kalkması, ekonomik büyümenin durdurulması, planlı İsrail sömürge siyasetinin doğrudan sonuçlarıdır. İsrail’in uyguladığı tecrit politikası, Batı Şeria ve Gazze’nin tüm işgücü ve mal hareketlerini tahrip ediyor.

İsrail’in tecrit politikası, Oslo Sürecinden önce 1993 Mart’ında iyice yoğunlaştı ve “barış” ile birlikte yeni boyutlar kazandı. Filistin toplumunu ayırmak, bölmek sosyal-ekonomik dokusunu parçalamak amacı ile uygulanan bu tecrit politikasına cevap ise el-Aksa İntifadası oldu. Oslo’da 1. ve 2 anlaşma hükümleri temelinde Batı Şeria ve Gazze A.B.C. bölgelerine ayrıldı. Mart 2000 tarihi itibarıyla, Tümüyle Filistin denetimi altında bulunan A bölgesi Batı Şeria’nın Sadece yüzde 17,2’lik bölümünü kapsıyordu.

İsrail’in B bölgesinin güvenlik denetiminden sorumlu olduğu ve C bölgesi üzerinde tam bir denetim hakkına sahip olduğu düşünülürse, İsrail’in Batı Şeria’nın yaklaşık yüzde 83’lük kısmını denetimi altında tuttuğu anlaşılır. Filistin’in tam veya kısmî denetim hakkına sahip olduğu bölgeler birbirine komşu değildir. Bu alanlar birbirinden ayrılmış adacıklar biçimindedir. Gazze Şeridi de tıpkı Batı Şeria gibi parçalara ayrılmıştır. Uluslararası Af Örgütü Aralık 1999’da yayınladığı bildiride, Oslo anlaşmalarının Filistin Yönetiminin tam ve kısmi denetimi altında 227 Batı Şeria adacığı yarattığını açıklıyordu. Bu Bölgelerin 88’i 2 Km² den daha küçük bir alana sahiptir. Batı Şeria’nın faklı birimlere ayrılması, İsrail sömürgeciliğine Filistin halkını denetleyeceği yeni bir mekanizma sunuyor.

Filistin halkının bölünmesi, ekonomik gelişme dinamiklerini ve egemenlik kaynağı olacak ulusal ölçekli bir yapının oluşmasını yok ediyor. Oslo Antlaşması’nın ekonomik ilişkiler protokolü, Filistin ekonomisinin en temel yönleri özerinde karar yetkisini İsrail’e bırakıyor. Böylece, Filistin ekonomisinin İsrail’e bağımlılığı ve denetim yetkisi ilk kez resmî meşruiyet kazandı. İsrail, 2000 yılının ortalarında Batı Şeria’nın yüzde 59’na sahip olmasına ek olarak Gazze Şeridi’nin yüzde 20’sinden fazla bir kısmı üzerinde doğrudan denetim hakkı kazandı. Bu bölgelerde İsrail’in aynı zamanda yerleşim birimleri kurma, inşaat, arazi kaydı konularında ayrıca yasal otoritesi de tanındı. Filistinlilere sözde tam denetimi verilen A bölgesi, Batı Şeria’nın en kötü ve en verimsiz topraklarıdır. Filistin’in en verimli tarım arazileri C bölgesinde olup İsrail denetimindedir. Oslo’nun verdiği meşruiyet dayanaklarından yararlanan sömürgeci İsrail, 1994-2000 yılları arasında Batı Şeria’da Filistinli Araplara ait büyük miktarda araziyi yol yapımı ve yerleşim genişlemesi için “istimlak” etti. Oslo’da ilkeler deklarasyonunun imzalandığı tarih olan 1993 Eylül’ü ile Nisan 2000 tarihleri arasında Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimci sayısı yüzde 85’lik artışla 100 binden 185 bine çıktı. 1999 yılında Barak hükümetinin kurulması sonrası işgal altında bulunan Batı Şeria ve Gazze’de 40.500.000 metrekare Arap toprağı “istimlak” edilerek Yahudi yerleşimcilere verildi.

Toprağın fethi ideolojisi Siyonist devletin temelidir. Bu ideolojinin uygulanmasında, Yahudi ve Arap demografik bloklarının ayrılması, ancak stratejik, siyasî, ekonomik konularda karar yetkisinin mutlak güvenlik adına İsrail’de bulunması esastır. İsrail, Filistinlilerin Arap dünyasıyla ticaret yapmasına izin verir. Ancak ithalat, ithalat-ihracat vergisiyle ilgili 60’dan fazla maddesi bulunan kotalar dahil sayısız kotayla kuşatılmıştır. Bu kotalar dış ticareti fiilen işlemez hale getirmektedir. İsrail, ihraç edilebilecek tarım ürünlerinde pazarlama keline sahiptir. Düşük düzeyde teknolojik birikim ise Filistin’de İsrail’in denetimi dışında bir sanayi altyapısının ortaya çıkışını engelliyor.

Bazı özel istisnalar dışında Filistin ticaret politikasını (ithalat-ihracat vergileri, kotalar, standartlar) İsrail belirliyor. Filistin üçüncü ülkelerle bağımsız bir ticaret ilişkisi kuramaz veya böyle bir ilişki için girişimde bulunamaz. Oysa bu tür ilişkilerin kurulması son derece önemlidir. Bu bağlantılar İsrail’in Filistin ticaretindeki payını azaltacağı için, iç üretim temelinde istihdamı artıracak, böylece Filistin emek gücünün İsrail’e olan bağımlılığı azalacaktır. Filistin tarafının mâlî-finansal alanlarda stratejik karar gücü yoktur. İsrail ile Filistin arasında kurulan “gümrük birliği” Siyonist sömürgeciliğin ekonomik araçları arasındadır. Oslo Anlaşmaları sonrası, Batı Şeria ile Gazze’nin ekonomik parçalanması ve ayrı ekonomi birimlerine dönüştürülmesi, “barış süreci” adına meşrulaştırıldı. Türkiye’nin de desteklediği ABD patentli “barış süreci” sayesinde İsrail vahşi bir tecrit politikasını meşru bir hak olarak uygulamaya koydu. 1993-1996 yılları arasında İsrail Gazze Şeridi’nde 342, Batı Şeria’da 291 gün tam tecrit uyguladı.11 Tecrit, Filistin ekonomisini mahvetti. 1996 yılında Gazze’nin GSMH’sı yüzde 39.6, Batı Şeria’nın ise yüzde 18.2 oranında düştü.

Mart 2001 tarihinde ise Siyonazi Ariel Sharon’un emriyle çukurlar kazılarak, yollar tahrip edilerek, bariyerler kurularak Batı Şeria ile Gazze geçidinde bulunan tüm Filistin yerleşimleri birbirinden yalıtıldı. Örneğin, Ramallah’ı toplam 65 bin kişinin yaşadığı 25 köye kapatmak amacıyla İsrail ordusu, iki metre derinliğinde onlarca çukur kazdı. Bu aşılmaz çukurlar, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşmayı imkansız hale getirdi. Yol, su, elektrik, telefon şebekeleri tahrip oldu. İsrail’in Siyonist sömürgecilik siyaseti mutlak güvenlik temelinde muazzam bir insanî kriz tablosu ortaya çıkarıyor. 2001 Ocak ayı itibariyle “Birleşmiş Milletler, İşgal Edişmiş Topraklar Özel Koordinasyon Bürosu” tespitlerine göre 1 milyon Filistinli yoksulluk sınırının altında yaşıyordu (nüfusun yüzde 32’si ) Nisan 2001 tarihinde ise tecrit, katliam, ekonomik soykırım siyasetleri Filistin’de yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısını 2 milyon kişiye çıkardı. Filistin nüfusunun yüzde 64.2’sini oluşturan bu insanlar, ekonomik soykırım stratejisi ile hiçbir ulusal, toplumsal, beşerî birikimi bulunmayan bir kalıntıya dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Batı Şeria’da yüzde 55.7 olan yoksulluk oranı Gazze’de yüzde 81.4’dür. Ekim 2000 ile Mart 2001 tarihleri arasında 250 bin Filistinli işçi işini kaybetti. Filistin işgücü İsrail’deki iş piyasasından tasfiye edilirken, İsrail, Filistin’deki tarım arazilerini de tahrip etti. Daralan iç piyasada da 40 bin tarım işçisi işsiz kaldı.

Yaşanan muazzam insanlık krizi “hegemonik barış” siyasetlerinin dayatılmasını beraberinde getiriyor. Siyonist sömürge koşullarına mahkum edilen Filistin halkının başına küreselleşmenin yeni Ortadoğu düzeni ile uyumlu, işbirlikçi kadrolardan oluşan sözde bağımsız bir devlet dikilmeye çalışılıyor. Filistin halkını ucuz köle emeği deposuna dönüştürmekten öte bir “bağımsız”lığı kabul etmeyen Pax Americana destekli “barış süreci”nde bazı kadroların ön plana çıkması ise halkın intifada iradesiyle çatışıyor. Ancak yaşanan insanlık krizinin ekonomik, sosyal, politik, kültürel, dinî boyutları Filistin intifadasının muazzam derinlik ve potansiyelinin etkisini pazarlamaya dayalı yaklaşımların çapsızlığını da ortaya koyuyor. Psikolojik savaşın “terör” kavramı temelinde her türlü şeytanlaştırma girişimine alkış tutan, tüm soğuk savaşı, ABD rehberliğinde devrimci hareketlerle mücadele içinde geçirmiş, neo-liberal kadroların çizdiği özgürlük-hak sınırlarını “kutsal” kabul eden, batıcı, mülkiyet rejimleri ile uyumlu yapıların, daha Türkiye içinde dahi sorumluluklarını üstlenmekten kaçınırken cihanşümul sloganlarla ortaya çıkması düşündürücüdür. Oysa, Siyonist İsrail’in yarattığı muazzam yıkıma karşı mücadelenin yolu Türkiye’den geçiyor. Türkiye-İsrail stratejik ittifakının cüretkar biçimde savunulması ve egemenlik sisteminin dayanakları arasında yer alması ise bazı cemaatlerin sessiz ortaklığının sonucudur. Anti-Siyonist mücadele, Filistin’in eşsiz ve yiğit intifadasını her yerde-hiçbir yerde anlamına gelecek kof sloganlarla bezeyerek bir yere varamaz. Siyonizm’in Türkiye içindeki şaşırtıcı ölçüde maskeli dayanaklarına meydan okumak ise ancak başlangıçtır.


Dipnotlar:
1- Said B. Hiradeh, Economic Organization of Palestine, Beyrut s. 228
2- İsrael Şahak, Middle East International, 19 Mart 1993
3- Amerikan Aid to Israel, Nature and Impact, 1984, Muhammed el Havas-Samir Abed Rabbo
4- The Christian Science Monitor, 5 Ağustos 1982
5- Milliyet, 02. 12. 1997
6- Mine G. Saulnier, “Türkiye Büyük Bir Güç”, Milliyet 02. 11. 1997
7- Zaman, Amerika Baskısı, 13.03. 1996
8- Milliyet, 30. 04. 1998
9- Milliyet, 10. 05. 1998
10- Milliyet, 24. 09. 1997
11- MAS Economic Monitor, 19. 08. 1997


Kudüs Dergisi – Sayı: 2 – Yaz 2003


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın