Aydınlar Ocağı, 14 Mayıs 1970 tarihinde kuruldu. Başkanı İbrahim Kafesoğlu, ikinci başkanı Süleyman Yalçın olan Ocak, o dönemde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından da desteklenmişti. Amacını “Türk Milletinin tarihi misyonu ve bunun manevi mirasını sahiplenmek, bu misyonun gereği olarak görüşlerini siyasi kadrolardaki etkili ve yetkili kişilere iletmek” olarak belirlemişti. 1970’li yıllardan itibaren devletin çelik çekirdeğinin “danışman”lığını yapan, devlet politikacıları ve akademisyenler topluluğundan oluşan Aydınlar Ocağı kadrosu Türk-İslâm sentezi görüşünü formüle etmenin yanında Necmettin Erbakan’dan Turgut Özal’a kadar sağ yelpazenin tüm önemli isimlerinin belirli sürelerle içinde yer aldığı kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Türkiye’de Türk-İslam sentezini devlet-ve millet varlığının varolma koşulu olarak gören bu kadrolar, 1975-1984 arasında yoğun bir faaliyet içinde olmuşlar, Türk sağının önemli görüş ve projeleri Ocak tarafından hazırlanmıştır. Aydınlar Ocağı “1. M.C. Hükümeti”nin kuruluşunda aktif bir rol oynamış, Ocak üyelerinin sürekli yazdığı Ortadoğu Gazetesi’de milliyetçi partilerin komünizm tehlikesine karşı birleşmesi için etkili bir kampanya yürütmüşlerdir. M.C.’nin kuruluşunun sağlanması amacıyla 14 Ocak Ti üyesi profesör o dönemde bir çağrı yayınlamışlardır. Aydınlar Ocağı önce Ocaklı bir profesörün başbakanlığında tüm sağı birleştirecek hükümet formülünü ortaya atmış, ancak daha sonra Demirel’in başbakanlığını savunmuştur. “Gittikçe ilerleyen 565.000 oyu ile kudretli gençliği, yılmaz kararlılığı beraberinde vazgeçilmez bir güç olan M.H.P.’nin ” koalisyona dahil edilmesi de ayrıca istenmiştir. (Milliyetçiler Korkmayınız Birleşiniz, Ekonomik ve Sosyal Yayınlar, s. 204). Aydınlar Ocağı, Türk-İslâm Sentezi çerçevesinde AP-MHP-MSP’nin kesişme alanında yer almakta ancak “Türk milliyetçiliğinin herhangi bir partinin davası olmadığı; Türk milliyetçilerinin bütün partilerde görüşlerini hakim kılmaya çalışmaları gerektiğini” etkin olduğu tüm dönemler boyunca savunmaktadır. Ebed-müddet iktidar partisinin ve güçlü devlet idealinin ‘yanında olan Ocak 1975-1984 arasında yoğun bir anti-komünizm anlayışı içinde çalışmalarına yön vermiş ve bu bağlamda yüksek düzeyde asker-sivil bürokratları kaynaştırmıştır. Devletin çelik çekirdeğini oluşturan kadrolarla yakın “danışma bağları” bulunan Ocaklılar Türkiye’de milliyetçi sağın gücünü partilerin değil devletin sürekliliğinden görmüşler ve bu anlamda 12 Eylül darbesinin danışman kurullarında etkili olmuşlardır. Komünizm tehlikesini engellediği sürece MHP’nin para-militer kuruluşlarına hoşgörüyle bakan Ocak açısından MHP dahil hiç bir parti vazgeçilmez değildir.
Devletin otoriter hızını yavaşlatacak her türlü radikal muhalefetin engellenmesinden yana olan Ocak, M.C. Hükümetlerini ve MHP’de sol radikalizmi bastırmaya yönelik şiddet politikalarını sonuna kadar desteklemiştir. İktisadi düzen tasarımlarında statükocu, büyük sermaye yanlısı olan bu tutumu konusunda Ocak’ın etkili ismi Süleyman Yalçın şunları söylüyor: “24 Ocak Kararları’nın hazırlanışı Aydınlar Ocağı’nın ürünüdür. Türkiye’nin sosyo-ekonomik çıkmazları ve çözümleri başlıklı ekonomik programı Turgut Bey hazırlamıştır. İçimizde beş ayrı oturum yaptık. Sonunda bir model çıktı ve hakikaten o model fikri tatbik edildi.” 24 Ocak Kararları’nının bir yanıyla devlet içinde ekonomik bürokrasiyi tümden TÜSİAD’ in temsil ettiği tekelli sermayeye devreden bir “darbe” olduğu düşünülürse bu darbede milliyetçi-muhafazakar, devletlü Türk-İslam sentezi ideologları ve devlet politikacılarının işlevsel konumları oldukça netleşir. Özel teşebbüsçü ve serbest piyasa yanlısı Ocakçı kesimin devlet içinde gerçekleşen 12 Eylül öncesi “bürokrasi darbesi” ve 12 Eylül Askeri Darbesi ile gelişen süreçte devlet kadrolarının kilit noktalarını ele geçirmesi devlet içinde bulunan sol Kemalist kadro kalıntılarının tasfiyesini de beraberinde getirmiştir. Bu sürecin yönlendirilmesinde MC deneyleri ile de güç kazanan Ocaklılar ve büyük sermaye Kemalizmin eklektik yapısı içinde bulunan otoriter söylemi faşist bir yorum içinde iyice ön plâna çıkarmışlardır.
Kemalist devletçiliğin KİT uygulamaları, devletin ekonomiyi kontrol mekanizmaları türünden 1930’lu yıllara özgü ekonomik-siyasal programı, bu programı temsil eden kadroların devletten tümden tasfiyesi ile sonuçlanmış, ancak, bu arada Kemalizmin siyasi devletçilik ve devletin otoriter hızını işler hale getiren tek partili Takrir-i Sükuncu pratikleri Türk-İslâm senteziyle kaynaştırılmıştır. Kemalizm’in devletin “resmi ideolojisi” olma anlamında toplumsal akımların çeşitliliğini kucaklayamaması, bu anlamda 12 Eylül konusunda güçlü ve kalıcı bir toplumsal mutabakatın oluşumunu engelleyebilirdi. Bunun bilincinde olan Aydınlar Ocağı, 12 Eylül’ün ,siyasi-ekonomik ve anayasal kurumlaşma sürecinde darbenin ve devletin otoriter hızını yeniden örgütlemesinin ideolojik ihtiyaçlarına uygun teorik açılımlar gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede İslâmiyeti lâikliğin demokratik yöneliminin dışına çıkaran açılımlarla din öğesi resmi otoriter ideolojiyle bütünleştirilmiştir. 12 Eylül’ün koruyucu İslâm kuşağı doktrini ile geliştirilen ABD merkezli yeni Ortadoğu politikasının gereklerini de gözeten İslamcı politika Ocağın danışmanlığında askeri yönetim tarafından devletin resmi politikası olarak uygulamaya konulmuştur. Bu politikanın işlemesinde Atatürk’ün sıkı bir Türk milliyetçisi, şiddetli bir anti-komünist olduğu tezleri dinle birlikte 12 Eylül öncesinde yaygın sol hareketlilik yaşayan Türkiye’de egemen ekonomik-siyasi blokun toplum üzerinde yeniden ideolojik hegemonya kurmasının araçları olmuşlardır. Bu teorik araçlarla ilgili olarak Aydınlar Ocağı’nın vurguları geçmişe dayanmaktadır. Kuruluşundan itibaren sağ iktidar bloğu ve seçmen tabanının partiler arasında bölünmesinden kaygı duyan Ocak, Türk sağının klasik tezleri ile ebed-müddet iktidar partisinin devletin kurucu ilkeleri olarak gördüğü anti-komünist, otoriter, milliyetçi unsurlarını teorik ve politik bütünlüğe ulaştırma çabası içinde olmuştur. Daha önce örneklerini gördüğümüz ve işveren kesiminde somutlanan sağı birleştirme tutumu, Ocağın devlet politikacısı kadrolarının da temel kaygısıdır. AP ile MHP arasında bu anlamda güçlü bir köprü işlevi gören ve MC deneylerinde AP-MHP birliğini sola karşı güvence olarak algılayan Ocak, sağın temsil ettiği milliyetçilik, muhafazakarlık, anti-komünizm, otoriter devlet anlayışı ideallerinin 12 Eylül yönetiminde somutlandığını ve kurumsallaştığını gördüğü ölçüde klasik sağ partilerden kolaylıkla vazgeçebilmiştir.
Partiler-üstü devlet politikacıları ve danışmanlarından oluşan bu kadro teknokratik ve üst-düzey bürokrat özelliklerinin yanında sermaye kesimi ilede sıkı bağlara sahiptir. Kendilerini “Devlete hizmet eden, devleti taşıyan münevverler” olarak tanımlayan ocaklılar, devletin çelik çekirdeği ile her dönemde uyum içinde olmuşlardır. Partilerin meşruiyetini toplumsal hareketliliği belirli sınırlar içinde tutmaları ile bağlantılı gören ve siyasi devletçi-otoriter anlayış çerçevesinde orduyu devletin öncelikli asli sahibi olarak kabul eden Ocaklı anlayışa ilginç bir örnek Ocağın önemli isimlerinden İbrahim Kafesoğlu’nun yazdıklarıdır. Kafesoğlu “Vatan müdafaasındaki fedakârlığı, eşine az rastlanan kahramanlığı, deha mertebesindeki stratejisi ve yalnız Türke has olup bazen vecd derecesine varan savaş azmi ile binlerce yıllık hayatı boyunca Türk’ün yeryüzünde ‘Efendi millet’ olarak devamlılığını sağlayan bir milli unsur olarak Türk Ordusu’ndan bahsetmektedir” Bu çerçeve içinde şoven, saldırgan, anti-komünist unsurları ön plana çıkarılan bir ordu-millet yaklaşımı sergilemektedir. Aydınlar Ocağı, 12 Eylül döneminde ordu-millet bütünlüğü yaklaşımını ön plana çıkararak askeri yönetimin önemli destek temellerini pekiştirmişlerdir. Desteklerini, darbe danışma kurulunda da sürdüren Ocaklılardan Şener Akyol ile Yılmaz Altuğ, Danışma Meclisi’nde anayasa komisyonu üyesi olarak çalışmışlardır. Aydınlar Ocağı’nın yarattığı gizlilik imajı, masonik hava ve sınırlı sayıda üye politikası (1985 de 130 üye) devletin İttihat-Terakki cemiyetçiliği, tek parti dönemi kadro hareketinde ifadesini bulan güç ve otoriteye tapınmanın ocaklı danışmanlar eliyle restorasyonu gibidir. Devletin sağ siyasi doğrultuda tüm güçlerini otoriter bir hızla ve birlik içinde kullanması ihtiyacının anlatımı olan bu restorasyon anlayışında askerlerle ocağın iletişimini güçlendiren etken Atatürkçülük söylemi olmuştur. Atatürk dönemi tek parti uygulamalarının otoriter hızını milli kültüre uygunluğu açısından ele alan Ocak, milli kültüre uygun olarak toplumu biçimlendirmenin tüm şiddete dayalı araçlarını meşru kabul etmektedir. Atatürkçülüğü devletin ebed-müddet iktidar partisinin “Milli Kültürü” esas alan tesbitleri çerçevesinde toplumu otoriter hızla düzenlenmesi bakımından yorumlayan Ocak 12 Eylül’e bu bağlamda tarihsel ve moral meşruiyet sağlamıştır.
Halk iradesini millet, milleti ise “milli kültürün” gereklerini belirleyen ve sürekli kılan “Kutsal Türk Devleti” ile bütünleştiren bu anlayışın darbecilerin hizmetine sunulması toplumsal tabana sahip olmayan darbecilerle Ocak arasındaki bağı oldukça güçlendirmiştir. Devletin merkezi gücüne ve orduya sıkı bağlarla bağlanmış Ocak, otoriter bir rejimin ideolojik ihtiyaçlarına yanıt verecek bir yapıya sahiptir. Bu kapsam içinde “Türk-İslâm Sentezi’nin 12 Eylül’de batıcılık unsurunu da içselleştirerek kurulması askeri yönetime büyük “yararlılıklar” sağlamıştır. Pratik siyasal yöneliş ve tasarımlar içinde 12 Eylül öncesinde MSP ile MHP arasında bölünmüş olan İslamcılık ile Türk Milliyetçiliği 12 Eylül’de resmi ideolojinin otoriter ve faşizan statüko kalıpları ile kaynaştırılmış ve darbecilerin hizmetine sunulmuştur. Bürokratik-otoriter devletin sahipleri tarafından teknolojik, siyasal ve askeri ittifaklar düzleminde batıcılık anlayışının da sentezin unsuru haline getirilmesi pratik-politik işlerliğini kolaylaştırmıştır. Devlet otoritesinin kendi iç çelişkilerini çözerek hızını yavaşlatan parlamento, partiler, yasalar, hukuk gibi bağlardan kurtulması otoriter-faşizan yapılanma içinde senteze yol açıcılık işlevi kazandırmıştır. MC Hükümetlerinden itibaren sağ siyasi stratejilerin geliştirilmesinde önemli katkıları bulunan Ocak 12 Eylül’ün temel mantık örgüsünün hazırlanmasında Türk-İslâm-Batı sentezini politik stratejinin kolay uygulanabilir biçimsel kalıplarına başarıyla aktarabilmiştir. 1980’li yıllarda, Aydınlar Ocağı tarafından düzenlenen İstanbul “Kubbealtı Akademi Cemiyeti” konferanslarında geliştirilen “Milli Mutabakatlar” başlığını taşıyan tezler, sentezin omurgasını oluşturan görüşlerin formülasyonudur. Bu konferanslarda Türkoloji Profesörü Muharrem Ergin’in “Milli Mutabakatlar” tezlerinin oluşumuna katkıları büyüktür. Eylül 1984 yılında kitap haline getirilen bu konferanslar “ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar” seminerinde “Milli Mutabakatlar” başlığı altında ve 40 maddede toplanmıştır. Aydınlar Ocağı’nın bu konferanslarında Muharrem Ergin 12 Eylül’e ilişkin olarak şunları söylemektedir: “Türk Tarihi açısından son 60 yılın birinci büyük hadisesi Atatürk hareketi, ikinci büyük hadisesi 12 Eylül hareketidir. (…) Birinci hadisede hareketin başında Atatürk’ün bulunması Allah’ın Türk Milleti’ne en büyük lütfü idi. İkinci hadisede de Kenan Evren’in bulunması Allah’ın bir lütfudur”.
12 Eylül’ü Türkiye’deki “özgürlük azgınlığının” bir sonucu olarak gören Celal Bayar ve darbe lideri Kenan Evren’le ortak paydalar taşıyan, 12 Eylül’ün siyasi doğrultusunu ve tasarımlarını meşrulaştıran Ergin’in şu görüşleri de kayda değer; “Binlerce yıllık devlet nizamı içinde adaleti, hakkı ve fazileti mükemmel bir şekilde yürüten ve kimseyi kimseye ezdirmeyen Türk kültüründe, köleliğin, engizisyonun, zulmün geçerli olduğu batıdaki gibi bir hürriyet meselesi yoktur. Devlete, otoriteye ve cemiyet nizamına karşı bir küfür ve tehdit hürriyeti halinde kalan özenti niteliğindeki hürriyet kavgası demokrasiyi zehirlemiştir. Türkiye siyasi hürriyetin yokluğundan değil, asıl bunun istismarından hürriyet elden gitti yaygarasından ıstırap çekmiştir.
Türkiye’nin toplumsal sınıf ve ideoloji farkına dayanmayan bünyesi ve şartları ideolojisiz, doktrinsiz, sağ-sol çatışmasına dayanmayan Anglo-Amerikan tipi kütle ve ekip partileri istikametindedir. Buna rağmen Türkiye’de istikrarsızlık unsuru içeren, latin tipi, en sağ uçtan en sol uca kadar sıralanan fikirler ve partiler yelpazesinin demokrasinin şartı olarak dayatılması yanlıştır. Türkiye, mesela A.B.D.’de olduğu gibi, birbirine yakın iki büyük partinin yürüteceği bir demokrasiye kavuşacağı gün çok rahat edecektir. Yarının Türkiye’sinde sağcı (dinci) ve solcu (marksist) parti olmamalı, bilhassa solsuz sağduyu demokrasisi hakim olmalıdır”. Muharrem Ergin, 12 Eylül Anayasası için “Türkiye’nin belki de en az yüzyıllık ihtiyacını karşılayan 1982 Anayasası” tanımı kullanmaktadır. Devletin restorasyon ihtiyacının bilincinde olan Ergin, otoritenin etkinliğini sınırlayan ve hızını azaltan bağlardan kurtulmasını Takrir-i Sü-kun’da simgelenen Kemalist Otoriteryanizmle özdeşleştirmekte, “Demokrasinin her yerde aynı olduğunu söyleyen klasik demokrasinin insan tabiatına ve ayrı ayrı cemiyetler gerçeğine aykırı olduğunu belirten ve disiplinli demokrasi isteyen Ergin, Ocak’ın biçimci demokrasi anlayışını sadece serbest seçimler ve parlamentonun varlığı ile sınırlamaktadır. Türk-İslâm Sentezi için de İslâmı, Brezinski Doktrini’nin dost ülkelerde “kanun dairesinde tutulmalı ” ilkesinden algıladığı belirgin olan Ergin, “Türkiye dinci olmayacak fakat daima dindar kalacaktır” demektedir. Ergin’e göre “Bir huzur ve sükun müessesesi olarak dinin cemiyet hayatındaki yeri büyüktür ve İslâm, Türklüğü koruyan çok önemli bir manevi silahtır”. Ergin ve Aydınlar Ocağı Türkiye’de dinden beklenen işlevlerin, devletin müdahale ve kontrolü ile sağlanması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu kapsam içinde, Aydınlar Ocağı Türkiye’de dinden beklenen işlevlerin, devletin müdahale ve kontrolü ile sağlanması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu kapsam içinde, Aydınlar Ocağı 9-10 Mayıs 1981’de “Milli Eğitim ve Din Eğitimi” konulu bir seminer düzenleyerek “devletin zorunlu din eğitimi vermesi ve laikliğin zorunluluğu din eğitimi ile çelişen yönünün bulunmadığı” görüşlerini ortaya atmıştır. Sonuçta, orta eğitimde zorunlu din dersi uygulaması 1982 Anayasasında hüküm altına alınarak yürürlüğe konmuştur. Bu doğrultuda 1983 tarihini taşıyan ve DPI tarafından hazırlanan Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda Atatürk’ün “Türk Milletinin dindar olması gerektiği doğrultusundaki” direktifleri belirtilmiş ve 12 Eylül yönetimi “dinci olmayan dindar devlet” ilkesini resmileştirmiştir?
12 Eylül darbesinin, Aydınlar Ocağı’nın Türk-İslam sentezi tasarımıyla bağdaşması resmi ideolojinin kutsal devletçi-otoriter unsurları ile eklemlenerek devlet-ordu nezdinde resmileşmesini sağlamıştır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu başkanı Em. General Suat İlhan devletin resmi görüşü haline gelen Türk-İslâm sentezine ilişkin olarak şunları yazmaktadır: “Türk Milleti dört asır önce asrına ismini vermiş bir büyüklükten gelmektedir. Asya bozkır medeniyetinin temsilcisidir. İslam medeniyetinin gelişmesinde büyük katkılarda bulunmuştur. Türk ve İslam medeniyetlerinin sentezini gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzenini ve yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha su yüzüne çıkmaktadır. Türk milleti 200’e yakın devlet kurmuştur. İstiklal Harbi, Türk-İslam sentez medeniyetinin yücelttiği Osmanlı İmparatorluğu’nda bu sentez medeniyetin kendi kendisini yenileme gücünü yitirip yenik düştüğü noktadaki savaştır. İstiklal Harbi ve inkılaplar, Türk-İslam sentez medeniyetinin batı medeniyeti ile yeni bir senteze ulaşması amacına yöneliktir. (Resmi İstikamet Türk-İslam Sentezi, 2000 Doğru 25.1.1987 s. 8-13) Tüm bir toplumun evrimini tarihe kendiliğindenci kutsal bir amaç yükleyerek 12 Eylül’ün Türk-İslam-Batı sentezini restore etme amacına bağlayan bu metafizik görüş tüm parlak ifadelere rağmen Pentagon politikalarıyla da uyum içindedir. Bilindiği gibi 1978 İran-İslam Devrimi’nin ardından Resmi-Yasal İslama dayanarak Sovyet tehdidi ve ABD çıkarlarına karşı gelecek Radikal İslama karşı Türkiye-Suudi Arabistan-Pakistan’ı kapsayan Yeşil Kuşak projesi Pentagon tarafından formüle edildi. Bu çerçevede Türkiye hem İslamiyeti destekleyip, hem de ne bir dini müessesenin ne de müslüman uçların devlet işlerine karışmalarına izin vermeyen dinci olamayan dindar devlet eksenine oturtuldu.”” Bu kapsam içinde düşünüldüğünde resmi ideolojinin yanında emperyalizmin bölgedeki siyasal ve ekonomik çıkarlarının örtüşmesi bakımından da Türk-İslam sentezi teorik bir dayanak oluşturmuştur. Aslında, anti-komünizm eksenine oturan sağcı İslam politikası DP döneminden itibaren ABD’nin bölgedeki askeri siyasi çıkarları doğrultusunda sürekli gündemde tutulmaya çalışılmıştır.
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri birçok başka alanda olduğu gibi 1960 hareketi ve 1961 Anayasası’nın kazanımlarını toplumdan kazıma anlamında Bayar-Menderes dönemi uygulamalarını kaldığı yerden devam ettirme özelliğine sahiptirler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra NATO ve ABD’ nin İslamı anti-komünist bir güç olarak konuşlandırma isteği DP iktidarının resmi görüşü İslamla kaynaştırma ve açık tarikat bağlarımda içeren kitlesel İslami canlılıktan yararlanma yönündeki politikasını güçlendirmiştir. Bu noktadan itibaren sağ iktidarların oy deposu haline getirilen İslamcı kesim, 60’h yıllar boyunca anti-emperyalist motiflerle harekete geçen solun bastırılmasında kullanılan bir vurucu güç haline gelmiştir. Kanlı Pazar, toplu namazlar sonrası sol kuruluşlara ve kişilere yönelik saldırılar bizzat sağ iktidarlar tarafından planlanmış ve İslamcılar bu doğrultuda terör aracı olarak solun üstüne saldırtılmıştır. Koyu bir Atatürkçülük ideolojisini gündeme getiren 12 Mart dönemi yükselen sol dalgayı kırma konusunda İslami gücü desteklemiş ve geniş yığınları kazanma adına “dindar devlet” uygulamalarını Milli Eğitim alanı başta olmak üzere gündeme almıştır. Bu çerçeve içinde toplumda sol akımlar ve marksist eğilimlerin güçlenmesini önlemek bakımından “milli ve manevi değerler ile örf ve adetleri” güçlendirmenin gerekli olduğuna karar verilmiş, bunun için en etkili önleminde imam-hatip okullarını lise haline getirmek olduğu vurgulanmıştır. Bu politikaya uygun olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun işlerliğine son verilmiş ve islami bilgiler okutan bu okulların lise sayılması ve üniversiteye girme haklarının düzenlenmesi ile Türkiye ikili eğitim-öğretim yapısına geriletilmiştir. 12 Eylül darbesi sonrasında resmi devlet politikası haline getirilen Türk-İslam Sentezi 12 Mart’ın din politikasının oldukça yetkin biçimde sürdürülmesi ve devletin ideolojik hegemonyasını tekrar kurmasının teorik aracıdır. Bu sentezin ideolojik vurguları ile değişmeyen bir toplum yapısı ve otoriter bir siyasal rejimi temel alan darbeciler kim tarafından ve nasıl saptanacağı belli olmayan “milli kültür” kavramına dayanarak toplumsal yaşamın ve siyasal kurumların düzenlenmesi konusunda meşruiyet duygusu ile hareket etmişlerdir. Aydınlar Ocağı bu noktada darbecilerin büyük desteği olarak, Türkiye’de iktidarın meşruluk kaynağını milli kültüre bağlamış, oy çoğunluğunu elde etse bile milli kültür politikasını kabul etmeyen iktidarın meşru olmayacağını vurgulamıştır. Sentezciler toplumun büyük çoğunluğu tarafından bile oy çoğunluğu ile meşru biçimde değiştirilemeyecek bir milli kültür tanımı yapmışlardır. Bu milli kültür tanımının arka planında Türkiye’de ordunun ve giderek emperyalizmle güçlü bağları olan tekellerin ve siyaset planlaması yapan devlet politikacılarının siyasal iradelerinin bulunduğu açıktır.
Bu siyasal iradeyi Türkiye’nin lanetli siyasi mirası ile sentezleyen Ocakçılar devlet içinde ciddi bir kadrolaşmaya gitmişlerdir. Bu kadrolaşmanın niteliğine ilişkin şu bilgiler tamamlayıcı olacaktır: Eylül darbesinin sonrasında Aydınlar Ocağı’nın başkanlığını da yapmış olan Salih Tuğ İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı, muteber üye Ahmet Somer Ankara Ün. de, Ümit Akkoyunlu Erzurum Atatürk Ün. Dekan, Ayhan Songar-Leyla Ebruz ve Zeynep Korkmaz TRT Yönetim Kurulu Üyesi oldular. Ocak çevresiyle oldukça iyi ilişkileri olan Tarık Somer Ankara Ün. Rektörlüğü’ne, Erol Cansel Rektör yardımcılığına getirildiler. Bu arada ocak çevresinden olan ve Türk-İslam sentezinin doktriner savunucusu olan akademisyenlerin üniversite içindeki üssü durumuna getirilen Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünü de ele almak gerekir. 20.7.1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı bir yasa ile “Atatürk ilke ve İnkılaplarını araştırmak ve bu konuları üniversite öğrencilerine anlatacak öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla” kurulan enstitünün ilk genel müdürlüğüne ülkücü yayın organlarının konuk yazarlarından Pof. Dr. Aydın Taneri atandı. Taneri’nden sonra bu göreve 1944 Türkçülük-Turancılık davası sanıklarından Türkistanlı Prof. Zeki Velidi Togan’ın, daha sonra Aydınlar Ocağı’nın ilk genel başkanı İbrahim Kafesoğlu’nun asistanı olan, MHP’nin 1977 seçimlerinde Adana’dan milletvekilliğine aday gösterdiği Mustafa Kafalı getirildi. Bu arada ülkücü camianın ünlü isimlerinden Bahaeddin Ögel ve Rafet İnanç da Türk İn. To. Ens. Yönetim Kurulu üyeliklerine atandılar. Bu enstitüde kurmay subaylara da doktora yapılması imkanı tanındı. Ayrıca enstitü üyesi ocaklı ülkücü devlet politikacılarına Milli Güvenlik Kuruluna danışmanlık statüsü sağlandı. 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı Türkiye’de geçerli mülkiyet rejimi ve dünya kapitalist sistemi ile eklemlenen sosyo-ekonomik formasyonun siyasi omurgası olan büyük sağ federasyonun bölünmesine devletlü kesimin tepkisidir. Tekelli sermayenin orta sınıflarla mesafeyi açması ve bu bağlamda keskinleşen çelişkilerin sermaye fraksiyonlarını çeşitli sağ partiler içinde bölünmeye uğratması, bu sınıfsal-toplumsal ayrışma temelinde ciddi bir ideolojik hegemonya ve politik irade krizi yarattı. Toplumsal muhalefeti derinliğine olmasa da yaygınlığına kucaklayan sol (eylemli sol) hareketlilik devletin kuruluş ilkelerinde bulunan “uç” siyasi ve askeri eylemsellik ile bunun enternasyonal olabilecek bağlarının tehlike kurgusu ile birleşince “devletin şahlanıp, düşmanlarını ezmesi “gündeme getirildi. Gündemin belirlenmesinde ebed-müddet iktidar partisinin en büyük desteği masonik bir kapalılık içinde örgütlenmiş, dış politik merkezlerle ve büyük sermaye ile bağlantılı siyaset planlaması yapan devlet içinde de örgütlü kurullardı. Bu kurulların açığa çıkmış örneklerinden Aydınlar Ocağı’nın niteliğini 12 Eylül’le bağlantıları içinde kavramak Türkiye’nin gerçek siyasetinin kimler tarafından, nasıl, hangi yöntem ve ilkelerle belirlendiğinin zengin bir örneğini teşkil etmektedir.
Gencay Şaylan’ın “İslamiyet ve Siyaset” adlı çalışmasında “Türkiye’nin ‘Opus Dei’si” olarak nitelendirdiği Aydınlar Ocağı’nın resmi ideolojinin biçimlenmesinde oynadığı rolün onu “Opus Dei”nin büyük gücüne ulaştırmaya yeterli olmayacağı açıktır. Ancak Türkiye’nin “Opus Deisi” anlayış ve kurumlaşmasını örneğin TİSK, TÜSİAD, Aydınlar Ocağı ve istihbarat kuruluşlarının kesişme alanında yöntemsel bir açıklık aracı olarak görmek sanırız çok yararlı olacaktır. Opus Dei nedir? Değerli bir çalışmanın bilgileri: Opus Dei (tam adıyla Sociedad Sacerdotal de la Santa Cruz de Opus Dei), 1928 yılında İspanya’da Katolik bir rahip tarafından kurulan bir örgüttür. Opus Dei, Latince Tanrının Yapıtı demektir. Dört düzeyli üyelik hiyerarşisinin alt basamağındakiler hariç, diğer üyelerin bağlılık ve gizlilik andı içmeleri gerekliydi. Üyeliğe seçkin ve önderlik niteliğine sahip kişiler kabul edilir. Zaten Opus Dei üyeliği başlı başına bir seçkinlik, üstünlük nedeni olarak algılanmaktadır. 1950 yılında Papa tarafından resmen onaylanması, Opus Dei’nin saygınlığıyla birlikte seçkinci ve masonik yapısını pekiştirdi. Örgüt, kadrolaşmada-elbette yönetici çekirdek dışında-büyük mülk sahipleri ve siyasetçilerden çok; her alanda uzman, teknokrat unsurlara ağırlık vermeye yönelmişti. İspanya İç savaşı’ndan sonra üniversitelerin yönetiminde etkin bir konum elde ederek özellikle yurt dışı burs, doktora vs. imkanların kullanımını yönlendirmeleri, bu stratejiye büyük yarar sağladı. Sonraki aşamada örgüt bizzat orta ve yüksek öğretim kurumları ve yurtları açarak eğitim sektöründeki denetimini kurumlaş-tırdı. 1950’lerin ortalarından itibaren, artık iletişimden sanayi ve teknolojiye, kamu yönetimine kadar hemen her alanda, iyi yetişmiş genç “parlak” kadroların önemli bir bölümü, Opus Dei üyesiydi. Örgüt böylelikle hem devlet üzerindeki etkinliğini, hem de “partiler üstü” bir görünümle saygınlığını geliştirdi. Bu yapı, Opus Dei’nin kökenindeki Katolik muhafazakarlığı temelli otoriter faşizan ideolojinin; siyaseti dışlayan (apolitik), teknokratik pozitivist bir söylemle ve ahlakla rötüşlanmasını beraberinde getirdi. Bu söylem, kendisini siyasi tercihlerle ve terimlerle değil, “nesnel” bilimsel mesleki gerekliliklerle ifade ederek otoritenin tartışılmazlığını “sağduyulu” bir şekilde dayatmaya elverişliydi.
Opus Dei’nin gerçekleştirdiği kadrolaşma ve ürettiği ideoloji, Franco Faşizmi’nin 1950’lerdeki bunalımından kaynaklanan ihtiyaçlarıyla örtüştü. Franko rejimi, büyük toprak sahiplerinden burjuvazinin değişik fraksiyonlarına, kiliseye ve orduya uzanan geniş yelpazeli anti-komünist ittifaka dayanıyordu. İç savaş sonrasından itibaren, bu ittifakın ortak paydasını oluşturacak bir iktisadi-siyasi program ve ideolojik söylem üretmekte zorlanmış; giderek bir temsiliyet ve hegemonya bunalımına düşmüştü. 1956 yazında bunalımın dip noktasında, sanayi burjuvazisinin tercihleri ve IMF’nin bununla uyarlı önerileri doğrultusunda yeni bir iktisadi program uygulamaya konuldu. Bu program, esas oyarak “ihracata yönelik sanayileşme” ve “enflasyonla birlikte büyüme” önceliklerine dayanıyordu. Opus Dei bu programın saptanmasının, yürütülmesinin ve meşrulaştırılmasının baş aktörü olarak devreye girdi. Programı yürütecek olar hükümetin kilit bakanlıklarında, Opus Dei üyesi teknokratlar yer aldılar. Opus Dei teknokratlarının, demokratikleşmeyi milli gelir hesaplarına indirgeyen, her türlü siyasal toplumsal talebin karşılanmasını sorumlusunun-uzmanının “nesnel” bilgisine-yetkisine terk etmeyi vaaz eden yaklaşımları, resmi ideolojiye nüfuz etti. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Franko rejminin çöküşüne dek temel politikaların belirlenmesinde ve bütün hükümetlerde Opus Dei, “perde arkası” denemeyecek kadar belirgin rol oynadı. 1974’de İspanya Hükümetinin 19 bakanından 10’u Opus Dei üyesiydi. Opus Dei, eğitim sektöründen sonra iletişim sektörüne, ardından sanayi, ticaret ve bankacılığa el attı. Sahip olduğu veya denetlediği büyük holdinglerle, firmalarla büyük bir güç haline geldi. Bu güç iktisadi olarak da yoğundu. 1982’de İspanya’da iktidara gelen (sosyal demokrat nitelikli) Sosyalist Parti, sahiden iktidar olabilmek için ordu ve kilise ile birlikte Opus Dei ile mücadele vermek zorunda kaldı (…). Örgüt, Portekiz’de ve Latin Amerika ülkelerinde de örgütlenerek, bütün diktatörlük rejimlerine kadro, danışmanlık, para yardımı ve ideolojik destek sağlayan büyük bir güç odağı olmuştu. CIA ile “akademik” görünümlü sıkı işbirliğini kurumlaştırdı. Papalık, katolik muhafazakarlık için oluşturduğu dayanağın yanında, güçlü anti-komünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei’nin statüsünü 1982’de yükselterek, örgüt önderine, tarikat başkanlarına mahsus “piskopos” unvanını bahşetti.
Türkiye’de bulunan Opus Dei’nin önemli güç odaklarından yalnızca birini oluşturan Ocaklı akademisyenler 12 Eylül’ü II. Türk rönesansı olarak değerlendirdiler. Milli kültürü, “kültür, bir milletin her şeyden önce milli güvenlik meselesidir” [Milli Mutabakatlar s. 33] biçiminde yorumlayan Muharrem Ergin, Milli Güvenlik Stratejisi’ne uygun bir kültür kuramını formüle etti. Milli Güvenlik Devleti doktrininin gerekleri doğrultusunda Ergin’e göre “Bir daha ele geçmeyebilecek olan 12 Eylül fırsatı” iyi değerlendirilmelidir. 12 Eylül öncesindeki “çöküş”ün nedeni olarak, milli devlet olmanın şartlarının yerine getirilmemesi, yani milli kültür politikasının güdülmemiş olmasını gösteren Ergin, milli güvenlik doktrini-milli kültür bileşimi içinde tam bir Takrir-i Sükun özlemini ortaya koymaktadır. Pentagon kökenli anti-komünist doktrinleri devletin kuruluş ilkeleri arasında bulunan “sol alternatifi” ortadan kaldırma geleneği ile birleştiren bu milli kültür anlayışının asrı saadet devrini Ergin şöyle açıklamaktadır: Türkiye’de siyasi huzurun tam olduğu Atatürk devri ve 1938-1945 arası devre. Atatürk’ü en büyük Türk milliyetçisi ve milli kültürcüsü olarak tanımlayan Muharrem Ergin, onu hümanist beynelmilelci gösteren kozmopolit münevverlere karşı çıkmaktadır. Türkiye’de yanlış demokrasi uygulandığını ileri süren Ergin’e göre doğru demokrasi “milli irade (?) demek, milli irade ise milli kültür demektir”. 12 Eylül’ün milli kültüre dönüş hamlesini başlatmasını darbenin meşruluk gerekçesi olarak gören Ergin, Pentagon kaynaklı, Takrir-i Sükun özlemli 12 Eylülcü “milli kültür” rönesansının uluslararası boyutunu da “Yanlış demokrasiye müdahale edip Türkiye’nin çökerek Ortadoğu’daki hassas dengenin bozulması ve hür dünyanın komünist dünya karşısındaki dayanma stratejisinin altüst olmasının engellenmesi” olarak görmektedir. Milli kültür odaklı ve milli güvenlik doktrini ile çerçevelenmiş, Pentagon’un “seçmeli caydırıcılık” formülünü sol hareketi bastırmada ilke edinmiş 12 Eylül’ün danışmanı Türk-İslam sentezcileri, disiplinli ve otoriter bir toplumun nasıl kurulacağını temel sorun olarak ele aldılar. Toplumsal sınıfların mevcut statükonun değişmezliğini kabullenecekleri, aydınların ve emekçi sınıfların mümkün olduğu kadar az talepte bulunacağı, herkesin toplumsal konumuna rıza gösterip bunu değiştirme konusunda umut taşımayacağı bir toplum modeli ve siyasi sistem bu soruya verilen cevabın özünü oluşturdu. Her türlü toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmaya yönelen 12 Eylül darbesinin otoriter ve faşizan toplum düzenini kurumlaştırma konusunda çizdiği siyasi hat üzerinde Türk-İslam sentezi açıkça siyasi bir program olarak uygulandı.
Üniversiteler, YÖK, TRT, Atatürk Yüksek Kurulu gibi ideolojik devlet aygıtları, Aydınlar Ocağı ve sentezcilerin kontrolüne bırakıldı. Güçlü devletle bütünleşen total toplum anlayışı askeri yönetim tarafından “milli kültür kılıfıyla halka zorla kabul ettirildi”. 12 Eylül yönetimi, Türk-İslam sentezi kurulurken sentezin Türk tarafına Atatürk ve Atatürkçülüğü yerleştirdi. Başlıca 5 yıllık kalkınma planı ile ilgili ihtisas komisyonu raporunun 517. sayfasında yer alan görüşler bu noktada oldukça aydınlatıcıdır: “Atatürk, milletin cehaletten kurtulması için uğraşmıştır, ama dininden ve ahlakından uzaklaşmamıştır. Türk milleti dindar olmalıdır. Türk milleti mütesaviyen dinini öğrenmelidir. Dinini öğrenmek için tek bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir demiştir. Bunun için Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartıp, herkesin aynı öğretimden geçmesini istemiştir… Bu kanuna ve direktiflere dayanan Milli Güvenlik Konseyi din ve ahlak derslerini bu sebeple mecburi hale getirmiştir”. Bu rapor Türk-İslam sentezini devletin resmi görüşü haline getiren darbecilerin hangi görüşlerle hareket ettikleri konusunda oldukça ilginç veriler sunmaktadır: “Her şeyden önce dinin sadece bir vicdan meselesi olduğu ve vicdanlarda hapsedilerek ferdi davranışlarda ve toplum hayatında hiçbir yankısının olmadığı fikri isabetli değildir… Bir takım dini emir ve kuralların canlı bir şekilde yaşanmakta olması, dinin toplumdan ayrı tutulamayacağını göstermektedir”. Dini toplumsal yaşamın düzenlenmesinde temel unsur haline getiren sentezci görüşün bir adım sonra siyasi sistemin düzenlenmesini dinsel esaslara dayandırmayı bir eğilim haline getirme manevrasını şimdilik saklı tuttuğu devletin bu çok önemli raporundan anlaşılmaktadır. 1983 yazında DPT tarafından yayınlanan bu belgenin hazırlandığı makamın adı ile Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu raporu olması Türk Opus Dei’sinin devletle içice geçmiş niteliğini, görülerinin devletteki ağırlığını simgelemektedir. 12 Eylül darbesinin kurumsal kazanımlarını zorba bir biçimde hukuki kalıplara döken 1982 Anayasası’nın 24. maddesi “din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almaktadır” hükmünü getirerek laik aydınlanmacılığa milli eğitimin kapılarını tamamıyla kapatmıştır.
Eğitimin bir bütün olarak milli güvenlik doktrini çerçevesinde düzenlenmesi Ocaklı kesimin “kutsal devlet” görevlerinden en başta geleniydi. Bu amaçla, Atatürk ilke ve inkılapları ile ülkemizin stratejik kaderine bağlı tehdit konularının” işlenmesi karara bağlandı. Türk Opus Dei’sinin istihbarat bağlantıları konusunda açık verdiği alanlardan biri de budur. Zira, “tehdit konuları seminerler, paneller, konferanslarla işlenirken, MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, Genel Kurmay İstihbarat Başkanlığı ile işbirliği yapılacağı belirlenmiştir. Bu çerçevede yüksek öğretim gençliğinin milli değerler, hedefler ve Atatürk ilkeleri yolundan sapmalarına sebep olabilecek ideolojik tehditleri belirleyecek, karşı önlemleri gösterecek ve sürekli görev yapacak bir “kurul” görevlendirilerek Türk Opus Dei’si eşliğinde gizli istihbarat örgütleri üniversiteye bir daha çıkmamacasına yerleştirildi. Devletin resmi ideolojisini Türk-islam sentezinin verileriyle güçlendiren sentezciler üniversite ve istihbarat kuruluşları ile kolkola yerleşirken üniversite içinde büyük bir tasfiye süreci yaşanmış, 2000 kadar öğretim üyesinin işine son verilmiştir. Türk-İslam sentezcileri 12 Eylül’ün devletle içice geçme imkanını sağlayan ideolojik yapılanmalar sürecinde sağ parti tabanları karşısında 1980 öncesi taşımak durumunda oldukları tüm sivil ve bazen muhalif görünüm taşıyan süslerinden de soyunmuşlar, devletlü, istihbaratçı ve devlet siyaset planlayıcısı rollerini hakkıyla oynamışlardır. Türk-İslam sentezinin devlet içindeki uygulayıcıları, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile A.Ü.’ne bağlı Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü oldular. Sürekli olarak bir generalin başkanlığında yapılan Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tartışmaları büyük bir gizlilik kaydı ile yayınlanmamıştır. Kurul toplantılarında sentezin Kürtlerle ilgili yanı da ele alınmış ve sorunun çözümü, Türk-İslam sentezinin, milli kültürün özünü oluşturan içeriğinin Kürtlere kabul ettirilmesi ve bu konuda dinden yararlanılmasına bağlamıştır. Kurulun toplantılarında ileri sürülen görüş ve önerilerle ilgili olarak açığa çıkan bilgiler önemli ipuçları içermektedir. Kurul toplantılarının birinde küçük risaleler halinde hazırlanacak kitapların Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde dağıtılması gündeme getirilmiş ve dağıtılacak kitap konusunda kurul üyelerinden biri şunu önermiştir; “Bahis konusu halk kitabı için Prof. Dr. merhum İbrahim Kafesoğlu’nun Türk-İslam Sentezi adı ile basılan eserinin seçilmesinin uygun olacağını düşünüyorum.” Örgütçülüğün geçerliliğine inanan bir başka üye TRT ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan yararlanılmasını önermiş ve “Yeri gelmişken yazmadan edemeyeceğim. Tek başına iktisadi imkanları sağlamakla bölücülük önlenemez. İktisadi faaliyeti kültürle beslemek lazımdır. Bu konuda da belli illerde görevlendirilecek insan unsuru birinci planda gelir. Vali, kaymakam, nahiye müdürü, müftü, imam-hatip, vaiz, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerini mutlaka özel bir şekilde seçmek gerekir. Bu konuda kanunun yüksek kuruma verdiği yetkiye dayanarak ilgili bakanlarla işbirliği yapmak ve yukarıda saydığım görevlileri seçmek gerekir” demiştir.
Görüldüğü gibi Devlet personel kanununa tâbi görevliler için bazı (özel) kıstaslar aranmaktadır. Devletin kültür politikasının üretimini üstlenen kurulun bazı yetkilere dayanarak doğrudan bakanlarla işbirliği yapması ve belirli nitelikler taşıyan görevlileri seçme durumunda olması kurulun kültür politikasını belirleme, siyaset planlaması yanında aktif istihbarat görevleri olduğunu da ortaya koymaktadır. Ocaklı kesimin ve diğer Türk-İslam sentezcilerinin ordu temsilcileri ile birlikte çalıştıkları kurul (kültürel savaşın politika ve kadrolarını belirleyen yarı gizli bir daire) gibidir. Kurulun görüşmelerinde ortaya çıkan bir başka öneride devletin Kürt politikasının kültürel boyutunu özetlemektedir. (Biz ne kadar vatandaşlarımızı Türk kabul etsek de onlar kendilerini bizden saymıyorlar. O zaman Müslümanlık fikrinden hareket edebiliriz. Bunun laikliğe aykırı bir tarafı yoktur. Zümre ve guruplara göre hitap etmek gerekecektir. Bazen de onların Türk olduğunu anlatacak Tarihi gerçekler aramalıyız) Bu arada gündeme getirilen bir öneri TRT’de bugün GAP programlarının yürürlüğe konulduğu düşünüldüğünde kurumun devlet içinde siyaset planlaması açsından güçlü konumuna bir karinedir. Arzu edilen hedefe varmada zaman kazandırıcı faktör TV’dir. Bu araçtan her nedense yeterince yararlanılmamaktadır. İkinci bir kanal açılması veya hususi paket programlara dayalı sabah ve akşam saatlerini içine alan yayınların yapılması gerekir. Türkiye’nin bütünlüğü meselesinde ikinci kanalın maliyeti üzerinde durmayı sağduyu ile bağdaştıramıyorum. Bunu ilgililere ısrarla tekrarlamaktan yanayım.
Bizim kanunumuzun 6/b maddesi gereğince bunu hayati nitelikli çerçeve içinde değerlendirip, tatbikini şiddetle talep etme hakkımız vardır.” Kurumun hayati nitelikte gördüğü milli kültürle ilgili konuların propaganda edilmesinde askeri darbenin propaganda bakanlığı yetkileri ile donatıldığı görülüyor. Türk-İslam sentezcilerinin önemli merkezlerinden olan kurumun, sentezin politik işlerlik kazanmasında oldukça incelikli ve klasik istihbaratçı yöntemlerini kullandığı kuruma görüş bildiren bir üyenin şu uyarısından da anlaşılmaktadır: “Bu kitapların ilmi ölçüler içinde hazırlanması gerektiğinde hiç kimsenin şüphesi yoktur, ancak dikkat edilmesi gereken en önemli hususun bunların belli bölgeler için hazırlandığı intibaının verilmemesi olduğunu sanıyorum”. (Eylül İmparatorluğu, Erbil Tuşalp, s. 329…332)
Milli güvenlik doktrinine dayalı milli kültür anlayışının teorik ve pratik amaç ve araçlarını geliştirmekle görevli Yüksek Kurum, yapısal açıdan birer kurumlaşmış kültür unsuru kabul edilen din, ahlak, hukuk, ekonomi, politika, basın-yayın ve kitap konularında politika üretme, istihbarat toplama, kadro oluşturma yetkileri ile donatılmıştı. 12 Eylül’le en üst düzeyde kaynaşan Ocaklılar bu tip kurumların vazgeçilmez üyeleri oldular. Bu üst düzey bağlantıyı ocağın ileri gelenlerinden Prof. Süleyman Yalçın şöyle anlatıyor: “1975-1980 arasında oldukça etkili faaliyet yapan Aydınlar Ocağı, hayatta insanı cemiyet içinde izah eden bir çaba, tarih içinde Türklerin müslüman olmasından sonraki oluşumun bir neticesidir. 12 Eylül’le birlikte, Necdet Üruğ Paşa 1. Ordu komutanıydı, daha önceden temaslarımız vardı, severiz, sayarız, bizim görüşlerimizi paylaşan bir insandı. Gördüler ki Türkiye’de, Türk devletine ve milletine yabancılaşmış bir grup insan var (…) Milliyetçi bir zemine oturmak ihtiyacını hissettiler. Fakat o devrede YÖK geldi, üniversiteleri yok etti adeta. Ama solun, marksizmin şerrinden kaçmak için işin başına milliyetçi-muhafazakar insanlar getirmeye çalıştılar. Pek çok dekan, rektör bu gruptan insanlar oldu”. Türk Opus Dei’si içinde generallerin de aktif olduğu ve teorisyenlerin görüşlerini siyasi pratikte geçerli kılmaya çalıştıkları açıkça görülüyor. 12 Eylül darbecilerinin milliyetçi zemine oturdukları, üniversiteyi solculardan temizleyerek milliyetçi-muhafazakarlara teslim ettikleri, dekan ve rektörlerin Türk-İslam sentezcileri oldukları Süleyman Yalçın tarafından belirtilmektedir. Sağ federasyonun partiler arası dağılmışlığından kaygı duyan milliyetçi-muhafazakar, kutsal devlet ve otorite yanlısı sağ entelijansiya partilerin tasfiyesini devletin bekası açısından zorunlu görerek darbeye bu konuda da en büyük desteği vermişlerdir. Bunu ikame etmek için toplumsal dayanaklarını güçlendirme adına sentezcilerin çabalarıyla yetkin bir uygulama kazanan islamcı dalga hayatın her alanına ağırlığını darbe sonrasında eskisinden daha büyük bir güç ve örgütlülükle koymuştur. Bu güç ve örgütlülükle ilgili olarak Gencay Şaylan’ın İslamiyet ve Siyaset adlı çalışmasından özet bilgiler aktarmak darbenin şeriatçı içeriğini aydınlatmak açısından yararlı olacaktır. Adı geçen çalışmanın verilerine göre; “1980 öncesinde genellikle sol akımların ve örgütlenmenin etkin olduğu ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. gibi seçkin kuruluşlarda halen örgütlü ve ortada gözüken tek siyasi hareket islamcılardır.” İmam-hatip lisesi kökenli gençlerle, islamcı hareketin sözü edilen kuruluşlarda ve diğer yüksek öğretim kurumlarında etkinliğini arttırmakta olduğu gözlemlenebilmektedir. Siyasi morali oldukça yüksek bulunan akımların “gelecek bizimdir” inancına sahip olduğu görülmektedir. Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı’nın yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına görede 12 Eylül darbesinden sonra islamın önemli bir gelişme gösterdiği varsayımı doğrulanmakta olup, 1981-1986 arasında dinsel bağlılığın arttığı ifade eden kesimlerin özellikleri “gelecek bizimdir” umudunun dayanaklarını ortaya koymaktadır. Dinsel bağlılığın son beş yıl içinde arttığını belirterek görüş bildirenlerin mesleklere göre dağılımı:
Bir mesleği olamayanlar : %21.7
İşçiler : % 12
Memurlar : %30.1
Serbest meslek ‘ : %6.1
Öğrenci : %20.5
Esnaf ve zanaatkar : %9.6
Devlet kurumları içinde eğitim gören ve çalışan memurlar ile öğrencilerin İslama dönüş hareketinde başı çekmesi çarpıcı bir olgudur. Devletin Türk-İslam sentezini resmi görüş haline getirmesi sonucunda islamcı kadrolaşma güçlendiği gibi yüksek öğretim kurumlarının imam-hatiplere açılması buradaki islamcı oluşumları yoğunlaştırmış görünmektedir. Belirleyici olan bu kişilerin bireysel bir vecd ve mistik tasarım sonucu İslama bağlanmaları değil devletin islamcı akımlara güç kazandıran dindarlık siyasetidir. 12 Eylül sonra-, sında tarikat örgütlenmesi daha da güçlenmiş, Suudi sermayesi tarafından finanse edilen, mali açıdan büyük kaynaklara sahip vakıflar ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bulunan 57.000 civarında camii, 374 imam-hatip okulu ve 6000 civarında Kur’an Kursu, Nakşibendiler, Nurcular, Süleymancılar, Bahailer, Kadiriler, Rıfailer, Asyacılar, Işıkçılar, Fethullahçılar, Hizbullahçılar ile ilişkileri içinde düşünüldüğünde devletin Diyanet İşleri bütçe ve kadrosunda somutlanan muazzam din desteği yanında İslami örgütlenmenin gücüne hiçbir itirazı olmadığını göstermektedir. Bu boyutta bir örgütlenmeye verilen destek devletin baş örtü yasağı türünden göstermelik çıkışlarıyla gündem dışında tutulamayacak kadar önemlidir. İslamcı etkinliğin büyük bir yayın bolluğu içinde gelişmesi ve 1980 sonrasında adeta bir dergi ve kitap patlaması yaşaması, hakkında “beraat” kararı verilmiş 133.000 kitabı sosyalist klasikler olduğu için önce “tutuklayan” sonra yakan sıkıyönetim uygulamaları ile birlikte düşünülmelidir. İslam, İcmal, Tavır, Girişim gibi islamcı akımın sözcüsü konumunda bulunan dergilerin satış rakamları bu yayınların içeriklerini belirleyen şeriatçı görüşlerle birlikte düşünüldüğünde islamcıların politik etkinliğinin sözde laik Türkiye’de ne kadar büyük olduğu görülmektedir. Bu yayınlar arasında bulunan İslam dergisinin tirajı 115.000 civarında olup islamcı yayınların gücünü ve yaygınlığını simgeleyen listeye şunları da eklemek mümkün; İcmal-Kadirilere yakın bir dergi olup tirajı 70.000 civarında; Sur-Nurculara yakın ve sadece abonelere dağıtılan aylık dergi tirajı 20.000, Mektup, Altınoluk, Aile ve Kadın gibi Nakşibendilere yakın üç derginin toplam tirajları ise 115.000 dolayındadır.
Ayrıca islamcı akımlara sempati ile bakan Milli Gazete, Zaman, Türkiye, Yeni Nesil türünden 4 Gazetenin ortalama günlük.tirajı 213.000 civarında bulunmaktadır. Bu yayın imkanları, devletteki kadroları, üniversitelerdeki örgütlülüğü yanında tarikatların özellikle DP döneminde açığa çıkan siyasi etkinlikleri 12 Eylül döneminde Ve Eylül yönetiminin sürdürücüsü ANAP zamanında zirveye çıkmıştır. Örneğin Nakşibendilerin Türk siyasal yaşamını belirleyen faktörlerden biri olduğunu artık kimse tartışmaya bile gerek duymamaktadır. Türk-İslam sentezinin düşünsel ve siyasal düzlemde İslama evrilmesi kaçınılmaz bir olgu olarak kendini dayatmıştır. Bu olgunun 12 Eylül partileri düzeyinde yansımalarını Şaylan’ın kitabında yeralan bilgilere göre eski bir MSP yöneticisi şu biçimde vurgulamaktadır: “Türkiye’de bir tarikat üzerine oturmayan ya da o yönde gayret göstermeyen sağcı parti yoktur.”67 İslamcı akımların sağ partilere ilişkin destekleri hakkında başka bir kaynak ise şu bilgileri içeriyor: “Yeni Nesil ile Yeni Asya çevreleri DYP’cilik-Demirelcilik yarışı içinde, gözü devlete sadık mümin kadrolar yetiştirmekten başka bir şey görmeyen Fettullah Hoca şu an doğal olarak ANAP’cı, politika yapmayı kendilerine zarar gelmemesi için en güçlü sağ partiyle iyi geçinmek olarak gören Süleymancılar, Adıyaman Dergahı gibi yapılanmalarda ANAP ile iyi -geçiniyorlar. Başta Erenköy Dergahı’nın İstanbul Kolu olmak üzere, bir dizi küçük gelenekçi cemaat ANAP’a yalnız oy değil, kadro da veriyorlar.” 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezine dayalı, milli güvenlik doktrini çerçevesinde geliştirilen ve istihbarat kuruluşları-ordu-Aydınlar Ocağı-sağcılaştırılan üniversite eksenine oturtulan ve solun politik, ideolojik, toplumsal etkinliğini kırmaya yönelik islamcı-şeriatçı politikası toplumla devlet arasındaki bağda tarikatlara örgütsel meşruiyet tanımıştır. Her türlü demokratik ara kurum ve örgütsel oluşumu solcuların kullanabileceği saplantısıyla reddeden devlet, toplumu tarikatlar, islamcı akımlar, islamcı eğitim kurumları, büyük bir din adamları topluluğu ile kontrol altında tutmayı 12 Eylül’le birlikte temel politikalarından biri haline getirmiştir. 12 Eylül partilerinin kuruluş sürecinde bu politikanın sonuçlarını çarpıcı bir biçimde ortaya koyan ve muhafazakar parti lideri Mehmet Pamak’ın “destek” talebine Türkiye’deki Süleymancıların lideri Kemal Kaçar’ın verdiği cevabı içeren simgesel tutum şöyledir: “Bizim Türkiye çapında müesseselerimiz var, bunların varlıklarını idame etmek için iktidara yakın olmak zorundayız. Kimi oy bakımından destekleyeceğimiz 5 Kasım’da belli olur. Bize şu anda en yakın görünen Özal, onu desteklemeyi düşünüyoruz.”169 Son derece monolitik ve hiyerarşik bir yapıya sahip ve Türkiye genelinde 1600 erkek ve 300 kız Kuran kursu çerçevesinde örgütlenen Süleymancıların bu kurslarının kapasitesi 100.000 kişi olup, esas birim olan tekke ya da dergahlarda yer alanlar bu sayıya dahil değildir. Ayrıca 7.10.1983 tarihi itibarıyla 904 dernekte örgütlenen kurs ve okul talebelerine yardım dernekleri federasyonunun herbirinin bir yurt açtığı düşünülürse bu yurtlara 90.000 civarında öğrencinin devam ettiği görülecektir.
12 Eylül sonrasında tüm Süleymancı yurtlarında Kenan Evren köşeleri açıldığı da Ayet ve Slogan isimli eserin 133. sayfasında yer almıştır. Bugün yalnızca Almanya’da 150’yi aşkın camiinin Süleymancıların kontrolünde olduğu biliniyor. Bu kadar yaygın ve güçlü bir örgütlenmeye sahip Süleymancıların Türkiye’deki islamcı akımlardan yalnızca birini temsil etmesi gerçeği ile birlikte darbenin toplumun diğer örgütlenme düzlemlerdeki bastırıcı ve yok ediciliğine bakmakta yarar var: 12 Eylül darbesi İzmir Sıkıyönetim komutanlığı emriyle sadece İzmir’de 589 dernek kapattı. Kapatılan derneklerden bazıları: Torbalı Kasaplar Derneği, Ödemiş Patates Ekicileri, Fidancılar ve Pamukçular Der., Sağırları Koruma Der., Fakir Hastalara Yardım Der. TMMOB’nin genelkurul toplantısında solcu avlayacağını düşünen askeri yönetim, toplantıya katılacak delegelerin isimleri, işyerleri, oturma adreslerini istemiştir. Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Müdürünün imzasını içeren yazıda bu bilgilerin verilmesinden sonra “Genel kurulunuzun yapılıp yapılmayacağı ayrıca bildirilecektir” uyarısı yer almıştır. Türkiye Barolar Birliği Adalet Bakanlığına, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bayındırlık Bakanlığına, Türk Tabipler Birliği Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığına bağlanırken, islamcı- akımlarda yayınların yanı sıra vakıf, dernek, kurs patlaması da yaşanıyordu. Toplum ile devlet arasında bulunan muhalif ara yapıların ortadan kaldırıldığı bu süreçte kendini “İslam Dindarlığı” çizgisinde ifade etmek zorunda bırakılan Türkiye toplumunu 12 Eylül yönetimi her türlü aydınlanmacı ve eşitlikçi insani değerlerden “izole” ediyordu. İslamcı akımların açık desteklerine gelince; örneğin, Fettullahçılara yakın olan nurcu gruplardan Türkiye Öğretmenler Vakfı’nın dergisi Sızıntı, 12 Eylül’e desteğini şöyle ifade ediyordu: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya… Onun süngüsü yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktır. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam…”171 Sızıntı başyazarının Çağ ve Nesil adı altında birleştirdiği yazılarından birinde 12 Eylül darbesi için Düşmanı kıskıvrak yakalama ve zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen mehmetçiğe, istihâlerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” (s. 9) demektedir. Çeşitli islami akımların bu türden görüşlerini içeren örnekleri çoğaltmak mümkün, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine islam kesimi birkaç marjinal çizgisi dışında tümüyle destek verdi. Darbelerin geniş kitleler nezdinde meşrulaştırılmasının propagandasını yaptı ve anti-komünizm temelinde oluşturulan her türlü sol akımı yok etmeye kararlı askeri darbelerin toplumda gerçekleştirdiği otoriter disiplinin sür-dürücüsü oldu. Bu otoriter disiplinin faşizan renklerinin şeriatçı islam tarafından da benimsenmesi konusunda Ahmet Güner ve Hakkı Karadeniz’in Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye’de Mezhep ve Tarikatlar” başlıklı çalışmalarının 17.5.1986 tarihli bölümü Süleymancıların bir toplantısından yola çıkarak yapılan çok ilginç ipuçları içermektedir:
1- Güç ve yaygınlık: Yurdun dört bir yanında bini aşkın kurs binası, buralarda barınan en azından yüz bin genç, yurtdışındaki 215 islam kültür merkezi.
2- Yasallık ve modernlik: Yasalara göre kurulmuş dernekler ve basına açık genel kurul; ülkenin önde gelen isimlerinin kutlama telgrafları, öte yandan herkesin kravatlı olması.
3- Disiplin ve itaat: Zamanında başlayıp biten bir toplantı, hep birlikte alkışlayan, ayağa kalkan beş bin kişilik bir kalabalık, Kemal Kaçar’a katıksız bir itaat ve saygı. Kaçar’ın tekbir el işaretiyle alkışların duruvermesi…
Türk-İslam sentezi doğrultusunda toplumsal muhalefeti durdurma ve solu etkisiz kılmada otoriter ve dindar devletle islamcı kesimin ana akımları devletle birçok noktada içice geçmiş, bu doğrultuda islami özelliklerini korumakla birlikte bir çoğu devletin kitleleri hizaya çekmesinde otorite ve disiplinin toplumsal aracıları olarak faşizan yapıya sahip örgütlenmeler içine girmişlerdir. Bu noktadan Türk-İslam sentezi çerçevesinde solu önlemeye yönelik tüm hareketleri “milli kültür”ün korunması kapsamında değerlendirilen Ocaklı kesimin ünlü ismi Muharrem Ergin’in faşizmi anti-komünist işlev açısından olumlayan görüşlerini aktarmak islamcı kesimi de kucaklayan politik misyona ışık tular niteliktedir. Ergin’e göre “Faşizmde bir diktatörlüktür… Faşizm de siyasi hürriyet yoktur. Fakat ferdi mülkiyet ve sosyo-kültürel hürriyetle iktisadi hürriyet vardır. Bu bakımdan faşizm eski mutlakiyet idarelerinin hanedana dayanmayan ve tahakkümü daha mutlak olan modern bir şekli gibidir. Sınıf mücadelesine asla imkan vermez ve komünizmin en amansız düşmanıdır. Yalnız faşizmdir ki bulunduğu yerde komünizm kesin olarak ortadan kaldırılır… Faşizm birçok yerde sırf komünizm tehlikesine karşı koymak üzere işbaşına geçer. Dolayısıyla faşizmi davet eden mühim sebep komünizmdir. Komünistler sınıf mücadelesine imkan vermeyen idareye faşizm derler, fakat bu tarif doğru değildir ve faşizmin komünistçe tarifidir. Halbuki faşizm, evvelce de temas ettiğimiz gibi komünizmin diktatörlüğünün ve zulmünün yanında çocuk oyuncağı kalır.”
12 Eylül darbesi koşullarında tekelli sermayenin çıkarlarına uygun merkeziyetçi, otoriter, militarist ve şoven yönleri Türk-İslam sentezi çerçevesinde global bir toplum ve siyaset projesine dönüştürülen “sağ federasyon”, islami güçlerin anti-komünist ideolojileri ve düzen içi bağlarıyla ve kadrolarıyla bütünleşerek ABD emperyalizmi yörüngesine “dindar devlet” anlayışı ile otururken resmi kültürün cilasını oluşturan laiklik sözde aydınlanmacılık, klerikal geleneğe karşı olma gibi sol Kemalist yüklerin tasfiyesi sağlandı. Bu tasfiye laik devlet illüzyonuna bağlı kadroların devletten dışlanması ile birlikte gelişti. Toplumun bilimsel yöntemlere dayalı ve insanlığın ortak aydınlanma mirası ile bütünlenen diyalektik akılcılığa tümüyle kapatılması laikliğin zaten zayıf olan kültürel ve sosyal temellerini çözdü. Devletin görünür yüzünde içi boşaltılmış bir kurallar ve kurumlar manzumesine dönüştürülen laiklik son gösterisini tiraji-komik biçimde başörtü yasağıyla yaptı. Toplumun çağdaş değerlerden, yani eşitlikçilik temelinde özgürlük anlayışından demokratik ve bilimsel değerlerden “izole” edildiği bir ortamda laiklik hemen hemen tüm varlık koşullarını yitirdi.
Toplumsal örgütlenmenin kişisel otoriter bağlar içeren tarikat, islami vakıf, kuran kursu, dergah örgütlenmelerinin akıldışı ve hiyerarşik yapısına bağlandığı 12 Eylül koşulları, dini örgütlenmeler ile kadrolaşmalar dışındakilere yaşam hakkı tanımadı ve bu örgütsüzlü-ğü sürekli kılacak siyasal, hukuki mekanizmalar oluşturdu. Hükümete gelmek bir yana parti vasfını kazanmak için bile olsa islamcı güç odaklarının her türlü desteğinden yararlanmayı zaten geleneğinde taşıyan sağ federasyon özellikle ANAP döneminde karşılıklı yarar esasları doğrultusunda islamcı akımı devletin yanı sıra tekelci sermaye ile de kaynaştırdı. Bu süreçte eklektik bir yapı olmanın esnekliğini taşıyan Türk-İslam sentezine önemli misyonlar yüklenmesinin yanında, iyice “sopa” çekilen toplumun önüne “havuç” olarak devletin toplumsal alandaki total uzantıları olan islamcı örgüt ve şeriatçı çözümler konuldu. Anlatılan bu süreçte Aydınlar Ocağı ve Sİ-SAV (Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Vakfı) türünden Opus Dei örgütlerin kesişme noktasında yer alan yapıların Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu türünden “gizli” çalışmalar yapan istihbarat yetkilerine sahip kuruluşların, Milli Güvenlik Konseyine danışmanlık statüsü ile bağlı ve adının içerdiği “masum” bilimsel anlam dışında görevleri olan Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü türünden kuruluşların konumlarını irdelemeye çalıştık. Tüm bu kurumlar içice geçmiş olup tek bir hedefe, statükonun ve mülkiyet rejiminin inisiyatör ve garantörü olan “kutsal devletin” güçlendirilmesi ve ezici bir otoriter hıza kavuşturulması hedefine doğru seferber olmuşlardır. Bu kurum, anlayış, siyaset ve yönelişlerin doktriner ve resmi ifadesi Türk-İslam sentezi uygulamadaki ifadesi ise devletin tüm demokratik oluşumları eşitlikçi değer ve örgütlenmeleri “her türlü sol akım” temelinde bastırmaya yönelik büyük şiddet politikasıdır. Biriken şiddetin sonuçları itibarıyla topluma, ideolojik kanallarla yansıtılması devletin restore edildiği 12 Eylül sürecinde ve sonrasında alabildiğince kurumlaşmıştır. Bu kurumlaşma, 12 Eylül döneminde devlet terörü -bunun meşrulaştırılması için propaganda-, devlet terörünün ve propagandanın birikimlerinin resmi kültüre aktarılması döngüsünde gerçekleştirilmiş, 12 Eylül’ün yarattığı şiddet fırtınasıda eylül öncesindeki terörizm gerekçesine bağlanarak haklı gösterilmeye çalışılmıştır.
Suat Parlar, “Silahlı Bürokrasinin Ekonomi Politiği”, Bibliotek Yay., 1997, İstanbul.