Tarihin sayfalarını süsleyen fetihler, büyük hükümdarlar, imparatorluklar uzun bir yalanlar zincirinin halkalarıdır. Tahtların, taçların ve büyük kopuş öyküleriyle bezenen cumhuriyetlerin ardında duran ekonomik, mali, politik iktidar sahipleri gerçek gücü temsil ederler. Özel mülkiyete dayalı toplumsal düzenlerin birikimi, binlerce yıllık bir akış sisteminin sosyal, ekonomik, ideolojik, hukuki genetiğinde şekillenir. Egemenlik sistemlerinin zincirinde son halkayı temsil eden burjuvazi, tüm kopuş söylemlerine rağmen köleciliğin, tefeciliğin, sistemli işkencenin, insan kırımcılığın, yağmacılığın, din başta olmak üzere savaşı meşrulaştıran her türlü dünya görüşünün, zor aygıtlarının sürekli bir sermaye birikimi mekanizması olarak sürdürülmesinin temsilcisidir. Küreselleşme etiketiyle tüm olumsuz tarihsel, politik, ideolojik yüklerinden arındırılarak sunulan binlerce yıllık köleci emperyalizm olgusunun çekirdeğinde yer alan burjuvazi, insanlığı zincirleyen özel mülkiyetçi egemenlik sitemlerinin tüm genetik birikimini içerir. Burjuva egemenliğinin anahtarı, “devrimler” yanılsamasına dayandırılan “ilerleme” ideolojisinin tarihsel kalpazanlığında değil, bu birikimin muazzam şiddet ve sömürü araçlarında aranmalıdır. Tıpkı emperyalizmin binlerce yıllık kökleri bulunan bir sistem olmasındaki gibi.
Küreselleşme etiketiyle yeni bir ideolojik meşrulaştırmanın yapay politik gündemine bağlanan emperyalizm olgusunun çekirdeğinde, burjuva iktidar sisteminin ekonomik, askerî, mali mekanizmalarının birleşik işleyişi bulunur. Bu işleyiş; köleciliğin temellendirdiği hukuki, kurumsal, ideolojik, sosyal birikimin mayalandırdığı koşullar zemininde gerçekleşir. Burjuvazi bu bağlamda köle sahipleri sınıfının mirasçısıdır. Tüm politik, ekonomik, askerî ve ideolojik iktidar aygıtlarının genetiğinde köleciliğin şifreleri bulunur. Burjuvazi; köle sahipleri, militarist egemenlik tanrıları, soykırımcı ve insankırımcı kutsal katil sürüleri, insanlığı zincirleyen tefeci vahşetin bütünlüklü suretidir. Bu suretten yaratmaya çalıştığı ise; beşeriyetin geçiş yapacağı eşitlikçi bir düzenin zorunlu toplumsal ve ekonomik koşulları değil, tam tersine her türlü gelişme imkânını kâr değirmenlerinde öğüterek yok etmektir.
Burjuvazi, emperyalizmin binlerce yıl öncesinde biçimlenen iktidar ve fetih mekanizmalarını temsil eden sınıfların aynasıdır. Emperyalizm kapitalizmin “en yüksek aşaması” değil özüdür. Bu çerçevede, emperyalizmin işleyiş koşulları, askerî ve politik biçimleri, ideolojik temelleri, başlıca iktidar kaynaklarına sahip olan sınıfların öncelikleriyle içiçedir. Burjuvazinin tarihsel “ilerleme” ideolojisinin karartıcılığında “devrimci” kopuş söylemleriyle yüceltilmesi ve karmaşık toplumsal, ekonomik, ideolojik modellerin örttüğü kapalı bir teorik devreler ilâhiyatının özel alanında kavranması tüm sürekliliklerin çözümlenme olanaklarını ortadan kaldırır. Kölecilik, insan hırsızlığı, soykırımcılık, talan ve yağmanın sürekli birikim araçları olması, sistemli işkencenin finansal bir düzenek biçiminde kullanılması, tefecilik, ilkel sermaye mayalanmasının, nereden başlayıp bittiği belirsiz aşamasına sıkıştırılır. Oysa bu olgular, özel mülkiyetçi toplumsal sistemlerin özünde bulunan onsuz olunamayacak temel birikim temel birikim, kâr ve piyasa mekanizmalarıdır. Bu mekanizmaların işleyişi ile bütünleşen beşeri tablo ise sanki öncesinde olumlu özellikler içeren bir başka toplumsal düzen varmış gibi çürüme nitelendirmesiyle tanımlanır. Oysa tüm özel mülkiyet esasına göre örgütlenen toplumsal sistemler farklı derecelerde insanın mülk edinilmesini, kadının bir sermaye birikim aracı olarak kullanılmasını, sömürünün insani gelişme potansiyellerini tahrip etmesini, doğanın kâr kaynağına dönüştürülmesini içerir. Tarihin akış çizgisinde hiç bir imparatorluk veya dini düzen özel mülkiyetçi örgütlenme ilkesi temelinde beşeriyet için bir “altın çağı” temsil edemez. Burjuvazinin çekirdeğinde egemen sınıf olarak yeraldığı kapitalizm ise; tüm mülkiyetçi sistemlerin tarihsel birikimine dayanmakla kalmaz, onların insanı zincirleyen başlıca yapısal unsurlarına süreklilik kazandırır. Bu sürekliliğin anlaşılır kılınması için hep akılda tutulması gereken soruların başında “para nereden gelir?” bulunmalıdır.
Bu soruya “Borçlular Hapishanesi” adlı çalışmamda verilen cevapların bazılarını tekrar etmekle beraber, karakteristik metafizik ve şematik zamandizini mantığının dışında, sürekliliği esas alarak, temel politik, ekonomik, ideolojik dinamikleri; dönemlendirme mantığının karartıcı idealizmi dışında değerlendirmek gerekiyor. Bu bütünsel kavrayış iddiası, “anarşik” bir kurguya dayalı akıl yürütme biçimine değil (tersi ve yanlışlığı ileri sürülebilecek olduğu ölçüde nesnel) teorik sınamanın ölçütlerine açık olmanın güveniyle aşamalar dizgesinin reddine dayanır. Para ile devam ediyorum: Kopernik dünyanın güneş çevresinde döndüğü teorisini ortaya atmakla tanınır. Ama Kopernik aynı zamanda para üzerine de incelemeler yapmıştı. Ülkesi Polonya’nın para sisteminin değiştirilmesini öneriyor ve değişik birimlerin tek bir sisteme bağlanmasını savunuyordu. Çok sayıda yerel egemene verilen para basma izninin ticari gelişmeyi engellediğini vurgulayan Kopernik, birleşik bir mali sistemi savunuyordu. Bu mali “güneş” odaklı sistemde para değerinin düşürülmesine karşı çıkan Kopernik; “Krallıkların, cumhuriyetlerin çökmesine yol açan çeşitli belalar vardır ama kanımca bunların başlıcaları dört tanedir. Kavga, salgın, verimsiz toprak ve paranın bozulması” tespitini yapıyordu.
Kopernik’in birleşik ve tek para biriminin egemenliğine dayalı bir finans teorisini savunması ile güneş odaklı sistemin şifrelerini birlikte çözümlemek burjuva akıl ideolojilerinin kökleri açısından hayli verimli sonuçları ortaya çıkarabilir. Eski Mısır’ın eşitsizlikçi kast siteminin ideolojik birikimine dayanan Yahudiliğin, Neo-Platonculuğun ve Kabala’nın biçimlendirdiği dünya görüşünün ilkelerine dayanan Kopernik güneş üzerinde odaklanıyor, sayı gizemciliğinin matematik soyutlamaları temelinde çalışıyordu. Matematiksel soyutlama, sayı gizemciliği, Yahudi egemenlik ilâhiyatının kutsal muhasebe sistemi, doğaya egemenliğin İbrani kaynaklı bir dizge olarak burjuva akıl ideolojilerinin temelini oluşturma olgularıyla dünya ölçeğinde ticari, mali, sınaî birikim mekanizma ve ilişkilerinin bir toplumsal iktidar kaynağı tarzında kurumlaşması içiçedir. Para, ideoloji, din, bilim, sınıf egemenliği içiçe gelişen süreçler bileşkelerinin ortak dinamiklerinde biçimlenirler. Kopernik bu biçimlenmenin en uç noktadaki açıklıklarını birleştiren isimdir. Polonya hükümetinin mali danışmanı olan Kopernik (1473-1543) burjuva akıl ideolojisini temsil eden kavramsal simgenin yani “modern bilimin” kurucu peygamberleri arasındadır.
“Kopernik düşünce tarihinde bir dönüm noktasını simgeler: onun adıyla anılan sistem yalnız modern bilimin doğuşuna değil, insanın evren içindeki yerini saptamada yeni… bir görüşün ortaya çıkmasına da başlangıç sayılır.”(1) Kopernik’in güneş merkezli görüşünün Platoncu ve Yahudi Kabalası’na dayanan köklerini ortaya koyan Frances Yates’i destekleyen Bernal, 15. yüzyılın sonlarında bu iki akımı birleştiren Rönesans düşünürü Pico della Mirandola’dan sözeder. (2) Yates’e göre “Kopernik… Ficino’nun neo-platoncu dünya görüşü içinde yaşıyordu.” Filozof Marsilio Ficino, ticari oligarşinin kent devleti olan Floransa dışında Carrego’da bulunan villasında “kurduğu yeniden canlandırılmış Platon Akademisi’nde” çalışmalarını sürdürüyordu. Platon tüm eşitsizlikçi sistemlerin “ütopyası” olan Mısır’ın kast sistemini savunuyordu. Onun dizgesinin köklerindeki Mısır egemenlik sisteminin kurucu unsurları burjuva akıl ideolojileri, örgütlenme biçimleri, sınıfsal iktidar aygıtlarına içerildi. Tüccar oligarşilerinin egemenliğinde bulunan İtalyan kent devletlerinde ve Avrupa’nın pek çok yerinde ortaya çıkan Rönesans Akademileri için Bernal şu bilgiyi veriyor: “Her ne kadar bu akademiler Platon’un Atina’daki akademisine göre oluşturulduysa da, üyeleri Mısır tapınaklarındaki ideal rahipler zümresi modeline uygun olarak” kuruluyordu. Fransız Akademisi başta olmak üzere “ölümsüzler” rütbesine yükselme törenlerinin temelleri, Antikçağ’dan kalma yazılara dayanarak “uydurulan” ancak kökleri Eski Mısır’da bulunan seçkinlerin özel ayinlerine kadar gider. Eşitsizlikçi kast sisteminin örgütlenme biçimlerini yeni-platoncular aracılığıyla benimseyen “Rönesans bilimcileri” ayrıca, Platon’u, sayı gizemciliğinin savunucusu Pythagoras, Orfeus ve tüm bunların kaynağında bulunan Mısır’ı felsefi, bilimsel, mistik yönleriyle inceliyorlardı. Mısır “büyüsü” bu düşünce sistemi içinde İbrani “doğaya egemenlik” ilkesi ile bütünleştiriliyordu. 15. yüzyıl sonlarında yeni-platonculuk ile Kabala düşüncesini birleştiren Pico “modern bilim” açısından temel ilke olan “dünya üzerinde etkide bulunmak ve kaderini bilim yoluyla denetlemek için, hem büyüden hem de Kabala’dan” yararlanılabileceği görüşünü savunuyordu. Mısır hiyeroglifleri, İbrani harfleri, sayı gizemciliği, seçkinlerin kutsal örgütlenmeleri, kâinatın gizli şifrelerine ilişkin bilginin “ölümsüzlük” mertebesine ulaşan “özel” şahsiyetlerin tekelinde bulunması kast sisteminin eşitsizlikçiliğini içeren unsurlar olarak burjuva akıl ideolojilerinin şifrelerine aktarıldı. Bu süreç, koyu bir “seçilmişler” ilâhiyatının katı kutsallığıyla işledi ve “modern bilim” olarak etiketlenerek burjuva egemenliğinin ideolojik çıkarlarına hizmet edecek biçimde kurumlaştırıldı. Kopernik bu oluşumun çekirdeğinde yer alır.
“Modern bilim” etiketi taşıyan burjuva akıl ideolojisinin evrenselcilik vurguları, doğaya egemen olmanın meşruluğunu içeren İbrani ilâhiyat dizgesinin lâikleştirilmesi ve kâr temelinde örgütlenen düzenin başlıca sosyal, iktisadi, mali teorileri, ince ilmeklerle içiçe dokunur. Bu bağlamda adına bir bilimsel “devrim” eklenen Kopernik’in Polonya hükümetinin mali danışmanı ve aynı zamanda etkileri yeterince incelenmemiş bir para teorisinin yaratıcısı olması kayda değer niteliktedir. Burjuva evrenselciliğinin kâr, ticaret ve sömürü önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması temeline dayandığı açıktır. Ancak bu evrenselciliğin dayandığı birikimin ideolojik, politik, felsefi, mali, ekonomik arka plânı kavranmadan sistemin gerçek işleyiş dinamiklerini ortaya koymak mümkün değildir. Sözkonusu evrenselciliği besleyen ideolojik, politik, felsefi ve örgütsel kaynakların dayandığı tarihsel birikim konusunda burjuvazi oldukça sağlam bir egemenlik bilincine sahiptir. Para, kâr, piyasa ve mülkiyet sistemlerinin evrensel dokusunda ilâhi kaynaklardan felsefi akımlara, lâik akıl ideolojilerinden bilimsel tekelciliğin kastlaşmış biçimlerine kadar muazzam bir ideolojik araç ve kaynaklar birikimine yaslanan burjuvazi, çıkarlarını “insanlık” soyutlamasının meşruluğu ile örter. Bu noktada, uzun bir parantez içinde bu evrenselciliğin, Rönesans ve Aydınlanmanın akış çizgisine yansıyan bazı ayrıntılarına dikkat çekmekte yarar var.
Eski Mısır gizemciliği, Platonculuk, Yeni-Platonculuk, Rönesans ve Aydınlanma ideolojilerinde harmanlanır. Gökyüzü araştırmalarının Mısır’da önemli bir yeri vardır. Diğer yandan Mısır çoktanrıcılığının en kalıcı unsuru Tanrı Osiris, karısı İsis ve oğlu Horus arasındaki üçgendir. Antikçağın sonunda yerleşik hale gelen “teslis” (üçlü birlik) temelinde, Hristiyanlığın Tanrı’nın baba-oğul ve kutsal ruh olarak üç kişiliği kendinde topladığı inancının yanı sıra Hermesçiler, yeni-platoncular, Yahudiler de benzer üçgenlerin gizemciliğinde buluşuyorlardı. Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer akımların Tanrı anlayışının Platoncu dizge ile bağlantısını vurgulayan Bernal şunları yazıyor: “Gizli Tanrı, yani Platoncu düşüncedeki “iyilik” ilkesi yada ilk ilke, yaratma eyleminin karşısında saf düşünce idi. Üçlü birliğin üçüncü üyesi büyük bir çeşitlilik gösteriyor, “dünyanın ruhu”, Tanrı’nın zihni v.b., hatta dünyadaki yada evrendeki canlı madde olarak görülüyordu; fakat asli işlevi, bir yandan üçlü birliğin (bir baba Tanrı, babasının zekâsını harekete geçiren bir oğul ve bu ikisi arasında köprü görevi gören üçüncü bir güç) öteki iki üyesi arasında köprü görevi görmek, öte yandan da onları birbirinden ayrı tutmak gibi bir diyalektik işlev idi.”
“Gizli Tanrı” sonsuz (küllî) olduğu için ancak kısmen algılanabiliyordu. Bu anlayışın ortaya çıkardığı inanç kalıbı tüm egemenlik ideolojilerinin çekirdeğine yerleşti. Buna göre “seçilmiş” ve “aydınlanmış” azınlık çeşitli ölçütlere uyarak Tanrı’ya “gizli” olan ilk nedene yaklaşırken, çoğunluk bu imkândan yoksundur. Kurumsal Mısır dininin “seçilmişler” için sunduğu gizlilik, dayanışma, ortak hareket etme kalıpları inanç içeriğinin dışında büyük bir iktidar gücünün birikim ve örgütlenme düzeneklerinin gelişmesine imkân veriyor, mülkiyetçi eşitsizlik düzenlerinin hükmetme, yönetme, itaat sağlama biliminin evrensel harcını karıyordu. Bernal anlatıyor: “Mısır büyük bir siyasal ve dinsel belirsizlikler ve çeşitlilikler döneminden geçiyordu (…) gruplar Tanrı’ya (…) tarikatlar içinde ulaşılabileceği inancına eğilim gösteriyordu. Tanrı’ya ulaşmak içinse, çetin ve gizemli bir erginlenme sürecinden geçmek zorunluydu. Bunun kilit ögelerinden biri, edilen korkunç gizlilik yeminiydi.”
Mısır dininin kalıntılarından doğan Hermesçilik, yeni-platonculuk ve gnostisizm, bünyesinde eşitsizlikçiliği barındıran akımlardır. Bu üç akımdan en eskisi Hermesçiliktir. Yunan, Yahudi, Pers, Mezopotamya ve Mısır birikimlerinin etkilerini taşıyan Hermesçilik; sadece Gnostisizm ve yeni-platonculuk ile değil Platonculukla da yakın bir ilişki içindedir. Yuhanna İncili’nin ilâhiyatı ve Aziz Pavlus’un mektupları ile Hermesçilik arasında bağlantılar bulunmaktadır. Bu noktada Hermesçilik konusunda en genel çizgileriyle şunlar söylenebilir:
Kökleri Mısır’da bulunan Hermesçilik, “Yunan kaynaklarından öğrenilmektedir. Latince çevirisi 1471’de ve Yunanca metin 1554’de basılmıştır. Yunan kaynaklarına göre Hermes, günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da yaşayan bir terziydi. Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşır. Yunanlılar ona Ermis yada üç kez bilgin anlamında Trismegiste derler. Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar Hermes-ül Heramise adıyla anmaktadırlar. Kur’ana göre Hermes, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris’tir.”(3) Hermesçilik “varlığın birliği” öğretisini savunur. Bu öğretiye göre “nedenler nedeni daima gizlidir” ve ancak “kimi insanlar öteki insanların göremediklerini görebilirler”. Hermesçilik, ruh-beden ayrımına dayanır. Tüm eşitsizlikçi metafiziklerin özünde bulunan bu ikicilik Hermesçi öğretide ruhun üstünlüğünü mutlaklaştırır:
“Kocaman boşluğun en altında ölümlülük yeri dünya var, en üstünde de ölümsüzlük yeri Zühal yıldızı. Zühal yıldızı, evrensel aklın bütün esrarını taşımaktadır… Zühal parlak bir ışık içindedir, ruhlar oradan koparak dünyaya doğru düşmeye başlarlar. Bu düşüş bir sınavdır ve büyük ışıktan, inildikçe yavaş yavaş koyulaşan, karanlığa doğrudur. Işık ruhtur ve karanlık da maddedir. Ruh, kısa bir sınav için yeryüzüne inip maddeyle birleşecektir, ama maddeye boyun eğmeyecektir. Ruhun maddeye boyun eğmesi (ona yenilmesi), sonsuz olarak yok olmasını gerektirir. İnsan ruhu, külli ruhun çocuğudur. Sınavı kazanamazsa o ruhta bulunan külli ışık sönecek ve Zühal’den kopmuş olan o ışık kendi başına çıktığı yere dönerek sınavı kaybeden ruhu karanlıklar içinde eriyip tükenecektir. (…) Ruhları ölümsüzlüğe götüren, dünya sınavında iradelerini kullanarak ve acı çekerek elde ettikleri aydınlık bilinçtir… Her akıl bu gerçeği kavrayamaz.”(4)
Eski Ahit’te Musa Tanrı’yı YHVH sessiz harfleri ile anar. Musa, Tanrı’ya kim olduğunu sorduğu zaman aldığı cevap “Ben, ben olanım” karşılığının İbrani dilindeki baş harfleridir. Eski Ahit’te her kelimenin mutlaka anlamı olmasına karşılık bu kelimenin yoktur. Üstelik bu kelime Tanrı’nın adıdır. Ancak kelimenin anlamı Mısır dilinde araştırıldığında karşımıza “Işığın Tanrısı” çıkar. “Yahu” Eski Mısır dilinde “Işığın Tanrısı”na verilen isimdir. “Va” kelimesi ise yine Mısır dilinde tek ve bir olan anlamına geliyordu. “Yahu-va” bir ve tek olan “Işığın Tanrısı” anlamını taşır. Yuhanna İncili’ni kaleme alan St. Yuhanna, 1. Mektubunda Hristiyanlara şöyle seslenir: “Mesih’den işittiğimiz ve şimdi size ilettiğimiz bildiri şudur: Tanrı ışık’tır.”(5)
Mısır kökenli Hermesçilik Yahudi, Hristiyan, Platoncu ve İslâm egemenlik ilâhiyatları ile harmanlanır. Ruh-beden ikiliğinden yola çıkan ve çeşitli kavramlaştırmaların gizemli vurgularıyla örtülen eşitsizlik metafiziklerinde, “ışık”: üstün akıl, gizli Tanrı, evrenin yüce ilkesi biçiminde dillendirilen mutlak idealizmle bütünleştirilir. Bu anlayış, içerisindeki eşitlik, doğa-toplum-bilinç bütünlüğü vurgularının özü boşaltılarak egemenlik ideolojilerinin “seçilmiş” olanların ruhu temsil ettiklerine ilişkin ilkelerini tüm mülk sahibi zengin sınıfları kapsayacak biçimde genişletir. Bedeni temsil eden yoksullara, emekçilere, kölelere ise öte dünya vaatleri yanında iktidar kaynaklarını ellerinde tutanların adaletli ve merhametli davranacakları konusunda dua, telkin, günah gibi araçlarla ilâhi güvenceler verilir. “Işık” lâik burjuva evrenselciliğinde “Aydınlanma” ilâhiyatçılığının “modern bilim”in doğaya egemen olma konusunda mutlaklaştırılan dizgesine aktarılır.
Hermes Trismesgistos Yahudi, Hristiyan, İslâm öğretilerinde önemli bir figür olarak “bilginin timsali” biçiminde varlığını sürdürdü. Tek Tanrıcı dinlerin, vahiy alanı dışında kalan tarihsel, ekonomik, sosyal, askerî ve ideolojik birikimlerinin köklerinin Eski Mısır’a uzanmasının, iktidarın eşitsizlikçi, pramidal kast düzenine dayanan sistemli yükselişinde bu geleneğin etkileri kayda değer önemdedir. Bu etkinin iktidara ilişkin politik, ekonomik, idari şifreleri şöyledir: “Gerçekte Mısır uygarlığı, hayli etkili, hatta insafsız olan, köylülerin ürettiği ihtiyaç fazlası tahılın, aileleriyle birlikte belki de nüfusun yüzde beşinden de azını oluşturan idari seçkinlere transfer edilmesine dayanıyordu. Yöneticiler tarafından öne sürülen idealler ne olursa olsun bir bütün olarak topluma yönelik hizmet girişimi yoktu. Köylülerin çoğu, tarlalarda çalışmadıkları zamanlarda, firavunların büyük imar projelerindeki işlerde çalışmak zorundaydı. Kral mezarları, tapınaklar ve saraylar onlara yasaklanmış, umuma açık olmayan yerlerdi.”(6) Mısır’ın ağır sömürü düzenini, “Mesleklerin Hicvi” başlıklı oldukça eski bir metinde yeralan ve bir yazıcı adayını kırsal yaşamın sefaletlerine karşı uyaran şu satırlardan okumak mümkündür. Freeman aktarıyor:
“Mahsulün yarısını yılan, diğer yarısını da suaygırı gövdeye indirdiğinde, hasat vergisiyle yüz yüze gelen köylü-çiftçinin durumunu hatırla. Sıçanlar tarlanın altını üstüne getirir, çekirge üşüşür ve sığırlar ne bulursa yiyip bitirir. Serçeler çiftçinin üzerine yoksulluk getirir. Harman yerinde kalanlar, hırsızlara düşer… Vergi memuru hasat vergisini toplamak için değnek taşıyan odacıları ve palmiyeleri falaka taşıyan Nübyelilerle ırmak kenarında bekler. “Tahılı bırak” derler. Onu döverler… Kuyudan baş aşağı atılır… Böylece tahıl uçup gider.”
Mısır köylüsü bir sömürge olan Nübye’den getirilen askerler ve vergi memurlarının “falaka”lı dayaklı, işkenceli tahsilâtı ile ürününün önemli bir bölümünü toplumun yüzde beşinden fazla olmayan bir egemen azınlığa vermek zorundadır. Yoksul köylü işkence, dayak, falaka doğal afetler (bu konuda Mısır devletinin köylüyü ve ürün kaynaklarını koruma maliyetini yüklenmeden hasadın büyük bölümüne el koymasının yarattığı tahribat büyüktür) ile kuşatılır, ezilir ve sömürülürken, varlıklı sınıf mensuplarının payına incelikli zevkleri olan bir yaşam biçimi düşüyordu. Freeman’dan aktarıyorum:
“Bazı seçkinlerin evleri ve sürdükleri hayat, pek çok hizmetçinin yardımını gerektirirdi. Zengin bir adam iş için dışarı çıktığında, kendisine iki uşak eşlik ederdi. Biri hasırla yelpaze, diğeri de bir çift sandalet taşırdı. Varacağı yere ulaştığında sahibin ayakları yıkanır, yeni sandaletler giydirilirdi, ardından sahip hasırına oturabilir, sinekleri de kovalanırdı. Evin içinde yemek pişirme, temizlik ve yemek servisi hizmetçiler ya da askerî seferlerde esir alınan köleler tarafından yapılırdı. Seçkinlerin incelikli bir yaşam biçimi vardı. Evleri zarafetle döşenmişti; mobilyalar hayvan başlarından ya da fildişinden oyulmuş, abanoz cam işlemelerle süslenmişti. Kişisel bakım için her şey yapılırdı.”
Eski Mısır’da nüfusun büyük çoğunluğu serflik benzeri yarı-köle bir konumda yaşıyordu. Doğrudan tapınakların denetimi altında bulunan çok sayıda işçi vardı. Tüm ticaret ve hammadde kaynakları, Firavun’un temsil ettiği küçük bir egemen azınlığın denetiminde bulunuyordu. Emekçilerin ağır çalışma ve yaşam koşulları “fabrika ırkına” özgü genel rahatsızlıkların Eski Mısır’daki kökenlerini ortaya koyuyor. Mısır’da yapılan kazılar sonucunda bulunan insan kemiklerinin “analizi acı veren ve güçsüzleştiren sakatlıkların olduğuna işaret ediyor. 40 yaşına kadar yaşayabilenlerin çoğunda omurilik eğriliği ve aşırı gerilme nedeniyle omurilikte normalden fazla büyüme görülmüştü.” Ancak “daha zengin” olanların mezarlarında yapılan incelemelerde bu tür bulgulara rastlanmaz. 40 yaşlık ömür ortalamasının gerekçelerini incelerken Eski Krallık döneminde başlatılan muazzam ölçeklerdeki piramitlerin inşa faaliyetlerinde binlerce yoksul köylünün açıkça köleleştirilmeden ancak angarya zincirlerinin ağır baskısı altında çalıştırıldıkları gerçeğini vurgulamak gerekiyor. Dini ve dünyevi iktidar sistemlerinin tüm iç çelişkilerine rağmen yoksul köylüler, köleler, işçiler, zanaatçılar karşısında tanrısal nitelikte hayatın her alanını kapsayan muazzam bir egemenlik bloku yaratmaları, tüm eşitsizlikçi düzenlerin ve özellikle kapitalist “uygarlık” birikiminin köklerine ışık tutar.
Yoksul köylüler, özel niteliklere sahip işçiler, köleler, zanaatçılar egemenlik sisteminin yarı-tanrısal temsilcisi Firavunların muazzam imar programlarına hayatlarını veriyorlardı. Bu tarz bir toplumsal faaliyetin örgütlenme, itaat, yönetim, gözetim, kitleleri dini söylemlerle yönlendirme alanlarında sömürücü sınıflara büyük bir ideolojik, politik ve sosyal birikim sağladığı açıktır. İ.Ö. 2650 civarında başlayan “mimari devrim” temelinde inşa edilen piramitlerin yapısal özellikleri ön plâna çıkarılırken, asıl üzerinde durulması gerekli olan ve yukarıda vurguladığım birikimin akış çizgileri belirsiz hale getirilir. Sadece, Eski Krallık döneminde inşa edilen Keops Piramidi için, ortalama ağırlığı 2,5 ton olan 2.500.000 kireç taşı blok kullanılıyordu. Napoleon’un 1798’deki Mısır seferinde ona eşlik eden matematikçiler, Giza’da bulunan üç piramidin yapımında kullanılan taşlarla, Fransa’nın etrafına üç metre yüksekliğinde bir duvar örülebileceğini hesap ediyorlardı. Bu ölçüde bir inşa faaliyetinin yoğurduğu insan emeğinin sömürü koşulları, örgütlenme tarzı, Tek Tanrıcılığı mayalandıran ve Firavun’un odağında durduğu egemenlik sisteminin “bir”, “tek”, “mutlak”, “üstün” niteliğine dayanan ideolojik mekanizmalar tarihen bunun hep, her zaman olacak, olması gereken bir düzen olarak eşitsizlikçi toplumların çekirdeğine işlenmesini beraberinde getirir.
Piramit, ezeli ve ebedi gerçeklerin tekelini elinde bulunduran ve denetim dışındaki tüm devrimci sosyal çıkışları (din görünümünde) iktidar kanalları içinde eriten eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin üzerinde yükseldiği örgütlenme ilkeleri ve metafizik kurguların en önemli parçaları arasındadır (ABD doları üzerinde bulunan piramit simgesi de bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir). Bu temelde Tek Tanrıcılık, Platonculuk, yeni-platonculuk, Aydınlanma ve burjuva cihanşumu örgütlenmesinin politik, ideolojik, felsefi kalıbını oluşturan masonizmin Eski Mısır’dan akan birikimin önemli ölçüde etkilerini içermeleri, kayda değer niteliktedir. Giza’da bulunan üç piramidin inşasında muazzam miktarda malzeme kullanıldı. Piramitlerin alt yollarına dizilen elli tonluk granit bloklar yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan Assuan’dan taşınıyordu. Yakın zamanda Giza’da taş bloklarla yapılan deneyler, Büyük Piramidi yaklaşık 25 bin kişilik bir işgücünün yirmi yılda tamamlayabileceğini gösteriyor. Güneşi merkez alan, eşitsizlikçi kast sistemini kutsallaştıran piramitçi ideolojinin odağında incelikli bir güç mekanizmasının tanrısal kılıflar giydirilen, işleyişi bulunuyordu. İyi işlenmiş bir egemenlik ideolojisinin kalıbını firavunluk oluşturuyordu.
Yeni Krallık döneminde Mısır bir imparatorluk kurumlaşmasının temel örgütleri, emperyalist fetihçiliği ve ordunun artan ağırlığı ile tezahür eden özellikleri içerdi. Nübye ve Asya’da sömürgeleri olan Mısır, imparatorluk teknikleri ile ideolojilerinin oluşumunda önemli katkılar yaptı. Mısır, merkezi yönetime bağlı olan valiler ve onları destekleyen garnizonlarla vergi, haraç, hammadde akışını güvence altına alan imparatorluğun askerî ve idari örgütünün egemenliği altındaydı. “İmparatorluk önemli bir hammadde kaynağıydı.” Nübye’nin yazısız özellikle III. Tutmosis döneminde Asya’da fetihler gerçekleştiren Mısır İmparatorluğu’na sömürgelerden önemli kaynaklar ve zenginlikler akıyordu. Megiddo ovalarından tahıl, Suriye’den kalay, Kıbrıs’tan bakır ve Mısır için altından daha değerli olan gümüş Güney Anadolu’daki Kilikya’dan getiriliyor ayrıca binlerce zanaatkâr, köle, şarap işçisi, paralı asker Mısır’ın yolunu tutuyordu. Bunun yanında Asya tanrı ve tanrıçaları Mısır egemenlik sisteminin ideolojik çerçevesinde eridiler. Bu ideolojik birikim, Mısır’ın güneş merkezli ezici ve mutlak tanrı anlayışı kalıbından süzülerek, eşitsizlikçi dünya görüşlerinin çekirdeğinde yerini alırken tüm beşeri bütünlük vurgularından arındırıldı. Mısır, emperyalist bir imparatorluk örgütlenmesinin politik, askerî, ekonomik ve ideolojik koordinatlarına yerleştiği ölçüde iktidar sistemi tanrısallaştı. Muazzam ölçülere ulaşan anıtsal inşaat projeleri, Orta-Krallık döneminde Amon Kültü’nün, güneş-tanrı Ra ile bütünleştirilmesi temelinde yeni bir boyut kazandı. Emperyalist imparatorluğun birikimi, firavun merkezli eşitsizlik düzeni, muazzam ölçülerdeki inşa faaliyetlerinin yarattığı itaat mekanizmaları, Amon-Ra bileşik tanrı inancında yeni bir kalıba döküldü. İmparatorluk gücüyle bütünleşen “savaşçı firavunların kahramanlıkları” egemen sistemine mutlaklık kazandırma anlamında tanrısallığın ölçütleri arasında yerini aldı.
Firavun, Tanrı ile bütünleşen özelliklerin taşıyıcısı olarak büyük bir güç kaynağını temsil ediyordu. Egemenlik ilâhiyatlarının, Tanrı inancı temelinde kurdukları ideolojik tekelcilik ve bu çerçevede politik, ekonomik, mali güç kaynakları üzerindeki iktidarı paylaşan yüksek din sınıfı örgütlenmesi açısından Mısır başlıca dönemeçler arasındadır.
Egemenlik ilâhiyatlarının tüm eşitsizlikçi düzenlerde, iktidar kaynaklarına hükmeden sınıflarla bütünleşme biçimleri, hangi dinin rengine bürünürse bürünsün süreklidir. Tüm birikim sistemleri, sömürü düzenleri, egemenlik biçimleri mülkiyeti kutsallaştıran egemenlik ilâhiyatlarının uhrevi himayesi altındadır. Tek Tanrıcı egemenlik ilâhiyatlarına akan felsefi, metafizik, dini birikimin en önemli merkezlerinden biri olan Mısır’da tapınaklar “devlet yönetiminin ayrılmaz bir parçasıydı”. Teb’de bulunan ve en önemli dini makamı oluşturan Amon Yüksek Rahipliği’ne atama sadece üst düzey ruhbandan değil, “kıdemli saray ileri gelenlerinden ve ordu generalleri arasından” da yapılabiliyordu. Dini ve dünyevi güçler ortak çıkarlarda birleşiyorlardı. İmparatorluk sisteminde bütünleşen ve bileşik Tanrı inancından yararlanan bu egemen blok içinde elbette hizip felaketleri, çatışmalar oluyordu ancak halk karşısında ortak çıkarların gerekli kıldığı zaman bütünlüklü hareket etmek esastı. Freeman tapınak sisteminin işlevlerini şöyle özetliyor:
“Tahıl ambarları, kral mezarlarında çalışan zanaatkârlar ve genel olarak halkla ilgili işler sorumlulukları arasındaydı. Tapınaklar, muhtemelen toplum ürünün belli bir oranının tekrar devlete ödeneceği beklentisiyle, büyük kısmının firavunların bağışlarından sağlandığı muazzam zenginliklere sahipti.” Yeni Krallığın son döneminde Karnak’taki Amon Tapınağına ait olan topraklar, Mısır’daki ekili arazinin yaklaşık dörtte biri kadardı. Teb’deki Amon tapınağının toplam yıllık geliri ise iki milyon çuval tahıldı.
Başlangıçta, tanrılaştırılan firavunun ve onun ihsanda bulunduğu soyluların ayrıcalığı olan “ölümsüzlük” uygulamada mumyacıların ücretlerini ödeyecek, cennetin kapısından geçiş izni veren sihirli “pasaportlar”dan satın alabilecek imkâna sahip herkesi kapsamına aldı. Öteki dünya demokratikleştirildi. Cennet kapıları dünyevi ücretleri ödeyecek varlığa sahip olanlara açılırken, cehennem acıları alabildiğine ayrıntılı biçimde “reklam” edildi. Bu cehennem reklamı sayesinde halktan müşterileri, tapınak çıkarları adına soymak mümkün hale geldi. Cennet ve cehennemin bu biçimde demokratikleştirilmesi sayesinde insanlar üzerinde egemenlik kurmanın en güçlü araçları yaratılıyor, sistemin itaat ideolojisine uygun davranmayı ahlâkın temel ilkesi sayan bir yaptırımlar dizgesi biçimleniyordu. Profesyonel rahip sınıfı, cennet-cehennem ticareti sayesinde alabildiğine zenginleşiyordu.
Rahipler ve yazıcılar, krallığın ilk dönemlerinde, geçimleri devlet tarafından karşılanan, firavunun “ev”inin üyeleri olarak belirdiler. Rahipler zamanla kendi “ev”lerini kurdular ve zenginlik kaynaklarını çeşitlendirdiler. Mısır devleti, merkezileşmiş, eşitsizlikçi kast sistemine dayalı, “totaliter” bir sisteme dayanıyordu. Sistemin merkezinde duran firavunun tanrısal niteliği, Akad İmparatorluğu Ur, Babil, Hatti Krallıkları ile Roma için politik ve ideolojik model haline geldi. (7) Emperyalist egemenlik tanrıları olarak fetihçi hükümdarlar ve kapitalist imparatorluklar bu “kutsal” Mısır birikimi ile Mezopotamya geleneklerini içerirler. Batı merkezli ideoloji, politika ve felsefe zincirinin esaslı halkasını oluşturan Hellenistik Krallıklar, Babil egemenleri ile Mısır firavunlarının bulundukları Tanrısal güç özelliklerini, meşruluk kaynağı haline getirdiler. İskender’in dağılan imparatorluğundan en büyük parçayı ele geçiren Ptolemeler Mısır’da, Helenci ideoloji ile firavunların düzenini bütünleştiriyorlardı. Chılde’ın anlatımıyla: “Hellenistik monarklar, ülkelerinin kaynaklarını geliştirirken, çok gerilerde kalmış olan öncellerinin geleneklerini sürdürdüler… Mısır’da Ptolemeler, firavunun Nil vadisi ve Nil’in doğal zenginlikleri üzerinde mutlak egemenlik hakkına sahip olduğu yolundaki eski öğretiyi yeniden canlandırdılar. Mısır bir kez daha “kralın evi” (oikos) tapınaklar onun “mülkü” (khora) ve başbakan onun “kâhyası” (dioketes) sayıldı… Yerel gelenekler üzerine Yunan teknikleri ve Yunan örgütlenme yöntemleri aşılandı.”
Mısır insan suretinde görülen tanrı olan firavunun temsilcileri tarafından yönetiliyordu. Firavunun tanrısal niteliğine dayalı din dizgesi egemenlik sisteminin meşruluk kaynağı idi. Tanrısal nitelikteki düzenin sürekliliğini sağlamak esastı. Ölümsüz kabul edilen firavunun yaşamı sona erdiğinde onun sadece göğe çıktığı kabul ediliyordu. İnsan suretinde görünen bir tanrıdan diğerine akan devamlılık temelinde toplumsal ve kozmik düzenin istikrarı güvence altındaydı.
“Toplumsal düzen kozmik düzenin bir yönünü temsil ettiğine göre, krallığın dünyanın başlangıcından itibaren var olması gerekiyordu. Yaratıcı ilk kral olmuştu; bu görevi oğlu ve ardılı ilk firavuna devretti. Bu yetki devri krallığın tanrısal bir kurum olarak kutsanmasını sağladı.”(8) Firavun “gerçek” olarak da çevrilen, ama genel anlamı “iyi bir düzen” dolayısıyla “hukuk”, “adalet” kavramlarını içeren ma’at teriminin kişileşmiş halidir. Ma’at kâinatın temelini oluşturduğu için ayrı ayrı her birey tarafından da bilinebilir. Tüm itaat mekanizmalarının çekirdeğinde bu kavram yer alır. Eski çağlardan itibaren Mısır metinlerinde yeralan bu kavram egemenlik sisteminin temel ideolojisini simgeler. Söz konusu metinlerde şöyle açıklamalara rastlanır: “Kalbini ma’at’ı bilmeye teşvik et;” “Kalbinde ma’at’ın olan şeyi bilesin, senin için doğru olanı yapabilesin diye böyle davranıyorum.” İnsanı gerekli bilgilerle ödüllendiren tanrı’dır. Soylu bir prens “gerçeği (ma’at) bilen ve Tanrı’nın eğittiği bir kişi” olarak tanımlanır. Firavun ma’at’ın kişileşmiş hali olarak tüm uyrukların üzerindedir. Bu mutlakçı dizge, tüm iktidar kaynaklarının ister ilâhi, ister akılcı nitelikte olsunlar temel kalıbıdır. Aslolan eşitsizlikçi toplumsal düzenin özünü ve işleyiş koşullarını örten ideolojik sistemin sürekliliğini sağlamaktır. Hükümdarı, devleti veya birey soyutlamasıyla tüm beşeri kaynakları acımasızca sömüren küresel ölçekteki şirketlerin meşrulaştırılmasını esas alan egemenlik dizgeleri, mutlaklaştırılmış kutsallığa dayanırlar. Bu birikimin sistemli hale gelmesinde Firavun eksenli egemenlik, din ve ideoloji dizgesinin katkısı büyüktür.
Firavunun tanrısal nitelikleriyle birleşen fetihçiliği, emperyalist imparatorluğun kayıt sisteminde yerini alır. Firavunun zaferi, Tanrı Ra’nın sayılır. İmparatorluğun genişlemesi ve sömürgeciliği kutsallaştırılır. III. Ramses kendi mezarını inşa ettirirken, II. Ramses’in piramidinde yazılı bulunan fethedilmiş şehir isimlerini kopya ettiriyordu. Libyalıların kurban edildiği seferler piramit kabartmalarını süslüyordu. Yeni Krallık’ta (İ.Ö. 1550-1070) Mısır egemenleri, en geniş sınırları Fırat Nehri’ne kadar uzanan bir Asya İmparatorluğu yaratırlarken firavunların tanrısal özellikleri militaristleşti. Mısır emperyalizminin önde gelen temsilcisi firavun I. Amenofis (İ.Ö. 1525-1504) kendini “saldırgan ve savaşçı” bir kral olarak tanımlamaktan gurur duyuyordu. Onun “Horus” olarak anılan adı “ülkeler fetheden boğa” anlamına geliyordu. Mısır’ın ince bir biçimde geliştirilen krallık ideolojisine içerilen bu savaşçılık niteliği, Tutmosis’in Asya’ya, sonuçlarını Karnak’taki Amon tapınağının duvarlarına kaydettirdiği on yedi seferin övüncüyle yeni bir boyut kazandı. İmparatorluk birikimlerinin politik, askerî, ideolojik genetiğinde belirleyici bir egemenlik dizgesinin oluşumunda etkili olan Mısır’ın tanrısal nitelik taşıdığına inanılan firavunlarından Tutmosis için Freeman şu tespitleri yapıyor:
“Kraliyet mitolojisinde Tutmosis, Mısır’ın kudretli firavunlarından biri olarak betimlenmiştir. O, muzaffer bir fatihten çok daha ötedeydi. Uzun yıllar hüküm süren Teb firavunlarının ardılı olarak tarihteki kendi yeri konusunda keskin bir öngörüye sahipti. Atalarının bir listesi Karnak’taki tapınağa dikildi ve bu listeye özel saygı duyuldu… Yeni Krallığın değer ve inançlar sistemi askerî bir devlet üzerine kurulmuştu. Mısır tarihinde ilk kez askerler kendilerini firavunun kilit adamları konumunda buldular. Tutmosis’in ardılı II. Amenofis (İ.Ö. 1427-1400) savaş kahramanı rolüyle gururlandı. Onun “olağanüstü güçlü boğa” denilen taşkın Horus adı, aslanları yalınayak avladığı ve Suriye prenslerini elleriyle boğazladığı efsanelerde yankılanır.” Yeni Krallık döneminde firavunlar, geniş bir ordu kurdular. Egemenlik ilâhiyatı militaristleştirildi: Ordu piyadelerden ve savaş arabası sürücülerinden oluşan taburlara ayrılıyordu; her tabur bir tanrının adını taşıyordu.
Eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin çekirdeğine yerleşen piramit ideolojisinin çözümlenmesi bakımından firavunların temel nitelikleri üzerinde durmak gerekiyor. Firavun “ilk yaratılış”ın yani istikrarın korunmasından sorumluydu. Bu istikrar anlayışı Firavunun “ölümsüzlüğü” inancı ile pekiştiriliyordu. Firavunun “ölümsüzlüğü” inancı ile pekiştiriliyordu. Firavun’un “ölümsüzlüğü” inancını Eliade şöyle anlatıyor: “Kalıplaşmış ifadelerin çoğu dünya yaratılmadan önce Ulu Tanrı tarafından yaratılan Atum’un oğlu firavunun ölemeyeceğini ısrarla yineler; (…) krala bedeninin çürümeyeceği konusunda güvence verilir (…) kalıplaşmış ifadelerin çoğu firavunun gökteki yolculuğundan söz eder (…) Rüzgârların, bulutların, tanrıların ona yardım etmesi gerekir. Kral kimi zaman bir merdivenden tırmanarak göğe çıkar. Kral daha göğe çıkarken tanrılaşır ve özü insan soyundan farklılaşır.” Firavun gökte “güneş-tanrı” tarafından zafer alaylarıyla karşılanır. Tanrı yeryüzündeki eşitsizlikleri onaylayan ve egemenlerle ortak hareket eden bir meşruluk kaynağı olarak sunulur. Firavun yeryüzündeki varoluşunu gökte de sürdürür: Tahta oturur, kendisine saygılarını sunan uyruklarını kabul eder, yargılama ve emir vermeye devam eder. Firavun “güneş” ölümsüzlüğünden yararlanan tek kişi olsa da yüksek rütbeli görevliler ve sistemin diğer önde gelen şahsiyetleri “şereflendirilmişler” adı verilerek yıldızlarla özdeşleştirilir. Bu imtiyazlı kaderi elde etmenin yolu eşitsizlikçi sistemin zirvesinde yeralmakla mümkündür. İlahi ve dünyevi “seçilmişlik” ideolojisi tüm eşitsizlikçi düzenlerin temelidir. Güneş ve yıldızların gizemi konusunda ilâhi bilgilerin tekelini ellerinde tutan egemenlerin, tanrılaştırılmış bir eşitsizlik düzeninin zirvesinde bulunmaları beşeriyetin parçalanması ve köleleştirilmesinde önemli bir dönemeçtir.
Firavun, “Ölülerin Hükümdarı” Osiris’in yetki alanına girmiyordu. “Piramit Metinleri” bu konuda şunları kaydeder: “Sen gökte göğün yıldızları arasında kendine yol açarsın, çünkü sen bir yıldızsın… ölmüşlere hükmedersin, onlardan uzakta durursun, sen asla onlardan değilsin.” Eşitsizliği mutlaklaştıran piramit ideolojisi: köleleri, yoksul köylüleri, işçileri, zanaatkârları, Nübye gibi sömürgeleştirilen ülkelerin halklarını “ölümsüz” olanların egemenliği altında “ölmüşler” biçiminde tanımlar. Ruh-beden ikiciliğini içeren bu mutlak eşitsizlik anlayışı hükümdar, imparator, sultan, kral v.b. niteliklerinden arındırılarak tüm beşeri kaynaklara hükmetme imtiyazına sahip kapitalist kâr ve pazar tektanrıcılığının çekirdeğine işlenir.
Mısır düzeninin sınıfsal çelişkileri ve egemenler arası mücadele tanrılar âlemine yansır. Re ve Osiris, birbiriyle çatışma halinde bulunan çıkarların prizmasından süzülen çelişkilerin yansımasıdır. Orta Krallık’tan (İ.Ö. 2040-1730) itibaren, egemenlik ideolojisinde Osirisçi yaklaşım ağır basar. Osiris, “evrensel bereket kaynağı” olarak oğlu Horus’un (tahta çıkan firavun tarafından temsil edilmektedir) yönettiği krallığın refahını sağlar onu zenginleştirir. Osiris, cihanşumûl nitelikleri temsil eder. O, bütün yeryüzü olarak tasvir edilir. Egemenlik ideolojilerinin, Tek Tanrıcılık kalıplarıyla yeni meşruluk kaynaklarına oturtulması ve düzen fikrinin gelişimi açısından Osirisçi dönüşüm önemlidir. Orta Krallık dönemine ait bir metin tüm yaratılışın kaynağı ve temeli olarak Osiris’i şöyle yüceltir. Eliade aktarıyor: “İster yaşayayım, ister öleyim, Osiris’im ben. Senin içine girer ve senin aracılığınla görünürüm yeniden; sende çürürüm ve sende büyürüm… Ben Düzen’in içine girdim. Düzen’in Efendisi oldum, Düzen’in içinde zuhur ederim ben.”
Mısır İ.Ö. 2200’e doğru iç savaşla sarsıldı, politik, ekonomik, askerî krizler ideolojik çözülme ve egemenlik hizipleri arasındaki iktidar mücadelesiyle ağırlaştı. Piramit ideolojisinin egemenlik şifreleri tarihsel akış çizgisinde eşitsizlikçi sistemlere yerleştirilir. Mısır tarihinin içerdiği iç savaşlar zinciri başka çalışmaların konusudur. Ancak, piramit ideolojisinden temellenen eşitsizlikçi mutlaklığın merkez örgütlenmesine dayanan, kurumsal sürekliliği tanrısallaştıran bir düzenin bile, ağır bir fetret olgusuyla karşı karşıya kalmış olması, dikkate değer niteliktedir. Mısır oligarşisinin güçlü üyeleri ülkeyi parçaladılar. Bir ara Mısır iki krallığa bölündü başkenti Heraklepolis olan Kuzey krallığı ile Teb merkezli örgütlenen Güney Krallığı. İ.Ö. 2050’de XII. Hanedan bu bölünmeye son veriyor ve ülkeyi birleştiriyordu. Ancak, fetret dönemi ideolojide kalıcı etkiler bıraktı ve ölümden sonraki hayat demokratikleştirildi. Bu açılım, Tek Tanrıcı dinlerin sosyal, politik, ekonomik çelişkilerin sonuçlarını yumuşatmaya dönük kavramlaştırmalarının ön örneğidir. Sistemin uzun vadeli çıkarlarının zorunlu kıldığı adalet, hukuk, sosyal denge fikirlerinin, dini anlayış içine yerleştirilmesi bir zorunluluk haline gelirken; “Mısır tarihinde, firavunun zayıflık, hatta ahlâksızlıkla suçlandığı tek dönem bu oldu”.
Sosyal, ekonomik, politik yıkım umutsuzluk krizini şiddetlendirdi. İntiharın yararını savunanlar ortaya çıktı. “İntihar Üzerine Tartışma” başlıklı metinde şu dokunaklı satırlar yeralır (Eliade): “Bugün kiminle konuşabilirim ben? Kardeşler kötü, dünün yoldaşları sevmez olmuş birbirini… Kalplerin gözü doymuyor: herkes komşusunun malına el koyuyor… Doğru insan kalmamış. Ülke haksızlık tarlalarına terk edilmiş. Toprağın üzerinde sinsi sinsi dolaşan günahın sonu yok… Ölüm bugün benim önümde hastanın beklediği derman gibi… mersin ağacı baharı gibi… nilüfer çiçeklerinin ıtırı gibi… yağmurdan sonra tarlaların kokusu gibi. Yıllar süren esaretin ardından bir adamın duyduğu yakıcı sıla hasreti gibi.”Mısır’da intihar edenlere cenaze töreni yapılmamasına ve gömülmelerine izin verilmemesine rağmen yaşanan derin umutsuzluk ölümü bir kurtuluş çaresine dönüştürüyordu. Bu çözülme bilinemezcilik, kötümserlik ve intihar felsefesini beslerken dünyevi zevklerin yüceltilmesi anlayışı da yayıldı. Tüm bu inanç ve akımları içeren metinler, Orta Krallık firavunlarının egemenliğinde (İ.Ö. 2040-1730) kurulduktan çok sonraları bile okunuyor ve çoğaltılıyordu. Sosyal, politik, ekonomik krizlerin birikimli etkileriyle yoğunlaşan çözülmeye ideolojik alanda cevap verilmesi zorunludur. Ölümden sonra yaşam inancı ile bütünleştirilen yeryüzünde adalet ve erdem düşüncesi, insanları yönetmenin en temel aracıdır. Mısır’da yaşanan fetretin yarattığı karamsarlık, hazcılık, umutsuzluk, intihar felsefesi ölüm sonrası hayatın demokratikleştirilmesine zemin hazırladı. Bu dönemin yarattığı derin dönüşümler, Kral Merikare İçin Dersler; Peygamber İpu-Wer’in uyarıları; Harpçının Şarkısı; “Yorgun Bir Adamın Ruhuyla Tartışması” başlıklı metinlerde ele alındı. Bu eserlerin yazarları geleneksel otoritenin yıkılmasının yol açtığı felaketlere ve özellikle de insanları kuşkuculuğa, umutsuzluğa, hatta intihara sürükleyen haksızlıklara değinirler.
Eşitsizlikçi sistemin temelleri sorgulanmadan geliştirilen koyu bir adalet, erdem, hak söylemi sosyal karmaşanın yaratacağı sonuçlar konusunda egemenleri uyaran yeni bir dini önderlik biçimini yani peygamberliği mayalandırmaya başlar. En sert uyarılarda bulunmanın imtiyazı ile sosyal, politik, ekonomik krizlerle sarsılan toplumlara öncülük eden peygamberler, fetret döneminde İpu-Wer’in çıkışıyla tarihsel akışta yerlerini almaya başlarlar. Eşitsizlikçi mülkiyet düzenlerinin yarattığı beşeri parçalanmanın derin krizlerine cevap arayan bu sosyal reformcular, egemenlik sistemleri için erken uyarı vazifesi görmekle kalmayıp, geleceğe aktarılacak hukuk, politika, ekonomi şifrelerinin temel birikimlerini yoğun ilâhi meşrulukla kaynaştırarak iktidar genetiğine yerleştirirler. Yeryüzünün erdem sınavlarıyla bütünleştirilen demokratikleştirilmiş cennet-cehennem mekanizmaları olmadan kuşaktan kuşağa insanlığın büyük çoğunluğunun köleliğe, ağır sömürüye, eşitsizliğe, kutsallaştırılmış egemenlik sistemleri tarafından ezilmeye, beşeri onurun ve izzetin aşağılanmasına katlanmasını sağlamak mümkün değildir.
Bu çerçevede Mısırlı İpu-Wer’in, firavunun karşısına çıkıp “İşte, bir kaç sorumsuz tarafından ülkenin krallığı çalındı! İşte, insanlar… İki Ülke’yi barışa kavuşturmuş krallık Uraeus’una karşı isyan ediyorlar… Krallık sarayı yerle bir edilebilir” demesi sistemin geleceği açısından tüm peygamberlik stratejilerinde bulunan erken uyarıyı içerir. Peygamberlik stratejilerinin sosyal denge, adalet, erdem ölçütleri ve yeryüzü yaşamı ile bütünleştirilen öte dünya anlayışları, eşitsizlikçi sistemleri mutlak bir yıkılıştan koruyacak ideolojik, politik, felsefi gelişmelerin zeminini hazırlar. Bu bağlamda peygamber İpu-Wer’in cüretkâr konuşması ve firavunu sert bir biçimde eleştirmesi, sistemin doğasında bulunan eşitsizlikçilik, ağır sömürü, köleciliğe varan egemenlik ilişkilerine dokunmaz. Peygamberlik stratejileri, gücün sınıfsal niteliği ve yarattığı sömürü, baskı, eşitsizlik olgularıyla değil, kullanım biçimlerinin ortaya çıkardığı sorunlara odaklanırlar. Peygamberlik stratejileri, önemli başlangıçlardan biri olan İpu-Wer’den itibaren gücü sorgulamaz onunla ortakyaşarlık ilişkisi içinde kullanım biçimleri üzerine ölçütler geliştirir. İpu-Wer, “firavunu genel anarşiden dolayı kınadı; çünkü kral halkının çobanı olmalıydı.” (Tüm eşitsizlikçi düzenlerde ve en başta ulusötesi şirketlerin çıkarlarıyla zenginleşen çağımızın küreselci piramit ideolojisinde halk sürü olarak değerlendirilir.)
Peygamber İpu-Wer firavuna şunları söylemekten çekinmez: “Yetke ve adalet seninle birlikte; ama sen ülkenin her yerine kavga gürültüleriyle birlikte karmaşayı yerleştiriyorsun. İşte herkes komşusuna saldırıyor; insanlara senin onlara buyurduğunu yerine getiriyorlar. Bu da gösteriyor ki bu durumu senin davranışların yaratmıştır ve senin ağzından çıkan sözler yalandır.” Artık egemenlik ideolojilerinin hakikât tekelinde yeni ortakları peygamberlerdir ve sosyal, politik, ekonomik, ideolojik krizler onlar olmadan aşılamaz. Egemenlik sistemlerinin meşruiyet kaynaklarına yeni içerikler kazandıran, kitlelerin eşitlik ve adalet taleplerine ilâhi sınırlar çizen, eşitsizlikçi sosyal düzenlerin yarattığı beşeri yıkımın sonuçlarını temellere dokunmadan onarma yolları gösteren bu tarihsel şahsiyetler tüm mutlak iktidar güçlerinin ortak hafızasına yerleşen hukuk ve düzen ilkelerini ortaya koydular. Egemenler, erdem ölçütüne uygun davranmanın uyruklar tarafından meşru kabul edilmelerinin aracı sayılacağını peygamberlerden öğrendiler. Firavunun, peygamber İpu-Wer’in öğüt ve uyarıları sonucunda oğlu Merikare için yazdığı eserde “günahlarını alçakgönüllülükle” kabul etmesi önemlidir.
Firavun, ülkenin başına “benim davranışlarım yüzünden” felaketler geldi “ve ben yaptığım kötülüğü ancak yaptıktan sonra öğrendim!” der ve oğluna “yeryüzünde yaşadığı sürece adaletli (ma’at) davranmasını” öğütler. “Yılların uzunluğuna güvenme, çünkü (seni ölümden sonra yargılayacak olan) yargıçlar bütün hayatı bir saat sürmüşçesine değerlendirirler” diyen Firavun oğluna “öyle davran ki anıtın sana duyulan sevgiyle ayakta kalsın” öğüdünü verir.
Firavunların Orta Krallık döneminden itibaren taç giyme törenleri sırasında seçtikleri isimler, onların insanlara ve tanrılara karşı adaletle (ma’at) davranma taahhüdünü içerir. Ancak Mısırlıların yalnızca kendilerini “gerçek” insanlar olarak gördüklerini ve yabancıları hayvanlarla özdeşleştirdiklerini kaydetmek gerekiyor. Bu durumda adalet ilkesi sadece “seçilmiş” bir halk için sözkonusudur. Orta Krallık döneminde bu tabloyu tamamlayan ise Hermopolis’te tapılan sekiz tanrıdan biri olan Amon’un, XII. Hanedan tarafından Amon-Re adıyla en üstün konuma yerleştirilmesidir. Böylece “gizli” tanrı, tam anlamıyla görünür olan güneşle özdeşleştirildi. Amon “güneşleştirilme” sayesinde İmparatorluk’un “evrensel” tanrısı oldu.
Mısır’ın Hyksos saldırıları sonucunda bağımsızlığını yitirmesi ve Nil deltasına yerleşen fatihlerin, Aşağı Mısır’ı kendilerine bağlı işbirlikçilere dayanarak yönetmeleri derin izler bıraktı. Firavunların yüklü bir haraç karşılığında Yukarı Mısır’da tahtta kalmasına izin veren Hyksoslar, “Mısır uygarlığını küçümseyerek görmezden geliyorlardı.” Mısır için tanrılar tarafından önceden takdir edilmiş ayrıcalıklı konumlarına yapılan bu saldırı, güvenlerini alabildiğine sarstı. Hyksosların silahlarını kullanmayı öğrenen Mısırlılar onları İ.Ö. 1600’de ülkeden kovmakla sonuçlanan bir kurtuluş savaşı verdiler. Kesin zafer XVIII. Hanedanın tahta çıkışı (İ.Ö. 1562-1308) ve İmparatorluk’un kurulmasıyla içiçe geçti. Hyksoslara karşı seferler düzenleyen III. Tutmosis İ.Ö. 1470’de Asya’ya yayılmayı başlattı. III. Tutmosis’in Hyksosların müstahkem mevkilerine yönelik seferler dizisi güçlü bir ordu örgütlenmesini, militarizmin kurumlaşmasını, emperyalist saldırganlığı, merkezi ve mutlak bir tanrı anlayışını, “güneşleştirilmiş” piramit ideolojisinin yumaklandığı süreçler bileşkesinin zeminini hazırladı. III. Tutmosis’in saltanatının ilk 22 yılı boyunca teyzesi ve kayın validesi Hatşepsut ticari, kültürel yayılmacılığı başarılı biçimde uyguluyor ancak onun iktidardan düşmesinden kısa süre sonra Firavun Filistin ve Suriye üzerine ilk askerî seferini başlatıyordu.
İmparatorluk yayılırken geleneksel kültür ve kurumlar geriliyordu. Mısır izlediği uluslararası siyaset ve emperyalist yayılmanın yarattığı çelişkiler temelinde yavaş yavaş kozmopolit bir kültüre açılıyordu. Yabancı tanrılar “milli” olanlarla kaynaştırılarak egemen ideoloji içinde eritiliyordu. Üstelik fethedilen ülkelerde Mısır tanrılarına tapılmaya başlanıyor ve Amon-Re cihanşumul bir hale geliyordu. Emperyalist yayılmacılık zemininde tek tanrı “güneşleştirme”si ortaya çıkıyordu. Amon’un “güneşleştirilmesi” ve birinci saraya yükseltilmesi imparatorluk ideolojisi ile uyum içindedir. Çünkü tüm dünyada ulaşılabilen ve anlaşılabilen tek tanrı güneşti. Amon-Re’yi “evrensel yaratıcı” ve tüm kâinatın egemeni olarak yücelten en güzel ilâhiler imparatorluk döneminin başlangıcında yazılıyordu. Böylece “güneş tanrı”sına “en üstün” tanrı olarak tapılması, belirgin çizgileriyle bir dinsel birliği hazırlıyordu: Nil vadisinden Suriye ve Anadolu’ya kadar tek, aynı niteliklere sahip tanrısal gücün üstünlüğü giderek öne çıkıyordu. İmparatorluk, fetihçi emperyalizm, ticari ve kültürel yayılma dinamikleri, egemenlik ideolojisinin biçimlendirdiği tek tanrı “güneşleştirilmesi” ile içiçe gelişiyordu. Piramit ideolojisi, emperyalist saldırganlığı tek tanrıcı “güneşleştirme” ile destekliyordu. XVIII. Hanedan boyunca Amon-Re tapınakları alabildiğine büyüyor ve gelirleri on katına çıkıyordu. Cihanşumul nitelikleriyle Amon-Re, güç sistemi ve ideolojilerinin birikiminde en önemli dönemeçlerinden birini simgeler.
Beşeriyetin, güç sistemlerinin tüm baskı ve ezme mekanizmalarını içeren piramit ideolojisinin itaat kültürüyle yoğrulmasında, güneş merkezli tek tanrıcılığın ortaya çıkması, belirleyici etkilere sahiptir. Ayrıca, Amon-Re’ye dayanan egemenlik ilâhiyatını sistemleştiren güçlü ve zengin rahipler zümresi, ezilen sınıflara boyun eğdirmenin ideolojik mekanizmalarına, tanrının aracısı sıfatıyla önemli katkılar sağladılar. Güç sistemleriyle bütünleşen zengin ruhbanın ilk örneklerini Mısır’daki rahip örgütlenmesinde bulmak mümkündür. “Büyük Amon Rahibi” ile Firavunlar arasındaki “iktidar savaşı” kimi zaman çözülmesi olanaksız uzlaşmaz çelişkilere dönüşüyordu. Konumu firavundan hemen sonra gelen “Büyük Amon Rahibi” ve ona bağlı olan ruhban hiyerarşisi sahip oldukları yetke, denetledikleri büyük zenginlikler sayesinde “aşırı siyasileşme” içindeydiler. Politik, ideolojik, ekonomik güç kaynakları üzerinden yürütülen iktidar mücadelesinin dini renklere bürünmesinde Mısır tarihsel önceliğe sahiptir. Bu iktidar mücadelesi, Firavun Akhenaton’un gerçekleştirdiği reform ile yeni bir veçheye büründü ve tek tanrıcı dizgenin mayalanmasına zemin hazırladı. Eliade bu “ilâhi” çatışmanın arka plânını şöyle açıklıyor:
“Amarna Devrimi adı verilen olgu (M.Ö. 1375-1350), yani Aton’un (güneş kursu) en üst tanrı konumuna yükseltilmesi, kısmen firavun IV. Amenhotep’in Büyük Rahip’in nüfuzundan kurtulma isteğiyle açıklanabilir. Nitekim genç hükümdar tahta çıktıktan kısa bir süre sonra Büyük Amon Rahibinin elinden tanrının mülklerini yönetme yetkisini alarak, gücünün kaynağını kesmişti. Daha sonra firavun ismini (Amenhotep) Akh-en-Aton (Aton’a hizmet eden) olarak değiştirdi ve eski başkenti, “Amon’un Sitesi” Teb’i terk edip yeni bir başkent kurdu, saraylar ve Aton tapınakları yaptırdı. Aton tapınaklarının üstü, Amon tapınaklarından farklı olarak örtülü değildi; güneşe bütün ihtişamı içinde tapılabiliyordu.”
Akheneton, yeni dinine kitlesel destek sağlamak için teşrifatın dayandığı katı kuralcılığı bir yana bıraktı. Ayrıca, krallık yazıtlarına ve resmi kararnamelere ilk kez halk dili girdi. Aton, bu yeni din anlayışı temelinde “en üstün tanrı” olarak ön plâna çıkarıldı. “Hayatın evrensel kaynağı güneş”in Aton ilâhiyatında alabildiğine vurgulanması kayda değer. Bu anlayışa göre: Güneş “hayatın başlangıcı”dır, ışınları “bütün ülkeleri kucaklar.” “Sen çok uzakta olsan da, ışınların yeryüzünde; sen insanların yüzlerinde olsan da, izlerin görülmez.” Aton “kadının içindeki tohumun yaratıcısı”dır ve cenine o can verir. Aton’a seslenen “ilâhilerden günümüze sadece iki tanesi ulaşabilmiştir. Bu ilâhilerde Aton için şunlar söylenir: Eserlerin ne kadar çeşitlidir! İnsanların önünde gizli duruyorlar. Ey sen tek tanrı, senin dışında başka tanrı yok. Dünya senin sayende varlığını sürdürüyor!”, “Herkes aşını buluyor.” Bu inanca göre: “bütün ilkeleri, bütün erkekleri ve kadınları Aton yarattı ve her birini, gereksinimlerine özen göstererek yerine koydu” diye yazıyor Eliade. Sözkonusu ilâhilerde “Sen tek başınayken… Yer’i yarattın. Göğü, oraya kadar yükselebil ve yaptığın her şeye bakabil diye o kadar uzakta yarattın!” biçiminde seslenilen Aton, tek tanrıcılığı mayalandıran Akhenaton reformunun çekirdeğindeki “güneşleştirme” olgusunun tezahürüdür. Bu reform uzun soluklu olmadı ve Akhenaton’dan sonra tahta oturan Tutankh Amon (M.Ö. 1357-1349), Büyük Amon Rahibiyle ilişkileri düzelterek Teb’e geri döndü.
Akhenaton’un ilâhisinde vurgulanan “tek tanrı, senden başka tanrı yok” anlatımının kökleri Amarna reformundan bin yıl önce Amon, Re, Atum ve diğer tanrılara da uygulanıyordu. Ancak Akhenaton’un temsil ettiği dini anlayışta özü itibarıyla en az iki tanrı vardı. Çünkü bizzat firavun Akhenaton’a da tanrısal bir varlık olarak tapılıyordu. “Müminlerin” yani üst düzey memurlar ve saray ileri gelenlerinden oluşan grup dualarını Aton’a değil, Akhenaton’a yöneltiyorlardı. Firavun ise ilâhisinde Aton’u kendi kişisel tanrısı olarak vurgular: “Sen kalbimdesin ve planlarının ve gücünün sırrına eriştirdiğin oğlun (Akhenaton) dışında, kimse seni tanımıyor.” Akhenaton egemenlik sisteminin temsilcisi olarak, iktidar savaşının keskin mücadeleleri içinde meşruluğunu tanrısal varlığın bir parçası olmasına ve bu konudaki ilâhi “seçilmiş”liğin özü olan gizem bilgisinin tekeline bağlıyor. “Tarihin ilk bireyi” olarak tanımlanan firavunun, mutlak hakikat tekelini içeren gizemci bir ideolojiyi güç sistemine dahil etmesinin tek tanrıcılığı aşan ve tüm iktidar felsefelerinin eşitsizliği onaylayan “seçilmişlik” kurgularını besleyen etkileri vardır. Bu bağlamda, “yüzü örtülü olan” ve “öte dünyada gizlenen” tanrı Re’nin gizemli niteliği ile görünmezliği, güneşleştirilen Aton’un tamamlayıcı özellikleri haline getirilir. Egemenler mutlak gizem bilgisinin tekelini korurlar. Güneşin açıklığı ile gözleri kamaştırılan uyruklar ezici bir sistemin baskısı altına alınır ve piramit ideolojisi beşeriyetin varlık enerjisini sömüren güçlere hizmet ederken, “gizli tanrı” egemenlerin imtiyazlarını paylaşan bireysel bir varoluş dizgesinin çekirdeğine yerleştirilir. Egemenler, eşitsizliğin yarattığı derin sosyal, ideolojik, politik, kültürel, psikolojik çelişkilerin ortaya çıkardığı sorunlarla uğraşırken “gizli tanrı”dan, “seçilmiş” olmaya, mutlak hakikat tekelinden akıl ideolojilerinin sunduğu insanlığın geleceğini hazırlama görevinin “aydınlanma” ilâhiyatına kadar, kutsal bir varoluş kaynağını temsil etmenin meşruluğuna ve bireysel rahatlatıcılığına dayanırlar. Bu bağlamda, firavun Akhenaton’un “tarihin ilk bireyi” olarak tanımlanması son derece açıklayıcıdır.
Tanrıların ortaklığı, birleşmesi, birbirini tamamlayan tezahürlerle hem çok hem tek olmaları alabildiğine canlı bir egemenlik ilâhiyatları zincirinde Mısır’ı en önemli halkalardan biri haline getirir. İmparatorluk ilâhiyatının özgünlüğünü yaratan ise merkezinde “güneşleştirme” olgusunun bulunduğu ikili süreçlerin yeni tanrıların birbiriyle birleştirilmesinin ortaya çıkardığı insan varoluşunun “gizli” anlamına ilişkin inançtır.
“Başı ve sonu olmayan zamanın efendisi, büyük tanrı Osiris’ten” ten, “öteki dünyada gizlenmekte” olan Re’ye kadar tanrılar, imparatorluk güç sisteminin piramit ideolojisinde ustaca sentezlenirler. Bu tanrılar aynı zamanda öte dünyada oluşturulan yeryüzü kaynaklı güç sisteminin rakamlarını paylaşırlar. Eliade’nin verdiği bilgiye göre “XVIII. Hanedanla birlikte Osiris ölülerin Yargıcı olur. Mezar ötesi dramasının iki perdesi “yargılama” ve “kalp tartma” Osiris’in huzurunda cereyan eder”. İmparatorluk örgütlenmesi, fetihçilik, kültürel ve ticari yayılmacılıkla içiçe gelişen ilâhi sentezler, yeni yazılı metinlerde açıklanan dizgelerde anlatımını bulur.
Daha önceki “Lahit Metinleri'”nde ayrı iki işlem olan “yargılama” ve “kalp tartma” “Ölüler Kitabı”‘nda içiçe geçer. İmparatorluk döneminde kaleme alınan ve daha önceki birikim üzerine kurulan metinler Mısır uygarlığı sona erinceye kadar “halk arasında benzersiz bir yaygınlığa erişecektir.” “Ölüler Kitabı” eksiksiz bir öte dünya kılavuzudur. “Ölüler Kitabı”‘nın en önemli bölümlerinden biri “İki Ma’at” adı verilen yerde ruhun yargılanmasına ayrılır. Ölünün kalbi terazinin bir kefesine konur; diğer kefede ma’at simgeleri olan bir kuş tüyü veya bir göz durmaktadır (bu “ulugöz” masonizm ideoloji ve örgütlenmesinin en önemli sembolleri arasındadır). Daha sonra ölü şöyle bir “masumiyet” beyanında bulunur: “Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı. Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Kölelere kötü muamele ettirmedim. Kimseyi aç bırakmadım. Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretmedim. Kimseye yalan söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım. Zina etmedim. Yiyecekleri eksik ve pahalı tartmadım. Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Teraziyle tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım. Ölmüş balığı tutmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, temizim, temizim.”
Tüm dinlerin ahlâk ve erdem ölçütleri Mısır “Ölüler Kitabı”‘nda yeralan bu kurallarla aynıdır. “Ölüler Kitabı” yeryüzünde uygulanması zorunlu görülen mülkiyet hukuku, sosyal ilişkileri düzenleyen ilkeler, toplumsal kargaşayı önleyen erdem ölçütleri ve ticari alış verişin işleyişini içeren son derece dünyevi bir metindir. Mülkiyet, ataerkillik, kölecilik, isyanlara yol açmadan insanları çalıştırmaya sınır çizen kurallar, ticaret yeryüzü sınavının odağında bulunan genel ölçütleri belirler. Bu ölçütlere sonsuzluk ve kutsallık kazandırılır. Bu temelde Tek Tanrı inancına açılan Mısır emperyalizmi, tüm insanları “güneşleştirilmiş” piramit ideolojisine bağlar. Güneşin parlayışı sistemin kutsal, sonsuz, tanrısal olduğunu tüm insanlığa hatırlatan bu mutlakçı ideolojinin temel aracı haline getirilir. Mülkiyet ve eşitsizlik temelinde örgütlenen tüm düzenler, Tek Tanrı inancının mutlaklığını varoluşlarının sürekli güvencesine dönüştürürler. Bu mutlakçılık, güç sistemlerinin akış çizgisinde akıl ideolojilerinin de ortak paydasıdır.
Mısır emperyalizmi, Tek Tanrıcı “güneşleştirme” ideolojisi ile içiçe gelişti. Bu ekonomik emperyalizm sadece askerî fetihlerin şiddetine dayanmıyordu. Ticari, kültürel, ekonomik yayılmacılık cihanşümul bir ideolojinin kapsayıcılığını zorunlu kıldığı ölçüde Mısır tanrılarının işlevleri birleştirildi. Emperyalist egemenlik tanrısı tek, mutlak, sonsuz nitelikleriyle “güneşleştirildi”. Bu olgunun ekonomik, askerî, politik arka plânı genel çizgileriyle şöyledir: “Tüm komşuları, er geç Mısır’ın tanrısal kralına vergi olarak sunulmak yargısıyla karşılaşacağı anlaşılan doğal kaynaklarını Mısır’a açtılar (…) Firavun Semerkel, Sina’daki malakit (bakır) ocaklarında Narmer Paleti’nin ana motifini yineleyen bir kaya yazıtıyla yerli Bedevilere karşı kazandığı zaferi belgeledi. 1. Hanedanın bir başka kralının, üzerinde bağlanmış bir Suriyeli tutsağın resminin bulunduğu fildişi bir oyuntaşı vardı. Abydos’daki mezarların çatı krişleri, Lübnan’dan getirilen kozalaklı ağaçlardan yapılmıştır. Bu mezarlarda ve Sakkara’ya gömülmüş yüksek rütbeli kimselerin mezarlarında Suriye ve Filistin yapımı küpler bulundu. Nübye yoluyla Afrika’nın iç bölgelerinden, altın, fildişi, deve kuşu tüyleri ve abanoz ağacı gelirdi.” (9)
Mısır sömürgeciliğinin uygulama biçimlerini anlatan Frankfort şu bilgiyi veriyor: “Mısır’da bulunmayan hammaddeler (adamları arasında, komutanlara çeşitli ülkelerde yardımcı olacak çevirmenlerinde bulunduğu) Hazinecinin örgütlediği askerî krallık seferleri yoluyla sağlanırdı. Nübye’de doğu ve batı çölünde ve Sina’da, göçebe kabileler ile yoksul köylüler, hiçbir biçimde Mısırlılar’a karşı çıkamazlardı. Ordu gelip istediğini alıp giderdi… Lübnan’dan ağaç, Somali kıyısındaki Punt’tan buhur (tütsü) ve mür getirmek içinse bir başka sefer gerekirdi.” Ayrıca Firavun, tanrısallıkla bütünleşen tek ve mutlak güç sisteminin temsilciliğini ticaret alanında da gösteriyordu. Tek tanrı, imparatorluk, ticaret tekeli olguları karşılıklı etkileşim içindedir. Firavun “Mısır’ın tek toptancı taciri”dir ve dış ticaret “bir krallık tekeli” olarak işletilir. Bu tekelcilik piramit ideolojisinin etkinliğini destekler. Frankfort’un anlatımıyla:
“Mısırlıların gereksinim duydukları yabancı malları krallık seferiyle elde etmelerinin nedeni kendi topluluklarını merkezi bir monarşi biçiminde örgütlemedeki eksiksiz tutarlılıklarıdır. Mısır, mutlak monarşisinin, ister dışarıdan getirilmiş ister ülkede üretilmiş olsun, temel malları tüm halka yeterli miktarlarda dağıtabilmiş olması, aynı zamanda Firavunlar yönetiminin uygulamadaki etkililiğini gösteren ilginç bir kanıttır. Söz konusu dağıtım, kralın memurlarına armağanlar verip, toprak tahsisleri yapması; bu memurların da hizmetlerindeki kimseleri ödüllendirmeleri; bu ilişkinin toplumsal merdivenin en alt basamaklarına kadar böyle sürüp gitmesiyle, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşirdi… Mısır toplumunun hangi yanını olursa olsun, dikkatle incelediğimizde, onun odağında Firavun’u görürüz.” Egemenlik tanrısı olarak firavunun özellikleri kutsallaştırılır ve tüm eşitsizlikçi düzen ilâhiyatlarının çekirdeğine yerleşen piramit ideolojisini mayalandırır.
Firavun odaklı bu sistemde, “büyük mülk sahiplerinin bulunduğunu gösteren kayıtlar var.” Ayrıca iyi düzenlenmiş bir vergi sistemi ile yoksul köylülük acımasızca sömürülür. Yukarıda bu kırbaçlı vergi soygununu anlatan dönemin metinlerine yer verdim, bu konuda yazılanları Frankfort’un aktarmasıyla tekrarlıyorum:
“Ve işte yazman ırmaktan gelip karaya çıkar ve hasat vergisini yazmaya gelir. Yardımcılarının elinde değnekler ve Nübyeli’lerin (koltuk güçlerinin) ellerinde palmiye sopaları vardır; elde avuçta hiç tahıl kalmamış olsa da “teslim et” derler. Çiftçinin vurmadıkları yeri kalmaz; eli kolu bağlanır, ayaklarından asılarak kuyuya sarkıtıp başı suya batırılır. Karısı gözleri önünde bağlanmıştır; çocuklarına köstekler vurulur. Komşuları onları yalnız bırakıp kaçarlar.” Bu şiddet piramit ideolojisine akar. Firavun odaklı sistemin mutlakçı tanrısallığını, bu şiddetin sosyal dokulara ve üretim süreçlerine işleyen birikimli etkileriyle değerlendirmek gerekir. Şiddet, sömürü ve ideoloji arasında dengeyi sağlayan mekanizmalar vardır. Bu mekanizmaların kesişme alanında dinin kitlesel kabulü ve düzenleyici işlevi ortaya çıkar. Piramit ideolojisinin zincirleriyle uyrukları bağlamak, sürekli şiddet uygulamaktan daha yararlıdır. Aksi takdirde “hiçbir kurtuluş olanağı bulunmadan yıkımlar birbirini izlerse, ya da iktidarda bulunanların baskısı belirli bir sınırı aşarsa, ortada çiftçiyi çalışmaya özendirecek hiçbir şey kalmaz. Ya kaçmanın ya da başkaldırmanın yollarını arar” (Frankfort). Bu nedenle Mısır kâtipler sınıfından kalan metinlerde çiftçinin “yazgısının bu karanlık yüzü üzerinde özellikle” durulur.
Bu “karanlık yazgı”nın maddi temelini vergiler oluşturuyordu. “Ekin belirli bir yüksekliğe ulaşınca, vergi memurları gelip hasadın ne kadar olacağı yolunda kestirmeye dayanan bir vergi yükleyebilmek için tarlayı ölçerlerdi… Bundan sonra tahıl ambarlara ya da arı kovanı biçimindeki silolara depo edilirdi ve krala ya da mülk sahibine verilecek bölümü teslim edilirdi. İçlerinde tapınak ve krallık toprakları bulunan büyük mülklerin, iyi ürün alınamadığı yıllarda kullanılmak üzere doldurulmuş yedek ambarları vardı.” (Frankfort) Ama yalnızca hasat edilen tahıldan değil, kanallardan, göletlerden, ağaçlardan ve kuyulardan da vergi alınırdı. Ayrıca zanaat ürünleri ve halkın tarım dışı zamanlarda uğraştığı işlerde vergiye tabiydi; bu kişiler dokumalarının, deri mallarının, bal, yağ, şaraplarının ve sebzelerinin bir bölümünü; iri kuş avcıları ve balıkçılar yakaladıklarının bir bölümünü; çobanlar sürüde çoğalan hayvan sayısının bir bölümünü teslim etmek zorundaydılar. Firavun, tapınaklar, büyük mülk sahipleri güçlü bir egemenlik blokunun sömürüsünü mümkün kılan ideolojik, politik, sosyal araçlara sahip bulunuyorlardı. Bu araçların Mısır’da ulaştığı düzey ve etkili işleyiş; tüm güç sistemlerinin temel dinamiklerine, egemenlik ilâhiyatlarına, sosyal dizgelerine içerilen piramit ideolojisini biçimlendirdi.
Mısır’da zenginlikler ve kaynaklar küçük bir azınlığın denetiminde bulunuyordu. Frankfort, büyük sürülerini otlamaları için Delta’ya gönderen mülk sahiplerinden sözeder ve “Altıncı Hanedan’ın bir memuru, kendisinin 1000 baş sığırının, 760 eşeğinin, 2200 keçisinin ve yaklaşık 1000 kadar koyununun bulunduğunu belirtir” bilgisini verir. Bir devlet görevlisinin sahip olduğu bu hayvan varlığı sömürünün ve özel mülkiyet birikiminin boyutlarını ortaya koyar. Mısır piramit ideolojisinin tek tanrıcılığı, büyük mülkiyet ve emperyalist imparatorluk kurumlarının bağrında gelişir, mutlaklaşır, kalıplaşır. Büyük mülkiyet ve imparatorluk, tek tanrıcılığı ortaya çıkarmazlar ancak bu anlayışın yaygın, etkili, egemen inanç dizgesi haline gelmesinin sosyal, politik, ideolojik ve ekonomik dinamiklerini mayalandırırlar. Bu koşulların biçim verdiği inanç dizgesi bir kez kalıplaştıktan sonra tüm peygamberlik stratejilerine kaynaklık edecek, tarihsel birikimin akış çizgisinde cihanşümul özellikler taşıyacak, egemenlik sistemlerinin ideolojik ve hukuki çekirdeğini belirleyen kuralları ortaya koyacaktır. Yoksulların, ezilenlerin, kölelerin, adalet isteyenlerin öncüleri olan peygamberler ise çıkışlarının köktenci çağrılarına rağmen sosyal, politik ve ideolojik açılardan egemenlik sistemlerinin mülkiyet, iktidar, güç prizmalarından yansıyan kalıplarla kuşatılacak, mesajları boğulacak, geriye reformlarla toplumsal düzeltmeyi içeren içi boşaltılmış kutsallıklarının şekilciliği kalacaktır. Mısır’ın tek tanrıcı “güneşleştirme” dizgesi, tüm bu zincirin esaslı halkasıdır.
Çıkışında peygamberlerin yoksulluk ve yalnızlığında çoğalan inançlar daha sonra sistem tarafından içerildiğinde başlangıçtaki büyük özel mülkiyet, ataerkillik, militarizm, fetihçilik, sömürgecilik, kölecilik, mutlak iktidar, gücün meşruluğunu içeren sosyal, politik ve hukuki kurallar kuşatmasıyla kalıplaşır, “güneşleştirilir”ler. Tüm egemenlik ilâhiyatlarının köklerinde politik, mali, ekonomik, ideolojik kaynaklara hükmeden sınıflarla ortak hareket eden ve son derece iyi örgütlenmiş yüksek dereceli ruhbanın imtiyazları gerçeği yatar. Bu olgu Mısır’da son derece berrak bir biçimde tespit edilebilir. Örneğin; “III. Ramses’in egemenliği sırasında Amon rahiplerinin gücü ve zenginliği büyük çapta arttı. Ambarları buğdaydan taşıyordu. Hizmetlerinde 107.000 köleden kurulu bir ordu vardı… O zamanki Mısır halkının 5-6 milyon olduğu düşünülürse, her elli ya da altmış kişiden biri rahiplerin kölesiydi. British Museum’da “Harris Papirüsü” adını taşıyan bir belge bulunmaktadır. Bilinen en uzun Mısır metni budur. 40,5 metre uzunluğundadır. Çok iyi korunmuş olan bu metinde III. Ramses’in Mısır tapınaklarına armağan ettiği eşyaların ve toprakların ayrıntılı bir listesi vardır. Bu listeden anlaşıldığına göre, tarıma elverişli toprakların yedide biri Amon’un ve onun rahiplerinindi. Bu rahipler aynı zamanda Mısır’ın, Suriye’nin ve Kuş ülkesinin 169 şehrinin, 88 teknelik bir filozofun, 53 tane deniz şantiyesinin ve 500 000 sığırın sahibiydiler.”(10)
Bu muazzam dini örgütlenme, güç sistemini pekiştirmek ve onun egemenliğini genişletmek için oluşturulan ölüm eksenli bir ideolojiye dayanır. Mısır ve Mezopotamya egemenlik kurumları, tüm beşeri üretimi gerçekleştiren, sakin, uysal “cilalı taş devri köylülerine” tarihin akış çizgisi boyunca çoğunluğu oluşturan bu yoksul insanlara kayıtsız şartsız itaati, düzenli haracı, zenginliklere vergi biçiminde el koymayı dayatan küçük bir azınlığın örgütlenmiş şiddeti ile ideolojik tekeline dayanır. Tüm “modern” egemenlik sistemlerinin kökeninde bu birikimin işleyiş ilkeleri bulunur.
MUTLAK İTAAT SİSTEMLERİ: DİN VE BURJUVA AKIL İLAHİYATI
Güç sisteminin çekirdekleşmesinde tek tanrıcılık, mutlak itaat mekanizmaları, merkezi bürokrasi, kutsallaştırılan egemenlik, yukarıdan aşağıya denetim örgütlenmesi ve tüm bu olguları mayalandıran emperyalist yayılmacılığın katı savaş dizgesi temel dinamiklerdir. Bu dinamikler savaşın yakıcı gerçekliğinde vücut bulurlar. Firavun da cisimlenen tanrısal süper egemen konumunun arkasında iki kadim güç merkezi ordu ve bürokrasi bulunur. “Güneşleştirilen” bu sistem tanrısal nitelikler içerir. Bu birikim, binlerce yıl sonra kralların sahip olduğu kişisel görünüm taşıyan iktidarlar ve devletlerin kamusal egemenliğinde yeni veçheler kazandı. Eşitsizlikçi güç sistemlerinin çekirdeğine yerleşik olan iki kurum ordu ve bürokrasi (yüksek düzeyde din adamları zümresi dâhil) binlerce yılda silah, baskı teknolojileri, ideolojik örgütlenme teknikleri, yönetim taktikleri, işlevsel hiyerarşik düzende meydana gelen değişiklikleri içermekle birlikte, temsil ettikleri sınıfsal egemenliğin araçları olarak, aynı niteliklerini korudular. “Modern” devlet egemenlik ve güç sistemleri örgütlenmesinde; kadim dönemde de varolmamış hiçbir temel bileşen yoktur. “Modern” başlığı ile kavramlaştırılan süreçler, bu zamana kadar teknolojik olarak uygulanması mümkün olmayan kadim düşlerin etkili bir biçimde uygulamaya konulmasıdır.
Siyasal mutlakıyetçilik, askerî örgütlenmenin kapsayıcılığı ve bilim dininin kesişme alanında biriken güçlere dayanan mülk sahibi sınıflar piramit ideolojisine büyük bir bilinçle sahip çıkarlar. Özü itibarıyla oligarşik istibdada, zenginlerin egemenliğine dayanan “cumhuriyetçi” yönetimler; hiç bir kral, şah, sultan, imparatorun uygulamaya cüret edemediği ölçüde kapsamlı imtiyazları, güçleri, iktidar araçlarını içerir ve kullanırken kadim süper egemenliğin (Mısır’da olduğu gibi) temellerine dayanırlar. Bu bağlamda kadim kurumlar olan mecburi çalışma, savaş için zoraki askerlik yeniden canlandırılır. Mecburi çalışma; açlık ve hapis tehdidi altında kölelik ile ücretli emek biçimini aldı. Kadim Mısır’ın zorunlu askerlik yukarıdan aşağı bürokratik örgütlenme ve itaat mekanizmaları, güç sistemlerinin temel işleyiş dinamiklerinde varlığını sürdürür. Piramit ideolojisi ve aygıtlarının mutlak tekelciliği, ulusötesi şirketler ile onların iktidar aracı olan devletlerin örgütlenme ilkelerinin özüne yerleşiktir. Bu olgunun “özgürlük” açısından sonucu kadim Mısır’da şöyle yankılanır: “Özgür bir tek Mısırlı yoktu. Yaşayan bir tanrıda doruğuna ulaşan bir yetke hiyerarşisini, kimse sorgulayamazdı.” (Frankfort) Mısır ilâhi dizgesinde “Güneş Tanrısı” Re’nin en önemli ve simgeler yüklenen organı, gözdür. Re’nin gözü bağımsız bir varlık olarak tüm beşeri ve kozmik işleri yaratır, yönetir, denetler. Hayatın tüm alanları bu “yürütme gözü”nün menzili içinde ve onun mutlak denetimi altındadır. Onun emirlerine mutlak itaat zorunludur. Kendisine yapılan itaatsizlik ağır bir biçimde cezalandırılır.
Eşitsizlikçi egemenlik sistemlerini etkili bir biçimde işletmek için zorunlu temel araçlar, politik, mali, ekonomik, askerî güç, hızlı ulaşım, iletişim şebekeleri ve tanrısal iktidarın hâkimiyet alanındaki tüm gelişmeleri izlemek için gerekli olan bilgi kaynaklarıdır. Kadim örgütlenmeler de bu araçların tam kullanımını sağlayacak kapasiteler yetersiz olmasına rağmen, sistemi doğru bir biçimde yönetecek mutlak olarak gören, bilen, denetleyen bir güç çekirdeğinin işleyiş ilkeleri oluşturuluyordu. “Güneş Tanrısı”‘nın yönetiminde otorite ve güç firavununun şahsında birleştiriliyor, bu yapının arka plânında bürokratik-askerî örgütlenme esaslı iktidar unsurları olarak yerini alıyor, tüm bu sistemi bilgi üzerindeki tekelci mutlaklık tamamlıyordu. Çağımızın, elektronik bir biçimdeki nihai “karar sahibi” ve egemenlik tanrısının temel aracı olan bilgisayar teknolojisinin kadim köklerinde bilginin denetim, iktidar, otorite aracı biçiminde kullanılması olgusu yatar. Göksel mekaniğin yerini alan elektronik, tanrısal niteliklerle yarı-ilâhi bir araca dönüştürülür. Bu araçla etiketlenen ve tanımlanan “uygarlık” olgusu kadim köklerden beslenir. “Güneşleştirilen” sistem karşısında aşağı bir dereceye beşeriyet, bu yarı-ilâhi aracın ona verileri ve çözülecek sorunları yükleyenin insan beyni olduğu unutturularak yeni (özü itibarıyla eski) bir tapınmanın yükümlülükleriyle kuşatılır.
Bilgi üzerindeki tekel ve denetim, güç sistemlerinin çekirdeğine yerleşiktir. Bu konuda Mısır ve Mezopotamya güç sistemlerinde mayalanan işleyiş ilkelerinin bilgisayar örneğindeki yansımaları ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, “bilim”in iktidar aracı olarak güç sistemlerindeki konumunun başlangıçtaki kurumlaşmasını Mısır’dan izlemek mümkündür. “Güneş takvimi Mısır’da devlet yetkisinin önemli kaynaklarından biri olmuştur. Nil vadisinde çiftçilik tümüyle yıllık sellere bağlıdır; sel başladı mı, tarım işlemlerine girişmenin zamanı geldi demektir. Ne zaman başlayacağını önden hesaplamak ve hazırlık yapması için köylülere haber vermek, eski çağlarda, bu bilgiyi verebilmek aynı zamanda doğaüstü bir gücün kanıtı sayılırdı… Mısır kralları, tıpkı Babil’de ve başka yerlerde olduğu gibi, takvimin düzenlenmesiyle yakından ilgiliydiler. Kendi güç ve yetkilerini, geleceği önceden saptayabilen bilim uygulamasına, yani takvimin düzenlenmesine borçlu oldukları da bir savdır. Hatta Firavunlar daha da ileri giderek, sel vaktinin yaklaştığını Akyıldızın doğuşuyla saptadıklarını bu bilgiyi yalnızca kendilerinin kullanabilmesi için, saklamış da olabilirler. Bu bilgiyle, Firavunlar fellahlara sel vaktini önceden haber verebiliyorlar ve mevsimlere, ekine hükmettiklerini kanıtlıyorlardı.” (11) Bu “bilim” tekeli güç sisteminin tanrısal niteliğini pekiştiriyordu.
Mısır, zoraki “vatani hizmet” yükümlülükleri ve kitle denetiminde temel bir araç olarak kullanılan “ulusal seferberliğin” sistemli örgütlenme ilkelerinin kökenlerini barındırır. Mısır’da süper egemenliği mümkün kılan askerî örgütlenme “demokrasi” bayrağı altında yürürlüğe konan zoraki “vatana hizmet” kapsamında Fransız İhtilal inde canlanıyor “milli” geleceğin bir aracı haline geliyor, İmparator Napolyon (Mısır’ı fethetme girişimine General Napolyon’un büyük bir “bilim” ordusu eşliğinde çıkması dikkate değer. İmparatorluk kurumlarının biçimlenmesinde Mısır birikiminin doğrudan etkileri olduğu kuşkusuzdur) geniş ölçekli yönetimin sabit bir dayanağı olarak bu uygulamaları sürdürüyordu. Yol yapımı, istihkâmlar ve zoraki askerî hizmet, mecburi çalışma yükümlülükleri burjuva imparatorluklarının cihanşumul işleyişinde sistemli hale gelirler. Bu durumun en doğrudan tezahürü, kendi beşeri birimlerini, itaat mekanizmalarıyla yoğuran ve otomatik imha emirlerine şartlandıran bir eğitim kurumu olarak “ulusal” orduların örgütlenmesidir. “Ulusal” ordu ile paralel biçimde endüstride de piramit ideolojisine uygun itaat mekanizmaları oluşturuldu. Askerî teknik, sosyal davranış ve endüstriyel çalışma “tüm legal ve politik kurumları mutlaklaştıracak keskin ve nihai” bir süreçler bileşkesi içinde kaynaştırıldı. Bu “modern” kaynaşmanın kadim kökenlerini şu bilgiler çerçevesinde ele almakta yarar var:
“Sıradan halk, genellikle geçimlerini sağlamak ve devletin varlığını sürdürmesi için ekip biçtikleri toprağa bağlanmış, bu topraktan ayrılmalarına izin verilmiyordu… Tüm köylerde ve mülklerde yaşayan gençlerin bir bölümü, aslında bir milis gücü olan, ama her türlü kamu yapılarının yapımında çalıştırılmak üzere hazır tutulan emek orduları gibi kullanılan orduya alınırlardı. Taş ocaklarına ve maden ocaklarına düzenlenen seferlmere yollanan bu “ordu” idi. Özel görevler yüklemek ya da yapılmakta olan işleri hızlandırmak için daha fazla emeğe gereksinim duyulduğunda, bu gereksinim, halkın tüm kesimlerinden yararlanılarak karşılanılabiliyordu (…) Taşkın sırasında Nil’in doğu yakasındaki Tura’dan sağlanan taşları batı yakasındaki Gize’ye ya da Sakkara’ya taşımak için angaryada çalıştırılacak özel birlikler oluşturulurdu.”(Frankfort) Bu “işçi” ordularına emperyalist yayılma döneminde köleler de eklendi: “Yeni krallık zamanında Suriye’ye yapılan askerî seferler, krallık ve tapınak mülklerinde ve taş ocaklarında kullanılan çok sayıda tutsak getirilmesiyle sonuçlandı.” Mısır “ulusal” temelde örgütlenmiş bir ordunun gücüne dayanıyordu. Hammadde kaynaklarını ele geçirmek amacıyla girişilen emperyalist fetihlerin vurucu gücü bu “işçi” ordularıdır. Frankfort’un verdiği bilgi bu konuda hayli aydınlatıcıdır: “Taş ve maden ocaklarına yapılan seferlerde (…) Ordunun gövdesini, iyi yetiştirilmiş bir taş yontucuları ve madenciler çekirdeğinin çevresindeki işçiler oluştururdu.”
İnsan emeği sömürüsünün örgütlü ve sistemli bir biçimde gerçekleştirilmesinde Mısır birikimli etkilere sahiptir. Zanaatçılar bu sömürü ilişkileri çerçevesinde “o ya da bu büyük efendinin hizmetinde çalışıyorlardı. Kral çok sayıda zanaatçı çalıştırırdı. Kralın oturduğu yerin yararlanması uğruna, ülkenin başka hiçbir yerinde yetenekli kimse bırakılmadığını biliyoruz.” Emeğin saray, tapınak ve büyük mülk sahipleri tarafından örgütlenmesi ve sömürülmesi için incelikli yöntemler geliştiriliyordu.
Firavunun yakın çevresi büyük kaynaklara ve işgücüne hükmediyordu. Örneğin Altıncı Hanedan zamanında Firavunun “çok büyük keten yapımevleri” vardı. Kuzeyde krallığa ait büyük bir dokuma kuruluşunu “Firavunun Akrabaları” sınıfından bir kadınla evlenen ve kendisine Gize’de, hakkındaki bilginin kaynağı olan görkemli bir mezar yaptıran Seneb adlı şahıs yönetiyordu. Seneb hiyerarşik biçimde örgütlenen bir “fabrika”nın yöneticisi olarak resmedilir. Onun dokumacılara ödül verdiği figürler mezarını süsler. “Seneb’in mezarında ödüllendirilen kimseler olarak gösterilenlerin hepsinin denetleyiciler ya da ustabaşları olmayıp kendilerinden unvan belirtilmeden yalnızca adlarıyla söz edilen dolayısıyla sıradan dokumacılar oldukları varsayılması gereken erkeklerin ve kadınların da bulundukları belirtilmeye değer.” (Frankfort) Zanaatçılar ve işçiler, yüksek dereceli bürokratlar, tapınak egemenleri, firavun merkezli saraylıların yanı sıra, büyük mülk sahibi toprak soyluları tarafından da sömürülüyorlardı. “Zanaatçılar, memurlar içinde Eski Krallık’ın sonlarına doğru türeyen mülklerde çalıştılar. Bu mülkler, krallık mülkleri ve daha sonraki tarihlerin mülkleri gibi, kendine yeterli ekonomik birimlerdi. Örneğin her birinin, Nil teknelerinin yapılıp onarıldığı kendi iskeleleri vardı. Bu tekneler yalnızca ırmağın bir yakasından öbür yakasına geçmekte değil, aynı zamanda, ne kadar uzağa olursa olsun, sahibinin yapmak zorunda kaldığı her gezide kullanılan, Hazine ambarlarına tahıl, sığır ve öteki ürünleri (vergileri) taşıyan araçlardı.” (Frankfort)
Merkezi iktidarın zayıflaması sonucunda giderek güçlenen toprak sahibi soylular ve yüksek memurlar alabildiğine zenginleştiler. Bu zenginlik onların bölgelerindeki mülklerinin yanındaki kayalara oyulan mezarlara gömülmeleri yolunda bir gelenek başlattı. Bu mezarların donanımlarını, taş yapı ustaları, ince doğramacılıkta usta marangozlar, mücevherciler ve benzeri zanaatçılar yaptılar. Ayrıca, yüksek memurların ve mülk sahiplerinin hizmetinde balıkçılar, kuş besleyicileri, avcılar bulunuyordu. Egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda örgütlenen vasıflı ve vasıfsız işgücü sürekli denetim altındaydı. “Ulusal” orduda hizmet eden, tarımsal üretimi gerçekleştiren, dev piramitleri inşa eden bu emekçiler “etkileyici bir nüfuza erişmiş” yönetici sınıfların güçlü örgütsel ağı içindedirler. Binlerce “işçi” muazzam inşa faaliyetlerinde bir araya getiriliyorlardı. Örneğin Firavun II. Senusret adına Nil ile Kahun’daki Feyyum arasında bir piramit inşa etmek için yapı işçilerini bir araya getirmek gerektiğinde erzaklarıyla birlikte 9000 işçiyi barındırabilecek yapay bir kasaba kuruldu. Bu ölçekte bir emek ve iş örgütlenmesi etkili itaat mekanizmaları, sağlam bir organizasyon düzeni, mekanikleşmiş bir üretim anlayışına dayanır. “Fabrika” esasına dayanan endüstri sisteminin sosyal ve ideolojik çekirdeğinde kadim emek örgütlenmesinin etkileri karartılır. Oysa piramit ideolojisi, mutlakçı güç sistemi, büyük mülkiyeti içeren tanrısal egemenlik anlayışı, kitlesel itaati sağlayan aygıtların birikimi üzerinde yükselen sosyal, politik, hukuki kurumların sürekliliği kavranmadan kapitalizmin örgütlenme ilke ve mekanizmaları tüm yönleriyle çözümlenemez.
Mısır, “fabrika ırkı”nın disiplin, itaat, hiyerarşi, çalışma düzeni esasları konusunda kapitalist birikimin temellerini mayalandıran ideolojik, politik hatta teknik esasları düzenleyen bir güç sistemini temsil eder. Bu çerçevede büyük işçi merkezlerinin ilk örneklerinden olan Deyrü’l Medine üzerinde durmak gerekiyor. Burası “Fransız Doğu Arkeoloji Enstitüsü”nün kazıları sonucunda ortaya çıkarılan bir işçi köyüdür. Yeni Krallık döneminde düzenli ordu, emperyalist fetihçilik, tek tanrıcılığın bir imparatorluk ideolojisi hüviyetini kazanması, ticari ve kültürel yayılmacılık süreçleriyle birlikte işçi merkezleri niteliğinde yerleşimlerin ortaya çıkması kayda değer! Deyrü’l Medine işte bu çerçevede Yeni Krallık döneminde I. Tutmosis tarafından İ.Ö. 1500 civarında, Teb’in batısındaki Krallar Vadisi yakınlarında kuruldu. Beş yüz yıl boyunca “kalifiye işgücünü barındırmış, zanaatkârların sayısı 120’ye kadar çıkmıştır, aileleri ve yardımcılarıyla birlikte köyün toplam nüfusu belkide 1200’ü bulmuştur. Deyrü’l Medine kapalı bir topluluktu. Tek amacı, çorak Krallar Vadisi’nde bulunan kral mezarlarının kazılması ve süslenmesiydi.”
Deyrü’l Medine’nin yoksul işçileri “Mısır toplumundan koparılmış, vadide çalışmadıkları zamanlarda ise vadiye çok uzak olmayan köylerinde tecrit edilmişlerdi. Köy, dışarıdaki yerel tapınakların depolarından sağlanan tahıla ve köyün su taşıyıcılarının eşeksırtında getirdikleri suya bağımlıydı.”(Freeman). Deyrü’l Medine, Mısır zanaatkâr toplumunun “küçük evreniydi.”İşçileri arasında kalifiye olmayanların yanı sıra boyacılar, sıvacılar, ahşap oymacıları, heykeltıraşlar, duvarcılar ve yazı ustaları vardı. Karakteristik işçi yerleşimlerini binlerce yıl öncesinden yankılayan özelliklere sahip olan Deyrü’l Medine’de “köyün ana caddesine açılan evler birörnek yapılmıştı.”Piramit ideolojisi, ruh-beden ikiciliğinin mutlak ayrımcılığına dayalı eşitsizlikçiliği Kadim Mısır’da büyük bir açıklıkla ortaya koyar. Mülk sahibi sınıfların ideolojik dizgelerinin çekirdeğine yerleşik “seçilmişlik” inancı emeğin aşağılanmasına dayanır. “Hastalık derecesinde yaygın olan ve ölenin fiziksel güç gerektiren bir işle meşgul olacağı ve bunun sonucunda statüsünün alçalacağı korkusuyla, onun yanına bir işgücü modeli olarak küçük heykelcikler iliştirmek gelenek olmuştu.” (Freeman) Ayrıca kaydetmek gerekir ki III. Ramses (İ.Ö. 1184-1153) döneminde, kral mezarlarının inşasında çalışan işçi ve zanaatkârların paylarına düşen tahılın verilmemesi üzerine tarihte bilinen ilk grev gerçekleştirildi. Yeni Krallık döneminde sınıf çelişkileri alabildiğine keskinleşir. Firavunlar, rahipler, soylular ve generaller köylülere, balıkçılara, zanaatçılara, işçilere karşıttır. İmparatorluğun kurumsallaşmasıyla akan zengin kaynaklar ortaya büyük varlıklar çıkarıyordu. Ancak “bu yeni varlıkta onların (çiftçiler, çobanlar, balıkçılar) somut payları pek küçüktü ve toplumsal açıdan giderek kiracı hatta köle durumuna düşüyorlardı. Yani uzman zanaatçılar ve işçiler grubu ise artık üretimle geçimlerini sağlıyorlardı. Ama bu artık üretimden, paylarına düşen pek azdı. Bu zanaatçıların bilinmeyen bir oranı boğaz tokluğuna çalışıyordu ve gerçekten köle durumundaydı; öbürlerine gelince onlar da aynı düzeye itilmişlerdi.”(Childe; 1978)
Kadim çağların sınıfsal çelişkileri zemininde gelişen sosyal, ideolojik, politik, ekonomik, hukuki, kültürel kurumlar, aygıtlar ve ilişkiler teknoloji, üretim süreçleri ve güçlerindeki muazzam nicel birikime rağmen sürekliliklerini korudular. Bu bağlamda kapitalizm kadim köklerden beslenir. Mülkiyet esasına göre örgütlenen güç sistemlerinin toplumsal, politik, ideolojik, askerî, ekonomik egemenlik ilkelerinin özü değişmez. Tıpkı sınıf savaşında, emekçilerin mücadele araçlarının özü itibarıyla hatta pratikte aynı olması gibi (tarihin ilk grevinin Mısır’da gerçekleşmiş olması bu yargının kanıtıdır.) Mısır’dan akan piramit ideolojisi, örgütlenme ilkeleri ve eşitsizlikçi dünya görüşü sistematiğinin mayalandığı sınıfsal çelişkiler, mülkiyet ilişkileri, yukarıdan aşağıya basamaklanan iktidar mekanizmaları tarihsel sürekliliğin gerekçelerini aydınlatır. “Seçilmiş”lik kurgularının dini veya akıl ideolojileri ilâhiyatı ile dünyevi meşruluğuna dayanan çok küçük bir azınlığın, tüm politik, mali, ekonomik, doğal, beşeri kaynakları denetlemesi ve üretim süreçlerini yönetmesi, çağımızda piramit ideolojisi ile beslenen güç sistemlerinin sürekliliğini ortaya koyar. Bu çerçevede Kadim Mısır’ın sınıfsal çelişkileri tarihsel birikimin prizmasından süzülen renkler ve ayrıntılı çizgilerle çözümlenmelidir. Önemli bilgin Chılde’ın anlatımıyla (1978):
“Yeni artık üretimin en büyük payı, bir avuç insan (krallar, rahipler, bunların akrabaları ve yakınları) tarafından alıkonuluyordu. Toplum, sınıflara ayrılmıştı. Krallar, rahipler ve memurlardan oluşan “yönetici sınf”a karşılık köylüler ve işçilerden oluşan bir “aşağı sınıf” vardı. Aradaki büyük uçurumun tanıkları, arkeologlarca bulunan, Mısır’ın koca, görkemli kral lahitleriyle, özel kişilerin basit, küçük mezarlarıdır (…) Oysa, firavunlardan önceki çağlarda mezarlar ve neolitik köylerdeki kulübeler eşitlik gösterir, demek ki o çağlarda toplumda eşitlik vardı.”
Mısır’da firavunların ve diğer yönetici sınıf mensuplarının mezarları “büyük uçurumun tanıkları” olarak eşitsizliği ebedileştirirler. Bu konuda Hufu piramidi örneğinde görülen ihtişam ve büyüklük vurgulanmaya değer: “Hufu’nun piramidinin etrafında doğuya ve batıya doğru sıralar halinde yerleştirilmiş çok sayıda geleneksel mastaba mezarı vardı. Doğu mezarlığı en çok tercih edilendi. Yüksek görevliler sırayla batı mezarlığında gömülürlerken, buranın firavun ailesine ayrıldığı görülüyor. Yaşam sonrası rahatı için düzenlemeler yapan, tebaasından muazzam derecede yüksek bir statüye sahip bir firavuna bundan daha canlı bir örnek olamaz. Hufu ile ilgili bir başka önemli bulgu da, piramidin kenarındaki bir çukurda 1200’den fazla parçaya ayrılmış olarak bulunan tören gemisidir. Onu kürekleri ve kamarasıyla 44 metre uzunluğunda tam bir tekne haline getirmek neredeyse on dört yıl sürmüştür.”
Eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin örgütsel, ideolojik, politik “ütopya”larının odağında Mısır’da binlerce yıl itaat ettirilen, emekleri acımasızca sömürülen, yarattıkları değerlere el konulan yoksul köylü ve işçilerin uysallaştırılmasının gizlerini çözme hırsını bulmak mümkündür. Bu uysal emekçilerin itaati, büyük bir iş örgütlenmesinin her zerresine içerilen piramit ideolojisinin etkinliği ile sağlanır. Bu itaati mümkün kılan dini, ideolojik, politik, kültürel gizemler eşitsizlikçi düzenlerde mülk sahibi yönetici sınıfların ve onlara bağlı “aydınlar”ın bilinçlerine kazınmakla kalmamış burjuva masonizminin temellerini oluşturmuştur. Bu kitlesel itaat ve mutlak güç kullanımının boyutlarını gösteren bir başka örnekte Keops piramidinin inşasıdır:
“Keops, zamana meydan okumak istemiş ve sonsuzluğa doğru bir anıt yükselterek Mısır’ın en büyük ehramını yaptırmıştır. Yaklaşık bir sayıyla 100 000 kişi krallarına sonsuz bir barınak yapmak için 23 yıl süreyle çalışmıştır. Bunun için de, daha önceden dört köşe yontulan 2,5 milyon taş blokun taşınması gerekmişti. Bu taş blokların bazıları 150 ton ağırlığındadır (…) Yüzlerce kilometre ötede bulunan taşocaklarından teknelerle taşınan bu taşlar daha sonra eğimli düzeylerin üzerine tek tek çekilerek yerleştirilmiştir. Gize ile Assuvan’daki granit taş ocakları arasında 800 km vardır” (Lissner).
Keops ehramı, 146 m. yüksekliktedir. Kütlesi ise 2 521 000 tür. Bu ölçeklerde bir inşa faaliyetinin örgütlenmesinde ideolojinin belirleyici rolü olmakla birlikte şiddetin sistemin işleyiş dinamiklerindeki etkisi vurgulanmalıdır. Orta İmparatorluğun ilk firavunu olan I. Amenemhet’in öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu I. Sesostris’in babasının ağzından yazdırdığı (İ.Ö. 1971) papirüsteki öğütler iktidar mekanizmasına sinmiş şiddet anlayışını sergiler: “Tebaana karşı sert ol. Halk, ancak zor kullananlara boyun eğer. Kimseyle dostluk kurma ve kimseyi kardeş diye görme. Hiçbir dosta güvenme. Yatarken, kapının önüne güven veren nöbetçiler dik. Tehlike anında insanın dostu yoktur.” Bu şiddete dayalı iktidar anlayışının akış çizgisinde imparatorluk gücünün militarizmi ortaya çıkar. İmparatorluk kurumları, yeni zenginlik kaynakları ve sömürü imkânları sağlar. “İşçi” orduları bu kez kanlı fetihlerin ve sömürgelere yerleştirilen garnizonların askerî gövdesini oluştururlar. Emperyalizm köylü, işçi, zanaatkârların omuzları üzerinde ve kanları pahasına işler. Yağmalanan zenginlikler hammadde kaynaklarının denetimi, el konulan varlıklar egemenlerin meşruluklarını destekleyen muazzam inşa faaliyetlerinde ve düzenin ölümsüzlüğünü tanrılaştırılan firavunun şahsında teyid etmek amacıyla kullanılır.
Ölüm hayatı denetler, mumyalı saltanat koparılmış insanı yaratır. İnsan itaat mekanizmalarıyla tüm beşeri potansiyellerinden koparılır. “Güneşleştirilen” sistem karşısında ufalanan beşeri varlık tutsak edilir, kuşatılır, köleleştirilir. Geleceğe, ezilmiş emekçilerin itaatini sağlayan piramit ideolojisinin birikimini içeren muazzam ehramların, koparılmış insanın sistem karşısındaki güçsüzlüğünü vurgulayan ağır gölgeleri kalır. Bir de firavunların kanlı “kahramanlık” öyküleri: III. Tutmes, Sudan’dan Fırat’a kadar uzanan Mısır İmparatorluğunun kurucusuydu. Savaşları 16 yıl süren III. Tutmes, Suriye ve Filistin’i sömürgeleştirdi. Ondan sonra gelen II. Amenofis, “büyük bir avcı ve ok atıcısıydı.” Suriye’de çıkan isyanı kanlı bir biçimde bastırdı. Papirüslerde yer alan bilgiye göre bu firavun yedi Asya kralını zincire vurdurarak Tebai’ye getirdi. Yedi kraldan altısı, şehrin duvarlarına asıldı. Yedincisi de başkentin güneyindeki Napata şehrinde sallandırıldı. Militarist niteliklerle donanan II. Amenofis’i ok fırlatırken gösteren figür Gize’de bulunan ehramın duvarlarına kazılıdır.
İmparatorluk kurum ve teknikleri birikimine özellikle ideoloji, bürokrasi ve dini örgütlenme alanlarında kalıcı katkılarda bulunan Mısır emperyalizmi aynı zamanda garnizon devlet uygulamasının ilk modelidir. Eski ve Yeni Krallıklar döneminde, orduların sürekli hareketi ile desteklenen muazzam bir sınır savunması söz konusudur. Yeni İmparatorluk, sınırlarını genişleterek Nil’in zenginliklerini koruma stratejisini benimsedi. Ancak Mısır emperyalizminin akıbeti bu konuda kalıcı ve temel bir durumu ortaya çıkarır. Filistin, Libya ve imparatorluk ordusunda “uygar” savaş yöntemlerine göre eğitilmiş “barbar” askerlerin saldırıları imparatorluğun temellerini sarsıyordu. Nil Vadi’sine Libya’lılar, Nubya’lılar, Asur’lular, Pers’ler, ve Mekedon’lar akıyordu. Silahlara muazzam kaynaklar harcamanın ve “en iyi savunmanın saldırı olduğu” inancının sonucu bu oldu. “Uygarlaştırıcı” bir güç olarak kabul edilen militarizmin karanlık geçmişinde Mısır örneği önemlidir. Ayrıca imparatorluk stratejileri beşeri ve doğal kaynakların yıkımını sistemleştirdiği ölçüde varlık temellerini çürüten dinamikleri içerir.
Piramit ideolojisine içerilen imparatorluk stratejileri sermayeleşmiş zor, örgütlü talan ve kaynakların hoyratça tüketilmesine dayanır. İmparatorluk stratejilerinin kanlı uygulamaları sonucu, tüm insanlara açık olan varlık tutarı artmaz. Sadece, varolan kaynakların yeniden dağılımı (şiddet araçlarıyla) yapılır, gizli saklı tutulan zenginlikler, hammaddeler küçük bir azınlığın denetimine geçer. Bu emperyalist fetihler ve el konulan ganimetlerin anlamı, daha yoksul toplumların varlığını zorla alıp, bunları muazzam bir görkem içinde yüzen saraylara aktarmaktır. Daha sonra da imparatorluk kurumlarının temeli, sömürgeleştirilen ülkelerden düzenli biçimde haraç ve hammadde elde etme mekanizmalarını yerleştirme üzerine kurularak sürekli hale getirilir.
Mısır başta olmak üzere imparatorluklar birer haraç toplama, hammaddelerin sürekli akışını güvence altına alma aygıtlarıdır. Savaş makinesi, militarizm ve tanrısal çizgilere büründürülen şiddet bu yapının varlık koşullarıdır. Bu yapı kendini içten içe kemiren çelişkileri içerir. Ruh-beden ikiciliğinin koyu karanlığında, beşeri gelişmenin muazzam potansiyelleri; egemenlik sistemlerinin eşitsizliği sürekli kılmak amacıyla örgütlenen, ideolojik, politik, askerî, ekonomik kurumları tarafından tahrip edelir. Bilim ve teknoloji, eşitsizlikçi egemenlik düzenlerinin kurumsal güç sistemlerine zincirlenirler, dolayısıyla beşeri gelişme ancak sömürü, kâr, mülkiyet ilişkilerinin sürekliliğini güvence altına alacak sınırlar içinde tutulur. Koparılmış insan, tanrısallaştırılan egemenliğin mutlak denetimine alınır. Bu bağlamda, gerçek üreticiler, piramit ideolojisinin hâkimiyetindeki Mısır’da “aşağı sınıflar” düzeyine indirildi. Yönetici sınıflar ise başta sistemin odağında bulunan firavunun tanrısallık iddiasına dayanarak “üstünlük”lerini yerleştirdiler. Koparılmış insan, derin ve doğru düşünmenin bütünlüklü yollarının uzağına düşürülerek beşeri gelişme dinamikleri köreltildi. Kapitalizm, koparılmış insanın, kâr ve mülkiyet mekanizmaları tarafından parçalara ayrılan, etiketlenen pazara sürülen güç kaynakları üzerinde piramit ideolojisinin bütünlüklü gelişmeyi durdurma, niteliği niceliğe kurban etme, mekanik ayrıştırma özelliklerini devam ettirir.
Tanrısallığı mutlak bir bireycilik boyutuna taşıyan Akhenaton’un tek tanrıcılığı mayalandıran açılımı, imparatorluk güç kaynaklarının ekonomik, politik, askerî temellerini ortaya koyuyor. Ayrıca, koparılmış insan varlığının karşı karşıya kaldığı baskıların boyutunu sergiliyor. Mısır halkı, “bir tek biçimi olabilen tek bir fiziksel varlıkla” özdeşleşen tek tanrı fikrini firavunun şahsında kabullenemedi. Ancak bu tanrı kalıbı, gelecekte etkili olacak inanç sistemlerinin birikimini mayalandırdı. Yeni bir din ve onun başkentini inşa etmenin muazzam maliyetleri, tek tanrıcı “evrenselci”lik ideolojilerinin peygamberlerin vahye dayalı iman hakikatleri dışında alabildiğine dünyevi güç temellerini ortaya koyar. Tek Tanrıcı inançlarda önceki ilâhlarla bütünleşen dünyevi güç temellerini ortaya koyar. Tek Tanrıcı inançlarda önceki ilâhlarla bütünleşen dünyevi güçleri reddetmekle çıkış geleneği firavun Akhenaton’un kapsamlı açılımıyla başlar. Tek Tanrıcılığı mayalandıran ideolojik, politik, kültürel koşulların yankılandığı sürecin arka plânında yoğun bir güç ve iktidar mücadelesinin dinamikleri yatar. Daha önceki sayfalarda anlatılan bu süreci bazı tekrarlar ve yeni bilgilerle zenginleştirmekte yarar var:
“III. Amenofis döneminin sona ermesiyle birlikte (İ.Ö. 1350) zenginlikleri büyük ölçüde artan tapınaklar, firavunun siyasi ve ekonomik rakipleri haline gelmişti. Gerginliğin ilk işaretlerine Amenofis döneminde bile rastlanılabilir. Firavunun kendisini Teb’in etkilerinden yavaş yavaş uzaklaştırdığı görülür. Oğlunu, ki onun da ismi Amenofis’ti, Memphis’te kendisi yetiştirdi ve Kuzey Mısır’da başka koruyucu kültler kurdu. (Sakkara’daki kutsal boğalar ve Heliopolis’teki güneş tanrı kültü gibi). İlk kez Amenofis döneminde kendi fiziksel biçimi içinde güneşe tapma kültü olarak yeni bir kült ortaya çıktı: Aton. Amenofis’in ardılı IV. Amenofis (İ.Ö. 1352-1336) yani bilinen ismiyle Akhenaton, yani “Aton’un dindar hizmetkârı” Mısır’ın geleneksel tanrıları yerine Aton’a dayalı tek tanrılı bir din yaratmaya” girişiyordu (Freeman).
Güneş tanrıya tapma Mısır dininde kurumlaşmıştı ve imparatorluğun egemenliği altındaki Ortadoğu kültürleri arasında da yaygındı. Ancak Akhenaton, Aton’u Mısır iktidar güçleri arasındaki mücadelede temel bir ideolojik araç olarak kullandı ve özellikle “siyasi ve ekonomik rakipleri” olan rahiplerin, merkezi inancını temsil eden Amon’a karşı ön plana çıkardı. Mısır’ın diğer tanrılarına karşı mücadele başlatan firavun kendisini Aton ile halkı arasında doğrudan tek arabulucu olarak atama yoluna gitti. Mısır devletinde bu ölçüde bir ideolojik değişimin etkileri büyük oldu. Birçok tapınak kapatıldı. Amon adı ve çoğul anlamıyla “tanrılar”dan sözeden hitaplar tapınaklardan silindi. “Güneşleştirme”ye dayalı tek tanrı mutlakçılığı yeni bir başkentin inşa edilmesiyle ve Aton için tapınaklar kurulmasıyla boyutlandı. Firavun bugün Tell el-Amarna olarak bilinen bölgeye başkentini taşıdı. Bu kentte büyük bir tapınak inşa ettirdi.
“Tell el-Amarna’nın doğu kıyısındaki uçurumların ortasında vadiye açılan doğal bir geçit vardı ve buradan bakılınca güneşin doğuşu bir an için yakalanabiliyordu. Kentin ana tapınağı vadiyle aynı hizada inşa edilmişti ve Amon’un geleneksel kapalı mabetlerinin tersine, bu tapınağın üzeri gökyüzüne açık bırakılmıştı (…) Akhenaton’la ilgili kabartmaların ve resimlerin pek çoğu onu doğrudan doğruya ışın saçan güneşin altında gösterir; her biri küçük insan elleri biçiminde sona eren ışınlar firavuna doğru uzanır ve onu kuşatır.”(Freeman) Akhenaton, tanrısının tek aracısı olarak krallığın tüm güçlerini kendi elinde toplayan muktedir bir firavundu. Tapınakların mal varlığına el koymakla politik gücünü yoğunlaştırdı ve ülke yönetiminin denetiminde daha etkili bir konuma geldi. Tek tanrıcılığın ilk mayalanma süreçlerinin politik, ekonomik, ideolojik arka planı alabildiğine dünyevi bir biçimde güç sisteminin çelişkileriyle çizilir. İmparatorluk kurumlarının zenginlik ve kudret kaynaklarına dayanan firavun tanrısallaşır. Tell el-Amarna’nın planı, krallığın idari yapısı ve gücü hakkında önemli ipuçları sunar:
“Firavun ve ailesi özel konutlarını kuzeyde, kentin geri kalan kısmından epey uzakta tahsis etmişlerdi. Kentin tören yapılan merkezinde; ikamete özel saraya törensel bir güzergâhla bağlanmış, daha görkemli, firavunun halka görünmesi ve yabancı elçileri kabul etmesini sağlamaya yönelik bir tasarıma sahipmiş gibi görünen, başka bir saray bulunuyordu. Devasa firavun heykellerinin çevrelediği kocaman bir avlu sarayın merkezi bölümüydü. Muhteşem Aton Tapınağı da idari bürolar gibi yakındaydı. Amarna özellikle kudretli ve bağımsız bir firavuna göre bir ev olabilirdi, fakat kent, bir yöneticinin gücünün, çevresini etkilemek ve memurlarını yakından denetlemek için nasıl mesafeli biçimde kullanılabileceğini gösteriyor.”(Freeman) Akhenaton, aynı zaman da geleneksel biçimiyle metinlerde kullanılan klasik dilden uzaklaştı, egemenlik tanrısı değiştirilirken, yarı klasik, yarı halk deyimlerine dayanan kendi geliştirdiği yapay bir dili dayattı. Akhenaton’un iktidar modeli, mülkiyet ve eşitsizlik temelinde örgütlenen düzenin özüne dokunmadan, sistem içi güç çelişkilerinin ortaya çıkardığı politik, ekonomik, ideolojik sorunlara kapsamlı sosyal ve dini reformlarla cevap vermenin stratejilerini ortaya koyar. Egemenliğin tanrısallaştırılması burjuva akıl ideolojileri kapsamında da aynı ilkeleri izler. Alaşağı edilen geleneksel dini güç merkezlerinin yerine ya yeni bir kutsal odak veya akıl ideolojilerinin mutlaklığına dayanan aynı ölçüde tanrısal niteliklere sahip dünyevi vurgularına rağmen piramit ideolojisinin mumya saltanatıyla bütünleşen bir iktidar ve toplum dizgesinin kurumları yerleştirilir.
“Modern” burjuva akıl ideolojilerinin kutsallaştırdığı dünyevilik vurgularını, “bilim” mutlakçılığının tekelciliğiyle meşrulaştıran “ebedilik” iddiasındaki eşitsizlikçi mülkiyet ve güç sistemleri mumya saltanatının mezar ötesi hükümranlığına yani kadim çağların birikimine yaslanırlar. Halklar mezardan yönetilmeye devam edilir. Bu mezar saltanatının kurucuları için değişim ve kopuş söyleminin derinliklerinde Akhenaton’un güç sisteminin özüne dokunmadan tanrıları değiştirmesi, tekleştirmesi, mutlaklaştırması ve eşitsizlikçi egemenliğin ilelebet süreceği güvencesini yeni mekanizmalara, oluşturduğu yapay dile, kurduğu başkente, tanrısallaştırdığı kişiliğine dayandırması tarih bilincine sahip tüm önemli peygamber, imparator, kral, sultan, diktatör, seçilmiş kralların temsil ettikleri yönetici sınıflar adına ilk örneğini teşkil eder. Akhenaton tarihin sadece “ilk bireyi” olmakla kalmaz Akadlı Sargon çapında bir egemen portresi çizer. O büyük ekonomik, politik ve ideolojik güç kaynaklarına sahip olan yüksek düzeydeki din sınıfı karşısında yeni bir egemenlik ilâhiyatı kalıbının nasıl yaratılacağını gösteren iktidar oyununun kurallarını ilk oluşturan şahsiyettir. “Güneşleştirilmiş” tek tanrıcılığı kendi egemenliğinin güç kaynağına dönüştürmesi ve buna uygun bir dil yaratması ayrıca yüksek rahipler sınıfıyla mücadele ederken hem mutlak tanrısal niteliğini hem de “ailesiyle birlikte, gelenekselden çok daha gayri resmi ve gerçekçi bir duruş” sergilemesi yani “halkçı” bir kral görünümü vermesi kayda değer! Öyle ki Güneş Tanrıyla özdeşleşen Akhenaton, “bazı portrelerinde, kabul edilebilir bir firavun tasvirinden olağanüstü farklı bir dış görünümde, koca göbekli biri olarak resmedilir.”
Akhenaton’un sosyal, politik ve dini reformları üç bin yıllık Mısır egemenlik sisteminin temel dinamiklerine oturuyordu. Rivayete göre, ülkenin birleştirilmesi ve devletin kurulması Menes, adıyla bilinen ilk hükümdarın eseriydi. Güneyden gelen Menes birleşmiş Mısır’ın yeni başkentini bugünkü Kahire’nin yakınında, Memfis’te inşa etti. Taç giyme töreni ilk kez orada kutlandı. Daha sonra ve üç bin yılı aşkın bir süre, firavunlar Memfis’te taç giydi. Firavun yaratıcı kaynağın yenilenmesini temsil ediyordu. Mısır devleti, tanrısal örneğe göre gerçekleştirilmiş bir eser olarak istikrar ve sürekliliği temsil eden firavunun kutsallığına bağlanıyordu. Eşitsizlikçi temelde örgütlenen bu toplum ve devlet yapısının üç bin yıllık istikrarı tüm güç sistemlerinin çekirdeğine yerleşik piramit ideolojisinin etkinliğini açıklar.
İlk hanedanlar döneminde kurumlaşan sosyo-politik ve kültürel düzenleme ilkeleri tam on beş yüzyıl için geçerliliklerini korudular. V. Hanedandan (İ.Ö. 2500-2300) sonra da, bu birikime neredeyse hiçbir önemli yenilik eklenmedi. İçeriği “bilim” ve “akıl” ideolojileriyle doldurulan bu güç sistemi kalıbını, mülkiyet, eşitsizlik, kâr mekanizmalarına ebedilik kazandırmak isteyen sermaye düzeninin egemenlik biçimlerinde gözlemlemek mümkündür. “Evrensel” mülkiyet ve kâr sisteminin işleyişinden sorumlu olan güçlerin tanrısal niteliklerini mutlak “iyi”nin temsilcisi vurgusuyla, “şeytan”ların istikrar, düzen, uyumu bozmalarının karşısında güvence sayan emperyalist ilâhiyatın kökleri, piramit ideolojisindedir. Dünyanın düzeni, emperyalist ilâhiyat açısından değişmemelidir. Mülkiyet ilişkileri, eşitsizlikçi “evrensel” düzen, kâr ilkesine göre örgütlenen sistemler karşısında her türlü “yeni” arayış, yol ve hareket emperyalist ilâhiyat açısından “şeytani güçler”in bastırılması zorunlu tezahürleridir. Baskı teknolojileri, üretimde nicel artış sağlayan buluşlar (piyasada ticari mala dönüştürüldükleri ölçüde), öldürme araçlarında gelişmeler dışında kalan ve eşitsizlikçi egemenlik ilişkilerini, kurumlarını, kurallarını “tehdit” eden her “yenilik” emperyalist ilâhiyatın “şeytan” dizgesinde yerini alır. Bir kez daha piramit ideolojisi: “Mısır uygarlığının ayırt edici özelliğini oluşturan… yenilik karşıtlığı dinsel kökenlidir. Kutsal biçimlerin değişmezliği (…) kozmik düzeni en mükemmel tanrısal eser olarak kabul eden ve her türlü değişimde kaos haline geri dönüş, dolayısıyla şeytani güçlerin zafer kazanması tehlikesi gören bir teknolojinin mantıksal sonucudur (…) yenilik karşıtlığı ilk yaratımı hiç bozulmadan korumaya çalışıyordu, çünkü o her açıdan (kozmolojik, dinsel, toplumsal, ahlâki) mükemmeldi.” (Eliade)
“Tep Zepi” (İlkçağ) adı verilen dönemde yaratıcı tanrı “ilk suların” üzerinde beliriyor, tüm dinsel ve kültürel kurumlar (tapınak planları, takvim, yazı, ayinler, krallık simgeleri v.b.) meşruiyetlerini bu kutsal süreçten alıyorlardı. “İlk çağ” mutlak mükemmelliğe sahip ve “öfke veya gürültü veya kavga veya kargaşa çıkmadan” önceki dönemi temsil eder. Belirli bir anda kötülüğün müdahalesinin ardından kargaşa ortaya çıkıp bu altın çağa son verdi. Ancak bu mucizelerle dolu dönem, bir daha geri gelmeyecek geçmişin kutsal emaneti vurgusuyla bir kenara atılmadı, sistemin dini, politik, ideolojik çekirdeğine yerleştirildi. Şeytani güçler karşısında zaferin güvencesini değişmezlik, istikrar, mutlaklık oluşturur. Bu değişmez ilkeler tüm egemenlik ilâhiyatlarına kaynaklık edecek nitelikleriyle Mısır ve Mezopotamya’da kapsamlı, sürekli, kurumsal anlatımlara dayandılar. Örneğin, Mısır yaratılış anlatısı ilk sulardan bir tümseğin çıkışıyla başlar. Uçsuz bucaksız suların üzerinde bu “ilk yer”in belirmesi toprağın olduğu kadar, ışığın, hayatın ve bilincin de ortaya çıkması anlamına gelir. Bu “ilk yer” olma imtiyazını pek çok yerleşim merkezi sahipleniyordu. Aslında her kent, her tapınak “Dünyanın Merkezi” yaratılışın başladığı yer olarak, kabul ediliyordu. Ancak, ilk tümsek, çoğu zaman firavunun güneş-tanrıyla buluşmak için üzerine tırmandığı dağ olarak görülüyordu.
Piramit ideolojisini mayalandıran, tek tanrıcı egemenlik ilâhiyatlarına ve ruh-beden ikiliğinin eşitsizliği ezeli ve ebedi bir hakikat olarak dizgeleştiren özüne içerilen bu yaratılış inancının esasları şöyledir: Atum en üstün ve “gizli tanrı”dır. Re (güneş) ise tam anlamıyla görünür tanrıdır. Yaratılış evreleri farklı farklıdır. Nil deltasının ucunda yer alan Heliopolis kentinin güneş eksenli ilâhiyatına göre, tanrı Re-Atum-Khepri (güneş’in üç hali söz konusudur: Khepri, doğan güneş; Re, tepedeki güneş ve Atum, batan güneş) ilk tanrısal çifti, Şu (Hava) ve Tefnut’u yarattı, bu çift, Geb (Yer) ile tanrıça Nut’un (Gök) ebeveyniydi. Bu yaratılış dizgesi eksiksiz bir hiyerarşi anlayışına dayanır. Tüm tanrısal varlıklar, üstün tanrının tözünden doğarlar. Gök ve yer, Hava tanrısı Şu tarafından birbirlerinden ayrılıncaya dek, kesintisiz biçimde birleşmişlerdi. Osiris, İsis, Seth ve Nephtys gibi tanrılar bu hiyerarşik düzenin parçalarıdır. Orta Mısır’daki Hermopolis’te, rahipler sekiz tanrı grubu etrafında oldukça karmaşık bir öğreti geliştirdiler. Tüm egemenlik ilâhiyatlarının dokusuna sinen bu karmaşık öğretiye göre: Hermopolis’teki ilk gölden bir nilüfer, bu nilüferden de “En ilk Tanrıların tanrısal tohumu olan, sekiz Tanrı’nın doğurduğu mükemmel mirasçı, kutsal-aziz çocuk” çıktı; “o, tanrıların ve insanların tohumlarını birbirine bağlayan”dı.
İşte tüm ilâhiyat dizgeleri Mısır egemenlik sisteminin politik, ekonomik, ideolojik, askerî bütünleşmesi zemini üzerinde gelişti. En sistemli ilâhiyat dizgesi Birinci Hanedan firavunlarının başkenti Memfis’te, tanrı Ptah’ın çevresinde kuruldu. “Memfis Teoloji Belgesi” adı verilen kaynağın ana metni, firavun Şakaba zamanında (İ.Ö. 700) taş üzerine oyulmuş, ama asıl yazı yaklaşık iki bin yıl önce yazılmıştı. Bu metin son derece felsefi bir içerik taşır. Çünkü Ptah ruhu (“kalbi”) ve sözüyle (“dili”) yaratır. “Atum’un görüntüsü altında kalp (ruh) olarak tecelli eden, dil (söz) olarak tecelli eden, çok eski tanrı Ptah’tır…” Bu dizge Ptah’ı “en büyük tanrı” ilân eder. Atum ise yalnızca ilk tanrısal çiftin yaratıcı olarak kabul edilir. “Tanrıları vareden” Ptah’tır. Baş tanrı düşüncesinin ve sözünün yaratıcı gücü: sistemin kurumlaşma, merkezileşme, yerleşme süreçleriyle içiçe gelişir. Mısır metafizik spekülasyonu dezgeleştikçe, tek tanrıcılığa akan birikimi ortaya çıkarır. “Mısır tarihinin başlangıcında, Hristiyanlığın Logos (söz) teolojisine yakın olarak değerlendirilebilecek bir öğreti bulunmaktadır.” (Eliade) Mısır ilâhiyatı, felsefesi ve piramit ideolojisinin akış çizgisinde Hristiyanlığın yanısıra ve ondan önce İbrani dizgesinin biçimlendiği görülür.
Sümer ve Mısır birikiminden beslenen İbranilik “kutsal tarih”le, yani Tanrı’yla ilişkileri düzenleyen kurallarla ilgilidir. Tekvin şu bölümle açılır: “Başlangıçta Tanrı (Elohim) göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.” Gerçek anlamda yaratılış, yani “kaos”a düzen verilmesi Tanrı kelamının gücüyle gerçekleştirilir. Tanrı, “ışık olsun” dedi ve ışık oldu. Mısır ilâhiyatında olduğu gibi, Tevrat, “söz”le “iyi” bir dünyanın ve Tanrı’nın kutsadığı bir hayatın yaratılmasını insanla tamamlayan süreci açıklar. Altıncı ve son günde Tanrı der ki: “İnsan kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım.” İ.Ö. 2000’de oluşturulan “Kral Meri-Ka-Re İçin Dersler” başlıklı Mısır metninde şunlar yazılıdır: “Tanrı’nın sürüsü insanlar, gereçlerle iyi donatılmıştı. O (Güneş Tanrı) onlar için gök ve yeri yaptı… Burun deliklerini canlandırmak için havayı yaptı, çünkü onlar onun etinden çıkmış kendi suretleriydi.” Koparılmış insan, güç sisteminin tanrısallığıyla kuşatılırken “seçilmiş”lerin mutlak hakikatin gizemleri konusundaki bilgi tekeli, doğanın egemenlik altına alınmasını ve koparılmış insanın denetimini meşrulaştırır. Tevrat’ta, “insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” diyen Tanrı “denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere yeryüzünün tümüne egemen olsun” buyruğunu verir.
Yukarıda sözü edilen Mısır metninde de aynı vurgu yapılır: “Tanrı… Gökte parlar, onlar için bitkileri ve hayvanları, onları beslemek için kuşları ve balıkları yapar.” Tüm beşeri ve doğal zenginlik kaynakları, üretim süreçleri eşitsizlikçi güç sistemlerinin temsil ettiği küçük bir azınlığın denetiminde kaldıkça doğaya egemenlik, koparılmış beşeri varlığın sürekli köleliğini güvence altına alır. Mısır’da başlayarak tüm Tek Tanrıcı egemenlik ilâhiyatlarının özne yerleşen piramit ideolojisinin ebedi eşitsizlik, mülkiyet, “seçilmiş”lerin imtiyazlarını düzenleyen ilkeleri “bilim” etiketli burjuva akılcılığında şekil değiştirerek varlığını sürdürür. Kapitalizm için cennetin anahtarı: Doğa’ya egemenliktir.
Mısır piramit ideolojisinin kutsal metinleri İbrani ilâhiyatında tekrarlanır. İnsanın yaratılışı ile ilgili bir anlatımda, Yahve’nin (Tanrı) insanı (âdâm) balçıktan yarattığı ve “burnuna yaşam soluğunu” üfleyerek can verdiğinden söz edilir. Güneş Tanrı da insanın “burun deliklerini canlandırmak” için havayı yaratır. “Onlar için bitkileri ve hayvanları, onları beslemek için kuşları ve balıkları” yaratan Güneş Tanrı gibi Yahve’de “Aden’de bir bahçe dikmiş” “iyi meyve veren, güzel ağaçlar”ın her türünü yetiştirmiş ve bu bahçeye “baksın ve işlesin diye” insanı oraya yerleştirmiştir. Daha sonra Yahve hayvanları ve kuşları yine topraktan yoğurdu, onları Adem’in yanına getirdi. İlk insanın balçıktan yaratılması Sümer’den kaynaklanır. Benzer inançlar Mısır’da da varlığını sürdürüyordu.
İsrail dini, Mısır ve Mezopotamya inanç sitemlerinde olduğu gibi, bir “kutsal tarih” oluşturur: Dünyanın kökenini ve insanlığın güncel durumunu açıklar. İbraniler açısından İbrahim’den sonra ve özellikle de Musa’yla birlikte bu “kutsal tarih” esaslı bir sosyal, dini, ideolojik, politik dizgenin mutlak örnek alınması gerekliliği inancına dayanır. Mısır ve Mezopotamya kaynaklı “mitolojik” birikimin seçilmiş unsurları ile eleştirisi üzerine kurulan İsrail dini “yeni” bir bakış açısı içermez. Ancak en özgün yanı Tanrı’nın “seçilmiş halk”la ilişkilerini Mısır geleneği temelinde bir “kutsal tarih” anlayışına dönüştürmüş olmasındadır. Mısırlılar, yabancıları uzun süre “insan olarak” kabul etmeyecek ölçüde “seçilmiş”lik inancına sahiplerdi. Özellikle “Asyalılar” yoğun bir nefretin konusu olarak şeytanlaştırılıyordu (Yahudi öğretisinin “Yahudi olmayanlar”ı “hayvanlaştırma”sı ile ilgili olarak “Borçlular Hapisanesi” adlı çalışmama bakılabilir). “Milli” nitelik taşıyan bu “kutsal tarih” seçilmişlik vurgularıyla doludur. Tekvin’in 12. Bab’ında Yahve, Abraham’a (İbrahim) şöyle der: “Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak sana göstereceğim ülkeye git. Seni büyük bir millet yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın. Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.”
İbrahim’in “seçilmesi”ndeki örtülü dinsel anlayış, Yakındoğu’da iyi bilinen inanç ve egemenlik ilâhiyatlarının uzantısıdır. İbrahim’in öyküsü, oğlu İshak, torunu Yakup ve Yusuf’un serüvenleri “İlk peygamberler çağı” denen dönemi oluşturur. Bu peygamberler kuşağının stratejileri, metafizik anlayışları, ideolojik görüşleri Mısır ile Mezopotamya’nın toplumsal, hukuksal, politik kurumlarının prizmasından süzülen birikimle yoğrulur.
İmparatorluk kurumlaşması temelinde mayalanan tek tanrıcılık, Marduk ile Babil, Aton ile Mısır’da kayda değer bir kültürel ve ideolojik birikim yaratır. Bu birikimin bir diğer ucunda ise Asur tek tanrıcılığının gelişimi bulunur. Ancak bu büyük imparatorlukların egemenlik sistemlerinde ekonomik ve politik güçleriyle tapınak örgütlenmeleri, bir tanrının üstünlüğünü kabul etmekle birlikte diğerlerinin varlığını korumayı çıkarlarına uygun buldular. İbraniler bu kültürel, politik, ideolojik süreçlerde mayalanan tek tanrıcılığı bir imparatorluk kurumlaşmasının yarattığı dengeler, yapısal engeller, uzun zamanda şekillenen sınıfsal çıkarların çelişkilerinin dışında geliştirdiler.
Eşitsizlikçi güç sistemlerinin imparatorluk ideolojileriyle harmanlanan tek tanrıcılığını; sosyal ve politik örgütlenmelerinin ihtiyaçlarına uydurdular. Tarım ve ticarete dayalı eşitsizlikçi düzenin çekirdeğine yerleşen tek tanrıcı ideoloji imparatorluk sistemlerinin kapsayıcılığı ötesinde mülkiyet, ataerkillik, pazar kural ve kurumlarının işleyişiyle bütünleşir. Sürekliliğini güvence altına alan temelleri imparatorluk düzenlerinin çelişkilerinden ötede sosyal, politik, ekonomik eşitsizliğin değişmezliğine bağlayan tek tanrıcılık, İbranilikte dizgeleşir. Ancak İbrani tek tanrıcılığı; çok tanrıcı, baş tanrıcı Mısır ve Mezopotamya kültürel, ideolojik, dini birikimin başlıca unsurlarını içerir; süreç içinde aşarak gelişir. Babil sürgününden döndükten sonra Yehova’nın tek tanrı niteliği onun ağzından ilân edilir. İbraniler’in tektanrıcı inancı bir dizge haline getirmelerinde “Mısır aşısı”nın etkisi önemlidir. İbraniler’in Mısır’da kaldıkları dönem, tek tanrıcılığın gelişmesinde başlıca dönemeç olan Atonculuğun tasfiyesinin ertesine denk düşer. Bu bağlamda Musa’nın serüveninde dikkate değer unsurlar göze çarpar.
Musa sonradan “mucizevi” bir şahsiyet haline getirilir. Hayatı, Nil Nehri’nin kamışları arasına bırakılan bir sepet içinde ölümden mucizevi biçimde kurtulmasıyla başlar. Bu mucize, Theseus, Akadlı Sargon, Romulus, Kyros, Perseus vb. bir çok başka “kahraman”ın yaşam öyküleri kalıbıyla aynıdır. Musa’nın ve ailesinin diğer üyelerinin isimleri Mısır dilindedir. Bu isimlerde “doğma, oğlu” anlamına gelen msy öneki bulunmaktadır. Levi’nin oğullarında Merari’nin adı Mısır dilinde Mrry’dir (çok sevilen); Harun’un torunu Pinhas Mısır dilinde P,nhys’dir (zenci). Genç Musa, Amon tapımının yerine Güneş Tanrısı Aton’un tanrılar hiyerarşisinde en tepeye çıkarıldığı tek tanrıcılık dizgesini içeren Akhenaton “reformu”nun (İ.Ö. 1375-1350) mayalandırdığı çelişkili süreçleri gözlemlemiş olmalıdır. İki din arasında ortak noktalar mevcuttur: Aton tek tanrı ilân edilir ve Yahve (Yehova) gibi “var olan her şeyi yaratan” odur.
Musa, Akhenaton “reformu”nun bastırılmasından iki kuşak sonra Ramses döneminin yoğun çelişkileriyle yüz yüzedir. Bu çelişkilerin prizmasından süzülenler onun tanrıyla buluşmasını hazırladı. Çölün ötesinde “Tanrı’nın Dağı” Harev’e ulaşan Musa, orada “bir çalıdan yükselen alevler”i gördü ve kendisine adıyla seslenildiğini işitti. Biraz sonra, Tanrı “ben babanın Tanrı’sı, İbrahim’in Tanrı’sı, İshak’ın Tanrı’sı ve Yakup’un Tanrı’sıyım” diye kendini tanıttı. Bu hitapta yer alan “babanın tanrısı” Mezopotamya kökenlidir. İlk İbrani peygamberlerin inanç dizgesinde “babanın tanrısı” tapımı belirleyicidir. Bu inançta, “babamın/ babanın tanrısı” olarak tecelli eden Tanrı’ya bu şekilde başvurulur (Tekvin31:5). Bu türden anlatımlar bir özel isim içerirler, bu ifadeden önce kimi zaman “baba” sözcüğü de yer alır: “İbrahim’in Tanrı’sı”, “baban İbrahim’in tanrısı”, “İshak’ın tanrısı”, “atam İbrahim’in / babam İshak’ın tanrısı” veya “İbrahim, İshak ve Yakup’un tanrısı.” Bu ifadelere koşut anlatımlara tüm Yakın Doğu’da rastlanır. Örneğin Kapodokya Asurluları “babamın tanrısı”nı tanık gösterirler. “Babanın tanrısı” ilk başta en yakındaki atanın tanrısıdır ve oğullarda onu kabul eder. Tanrı kendini bu ataya göstererek “seçilmiş” toplulukla yakınlığını doğrular. Başlangıçta o bir tapınağa değil, koruduğu ve eşlik ettiği bir grup insana bağlı bir göçebe tanrısıdır. Kenan ülkesine giren ilk peygamberler burada “tanrı El tapımı” ile karşılaştılar ve onu “babanın tanrısı” inancıyla bütünleştirdiler. Bu birleşim “babanın tanrısı”nı aileler ve kabileler ötesinde bir “evrenselliğe” taşıdı.
İlk peygamberlerin biçimlendirdiği birikimin akış çizgisinde Mezopotamya’nın “mitolojik” etkilerine, Mısır tek tanrıcılığının unsurları eklendi. İşte Musa tanrısallığın bu akış çizgisinde “yeni bir tanrıyla karşılaştı.” Musa’ya görünen tanrı ile “babanın tanrısı” bir sürekliliği ortaya koyar. Ancak Yahve’de tıpkı “baba’nın tanrısı” gibi belirli bir yere bağlı değildir; ayrıca bir grubun önderi olarak Musa’yla özel bir ilişkisi vardır. Musa’ya akan ilk peygamber çizgisi “babanın tanrısı”nın “isimsiz”liğini, Yahve ile değiştirir. Yahve gizemini ve aşkınlığını ortaya koyan özel bir isimdir. Tanrı’yla inananlar arasındaki ilişki kalıbında önemli bir değişim ortaya çıkar. Artık “babanın tanrısı” vurgusunu içeren daha eşitlikçi kabile inancı yerini uzakta, mülkiyetçi, kendi seçtiği aracılarla konuşan “kral” niteliklerine sahip bir tanrı’ya bırakır. Yahve, ilk peygamber soyundan gelenlere “halkım” der. Bu halk Yahve’nin “kişisel mülkü”dür. Yahvecilik, “El tapımı”ndan aldığı kozmik yapı anlayışını “tanrının maiyeti fikri” ile tamamlayan İsrail peygamberlerinin uzantısında Musa’ya ulaşır. Yahve On Emir’de Musa aracılığıyla “Benden başka tanrın olmayacak” buyruğunu verir. Tanrı imtiyazlı ve “seçilmiş” bazı insanlara doğrudan, diğerlerine ise yaptıklarıyla görünecekti. Bu imtiyazlı “seçilmiş”lerin tanrı ile görüşmeleri ve sözleşmeleri mülkiyet, ataerkillik, eşitsizlik, kölecilik, ticaret alanlarında yoğun bir hukuki düzenlemeler dizgesinin kutsallaştırılmasını güvence altına aldı. Bu bağlatma tanrı veya tanrılar ile aracısız ilişki yasaklandı. “On Emir”den ikincisi “kendine hiçbir tasvir yapmayacaksın” Yahve’nin “ismi” ve “tasviri” olmamalıydı. Bu tasvirler tanrıyı barındıran zarflar olarak kabul ediliyordu ve doğanın çeşitli unsurlarını içeriyordu.
Egemenlik altına alınacak doğanın tapım nesnelerine biçim vermesi kabul edilemezdi. Yahve sadece “insan biçimli” özellikler taşıyabilirdi. Yahve’de acıma, kin, sevinç, keder, af, intikam vb. insani özellikler onun mutlak “kral” nitelikleriyle içiçedir. Yahve, “göksel bir maiyet” ortasında mutlak, ezici, hâkim bir gücü temsil eder. İnananlardan “mutlak itaat” bekleyen Yahve’de Mısır ve Mezopotamya hükümdarlarının temel niteliklerini bulmak mümkündür. Yahve “daha çok mükemmellik ve temizlik” yönündeki talepleriyle insanlığın üstünde mekanik, itaate dayalı, mutlak bir ideolojik kalıbın egemenlik tanrısı biçimine büründürüldüğü ölçüde tüm eşitsizlikçi düzenlerin çekirdeğine yerleştirilir. Tüm egemenlik ilâhiyatları ve eşitsizlikçi ideolojilerin temel kurum, kural, işleyişlerinde Yahve figürünün prizmasından süzülen renkleri tespit etmek mümkündür.
Yahve’nin şiddeti beşeri çerçevelerini kırar ve militarist dehşetin kutsallaştırılmasını içerir. Özellikle Kenan ülkesinin işgalinden sonra Yahve’nin bu nitelikleri iyice belirgin hale getirilir. İbrani tektanrıcılığı, yarattığından mutlak farklı olan tanrının en görkemli ifadesini ortaya koyar. Çelişkili niteliklerin bir arada varoluşu, Yahve’yi beşeri ölçülerin ötesinde mutlaklaştıran kalıplar içinde sorgulanamaz, eleştirilemez. Bu tek tanrı anlayışı bir kabileler topluluğunu eşitsizlikçi toplumsal ilişkiler temelinde bir “millet” çekirdeğine dönüştürürken Mısır, Mezopotamya ve Yakın Doğu birikiminin en olumsuz unsurlarını içerir. Peygamberler ve hükümdarlardan oluşan İbrani “seçilmiş”lerin yarattıkları dizge; piramit ideolojisi ve Mezopotamya egemenlik kalıplarının beşeriyeti mutlak güçler karşısında ezen en olumsuz unsurlarını kapsar. Mülkiyet, eşitsizlik, ticaret, ataerkillik, savaş; temel kutsal kurumlar olarak, tanrısal sözleşmenin özüne yerleştirilirken; piramit sisteminin koparılmış insanı yaratırken ortaya çıkardığı mutlak itaat ideolojisinin unsurları, İbranilikte sentezlenir.
Yahve, tam bir savaş ve egemenlik tanrısı olarak Kenanlılara karşı fetihlerde İsrailoğullarıyla aynı cephededir. Yahve silah haline getirdiği doğayı İsrail sömürgeciliğinin hizmetine sunar. Doğrudan savaşa katılan Yahve Yeşu’ya güvence verir: “Onlardan korkma; onları eline teslim ediyorum.” (Yeşu 10:8) Nitekim Yahve gökten binlerce düşmanı bir anda öldüren “iri iri dolu yağdırdı.” (Yeşu 10:11) Kenan Kralı Yavin’e karşı kazanılan seferden sonra “Seir’den çıktığında Yahve… yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, evet bulutlar eriyip su doldu.” (Hâkimler 5:4) Yahve Kenanlıların tanrılarından daha güçlüdür. Onun adına yapılan savaş kutsaldır. Mezopotamya, Mısır, Yakındoğu birikiminin etkilerine fetih ve sömürgeleştirmenin ilk yüzyıllarında Kenanlıların tapınak, kutsal alan, ayin gelenekleri eklenerek İbrani dizgesinin içeriğine yeni katkılar getirilir. Yahve’nin merkezinde durduğu ideoloji, kabile örgütlenmesinin özünü boşaltarak bazı biçimlerini meşruluk güvencesi olarak muhafaza eden egemenlerin elinde; krallığın temsil ettiği gücün temeli haline getirildi. “Samuel yaşlanınca, oğullarını İsrail’e önder atadı.” Ama oğulları onun yolunu takip etmediler ve o zaman önde gelen şahsiyetler Samuel’e şunu söylediler: “Şimdi öteki milletlerde olduğu gibi, bizi yönetecek bir kral tayin et.” (I. Samuel 8,1-5) Krallık bu çağrının yapıldığı zaman henüz yabancı bir kurumdu. İsrail’in tek kralı tanrı Yahve’ydi. Ancak, krallık fikrinin Yahve tarafından onaylanacağına ilişkin ortak bir inanç vardı. Bu ortak görüş; toplumun eşitsizlik ve mülkiyet temelinde sınıflaşmasının, egemenlerin iktidarını temsil edecek bir krallığı mümkün kılacak düzeye eriştiğini gösteriyor. Bunun üzerine, Samuel tarafından üstüne “kutsal yağ” döküldükten sonra, kral olan Saul’e “Yahve’nin ruhu indi” (I. Samuel 10;6); çünkü kral Tanrı’nın “mesihi” idi. Yahve tarafından evlat edinilmiş, bir anlamda onun oğlu olmuştu. Mısır güç sisteminin iktidar dizgesi ve piramit ideolojisinin egemenliği tanrısallaştıran ilkeleri İbranilik’te varlığını sürdürür.
Yahve kral için “Ben ona baba olacağım, o da bana oğul olacak” der (II. Samuel 7;14) Yahve Krala “meşruiyet” kazandırır ve ona evrensel egemenliği verir (Mezmurlar 110 ve 5; I.Tarihler 28:5, 29:23) Hükümdar Yahve’nin temsilcisidir; dolayısıyla tanrısal dünyanın parçasıdır. Taç giyme töreni, başka ayin biçimlerinin yanı sıra, kutsal yağ dökülmesini, krallığın ilânını ve tahta çıkmayı içerir. İsrail kralı, Yahve’nin temsilcisi olarak, tıpkı Mısır ve Yakın Doğu’nun diğer hükümdarları gibi adaleti adaleti sağlamak, zayıfları korumak, ülkenin bereketini artırmakla görevlidir. Krallık, Yahve ile Davud hanedanı arasında yeni bir sözleşmenin, “Sina Ahdi”nin bir uzantısı olarak biçimlendi.
İsrail krallık ideolojisi, “Kutsal tarih” dizgesini eşitsizlikçi mülkiyet düzeni temelleri üzerinde politikleştirdi. Bu çerçevede Süleyman, tapınağını Kudüs’te krallık sarayının yanına inşa etti; böylece tapınak eksenli tapınmayı soydan geçer hükümdarlıkla birleştirdi. Tapınak, Yahve’nin İsrailoğulları arasındaki mekânı oldu. Ama onun kutsallığı tapınağından taşıp, Kudüs ve tüm yeryüzü üzerinde “ışıldıyordu”. Tapınağın inşa edildiği Siyon Dağı “dünya merkezi” olarak kabul ediliyordu. Kudüs Tapınağı, krallık ideolojisini güçlendirir ve din ile devlet içiçe geçer. Mısır politik sisteminin özünde bulunan ma’at kavramı İbrani ilâhiyatında varlığını sürdürür. “Halkın huzuru”yla “evrensel” refahı sağlayan adaletin sürmesi kralın görevleri arasındadır. Dinsel tören usulleri Mısır’daki gibi dünya düzeninin yapılarını yenilemeye yöneliktir.
Eşitsizlikçi dünya düzeni tanrısal krallıkla özdeşleştirilir. “Tahta Çıkış Mezmurları” diye bilinen metinler Yahve’yi kral olarak yüceltir. O “bütün tanrıların üstünde ulu kraldır”. Söz konusu mezmurlarda “Yahve egemenlik sürüyor, titresin halklar.” (99:1 ve 4) vurgusu yer alır. Yahve mutlak güç ve egemenliğin odağındadır. O dünyanın efendisidir, çünkü yaratıcısıdır. Yahve “kaos”un simgesi olan ilk canavarı (Rahab, Leviathan, Ejderha Tannin) yener. “Evrenin hâkimi” olarak Tanrı, gökte oturur, varlığını ve iradesini doğayı araçsallaştırarak kullanır. Şimşekler, gök gürültüleri, yağmur, meteorolojik şiddet araçları olarak; “seçilmiş”lerin hizmetine verilen doğanın tezahürleridir. Yahve çelişkili bir “bütünlük” sergiler. O iyilik, kötülük saçar, öldürür, diriltir, ölüler diyarına indirir ve çıkarır. (I. Samuel 2:6)
Yahve’nin “öfkesi” korkutucudur. O tam anlamıyla “kutsal”dır, yani hem erişilmez, tehlikelidir hem de selâmeti sağlar. “Dünyanın kralı” ve yaradanı olan Yahve aynı zamanda kendi yarattığının yargıcıdır: “Belirlediğim zaman gelince, doğrulukla yargılayacağım” (Mezmurlar 75:2). Yahve’nin temsil ettiği egemenlik ideolojisinin kökleri Mısır ve Mezopotamya’nın güç sistemlerinin birikimlerine dayanır.
Onun ahlâki, kozmik, toplumsal nitelikler taşıyan “adaleti” (ma’at) evrenin temel işleyiş ilkesini oluşturur. Yahve “yaşayan tanrı”dır. O “konuşamayan” ve yürümedikleri için taşınmaları gereken (Yeremya 10:5) putlardan, “yerde biten otlara benzeyen” (Mezmurlar 10:5) insanlardan farklıdır. İnsan, Tanrı ona “soluğu” veya “ruhu” üflediği için canlı bir varlıktır. Mutlak güçle bütünleşen ve yeryüzündeki egemenlerin iktidar çekirdeğine yerleşik tanrı, ruh-beden ikiliğinin kaynağına içerilir.
Tanrı ve onunla bütünleşen eşitsizlikçi güç sisteminin zirvesinde bulunanlar “adalet” ve “mutlak hakikat”in kaynağıdırlar. (İlahi biçimlerinden sızdırılan bu dizge, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünün kalıbına uygun biçimde tüm doğal, beşeri kaynaklar ile üretim süreçleri üzerinde sermaye tekelciliğini simgeleyen demokrasi-insan hakları-serbest piyasa kavramlarının kutsallığında sürdürülür.) Tanrı “ruh”, insan “ettir”. Bedenle temsil edilen değerler “aşağı sınıflar”ın karakteristik özellikleridir. Tanrı ve onun gökyüzü krallığı (cumhuriyeti, oligarşisi, plutokrasisi, tiranlığı da denebilir) mutlak hâkimiyeti ve ebediliği temsil eder. Tanrı adına onun hâkimiyetini yeryüzünde güç sistemleri ve eşitsizlikçi iktidarlar kullanırlar. Bu iki varoluş biçim arasındaki ölçüsüz mesafe alanına eşitsizlik, mülkiyet, küçük bir azınlığın tüm zenginlik kaynakları üzerindeki denetimleri temelinde örgütlenen güç sistemlerinin ideolojik, politik, askerî, dini, hukuki, sosyal kurumları yerleştirilir. Tarih bu yerleşme süreçlerinin akışıdır.
İnsanın diğer yaratılmış varlıklardan ayrıldığı noktada mutlak gücün kutsallığı devreye girer ve peygamberler, hükümdarlar, zenginlik kaynaklarını denetleyen mülk sahipleri tanrının sözcüsü olarak mülkiyet, eşitsizlik, kölelik ilişkilerinin zorunluluğunu buyururlar. “Tanrı’nın sureti” olarak yaratılan “bedeni” vasıflarıyla ezilenler değil “ruh”la bütünleşen krallar, sultanlar, imparatorlar, halifeler, hükümdar-peygamberler, zenginlik kaynaklarını denetleyen varlıklı sınıflar ve onları temsil eden filozof askerler, üst düzey devlet görevlileridir. Dolayısıyla, “Tanrı’nın sureti olarak biçimlendirilmiştir ve doğaya hükmeder” denilen beşeriyetin çok küçük bir azınlığıdır. Bu bağlamda hiçbir yetki, iktidar, güç, zenginlik ve ünvanı bulunmayan Adem’in kendini Tanrı’ya benzetmek istemesi “ilk günah”ın işlenmesi olarak kabul edilir.
Tek tanrıcılığa içerilen mutlakçı güç anlayışını dizgeleştiren Tevrat metinleri insanlık durumunun değersizliği üzerinde durur. İnsan topraktan yaratılmıştır ve yine ona dönecektir. Elde edebileceği en büyük iyilik, uzun bir hayattır. Bununla birlikte Yahve ölümsüzdür. Koparılmış insan, yani “beden”i temsil eden değersiz vasıfları içeren “aşağı sınıflar”, kutsallığın imtiyazlarıyla donanan “seçilmiş” azınlık yani “ruh”un iktidarına itaatle yükümlüdür. Tanrı’yla ilişki korkunç bir sınav biçiminde cereyan edecektir ve öte dünyanın cennet veya cehennem kapıları yeryüzündeki mutlak mülkiyet, eşitsizlik, iktidara boyun eğme, sistemin sosyo-politik dengesini sarsacak “erdemsiz” davranışlardan kaçınma ilkeleri temelinde düzenlenen hukuk ve ahlâk kurallarına davranış ölçütlerine göre açılacak ya da kapanacaktır. Bu bağlamda eşitsizlikçi güç sistemleri ve piramit ideolojisinin temel nitelikleri tanrısallaştırılır: Yahve’nin “kulu” veya “hizmetkârı” olan insan tanrısından korkarak yaşamalıdır. İtaat en mükemmel dinsel davranış biçimidir. Buna karşılık, itaatsizlik, buyrukları ihlâl etmek günahtır.
Tanrı-insan ilişkisi piramit ideolojisinin itaat ilkelerine göre biçimlendirilir. Koparılmış insanın sahip olduğu gelişme potansiyelleri “mutlak hükümdar” kalıplarına oturtulan tanrıya aktarılır. İbranilikte “torah” (yasa) tanrı iradesini kesin biçimde duyurduğuna göre, önemli olan buyrukları izlemektir. Mısır ve Mezopotamya’nın eşitsizlikçi, mutlakçı güç sistemlerinin birikiminde yoğrulan “adalet”, “iyilik”, “hak” kavramlarının egemenlerin çıkarlarına uygun bir biçimde oluşturulduğuna tarih tanıktır.
Bu büyük sömürü, baskı, mülkiyet sistemlerinin merkezileşme, sömürgeciliklerini kurumlaştırma, emperyalist dinamikleri içeren imparatorluklar oluşturma süreçlerinin baştanrı, tektanrı ideolojilerinin akış çizgisinde dizgeleşen İbrani ilâhiyatının kavramları, yönetici sınıfların damgasını taşır. İnsanın dinsel amacı sayılan “doğru” olmak, “yasa” ve tanrısal düzeni bilmek ona uymaktır. Böylece “güç” ve “iyilik” yasada birleşirler. Doğaya egemen kılınan “insan” onun tanrısal “yasa”lar doğrultusunda işleyişini keşfedecek güce sahiptir. Tabii aslolan bu gücün kullanımının sistemin baskı teknolojilerinin, ticaretin, mülkiyetin, kârın, pazarın, savaşın hizmetinde olmasıdır. Doğa üzerinde egemenlik, eşitsizlikçi sistemleri ebedi kılmanın ilkesidir; “Güneşleştirme”ye zincirlenen koparılmış insana boyun eğdirecek mekanizmaların yaratılması; ölü emeği simgeleyen makinenin beşeri varlık üzerindeki hâkimiyetidir. Mutlak güç karşısında ezilen koparılmış insan aşağılanır, külçültülür, yazgısına hâkim olmasının imkânsızlığı gösterilir. Tüm piramit ideolojisinin özü itaati güvence altına alan bu beşeri hiçleştirmede yatar (burjuva akıl ilâhiyatı kalıbı aynen devam ettirir ancak tanrının yerine “bilim”, “teknoloji” ve “makina”yı koyar). Bu hiçleştirmede, mutlak güç muazzam bir belirsizlik alanının gizemli tanrısal (veya “bilimsel”) yasalarıyla tezahür eder. “Doğru” olmak bile mutlak gücün gazabından kurtulmaya yetmeyebilir. Bu konuda Eyüb örneğinde örtülü olan mesajlar koparılmış insanın hiçleştirilmesine işaret eder:
Yahve, gökyüzünün “savcısı” Şeytan’a şöyle seslenir: “Kulum Eyüb’e bakıp da düşündün mü? Çünkü dünyada onun gibisi yoktur. Kuşkusuz, doğru bir adamdır. Tanrı’dan korkar, kötülükten kaçınır.” Ancak Şeytan Eyüb’ün bağlılığının nedeni olarak onun zenginliğini gösterir. Bunun üzerine Yahve Şeytan’a “en sadık” kulunu sınavdan geçirmesi için izin verir. Eyüb çocuklarını ve servetini yitirir, “bedeninde tepeden tırnağa kadar kötü çıbanlar çıkar.” Ancak buna rağmen Tanrı’ya isyan etmez. Yanına gelen üç dostu Eyüb’e acı çekmesinin (yani cezalandırılmış olmasının) onun suçluluğunu kanıtladığını söylerler ve “günahlarını” kabul etme önerisinde bulunurlar. O ise başına gelenleri “etme bulma” yaklaşımıyla açıklamayı reddeder. İnsanın Tanrı’nın önünde “haklı” çıkamayacağını ve Yahve’nin “suçluyu da suçsuzu da” yok ettiğini bilir; buna rağmen ona şöyle seslenme cesaretini gösterir: “Kötü olmadığımı, senin elinden beni kimsenin kurtaramayacağını biliyorsun.” Mutlak gücün kullanılmasının ölçütleri gizemlidir. “Doğru” veya “iyi” olmak yeterli değildir. Her koşulda sınanacak olan bir itaatin, ideolojik ilkenin, en mükemmel anlatımı Eyüb örneğinde sergilenir. O Tanrı’ya şöyle seslenir:
“Rüzgârın sürüklediği yaprağa dönmüşüm, beni mi korkutacaksın? Kuru saman çöpünü mü kovalayacaksın… Suçlarım, günahlarım ne kadar? Bana suçumu, günahımı göster?”
Dostlarından biri onun kullandığı bu dilin yanlış olduğunu söyler, çünkü yaratılmış olan tanımı gereği suçludur. İnsan mutlak güç karşısında koparılmış varlığıyla potansiyel suçludur. Her an sisteme, yasalara, egemenlere, mutlak güç yapılarına dolayısıyla bunların temelindeki düzenleyici ilkelere yani eşitlik, sömürü, kölelik ve azınlığın imtiyazlarına isyan edebilir veya itaatsizlikte bulunabilir. O doğuşundan itibaren suçludur. Eyüb’ün dostu şunları söyler (acımasız bir ataerkillik ideolojisinin söylemiyle):
“İnsan gerçekten temiz olabilir mi? Kadından doğan biri doğru olabilir mi? Tanrı meleklerine güvenmiyorsa, gökler bile O’nun gözünde temiz değilse, haksızlığı su gibi içen iğrenç, bozuk insana mı güvenecek?” Tüm eşitsizlikçi düzenlerin ideolojik derinliklerinde koparılmış insanın hiçleştirilmesi ve “iğrenç” bir yaratık olarak değerlendirilmesi olgusu yatar. Mülk sahibi sınıfların gözünde “aşağı” olanlar “beden”in iğrençliklerini temsil edenler hep “hırsız”, “cani”, “vahşi”, “barbar”, “eşkiya”, “alt insan”, “isyankâr”, “başıbozuk”, “terörist” vb. etiketlenirler. Dolayısıyla itaatin mutlaklığını sınamak için zaman zaman en “doğru” ve “ahlâklı” olanlar bile cezalandırılır. Bu örnekler beşeriyetin ortak belleğine Eyüb’ün öyküsündeki gibi kazınır ve mutlak itaatin sorgulanamaz erdeminin kutsal gizemiyle bilinç karartılır. Eyüb, kendi durumunda ne olduğunu anlayamadığı Yahve’nin kişisel kararının arka plânındaki niyeti çözemez. Bir başka dostu ona “günahkârların” çarptırılacağı cezadan söz ettiğinde, Eyüb “kötülerin”, “Tanrı’ya hizmet etmeyenlerin” nasıl zenginleştiklerini ve “hayatta kaldıklarını” hatırlatır. İşte tüm çok tanrıcı, baş tanrıcı, tek tanrıcı, “bilimsel” egemenlik ilâhiyatlarının temel ikilemi bu noktada düğümlenir. İnsanlara “doğru”, “ahlâklı”, “iyi” olmanın zenginlik ve güç elde etmek için yeterli sayılmayacağı anlatılır. Eyüb’ün aczi koparılmış insanın sosyal, politik ve ideolojik genetiğine yerleştirilir. O Tanrı’ya olan güvenini yitirmediği için, “son nefesimi verene dek suçsuz olduğumu söyleyeceğim. Doğruluğuma sarılacak, onu bırakmayacağım, yaşadığım sürece vicdanım beni suçlamayacak” der. Eyüb şöyle haykırır:
“Sana yakarıyorum, ama cevap vermiyorsun, ayağa kalktığımda gözünü bana dikiyorsun. Bana acımasız davranıyor, bileğinin gücüyle beni eziyorsun.”
Ama Tanrı cevap vermez. Suçunun ne olduğunu anlayamaması, Eyüb’ün yakarmalarının özünü oluşturur. Oysa “doğru” ve “iyi” olmanın ölçülerine uygun davranmıştır:
“Kuşkusuz düşenin dostu olmaz, felakete uğrayıp yardım istediğinde. Sıkıntıya düşenler için ağlamaz mıydım? Yoksullar için üzülmez miydim? (…) Yalan yolunda yürüdüm mü, adımlarım hileye seğirtti mi? (…) Eğer yoksulların dileğini geri çevirdimse, dul kadının umudunu kırdımsa, ekmeğimi yalnız yedim, öksüzle paylaşmadımsa…” Eyüb’ün dostu Elihu onu şiddetle eleştirir ve “Ben kusursuz ve günahsızım, temiz ve suçsuzum” diyebilmesini kabul etmez. Elihu’ya göre: “Tanrı kesinlikle kötülük etmez, Her Şeye Gücü Yeten adaleti saptırmaz.” Yahve’nin cevabı “kasırganın içinden” konuşmasıyla verilir, Eyüb’ün sorularını duymazdan gelir ve mutlak iktidarından söz eder. Yahve ona evrensel hâkimiyetini, kadiri mutlak gücünü, hayat tezahürlerinin sonsuz çeşitliliğini hatırlatmakla yetinir. Yahve büyük evrensel yapıları, gökleri ve yeryüzünü yöneten yasaları biçimlendirmesinden söz ederek Eyüb’e şöyle seslenir: “Her Şeye Gücü Yeten’le çatışan O’nu yola getirebilir mi? Tanrı’yı suçlayan cevaplasın.” Eyüb’e mutlak güç ve iktidar karşısında hatırlatılan itaat mecburiyeti, beşeriyetin tüm ruhsal şifrelerine işleyen piramit ideolojisinin özüdür. Eyüb verilen mesajı doğru algılar ve beşeri hiçleşmeyle boyun eğer: “Bak, ben değersiz biriyim, sana nasıl cevap verebilirim? Ağzımı elimle kapıyorum.”
Yahve ikinci konuşmasında ona uzun uzun hayvan Behemoth’u ve canavar Leviathan’ı anlatır. Eyüb ona verilen mesajın gizemini kavrar. Mutlak güç ve iktidar karşısında koparılmış insanın hiçleşmesi beşeriyetin, küçük bir azınlığın mülkiyet, eşitsizlik, kölelik düzenine sürekli zincirlenmesinin temsili anlatımı olarak, Eyüb’ün sözleriyle dile gelir: “Senin her şeyi yapabileceğini biliyorum, hiçbir amacına engel olunamaz. “Plânımı bilgisizce karartan bu adam kim?” diye sordun. Kuşkusuz anlamadığım şeyleri konuştum, beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri… Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, şimdiyse gözlerimle gördüm seni. Bu yüzden kendimi hor görüyor, toz ve kül içinde tövbe ediyorum.” Eyüb mutlak itaatle Tanrı’ya karşı suçlu olduğunu kabul eder. Doğru, temiz, ahlâklı ve günahsız olduğuna dair ileri sürdüğü iddialardan vazgeçer. Mutlak itaatle boyun eğmenin ödülü gelmekte gecikmez. Beşeri değerler ve erdem ölçütleri mutlak iktidar karşısında anlamsızdır. Geçerli davranış Eyüb’ün hikâyesinde yankılanır ve Tanrı onun halini hemen düzeltir, malını mülkünü iki katına çıkarır, onun yüzkırk yaşına kadar yaşamasını sağlar. Bu hikâye “çözülmesi güç ve kaygılandırıcı” niteliğiyle etkisini sürdürüyor. Yahve’nin şeytanla bile işbirliğine giderek mutlak gücünü vurgulaması tüm egemenlik sistemlerinin, devlet iktidarının, eşitsizlikçi düzenlerin temel işleyiş ilkesini ortaya koyuyor. Bu bağlamda Eyüb sorununun özünü doğru kavrıyor ve itaat ediyor. Eğer Tanrı mutlak gücü temsil ediyorsa, erişilmezse, onun davranışlarını yargılamaya imkân yoktur, dolayısıyla şeytan karşısındaki tavrı eleştirilemez.
Yahve, koparılmış insana, eşitsizlikçi düzenler ve egemenlik sistemeleri adına gerekli gizli dersi Eyüb’ün şahsında vermiştir. Bu ders, kötülüğün dünyadaki varlığını ve “zaferini” anlamak istemeyen herkese hitap eder. Dolayısıyla adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü, kölelik, zulüm, savaş, baskı vb. ezilen çoğunluğun kötülük olarak kabul ettiği tüm durumlar Tanrı’nın mutlak, erişilmez, yargılanmaz iradesinin tezahürleri biçiminde değerlendirilir. Mademki tüm olanlar Tanrı’nın isteğine ve iradesine bağlıdır, o zaman Eyüb’ün durumundaki gibi insanın başına gelenler derin bir dinsel anlam taşır. Tanrı’nın yardımı olmadan insan, “büyük günahın sırrına” ermek için boşuna gayret sarfetmemelidir ve mutlak itaatten ayrılmasının dinsizlik anlamına geldiğini bilmelidir.
Mısır ve Mezopotamya birikiminde biçimlenen İbrani tapınak sistemini, peygamberlerden oluşan kadro tamamlar. Peygamberlerin özelliklerini biçimlendiren unsurlar sınıf çelişkilerinden beslenir. Onların kişisel değer, anlatım biçimi ve stratejileri; egemenlik sistemlerinin sosyal denge felsefelerini, eşitsizlikçi mülkiyet düzenlerinin işleyişini sürekli kılan erdem ölçütlerini, ticari ilişkilerin güven kalıplarını, aile ve devlet kurumlarının kutsallığını besleyen inanç dizgelerine dönüştürülür. Ayrıca “mucizevî” şahsiyetlerinin tezahürü olan “kehanetleri” ve doğaya egemenliğin (Musa asasını bir vurunca sular yarılır. Meteorolojik şiddet hep İbrani peygamberlerinin hizmetindedir) onların eylemlerinin çekirdeğinde yer alması “akıl” ilâhiyatına bağlı “bilim” ve “teknoloji” insanlarına akan değerlerin kaynağıdır.
İbranilerin “nebi” (peygamber) olarak isimlendirdiklerine eskiden “kâhin” deniliyordu. Göçebe toplumun görece eşitlikçiliğinde “kâhinlik” kurumu, İsrailoğulları’nın sömürgeleştirdikleri Filistin’de karşılaştıkları “nebî’im”‘lerin etkisiyle ve sınıflaşma olgusunun çelişkileri zemininde dönüşüyordu. İ.Ö. 1000’e doğru Yahveci “kâhinler” ve “nebî’im” hâlâ bir arada bulunuyordu. Sınıfsal eşitsizlik temelinde örgütlenen İsrail toplumunda bu iki kurum birleşerek klâsik “Eski Ahit” peygamberliğini ortaya çıkardı. Tapınak tıpkı “nebî’im” ler gibi “kâhin”lerinde odağı haline geldi. Bu bağlamda, İlyas ve Elişa “geçiş” dönemi peygamberleri olarak ortaya çıktılar. İlyas Kuzey Krallığı’nda Ahab ve Ahazias’ın hükümdarlıkları sırasında (İ.Ö. 874-850) mesajını dillendirir. Ahab’ın dinsel bağdaştırmacılığı teşvik ederek, İsrailoğulları ile Kenanlıları tanrılar üzerinden birleştirmesine İlyas sert tepki gösterir. İlyas, Ahab’a İsrail’deki tek hükümdarın Yahve olduğunu açıklar. Kenanlıların tanrıları üzerinde Yahve’nin mutlak egemenliğini savunan İlyas doğa üzerinden konuşur.
Doğanın egemenlik altına alınmasında tanrısal gücün kullanımı “seçilmiş” olanların imtiyazıdır. İlyas, İsrailoğullarına yağmur veren ve ülkenin bereketini sağlayanın Baal değil Yahve olduğunu açıklar. Toprağa yerleşen İsrailoğulları, Tanrılar arasındaki rekabet ölçütünü peygamber İlyas’tan öğrenirler “yağmur” ve “bereket”. İlyas, Kenan tanrısı Baal’in, yağmur getirmekte güçsüzlüğünü ispatlar. İktidar denklemlerinde hesaba katılması gereken bir güç olarak peygamberler, ideolojik kurumlaşmada sistemin temellerindeki düzenleyici ilkelere vurmadan kendi önerilerini geliştirirler. İlyas, Yahve’ye bağlı peygamberler kadrosunun mümtaz şahsiyeti olarak yerel tanrıların ezilmesini savunur. Kalıcı izler bırakan İlyas’ın “ölümünden sonra kazandığı ün onu Musa’ya yaklaştırır.” Efsaneye göre, Yahve onu “ateşten bir arabanın içinde” gökyüzüne çıkarır.
İlyas’ın müridi ve ardılı olan Elişa farklı bir strateji izler ve etrafına bir peygamberler kadrosu toplar. Ama tıpkı İlyas gibi siyasi yaşama da etkin bir biçimde katılır, krala kehanetler bildirir ve savaşlarda ona eşlik eder.
İbrani Tek Tanrıcılığı, bir egemenlik ilâhiyatının sistemli birikimini içerir ve iktidar “bilimi”nin tüm tarihsel akış çizgisinde en etkili kavramlarını biçimlendirir. İktidarın işleyiş gizemlerini tüm Mısır, Mezopotamya, Yakındoğu eşitsizlikçi düzenlerinin temel motiflerine dayandırma ve görece eşitlikçi kabileler federasyonundan askerî fetihçilikle sömürgeci bir toprak düzenine, yerleşikliğin mülkiyet ilişkilerine geçiş sürecinin çelişkileriyle beslenen ideolojinin sentez alanında kalıcı bir dizge ortaya çıkar. Bu dizgenin itaat, mülkiyet, iktidar, doğayı egemenlik altına alma, “seçilmiş”likle bütünleşen imtiyazlı azınlığın mutlak iktidarı, sömürgeci savaşın kutsallaştırılması, kölelik vb. temel ilkeleri sınıflı toplumların ideolojik, politik ve felsefi çekirdeğine yerleşir, ülküleşir, sistemleşir. İktidar “bilimi”nin ilâhi gizemlerini “kutsal tarih”in imtiyazlı “seçilmişliği” ile harmanlayan İbrani kökenli dizge, eşitsizlikçi mülkiyetin tüm tanrısal ve akla dayalı ideolojilerinin parçası haline gelir. Piramit ideolojisinin birikimli etkilerinin akış çizgisinde biçimlenen süreçler bileşkesine; kapitalizmin politik, ekonomik, mali, askerî kurumlaşması temelinde kazandırılan çizgilerde; İbrani egemenlik ilâhiyatının prizmasından süzülenler etkili olur. İbranilik bu bağlamda imbiklenmiş piramit ideolojisi vasfını uzun bir tarihsel akış çizgisinin eşitsizlikçilik temelleri üzerinde kazanır. Peygamberler bu süreçte önemli roller oynarlar.
İbrani peygamberler kadrosunu iki grupta değerlendirmek mümkündür. Bunlardan kalabalık olan ilk grup tapınakların yakınında yaşayan, rahiplerle birlikte ayinlere katılan, krallıkla bağlantılı saray peygamberleridir. Krala beklediği zaferi kazanacağını müjdelemek gibi işlevleri olan bu kalabalık profesyonel peygamber kadrosunun dışında, bir de ilâhi “seçilmişlik” iddiası taşıyanlar vardır. Bu ikinci grupta bulunanlar bir peygamberlik şirketinin üyeleri olarak değil doğrudan Tanrı’dan aldıkları temsilcilik yetkisiyle ortaya çıkarlar. Kralı, tapınakları veya bazı kabileleri değil, doğrudan Tanrı’yı temsil ettiği iddiasını taşıyanlar Yahve’nin habercisidirler. Onların “seçilmişliği”ni belirleyen Yahve’dir. Yeremya bu “seçilmiş” olmayı şöyle açıklar: “Yahve bana şöyle seslendi “Ana rahminde sana biçim vermeden önce tanıdım seni. Doğmadan önce seni ayırdım, milletlere peygamber atadım.”(Yeremya 1:4) İşaya’nın “seçilmiş”lik hikâyesi ise şöyledir: İşaya bir gün tapınakta “Tanrı Yahve’nin yüksek bir tahtta oturduğu”nu gördü ve onun sesini duydu, şöyle diyordu: “Kimi göndereyim? Bizim için kim gidecek?” İşaya cevap verdi: “Ben! Beni gönder” ve Tanrı halka duyurulması gerekenleri ona bildirdi (İşaya 6:1-10). Profesyonel saray peygamberleri dışında, İşaya gibi “seçilmiş” aracılarda (krallık) iktidar kurumlarının meşruluk kaynaklarını sorgulamazlar. İktidarın dünyevi biçimleri tanrıya izafe edilir.
Profesyonel saray peygamberlerinin mesleki statükoculuğu onların inandırıcılığını zedeler ve egemenlik sisteminin sürekliliğini temellendiren asıl düzen ilkelerine kitlelerin itaatini yeterli güvencelere bağlayamaz. Bu noktada “seçilmişlik”lerine olan sarsılmaz ve tutkulu inançlarıyla ortaya çıkan peygamberler, doğrudan “Tanrı Söz’ünü” duyurduklarından hiç kuşkulanmazlar. Kişisel özelliklerinden kaynaklanan durumlar peygamberlik kalıplarının birikimiyle harmanlanır. Tanrı adına dillendirilen “erdem”, “ahlak”, “hukuk” kuralları ve mesajlar ise Sümer, Mısır, Mezopotamya kaynaklı eşitsizlikçi mülkiyet ilişkilerini düzenleyen (Kökleri Hammurabi Yasaları, Mısır “ma’at” dizgesi v.b. uzanan) kodlara dayanır. Musa yasaları neredeyse Hammurabi’ninkilerle birebir benzerlik gösterir. Bu durumda beşeriyete önerilen, eşitsizlikçi mülkiyet temelinde örgütlenen düzenlere itaat etmek ve bunun ödülünü öte dünyada almaktır. Peygamberler her seferinde “eski” sosyal, politik, hukuki, ahlâki ilke ve kuralları “yeni” bir ruhani şahsiyet tezahürünün tutkulu biçimleriyle Tanrı’nın mesajı olarak öne sürerler. Bu noktada, Tanrı’nın “dehşet verici varlığının ve peygamberin üstlendiği görevin yol açtığı duygusal sarsıntılar”ın ruhi tezahürleri olarak değerlendirilen kişilik özelliklerinin sergilediği cazibe, her seferinde büyük bir “yenilik” ve değişimin habercisi, adaletsizliklerin sonunu getirecek iradenin belirmesi biçiminde algılanır. Ayrıca, bu temsilcilik sıfatı, her İbrani peygamberin kendisinden daha yetkin kimsenin bulunamayacağı ve Tanrı’ya ancak göstermiş olduğu yoldan ulaşılacağı iddiasıyla desteklenir. Nitekim Musa için Tevrat’da şu buyruk yer alır:
“Eğer aranızda bir peygamber veya rüya görücü kalkıp size bir alâmet yada mucize verirse ve bilmediğiniz başka Tanrılara bağlanıp onlara tapalım diyerek, size söylediği alâmet ve mucizeler de vukua gelirse, o peygamber veya rüya görücünün sözlerini dinlemeyiniz. Zira Tanrımız kendisini bütün kalbiniz ve canınızla sevip sevmediğinizi bilmek için sizi denemektedir” ve “O peygamber veya rüya görücü katledilsin” (Tesniye, XIII, 1-3,5). Bu İbrani peygamberlik stratejisini izleyen İsa’da (veya onu Hristiyan egemenlik ilâhiyatının odağına yerleştirenler) “Kuzuların kapısı benim bütün benden evvel gelmiş olanlar, yankesici ve hırsızdırlar. Pedere (Tanrı), ancak benimle gidilebilir” der. Sistemli bir birikimin mayalandırdığı peygamberlik olgusu kurumsal nitelik taşır ve dünyevi iktidar araçlarıyla bütünleştirilir. Mülkiyet, eşitsizlik, kölelik temelinde örgütlenen düzenlerin sergilediği adaletsizlik, ahlâksızlık ve çürüme tablosu karşısında peygamberler sosyal dengenin bozulmasını, itaat eden yoksulların isyanını önlemek adına egemenlere zaman zaman şiddetli eleştiriler yöneltirler. Özellikle profesyonel nebî kadrosunda bulunmayan Amos gibi peygamberler toplumsal adaletsizliğe karşı çıkarken sınıflaşma temelinde keskinleşen çelişkiler üzerinde dururlar. II. Yeroboam’ın saltanatında (İ.Ö. 782-753) adını duyuran Amos, “ben çobandım. Yabani incir ağaçlarına bakardım. Yahve beni sürümün ardından aldı, “Git, halkım İsrail’e peygamberlik et” dedi” açıklamasıyla çıkış gerekçesini dillendirir.
Peygamberlik kadrolarının şişkinliği ve yoksul halk temsilcilerinin Tanrının elçisi iddiasıyla ortaya çıkışı, Tevrat’taki buyruğun gerekçesini açıklıyor: “Başka bir peygamber gelir de sizlere başka bir Tanrı’yı tavsiye ederse, kendisini öldürün.” Tapınak ve sarayla bütünleşenler haricinde kalan “seçilmiş” peygamberlerde tüm “mucizevi” kişiliklerine, gizemli cazibelerine rağmen mülkiyet ve eşitsizliğin temelleriyle değil sonuçlarıyla uğraşacak sınıfsal basirete sahiptirler. Binlerce yıllık sistemli bir birikim içinde mayalanma, peygamberlik zihniyet ve stratejilerine köklü gelenekler içermiştir. Ancak Amos gibi “çoban”ların çıkışları din alanında klâsik unsurlar taşısa bile söylemleri krallığın temsil ettiği iktidar açısından tehlikelidir. Amos, Kuzey Krallığı’na, onun toplumsal adaletsizliğine öfke doluydu. Zenginler “Doğruyu para için, yoksul bir çift çarık için sattılar. Onlar ki, yoksulun başını toz toprak içinde çiğner… Ama servetleri yok edilecek.” Bu “karınları tok günahkârlar” kurbanlarının sayısını çoğaltıyorlardı. Amos, Yahve’nin sesini yoksullar için kullanmaya çalışır. O da diğerleri gibi “seçilmiş”ti ve Tanrı onun aracılığıyla konuşuyordu: “İğreniyor, tiksiniyorum bayramlarınızdan, hoşlanmıyorum merasimlerinizden, yakmalık ve tahıl armağanlarınızı bana sunsanız bile kabul etmeyeceğim, besili hayvanlarınızdan sunacağınız esenlik armağanlarınıza dönüp bakmayacağım.” Yahve, varlıklı sınıfların karşısına konulur ve kutsal mekânlara gösterilen yapmacık saygının faydasızlığı üzerinde durulur. Yahve, Amos aracılığıyla uyarır: “Beytel’e gelip günah işleyin, Gilgal’e gelip daha da günah işleyin.”
“Vaad edilen” ülkeye yerleşen İbrani toplumunda, toprak mülkiyeti, ticari ilişkiler, eşitlikçi kabile yapısının çözülmesi, sınıfsal eşitsizlik temelinde ortaya çıkan çelişkiler ideolojik ve politik mücadeleleri keskinleştirir. Yahve, “göçebe savaşçı” çöl tanrısı olarak işlevini tamamlamıştır. Yerleşik, tarımcı, sınıflaşmaya başlayan toplumun egemenlik ideolojisi biçimlendirilirken Yahve’nin işe yarar nitelikleri kalıp olarak korunurken yerli tanrılar da tapınmaya dâhil edilirler. Yakındoğu ve Mısır “aşısı”na bu kez yerleşik, tarımcı Kenanlıların birikimi eklenir. Özellikle zengin sınıflar Filistinlilerin tanrıları olan Baal’lere, Aşer’lere (tanrıça İştar) tapınmaya başlarlar. İşte Amos’un sözcülüğünü yaptığı “aşağı sınıflar”ın Yahve’ye sarılmalarının ve tapınak ideolojisine onun temsil ettiği zenginliğe karşı çıkma gerekçelerinin temelinde bu olgu yatar. Ezilenlerin duygu ve düşüncelerini dile getiren peygamberlerden bazıları, Yahve’nin terk edilmesini “ihanet” ve “Baaller ile zina” olarak tanımlayıp toplumsal adaletsizlikleri eleştirerek, Tanrı’nın İsrailoğullarını zamansız bir biçimde cezalandıracağı kehanetinde bulunurlar. Oysa Yahve onlara olan vaadini yerine getirmiş, Kenan illerini sömürgeleştirmelerini sağlamıştır. Sürecin akış çizgisi genel hatlarıyla şöyledir:
İbraniler göçebelik yaşamlarının başından itibaren eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin yaşam biçimlerini gözlemlediler ve ideolojik birikimleriyle yoğruldular. Ayrıca, sınırlı da olsa yerleşik tarımcı ve zanaatçı topluluklarla alışveriş ilişkilerine girdiler. Bu ticari, ideolojik, kültürel etkiler İbrani toplum yapılarını etkiledi. Böylece eskiden kabile mülkünün yöneticisi olan kesimler sürülerin sahibi haline gelmeye başladılar. Toprağa yerleşme konusundaki girişimler ve yerleşik duruma geçmek için gerekli olan ideolojik öncülük işlevini peygamberler yerine getirdi. Bu çerçevede, Musa ve onun önderliğinde birleşen 12 İsrail kabilesi Yahve’ye bağlandı. Yahve kabile ilâhlığından İsrail konfederasyonunun tanrılığına yükseltildi. Bu aşamada henüz Yahve tek tanrı değildir. Yalnızca İsrailoğulları’na aittir. Onun işlevi kendi dilinden şöyle açıklanır: “Ben Kenan diyarını size vermek ve size Tanrı olmak için sizi Mısır’dan çıkaran Tanrınız Rab’im” (Levililer 25:38). İsrailoğulları’nın birliğini bozmamaları koşuluna bağlanan taahhüdü ile Yahve vaad ettiği ülkeyi onlara vereceğini vurgular. Bu zehirli taahhüd emperyalist egemenlik ilâhiyatlarının meşruluk kaynakları arasında yerini alır. Tanrının sömürgecilik konusunda “seçilmiş” halka cömert ihsanını savaşçılığıyla desteklemesi militarist ideolojinin akış çizgisinde önemli bir dönemeçtir.
Sömürgecilik, militarist ilâhiyat, başka halkların yaşam kaynaklarına el koyma bir kabileler konfederasyonunun birlikte eylem ideolojisinin unsurları olmanın ötesinde sistemli bir egemenlik dizgesinin kalıcı ilâhiyatına bürünerek, Tek Tanrıcı dinlere ve onları araçsallaştıran eşitsizlikçi imparatorlukların çekirdeğine yerleşir. “Seçilmişlik” ilâhi bir kalıp olmaktan çıktığı durumlarda da emperyalist ideolojilerin meşruluk kaynakları arasında yerini alır. Ayrıca tüm eşitsizlikçi düzenlerde küçük bir azınlığı temsil eden mülk sahibi varlıklı ve yönetici sınıfların sömürüyü, köleliği, baskıyı ezilen büyük çoğunluğa örgütlü bir biçimde dayatmalarını sağlayan, iç birliklerini temellendirdikleri ideolojik ilkeler arasında, “seçilmişlik” büyük önem taşır. Koparılmış insan kalıbına zincirlenen büyük çoğunluğun, itaat kültürünün tüm dokularına işlenen küçük bir azınlığın, imtiyazlı “seçilmişliği”ni piramit ideolojisinin akışından beslenen İbraniliğin Tek Tanrıcı Sistemlere ve burjuva akıl ilâhiyatına içermedeki rolü belirleyicidir. Bu “seçilmiş”lik Yahve’nin taahhüdüyle şöyle dile gelir ve tüm eşitsizlikçi düzen egemenlerinin amentü kalıbını oluşturur:
“Eğer senin Tanrın Rabb’in sözünü dinlersen ve onun gözünde doğru olanı yaparsan ve onun emirlerine kulak verirsen ve onun bütün kanunlarını tutarsan, Mısırlılar’a verdiğim hastalıkların hiç birini sana vermeyeceğim” (Çıkış 15:25). “Rab Abram’a dedi. Şimdi gözlerini kaldır ve bulunduğun yerden şimale ve cenuba bak; çünkü görmekte olduğun mütün memleketi sana vereceğim. Ve senin zürriyetini yerin tozu gibi edeceğim; şöyle ki bir adam yerin tozunu sayabilirse, senin zürriyetinde sayılabilir.”
İbraniler “vaad edilen” ülkenin sınırlarına, Kenan diyarına (filistin’e) geldiklerinde, burada güçlü ve örgütlü devletler, dirençli halklarla karşılaşırlar. Musa’ya “sen ve tanrın gidip savaşıp bu toprakları alın” diyecek kadar kötümserliğe kapılırlar. Bu noktada ideoloji daha güçlü vurgularla sergilenir. Peygamberler, Yahve’ye başkaldırma anlamına gelen tepkilerin Tanrı’nın desteğini çekmesine neden olacağını bildirirler. Bu noktada Yahve’nin Kenanlılar’ın Baal tanrılarından çok daha güçlü olduğu savını destekleyen ideolojik vurgular yeni bir askerî ve politik örgütlenme ile sonuçlanır. Dini görünümlere bürünmekle birlikte “Asıl sorun bir kral komutasında düzenli ve iyi donanımlı ordularla savaşan Kenanlılar’a karşı onlara eşit askerî bir güç oluşturmaktır. Bunun için önce, o zamana dek toplumu yöneten hem komutanlığı hem din adamlığını birlikte yürüten peygamberlerinden başlarına bir kral koymasını isterler… Sonra, Golyat’ta simgelenen demir silahlı ve zırhlı ordulara eşit donanımda bir ordu kurmaları gerekir. Kenan sınırlarına geldikten sonra geçen birkaç kuşak içinde bu donanımı edinmiş ve Yehova’ya olan inançlarını pekiştirmiş görünürler.” (12)
İbrani askerî ve politik örgütlenmesiyle Yahve’nin (Yehova) militarist, savaşçı nitelikleri ideolojik bir birlik temelinde gerçekleşir. Kabile eşitlikçiliğinin özü boşaltılır, krallık sistemine geçilir, mülkiyet ilişkileri gelişirken ideolojinin birlik vurguları yoğunlaştırılır ve sözde tüm topluluğun çıkarları adına Kenan illeri sömürgeleştirilir. Yahve’ye “sonsuz imanda dile getirilen” ideolojinin biçimlendirdiği “kutsal savaş” topluluğun ortak iradesini harekete geçirir ve gelişen eşitsizlikçiliği örter. Başlarına bir kral geçirme talebinde bulunan İsrail kabilelerinin giderek güçlenen mülk sahiplerinin yönlendirmesiyle bunu öne sürdüklerini söylemek mümkündür. Krallık iktidarının temsil ettiği çıkarların kabilelerin birliğini bozması ve bunun sonucunda sömürgeci fetihlerin zorunlu kıldığı ortak savaş iradesinin zarar göreceği bizzat Peygamber Samuel tarafından dile getirilir. Henüz Yahve’de temsil edilen iktidarın kullanımında aracılık eden peygamberlerin giderek güç ve zenginlik kaynaklarına sahip olan kesimler karşısında yapabilecekleri sadece Tanrı adına uyarılarda bulunmaktır. Peygamber Samuel’in yaşlanması üzerine ona gelen İsrail’in önemli şahsiyetleri “şimdi bütün milletler gibi bize hükmetmek için başımıza bir kral koy” talebini öne sürerler, Yahve “dediklerini yap, ama bilsinler ki reddettikleri sen değilsin, üzerlerinde krallık etmeyeyim diye beni reddettiler der. Sonra kralın onların oğullarını alıp kendine asker, ırgat, zanaatçı, kızlarını alıp hizmetçi yapacağını; en iyi tarlalarını ve bağlarını alıp kullarına vereceğini; onların ürettiklerinden ondalık vergi alıp hadımlarına, kullarına (memurlarına) dağıtacağını; kendilerini ve hayvanlarını angaryada kullanacağını ve seçtikleri kral yüzünden bir gün feryat edeceklerini söyler.” (Şenel)
Samuel eşitsizlikçi düzen üzerine kurulan krallığın ekonomik, askerî, politik, sosyal işleyiş koşullarını mükemmel bir kavrayışla ortaya koyar. İktidarın paylaşımında dini ve dünyevi güçleri temsil edenler, Peygamber Samuel ile Kral seçilen Saul’ün şahsında “kutsal tarih”in bir parçası haline gelirler. Samuel, krallık hukukunu Tanrı adına düzenler ve Saul’ün hakları ile görevlerini “kitaba yazar”. Peygamber ve kralın şahsında ortaya çıkan çelişkiler mülkiyet ilişkileri, sınıfsal çatışmalar, iktidar kurumlaşması zemininden beslenirler. Krallık gücü yerleştikçe peygamberliğin payına uzlaşma düşer. Yahve Samuel’e “Saul’ü reddettim” oğullarımdan birini “kendime kral seçtim” git o oğula bunu bildir der. Ancak krallık artık kurumsal bir iktidarı temsil eder, Samuel bu durumun bilincindedir ve Yahve’ye “nasıl gideyim, Saul işitirse beni öldürür” diye cevap verir. Krallığın askerî nitelikleri ağır basmaktadır. Dinsel bir meşruluk kaynağına dayanmasına rağmen bu militer güç hızla özerkleşir ve kutsallığı temsil eden kesimlere boyun eğdirir. Askerî, dini, politik güçler arasındaki çelişkilerin gerilim alanında silahı ellerinde tutan egemenler iktidarın çekirdeğine yerleşirler.
Krallık kurumlaştığı ölçüde peygamberlerin etkinliği azalır. Askerî fetihler sonucunda Kenan illerini sömürgeleştiren İbranilerin Yehova’ya olan inançları “mutlak” niteliğe bürünür. Tektanrıcılık dizgesine açılan “baştanrıcı” inanç bu zaferler neticesinde Yahve’yi diğer ilâhlar arasında en ön sıraya yerleştirir. “Çünkü Rab büyük Allahtır. Ve bütün ilâhların üstünde büyük kraldır.” (Mezmurlar 95:3) Bu baştanrıcılık vurgusu, iktidarla bütünleşen dünyevi hiyerarşi anlayışına uygundur. Tüm ilâhların “üstünde büyük kral” kabul edilen Yahve’nin Tek Tanrı ilan edilmesini mümkün kılan ideolojik, politik, sınıfsal, askerî süreçler içiçe gelişirler. Ancak bu senteze ulaşmak kolay olmamıştır. İkiye bölünen İbrani krallıklarından İsrail’i (İ. Ö. 722) Asur İmparatorluğu yutarken, daha sonra Yuda’da (İ.Ö. 586) Babil tarafından yıkılır. Babil’e sürgün edilen önde gelen aileler açısından burası tam bir “uygarlık” yani sistemli ticari, kültürel, hukuki, dini, politik, askerî kurumlarla aşılanma olanağını sağlar. Mezopotamya, Mısır, Babil egemenlik sistemlerinden imbiklenen “seçilmiş” İbraniler için Yahve ortak ideolojik bilinci temsil eder. İbraniler “seçilmiş” halk olarak yenilgilerini Yahve’yi terk etmelerine bağlarlar. Bu durumda Yahve’nin dünyanın en güçlü ilâhı niteliğinden Tek Tanrılığa yükseltilmesi İbranilik açısından ideolojik bir zorunluluk haline gelir. Yenilginin sonuçlarına direnmenin yolu budur. Ancak İbrani toplumunun ideolojik, politik, askerî krizi ile tanrıların tekleştirilmesi konusundaki imparatorluk sistemlerinin akış çizgisindeki temel eğilimleri çakışır. Karşılıklı etkileşim süreçleri temelinde imparatorluk ve kabile konfederasyonu dizgelerinin içiçe gelişmesinde Tek Tanrıcılık mayalanır. Tek Tanrıcılığa uygun düşünce, kültür, inanç ortamı Babil, Mısır, Asur imparatorluklarında biçimlenir. Ancak bu üç imparatorlukta da iyi örgütlenmiş, iktidarla kurumsal ilişkiler geliştirmiş, büyük mülkiyet üzerinden karmaşık sosyal ve politik güç ağlarıyla bütünleşmiş olan tapınak yapılarının ince dengeleri sürdürmek zorunluluğu, Tek Tanrıcılığı en uç sınırlara taşıyacakları bir atılıma elvermez. Ancak, Yahve’yi Tektanrı ilân etmenin sosyal, politik, askerî, ideolojik krizleri aşmanın yaşamsal bir değer taşıdığı İbraniler açısından bu imparatorluk sistemlerinin içerdiği yapısal engeller, söz konusu değildir.
İbrani Tek tanrıcılığı, imparatorluk sistemlerinin eşitsizlikçi çekirdeğini koruyarak kendi gelişim dinamiklerinin parçası haline getirir. Tarıma dayalı eşitsizlikçi toplumsal düzenin ideolojik temelini oluşturan Tek tanrıcı egemenlik ilâhiyatlarının tüm hukuki, kültürel, politik genetiğine böylece İbrani dizgesi yerleşir. Bu dizgenin oluşumunda birçok halkların, sınıfların katkısı vardır. Böylece sınıflı toplumun giderek keskinleşen eşitsizlik ve çelişkilerini açıklayan, insanları bir arada tutan ideolojinin “birleştiricilik” işlevini mümkün kılan bir kurallar, söylemler, metinler külliyatı ortaya çıkar. Sınıfsal çıkarlar, sosyal ve politik çelişkiler iktidar mücadeleleri üzerinde ideolojinin “birleştirici” niteliği Yahve’nin seslenişinde temsil edilir: “Rab benim ve başkası yoktur… benden başka Allah, hak Allah ve Kurtarıcı yok… Ey dünya uçları, hepiniz bana yönelin ve kurtulun; çünkü Allah benim ve başkası yoktur.” (İşaya, 45-18-19) Bu bağlamda tüm sınıfların söylem ve taleplerine “Eski Ahit”‘te rastlamak mümkündür. İbraniler’in göçebeliği döneminde din adamları Levililer ve onlar arasından çıkan peygamberler dinsel düşünüşü gerçekleştiriyorlardı. Ancak Kenan illerinin sömürgeleştirilmesi ve toprağa yerleşme sonucunda din adamları sınıfı, tapınaklar temelinde ekonomik, politik güçlerini yoğunlaştırarak zenginleşme peşine düştüler. İşte Amos ve İşaya gibi bu saray peygamberleri ve tapınak zenginleri dışında kalan şahsiyetler “aşağı sınıflar”ın sorunlarını dillendirerek adaletsizliği, ahlâksızlığı, eşitsizliği şiddetle eleştirdiler. Yahve’nin göçebelik döneminin değerlerine dayanan bir çerçevede yorumlanmasını içeren bu yaklaşıma ilişkin metinler ve Amos, İşaya gibi peygamberlerin sözlerine de “Eski Ahit”‘te yer verilir. Eski Ahit bu yapısı ile sınıflı toplumda ideolojinin “birleştiricilik” işlevini yerine getirir.
SEFALETİN KUTSALLIĞI: YAHUDİLİĞİN KRİZİ
Tektanrıcılık, “dinde emperyalizm” olgusunu mayalandıran imparatorluk ideolojilerine militarist değerlere bağlı, fetihçi, zorba niteliklere sahip bir kabileler konfederasyonunun “seçilmiş”liği temelinde zincirlendi. Tektanrıcı dünya görüşü, İbrani imbiğinden süzülenlerle Hristiyanlığı biçimlendirdi ve Roma İmparatorluğu bu ideolojik çekirdeğe “kozmopolit” bir nitelik vererek devlet dini haline getirdi. “Eski Ahit”‘te “aşağı sınıflar”ın bakış açısına uygun metinler ideolojinin genel birleştiricilik işlevi ötesinde değer taşımaz. Zira bu kesimlerin savaşçılığına, üreticiliğine duyulan ihtiyaç dışında onların çıkarlarını hesaba katan bir iktidar ideolojisine İbrani dizgesinde yer verilmez. Kandaş ve eşitlikçi nitelikleriyle henüz sınıfsal farklılaşmanın ilk aşamalarında bulunan göçebe toplulukların askerî gücünü “kolektif irade” içinde toplayarak bunun militarist özelliklere sahip bir Tanrının özel savaşçılığıyla aynı cephede değerlendirmek İbrani peygamberlerin stratejisidir. Bu savaşçılığın ve askerî gücün “seçilmiş” halka sömürgecilik temelinde toprağa yerleşmenin yolunu açması, aşağı sınıfların Tanrıya yükledikleri değerlerin kutsal metinlerde ve tarihte yer bulmasını sağlar. Ancak aslolan tüm eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin çekirdeğinde bulunan temel mülkiyet, iktidar, savaş, sömürgecilik şifrelerinin İbrani dizgesi ve “kutsal tarih” anlayışında sağlam bir genetiğe bürünmesidir. Dolayısıyla Amos ve İşaya’nın “aşağı sınıflar” adına dillendirdikleri eleştiriler genel ideolojik kalıpları güçlendirmeye hizmet ederler. Zira öz ve içerik birbirini karşılıklı olarak beslerler. “Seçilmiş” peygamberlerin söylemi, taahhüdü, stratejisi ne kadar aykırı görünürse görünsün mülkiyet, iktidar, savaş, güç alanlarında düzenin temellerine vurmaz. Maddi bolluk, bereket, üretim artışı üzerinden yapılan inanç pazarlıklarına dâhil edilen Tanrı, “aşağı sınıf” temsilcisi olan peygamberler tarafından bile rekabet temelinde açıklanır. Böylece yerli tanrılar ile Yahve arasındaki maddi nimetler, mallar üzerinden yürütülen bu rekabet, kutsal bir piyasa anlayışının tezahürleridir.
Hoşea, Yahve’ye “ihanet” eden kendi kavmini şiddetle eleştirir. Oysa ona göre: İsrail Yahve’nin eşidir, ama ona bağlı kalmayarak, “fahişe” olmuş, kendini Kenan’ın bereket tanrılarına vermiştir. İşaya, İsrail’in bereketinin temelinde Yahve’nin olduğunu bilmediğini vurgular. İsrail (kadın) “oynaşlarımın ardından gideceğim” dedi, “ekmeğimi, suyumu, yapağımı, ketenimi, içkimi onlar veriyor…” “Ama kendisine tahıl, şarap, zeytinyağı verenin, Baal için harcadığı altınla gümüşü bol bol sağlayanın ben olduğumu bilmedi” sözleriyle Hoşea’nın elçiliğinde mesajını iletir Yahve.
Baal ile Yahve arasındaki çatışma “altın, gümüş, keten, şarap, yapağı, zeytinyağı” v.b. değerli metalar ve üretimin nicel artışı yani bereketle ilgilidir. Ayrıca Yahve’nin erkek olduğu vurgulanır. En “radikal” peygamberlerden biri kabul edilen İşaya’nın pazar, üretim, mallar üzerinden dillendirdiği kutsal rekabette ataerkilliği bir değer olarak yüceltmesi ve Yahve’nin “erkek”liğine vurgu yapması, Tektanrıcılığa açılan İbraniliğin içerdiği sosyal, ideolojik, kültürel niteliklerin neden kalıcı hale geldiğinin ipuçlarını sunuyor.
Hoşea Baal-Yahve bağdaştırmacılığına şiddetle saldırır: “Kendi Tanrılarından ayrılarak zina ettiler. Dağ başlarında kurban kesiyor, tepelerde… buhur yakıyorlar.” İsrail’in tarihini unutmasının cezası ürkütücüdür. Yahve şöyle dile gelir: “Peki öyleyse! Ben de onlara karşı bir aslan gibi olacağım, bir pars gibi yol kenarında pusuya yatacağım; yavrularından edilmiş dişi ayı gibi karşılarına çıkacak, yüreklerinin zarını yırtacağım; etlerini köpekler parçalayacak.” Bu korkutucu Tanrı figürü doğayı insanlara karşı silah olarak kullanır. Göçebe kabile konfederasyonunun askerî eylem iradesini temsil eden Yahve acımasızlığıyla İsrailoğullarını tehdit eder. Ancak bu korku daha sonra yumuşak “sevgi” anlatımlarına dönüşür. Hoşea, “günahkârlar” için bir açık kapı bırakmanın zorunluluğunu bilir. Bu noktada kutsal diplomasi başlar. Peygamber bu kutsal diplomasinin elçisi olarak Yahve’nin “sevgi”sini İsrailoğullarına şu mesajla iletir: “Kızgın öfkemi başınıza yağdırmayacağım… Çünkü ben insan değil Tanrı’yım; Kutsal Olan’ım aranızda, artık öfkeyle üzerinize varmayacağım.” Yahve, sınıflara bölünmüş, eşitsizlikçi ve toprağa yerleşik İsrailoğullarının Tanrılarını değiştirmelerinden çekinir. Kafaları ve kalpleri kazanmak, Yahveciliğin genel ideolojik kurumlaşmadaki geleceği açısından önemlidir. İbrani “radikal” peygamberlerin çıkışları ve söylemleri sonunda egemenlik ideolojisinin bir parçası haline gelir. Peygamberlerin düzenle her uzlaşması “sevgi” sözcüklerinin yumuşaklığıyla örtülür. İbrani dizgesi bu ilkeyi Tek Tanrıcılığa yerleştirir.
Yahve İsrail’e aşkını ilân eder: İsrail’i çöle götürmek ve yüreğine seslenmek ister; orada “gençlik günlerinde” olduğu gibi, Mısır’dan çıktığındakine benzer biçimde “ezgiler” söyleyecektir. “Ve o gün gelecek” diyen Yahve “bana kocam diyeceksin… Seni sonsuza dek kendime eş alacağım: Doğruluk, adalet, sevgi, merhamet” temelinde “seninle evleneceğim” vaadinde bulunur. Bu kutsal evlilikte Yahve erkekliği temsil eder. Kafaları ve kalpleri kazanma adına evlilik kurumu kutsal diplomaside yerini alır. Krallık iktidarının askerî ve politik gücünün somut baskısını kullanma imkânı olmayan “seçilmiş” peygamberler “sevgi” temelinde bir sosyal değerler yaklaşımına dayanırlar. Böylece, eşler arasındaki bu “aşk” İsa’nın bedel ödeyerek insanlığı kurtarması inancını mayalandırır. Hoşea, kullandığı kutsal evlilik vurgularını Kenan “bereket kültleri”nden almıştır. Hoşea’dan sonraki tüm büyük peygamberler bu evlilik simgeselliğini kullanmışlardır.
İşaya’da tıpkı Amos gibi eşitsizlikçi düzenin ve toprağa yerleşme temelindeki sınıflaşmanın politik, ekonomik, sosyal çelişkileri keskinleştirmesinin sonuçlarını şiddetle eleştiriyordu. İşaya Tanrı’yı Kudüs Tapınağı’nda İ.Ö. 746 veya 740’ta gördü ve duydu. İşaya’nın da tıpkı kadrolu saray peygamberleri gibi müritleri vardı. Krallık iktidarını ve üst düzey görevlileri eleştiren İşaya, Tanrı’nın yargısından kimsenin kurtulamayacağını bildiriyordu. Sınıflaşmanın yarattığı krallık iktidarı ve dini örgütlenmenin bu yapıyla uyumlu olarak gerçekleştirilen biçimsel ayinleri ön plâna çıkarmasına İşaya vasıtasıyla Yahve karşı çıkar. “Kurbanlarınızın sayısı çokmuş bana ne?” diye sorar Yahve, dualarının boş olduğunu bildirir “boğa, kuzu, teke kanı değil istediğim” der ve sınıflı toplumun ortaya çıkardığı sorunlar karşısında elçisine şunları söyletir: “İyilik etmeyi öğrenin, adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, öksüzün hakkını verin, dul kadını savunun.”
Amos, İşaya gibi peygamberler eşitlikçi toplumsal düzenin ortaya çıkardığı sorunların yaratacağı kargaşanın bilincindedirler. Tüm peygamberlik stratejileri mülkiyet düzeni, toplumsal ve politik iktidar karşısında erken uyarı işlevini kutsal bir görev sayan şahsiyetler tarafından biçimlendirilirler. İdeolojinin genel “birleştirici”lik işlevlerinin tarihsel akışta biçimlenmesinde bu stratejilerin belirleyici etkisi vardır. Piramit ideolojisinin sistemli birikiminden beslenen Mısırlı peygamber İpu-wer’in eleştirileri bu bağlamda kayda değer niteliktedir:
“Kapı bekçileri gidip yağmalayalım derler… Çölün kabileleri her yerde Mısırlı oldular… Ülke çetelerle doldu. Bir adam tarlasını sürmeye kalkanıyla gidiyor. Nil taşıyor, tarlaları süren yok. Khum (insanları yaratan tanrı) ülkenin bu durumundan dolayı artık insan biçimlendirmiyor (Mısır’ın nüfusu artmaz olmuş)… Gerçekten, zenginler yas tutuyor, yoksullar sevinç içinde. Her kasaba halkı aramızdaki güçlüleri ezelim diyor. Evin hanımefendisinin çocuğu ile köle kızın çocuğu arasında ayrım yapılmıyor. Kıymetli taşlardan kolyeler köle kadınların boynunda. Tapınak yapıcıları (zanaatçılar) tarla işçileri oldular. İnsanlar (alışveriş için) kuzeye yelken açmaz oldular. Tüm el zanaatları sona erdi. Soylu hanımefendiler köle kızlar gibi acı çekiyor. Prensler aç, sokaklarda dolaşıyor, hizmetçilere hizmet ediyorlar… Kamu daireleri açıldı, nüfus listesi alındı (köle kayıtları alınmış olabilir). Büyük yargı salonunun yazıları (mahkemelerin ceza v.b. kararları) alınıp götürüldü. Mısır’ın tahılı ortak mülk. Yargı salonunun yasaları sokaklara atılmış çiğneniyor… Gerçekten, eskiden yapılmayan şeyler yapıldı. Kral yoksullarca alınıp götürüldü (mezarı soyuldu demek istiyor). Bir avuç kanunsuz adam krallık ülkesini soymaya kalktı. İnsanlar ayaklandı. Kendisine tabut yaptıramayanın şimdi mezarı, hazinesi var. Yargıçlar ülkeden sürüldü. Prensler şimdi kapalı işyerlerinde köle gibi çalıştırılıyorlar. Yoksulluktan, evlenip eşiyle yatamayan bolluk içinde; prensler onu övmek durumuna düşmüşler. Somunu olmayanın deposu, başkalarının mallarıyla dolu. Yüzüne ancak suda bakan kadının şimdi aynası var. Herkes damgalı sığırlardan kendi adına uyanı bulup alıyor.” (13)
İ.Ö. 2170’de Mısır’ın yaşadığı toplumsal, politik, ekonomik kriz, kurulu düzeni temelinden sarsarken ortaya çıkan İpu-wer, yaşananlar karşısında dehşete düşer. Onun anlatımları kurulu düzenin temellerini koruma konusunda peygamberlik stratejilerine içerilen sosyal politikalar, erdem ölçütleri, adalet ilkelerinin zorunluluğunu ortaya koyar. Ancak İpu-wer’in anlatımındaki dehşet, yeryüzündeki ilâhi düzen ilkelerinin tersinden kavranması konusunda tüm egemenlik ideolojilerinin çekirdeğine yerleşik şifreleri ortaya koyar. Peygamberlik stratejilerinin eleştirel keskinliği bu tarz alt üst oluşların, kurulu düzeni yerle bir eden isyanların, ilâhi yapının tezahürü sayılan eşitsizlikleri ortadan kaldıran ve egemenleri deviren toplumsal hareketlerin ortaya çıkmayacağı koşulların yaratılması anlayışına dayanır. Ipu-wer’in dehşetle çizdiği Mısır tablosunda: “Mısır’ın tahılı ortak mülk”, “evin hanımefendisinin çocuğu ile köle kızın çocuğu arasında artık ayrım yapılmıyor”, “zenginler yas tutuyor, yoksullar sevinç içinde”, “kıymetli taşlardan kolyeler köle kadınların boynunda”, “prensler aç”, “insanlar ayaklandı”, “prensler şimdi kapalı işyerlerinde köle gibi çalıştırılıyorlar” (Zenginlerin mülklerine el konulması, tanrısal varlığı temsil eden firavunların mezarlarının soyulması, yoksulların ilk defa bolluk ve refahla tanışması, sömürü kaynağı ticaretin durması, köle kayıtlarının ortadan kaldırılması karşısında mutlak yıkıcılığın beşeriyeti özgürleştiren güçlerine “uygarlık” gerekçesiyle şöyle Marksçı analizler getirilebiliyor: “Toplumsal kargaşa üretici güçleri geriletmiş, eşitsizlikçi toplumsal düzenin bozulması da aynı etkileri yaratmış”tır. “Üretici güç”lerin ancak eşitsizlikçi “uygar” toplumlarda gelişmelerini sürdüreceklerine ilişkin akıl ideolojileri ve Marksçılık bu bağlamda kurulu düzenin temel birikimlerini koruma konusunda her türlü kutsal aracı kullanmayı tanrının verdiği görevin özü sayan peygamberlik stratejileriyle aynı noktada buluşur.)
İbrani peygamberlerinin “seçilmiş” olanları istila, toplumsal kargaşa, eşitsizliğin doğurduğu sorunlar karşısında Yahve merkezli birleştirici ideolojinin ölçütlerini esas alan bir eleştirel keskinlikle kehanetlerini Tanrı adına dillendirirler. Peygamberler “tarihin dehşeti”ne dinsel değer yükleyen şahsiyetler olarak Babil sürgünü sonrasında da etkinliklerini devam ettirirler. Yeremya’nın geliştirdiği “selâmet teolojisi” İsrailoğulları’nın “seçilmiş”liğini “Yeni Ahit”‘e bağlar. Tanrı, peygamberi aracılığıyla “Yeni Ahit”i bildirir: “İsrail halkıyla ve Yahuda halkıyla yeni bir ahit yapacağım günler geliyor.. Kanunumu içlerine yerleştirecek, yüreklerine yazacağım. Ben onların Tanrısı olacağım, onlar da benim halkım olacak.” Bu “seçilmişlik” ve kutsal “mülk” haline gelme olgusu, Yahve’nin kavmine yakın bir gelecekte “yenilenecekleri” vaadiyle tamamlanır: “Tek bir yürek, tek bir yaşam tarzı vereceğim onlara; gerek kendilerinin gerekse çocuklarının iyiliği için benden hep korksunlar. Onlarla ebedi bir ahit yapacağım: Onlara iyilik etmekten vazgeçmeyecek, benden hiç ayrılmasınlar diye yüreklerine tanrı korkusu salacağım.” Bu insanın yeniden yaratılmasıyla eşanlamlıdır ve Hristiyanlık dizgesinin İncil’de açıklanan Yeni Ahit anlayışını temellendirir.
“Dünyadaki kralların ve insanların hiçbiri Kudüs kapılarından hasımların, düşmanların gireceğine inanmazdı”(Mersiyeler 4:12). Tıpkı Mısır’da olduğu gibi tanrısal bir düzenin dokunulmazlığına ilişkin bir inanç sabitliğine burada da rastlanıyor. Ancak Mısır’ın Hiksoslar tarafından istilâsında olduğu gibi “Kudüs kapıları” kırılıyor (İ.Ö. 587). “Mersiyeler”‘in adı bilinmeyen yazarı şöyle haykırıyordu: “Bak Yahve, gör! Kime böyle yaptın? Kadınlar çocuklarını, sevgili yavrularını yediler.” Dinsel ve siyasi başkent, Babil kuvvetlerinin eline geçer, Davud hanedanı sona erer. Tapınak yakılıp, yıkılır. Başta önde gelen şahsiyetler olmak üzere halkın bir kısmı Babil’e sürgün edilir. Mısırda’da kurulu düzen istilalar, ekonomik ve politik krizler, iç savaşlarla benzeri sarsıntılar geçirmiştir. Tanrısal nitelik taşıyan bu düzende “krallık yöneticileri, hükümdarlıklarına karşı her türlü muhalefete tahammülsüz korkunç adamlardı.” Nüfusun yüzde birini oluşturan egemenler Mısır’ın zenginliklerinden “en çok faydalanmış” zümredir. Genel ideolojinin tüm ilkeleri, işleyiş mekanizmaları, kurumsal biçimlerinde bu zümrenin çıkarları belirleyicidir. İbrani dizgesine akan birleşik tanrılar bloku bu ideolojik sistemin özüne yerleşiktir: “Çok eskiden beri düzenin çatısı ve ortak cemaat ruhu din aracılığıyla kurulup korunmuştur. Mısırlılar mistik güçlerin karmaşıklığına duyarlıydılar; kendilerini düzensizliğe, yıkıma ve gündelik talihsizliklere karşı koruyabilecek tanrıların öfkesini yatıştırma ihtiyacı hissettiler.
Dinsel inancın bütünlüğü, tanrıları ailenin içine çekmekle korunabildi; ihtilaflar, Osiris, Horus ve Set arasındakine benzer, çatışma mitosları sayesinde akılsallaştırıldı. Siyasi ayrılık tehdidi, kuzeyde, Heliopolis’ten Re ile güneyde, Teb’den Amon örneğinde olduğu gibi, tanrıların birleştirilip kaynaytırılmasıyla dengelendi.” Mısır dini tıpkı Babil’deki gibi ikili nitelikteydi. Bir yanda, “büyük” tanrılara açık tapınma ve rahiplerin köleci düzeni güçlendirmek için yararlandıkları dizgenin şekillendirdiği egemenlik ilâhiyatı, diğer yanda, belli bir noktaya kadar kendini resmi inanç dizgesine bağlayan halk dini. Bu iki din anlayışının gerilimli ilişkilerinde biçimlenen unsurlar, Tek Tanrıcılığın peygamberlik stratejilerinde varlığını duyurur.
İbrani toplumunun ekonomik, politik, kültürel krizlerinin yarattığı çelişkiler zemininde Yahve’ye yüklenen değer ve işlevlerde değişimler yaşandı. Hezekiel bir “elçi” olarak Yahve’yi ayrıcalıklı bir mekânla sınırlama inancının ötesine geçti. Artık “mümin”in Yahve’ye kendi vatanında ya da yabancı bir ülkede tapınması arasında pek fark yoktur. Önemli olan iç dünyasıdır. Hezekiel “birey” ile Tanrı arasındaki ilişkiye yeni bir yorum getirir. Tanrı her yerdedir. Ruh kuşatılmıştır. Peygamberlerin, tapınmaya yönelik eleştirileri, bağdaştırmacılığa karşı savaşları, “fahişelik” adını verdikleri Kenan etkilerine amansızca saldırıları, kozmik dinselliğin yaygın biçimlerinin yerini Tektanrıcılığın almasında belirleyicidir. Tarımcı toplumlara özgü olan kozmik dinsellikte, kutsallık diyalektiği doğadan kopuk değildir. Tanrısal olan doğal ritim ve nesnelerle içiçedir. Ama İbrani peygamberleri, Filistin’in sömürgeleştirilmesinden sonra bu inancı putperestliğin en mükemmel örneği olarak şiddetle eleştirdiler. Daha önce “kozmik dinselliğe hiç bu kadar vahşice saldırılmamıştı.” Sonunda İbrani peygamberler koparılmış insanın ideolojik zincirlerine yeni bir halka eklemeyi başardılar ve doğayı her türlü tanrısal varlıktan arındırdılar. Doğanın birçok kesimi, taşlar, kaynaklar, ağaçlar, bazı mahsuller, çiçeklerin bir kısmı “kirli” diye damgalandı; çünkü Kenan bereket tanrıları tapımıyla “kirletilmişlerdi”.
Kozmik dinselliğin toptan ve amansız bir biçimde reddi ile Yahve merkezli inancın belirleyici öneminin bir “selamet teolojisi”nde yenilenmesi İbrani toplumunun krizlerine peygamberlik stratejileriyle verilen cevaptır. “Kutsal tarih”in doğaya düşmanlığı içeren bir ideolojik çekirdekle açıklanması Tektanrılığın ötesinde etkili ve kalıcı sonuçlar doğuracak, “bilim” ilâhiyatlarının kurucu dinamiklerini mayalandıracaktır. Her kozmik inanç sisteminde bulunan “yaşama sevinci” İbrani dizgesinde dinden çıkmak anlamına geliyordu. Bu inanç sistemlerinin hayat ve ölüm arasındaki diyalektik dayanışması karartılıyordu. Ölüm büyük bir dehşet, cezalandırma ve korku mekanizmasını başlatan ürkütücü belirsizliğiyle, köleleştirilen halkın manevi varlığını tehdit aracına dönüştürülerek asıl özü olan bereketin sürekliliğini güvenceye alma niteliğinin ötesinde kavramlaştırılıyordu. Tektanrıcı İbrani dizgesi ölümün egemenlerin elinde ideolojik bir silaha dönüşmesinde en sistemli dönemeçlerden birini mayalandırıyordu. Hayatın sürekliliğini ölümle doğrulayan kozmik inançların yerine, Tektanrıcı dizge, bu diyalektik bütünü parçalıyor ve öte dünyayı yeryüzünün suretinde yeniden yaratarak tüm eşitsizlikçi değerleri ebedileştiriyor, ilâhi güvence altına alıyordu.
Doğa, insan, bilinç bütünlüğünün yaşam enerjisini zincirleyen bu dizgede, tarih, tanrısal dehşetin sırlarıyla dolu bir belirsizlikler çukuru biçiminde kavranır. Bu sırların insana açılması ancak “seçilmiş” olanlara bahşedilen ilâhi veya “bilimsel” imtiyazlarla mümkündür. Yahve’nin “öfkesi”nde tezahür eden iradenin gizemlerini, ancak “seçilmiş” olanlar kavrayabilirdi. Tektanrıcı dizgenin bu “seçilmiş”lik temeli daha sonra Hristiyan egemenlik ilâhiyatlarında daha güçlü ve kurumsal anlatımlara kavuşacaktır. İbrani dizgesinde tarih tanrı iradesinin tezahürüdür ve onun ilâhi gizemleri vardır. Bu gizemler, “bilim” ilâhiyatlarının tarihsel yasa kavramını hazırlamakta önemli işlevlere sahip oldular. Bu tanrısal tezahür biçimindeki tarih anlayışı, Yahve’nin mutlak, tek ve bir olması inancının sistemli hale gelmesiyle yeni bir boyut kazanır. “İşaya’nın Kitabı”nın 40-55. bölümleri “Deutero-İşaya” (İkinci İşaya) adıyla bilinen ayrı bir eser oluşturur. Bu metin, Babil sürgününün son yıllarına aittir ve Tektanrıcı dizgenin sistemli açıklamasıdır: Artık Tek Tanrı Yahve’dir “İlk ve son benim; benden başka Tanrı yoktur.” “Çünkü Tanrı benim, başkası yok. Tanrı benim, benzerim yok.”
Diğer tanrılar reddedilir ve sistemli Tektanrıcılığın en açık ifadeleri dillendirilir. Yaratılış ve tarih Yahve’ye bağlanır. Bu sistemleştirilen Tektanrıcı dizge, düşman doğanın egemenlik altına alınmasında Yahve’yi “seçilmiş”lerin hizmetine koşar: “Rahav’ı (Mısır) parçalayan, deniz canavarının bedenini deşen sen değil miydin? Denizi, engin suların derinliklerini yola çeviren sen değil miydin?” Yahve, “seçilmiş” olanlara doğaya egemenlik konusunda taahhütlerde bulunur. Tektanrıcı dizge, doğaya egemenlik konusunda “seçilmiş”lere sunduğu imtiyazlarla koparılmış insanın, yağmalanan kaynakların, parçalanmış tarihin, toprak mülkiyetinin, köle boyunduruğunun yollarını döşer. Büyük imparatorlukların “aşısı” ile yeşeren İbranilik, eşitsizlikçi düzenlerin genetik şifrelerini taşıyan bir ilâhiyatlar zincirinin başlangıç halkası haline gelir. Yahve, doğa üzerindeki egemenliğini “seçilmişler”in hizmetine sunar: “Çölde yol, kurak topraklarda ırmaklar yapacağım”, “Dağlar, tepeler önünüzde sevinçle çığıracak… Dikenli çalı yerine çam, ısırgan yerine mersin ağacı bitecek.”
Böylece, göksel krallık iktidarı doğayı zincirler, “seçilmiş” olanların hizmetine sunar. Ruh ve madde ikiciliğinde, doğa egemenlik zincirleriyle göksel âlemin zirvesinde bulunan Tanrıya bağlanır. “Kurtuluş” için bu zincirin harekete geçirilmesi zorunludur. Ancak bunun için Yahve’ye “ahit” ile bağlanmak temel koşuldur. Tüm bu “ahit”ler, kutsal metinler, peygamberler, tapınaklar, göksel kaynaklı tehditler, korkutmalar, kehânetlerle boşluksuz bir biçimde örülen koparılmış insanın ilâhi tutsaklığında gelecek umutları da denetim altına alınır. Bu konuda, “bilimsel” yasaların keşfi üzerinde oturtulan ve mutlak yıkıcılığı içermediği ölçüde egemenlik ilâhiyatlarının karartıcı niteliğine benzer kavramlara dayanan “modern” akıl ideolojileri de aynı işlevi yerine getirirler. Ipu-wer’in korkuyla sözünü ettiği ve Marksçı bakış açısının “üretici güçleri” gerilettiği için karşı çıktığı mutlak yıkıcılık, Yahve’nin tekeline verilir. “Kurtuluş” umutlarının biçim ve özü belirlenirken, koparılmış insanın potansiyelleri, yaşam enerjisi doldurulur. İbrani “kutsal tarih” anlayışında, Yahve’nin yaratacağı “kurtuluş” öncelikle İsrailoğullarını kapsar. Yahve’nin yıkıcı iradesi “İsrail’in trajedisinde sorumluluk taşıyan halkların yok edilmesi” ile tezahür edecek ardından Kudüs’ün “bollukla dolup taşmasını” sağlayacaktır. Tanrı, “Yahuda’nın günahkârlarını yok edecek”, günahları ülkeden uzaklaştıracak ve sürgünleri bir araya toplayacaktır. Sonunda Kudüs’te “Mesih’in saltanatı” kurulacak, “milletler”, “her şeye egemen Yahve’ye yönelmek, O’na yalvarmak” için gelecektir.
İbrani Mesihçiliğinin çekirdeğinde, “Yahve’nin Kulu” (eb hed Yahveh) kavramıyla anılan Yahudi seçkinlerinin tüm toplum adına “kurban” olmaları inancı yatar. Babil’e “sürgün” edilen bu seçkinler, özünde son derece verimli olan buradaki ikâmetlerini dehşetli bir “kurban” ideolojisinin parçası haline getirdiler. “Yahve’nin kulu” tüm sıkıntıları kabullenmiştir: “Bana vuranlara sırtımı açtım. Aşağılanmalardan, tükürüklerden yüzümü gizledim.” Sürgünle sınanma, İsrail’in günahlarının silinmesini sağlayan bir “kurban” figürünü seçkinlerin imtiyazına dönüştürür. “Yahve’nin kulu” alabildiğine yüceltilir: “Aslında hastalıklarımızı o üstlendi, acılarımızı o yüklendi… Oysa bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk” Kitabı Mukaddes’in Hristiyan yorumları, “Yahve’nin Kulu”nda bir Mesih beklentisini saptar. “Yahve’nin Kulu”nda kişileştirilen Yahudi seçkinler alabildiğine yüceltilir: “Yahve hepimizin cezasını ona yükledi… Kesime götürülen kuzu gibi… hiç açmadı ağzını… acımasızca yargılanıp ölüme götürüldü.”
Bu seçkinlerin “kurban” olma nedeni ise onların “başkaldıranlar” ile bir tutulmasıdır. Gönüllü “kurban” olan “kul” başkaldıranlarla bir sayıldı. Pek çoklarının günahını üzerine aldı, başkaldıranlar için de yalvardı. Mesih beklentisiyle içiçe geçen bu kutsal kişilik kavramının Yahudi seçkinler için ideolojik bir meşruluk kaynağı haline gelmesinin politik iktidar açısından kapsamlı sonuçları vardır. Bu öğretilerin temellendirdiği “kehanetler” de, Yahve tarafından “yenilenmiş” dünyayı onun adına hüküm sürecek bir kralın yöneteceği vurgulanır. Genellikle “meshedilmiş” adı verilen bu kralın Davud soyundan geldiği kabul edilir. Mesihçiliğin olanca “masum” görünümlü “kurtuluş” inancı iktidarın ideolojik meşruluk kaynakları içinde eritilir. “Seçilmiş” olanlar elbette İsrail’in yoksulları, topraksızları değildi onlar “Yahve’nin kul”ları olarak “başkaldıranlar” yüzünden ortaya çıkan felaketler ve sürgünün sözde acılarını yaşayan seçkinlerdi. Yahve’nin “kul”una verdiği taahhüt tüm eşitsizlikçi düzenlerin egemenleri için ilâhi “seçilmiş”liklerini güvence altına alan bir ilkedir. Yahve “kul”unu “milletlere ışık” yapacaktır. “Yahve’nin Kul”u “evrensel selamet”in temsilcisidir. İ.Ö. IV. yüzyılda Zekeriya ve Yoel peygamberler, bu “kurtuluş” senaryosunu daha da geliştirirler. Bu senaryoda yeralan motifler şöyledir:
“Milletlerin yok edilmesi, İsrail’in kurtuluşu, sürgünlerin Kudüs’te toplanması, ülkenin cennete dönmesi, tanrısal egemenliğin veya Mesih saltanatının kurulması, sonunda tüm milletlerin doğru dine gelmesi.” (14) İkinci İşaya peygamber de bu anlayışı devam ettirir.
“Yeni çağ”ın başlangıcından önce büyük alt üst oluşların yaşanacağını bildiren İşaya, Babil’in çökeceğini, milletlerin Kudüs’e saldıracaklarını ve yok edileceklerini Yahve’nin elçisi olarak açıklar. Yahve onun aracılığıyla “tüm milletlere” seslenirken “ışık gibi gelecek selameti”nden sözeder. “Kurtuluş” tüm insanlığa İsrail’den gelecektir. “Bununla birlikte herkese vaat edilen kurtuluşa yalnızca Kudüs’te, İsrail’in ulusal ve dinsel merkezinde ulaşılabileceği” İşaya, Yeremya, Zekeriya peygamberler tarafından “sık sık belirtilir” (Eliade c.2) Koparılmış insanın tüm “kurtuluş”, “gelecek” ve “altın çağ” tahayyüllerine sıkı kutsallıkla örülü bir pranga vurulur. Kopuşu, altüst oluşu, yenilenmeyi, geleceği Yahve tekeline alır. Ezilmiş, baskı altına alınmış seçkinlerin “çobanı” olduğu “aşağı sınıflar”ın “başkaldırıları” kefareti “seçilmiş”ler tarafından ödenen büyük bir günahtır. Aslolan Yahve’ye yani onun iradesini temsil edenlere itaattir. “Kurtuluş” ondan gelecektir. Yahve “yeni bir yeryüzü, yeni bir gök yaratacak” ve “geçmiştekiler anılmayacak, akla bile gelmeyecektir” der İşaya (65:17). Yeniden “yarattıkları” sonsuza dek dururken Yahve “ebedi ışık” olacaktır. Bu yaratılışın “yenilenmesi” bazı “cennet” unsurlarını içerecektir: Sayısız zenginlikler, benzersiz bereket, hastalıkların yok olması uzun ömür, insanlarla hayvanlar arasında ebedi barış v.b. Yahve, kopuşu temsil eden ve yeryüzü “cennet”ini vadeden “devrimci” programıyla “kurtuluş” ütopyoları zincirinde ilâhi halkayı oluşturur. Büyük bir alt üst oluştan sonra “ilk mükemmelliğine” yeniden döndürülen evrenin “ana dayanağı”, “dünyanın merkezi” olan Kudüs’tür.
Mesih inancı, “Davud’un tahtı”na oturacak “bir oğul”dan sözeder. Bu kralın iktidarı yüceltilirken, onun hükümdarlığında “kurtla kuzu bir arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yatacak, buzağı, genç aslan ve besili sığır yan yana duracak, onları küçük bir çocuk sürecek” vurgusu Kitabı Mukaddes’te yeralır. Bu uyum Mesih kralın iktidarına bağlanır. Simgelere dayanan anlatım, eşitsizlikçi düzenin çelişkilerinden beslenen adaletsizlik ve uyumsuzluğun, farklı sınıflar arasındaki çıkar ayrılıklarının ortadan kaldırılmasını mutlak iktidarı temsil eden bir Mesih Kral’a bağlar. Oysa Samuel kendisinden bir kral seçmelerini isteyen İsrail ileri gelenlerine, bunun sonuçlarını anlatırken ortaya çıkacak iktidar gücünün eziciliğini alabildiğine gerçekçi bir dille Yahve’nin elçisi olarak tasvir eder. Kurt ve kuzu da simgesel bir anlatımla ortaya konulan farklı sınıfsal çıkarların uyumu nasıl olacaktır? Kurt veya kuzu kendi varoluş biçimlerinden ve öz niteliklerinden arındırılmadıktan sonra bunun imkânsızlığı Yahve’nin yaratıcı olarak bilgi dâhilindedir. Bu imkânsızlığı ortadan kaldırmak için insanüstü (dışı) bir iktidar gücüne ihtiyaç vardır. Mesih kral bu mutlak insanüstü (dışı), yarı tanrısal gücü temsil eder.
“Yahve’nin Meshedilmiş Kulu” kavramı başlangıçta tahttaki kral için kullanılır. Böylece kral gücünü tanrısal kaynaktan alır. Burada “meshedilmek” Tanrı ile yakın bir ilişkiye işaret eder ve kralın yanı sıra Kitabı Mukaddes’te “patriark” olarak anılan İbrahim, İsak, Yakub ve diğer “seçilmiş” peygamberlerde bu imtiyazlı statü içindedirler. Mesih inancının kökleri, dünyevi kraliyet iktidar ideolojisine dayanır. “Eski Ahit”‘te, Mesih gökten inen, doğaüstü bir varlık değildir. “Kurtuluş” tekelini Yahve elinde tutar. Mesih, Davud soyundan gelen bir fanidir. Onun tahtına oturup hüküm sürecektir. Mesih inancı büyük gizem inancı coşkularını harekete geçirmesine rağmen, Davud monarşisine bağlı olan çevreler içinde mayalanan bir iktidar anlayışına dayanır. Başlangıçta Mesih beklentisi küçük bir azınlığı temsil eden bu çevrelerle sınırlı kalmıştır. İbrani kraliyet ideolojisi, büyük Doğu monarşilerinde görülen, hükümdarın “kurtarıcı” rolü inancından beslenir. “Kurtarıcı” inancı İbrani Mesih anlayışının özüdür.
Koparılmış insan, “kurtarıcı”nın eylemindeki gizemlere zincirlenir. “Kurtuluş” üstün niteliklere sahip ve yarı tanrısal özellikler taşıyan “seçilmiş”lerin eylemine bağlanır. Kişisel eyleme dayandırılan manevi mükemmelleşme umudundan vazgeçmek ve Tanrı’nın kadiri mutlak, selamet vaatlerine bağlanmak, onun iradesini temsil eden “meshedilmiş” olanların “kurtarıcı”lığına inanmak “kurtuluş”un güvencesidir. Ancak “kurtuluş” konusundaki tahayyüllere ilâhi sınırlar çizen bu anlayış “Kutsallık Yasası”nda hüküm altına alınan kurallar bütünü karşısında bir avuntuya, ruhun iniltisine, ezilmişlerin tesellisine dönüşerek varlığını sürdürür. Aslolan kurumsallaşan toplumsal, dini ve politik iktidar ilişkilerine uyum sağlamaktır.
Pers İmparatorluğu’nun egemenliğinde yeni bir “aşı” ile birikimine kurumsallık konusunda güçlü motifler işlenen İbrani dizgesi, “Kutsallık Yasası”nın sistemli uygulamalarıyla pekişti. Musa’ya atfedilen bu kurallar bütünü tapımın ayrıntılarını düzenlerken, “temizlik” ve “kirlilik” üzerindeki kavramlaştırmaları içerir. Brahmanlar’da olduğu gibi “Kutsallık Yasası” hayatın işlevlerini ve toplumsal davranışları totaliter bir dizgenin boşluksuz örülen mutlakçılığı ile düzenler. Bu boşluksuz örme “kurtuluş” çözümleri öneren en radikal İbrani kökenli düşünür ve politikacıların bile ütopya kalıplarını, gelecek toplum kuramlarını, soyut teorilerini etkiler. İbrani kültürel ortamının etkilerini taşıyan ve bu dizgenin politik, ideolojik, sosyal genetiğinin “bilimsel” akıl ilâhiyatlarında imbiklenen unsurlarına yaslanan bu düşünür ve politikacılar da, sözkonusu totaliter kurumlaşmanın izlerini taşırlar.
“Kutsallık Yasası”nın kurallarına bağlanan totaliter mutlakçılık İsrail’in “temizliğini” koruma amacına dayandırılır. Tektanrıcı İbrani dizgesinin içeriğinde yerleşik piramit ideolojisi, eşitsizlikçi imparatorluk birikimlerinin koparılmış insanı yaratan itaat mekanizmaları, kabile konfederasyonu savaşçılığının kollektif iradesini militarist sömürgeciliğe dönüştüren iktidar anlayışı, doğaya egemenliği “seçilmiş”liğin tezahürü haline getiren inançlar bu “temizlik” kavramının mayalandığı süreçlerde belirleyici eğilimleri temsil ederler. İsrailoğulları, “yabancı ve kirli” bir dünyada ancak “etnik ve ruhsal” kimliğini koruyabildiği ölçüde ayakta kalabilecektir. Pers egemenliği döneminde “Kutsallık Yasası”, ulusal yaşamın yeniden inşasının temeli haline getirilir. Artık, ruhun gerçekleştirdiği içsel dini kabul, yeterli değildir. Yasanın (Tora) mutlak otoritesi altında örgütlenen toplumun, “temizliği” esastır. İsrail’in “kutsallığı” kamusal günahların kefareti üzerinden temellendirilir. “Büyük Kefaret Günü” (Yom Kipur) yerleşik hale gelir. Bu kefaret sistemi öylesine etkilidir ki, yeni ve daha iyi bir düzen umuduna hiç yer bırakmaz. İsrail, “selameti” için gerekli olan tüm kurumlara sahip kabul edilir ve yasanın uygulanması ruhban sınıfının mutlak otoritesine bırakılır.
Pers dönemi boyunca dinsel hayata hükmeden ruhban egemenliğinin mekanizmaları sürgün zamanında oluşturuluyordu. İsrail’in “temizliği” ırksal temellere oturtuldu. Pers Kralı I. Artakserkses’in sarayında yaşayan bir Yahudi, Nehemya İ.Ö. 430’a doğru Yahuda valisi olarak atandı ve Kudüs surlarını onarma izni aldı. Nehemya, “temizlik” konusunda önemli bir adım attı ve İsrail soyundan gelmeyen kadınlarla evli olan din adamlarının görevden alınmasını sağladı. Nehemya’nın başladığı işi diğer bir dini lider Ezra devam ettirdi. İsrail’in “temizliği”ne öncelik veren Ezra tüm karma evliliklerin bozulması emrini verdi. Farklı kavimlerden yapılan evlilikler aracılığıyla Yahveciliğin bütünlüğünün tehlikeye girdiği görüşü “seçilmiş”liğin sosyal kurumlaşmanın dokularına iyice yerleşmesi anlamına gelir. İbrani dizgesi tıpkı Mısır egemenlik ideolojisinde olduğu gibi ayrımcıdır ve yabancılara düşmandır. Totaliter ideoloji ve politik sistemlerin “temizlik” kavramının köklerinde İbrani dizgesinin unsurlarının varlığı üzeri örtülen bir olgudur. Ezra’nın “reformu” ayrımcılığı sistemleştirdi. Yazılı kurallara bağlanan İsrail dini totaliter kurumlaşmalar zincirinde temel halkalardan başlıcası haline geldi. Geleneğin sözlü aktarımının yerini yazılı metinlerin incelenmesi ve açıklanması aldı. Ezra, ilk “vaiz” ve “din alimi” olarak kabul edildi. Bu yazılı yasa (Tora) dışında Yahve’nin Musa’ya başka buyruklar verdiği görüşü de kabul gördü. Bu buyruklar sözlü yasayı (Tora) oluşturuyordu. Buna dayalı yorum külliyatı Mişna’yı (tekrarlama) oluşturuyordu. Böylece, gizli öğretilerin aktarılmasını meşrulaştıran bu yaklaşım Hermesçi, Gnostik v.b. inançlarla aynı çizgide yer alır. Tüm bu gizemci öğretiler “seçilmiş” olanların dayanışma, örgütlenme, iktidar kaynaklarını denetim altında tutma yöntemlerinin parçası haline gelir ve burjuva egemenliğinin çekirdeğine içerilir.
Ezra “reformu” döneminde “Tarihler Kitabı”, “Mezmurlar”, “Nebiim”‘in bir bölümü yazılıyor ve daha eski birçok metin elden geçiriliyordu. Tektanrıcı dizgenin sistemleştirilme süreçlerinde, özellikle peygamberlerin çıkışlarındaki eşitlik ve adalet gibi mesajlarının uç noktalardaki yoğunluğunu yumuşatmak, esastır. Başlangıçta kitleselleşmenin ve imanı yaymanın gereklilikleri, inancın saflığında dile getirilen mesajın beşeri acılara yoğun duyarlılığı; kutsal metinlerin derlenme aşamasında süzgeçten geçirilir. Beşeri kurtuluşu müjdelemenin heyecanıyla doruğa çıkan “devrimci” söylemler, peygamberlerin yoğun vurgularından arındırılır. Karmaşık bir yasacılığın kurallar bütününe irca edilen inançlar, mülkiyet, güç, iktidar kalıplarında eritilir ve ideolojik işlevlerin kavramsallığına yerleştirilir. Bu noktada büyük bir birikimin sunduğu söylem, kural, mitoloji unsurlarından yararlanılır, ağdalı hikâyelerin arkasına gizlenen güç ve zenginlik sahiplerinin çıkarları peygamberler aracılığıyla tanrısal güvencelere bağlanır. Özellikle “seçilmiş” olma iddiasını taşıyan peygamberlerin genel strateji ve ideoloji kalıplarına uymayan söylem, söz ve eylemleri kutsal metinler yeniden düzenlenirken süzgeçten geçirilir. Tüm kutsallıklar ve onları temsil eden metinler, kurallar, külliyat dizileri bu temelde birbirine benzer.
Kökleri mülkiyet, ticaret, ataerkillik, kölelikte bulunan sosyal ve hukuki düzenlemeler birbirini tekrarlayarak devam eder. Hikâyeler bile değişmez. Kutsal metinlerin toparlanması ve ayıklanması peygamberlerin iradesi dışındadır. Onların sadece sözlü olarak Tanrı mesajını iletmeleri ve okuryazarlıktan yoksun bulunmaları, stratejiyi başkalarının biçimlendirmesini bir gelenek haline getirir. Vahyin kutsallığı ve inandırıcılığı bu stratejiye göre peygamberlerin okuryazar olmamasına bağlanır. Böylece çıkış mesajını güç, iktidar ve zenginlik ölçütlerine göre düzenleme işlevini peygamberlik stratejilerinin asıl örgütleyicileri olan kadrolar yerine getirir. Hiçbir peygamber mesajını, kendi yazılı metinleri ve onayladığını bildirdiği külliyatlara dayalı olarak sunma olanağını bulamamıştır. Peygamberlik stratejilerini belirleyen ve genellikle aynı ölçütleri tekrarlayan, kurulu düzenden çıkarı olan kadrolar kutsal metinleri düzenlerler. Ortaya çıkan tablo ise mülkiyet, iktidar ve güç sistemlerinin sürekliliğini güvence altına alan erdem, hukuk, sosyal kuralların tekrarıdır. Temeller ise, sınıfsal eşitsizliğe dayalı toplumsal düzenlerin Yakındoğu, Mısır, Hindistan’daki birikimlerine dayanır.
Musa yasasında Hammurabi kanunlarında ele alınıp düzenlenmeyen çok az hüküm bulunur. Peygamberlerin çıkışlarındaki eşitlik ve adalet vurgularının özü boşaltılır, mesajlarındaki beşeri yoğunluk hafifletilir, karmaşıklıkla dolu gizemli metinler, içinden çıkılmaz mitolojik öykülerle bulanık hale getirilirken, kutsallıktan geriye egemenlik ideolojisinin kalıplarında eritilen inanç ve ibadetin biçimselliği kalır. Dini kuralların, kurumsal ve yasal egemenlik araçları haline getirilmesi işlevini Ezra gibi “vaiz” veya “havari”ler ile “halife”ler yerine getirirler. Büyük “seçilmiş” peygamberler adına yazılan kitaplar, kurulan öğretiler, anlatılan hikâyeler, yayılan sözler sistemli tekrarlara dayalı bir stratejik süreklilik temelinde birikir. Güç ve iktidar sahipleri adına onların mesajları bu stratejik süreklilik çerçevesinde yoğrulur, söylemedikleri söyletilir, söylediklerinin üzeri örtülür.
Peygamberler öncelikle ilâhi kaynaklara bağlanan bir ahlâk vazederler. Oysa ahlâk, sınıflı toplumlara özgü eşitsizlik ve mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan bir olgudur. Ahlâk, insanların kendi aralarında, birini diğerine düşman eden ilişkiler kurdukları noktada gerekli olur. Dolayısıyla, inanç sistemlerine bağlanan ahlâkın “insaniliği” onun temelinde yatan eşitsizlikçi ilişkilerin insanlık dışı niteliğiyle çözülmez biçimde bağlantılıdır. Ahlâki tutkular, toplumsal ilişkilerin özündeki ahlâksızlıkla içiçedir ve ondan beslenir. Dini dizgelere içerilen ahlâki ilkeler, dünyayı değiştirme ve iyileştirme iddiasını taşırlar; oysa aslında bunlar, gerçek toplumsal ilişkilerin özündeki adaletsizlik, eşitsizlik ve köleliğin reformla yaldızlanan suretidirler. Dini dizgeler, insanların birirleriyle düşmanca bir mesafe içinde yaşamalarını ortadan kaldırma iddiasını taşımazlar. Önerdikleri ahlâk, bu düşmanca mesafenin sessiz onayıdır. Bu mesafe, ahlâk kurallarıyla boşluksuz bir biçimde örülür ve denetlenir. Ahlâk aracılığıyla korku üretim mekanizmalarına kutsal bir elbise giydirilir. Ahlâk, beşeri ilişkilerin daha insani hale getirilmesine örgütlü bir tarzda ters etki yapar. İnsanlar arasındaki düşmanca mesafenin tüm temelleri ahlâkla onaylanır.
Kapitalist toplumun ahlâk değerleri, piramit ideolojisinin, Tektanrıcı dizgelerin, eşitsizlikçi dünya görüşlerinin, kölecilikten beslenen felsefi birikimin sürekliliğine dayanır. Bu birikim, kapitalist egemenliğin meşru gösterilmesi ve ayakta tutulmasında seçkin bir işleve sahiptir. Bu birikim, kapitalist sistemin politik, sosyal, ideolojik çekirdeğine yerleşiktir. Kapitalist “ahlâk” bu birikimden beslenmekle kalmaz sürekliliğinin güvencesi haline getirir. Tüm peygamberlik stratejileri, ilâhi ahlâk dizgeleri, inanç sistemleri, kapitalist egemenlik ilişkilerinin işleyiş dinamiklerinde, tekrar tekrar kalıba dökülür. Mülkiyet ve çalışma “ahlâkı” dini prizmalardan süzülerek toplumsal örgütlenme ilkelerine içerilir. Ahlâk ve korku birbirini besler. “Ahlâksız” ve “kirli” olmak yaptırımların uygulanması anlamına gelir. Çalışma ve mülkiyet düzenine boyun eğme kapitalist egemenlik ideolojisinin ilâhi buyruklarıdır. Tüm dini dizgeler, kapitalizmin egemenliğini sürekli kılacak ideolojik biçimlenme süreçlerinde harmanlanırken özellikle çalışma “ahlâkı” ve mülkiyetin kutsallığı üzerine söylem, ilke kuralları ön plâna çıkarılır:
“Çalışmayla ilgili erdemler kataloğuna, burjuva toplumun her yerinde rastlarız. Bundan kurtulmak mümkün değildir; basitçe uzaklaşıp görevlerin ve çalışmanın olmadığı bir yere gitmekle de kendimizi bundan ayıramayız. Çünkü bu ahlâk, beynimize zor yoluyla öylesine katı, öylesine sürekli ve tutarlı olarak sokulmuştur ki, çoğumuz onu bir kaya gibi içselleştirmişizdir. Kendimizi kurtarmayı istesek bile, içimizdeki bekçi, derhal bize eziyete başlayacaktır. “(15) Bu vicdan azapları, suçluluk duyguları, koparılmış insanın ruhsal sefaletinin, tezahürleridir. Egemenlik sisteminin insanı maddi ve manevi açıdan baskı altına alan, varlık potansiyellerini tahrip eden talepleri, dini dizgelerin “ahlâki” tehditkârlığıyla desteklenir. Dini dizgeler, insanın ruhsal varlığına yerleştirilen egemenlik acentalarına dönüştürülür.
Tanrı “baba” kavramına içerilen ideolojik şiddet, sürekli korkuların artık beşeri genetiğe işlemiş temel şifresidir. Tarihin akış çizgisinde koparılmış insan gerçekliğinin yaratım mekanizmaları, ruhsal varlığın tüm katmanlarını denetim altına alan büyük korkulara dayandırılır. Bu bağlamda, Hammurabi kanunlarına dayanan “Kutsallık Yasası” gibi Tektanrıcı egemenlik ilâhiyatlarına kaynak teşkil eden mülkiyet, sosyal hayat, ticaret, ahlâk düzenlemelerini büyük bir kutsal yenilik olarak sunan ve sürekli tekrar kalıplarıyla ruhlara yerleştiren güç sistemleri, devasa korku örgütlenmeleridir. Onların “kutsallık” niteliğini korku besler. Korku tüm eşitsizlikçi mülkiyet düzenlerinin işleyiş çekirdeğidir. Egemenlik ilâhiyatları ve onlara dayanan ahlâk dizgeleri, emirler, yasaklar, buyruklarla mülkiyeti kutsallaştırırlar. Mülkiyet ahlâkı, korku üretme mekanizmalarının temel niteliği olarak özellikle kapitalist düzende vazgeçilmez işlevlere sahiptir.
Mülkiyet ahlâkı, tek başına korku üretmeye elverişli niteliktedir. Çünkü insanın ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu mülkiyet ahlâkıyla çatışmayı getirir. Aç insana, bu durumu ortaya çıkaran eşitsizlikçi ve adaletsiz toplumsal düzenin temellerini topyekün ortadan kaldıracak çözümlere dinde, peygamberlik stratejilerinde, egemenlik ilâhiyatlarında asla yer verilmez. Açlık durumu ilâhi düzenin, hikmetli yapısına bağlanır, sadece mülk sahiplerinin hayır işleyerek sevap kazanmalarına dayanan ve onların keyfine bırakılmış sadaka veya kamusallaştırılmış kazanç kırıntıları dışında çözüm sunulmaz. Ancak aç insan, Tanrısal sınavın kendisine sunduğu sefalet seçilmişliğinden kurtulmak için kendi çözümüyle başkalarına ait mülklere el uzatırsa cezalandırılır. O kendini açlıkla sınayan ilâhi iradeye karşı gelmiş ve mülkiyetin kutsallığını çiğnemiştir. İşte bu cezalandırılma korkusu insan ruhuna yerleştirilen ve egemenlik acentalarına dönüşen dini dizgelerin esasıdır. Tanrıya bağlanan bu tehditkâr cezalandırma olgusu açlığı, köleliği, sefaleti, sömürüyü, adaletsizliği, eşitsizliği katlanılması zorunlu hale getirir.
Egemenlik sistemleri bu korkuyu sürekli üreten ideolojik aygıtlara sahiptirler. Bu bağlamda peygamberlerin kişilikleri, sistemin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde tarihsel akış içinde tekrar tekrar yeniden değerlendirilerek her dönemecin egemen ideolojisiyle uyumlu hale getirilir. Dini birikimlerin oluşan süreçleri, peygamberlik stratejileri, ilâhi dizgelerin güç sistemlerindeki konumu temel mülkiyet ve eşitsizlik kalıplarına sonsuz bir uyumu beraberinde getirir. Musa ile Rockfeller arasında anlayış, ilke, inanç farkı kalmaz veya İsa’dan “reform”cu kapitalist işveren portresi kurulurken yararlanılabilir. Peygamberlik stratejilerinin güç ve iktidar sahipleri tarafından belirlenmesi, bu şahsiyetlerin mesajlarında bulunan ezilenden yana adaletsizliğe karşı en mütevazı unsurların ayaklanmasını daha yüzlerce yıl öncesinden güvence altına alır. İnsanın ruhsal varlığındaki egemenlik acentalarında manevi bürokratlara dönüştürülen peygamberler, her egemenlik sisteminde olduğu gibi kapitalizmde de yeniden yaratılırlar. Tanrı ile olan bağları, sistemin çıkarları doğrultusunda yeniden ve tekrar tekrar tanımlanan bu önemli şahsiyetler, kralların, imparatorların, sultanların, halifelerin, papaların, diktatörlerin ancak en önemlisi zengin, ayrıcalıklı “seçilmiş” sınıfların görmek ve göstermek istedikleri kalıplara dökülürler. Böylece İsa Hristiyan sömürgeciliğinin kan içici katil sürüleriyle özdeşleştirilir veya Musa tefeci kapitalist ideolojinin önemli bir figürü haline getirilir.
Mülkiyet hukuku, beşeri ilişkilerdeki mesafenin ve düşmanlığın sonucunda ortaya çıkar. İnsanların birbirlerine potansiyel düşmanlar haline gelmelerine neden olan mülkiyet, eşitsizlik, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmak bir yana, tüm egemenlik ilâhiyatları bu yapıyı sürekli kılacak ahlâki, hukuki, sosyal güvenceleri temellendirirler. Bu bağlamda, korkunun gücü belirleyicidir. Dini kaynaklarca desteklenen ve kurallara bağlanarak korunan mülkiyet, insanları birbirlerinin ahlâk bekçisi haline getirir. Korku ve mülkiyet içiçe geçer. İnsanlar birbirinden saklanır, kabuklarına çekilir, içine kapanır.
Koparılmış insan, hayat, ahlâk, din ve toplum düzeni hakkında çözümleme yapma gücünden arındırılmış, özne olmaktan vazgeçirilmiştir. Ahlâki, dini, toplumsal biçimlerde kalıplanan beşeri birikim insandan bağımsızlaşmış, ayrılmış ve mutlaklaşmıştır. Mutlaklığa itaat koparılmış insanın temel özelliğidir. Egemenlik ilâhiyatları, koparılmış insan varlığını sürekli kılacak ideoloji, aygıt ve örgütlenmelere biçim verilirken, başlıca kaynaklardır. İnsana neyi ve nasıl yapması gerektiğini söyleyen bu ilâhiyatlara göre özgürlük tam da budur. İnsan ancak, yapması gerekeni gerçekleştirdiğinde yani egemenlerin kendisinden istediğini yerine getirdiğinde “özgür” olabilir. İşte, dini ve ahlâki “yüksek değerler” aracılığıyla insanın “gönüllü kulluğu”nu ve kölece itaatini sağlamak, büyük bir ideolojik sosyal, politik birikimin sürekliliğinde boşluksuz örülmüş dini dizgelerin ruhsal varlığa içerilmesiyle gerçekleştirilir. Din ve ondan kaynaklanan ahlâki “yüksek değerler” nesnel açıdan egemenliğin araçlarıdır. Bu işlev, söz konusu değerlerin koparılmış insanı, kendi bütünlüklü yaşam enerjisi, zihni potansiyeli, eleştirel aklının tamamen dışında bulunan mutlak bir gücün buyruğuna sokmasıyla tezahür eder. Böyle bir gücün mutlak, kutsal, dokunulmaz, zaman ve mekân kavramlarının dışında olması iktidar egemenliğin tüm dokularına içerilir. Onunla kurulacak bağın eşsiz önemi dolayısıyla, din ideolojik, politik, sosyal ve ekonomik iktidar mekanizmalarıyla bütünleştirilir. Peygamber imgeleri yeniden yaratılır, gizemli ve resmiyet dışı olanlar dahil tüm tapım biçimleri, dini örgütlenmeler denetim altına alınır.
Dini eğitim, resmi ve gayri resmi ağlarıyla burjuva düzenlerinin ideolojik vazgeçilmezleri arasındadır. Bu konuda, tüm eşitsizlikçi egemenlik sistemlerinin ortak iktidar ilkesine burjuvazi de sahip çıkar: “Eğitilen” uyruk insan artık kafa tutamaz, başkaldıramaz, eleştiremez. Dini dizgenin totaliterliği “Aydınlanma” aşısı ve “bilim” ilâhiyatı kalıpları içinde varlığını devam ettirir. Egemenlerin “mecbursun” sözü, koparılmış insan için ilâhi ve ahlâki anlamda “yapmam gerekir”e dönüşürken dini kaynakların belirleyiciliği esastır. Koparılmış insana uygulanan zor, kendisi tarafından meşru görülen, ahlâki suçu için haklı bir ceza ve kaçınılmaz kaderdir. Baskıya, sömürüye, eşitsizliğe, adaletsizliğe, köleliğe katlanma Tanrı’nın sözünü dinlemekle özdeş sayılır. Egemenlerle ilişki, Tanrı ile kurulan bağın tezahürü olarak koparılmış insanın varlık biçimi haline getirilir.
Kutsallığın gizemli karanlığına nüfuz etmek ancak “seçilmiş” olanlara özgü bir imtiyazdır. Koparılmış insanın payına düşense mutlak itaat ve “erdem” ölçütlerine uygun davranıştır. Onu karanlıktan kurtarması mümkün olan zihni kapasite üzerinde, tüm tarih boyunca işletilen ağır baskılar, şartlandırmalar, denetimler söz konusudur. Koparılmış insan; tarihi açıdan haklı çıkarılması mümkün olmayan güç ve iktidar sistemlerini olduğu gibi çözümleyebilse, politik, ekonomik, ideolojik alanlarda mutlak yıkıcılık araçlarıyla mücadele edilmesi gereken toplumsal baskının işleyişini kavrayabilse, kendini zincirlerinden kurtarabilecektir. Ne var ki, bunun yerine, söz konusu baskı, teslim alınmışlığın öznel kabulleri içinde içselleştirilir. Hayat karşısında ağır bir güçsüzlük, eylemsizlik ve korku, koparılmış insanın vasıflarıdır. İşte bu noktada toplumsal, politik, ideolojik, kültürel bakımlardan muazzam bir örgütlenmeye sahip olan din kurumu, sahte varoluşun tekrarlarına dayalı içi boşaltılmış tapım biçimleriyle devasa bir yanılsamalı eylem repertuarını ortaya koyar.
EŞİTSİZLİKÇİ UYGARLIK GENETİĞİNİN TAŞIYICI ÇEKİRDEĞİ: HELENCİ YAHUDİLİK
İbrani dizgesinin akış çizgisinde Mısır, Babil, Pers “aşı”ları Helen kültürünün etkileriyle harmanlandı. Yunalıların Filistin’le ilişkileri, Tunç Çağının sonlarından itibaren süreklilik kazandı. Özellikle İskender’in fetihlerinin ardından Helen kültürünün bu bölgedeki etkisi yoğunlaştı. Onun ölümünden sonra Mısır’da hüküm süren Ptolemaios’ların yönetimindeki Filistin’de her yere yayıldı. İsrail aristokrasi ve burjuvazinin bazı kesimleri, Helenleşmeye dayalı “aydınlanma” düşünce, kurum, ilkelerini benimsediler. Helenleşme varlıklı sınıflar tarafından benimsenirken, kırsal kesimde yaşayanlar ve dini çevrelerden tepkiler yükseldi. İskender’in fethinden (İ.Ö. 332) Filistin’in bir Roma eyaleti haline gelmesine kadar (İ.Ö. 69) geçen sürede, Yahudi halkı sınıflaşma temelinde farklı ideolojik ve dinsel yönelişler içine girdi. Bu ayrışmada, Helenistik kültürün etkileri belirleyici unsurlar arasındadır. Yunan felsefesinin, sürgün sonrası Yahudilik üzerinde güçlü ve uzun süren etkileri olmuştur.
Kozmopolitizm ve evrenselciliğin “en etkin yandaşları” olan Yahudi zenginler Helenist ideolojide, “Aydınlanma”nın temsilcileri konumuyla sınıfsal çıkarlarının ifadesini bulurlar. Helenci parti, Tevrat Yahudiliğini köklü bir reformdan geçirmek taraftarıydı. Bu temelde İbrani geleneğinde yaşanan ayrışma “Aydınlanma” dönemecinde yoğun biçimde tartışılan evrenselcilik, kozmopolitizm, Hermesçilik v.b. konuların ilk mayalanmalarını içerir. Sınıflar arasındaki eşitsizliğin büyümesi ideolojik yansımalarını bulur. Yoksulların ezilmişliği ve zengin sınıfların bağdaştırmacılığı “Vaiz Kitabı”nda Tanrı ile ilgili yorumlara yansır.
“Vaiz Kitabı”‘nda Tanrı’nın tutumundaki açıklanamazlık üzerinde durulur. Bu görüş içten içe tüm “selamet” vaadlerinin boş çıkması, adaletsizlik, zengin sınıfların giderek artan güçleri ve eşitsizliğin yarattığı düş kırıklıklarını yansıtır: “Adaletin ve doğruluğun yerini kötülük almış, doğru insanın tahtına kötü oturmuştur.” Söz konusu kitabın yazarı kendi deneyimlerini şu yargıyla açıklar: “Boş ömrümde şunları gördüm: Doğru insan doğruluğuna karşın ölüyor, kötü insanın ise kötülüğüne ömrü uzuyor.” İnsan ömrü konusunda mutlak karar mercii Yahve olduğuna göre uzun ömürlü “kötülük” onun anlaşılmaz iradesine bağlanır. İbrani külliyatı içinde “kötülük” kavramının böyle cüretkâr bir biçimde tartışılması, sınıflaşma temelinde gelişen eşitsizliklerin çarpıcı boyutlara ulaştığını ortaya koyar. “Vaiz Kitabı”‘nda yer alan saptama Tanrı’nın “adalet”ini sorgular: “Kötülerin hak ettiği doğruların, doğruların hak ettiğiyse kötülerin başına geliyor.” Bu noktada, yaratılış ve hayatın anlamlarının kavranamazlığı vurgusu yapılır: “insan güneşin altında olup bitenleri keşfedemez.
Arayıp bulmak için ne kadar çaba harcarsa harcasın, yine de anlamını bulamaz; çünkü “insan Tanrı’nın yaptığı işi başından sonuna dek anlayamaz.” Yahve’nin gazabı ve affediciliği iradesinin belirsiz tezahürleridir. Artık, koparılmış insanın, kendi dışındaki mutlak güç ve iktidar karşısında teslimiyeti, Tektanrıcı dizgenin külliyatı içinde yeni bir açıklamayla halkalanır. “Vaiz Kitabı” olanca açıklığıyla “Hepsi boşmuş ve rüzgârı kovalamaya kalkışmakmış” sözünün ürpertici umutsuzluğunu yankılar. Beşeri varoluşun gelip geçiciliğinde, ölüler yaşayanlardan, henüz doğmamış olanlar ise her ikisinden de “mutlu” sayılırlar. “Vaiz Kitabı” Tektanrıcı dizgenin derinlerinde gizlenen umutsuzluğu dillendirirken “çalışmak için eline ne geçerse, var gücünle çalış” öğüdünü vermeyi ihmal etmez. “Vaiz Kitabı” tüm bu katı gerçekliğine ve eleştirelliğine rağmen “Tanrı’nın varlığını inkâr etmeyi bırakın, onun gücünün her şeye yettiğini beyan etmektedir. Hiç durmadan, onun bağışlarından yararlanmak gerektiğini yinelemektedir. Üstelik vaiz ne tapım uygulamalarını, ne de dindarlığı reddeder.” (Eliade c.2)
Tanrı’nın insanları “umursamadığının” keşfi yoğun bir umutsuzlukla tevekkülü besler. Tapımın tekrarlarına dayalı inanç bağlılığı geçerli dindarlık kalıbına dönüşürken adalet, eşitsizlik, kötülük konusunda ilâhi iradenin merkezi belirleyiciliğini düşündürecek tartışmalardan uzak durma önerisi, “Vaiz Kitabı”‘nda şöyle dile getirilir: “Git, sevinçle ekmeğini ye, neşeyle şarabını iç… Güneşin altında Tanrı’nın sana verdiği boş ömrün bütün günlerini… sevdiğin karınla güzel günler yaşayarak geçir… çünkü payına düşecek olan budur… Çalışmak için eline ne geçerse, var gücünle çalış; çünkü ölüler diyarında iş, tasarı, bilgi ve bilgelik yoktur.” (Eliade c.2) İbrani dizgesinin temel külliyatında yer alan bu kötümser akılcılık Voltaire başta olmak üzere önde gelen “Aydınlanma” cı burjuva düşünürlerinin ilgisini çekmiştir.
Tanrı’nın iradesindeki belirsizlik, beşeri varoluşun geçiciliği, hazcılık, hikmet ve bilginin boşluğu, çalışmanın yüceltilmesi gibi unsurlarıyla bu metin burjuva ideolojisinin genel ilkeleriyle uyum içindedir. Yunan hazcı felsefe okulları (Stoacılık, Epikurosçuluk, Kyrene) ile benzerlik taşıyan bu görüşlerin kökleri, Mısır’a uzanır. “Harpçının Şarkısı” başlıklı Mısır metninde, ölümün anlaşılmaz gizemi vurgulanır ve şunlar söylenir: “Oradan kimse geri gelmiyor ki, ne halde olduklarını anlatabilsin ve nelere ihtiyaç duyduklarını bize söyleyebilsin; biz de onların gittiği yere yol alıncaya kadar kalplerimizi yatıştıracak bir şeyler söyleyecek birileri gelmiyor geri.” Bu gerekçeyle varolan sonuç şöyledir: “Yaşadığın sürece isteklerinin peşinden git… Kalbinin eriyip tükenmesine izin verme.” Bu metin yoğun ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik krizler yaşayan İsrail, Yunanistan, Eski Hindistan toplumlarındaki benzerleri gibi geleneksel değerlerin çözülmesi döneminde yazılmıştır.
Mısır’da yaklaşık İ.Ö. 2200’e doğru meydana gelen ve yukarıda değindiğim iç savaş, isyan iktidarın yoksullarca sarsılması dönemecinde kaleme alınan bu metin tüm geleneksel kurumların yıkılmasıyla uç veren bilinmezcilik, kötümserlik, umutsuzluğu gizleyen bir zevk yücelticiliğini savunur. Firavun, “bedenlenmiş bir tanrı olarak” davranmadığı için eleştirilirken; ilk sorgulanan, hayatın anlamı ve öteki dünya konusundaki geleneksel kalıplardır. İşte “Harpçının Şarkısı” hayattan zevk almayı öğütleyen çağrısıyla “Vaiz Kitabı”nı önceler. Bu Mısır metnindeki görüşleri “Gılgamış Destanı”nda da bulmak mümkündür. “Su Perisi” Siduri Uruk Kralı Gılgamış’a: “Tanrılar insanları yarattıklarında, hayatı kendilerine ayırıp ölümü insanlara verdiler. Sen Gılgamış, karnını doldurmaya ve gece gündüz keyif sürmeye bak. Her gün bayram yap ve gece gündüz dans et, çılgınca eğlen.” diye seslenir.
Mezopotamya, Mısır, İbrani, Yunan, Roma birikiminin mayalandırdığı bu ölüm, öte dünya, hazcılık, bilinemezcilik, Tanrısal iradenin belirsizliği kavramlarının temelinde mülkiyet esasına göre örgütlenen sınıflı toplumun politik, ekonomik, ideolojik, sosyal krizlerinin birikimli etkileri gerçekliği bulunur. Tektanrıcılığı sistemleştiren ve Hristiyan egemenlik egemenlik ilâhiyatının biçimlendiği ideolojik birikimi mayalandıran İbrani dizgesi benzer krizlerin etki alanında yapılanırken söylemlerinde hiçbir yenilik yoktur. Sümer, Babil, Mısır, Pers “aşı”ları ve Helenizmle etkileşim tüm Tektanrıcı dizgenin külliyatında yansımalarını bulur. Dindarlık kalıplarıyla örtülen hazcılık, Tektanrıcı egemenlik ilâhiyatlarının iktidar ve güç ideolojileriyle uyumlu işleyişinin şifresidir. Biçimsel ibadet sistematiği, güçlü ruhban örgütlenmesi ve beşeri vicdana yerleştirilen egemenlik acentaları Tanrıyı merkez alan bir yaklaşımla kötülüğün, adaletsizliğin, eşitsizliğin ortadan kaldırılması bir yana sorgulanmasını bile imkânsız kılar. Tanrısallık tüm bu olguların dayandırıldığı ilâhi kaynaktır ve insana önerilen dindarlıkla bütünleşen hazcılıktır. Bu geçerli dindarlık kalıbına karşı çıkmak ise çoğunlukla sapkınlık olarak kabul edilir. Tanrı uzaklara çekildikçe insan eşitsizlik, adaletsizlik ve ezilmişliği ile baş başa kalır. Bu çarpıklığın yarattığı büyük dini ve ideolojik sorunlar kutsal külliyatlara yansır ancak köklü bir tartışma yapılmayarak, tıpkı “Vaiz Kitabı”nda olduğu gibi derin bir kötümserliğin izinde hazcılık önerisine dönüşür.
Bu tarz inançların kökleri, Mezopotamya’da eşitsizlikçi toplumsal düzenlerin yarattığı beşeri, sosyal, düşünsel krizlerin yansıdığı metinlere kadar uzanır. Gılgamış, Enuma Eliş gibi önemli metinlerde insanlık durumunun zayıflığı vurgulanır: “İnsan ölümlü olarak ve yalnızca tanrılara hizmet etmek için yaratılmıştır.”
Tanrılar karşısında her türlü insan çabasının boşluğu üzerine en parlak metinlerden biri olan “Babil Ekklesie’sı” diye adlandırılan “İnsan Sefaleti Üzerine Diyalog” çarpıcı anlatımlarla doludur. Bu diyalogda “doğru adam” çocukluğundan itibaren tanrı düşüncesini anlamaya çalışmış, alçakgönüllülük ve sofuluk içinde davranmıştır. “Tanrılara dua ettim, tanrıçalara gerekli kurbanları sundum” diyen “doğru adam” buna karşılık “serveti biriktiren”in kendisi değil “vicdansız, dinsiz adam” olduğundan yakınır. “Kalabalık”, katilleri “övüyor” ancak “hiç şiddet kullanmamış alçakgönüllü insanı alçaltıyor” der ve tüm dinlerin açıklamakta zorluk çektiği adaletsizliği vurgular: “Kötü haklı çıkıyor ve doğru kovuluyor. Zayıfı aç bırakıyorlar, altını haydut alıyor. Kötünün gücü daha da arttırılıyor, ama sakat yıkıma sürükleniyor, zayıf öldürülüyor.” Zaferi kazanan hep kötülerdir, dualar sonuçsuzdur, tanrılar bu adaletsizlik ve haksızlıkları umursamazlar.
İ.Ö. 2. Bin yıldan itibaren sınıf “uygarlığı” kurumsal açıdan güçlendikçe benzer manevi krizler Mısır, İsrail, Hindistan, İran ve Yunanistan’da patlak verecektir. Kültürel renklerin çeşitliliğinden süzülenlerle birlikte bu manevi krize yanıtlar ortaya çıkacak ancak temel ikilemler ve benzer söylemler varlığını sürdürecektir. Ancak bu ölçülerde bir “umutsuzluk” egemenlik ideolojilerinin inandırıcılığında gedikler açabileceği için tanrısal hakikatten, insana bazı kırıntılar sunulur: “Mezopotamya bilgelik edebiyatında, tanrılar her zaman umursamaz görünmez. Bir metinde, Eyüb’e benzeyen masum bir insanın çektiği fiziksel ve zihinsel acılar anlatılır. O gerçekten doğru bir adamdır ve acı çekmektedir, çünkü hiçbir tanrı kendisine yardım eli uzatmamaktadır. Sayısız hastalık sonucu “kendi dışkısına batmış” bir hale düşmüştür. Yakınları sanki ölmüş gibi ona ağıt yakarken, bir dizi düş Marduk’un onu kurtaracağını bildirir. Esrik bir kendinden geçmeye girmiş gibi, hastalık cinlerini yere seren ve daha sonra beden acılarını bir bitkiyi söker gibi koparıp çıkaran tanrıyı kendi gözüyle görür. Sonunda sağlığına yeniden kavuşan doğru adam, Marduk’un Babil’deki tapınağının 12 kapısından ayin yaparak geçer ve tanrıya şükranlarını sunar.” (Eliade c.2)
Bu tanrısal piyango anlatımları, yeryüzünde devam eden kötülükler, adaletsizlik ve eşitsizlikler karşısında ortaya çıkan sorular, eleştiriler, tepkiler üzerine; geliştirilen ideolojik tutumun, sınıflı toplumsal düzenlerin kurumlaşmaları süresiyle eşzamanlı olarak Mezopotamya dinsel düşüncesinde ortaya çıkar (kapitalist egemenlik sisteminde de ezilen, umutları, gelecekleri karartılan, zincirsiz köle grupları arasından seçilen bireyler, düzenin lütufkârlığını gösterecek biçimde ödüllendirilir, acıları dindirilir, şöhrete kavuşturulur, eğitim olanakları sağlanır veya sağlık sorunları çözülür. Kapitalist sistem ve burjuvalar bu şekilde tanrı rolü oynarlar).
İbrani Helenciliği’ne karşı özellikle “aşağı sınıflar”dan yoğun tepki gelir. Bu tepkiler, Ben Sira tarafından (İ.Ö. 190-175) kaleme alınan kitapta sistemli bir eleştiriye dönüşür. Ben Sira, Yasanın “temizliğinin” önemine inanmış bir “yurtseverdir.” O kozmopolitizmin ve evrenselciliğin etkin savunucusu olan zenginlere saldırır. Ben Sira, Helen ideolojisine kararlı biçimde karşı çıkar ve “Tüm hikmet Tanrı’dan gelir” diye haykırır. “Aşağı sınıflar”ın tepkisi Tora içinde eritilir. Ben Sira Yahve’nin hikmetini Tora ile özdeşleştirir. Kitabında Tanrı “işte böylece Siyon’a yerleştim ve… iktidarımı Kudüs’te sürdürüyorum” der. Ben Sira, zenginlerin “kozmopolitizm”lerinin tezahürü olan “Aydınlanma”ya karşı çıkar. Kutsal Metinleri incelemeye kendini adar, kehanetlerle uğraşır, özdeyişlerin gizli anlamlarını araştırır. “Aşağı sınıflar”ın tepkileri İsrail tekelindeki bir hikmet şovenizmi içinde etkisizleştirilir.
Ben Sira, insanın hangi dinden olursa olsun, doğruluğu sayesinde hikmete erişebileceği fikrini reddeder. Bu konuda “evrenselci” yorumu şiddetle eleştirir Tora (Yasa) ile hikmeti, dindarlığı, ibadeti özdeşleştirir. Ona göre, hikmet, Tanrı’nın sadece İsrail’e yaptığı bir “bağıştır”. Bu noktada tüm dünyevi iktidarları meşru kabul eden Ben Sira, Tanrı’nın “her halkın başına bir hükümdar” atadığını vurgular. Ancak “İsrail Tanrı’nın payıdır.” Zenginlerin Yahudiliğe Helen ideolojisiyle yaptıkları “aşı” geleneksel dindarlık kalıplarının ihya edilmesine yol açar. Tek Tanrıcı dizgenin kapsamı içinde tartışılan “kozmopolitizm”, “evrenselcilik”, “Helenleşme” sınıfsal karşıtlıkların prizmasından süzülen kalıcı politik ve dini tutum kalıplarını biçimlendirir. “Aşağı sınıflar”ın dini “radikalizmi” dindarlık kalıplarına sıkı sıkıya bağlanan gelenekselci tutumları besler: Sonuç olarak egemenlik ilâhiyatının etkinliği daha da pekişirken, Tanrı merkezli düzen ve hikmet anlayışına daha sıkı bağlanma egemen sınıfların ideolojik gücünü süreç içinde yoğunlaştırır. Bu tür bir “radikalizm”den beslenen dini “şovenizm” egemenlere sadece ideolojik açılımlarının sınırlarını gösterir ve onların meşruluk kaynaklarını ihya etmeleri doğrultusundaki çıkarlarını hatırlatır.
Ezilenlerden ideolojik kopuş yerine ortak çıkarlar yanılsamasının kutsal ölçütlerine bağlılık gösterisi tüm egemenlik sistemlerinde iktidar sahiplerinin temel ilkesi haline gelir. Bu bağlamda Tek Tanrıcı dizgenin sistemli ve kalıcı unsurlarının oluşum sürecindeki en esaslı halka olan İbranilik’te her ideolojik gelişmede olduğu gibi Helenleşmeciler ile karşıtları arasındaki çatışma, birikimli etkilerini neredeyse kalıplanmış dindarlık konumlarının akış çizgisinde ortaya koyar.
İbrani “selefiliği”nin izlerini Hristiyan ve Müslüman dindarlık (politik) kalıplarında görmek mümkündür. Teoloji alanında Ben Sira geleneksel tavra döner. Tanrı’nın insanların yazgısına ilgisizleştiği görüşünü eleştirir… Kudüs’ün kozmopolit çevrelerinde moda olan Yunan felsefesini kınar. Özellikle de yaptığının karşılığını bulma öğretisini haklı çıkarmaya uğraşır: Tanrısal eserin mükemmelliğini yüceltir; dindarların kötülerden farklı bir yazgısı olduğunu; çünkü “en başından beri iyiliklerin iyiler ve kötülüklerin de kötüler için yaratıldığını” hatırlatır. Uzun süre “düşündükten” sonra şu sonuca varır: “Tanrı’nın her yaptığı iyidir.” Son tahlilde, “tek doğru Tanrı olacaktır.” (Eliade, c.2) Ben Sira, Helen ideolojisine bağlanan zengin “evrenselci”leri “hikmet düşmanları” ilân eder. Karakteristik “şoven” unsurlarla yüklü söylemlerin en parlak örneklerini Ben Sira’da bulmak mümkündür. O, İsrail’in “yabancı milletler”den kurtulması için Yahve’den yardım ister: “Öfkeni uyandır, dök gazabını, hasımları kahret, düşmanı yok et… Senin halkını ezenler yok olup gitsin.”
“Seçilmiş”liğin güç, zenginlik ve iktidar ölçüleri küçük bir azınlığın imtiyazı olarak belirgin hale geldikçe, “aşağı sınıflar”ın yoğun tepkilerinin dini sınırlar dışına çıkma ihtimali, egemenlerin duyarsız “evrenselcilik”leriyle birleştiğinde çözüm toplumun kollektif bütünlüğü yanılsamasını ilâhi kaynakların ihyasına bağlamaktır. Bu noktada özünde imtiyazlı olanların “seçilmişliği” biçiminde tezahür eden eşitsizliğin ortaya çıkardığı ideolojik, politik, sosyal krizi önlemek adına öğretiye içi boşaltılmış kandaş birliğin çağrışımlarıyla yüklü gelenekselci bir “aşı” yapılmasıdır. Bu bağlamda Ben Sira, hikmetin “evrenselci” boyutunu yok sayar, Helenizme ve onun hikmet anlayışına karşı “bu mücadelenin Yahudi dininin oluşmasındaki” önemi büyüktür. Tek Tanrıcı dizgenin tarihsel akış çizgisinde şekillenen dindarlık kalıpları, politik tutumlar İbrani sınıflaşmasının ideolojik kriterlerinden beslenen yoğun çatışmaların izlerini taşır. Zenginlerin “aşağı sınıflar”dan ideolojik kopuşunu temsil eden Helenleşme kanlı bir iç savaşın gerekçesi olur.
İ.Ö. 175-164 zaman aralığında Helenizmle çatışma uç noktasına ulaştı. Antiokhos IV. Epiphanes devrinde iki Yahudi hizbi arasındaki mücadele silahlı çatışmaya dönüştü. Bu hizipler “Tobiyalar” (evrenselciler) ile “Honiler” (milliyetçiler) idi. Helen ideolojisine bağlı olan Tobiyalar, Tevrat Yahudiliğini bağdaştırmacı bir biçimde reformdan geçirme yanlısıydılar. İ.Ö. 167’de Honiler başarısız bir isyan girişiminde bulundular, bunu fırsat bilen Tobiyalar, Antiokhos’tan bir krallık fermanıyla Tora’yı kısaltmasını istediler. İbrail’in zengin sınıflarının bu talebi üzerine Kudüs Tapınağı, Fenikeliler’in Baal’iyle özdeşleştirilen Zeus Olympios’un bağdaştırmacı tapınağına dönüştürüldü. Kudüs’ün Helen ideolojisine bağlı zengin sınıflarının desteğiyle Antiokhos kutsal Şabat ve bayram günlerine uyulmasını, sünneti, Tora (yasa) kitaplarını bulundurmayı yasakladı. Bu dinsel bağdaştırmacılık hareketi, Yahudi “Aydınlanmacı”ların Helen ideolojisinden beslenen ihanetleri olarak şiddetli tepki gördü. Bu Helenleşme yanlısı İsrail burjuvasi ve aristokrasisinin bir bölümü “erken” “Aydınlanma”nın ölçütlerini geliştirdiler. Batı düşüncesinin soy zincirinde İbrani-Helen-Hristiyan birikimlerinin akış çizgisinde mayalanan “Aydınlanma” karakteristik erken nitelikleriyle ilk kez bu dönemeçte Yahudiler arası iç savaşın gerilimlerinde uç verdi. “Görkemli dinsel ve felsefi” birikimiyle Helen “evrenselciliği” ve “kozmopolitizmi” İsrailli egemenlerin başlıca ideolojik ilkeleri haline geldi.
Bu ilk “Aydınanma” hareketi yüzyıllar sonraki gelişmelerde olduğu gibi Helen kaynaklarını ölçü alan güçlü bir reform akımıyla başladı. İşte bu çatışmalar şiddetli bir iç savaşa neden oldu. Krallık iktidarı ile işbirliği yapan Yahudi egemenleri de hedefleyen bir isyan patlak verdi. Asmoniler ailesinden Mattahias adında bir din adamı silahlı ayaklanmaya önderlik etti. Bu isyana en başından itibaren radikal bir “sofular” grubu (hasidim’ler) destek veriyordu. Bu radikal halk hareketi dini elbiselere bürünmüştü. Tek Tanrıcı inanç sistemlerindeki benzer hareketlerde de “sofular” dini geleneklerin savunucusu olarak ortaya çıkan “aşağı sınıf” mensuplarının ilk halkasını oluşturdular. Hasidim’lerin başlattığı hareket İ.Ö. 164’te Kudüs Tapınağı’nın ele geçirilmesiyle hedefine ulaştı. Ama siyasi bağımsızlık için mücadeleyi sürdüren Makkabiler İ.Ö. 128’de bunu elde ettiler. Bu bağımsızlık İ.Ö. 63’te Roma egemenliği ile sona erdi.
Bu ideolojik çatışma keskin sınıfsal çelişkilere dayanıyordu. “Büyük Yahudi kitlesinin aristokrat zümreye karşı şiddetli direnişi olmasaydı” Helenleşme yanlıları amaçlarına ulaşacaklardı. İskender’den sonra Mezopotamya bölgesi onun ardılları olan Selevkuslar ile Mısır Ptolemeleri arasında sürekli çatışma alanıydı. Bu devletler sınırlarına yakın Filistin’i hâkimiyeti altına almak istiyorlardı. Selevkusların Irak’tan çıkarılarak Antakya’yı merkez yapmak zorunda kalmalarıyla birlikte Filistin’e ilgileri yoğunlaşıyordu. Filistin Helen emperyalizminin etki alanında bulunuyordu. İskender’in Filistin’i fethetmesinden sonra, Makedonyalı eski askerler bölgeye yerleştiriliyordu. “Filistin’in hemen her yerine Yunan kolonileri yerleştirilmiş, Yunan kültürü yayılmaya başlamış, ülkenin Yunanlılaşması devam etmiştir… İskender, Mısır’da kendi adındaki şehri kurduğu zaman, buraya Filistin’den birçok Yahudi getirmişti. Burada Yunanlılaşan Yahudilerle yurtlarında kalanlar arasındaki ilişkiler, doğal olarak Yunan kültürünün Filistin’de yayılmasına neden oluyordu… II. Ptoleme Filadelf (İ.Ö. 285-247) bazı araçlarla Helenizmi yaymaya çalışmış, yüksek Yahudi aileler arasında birçok taraftar kazanmıştı.” (16)
Helenci kültür emperyalizmi, Yahudi “yüksek” sınıfları arasında güçlü yandaşlara sahip bulunuyordu. IV. Antiokhos zamanında Başhaham Jason bile Helenizm taraftarlarının başında geliyordu.” Ancak “aşağı sınıflar” bu “batılılaşma” akımına karşı tutumlarını koruyorlardı. Onların direnişi “sofular”ın katı dizgesinde çemberlendi. Bu dönemde yazılan “Daniel’in Kitabı” İ.Ö. 164’te tamamlandı. “Kutsal tarih”e işleyen dehşet motifi, kapalı bir cemaat olan “sofular”ın kehanetleriyle bütünleşti. Ezilen, egemenlerin ihanetine uğrayan “aşağı sınıflar” kehanetlere bağlandı. “Daniel’in Kitabı'”nda, o dönemin olayları yüzyıllarca öncenin kehanetleri olarak tasvir edilir.
Sınıfsal çelişkilerin yarattığı adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü koşullarına bir de Helen emperyalizminin çıkarlarıyla bütünleşen egemenlerin işbirlikçi tutumları eklenince ideolojik, kültürel ve politik krizlere yanıt, kehanetlere sığınma biçiminde ortaya çıktı. Örneğin, “Daniel’in Kitabı'”nda, Kral Nebukadnezzar’ın (İ.Ö. 605-562) gördüğü bir rüyadan sözedilir. Kral rüyasında bir heykel görür. Bu heykelin başı altından, göğsü ve kolları gümüşten, karnı ve kalçaları tunçtan, bacakları demir ile kildendi. Birden bir yerlerden kopup gelen bir taş heykele çarpar: “Demir, kil, tunç, gümüş, altın aynı anda parçalandı; yazın harman yerindeki saman çöpleri gibi oldular. Derken bir rüzgâr çıktı, hiç iz bırakmadan hepsini alıp götürdü.” Bu rüya “Daniel’in Kitabı'”nda, dünyevi iktidarların nasıl ortadan kalkacağına ilişkin bir yorum biçiminde açıklanır: Altından baş, Nebukadnezzar’dır; onun yıkılmasından sonra daha aşağı düzeyde bir krallık kurulacaktır; ancak o da çökecek ve yerine gelen tunç krallık tüm yeryüzüne hükmedecektir. “Demir gibi güçlü” dördüncü krallık, diğerlerini ezecek, ama kendisi de ortadan kalkacaktır. O zaman “Göklerin Tanrısı hiç yıkılmayacak, başka halkların eline geçmeyecek bir krallık kuracak”tır. Bu metinde, çağların demir, tunç simgeleriyle anlatımı, tarihin klâsik dönemlendirme mantığının köklerine ışık tutması bakımından hayli önemlidir.
Asurlular’ın (Yeni Babil Krallığı), Medlerin, Perslerin, İskender İmparatorluğunun dağılmalarını İsrail halkının varoluşunu güvence altına alan tanrısal iradeye bağlayan “kutsal tarih” anlayışı, geçiş aşamaları mantığını ilâhi bir gayenin tezahürleriyle anlamlandırır. “Kutsal tarih” tanrısal iradenin tezahürü olarak ilâhi yasalara bağlıdır ve bir amaca doğru ilerlemektedir. Böylece “Daniel’in Kitabı'”ndaki kehanetler bu amaca ilerleyişin kutsal yasalarını ortaya koyar. Kehanet Tanrı’nın “ebedi krallığı”nı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak tasvir eder. Ayrıca Daniel, denizden çıkan birbirinden farklı dört büyük yarattığı gördüğü rüyadan da sözeder. Bu yaratıklar yok olmaları kaçınılmaz dört krallığı simgeler. Tüm bu krallıklar ortadan kalktıktan sonra egemenlik “kutsallara, Yüceler Yücesinin halkına” yani İsrailoğullarına verilecektir. “Kutsal Tarih” ilâhi bir yasallık içerir. Bu anlayış, mutlak ve kaçınılmaz bir yazgıya ilerleyişi, “sofu” bir dizgeciliğin kapalı cemaat yapısından beslenen inanç ilkesine dönüştürür. Bu unsurlar, vaadedilmiş bir geleceğin kurgulandığı tüm “ütopya”larda ve “bilimsel” yasaların keşfine dayandırılan tarihsel zorunluluk kavramlaştırmalarında varlığını sürdürür. Ayakları “kilden” yapılma imparatorluk benzetmeleri yüzyıllar sonra kaçınılmaz tarihi yazgı doğrultusunda ilerleyen “bilimsel” hareketlerde bile kullanılan bir simgedir. “Kutsal tarih” anlayışının belirli bir gayeye ilerleyişine olan inanç “bilimsel” akıl ilâhiyatlarına sadık biçimde bağlanan en “radikal” hareketlerin bile ortak paydasıdır. Kökleri egemen ideolojilerin birikiminde yatan bu “radikal”liğin “kurtuluş” programları, sistemin tersinden destekçisine dönüşür.
“Daniel’in Kitabı”‘nda geçmişin büyük alt üst oluşları ve askerî imparatorlukların ortadan kalkmaları bir “kehanet”ler zincirinin ilâhi yasallığında açıklanır. Dört büyük imparatorluğun birbirini izleyen çöküşleri kökenleri Doğu’da olan “evrensel tarih anlayışı”nın tezahürüdür. Dört madenle simgelenen ve birbirini takip eden dört krallığı anlatan metinlere İran’da da rastlanır. Daniel’in rüyasında gördüğü dört yaratığı Babil, İran, Fenike anlatılarında bulmak mümkündür. Ancak, İbrani dizgesinin Daniel ve diğer kıyamet metinleri daha öncekilerden farklı bir unsuru içerir: “evrensel tarih” ezeli ve ebedi kozmik döngüsünün bütünsel ritminden ayrıştırılır, ilâhi yasanın işleyişine bağlanır. Bu yasalar “Tanrı’nın planı”na uygun bir biçimde işlevlerini yerine getirirler. “Kutsal” ve “evrensel” tarihin işleyiş yasaları, “Tanrı’nın plânı” içeriğinden soyutlandığında, toplumsal eylemin “sofu” mutlak yıkıcılığı reddeden “bilimsel” kalıplarında, yeni bir anlatım biçimine dönüşür. “Tanrı’nın plânı” ile “tarihsel zorunluluk” kavramı arasındaki mesafe “bilim” ilâhiyatları tarafından doldurulurken, “evrensel” tarihin “seçilmiş”ler merkezli çekirdeği sürekliliğini korur. “Aşağı sınıflar”ın payına düşen ve her iki yaklaşımda da “sofuluk” kalıplarına uygun inanç, eylem ve politik tutumlardır.
İbrani dizgesi, “Tanrı’nın plânı”nda, merkezi rolü İsrail’e verir. “Tarih dörtnala ileri doğru atılır” ve İsrail’in nihai zaferini yakınlaştırır. Bu tarih anlayışı kaçınılmaz, mutlak ve tanrısal güvenceye bağlanmış sona uygun eylem biçimlerini “sofuluk” kalıplarına bağlar. Bu ölçüde zorunluluk İbrani dizgesinde “sofu”ca uyumu, radikal toplumsal eylemde ise zorunluluğun “bilinci”ni getirir. Ancak tarihin ilerleyişinde mutlak sonucun kaçınılmazlığı, eylemin ve inancın tanrısal ve “bilimsel” (hareket yasaları) “plân”la uyumuna dayandırılır. İsrail “aşağı sınıfları”nın isyanı Mısır’daki gibi dizginsiz bir alt üst oluşa neden olmayacak sınırlar içinde tutulur. Mutlak yıkıcılığın iktidar ve güç sistemlerini yerle bir etmesini, “üretici güç”lerin gelişimini durduracağı için, toplumsal hareket yasalarının işleyiş zorunluluklarının “bilinci” gerekçesiyle reddeden ve örgütlemekten uzak duran “radikal” görünümlü sofuluk, yenilik söylemini “bilimsel” sosyal sınıf araçlarına dayandırır. Mülkiyet, güç ve iktidar sistemleri, “uygarlık” birikiminin zorunlu geçiş aşamaları dinamiğine bağlanırken bunların yıkımının egemenlik aracı olmayan teknik, bilimsel, teknolojik, estetik gelişmeyi durduracağına ilişkin kuramlar, İbrani dizgesinin “Tanrı’nın plânı” inancındaki kadar “nesnel”dir!
İbrani dizgesine göre: “israil’in nihai zaferi çok yakındır. Bu zafer yalnızca siyasi düzlemle sınırlı kalmayacaktır; aslında tarihin sona ermesi İsrail’in selamete ermesiyle eşdeğerlidir; bu selamet Tanrı tarafından ezelden beri belirlenmiş ve Tarihin plânı içine kaydedilmiştir.” (Eliade c.2) (Liberal kalpazan Fukuyama “Tarihin Sonu” görüşünü, Marksçı dizgenin mantığından devşirirken, onun pozitivist “akıl” ideolojileriyle bağlantısını güvence saymıştır. Oysa “tarihin sonu” İbrani ilâhiyat dizgesine dayanır ve Hegelcilikle, Marksçılığın “evrensel tarih” anlayışlarının çizgisel mantığında “yeni” içerikler kazanır. Hegel, Prusya devletine bağladığı “tarihin sonu” kavramıyla teorisini dillendirirken, Marks mutlak yıkıcılığı dışta bırakan, zorunluluğun “bilinci”ne sahip, geçiş aşamalarının “bilimsel” ilâhiyatına “sofu”luk derecesinde bağlı bir “hasidim” örgütünün toplumsal ve politik eylemiyle gerçekleştirilecek geleceği haber verir.)
İbrani dizgesinde görkemli “kıyamet” tasvirlerine yer verilir. “Kıyamet” tasvirleri koparılmış insanın tüm tahayyül dünyasına işlemiştir. Büyük bir korku egemenliğini besleyen bu “kıyamet” tasvirleri, günümüzde hayatın her alanını kapsayan muazzam bir “tehlike enflasyonu”, karanlık gelecek ve dünyasal varoluşun sonu kurgularının ideolojik kökenlerini ortaya koyuyor. Mezopotamya, Mısır, İran, Helen birikimlerinden beslenen İbrani dizgesi korkuyu ideolojik bir araç haline getiren egemenlik sistemlerinden süzülen inaçları içerir. İbrani “kıyamet” metinlerinde, bir çok afet ve mahşeri altüst oluş dünyanın sonunu haber verir: Gece ve gündüz ay parlayacak, çeşmelerden kan akacak, yıldızlar yörüngelerinden çıkacak, yerin derinliklerinden ateş fışkıracak, taşlar haykırmaya başlayacak (IV. Ezra 5:4-12). Yıl kısalacak, insanlar birbirini boğazlayacak, kıtlık ve açlık yayılacak v.b. Bu “kıyamet” işaretleri, İran geleneğinde olduğu gibi dünyanın sonundaki “evrensel yargı” gününe bağlanır. O gün geldiğinde ölüler dirilecektir.
Daniel, “yargı günü”nde, “Eskiden Beri Var Olan”ın huzurunda gerçekleştirilecek “mahkeme”yi tasvir eder. Tanrı mutlak bir kral gibi “mahkeme tahtı”na oturur ve “yücelerin yücesi” olarak yargılar. Bu Tanrı imgesi tüm imparatorluk hatta daha küçük ölçekli hükümdarlıklarda iktidar sahiplerine yakıştırılan ünvanlarla aynıdır. Bu tasvirlere göre günahkârlar “cehennem fırını”a atılacak, erdemliler ise “Hazlar Cenneti”nde ödüllendirilecektir. (IV. Ezra, 7: 33-37) Bu mahkemenin ardından kötülük ebediyen silinecek, yozlaşma ortadan kalkacak ve gerçek her yerde egemen olacaktır. Bu yargılama ve yeniden diriliş inancı İran (Zerdüşt) kökenlidir.
Tek Tanrıcı İbrani dizgesi “Eskiden Beri Var Olan”ı tekleştirme, mutlaklaştırma, sistemleştirme ve geleceğe aktarma önceliğine sahiptir. Daniel’in “Eskiden Beri Var Olan”ın mahkemesini tasvir ettiği metinde “insanoğluna benzer” bir varlığın gökten inişine tanık olunur. Bu varlığa, “Eskiden Beri Var Olan” tarafından “egemenlik, yücelik ve krallık” verilir. Bu varlık için “insanoğlu” ifadesini kullanan Daniel aslında İsrail halkını kasteder. Bu varlık “ezeli insan”dır ve yaradılış’tan önce de var olan bir Âdem’i simgeler. Bu kavram Hristiyan ilâhiyatını da temellendirir. “Bu ifade (insan) M.Ö.1. yüzyılda çok tutulacak, zaten İsa da kendisi için bu ünvanı seçecektir.” (Eliade c.2). “İnsanoğlu” kavramı “ezeli” niteliğiyle Helenistik kültürde de yerini alır. Ancak kavramın kökenlerinde İran dinsel bağdaştırmacılığı bulunur. “Ezeli insan” Âdemi önceler. İran dini düşüncesinde “Gayömart” Ahura Mazda ile Spandarmart’ın, Yeryüzünün oğludur; insana benzer ve güneş gibi parlar. Ölümü büyük bir bereketi getirir. Onun ölümüyle, bedeninden madenler çıkar; tohumu güneş ışığıyla arındırılır ve üçte biri yere düşüp “raventi” üretir; ilk insan çifti, Maşye ve Maşyene’de raventten doğarlar. “Mitsel Ata” Gayömart ve Yeryüzü Anadan doğan bu çifte, Ahura Mazda “İyilik yapmalarını, demonlara tapmamalarını ve besinlerden uzak durmalarını buyurur.” Maşye ve Maşyene Ahura Mazda’ya “yaratıcı” olarak inanmalarına rağmen kötülüğü temsil eden Ehrimen’in baştan çıkarması sonucunda toprağı, suyu ve bitkileri onun yarattığını haykırırlar. Bu “yalan” çiftin lanetlenerek ruhlarının kıyamet gününe kadar cehenneme atılmalarına neden olur.
Bu Zerdüşt dizgesinde Gayömart, “kusursuz bir doğru ve kâmil insan”ı temsil eder. Bu “ezeli insan” Zerdüşt’e eşit niteliklere sahiptir. “Seçilmiş”lik imtiyazına içerilen bu “ezeli insan” kavramı gizemli felsefelerin ve inançların ideolojik çekirdeğinde bir iktidar “bilimi”nin herkese açık olmayan şifreleri arasında yerini almıştır. Diğer yandan peygamberlik stratejileri, İsa’ya yansıtıldığı gibi “insan” nitelendirmesiyle ele alınan bu kutsal şahsiyetlerin farklı ve gizemli bir “ezeli” özellik taşıdıkları kabulüne dayanır. Böylece, “ezeli insan” kavramının gizemciliği, büyük kitleleri sürükleyen kutsal cazibenin ulaşılması zor aşamalarını temsil eder. “Doğru ve Kâmil İnsan” olmanın gizemlerini bilen “seçilmiş”ler bu güçlerini zenginlik, iktidar, hükmetme doğrultusunda kullanacaklardır. Maddeye dinsel bir dğer yükleme öğretileri (Şii, Alevi, Nusayri, Kabbala, v.b.) bu Zerdüştçü inançların akış çizgisinde ortaya çıkarlar. Bu inançlarda henüz ruh ve beden ikiliği net bir biçimde belirginleşmemiştir. Ruh, iyiliği temsil eden Ahura Mazda’nın en güçlü “müttefikidir”: Ama ruh, ancak beden sayesinde etken olabilir. Beden, “karanlık”ları temsil eden bir unsur değildir ve ruhla aynı tözden yapılmıştır. İnsanı iyi ile kötü arasında tercih yapma özgürlüğü sayesinde, Ahura Mazda’nın kurtarıcı etkinliğinin bir parçası haline gelir. Zerdüştçü inanışta, yaratılış yani madde ve hayat kendi içinde iyidir. Bu inançlar, “seçilmiş”lerin imtiyazlarını pekiştiren ideolojik kalıplarda eritilerek bozulmuşlardır.
İyilik ve kötülük kavramları, dünyayı döngüsel türde bir kuramla açıklayan “kozmoloji”lerde birlikçi bir evrensel tarih anlayışına dayanır. Ancak, İbrani dizgesinin sınıfsal çelişkiler zemininde gelişen ruh ve beden ikiciliği, iyilik-kötülük kavramlarının arka plânını alabildiğine değiştirir. Artık “şeytan” da cisimleşen kötülük, Tanrı’nın temsil ettiği iyiliğin “rakibi” haline gelir.
Başlangıçta, şeytan hakkındaki ilk anlatımlarda onun Yahve’nin göksel krallığında yer alan bir melek olduğu belirtiliyordu. O insana “düşman” bir varlık olarak tasvir ediliyordu. Ancak İbrani dizgesinin, IV: Ezra metinlerinde dile getirilen yaklaşımlarda şeytan, “kötülük ilkesini canlandırmaktadır: Tanrı’nın Rakibi olmuştur.” Bu temelde yeni bir ayrışma netleşir: İki çağ veya iki krallık düşüncesi. IV: Ezra’nın kitabında “Yücelerin yücesi, bir tek çağ değil, iki çağ yarattı” (7:50) denilerek belirginleştirilen bu ayrım, “bu saltanat” ve “öteki saltanat” anlatımı ile tamamlanır. Bu çağda zaferi “şeytan’ın krallığı” kazanacaktır. Bu düşünce Hristiyan egemenlik ilâhiyatına da yerleştirilir. Yahudi Roma yurttaşı Aziz Pavlus, Hristiyan dizgesinin temel unsurlarını sistemleştirirken Şeytan’ı “bu dünyanın tanrısı” olarak açıklar. (Korintlilere İkinci Mektup). Kötülük, şeytanda kalıplanan ideolojik ve politik bir araca dönüşür. Mesih devri yaklaşırken Şeytan’ın gücü zirveye çıkacak, büyük felaketler birbirini izleyecektir. Yahve sonunda şeytan’ı yenecek, kötülüğü ortadan kaldırarak, “ebedi hayat, neşe ve barışı” getirecektir. İbrani dizgesine içerilen şeytan figürü İran kökenlidir. Ancak, Yahudi toplumunun politik, ideolojik, ekonomik krizleri ve sınıf çatışmaları Şeytan kavramına yeni içerikler kazandırır.
Yahudiliğin krizi ile Şeytan karşısında takınılan düşmanca tutum birbiriyle bağlantılıdır. Helenci ideolojinin, Yahudiliği “yutmak” üzere olduğu döneme denk düşen metinlerde şeytan figürü tüm kötülüklerle özdeşleştirilir ve Tanrı’nın göksel krallığından atılır. Bu dönemde, “kurumlar Helenistiktir, Yahudiler özellikle zengin olanları, son derece Helenleştirilmiştir”. Bu dönemde Kudüs Baş Hahamı Helenci partinin başındadır. “Aşırı Helenleşme” yanlıları ile Helenleşme ideolojisine “ılımlı” bir biçimde bağlananlar arasında kanlı çatışmalar yaşanır. (17)
Helenci ve daha Helencilerin bu kanlı çatışmalarına Selevkus Kralı IV. Antiokhus Epiphanes sert bir biçimde müdehale eder. Yahudi geleneklerini yasaklar. Buna karşı çıkan “aşağı sınıflar”dan Yahudiler zamansız bir “gerilla” savaşı başlatırlar. Ancak bu uzun süren “gerilla” savaşını yürüten Makkabiler, “gizli anlaşmalar”la Helenci güçlere yanaşırlar. Bu “gerilla” savaşının gücüne yaslanan Makkabiler, iktidarı ele geçirirler. Helenizmi benimseyen Makkabi Yonatas Isparta ile dostluk anlaşması imzalar. Onun ardılı Aristobulos adının “Philhellen” yani “Helen dostu” olarak değiştirir. Ondan sonra kral olan IV. Alexandros İannaios’da, “Yunan karakterlerinin” kazıldığı paralar bastırır. Yahudi kralı II. Yohannes Hyrkanos ise Helen karşıtı, radikal Essenileri katleder. Esseniler’in İsa’yı önceleyen, adı bilinmeyen ve sadece “Adalet Sahibi” olarak anılan lideri vahşice (çarmıha gerilerek) öldürülür.
Yahudi Asmoni hanedanı tarafından katledilen “Adalet Sahibi” Kumran’da yaşayan Essen topluluğunun önde gelen şahsiyetleri arasındadır. Helenizm karşıtı mücadeleye dayanarak egemen olan Makkabiler, kendilerine kaynaklık eden isyan ruhunu ortadan kaldırmak için şiddet uygulamakla kalmadılar, Helenci ideolojiyi benimsediler. “Aşağı sınıflar”dan kaynaklanan isyan ruhunu Essenliler canlandırdı. İ.Ö. 2. yüzyılın ortalarında “selefi” nitelikler taşıyan, geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir grup “Tora’yı önemsemeyen bir rejime karşı duydukları büyük öfkeyi dile getirerek, çöle çekildiler.” Bu gruba Essenliler adı verildi. “Hasidim” sofuluğuna dayanan bu örgütlenmenin “en yakın benzeri Yunan türü kapalı ve gizli derneklerdir.” Ayrıca Hristiyan manastır örgütlenmesinin kökenlerinde de Essenlilerden izler bulmak mümkündür. Onların çöle çekilmesi çatışmaları keskinleştirir. Bu çatışmalar zincirinde İ.S. 6-7 yılı itibarıyla dini biçimlere bürünen “politikleşmiş askerî savaş” yöntemlerini uygulayan Yahudi “aşağı sınıflar”dan gelen “gerilla”lar Roma egemenliğine Helenizmin temsilcilerine ve işbirlikçilere saldırılara başladılar. Tektanrıcı dizgelerin akış çizgisinde uzlaşmaz, sofu, “selefi” şiddete dayalı yöntemleriyle ilk “köktendinci” hareket, Yahudiler tarafından örgütlendi. İşte bu politik, sosyal, ideolojik, sınıfsal krizlerin yumaklandığı dönemeçte, Eski Ahit’teki şeytan figürü değişime uğradı ve Eyüb’ün Kitabı’ndaki göksel statüsünü kaybetti.
İ.Ö. 2. yüzyıldan itibaren İbrani dizgesinde Şeytan üzerine düşünceler ve Tanrı politikası çeşitli unsurlar içeren bir değişkenlik gösterir. Yahudiliğin “büyük krizi” şiddetlendikçe Şeytan; katı bir kötülük kalıbı olarak mutlaklaştırılır. Essen ideolojisinde şeytan, Tanrı’nın “yeminli ve ezeli düşmanı” olarak tasvir edilir. Tanrı-şeytan diyalektiği koparılır ve sonsuza dek ayrıştırılır. Mutlak ikicilik ruh-beden, şeytan-tanrı kalıplarıyla Tektanrıcı dizgeye yerleştirilir. Yahudilik, Platonculuk, Hristiyanlık, Yeni Platonculuk, Pitagorasçılık, Sezgicilik, Kabalacılıkta sistemli bir biçimde savunulan ruh-beden ikiciliği; eşitsizlikçi sosyal, politik, ekonomik düzenlerin temel ideolojik ilkesidir. Bu bağlamda, maddi olan kötü, ruhsal olan iyi ilân edilir. “Seçilmiş” iktidar ve servet sahipleri, egemenlik ideolojilerinin çekirdeğindeki bu ikiliği ayrıcalıklarının temeli olarak sistemli biçimde savunurlar. En radikal, “sofu”, “aşağı sınıflar”dan kaynaklanan dini hareketlerin kavramsal rezervlerinin, büyük inanç, ahlâk, politika sistemlerine bağımlı oluşu, eylem ve pratiklerindeki şiddeti, imanı etkisizleştirir. Bu bağımlılık temelinde fikri gelişmeler ideolojik egemenliğin kalıpları içinde eritilir. Essenliler’de olduğu gibi eşitsizlikçi toplumsal düzenden kaynaklanan çelişkileri meşrulaştıran ikicilik öğretileri kaynak ve sonuçları itibarıyla egemenlik ideolojilerine yeni araçlar sağlar. “Köktendinci”lik kopuşu değil eşitsizlikçi toplumsal düzeni, güç ve iktidar sistemlerini meşrulaştıran kaynakları ortaya çıkarır. Tektanrıcı dizgede mutlak bir kalıba oturan Tanrı-Şeytan, ruh-madde ikiciliği Yahudiliğe İran dini düşüncesinden akar.
“Zerdüşt sonrası İranlılarda evren iki kutup etrafında örgütleniyordu. Tanrı-Ahura Mazda ve Ehrimen-Şeytan; her ikisi de birbirlerinden aynı oranda tiksinirler. Bu durumda, Yahudiliğin sapa yollar aracılığıyla Mazdacılığın etkisine maruz kaldığı varsayılabilir mi? Bu bir gerçektir ve olgular bunu kanıtlamaktadır.” (Messa dıe) Yahudiler, Pers İmparatoru Keyhüsrev’den itibaren İran egemenlerini “kutsal kişi” biçiminde değerlendirdiler. Perslerin Babil’i fethetmeleri sayesinde “çoktanrıcı”lığın baskısından kurtulan Yahudiler için Darius’un bu inanca yönelik şiddeti kutsal bir eylem sayıldı. Darius’un ardından gelen Artakserkses Yahudilere daha da iyi davrandı ve Kudüs Tapınağı ile duvarları onun döneminde, İ.Ö. 445’te yeniden inşa edildi. Ezra onun zamanında Kudüs ve Yahuda’nın yöneticiliği görevine atandı. Perslerin Babil egemenliğine son vermesi onlara olan Yahudi sempatisinin politik gerekçesidir. Bu noktada belirtmek gerekir ki Babil “sürgünü” özellikle “seçilmiş”lik ruhunu temsil eden aristokrat ve varlıklı kesimlerin meşruluğunu pekiştiren abartılı anlatımların konusu olmuştur. Bu tarihsel “yalan” kutsal anlatımlarla çerçevelenerek “seçilmiş”lerin gücünü perçinlemiştir.
“İsrailoğullarının çeşitli tarihlerde olan sürgünlüklerini son Babil tutsaklığı tamamlamıştı. Fakat, Babil tutsaklığı hakkındaki yazılarda sonradan türlü nedenler yüzünden büyük abartılar yapılmış olduğu kuşkusuzdur. II. Nabu-Kudur-Ussur’un bütün Yahudileri tutsak ederek Kalde’ye götürmediği, tarihsel bir gerçektir. Hatta Yahuda Krallığı halkının çoğunluğu bile ülkelerinden sürülmemişlerdi. En güvenilir kaynaklara göre Babilliler üç kerede (İ.Ö. 597, 586, 581) ancak 4600 kişi götürmüşlerdir, bunlara kadınlar da eklenirse Yahuda Krallığından sürülenlerin sayısı ancak 20 bin tahmin edilebilir. Eğer küçük Yahuda Krallığı ülkesinde her kilometre karede 30 bin nüfus bulunduğu düşünülürse, bu sayının ülke halkının dörtte biri olması gerekir.
Sürgünler konusunda yazılan acıklı anlatımların gerçeğe uymayan abartılı duygularla dolu olduklarını kabul etmek gerekiyor… Sürgün edilerek Babil’e gönderilenler orada ne hapis edilmişler, ne de köle diye satılmışlardır. Yalnız bazılarının adlarını bildiğimiz yerleştirildikleri köy ve kasabalarda oturmak zorunda bırakılmışlardır. Fakat buralardan ayrılmamak koşuluyla kendilerine her türlü özgürlük verilmiştir. Bunlar, yerleştikleri yerlerde evler yapmış, yurtlar kurmuş, bağlar, bahçeler yetiştirmişlerdir.
Sürgün Yahudiler, kendilerine verilen bu özgürlük ve yerleştikleri toprakların verimliliğiyle yeni yurtlarında iyi bir hayat kurmakta geç kalmamışlardı. Sonraki yıllarda bunların Filistin’deki yoksul ırktaşlarına gümüş ve altın olarak büyük yardımlarda bulundukları anlaşılmaktadır. Murahu evinin poliçeleri, M.Ö. V. yüzyılda sürgün Yahudilerden büyük bir kısmının bağ, bahçe sahibi olduklarını, ticaret dünyasında ve mali işlerde parlak yerler edindiklerini göstermektedir.
Kudüs’ün düşmesinden sonra Yahudilerin Filistin’de kalan, çevreye dağılan, sürgün edilerek Kalde’ye götürülmüş olan üç grubundan en çok rahat olanı, Babil sürgünleri idi.” (E. Montet–A Lods) Babil sürgünlerinin mülk edinmeleri, ticaret ve mali işlerde “parlak yerlere gelmeleri” Filistin’de kalan Yahudiler’e altın, gümüş olarak “büyük yardımlar” yapmaları, güçlü bir burjuvazinin, büyük bir imparatorluk sistemi içine yerleşerek önemli bir ekonomik güce eriştiklerini ortaya koyuyor. Sürgün edilen Yahudiler “aşağı sınf”lara mensup, iş ve ticaret yetenekleri taşımayan vasifsız emekçiler değildi. Babil’e sürgün edilenler yönetici sınıf mensupları ile seçkinlerden oluşuyordu. Dolayısıyla sahip oldukları teşebbüs ve örgütlenme yeteneklerini Babil kapitalizminin hizmetine sundular. Babil sürgünü, büyük imparatorluk sistemlerinin ekonomik, ticari, mali çekirdeğine yerleşme ve bu güçten yararlanma konusundaki Yahudi ideolojik, politik ve sosyal genetiğine işaret eder. Bu sürgün olgusu abartılı kurgularla kutsallaştırılarak Yahudi mağduriyetini sürekli hale getiren bir ideolojik yanılsamalar zincirine eklenir. Sürgün sırasında ele geçirilen mülkler, ticaret ve tefecilikten elde edilen kazançlar adına sistemle uzlaşma, egemenlerin çıkarlarıyla uyum içinde olma gibi durumların üzeri örtülür. Yapay bir dindarlığın biçimciliği ve “seçilmiş” olanların meşruluğuna payanda yapılan bir Yahudi “ulusalcılığı” büyük imparatorluk sistemleri ile uyumun arka plânındaki kirli düzenekleri örter. Yahudi “sofu”larının radikal ve ödünsüz gelenekçiliği, sürgün burjuvazisinin mağduriyet söylemine dört elle sarılmasını zorunlu kılar. Aksi takdirde büyük mülkler biriktirerek geçirilen bir sürgünün hiçbir biçimde meşrulaştırılması mümkün değildir.
Dolayısıyla sürgün olgusu kavramsal soyutluk kalıpları içinde ideolojik işlevlere büründürülerek Yahudi “ruhu”nun kopmaz parçası haline getirilir. İşte, Pers imparatoru Keyhüsrev Yahudilerin Filistin’e dönmelerine izin verdiğinde “çoğunluğunun Babil’de kalmayı tercih” etmelerinin gerekçesi burada elde ettikleri mali, ekonomik güç ve yararlandıkları özgürlüktür. Ancak büyük imparatorluk sistemleriyle uzlaşma Yahudi egemenlik ilâhiyatının başlıca nitelikleri arasındadır. “Sofu” radikalliğin “aşağı sınıflar” tarafından beslenen inançları zaman zaman isyan ve direniş hareketlerini ortaya çıkarmakla birlikte, Yahudi üst sınıflar, Helen ideolojisiyle bütünleşme örneğindeki gibi büyük güç sistemleri içine yerleşmeyi, imparatorluk çıkarlarıyla uzlaşmayı inanç politikalarının özü haline getirmişlerdir. İşte Mısır, Babil, Yunan, İran imparatorluk sistemlerinden süzülen iktidar, güç mülkiyet çizgilerini Tek Tanrıcı dizge içinde ve kendi toplumsal, askerî, politik, dini, hukuki birikimiyle harmanlayan İbranilik, eşitsizlikçi “uygarlık” genetiğinin en önemli şifrelerini içerir.
Tanrıcı-şeytan ikiciliğinin kalıplanmasında Pers geleneğinden yararlanan İbranilik, Zerdüştçü iyilik-kötülük kavramlarına Tek Tanrıcılığa uygun bir içerik kazandırır. “Samilerin ölümden sonra yaşama olan eski inançları Persler tarafından ölümsüzlüğe kadar vardırılmıştır; Yahudi doktrinlerine girmiştir ve bu basamaklardan geçerek Zerdüştçülük Hristiyan teolojisine kadar erişmiştir.” (Messadıe)
Büyük güç, iktidar ve politika sistemleri olan imparatorlukların ekonomik, mali, sosyal düzeneklerine yerleştikçe onların inanç dizgelerini dikkatle inceleyen İbrani “seçilmiş”ler bu kaynaklardan yararlandılar. İbrani Tek Tanrıcılık dizgesinin mayalanmasında Zerdüştçü İran (Pers) etkileri dikkate değer niteliktedir. Yahudilerin Persler karşısındaki “sempatisi” Zerdüştçü unsurların içerilmesinde özel bir “hoşgörüye” neden oluyordu. Tek Tanrıcılığa uygun nitelikler taşıyan “reform”dan geçirilmiş Zerdüştlük İbraniliğin kaynakları arasındadır.
Zerdüştçü ilkeler içeren Mazda inancı özellikle radikal “sofu” Essencilik’te uç verince bu akımın egemenlik ilâhiyatı temsilcileri tarafından dikkate alınmaması düşünülemezdi. Ahura Mazda’nın adının (Hakikât-Adalet) tekrarı gibi gözüken Essen liderlerinden “Adalet Sahibi”nin tanımlanma biçimi kayda değer nitelik taşır. Helenleşmeyi savunan işbirlikçi din adamları ve yukarı sınıflara karşı çıkan Essencilikte, Mazdacılığın etkileri vardır. İşte Tanrı-Şeytan ikiciliği bu krizler harmanından süzülen Mezopotamya birikiminden kaynaklanır. Ancak Mazdacı etki öze dayalı değildir. Zira Mazdacılık, kozmik nitelikte bir Tanrı anlayışı içinde Ahura Mazda ile Ehrimen’i diyalektik birlik çerçevesinde ele alırken, Essenliler kalıplanmış bir ikicilik görüşünü savunurlar. Esenliler politik, sosyal, ideolojik krizlerin beslediği bir “dünyanın sonu” inancına bağlıydı. Bu arada İ.Ö. 31 yılında meydana gelen büyük bir depremle sarsılan Yahuda’da çok sayıda insanın ölümü Essenliler için “mahşer günü”nün yaklaşmakta olduğuna dair bir işaret sayıldı. Mazdacılık kozmik bütünlük unsurlarını içeriyordu, dolayısıyla bu tarz bir son beklentisine sahip değildi.
Tanrı’nın düşmanı olan Şeytan bir kalıp olarak Mazdacılıktan alınmıştır. Başlangıçta şeytan, İbrani dizgesinde diyalektik bir bütünlük ve Tanrı ile ilişkili değerlendiriliyordu. Ancak, Yahudiliğin büyük krizleri, Helen emperyalizminin kültürel işgali, işbirlikçi zengin sınıflar ve onlarla ortak hareket eden din adamlarının baskıları şeytan kavramının içeriğini değiştiriyor, politik bir nitelik kazandırıyordu. Şeytan kavramı, “sofu” radikallerin “selefi”liğinin yeniden kurguladığı inanç dizgesinde politik arka plânı olan bir ideolojik araç hüviyetine büründürülüyordu. Esenliler, “kendilerini halklarının son namuslu kişileri” ve Tora (yasa) ile Yahudi erdeminin tek temsilcisi olarak görüyorlardı. Bu “sofu” radikallik, düşmanı açıkça tespit etmeyi ve damgalamayı zorunlu kılar. Yahudilerin, “seçilmiş” halkın (dolayısıyla Tanrı’nın) düşmanı Şeytandı.
Kumran’da yaşayan Essenliler, Şeytan kalıbını biçimlendirirken, Yahudiliğin büyük düşmanı kabul edilen Babil’de kullanılan adı kullandılar. Pers geleneğine uygun olarak Ehrimen’den değil Baal’den türeyen Belial’i şeytanı adlandırmada kullandılar. Keyhüsrev tarafından Babillilerden “kurtarılan” Yahudiler nefret ettikleri düşmanlarının dinsel etkilerine açıktılar. Babil İmparatorluğunun politik, ekonomik, malî, dini unsurlarıyla yoğrulan Yahudilik bu zeminde Pers şeytan kalıbını rahatlıkla kabullendi. Yahudiler Mezopotamya’dan Tekvin ve On Emir “şemasını” pişmanlıkla bütünleşen günah kavramını da almışlardır. Bu akış çizgisinin birikimli etkilerinde Şeytan da yerini alır.
Babil “sürgünü” olarak abartılı kurgu ve anlatımlarla sunulan sürecin açıklanması, yoğun bir “kurban” vurgusunu temellendirdi. “Kutsal tarih” anlayışına göre Yahve’yi “hayal kırıklığına uğrattıkları” ve onunla olan “ahdi” bozmaları sonucunda “sürgün”le karşılaşmışlar, “kurban” haline gelmişlerdi. Onları “kurban” eden ise şeytandı. Böylece şeytan kötülüğün kaynağına yerleştirilirken, Tanrı “seçilmiş” olanlar “ahde” uydukları sürece onlarla “ittifak” içinde mutlak iyiliğin temsilcisi sayılıyordu. Babil egemenliğine Persler tarafından son verildiğinde yeni emperyalistlerle “ahit” onları yakınlaştırdı. Ahura Mazda’nın oğlu Mitra “sözleşme” (ahit) olarak anılıyordu. Tanrı ile “ittifak” konusunda Yahudilerle ortak inanca sahip olan İranlılardan tüm kötülükleri temsil eden Ehrimen’i “nasıl almamış olabilirler ki?” Ancak Ehrimen, Mezopotamya kaynaklı şeytan imgeleriyle zenginleştirilen şeytan kalıbı içinde eritilmiş ve Ahura Mazda (Tanrı) ile diyalektik bütünlüğü koparılmıştır. İbrani Tek Tanrıcılık dizgesi sadece İran’ın değil Mezopotamya ve Mısır dinsel düşünüşünün “iblis” ve “kötü ruh” birikimlerinin birbirleriyle yumaklanan, etkileşim içinde bulunan figürleriyle içiçedir. Tekvin’de yeralan yaratılış metinleri Mezopotamya’dan aktarılmıştır. Eski Ahit’in önemli bir bölümü, Mezopotamya’nın büyük güç ve iktidar sistemlerinin dini etkilerini taşır.
Ancak benzer figürler Mısır’da da vardır. Başlangıçta, Tanrı’nın hem “hizmetkârı” hem de “müttefiki” olan şeytanın kalıplaşması ve politik-ideolojik bir araç olarak göksel bütünlükten soyutlanması, sadece Essenliler’in radikal “sofuluğu”na değil egemenlik sistemlerinin stratejik çıkarlarına da (günümüzdeki gibi) önemli meşruluk olanakları sunar (ABD’nin “şer ekseni”, “şeytan imparatorluğu” kavramlaştırmalarıyla başlayan ve savaş sözlüğünü emperyalist egemenlik ilâhiyatını, sömürgeci işgalin “kutsal” doktrinini oluşturan muazzam bir külliyat bulunmaktadır. Bu külliyat, ABD “seçilmişliği”nin ideolojik, askerî, politik dayanakları arasında olup “Ahit” birikiminden beslenir). Politik ve ideolojik kalıplara dökülen şeytan, göksel bütünlükten ayrıştırılarak yeryüzünde uzun yaşam güvencesine kavuşturulmuştur. Günah, pişmanlık, yaradılış şemasının yanı sıra şeytan da Mezopotamya ve Mısır birikimlerinin akış çizgisinde İbrani Tek Tanrıcılığına içerilmiştir. “Sofu” Essenliler, şeytanı, ideolojik ve politik bir kalıp haline getirerek aslında tüm “evrenselci”, “kozmopolitizm” yanlısı egemenlik sistemlerine müthiş bir araç sunmuş oldular. Bağımlı inanç dizgesi, fikir ve görüşler bir kez daha çekirdekteki sürekliliğin kalıplarında eritilen, radikal “sofu”luğun saf, katışıksız, özverili imanını, sisteme zincirledi. Evrensel süreçlerin diyalektik bütünlüğünden koparılan, yalıtılan, kişileştirilen, özgülleştirilen kötülük kavramı; artık her egemenlik ideolojisinin başlıca rezervleri arasında yerini alır.
Yahudiliğin büyük krizlerinden ve toplumun sınıflara bölünmüşlüğünden beslenen yoğun dini, ideolojik, politik sorunlar, “kıyamet”, “yeniden diriliş”, “mesih” inançlarında keskin anlatımlara bürünür. “Mesih”in gelişi önceden haber verilir ve ilâhi işaretlere bağlanır. İşaya’da ve Sürgün sonrası peygamberlerde olduğu gibi, “Mesih” hep bir “insan” biçiminde tanımlanır. O “Tanrı’nın Halkı’nın kralıdır.” Bir kurtarıcı olan Mesih bile krallık imgesinin çağrışımlarıyla donatılır. Ezilen halkın genel ideoloji etrafında birliğinin korunması veya onarılması için öne sürülen en parlak figür Mesih’dir. Süleyman’ın “Mezmurları”nda (İ.Ö. 1. yüzyılda yazılan bir metindir) “adaletsiz egemenleri” ezsin ve “Kudüs’ü putperestlerden temizlesin” diye, Davud’un oğlu Mesih’in gelişini hızlandıracak bir dua aktarılır. “O adil bir kraldır… ve onun saltanatında haksızlık olmayacaktır; çünkü herkes aziz ve onların kralı Mesih olacaktır.”
Bu tarihin en büyük “ütopya”ları arasında sayılabilir. Tüm insanların “aziz” olduğu yerde bir krala halen neden ihtiyaç duyulduğu sorusunu yanıtsız bırakan bu “kutsal” yalan, “haksızlık”ların nasıl, neden ortaya çıktığı, kimler tarafından yapıldığı gibi konular üzerinde elbette durmaz. Ancak bu ilâhi krallık aslında bir geçiş aşaması olarak tasvir edilir. Mesihçi krallık, bir tür “ara dönem”, özellikle de bir “millenium” oluşturmaktadır. Onu “evrensel yargı günü” ve “dünyanın yıkılması” izleyecektir. Daha sonra Mesih ölecek ve başlangıçtaki “sessizliğe” yani “kaos” haline dönülecektir (IV. Ezra 7:28). Bunu izleyen ise yeni bir yaratılış, diriliş ve “ebedi mutluluk”tur. Böylece “kurtuluş”un büyük temsilcisi ve kralı olan Mesih, birçok İbrani metinde “ezeli ve ebedi varlıklar” arasına yerleştirilerek, göksel imparatorluğun “kutsal” kademelerinde onurlandırılır.
Esseniler’in liderlerinden “Adaletin Sahibi”, Kumran’daki cemaati kurarak Mesih çağının erken örneğini oluşturdu. Radikal “sofu” Hasidimlere mensup bu kişi, Saduki bir rahip, yani “köktendinci” ruhban sınıfının ileri gelen şahsiyetleri arasındaydı. Hasmonların Helen bağdaştırmacılığı temelinde iktidarı ele geçirmeleri ve Simun’un “ebediyen prens ve başkâhin” ilân edilmesi üzerine “Adalet Sahibi” bir grup müridiyle birlikte çöle çekildi. Dini renklere bürünen politik ve ideolojik çatışma, çölde yaşayan Esseniler’in “Adalet Sahibi”ni Tanrı’nın “habercisi” olarak değerlendirmeleriyle yeni bir boyut kazanıyordu. Bu şahsiyet Mesih ideolojisinin kurucusu olarak, Hristiyanlığın mayalandığı görüşlere önemli katkılar sağladı. Bu “kıyametçi” ve Mesihçiliğe bağlı Yahudi örgütlenmesi ile ilk Hristiyanların dinsel anlayışları arasında anlamlı benzerlikler bulunur. “Essenilerde görülen kimi koşutluklar, İsa’nın vaaz ettiği inançları ve Yeni Ahit yazarlarının sık sık kullandığı çok sayıda deyimi de aydınlatıyor.” (Eliade c.2).
Ancak Kumran’da yerleşen Essenliler, insanların içinde yaşayan ilk Hristiyanların aksine katı bir manastır hayatı sürüyorlardı. Mesihçilik ise ortak noktalarıydı. Essenliler de, Hristiyanlar gibi, kendilerini “Yeni Ahit halkı” olarak tanımlıyorlardı. Radikal “sofu” Esseniler, iki Mesih beklentisi içindeydiler: Onları kutsayacak Kâhin-Mesih ve “Gentilelere” karşı açılacak savaşta, İsrail’e komuta edecek kral-mesih. Esseniler’in dini renkler taşıyan Mesih ideolojisi ayrıntılı bir “kutsal savaş” plânı içeriyordu. Kumran’da bulunan belgeler arasında yer alan “İsrailoğulları’nın Karanlığın Oğullarına Karşı Savaşı Tomarı” başlıklı metinde ayrıntılı savaş plânları işlenir. Bu plâna göre, 6 yıllık bir seferberlik süresini, 29 yıllık bir savaş takip edecektir. “Işığın Oğulları Ordusu” yani İsrailliler 28 bin piyade ve 6 bin atlı savaşçıdan oluşacak ve “çok sayıda melek” tarafından da desteklenecektir. Çağın askerî mantığı açısından değerlendirildiğinde binlerce askerîn katılacağı ve yıllarca sürecek bir savaşın ne kadar kanlı olacağı ortadadır. Bu ilk “Köktendinci” hareket yıllar sürecek savaşta, Tanrı’ya bağlı kuvvetleri de “Karanlığı” temsil eden güçlere karşı müttefik olarak tasvir eder. iyi plânlanmış bu mücadele “kutsal savaş” niteliği kazanırken, “ışık” kavramının tüm olumlu çağrışımlarını taşıyan İsrailoğulları “seçilmiş”likleriyle Tanrı’nın desteğini kazanıyorlardı. “Köktendinci” örgütlenmenin katı, disiplinli ve hiyerarşik ilk halkası olan Esseniler ile Hristiyan ilâhiyatı arasındaki ortak noktalar dikkat çekicidir. Her iki inanç akımında da, Mesih “zamanların sonunda” ortaya çıkacak ve ona “sonsuz bir krallık” verilecektir.
Esseni ve Hristiyan Mesihçiliğinin ortak noktası, peygamberlik, krallık, ruhbanlık niteliklerinin içiçe olmasıdır. Krallık, temel ve vazgeçilmez bir figür olarak “zamanların sonun”nda bile ortaya çıkacak şekilde tasvir edilir. En radikal “Köktendinci” akımların ilk halkasını oluşturan Esseniler bile güç ve iktidar sistemlerinin birikimine, ideolojik kalıplarına bağlanırlar. Üstelik somut bir örgütlenme plânına bağlanan savaş güçlerini “mesih” özelliklerine sahip olmakla birlikte ancak bir kralın yöneteceğini kabullenirler. Bu isyancı topluluk, politik hedeflerini ve “kurtuluş” plânlarını, mevcut iktidar mekanizmalarını “kutsal” hale getiren yani mesihleştiren bir inanç temeline bağlar. Egemenilk ilâhiyatlarının birikiminden beslenen dini, politik, ideolojik kalıplara sistemli bir yenilik olarak içerilen Mesihçilik, “kurtuluş” umutlarını statükoya zincirler. Esenlilerin lideri “Adalet Sahibi” müritleri tarafından “yeni çağı” başlatan bir Mesih gibi değerlendiriliyordu. O, peygamberlik güçlerine sahip, “Kutsal Yazılar”ın gerçek, batınî özünü ortaya çıkaran bir şahsiyet olarak algılanıyordu. Esensilerin Kumran’da yüzyıllar sonra bulunan metinler “tomar”ının içindeki “Şam belgesi” olarak adlandırılan yazıda “Adalet Sahibi”nin “zamanların sonu”nda dirileceğinden dolaylı biçimde sözedilir. “Aşağı sınıflar”ın “kurtuluş” umutlarını bu tarz kişilere bağlamaları açısından Esseni deneyimi büyük önem taşır.
Peygamberlerin dışında onların niteliklerini çağrıştıran hatta ötesinde “kutsal” özellikler taşıdıklarına inanılan kişilerin, radikal “sofu” içine kapalı, disiplinli ve çileci topluluklar arasında kabul görmesinde Mesihçiliği dizgeleştiren Esseni akımının konumu belirgin dönemeçtir. Kutsallığın, Mesihçi taşması, “kurtuluş” ilâhiyatlarını ve “aşağı sınıflar”ın dinselliğe bürünen isyanlarını genel ideolojinin kalıpları içinde eriten unsurlar arasındadır. Mesih’in belirsizliğinde sıradanlaşan kutsallık, “aşağı sınıf” önderleri açısından meşruluk iddialarını destekleyen bir durum yaratır. Bu bakımdan tarihin akış çizgisinde Mesih iddiasında bulunmak, peygamber olarak kendini ilân etmekten daha kolay olmuştur. Ancak bu iddiayı taşıyan ve ileri sürenler, çıkış noktasındaki ayrıntılı dizgenin varlığından habersizdirler. Oysa Esseniler tarafından ilk kez sistemleştirilen ve Hristiyan dizgesinde kalıplaşan Mesihçilik, “aşağı sınıflar”ın güç, iktidar, mülkiyet sistemlerine olan bağımlılığını teyid eder.
Esseni örgütlenmesi hiyerarşik nitelik taşır. Ruhbandan olanlar ve olmayanları kapsayan cemaatte dinsel etkinlikler ile ilgili görevler babadan oğla geçiyordu. Ruhbana dâhil olmayanlar cemaatin varlığını sürdürmesi için gerekli olan kaynakları bulmakla görevliydi. Yönetici gruba “kalabalık olanlar” anlamına gelen “rabbim” deniyordu. Bu terim “Yeni Ahit”te de yer almaktadır. Essenliler’de ruhbandan olmayan 12 kişi ve 3 din adamı yönetici çekirdeği oluşturuyordu. En yüksek görev ise “m bakker” yani “müfettişlik” idi. Bu görevde bulunan “yüksek” önderden bir “çoban” gibi davranması isteniyordu. Kabile günlerinin idari ve toplumsal yapısı ile “çoban”lık döneminin sosyal örgütlenmesini çağrıştıran bu terimin, Mesih’in daha soyut bir iktidar sistemine oturan krallığı ile birlikte cemaatin sözlüğünde yeralması kayda değer. Bu “çoban” kavramı; Hristiyanlığın krallık iktidar ve hiyerarşisine benzer biçimde örgütlenen kilisesinde; “episkopos” makamıyla yeni bir veçheye bürünür.
Esseniler, tapım ve gündelik hayatın dua gibi ibadet biçimlerinin çekirdeğine Mesihçiliği yerleştirmişlerdi. Esseniler “birlikte yedikleri yemeği Mesih’in şölen sofrasının erken habercisi olarak görüyorlardı.” Hristiyanlardaki “ekmeğin bölünmesi” de bunun gibidir. Ayrıca, Kumran’da, cemaate katılmak isteyen yeni adaylar, toplulukla bütünleşmelerini temsil eden “erginleyici” bir vaftizden geçiriliyor, her yıl suyla arınma törenleri yapılıyordu. Cemaat üyeleri evlenmiyorlar ve kendilerini kutsal savaşın neferleri olarak görüyorlardı. İbrani Tektanrıcılık dizgesinin oluşum ve akış çizgisinde batınî, çileci, kutsal savaşçı, radikal, disiplinli, hiyerarşik düzende örgütlenmiş, isyancı bir grubun Mesihçi ideoloji ile keskin tapım biçimlerinden süzülenlerin Hristiyanlığa etkileri, bu “yeni” dinin “aşağı sınıflar”ın gönlüne yerleşmesinin yanı sıra evrensel bir egemenlik ilâhiyatına dönüşümünün şifrelerini ortaya koyar. Mesihçi ideolojinin kralcı kalıplarının göksel ve dünyevi bir bütünlük içinde sentezlenmesi, “kurtuluş”un titiz biçimde plânlanmış ordu güçlerine dayandırılması, komutayı tanrısal “ittifak” içindeki bir lidere bırakmak, ruhbanı üstün bir mevkiye yerleştirme gibi unsurlar Hristiyan egemenlik ilâhiyatının oluşumuna uygun bir zemin sunar. Diğer yandan çilecilik, cemaatin hiyerarşik yapısını örten “kardeşlik”, adalet istenci, “üst sınıflar”ın Helenci kozmopolitizmine karşı çıkış, işbirlikçi yüksek din adamları zümresine direniş motiflerini içeriyor olması, Essenilikten Hristiyanlığa akan denetimli “kurtuluş”un yine Mesihçiliğe bağlanan öteki yüzünü oluşturur. Bu çok yüzlülük tüm Tek Tanrıcı egemenlik ilâhiyatlarının temel varlık biçimidir.
Esseniler “peşer” adı verilen özel bir yöntem uygulayarak, Eski ahit’in kehanetlerini çağdaş tarihe göndermeler ve yakın zamanda gerçekleşecek bazı olaylara ilişkin öngörüleri doğrulamakta kullanıyorlardı. Bu “bilgi”ye ulaşabilenler, “Adalet Sahibi”nin açıkladığı “kıyametçi” hikmetin sırrına erenlerdi. “Zamanların sonu” yani en büyük savaş yakındı. Batınî bilgi, kıyamet beklentisi, Mesihçilik, “zamanların sonu”, kalıba dökülmüş şeytan figürü gibi unsurlar, kapalı bir biçimde örgütlenmiş, “seçilmiş”liğinin hikmetine bağlı küçük bir çekirdeğin “kutsal savaş” öğretisini biçimlendirdi. Bu öğreti emperyalist egemenlik ilâhiyatlarının elinde kalıcı, etkili ve güçlü bir ideolojik-politik silaha dönüşmekle kalmadı, kapitalist güç sistemlerinin çelik çekirdeğinde, organik yönetim, dayanışma, iktidar mekanizmalarına içerildi.
Essenilere göre, dinsel bilgi batınî mahiyet taşıyordu. Tanrı’nın krallığı “beden”e değil “ruh”a açıktı. Ruh-beden ikiciliği, Esseni ideolojide keskin ayrımlarla tezahür eder. Işık-karanlık karşıtlığı ve özellikle de ruhun “mükemmel tezahürü” Işığın kutsallaştırılması, Eski Ahit ile diğer Sami dinlerinde de bulunmakla birlikte Esseni ideolojisinde batınîlikle içiçe geçer. Mesih’in ikinci kez gelişine dair işaretler üzerinde yapılan çalışmalar batınî yoğunlaşmayı temellendiriyordu. Bir üst dereceye çıkmak için alınan eğitim ve cemaatin kutsal ayinleri batınî içerik taşıyordu. Essenilik, İbraniliğe içkin gizli irfan, batınîlik niteliklerini daha sistemli bir hale getirdi. Kıyametçi “yöntemin” bu temel unsurları, Hristiyanlıkta da görülür. Bu etkinin en önemli kaynakları arasında Kumran’ın yıkılması ve Esseniler’in dağılmasından sonra bazı cemaat üyelerinin Filistin’de bulunan Hristiyan grupları arasına katılmaları sayılabilir. Kıyametçi ve batınî gelenekler ilk iki yüzyılın Hristiyanlığında korunmuştur.
Essenilerin ilâhiyat sözlüğünün belli başlı kavramlarını Yuhanna İncili’nde de bulmak mümkündür. Yuhanna İncili’nde yer alan “dünyanın ışığı”, “ışık oğulları”, “gerçeği uygulayan kişi… ışığa gelir” gibi birçok deyim Kumran metinlerinde de yeralır. (Eliade c.2) Kötülüğün ve iyiliğin kalıplanması, güç sistemlerini meşrulaştıran egemenlik ilâhiyatlarına büyük bir ideolojik silah rezervi sağlar. Essenilerin ilâhi militarizmi, tüm tanrısal alanı ve yeryüzünü savaş terimleriyle açıklar. Essenilerin öğretisine göre dünya, Tanrı’nın daha başlangıçta yarattığı iki ruh arasındaki savaş alanıdır: Gerçeğin Ruhu (“Işık Prensi” ve “Hakikât Meleği” de denir) ile Kötülük veya Yozluk ruhu birbirleriyle mücadele halindedirler. Kötülük ruhu “Karanlıklar Prensi” iblistir. Bu iki ruhun ve onlara bağlı orduların savaşı, insanlar arasında da devam eder. Her “Işık Oğlu”nun kalbinde de süren bu savaş Esseniler’in “Disiplin Kitabı”nda açıklanır.
Esseni batınî ve gizli irfan “yöntemi”nin örtülü anlamları, kimin “Işık Oğlu” kimin şeytanın ordularına bağlı olduğuna ilişkin “bilgi”yi, “kıyamet” senaryosuna bağlar. Şeytan ve ona bağlı ordulara mensup olanları belirleme konusundaki gizli “bilgi”nin kutsal tekelini elde bulundurma iddiası halen geçerliliğini koruyan emperyalist ilâhiyat dizgesinin çekirdeğine yerleşiktir. İbrani militarizmi ve Yahve’nin dehşet salan kişiliğine bağlanan savaşçılık nitelikleri Esseni öğretisinde tüm tanrısal alanı kapsayan keskin bir şemaya bağlanarak sistemleştirilir. Tüm “barış” iddiasına rağmen, Hristiyanlığın bu ruhani savaş kalıplarını içermesi, “yeni”dinin Roma’dan başlayarak, “evrensel” niteliklere sahip sömürgeci imparatorlukların fetih, yayılma, soykırım, emperyalist yağma düzenekleriyle bütünleşmesine zemin hazırlar. Kötülük-iyilik Tanrı-şeytan gibi kalıpların sunduğu ideolojik silahlar, ortadan kaldırılmaları kutsal bir görev haline getirilenlerin tanımlanması açısından askerî-politik-ticari stratejilere muazzam menziller kazandırmıştır. Yuhanna’nın Birinci Mektubu “Tanrı’nın çocukları” ile “İblis’in çocukları”ndan sözeder ve şeytanın yoldan çıkarma çabalarına karşı inananları uyarır. Şeytan figürünün politik ve ideolojik niteliği çerçevesinde, bu uyarının; Hristiyanlığın güç sistemleriyle bütünleşmesi, imparatorlukların egemenlik ilâhiyatlarına yerleşmesi, kilise krallığının örgütlenmesiyle birlikte, nasıl bir silaha dönüştüğünü tarih gösteriyor. Bu çerçevede sadece Haçlı emperyalizmi, Engizisyon, din savaşlarına bakmak yeterlidir.
Esseniler’in etkilerine açık olmakla birlikte Hristiyanlığın ilk aşamalarında farklılıklar da mevcuttur. Esseniler, ruhban sınıfın imtiyazlarını ve hiyerarşik niteliklere sahip bir çelik çekirdeğin disiplinli örgütlenmesini esas alıyorlardı. İlk Hristiyanlar ise tüm toplumsal kesimlere hitap etmeye çalışıyorlardı. Esseni ayrılıkçılığı aşırı boyutlardaydı: Onlar “temiz olmayan ya da fiziksel ve ruhsal kusurları olan kişileri Mesihçi ziyafetlerden dışlıyordu.” (Eliade c.2) İbrani dizgesinin “yabancı” düşmanlığını en uç noktalara taşıyan ve buna sorunlu veya çirkin olarak niteledikleri insanları da dâhil eden Esseniliğin, “seçilmiş”lik kurgularına dayanan eşitsizlikçi dünya görüşlerinin gizem zincirinde eşsiz bir yere sahip bulunduğu ortadadır. İlk Hristiyanlar bu konuda da Essenilikten farklılaşır. Hristiyanlar için “Tanrı’nın Krallığı”nın başlıca işaretlerinden biri sakatların iyileştirilmesiydi. Ancak tüm “reform” söylencelerine rağmen, şeytan, kötülük, kıyamet, Mesihçilik konularında Esseni dizgesinin özsel nitelikleri, Tektanrıcı egemenlik ideolojileri ve batınî hikmet felsefelerinde varlığını sürdürür.
“Kıyametçi” inanç sahipleri; sosyal, politik, dini, ideolojik, ekonomik krizlerde insana huzur veren bir geleceğin işaretlerini görürler. Bu kutsal neden-sonuç ilişkisi ve ilâhi gerekircilik, Yahudilerin durumunun kötüleşmesini ve “dehşetin artmasını” selametin habercisi olarak ele alan inançların tezahürüdür. İbrani dizgesinin çekirdeğinde yeralan bu inanç, büyük acılara, yoksulluklara, savaşlara dinsel değer yüklenmesi biçiminde Hristiyanlık’ta ve diğer inanç sistemlerinde de etkisini sürdürür. Ekonomik, politik, ideolojik zincirlere anlam yükleyerek, köleliğin, beşeri sefaletin, eşitsizliğin zorunlu bir geçişin gerekirci “bilimsel”liğine bağlanması İbrani dizgesinin “akıl” ilâhiyatları birikimine etkileri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Üstelik, “kıyamet edebiyatı” özü ve kökeni tanrısal nitelikte, kutsal bir “ilim” oluşturur. Tanrısal nitelikteki “bilgi”yi edinme imtiyazı bu “ilim”le mümkündür. Daniel’in yazarının belirttiğine göre “bilgelere hikmeti veren” Tanrı’dır, “derinlikleri ve gizleri ortaya seren, karanlıklarda olanları bilen O’dur”. Tanrı “gizli erdem”in perdesini bazı “seçilmiş” şahsiyetlere açar. Bu şahsiyetler arasında, Tufan öncesinin efsanevi isimlerinden Hanok, “başlangıç çağının örnek alınacak bilge ve peygamber imgesi” olarak büyük önem taşır. (Eliade c.2)
Hanok, önceden bilme yani ilâhi gerekirciliğin gizemli bilgisine nüfuz etme konusunda sahip olduğuna inanılan özellikleriyle yüceltilir. Hanok, “Tufan öncesi kuşağın ve gökten kovulan meleklerin yargılanacağı günün çok yakında olduğunu önceden bilmişti.” Bu noktada Hanok, Tanrısal nitelik taşıyan “yöntem”lere dayanır. O “kutsal ilmi düşlerinde” ve iç görü yoluyla elde ettiği bilgiler ışığında geleceği haber verir. “Onu göksel gizemlerle melekler tanıştırır ve esrime yoluyla gökyüzünde yolculuklara çıkar; orada Tanrı evrensel tarihin başından sonuna dek yazılı olduğu levhaları görmesine izin verir.”(Eliade c.2) Tanrı’nın belirli mertebelere ulaşan şahsiyetlere “gizli ilmin” perdesini açması inancı İbrani batınîliğinden başlayarak Tektanrıcı dizgelerin ana akım veya muhalif gizemci inançlarında varlığını sürdürür ve akıl ilâhiyatlarının dayandığı birikimi mayalandırır. Bu batınî eğitim “mühürlüydü” herkese açık değildi. Ancak “seçilmiş” olanlar bu imtiyazlı bilgiden yararlanabilir. Hanok figürü, Tektanrıcı dizgelere ortak olan üstün niteliklere sahip şahsiyetlerin mükemmel örneğidir. Hanok “tüm sırların efendisi” olarak tahtına yerleştiğinde “hikmetin tüm sırları onun ağzından” fışkıracaktır. Onun temel nitelikleri “hikmet ve akıldır.” Koparılmış insan, Tanrı-şeytan, iyilik-kötülük kalıplarına içerilen kendi niteliklerinin dışına düşürüldükçe, üstünlüğüne inandırıldığı kutsal şahsiyetlerin öngörülerine, kehanetlerine, hikmetlerine kolaylıkla zincirlenir. Onca sefalet, sömürü ve acının “selamet” için zorunlu olduğuna ilişkin gelecek bilgisi, “tüm sırların efendisi” gibi tanımlarla yüceltilen efsanevi şahsiyetlerin mesajlarına dayandırılır.
“Gizli ilim” bilgisi kurtarıcı şahsiyetlerin temel niteliğidir. İbrani dizgesinin Mısır ve İran’dan beslenen bu gizemciliği, akıl ilâhiyatlarının “bilim” anlayışlarına akar. Bu “gizli ilim” bilgisinin köklerinde Hermesçiliği bulmak mümkündür. Parantez içinde tekrar Hermesçiliğe dönüyorum. Hermesçi külliyatı oluşturan inançlar, düşünceler ve ibadetlerin tümü Hermesçilik adı altında toplanır. Halk Hermesçiliği ile felsefi Hermesçilik olarak iki ana akımdan söz etmek mümkündür. İ.Ö. III. yüzyıla kadar uzanan metinlerde astroloji, büyü, simya, gizli bilimler konularında yazılar yeralır. Seçkin felsefi Hermesçi metinler ise özellikle Corpus Hermeticum’un Yunanca yazılmış onyedi incelemesinde anlatımını bulur. İki Hermesçi akımı temsil eden metinler biçim ve içerik farklarına rağmen, belli noktalarda birleşirler. Zaman dizini açısından, İ.Ö. III. yüzyıla ait olan halk Hermesçiliğine ilişkin metinler, İ.S. II. yüzyılda yazılan felsefi niteliktekinden daha eskidir. Bu külliyat, Yahudi-Mısır bağdaştırmacılığı ve İran etkileriyle harmanlanmıştır. Ayrıca Platonculuğun da felsefi-seçkin Hermesçilik “üzerindeki etkileri de ayırt edilmektedir.” Ruh-beden ikiciliği felsefi Hermesçiliğin özüdür.
Hermesçi seçkinciliğin temel metinleri Mısır piramit ideolojisinin ana unsurlarını içerir: “Hermesçi külliyat, aktörleri, dekoru ve mitleriyle Mısırlı olma iddiasındadır. Bu iddia, en azından bazı eski metinler açısından, Ptolemaioslar veya Romalılar Mısır’ına ilişkin belli bir bilgiye dayanmaktadır; bu bilginin gerçekliğini asla azımsamamak gerekir. Kişilikler (Thoth, Agathodaimon, Amon, v.b.) dekorlar (Menfis, Teb, Hermepolis, Sais, Assuan, v.b.) Firavun teolojisinin bazı önemli motifleri (örneğin sulardan çıkan ezeli tümseğin Teb veya Hermopolis’te olması), antik Mısır gelenekleriyle yakınlık, hesaba katılması gereken bilgilerdir. Thoth’un Hermes’le özdeşleştirilmesi daha önce Herodotos tarafından da biliniyordu. Helenistik çağ yazarları için, Thoth tüm ilimlerin koruyucusu hiyerogliflerin mucidi ve ürkütücü bir büyücüydü. Dünyayı sözünün gücüyle yaratmıştı.” (Eliade c.2) Mısır-Yunan-İbrani eşitsizlikçi din ve felsefe dizgelerinin harmanlandığı Hermesçilik, ruhun üstünlüğünde mutlaklaştırılan inançların en temel halkaları arasındadır.
Halk Hermesçiliğinde ise “Doğanın gizleri”ni açıklayan benzerlik öğretisi, çeşitli kozmik düzeyler arasındaki ilişkiler gibi unsurlar yer alır. Doğa bilgisi tanrısal gizemlerle bağlantılı kabul ediliyordu. Doğa üzerindeki egemenliği mümkün kılan tanrıdır. “Bir tanrı açıklamadığı sürece bu gizlere” erişmek mümkün değildir. Hermesçi “ilim” gizemlerle örülüdür. Doğa bilgisi dua ve ibadet yoluyla veya daha alt düzeyde, büyü sayesinde elde edilebilir. Hermesçi gizem öğretisi, burjuva akıl ideolojilerinde de etkilidir. John Dee, Ashmole, Fludd, Newton, Kopernik gibi önemli bilim adamları üzerinde Hermesçi kozmoloji ve ana fikirlerin “hatırı sayılır” etkileri vardır.
Halk Hermesçiliği iyilik-kötülük, ruh-beden ikiciliğinin mutlak kalıplanmaları karşısında görece daha bütünlüklüdür. Halk ve seçkin Hermesçiliğinin ortak noktası ise metinlerin vahye dayandığının kabul edilmesidir. Ancak Corpus Hermeticum üzerine Bousset tarafından yapılan araştırmalar, “birbiriyle uzlaşması olanaksız iki ayrı teoloji”nin çizgilerini ortaya koyar. Halk Hermesçiliği, iyimser bir anlayışa dayanır. Bu çizgiye göre kozmos “güzel ve iyidir.” Kozmosun güzelliği karşısında duyulan “huşu” yoluyla tanrıya ulaşılır. Bir ve bütün olan Tanrı inancı doğaya yansıtılır. Tanrı’nın ve kozmosun ardından gelen insan, yaratılışın zorunlu tamamlayıcısıdır.
Seçkin-felsefi Hermesçilik ise kötümser bir öğretidir. Dünya özü itibarıyla kötüdür. Gizemci nitelikleriyle ağır basan bu seçkinci öğreti dünyanın ve bedenin değerini azımsar. Ruh, söz, tanrı karşısına konulan insan, doğa, madde, kötü, denetlenmesi gereken üzerinde egemenlik kurulması zorunlu olanı temsil eder. Mülk sahibi sınıfların, iktidar erklerinin, güç sistemleriyle bütünleşen yüksek din adamları zümresi ve eşitsizlikçiliği değer olarak savunan filozof-düşünürlerin, ruh, söz, tanrı ile özdeşlikleri seçkin Hermesçiliğinde yankılanır. Seçkin Hermesçiliği gizemli bilgi sayesinde, insan “tanrı olabilir” der. Bu tanrı kalıbı, doğal eşitliğin bütünlüklü diyalektiğine dayanmaz. Doğanın ve bedenin değerini azaltan yoğun bir ikicilik çerçevesinde, tanrısallıkla insanın ruhsal unsuru arasındaki özdeşliğe vurgu yapılır. Böyle bir ruhsal bütünleşmenin ancak “seçilmiş”ler için sözkonusu olabileceği açıktır. Mademki dünya “kötülüğün bütünüdür”, üreten, çalışan, emek veren insan onun parçası olduğu ölçüde aşağı düzeydedir. Kölenin ise bedeni temsil eden aşağılık konumu onun tanrısallığa yükselmesine imkân vermez. Helenistik felsefenin köleci meta üretimi, para ekonomisi, eşitsizlikçi mülkiyet ilişkileri, sömürgeci yayılmadan beslenen kökleri, seçkinci Hermesçiliğin kötümser ikiciliğinde yeni bir kalıba dökülür.
Seçkinci Hermesçilik, dünyayı küçümseyen, bir Tanrı veya insanüstü bir varlık tarafından vahyedilen ve ancak gizlilik koşuluyla aktarılan “ezeli ilmin” kurtarıcılık nitelikleriyle “seçilmiş” olanların üstünlüğünü meşrulaştıran akımlara Yahudi-Mısır-Helen birikimleriyle beslenen güçlü bir dayanak sunar. Üstelik, seçkin Hermesçiliğin içine kapalı grupların örgütlenmelerine sunduğu kendine özgü dinsel hava ve bazı davranış biçimleri özellikle “simya”cılık benzeri bir yapı sergiler. Hermesçilik, “tıpkı simya gibi” müritlere “hoca”nın aktardığı ve yorumladığı metinlere dayanır. Ancak bu müritler çile, tefekkür ve bazı ibadetler yoluyla “temiz, pak” kılınmış olmalıdırlar. Parantezi kapatıyorum.
İbrani “kıyamet” metinlerinin yazarları, Gök’te gizli ve erişilmez bir hikmet anlayışını geliştirdiler. Özellikle Hanok ile ilgili metinlerde evrensel tarihin gizemleri vurgulanıyordu. “Daniel’in Kitabı” görünür ve görünmez dünyanın gizemlerini kapsıyordu. Astronomi, astroloji, tıp, coğrafya alanlarında Tanrı’nın sırları araştırılıyordu. “Kıyametin sırları”na erişmek konusunda hasidim hikmetçiler, Helenci ideolojiye karşıt bir konum benimsiyorlardı. Onların “ilmi” kozmos yaklaşımı; Tarih’i, göksel dünyayı, insanın ve zamanın sonunu kapsıyordu. İç görüye dayalı batınîliğin bu “ilmi” birikimi, antik Hristiyanlıkta ve başka dinsel akımlarda etkisini gösterir.
“Kıyamet”çi öğretiler tüm karşıtlık söylemine rağmen Helenistik-Doğulu düşüncelerden alabildiğine yararlanılarak oluşturuldu. Bağdaştırmacı akımların karşısına dikilen hasidim “sofu”luğu, bunlardan türetilen düşünceleri alıp özümsemiştir. İnanç saflığı, düşünsel arınmışlık, vahyin özgünlüğü, hikmetin sırlarına ulaşmada kapalılık iddialarına rağmen tüm benzeri akımlarda olduğu gibi en karşıt durumdaki dizgelerin birikiminden bile etkilenilir. Sofuluk ve arınmışlık iddialarıyla beslenen dini radikalizm, sistemin genel ideolojik egemenliğinden bağımsızlığın güvencesini sağlayamaz. Kölecilik, meta üretimi, sömürgecilik, eşitsizlikçi toplumsal düzen ve ataerkillik temelleri üzerinde yükselen Helenist ideoloji tüm karşı çıkışına rağmen hasidim “sofulu”ğunun en gizemli öğretisi üzerinde etkisini gösterir. Helenist ideolojinin ruh-beden ikiliğini, köleci düzenin sınıf çelişkileri ekseninde mükemmel felsefi dizgelere bağlayan birikimi bu alanda Mısır, Mezopotamya geleneklerinin akış çizgisinde geliştirilen İbraniliğe önemli katkılar sunar. İbranilik din olarak alabildiğine kapalı niteliğe sahipken, ruh-beden ikiliği, şeytanlaştırma, eşitsizlikçilik, mülkiyetin kutsallaştırılması, sömürgeci fetihçilik, militarist yüceltme, savaşın tanrısallığı konularında egemenlik, güç ve iktidar sistemlerinin ortak “evrensel”, “kozmopolit” ölçütlerini belirleyen kurum, ilişki, ilkelere büyük katkılar sağlar.
Dolayısıyla Yahudiliğin din olarak “milliyetçi” bir karaktere sahip bulunmasından yola çıkılarak bir iktidar “ilmi”, güç öğretisi, savaş ve sömürgecilik ideolojisi biçimindeki “evrensel” niteliklerini örtmek, karartıcı bir davranış anlamı taşır. Bu bağlamda Tora’nın (yasa) değişmezliğine bağlanan Yahudi “milliyetçiliği” kavramı muazzam ölçeklerde bir ticari faaliyeti, finans-kapitalin amansız etkinliklerini, dünyayı bir “borçlular hapishanesi”ne dönüştüren politik iradeyi açıklamakta yetersiz kalır. Ruh-beden ikiliğini kalıplaştıran metafizik ideolojinin, koparılmış insanı yaratan zincirleri karartmasında olduğu gibi, Yahudi “milliyetçilik” ve “evrensel”liğinin diyalektik içiçeliğini aşılması imkânsız kuramsal gerekçelerle açıklayan yaklaşımlar da, aynı çıkarlara hizmet eder.
BİTMEDİ…
NOTLAR
1) Bilim Tarihi, Prof. Dr. Cemal Yıldırım, İst., 1974, s. 121.
2) Kara Atena, Martın Bernal, çev: Özcan Buze, İst.,1998, s. 238.
3) Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, İst., 4. Baskı, 1977,s. 127.
4) Hançerlioğlu, age, s. 127.
5) Tanrının Gizli Dili, Süleyman Diyaroğlu, İst., 2005, s. 110.
6) Mısır, Yunan ve Roma, antik Akdeniz Uygarlıkları, Charles Freeman, çev: Suat Kemal Angı, Ankara, 2003, s. 62.
7) Tarihte Neler Oldu, Gordon Chılde, çev: Mete Tunçay-Aâeddin Şenel, Ankara, 1982, s. 100.
8) Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. 1, Mircea Eliade, çev: Ali Berktay, İst., 2003, s. 117.
9) Uygarlığın Doğuşu, Henri Frankfort, çev: Alâeddin Şenel, Ankara, 1989, s. 129.
10) Uygarlık Tarihi, Ivar Lissner, çev: Adli Moran, İst., 1973, s. 55.
11) Kendini Yaratan İnsan, İnsanın Çağlar Boyunca Gelişimi, Gordon Chılde, çev: Filiz Karabey Ofluoğlu, İst., 1978, s. 138-139.
12) İlkel Topluluktan Uygar Topluma Geçiş Aşamasında Ekonomik, Toplumsal, Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Alâeddin Şenel, 6. Baskı, Ankara, 2001, s. 269.
13) Siyasal Düşünceler Tarihi, Alâeddin Şenel, 11. Baskı, Ankara, 2004, s. 76-77.
14) Eliade, age, c. II, s. 291.
15) Kapitalizmde Korku, Dieter Duhm, çev: Sargut Şölçün, 2. Baskı, Ankara 1997, s. 106.
16) Tarihte ve Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik, E. Montet, A. Lods, A. S. Rappoport, R. Garaudy, çev: A. Yazıcı, Ö. Uğurlu, K. Demir, İst., 2006, s. 126-127.
17) Şeytanın Genel Tarihi, Gerald Messadıe, çev: Işık ergüden, İst., 1998, s. 403-404.
TÜM HAKLARI SİTEMİZE AİTTİR…
İlk yorum yapan olun