Ülke Yangın Yeri Olsun Diye – Aykut Oğuz

Ülke Yangın Yeri Olsun Diye – Aykut Oğuz


SEKA direnişinin yeni bir evreye girdiği bu dönemde, SEKA direnişinin sınıf mücadelesi açısından geniş kapsamlı bir değerlendirmesini yapmak, içinden geçmekte olduğumuz sürecin bir kesitini almamıza ve bu kesitten hareketle sınıf mücadelesine dair çıkarsamalar yapmamıza olanaklar tanımaktadır.

İki ayı aşkın bir süredir çeşitli eylem metodlarıyla sürdürülen SEKA direnişini ülke gündemine taşıyan esas olgu ise işçilerin 50 günlük fabrikaya kapanma eylemi olmuştur. Ancak hükümetin SEKA’nın kapatılması sürecine yeni bir öneri ile müdahelesi nedeniyle işçilerin 50 günlük fabrikaya kapanma eylemi 51. gününde son buldu.

Direnişte gelinen bu nokta birçok kesimde kafa karışıklıklarına sebep olurken kimi politik çevrelerin de eleştiri oklarının direnişçi işçilere veya sendikalarına yöneltmesine neden oldu.

SEKA İZMİT İŞLETMELERİ TARİHİ

Türkiye İktisat tarihinde resmi politika olarak devletçilik ilk kez İsmet İnönü’nün 1930 Sivas nutkunda ifade edilmiş ve 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası programına girmiştir. Ancak Türkiye’de ekonomik alanda devletçilik uygulamalarının başlangıç tarihi olarak Devlet Sanayi Ofisi’nin kurulduğı yıl olan 1932 yılı kabul edilir. O yıllarda hakim sınıfların yoğun tepkisi nedeniyle Devlet Sanayi Ofisi kapatılır. İki yıl sonra, 1934 yılında ise devletçi sanayileşme programının en önemli metni olan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nı yürütmek üzere Sümerbank kurulur.

Türkiye’nin ilk kağıt fabrikası olan SEKA ise devletçilik politiklarının uygulandığı dönemde, 1936 yılında, İzmit’te kurulan fabrikası ile Sümerbank bünyesinde ülke ekonomisine katılmıştır.

“Türkiye’nin ilk kağıt karton fabrikası olan SEKA İzmit 10.000 ton/yıl kapasite ile kurulmuş daha sonra eklenen fabrika ve tesislerle 5 kağıt, 2 oluklu mukavva, 1 selüloz ve 1 klor-alkali fabrikasına kavuşarak entegre bir tesis haline gelmiştir. 1980 yılına gelindiğinde kapasite 140.000 ton/yıl’a ulaşmıştır.

Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 06.12.1997 tarih ve 1997/54 sayılı kararı ile özelleştirme kapsamına alınan SEKA; 15.07.1998 tarih ve 1998/51 sayılı Karar ile Özelleştirme Programı’na alınmıştır. Yöntem olarak “varlık satışı”nın benimsenmesi nedeniyle 24.11.1998 tarihinde Ana Sözleşme’de değişiklik yapılmış; Müesseseler, İşletmeye; KİT statüsü, Anonim Şirket statüsüne dönüştürülmüştür.

Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 14.09.1998 tarih ve 1998/71 sayılı kararı ile SEKA İzmit işletmesinin kapatılması ve arsalarının yaşil alan, spor alanı, otel alanı ve lüks konut olarak İzmit Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan İmar Planı doğrultusunda düzenlenmesi;bu düzenleme içerisinde yer alan yeşil alanların ve spor alanlarının İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne devri kaydı ile uygun görülmüştür. Ancak bu karar, Kocaeli halkının ve SEKA çalışanlarının yoğun tepkisi ile karşılanmış, özelleştirme işlemi 28.10.1998 tarih ve 1998/84 sayılı karar ile 1 ay sonra iptal edilmiştir.”

SEKA İzmit işletmeleri 10.03.2005 tarihinde AKP hükümeti ile Türk-İş arasında yapılan protokol sonucunda çalışanları ve tüm varlıklarıyla beraber İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmiştir.

SEKA’DA EKONOMİK DURUM

SEKA direnişinin 40’lı günlerinde, Üniversite Konseyleri Derneği adına İstanbul Üniversitesi Konseyince Prof. Dr. İzzettin Önder’in koordinasyonunda çalışan akademisyenlerin hazırladığı “Kağıt Sektörü ve SEKA Analizi” başlıklı rapor, SEKA’nın kapatılması kararının nasıl bir ekonomik cinayet olduğunu gözler önüne sermektedir.

“SEKA ve benzeri teşekküllerin kuruluşuna yön veren paradigma ekonomik büyümeyi ulusal sanayileşme ve kalkınma stratejisi ile bütünleştirmektedir. Buna karşılık, IMF güdümünde sürdürülen politikalar ise; ekonomik büyümenin dış ticaret eksenli olarak gerçekleşeceğini öngörmektedir. Çevre konumlu ekonomiler açısından değerlendirildiğinde ise; SEKA’ların tasfiyesini öngören bu politikaların pratik sonucu sanayisizleşme biçiminde gerçekleşmektedir.

Nitekim, Türkiye ekonomisinin dışa açık büyümeye ilişkin ilk deneyimleri toplam yatırımlar içinde sanayi yatırımlarının payının azalması ile sonuçlanmakta ve imalat sanayiini geliştirme hedefi ile hiç de örtüşmeyen bu tablo devleti dışlayan ekonomik büyüme modelinin çevre konumlu ekonomiler açısından barındırdığı yapısal zaafı ortaya koymaktadır (Voyvoda, Yeldan; 1999).

Ancak, Türkiye açısından bu eğilim 1980’lerden beri sürmekte ve özellikle 2000 yılından itibaren daha da güçlendiği gözlemlenmektedir. Bu çerçevede Türkiye ekonomisinin ticaret fazlası verdiği sektörler ise; emek yoğun ve kaynak temelli sektörlerdir. Buna karşılık, ileri teknoloji gerektiren sektörlerde ekonomi sürekli açık vermekte ve bu açıklar 2000’li yıllardan beri artış göstermektedir. Öte yandan emek yoğun sektörlerin teknoloji yoğun sektörler karşısında ticaret hadleri sürekli bozulmakta ve bu da Türkiye ve benzeri konumdaki ülkelerin dış dünyaya sürekli kaynak transferinde bulunduğu anlamı taşımaktadır (BSB; 2005).

Kağıt sektörü yüksek teknoloji yatırımları gerektirmekte ve 2003 yılı itibarıyla yapılan hesaplamalar yerli üretimin iç pazarı karşılama payının yaklaşık %50 düzeyinde olduğunu göstermektedir. Bir diğer ifadeyle; iç pazarın yarısı ithalat yoluyla karşılanmakta ve SEKA’nın üretimden çekilmesi bu oranın yerli üretim aleyhine genişlemesi anlamını taşımaktadır. Bununla beraber, konuya ilişkin mahkeme tutanaklarında SEKA’nın iddia edilen meblağda zarar etmiş olması halinde bile 2004 yılının ilk altı ayı itibarıyla ekonomide döviz tasarrufu yaratılmasına katkı sağlamış olduğu belirtilmekte ve bu veriler etkin olmadığı gerekçesi ile SEKA’yı kapatma kararı alan siyasi iradenin özel sektörün bu alandaki etkinliğine duyduğu güvenin dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Türkiye ekonomisinin 2003 yılı Ocak ayı itibarıyla 8,1 milyar dolar olan cari işlemler açığının 2004 yılının aynı ayı itibarıyla 15,6 milyar dolara yükselmiş olduğu göz önünde tutulduğunda; SEKA’nın yaratmış olduğu döviz tasarrufunun önemi daha belirgin hale gelmektedir.

Egemen ideoloji; kamunun etkin olmadığı gerekçesi ile özel sektörün ekonomideki payının genişlemesi gerektiğini öngörmekte ancak, yapılan bilimsel çalışmalar sermayenin mülkiyet biçimi ile verimliliği arasında doğrudan ve yakın bir ilişki bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla, bu konuda gündeme gelen verimlilik tartışmaları yalnızca konunun ideolojik boyutunu gözden kaçırmaya yöneliktir.

Ayrıca, yine yapılan bilimsel çalışmalar ekonomik verimlilik ve karlılığın farklı dinamiklere sahip kavramlar olduğunu da göstermektedir. Örneğin; KİT’ler 1980’li yıllarda ciddi bir yatırım hamlesi gösterememesine karşın çeşitli verimlilik göstergelerinde kısmi de olsa iyileşme sağlamışlardır (KİGEM; 1996). Kaldı ki; birçok KİT’te teknik etkinliğin aynı sektördeki özel kuruluşlardan daha hızlı artmış olduğu sonucuna ulaşılmakta ve kağıt sanayii 1991-1995 yılları arasındaki dönemde buna örnek oluşturmaktadır (Boratav; 2005).

Kaldı ki; SEKA zarar etmeyip güdümlü politikalar sonucu zarar ettirilmiş bir kurum olma niteliği taşımaktadır. Zira, 1980’lerin ikinci yarısı itibarıyla bu kuruluşa yatırım yapılmayarak üretim ve kapasite kullanım oranlarının geriletilmesi hedeflenmiştir. Bununla beraber, son 23 aydır işletmeye hammadde bile verilmemekte ve Türkiye’nin en ileri selüloz üretim teknolojisi atıl halde bekletilmektedir.

Ancak, yürütülen tüm bu uygulamalara karşın SEKA’nın yıllık toplam üretimi ilk kez 1991 yılında özel sektör üretiminin gerisinde kalmış ve 1998 yılında ise SEKA; dünyanın en büyük 150 kağıt firması arasında tek Türk firması olarak yerini almıştır. Buna karşın, aynı yıl itibarıyla özelleştirme programına alınan SEKA görülmektedir ki; güdümlü politikalarla bile tahrip edilmesi zor bir işletme hüviyeti taşımaktadır.

SEKA’nın özelleştirme programına alınarak parçalanması dünyadaki eğilimler ile de örtüşmemektedir. Zira, optimal kapasitelerdeki artışlar belli düzeyde sermaye yoğunluğunun sağlanabilmesini gerekli kılmakta ve entegre tesis olabilmek amacıyla firmalar arasındaki birleşmeler giderek yaygınlaşmaktadır (Kalfa; 2003). Buna karşılık, Türkiye’de siyasi irade; var olan entegre tesisin bölünüp parçalanması biçiminde tecelli etmektedir.

Öte yandan, SEKA’nın bilanço zararı çeşitli yollarla ve kasıtlı olarak abartılmaktadır. Örneğin; SEKA A.Ş.’ye bağlı işletmelerden özelleştirmeler dolayısıyla çıkartılan işçilere ödenen kıdem tazminatlarından oluşan giderler SEKA A.Ş. tarafından yaratılmış gibi sunulmakta ve işçilik maliyetleri abartılmaktadır.

Kaldı ki; yalnızca bilanço zararı olan işletmeler değil ülkenin en karlı sanayi kuruluşları arasındaki kamu teşekülleri de özelleştirme kapsamına alınmış bulunmaktadır. Bu şekilde; devletin vergi dışı yollardan gelir elde etmesi hedeflenmekte ve kimi zaman yabancı sermayeye yapılan mülkiyet devriyle de dış borç yükü hafifletilmektedir.
Ancak, özelleştirme hareketinin yabancılaşma biçiminde uygulanması; stratejik sakıncaları yanında dışarıya yapılacak kar transferlerini de gündeme getirmekte bu ise, uzun vadede ödemeler dengesi sorunlarına işaret etmektedir. Bununla beraber, bu uygulamalar gelir amaçlı özelleştirme yapılmaması prensibi ile de çelişmektedir (Önder; 1994).”

Rapordan alınan yukardaki bölümden de anlaşılacağı üzere, dışarıya sürekli kaynak aktaran Türkiye gibi ülkeler açısından SEKA ve benzeri kamu kuruluşları o ülke ekonomisinin kilit noktalarını oluşturmaktadır. Bu işletmelerin zarar ya da kar oranlarından öte ülke ekonomisi ve toplumsal fayda açısından ne tür işlevler yüklendikleri konusu daha fazla önem kazanmaktadır. Ayrıca yine raporun yukardaki bölümünde ifade edilen bir diğer durum ise bu kuruluşların dünyanın gelişmiş kapitalist merkezlerinde belirlenen ekonomi programları çerçevesinde çevre ülke ekonomilerinden dışlanmaya zorlandığı gerçeğidir.

Kamunun ekonomik alandan tasfiyesi süreci iktisadi tüm kuralların ve kapitalist işletme mantığının bile tamamen zorlanması sonucunda siyasal bir karar olarak hayata geçirilmektedir. Bu nedenle SEKA’nın kapatılması kararı SEKA’nın ülke ekonomisi içindeki yeri üzerinden değil ülkemiz hakim sınıfının siyasal tercihleri üzerinden gelişmektedir. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de hakim sınıf doğrultusunda SEKA konusunda tercihini yapmıştır. İ.Ü Konseyinin hazırladığı rapor, SEKA’nın kapitalist işletme kuralları dahilinde incelendiğinde bile kapatılması kararının belli merkezlerin zorlaması sonucu alınan bir karar olduğunu ortaya koymaktadır.

“SEKA’nın üretime devam etmesi; sektör açısından ara mallarda ithalata bağımlı olma eğilimini azaltmakta ayrıca, yerli üretimin iç pazardaki payını artırıcı bir nitelik ortaya koymaktadır.

(…) üretimin en önemli hammadde girdilerinden biri olan kağıt selülozunun ithalat eğilimi özel sektör için %14,47 iken SEKA’nın aynı hammaddeyi ithal etme eğilimi ise; %4 düzeyindedir. Bu veriler kağıt selülozu açısından SEKA’nın özel sektör ithalatının yaklaşık 1/6’sı kadar ithalat yapmakta olduğunu ortaya koymaktadır.

Bununla beraber, SEKA’nın en önemli ithal ara girdilerinden birisi olan kendir hammaddesi için de ithalat eğiliminin %0.9 düzeyinde olduğu görülmektedir.

Buna karşılık, özel sektörün ikinci büyük ithalat kalemi olan atık kağıt ithalatında eğilim; %5.39 düzeyinde belirlenmiş bulunmaktadır. Bu ithalat kalemindeki artış yıldan yıla değişmekle beraber 1996 yılında 32,872 tondan yaklaşık %311’lik bir artışla 2002 yılında 102,204 tona ulaşmıştır.(SEKA APK Raporu, 2004)

(…)SEKA’nın üretime devam etmesi iç pazarda yerli üretimin payının artması açısından da büyük önem taşımaktadır. 2003 yılı itibarıyla yapılan hesaplamalar yerli üretimin iç pazardaki payının yaklaşık %50 düzeyinde olduğunu ortaya koymakta dolayısıyla, pazarın kalan yarısı ithalat yoluyla karşılanmaktadır. Bununla beraber, 2015 yılına ilişkin projeksiyonlar; Türkiye’deki yıllık kağıt tüketiminin yaklaşık %210 düzeyinde bir artışla 9,000,000 tona ulaşacağını ortaya koymaktadır. Bu veriler, gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran daha hızlı büyüyen bir pazar anlamı taşımakta ve SEKA’nın devreden çıkmasıyla birlikte yabancı tekellerin iç pazar paylarının ulaşacağı çarpıcı boyutları ortaya koymaktadır. Zira, sektörün genel olarak düşük rekabet gücü ve sınırlı mukayeseli üstünlükleri göz önünde tutulduğunda bir grup güçlü uluslararası kağıt kuruluşunun Türkiye piyasasına hakim olacağını tahmin etmek güç olmayacaktır.(Kalfa; 2003) Nitekim büyük üretim açığına rağmen özel sektörün kapasite kullanım oranlarını %75’in üzerinde tutmakta zorlandığı gözlemlenmektedir.

Oysa, yapılan hesaplamalar SEKA İzmit İşletmesi’ne teknikerlerinin öngördüğü 27,750,000 dolarlık kaynak aktarımının yapılmış olması halinde yerli üretimin iç pazarı karşılama potansiyelinin 2003 yılı itibarıyla %63’lere ulaşabileceğini ortaya koymakta ve dış ticaret açığının 2004 yılı ocak ayı itibarıyla 34,5 milyar dolara ulaşmış olması (BSB; 2005) bu analizleri daha da anlamlı kılmaktadır.

2003 yılında öngörülen kaynak aktarımının gerçekleşmemiş olmasına karşın, 2004 verilerine göre SEKA’nın sadece Kocaeli ekonomisine 50 milyon YTL tutarında bir katkı yapmış olduğu belirtilmekte (Yeldan; 2005) ve teknik raporlar bugün itibarıyla 4 makinesi kalmış olan İzmit İşletmesinin toplam 5,3 milyon dolarlık bir maliyetle piyasa şartlarında rekabet edebilir hale geleceğini ifade etmektedir.

Özel sektör maliyetleri doğrudan tüketiciye yansıtılmaktadır. 2001 yılından itibaren özel sektör fiyatlarındaki artışın kamu artış trendinin çok üstünde yükselmeye başlamıştır(…) ithalat eğilimi oldukça yüksek olan özel sektör fiyatları son yıllarda, döviz kurundaki düşüşe rağmen, kamu fiyatlarının yaklaşık %30 üzerinde seyretmektedir.

Kuşkusuz; özel sektörün fiyat artışlarında dünya hammadde fiyatlarının yükselmesi önemli bir yer tutmakta ve dünya ölçeğinde yükselen fiyatlar nihai mallara yansıtılmaktadır. Bununla beraber, ithalat fiyatlarının 1995- 1996 yıllarındaki gibi gerçekleşmesi halinde ise; sanayisizleşmenin maliyeti çarpıcı boyutlara ulaşmaktadır.

SEKA ise; ithalat fiyat endeksindeki bu artışı tüketiciye aynı oranda yansıtmamakta ve kamu yararına katkı sağlamaktadır. Öte yandan, ithalat eğiliminin özel sektöre nazaran daha düşük olması yerli işgücüne talep yaratması anlamını taşımaktadır.

SEKA üretimindeki daralma özelleştirme uygulamalarına bağlı olarak düşen kapasite ile bağlantılıdır. 2000’li yılların başından itibaren SEKA’da yaşanan üretim ve verimlilik düşüşü dikkat çekici boyutlardadır. Gerçekleşen özelleştirmelerle birlikte SEKA’nın kapasitesi 2000 yılında 617,7 bin tondan önce 545 bin tona 2003 yılında ise 277,3 bin tona düşürülmüştür. Aynı yıllarda özel sektördeki verimlilik ve üretim artışı ise kamudan özel sektöre kaynak transferinin boyutlarını göstermektedir.

SEKA’nın üretimine son verilmesi işsizliğin ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması anlamını taşımaktadır.

Türkiye ekonomisi, büyüme konjonktürü ile örtüşen bir istihdam genişlemesi yaşayamamakta ve 2004 yılının son çeyreği itibarıyla açık işsizlik oranı yaklaşık %10 düzeyinde gerçekleşmiş bulunmaktadır.(BSB; 2005) Bununla beraber, ekonomik büyümenin istihdam yaratma kapasitesinin son derece sınırlı olduğu gerçeği bizzat başbakanca da tespit edilmiş bulunmaktadır.

SEKA’nın kapatılması bu veriler ışığında değerlendirildiğinde ise; istihdam yaratamayan bir ekonominin mevcut istihdam hacmini daraltması anlamını taşımaktadır. Siyasi iktidar, her fırsatta işçilerin mağdur edilmeyeceğini ileri sürmekte ancak, ortaya koyduğu çözümler güvencesiz çalışmanın genişlemesi ve ekonomideki eksik istihdam oranının yükselmesi anlamına gelmektedir.

Bununla beraber, SEKA işçilerinin büyük bir bölümünün kağıtçılık okulu mezunu olduğu ve sektörün en vasıflı işgücü grubunu oluşturduğu göz önünde tutulduğunda ise, kapatma kararı; doğrudan nitelikli emek gücünün israfı anlamını taşımaktadır. Bu noktada da, emek piyasalarında yaşanacak sorunların yalnızca sosyal politika perspektifinden değil makroekonomik kalkınma ekseninde de değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira, sosyal sorunlarla mücadele etmek günlük dayanışma refleksleriyle sınırlı olmayıp geleceğe yönelik ekonomik yatırımlar anlamına da gelmektedir.

SEKA’nın kapatılması kararı işletmecilik perspektifinden yapılan kar-zarar analizleriyle de örtüşmemektedir.

SEKA teknikerlerinin hazırladığı rapor, yukarıda da belirtildiği gibi, yaklaşık 5,3 milyon dolar tutarındaki bir kaynakla işletmenin piyasa şartlarında rekabet edebilir hale geleceğini öngörmektedir. SEKA’nın kapatılması halinde ise; daimi işçilere ödenecek 18,275,267.$’lık tazminat ve fabrikanın sökülmesi için yapılacak harcamalar toplamı göz önünde bulundurulduğunda katlanılacak maliyet çarpıcı boyutlara ulaşmaktadır.

Tüm bu veriler; “hurda” olduğu iddia edilen teknik ekipmanın özel sektöre devredilerek organize sanayi bölgelerinde çalıştırılacak olması ile birleştirildiğinde ise; verilen kararın tümüyle ideolojik olduğu tamamen aşikar hale gelmekte ve gerçek amacın özel sektöre rant aktarımı olduğu bizzat karar mercilerince deşifre edilmektedir.

SONUÇ

Raporun bundan önceki kısmında ayrıntılı biçimde analiz edildiği üzere; SEKA İzmit İşletmesi’nde üretimin durdurulmasına ilişkin karar “kamu yararı” gerekçesi ile hiçbir biçimde örtüşmemekte ve 1998’den itibaren güdümlü olarak sürdürülen gerek hukuksal gerekse ekonomik birtakım tasarruflarla bu kararın altyapısı hazırlanmış bulunmaktadır. Bu yönüyle değerlendirildiğinde ise; SEKA’da üretimin durdurulmasına ilişkin olarak alınan karar yalnızca bu işletmeye yönelik olmayıp gerçekte devleti ekonomiden tasfiye etmeyi amaçlayan neo- liberal ideolojinin bir tezahürü niteliğini taşımaktadır(…)”

Rapordan alınan bu ikinci bölümde de Türkiye kağıt sektörünün özel ve kamu işletmeleri karşılaştırmaları ışığında; bu işletmelerin ithalatçı karakterlerinin ülke ekonomisine etkilerine, SEKA’nın üretime devam etmesi ya da kapatılması durumunda gerek ülke ekonomisinin gerekse de SEKA çalışanlarının nasıl etkileneceğine, SEKA’nın kapatılmasının ideolojik bir karar olduğuna ve bu kararın toplum tarafından kabul edilebilir olması adına ülkeyi yönetenlerce ifade edilmeyen gerçeklere dikkatler çekilmektedir.

SEKA DİRENİŞİ VE SINIF SİYASETİ

Bilimsel çalışmalar ve akıl, kapitalizmin işleyiş mantığı kavranmadıkça SEKA’nın kapatılması kararına bir anlam verilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

Bu noktada akla kimi sorular gelmektedir: SEKA’nın yokedilmesine karşı koyan ve bu amaçla Türkiye işçi sınıfının son dönem en iyi mücedele performansını sergileyen SEKA işçisi, fabrikalarının kapatılması ile sistem arasında bir bağlantı kurarak mı bu direnişi örgütlemiştir? Eğer böyle ise, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş bu işçilerin sınıfsal tepkisini açığa çıkaran unsurlar nelerdir? Yoksa AKP’ye oy vermiş olsalarda, işçi sınıfının üyesi olmaları nedeniyle, SEKA’nın kapatılmasına karşı sergiledikleri tutum bu sınıfsal aidiyetin kaçınılmaz, doğal sonucu mudur?

Bu sorulara kimileri bir çırpıda kimileri ise hayli zorlanarak cevap bulacaklardır. Ben bu soruların cevaplarını bir çırpıda bulamayacak olanlardanım.

SEKA direnişi gibi süreçler hem direnenlerin hem de bu tür direnişlere tanık olanların yıllar içinde oluşmuş kimi ezberlerini bozacak nitelikteki direnişlerdir. Böylesi süreçleri “ben/biz yıllardır dile getiriyoruz çok da şaşılacak bir şey yok” özgüveni ile karşılayanlar ise, kendilerinin bu şaşmaz bilinçlerine rağmen mücadele sürecinin, dayanışma aşaması dışında, hiçbir anına neden katılamadıklarını açıklamakta zorlanacaklardır. Zaten direnişin geldiği bugünkü noktayı değerlendiren kimi çevrelerin de “sarı sendikacılık, geri sınıf bilinci” gibi yorumları zaferle sonuçlanmamış her direniş sonrası dile getirdikleri klişeler olmaya devam etmektedir.

SEKA direnişinin öznesi işçiler ve bu işçilerin örgütlü olduğu sendika dışında kalan tüm güçler direnişin nesnesi olmanın ötesine geçemediler. Bu ifadeden kasıt tabi ki sorunun tarafı olan işçilerin yerine dışsal bir özneyi ikame etmek değildir. Fakat Türk-iş’in “SEKA lokal bir sorundur genel bir sorun değildir” diyebilmesi sadece bu konfederasyonun sistem içi pozisyonu ile açıklanamaz. Çünkü Türk-iş SEKA’nın toplumsal bir sorun noktasına taşınmasına engel bir örgüt olsa da kamunun üretimden ve ekonomiden tasfiyesinin pratikte de toplumsal bir sorun haline dönüşmesi ancak Türk-iş tarzını benimsemeyenlerin direnişi yaşamın tüm alanlarına taşıyacak güçte olmasına bağlıdır. Bu gücü kendinde bulamayan ya da varlığında somutlaştıramamış yani sürece hazırlıksız ve donanımsız yakalanmış her kolektif ya da birey Türk-iş’den önce kendini eleştirmeyi becerebilmelidir.

Türk-iş ülkenin ve bünyesinde örgütlü işçilerin bugün karşı karşıya olduğu sorunları alt etme niyetine sahip bir örgüt değildir ancak Türkiye işçi sınıfı ve ülkede sınıfın örgütü olma iddiasındaki güçlerde Türk-iş tarzını tasfiye edecek güçte değildir ve bu amaca uygun, somut herhangi bir çalışmada göze çarpmamaktadır.

Örneğin bu güçlerin, düzenin kamusal alanın tasfiyesi için ürettiği argümanlara yanıt olacak, soyut politik çözümlemeleri vardır. Küreselleşme, neo-liberal politikaların emekçilere etkileri, emperyalizmin tüm dünyayı saran saldırganlığının yarattığı yıkımlar, kapitalizm ve sınıf mücadelesi vb. üzerinden her hafta/ay birçok yazı yazılmaktadır ancak bu genel tespitlerin maddi yaşamla bağlarını kurabilen yani somut olaylara indirgenebilmiş ve anın fotoğrafını çekmekten daha ileriye gidebilmiş üretimleri ise ya yoktur ya da bu üretimleri yapabilenler bu birikimin toplumsallaşmasının yollarını bulamamıştır. Anın fotoğrafını çekmek ve yaşananların genel seyrini örnek olaylara indirgeyebilmek konusunda, birkaç akademisyen/araştırmacı/uzman ve bu insanların katkılarından yararlanmayı becerebilen kimi sendikalar dışında belirleyici olabilecek siyasi bir özne hala bulunmamaktadır. Bulunamayan bu siyasi öznenin, anın fotoğrafını çekilmesi için değil, fotoğrafın yorumlanarak öngörüler oluşturulması ve bu öngörüler ışığında gerekli mücadele araçlarının yaratılması ihtiyacının ülkeyi ve dünyayı yakıp kavurduğu bir dönemde kayıplara karışması ayrıca trajik bir durumdur.

Uzun zamandır ülkemizde sınıf mücadelesinin Emek Platformuna ihale edildiği ve Emek Platformunun hem yapısı gereği hem de bileşenlerinin siyasal niteliği bakımından bu mücadeleye önderlik edemeyeceği açıktır. Ancak sınıf siyasetinin öznesi olma iddiasında ki yapıların beklentileri karşılanmadığı zaman hala Emek Platformunu eleştirmesi, bu platformun sürecin ihtiyaçlarına uygun tavırlar sergileyememesinden yakınması çok da anlamı değildir. SEKA işçisinin, Emek Platformu’nun “SEKA’ya herhangi bir müdahale olması durumunda bu müdahale tüm Emek Platformuna yönelik yapılmış sayılacak ve gereği yapılacaktır” açıklamasına güvenmemesi ve değerlendirilebilir gördüğü ilk hükümet teklifini kabul ederek yeni bir mücadele sürecini fabrika dışında sürdürme kararı alması, kızılacak bir durum değildir. Artık her kesim bilmektedir ki Emek Platformunu oluşturan öznelerin önemli bir kısmı kimi siyasal partilerle organik bağa sahiptir ve bu özneler partilerinin SEKA sürecine gösterdikleri duyarlılık düzeyine eş bir düzeyde SEKA’yı sahiplenmektedir. Üniversite Konseylerin’in Raporu dikkatle incelendiğinde görülecektir ki SEKA’nın kapatılması ile AB’nin dünya kağıt sektöründe daralan pazar payı arasında doğrudan bir ilişki vardır. AB emperyalizminin üstünden atlanarak SEKA’ya destek olabilmek mümkün değildir. Bu durumdan hareketle; AB konusunda, MEDA fonlarından alınan paraların paylaşımı sırasında yaşanan gerginlikler dışında, Emek Platformu birleşenlerinin büyük bir kısmı uyum içindedir. Kapitalizme evet, AB’ye evet ama bu evetlerin emekçiler üzerinde yarattığı tahribata hayır demek mümkün değildir. Bu yüzden Emek Platformu SEKA konusunda; muğlak, SEKA işçisine güven vermeyen açıklamalar yaparak ne ‘şiş yansın ne kebap’ siyasetini tercih etmiştir.

Türk-iş’in 4-Mart’ta yurt genelinde işyerlerini terk etmeme eylemi yapma kararı alması ve Hak-iş dışında Emek Platformu’nun birçok birleşenin bu karara destek olmuş olması kimseyi yanıltmamalıdır. Özelde SEKA direnişinin sınıf üzerinde yarattığı olumlu etki, genelde ise özelleştirme politikalarının kapsam dahilindeki emekçiler üzerindeki öfkeyi arttırıcı etkisi, gelecek genel kurullarda da yönetimlerde olmak isteyen sendika ve konfederasyon yöneticilerini bir yol ayrımına getirmiştir. Ya sınıfın bu öfkesi ve mücadele etmek için biriktirdiği enerjisi kısmen açığa çıkartılarak boşaltılacaktır ya da bu öfkenin siyasi iktidar kadar sendika yöneticileri de muhatabı olacaktır. Türk-iş tercihini yapmış biriken enerjinin boşaltılmasını sağlayacak bir “gaz alma” eylemi organize etmiş ve Emek Platformu’nun bazı üyeleri de bu organizasyonu desteklemiştir. Peki bu yolla sınıfın enerjisi sönümlendirilebilmiş midir? Bu konu tartışmaya açıktır çünkü işçilerin eyleme katılım oranı ve eylem süresince sergiledikleri kararlı tavır sınıf adına iyimser olmamıza neden olacak derecede sevindiricidir.

“SEKA FİTİLİ ATEŞLEMİŞTİR”

“SEKA fitili ateşlemiştir” sözü bir SEKA işçisinin, direnişin 30’lu günlerinde, eylemin merkezi olan fabrikanın mekanik bölümünde, mücadelesini anlatmak için sarf ettiği bir sözdü. Bütün gece sadece SEKA ve direniş hakkında konuşmamıştık, kendinden, ailesinden, mücadele arkadaşlarının aynı zamanda çocukluk arkadaşları da olduğundan, Mehmet Ali Kağıtçı Meslek Okulu’na sınav kazanarak girdiğinden ve bunun hayatının ilk başarısı olduğundan yani onun dünyasından uzun uzun konuşmuştuk.

O işçi, SEKA’nın kapatılmasının sadece bir kamu işletmesinin kapatılması olmadığını, SEKA demeden, kamu demeden, sadece ve sadece “insan geçmişini terk edebilir mi?” diye sorarak anlatmayı başarmıştı.

İnsanlar geçmişini terk edebilir mi, dünü olmayan bir bugün var mıdır?

Hepimizin, ülkemizin hatta dünyamızın geldiği bugünlerin de bir dünü var elbette ve ne terk etmek mümkün geçmişi ne de kaçıp kurtulmak mümkün geçmişten… Bugün yaşadıklarımızı anlamamızı sağlayan dünden kalan bildiklerimiz değil midir zaten?

Geçmiş ile bugün arasında kuracağımız ilişki yarını da öngörmemize olanak sağlıyor. Bilim insanlarının tarihsel bakış diye adlandırdığı bu durum hem SEKA’yı hem de bu hayatta karşılaştığımız diğer olayları anlayıp, bir tavır geliştirbilmemize yardımcı oluyor.

Yaşadığımız düzenin bize dayattığı ve kimi zaman ayakta kalmakta zorlandığımız koşullar karşısında, yılgınlığa düştüğümüz ve bırakıp gitmek, köşemize çekilmek istediğimiz ilk anda da kendimize gelip, SEKA işçisi gibi sormak gerekiyor “insan geçmişini terk edebilir mi?” diye…

İşte dün başka direnişlerle ateşlenen fitili bugün de SEKA işçsi ateşledi. Ancak halkların, sınıfın tarihi ateşlenen fitillerin üstüne basılıp söndürülmesiyle doludur.

Türkiye’de bu ateş İzmit dolaylarında hala yanıyor;

SEKA’nın ateşi TEKEL’e, TELEKOM’a, PETKİM’e, TÜPRAŞ’a sıçramaya görsün o zaman bu ülkede emperyalistler ve tüm ABD’ci-AB’ci işbirlikçiler gerçekten TUTUŞUR.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın