İttihatçıların Anadolu’yu Türkleştirme Siyaseti
Ulus, insanlara arasında kültürel, sosyal, siyasal bağlantılar demetidir. Feodal dönemin hiyerarşiye ve kişiselliğe dayalı toplum anlayışının ötesinde bir içerik taşır. “Türkleşme” süreci uluslaşma ile aynı anlamı taşımaz. Abdülhamit döneminde İslâm siyasetlerine derinden içerilen Türkçülük, gecikmişliği ve muazzam kayıp bilinci ile İttihat ve Terakki’nin temel ideolojisine dönüştü. Ancak, emperyalizm çağında tutarlı bir biçimde kapitalizme karşı olmadan ulusu var eden koşulların yaratılmasına ilişkin bir programın imkânsızlığı bu ideolojinin açmazını oluşturdu.
İslâm Birliği siyaseti ekseninde Abdülhamit Kürtleri bölerek denetliyordu. Kürt feodaller unvanlar, maddi imkânlarla yüceltilerek sistemin dayanağı haline getiriliyordu. Hamidiye Alayları, sadece Ermenileri bastırmakla kalmıyor, Sultanın Kürtlere karşı böl-yönet politikasının da aracı oluyorlardı. Sultan, Kürtlerden özel muhafızları olarak yararlanırken Doğu’daki düzen arayışında onlara dayanıyordu. 2. Abdülhamit Osmanlı Devleti’nin Doğu’ya açılmak zorunluluğunu çabuk kavrıyor ve bunun için Hamidiye Kürtlerini yeni bir stratejinin temel ekseni olarak görüyordu. İmparatorluğun ekseninin Doğu’ya kaydığı bilinci ile bağlantılı bir Kürt gerçekliği inşasında ortak vurgu İslâmiyet’ti. Osmanlı Batı’da toprak yitiriyor, bu kayıplarını giderek doğuya kayan bir Türk- İslâm devletiyle telafi etmeye yöneliyordu. Ancak Sultan Hamit bu sürecin sorunsuz gelişmesi açısından bir Kürt birliğinin ve ulusal bilincinin engellenmesi gerektiğinin farkındaydı. Bunu barışçı yöntemlerle engellemek için Abdülhamit din başta olmak üzere her türlü araçtan yararlanıyordu. II. Mahmut’un emirlikleri tasfiyesinden sonra, şeyhler ve tarikatların etkisi yoğunlaşıyor, Ermeni kilisesinin uluslaşma sürecindeki katkılarının sunduğu uyarıcı model, din temelinde bir siyasi varlık oluşturmayı gündeme getiriyordu. Aşiretler arası bölünmeler ve rekabetler şeyhlerin arabuluculuk faaliyetleriyle dini birlik temelinde çözülüyordu. Ancak Sultan Hamit’in Doğu’ya yönelme stratejisi ekseninde Kürtler yeni bir bölünme sürecine giriyor ve yeni bir istibdat aristokrasisi oluşuyordu. Hamidiye paşalarının şiddeti Kürt feodallerinin iç kavgalarını körüklüyordu. Hamit devlet yanlısı ve karşıtı aşiretler bölünmesini askeri bir statü çerçevesinde resmileştiriyordu.
Jön Türkler bu stratejik yönelişte, Hamit siyasetlerinin daha temkinli ve soğukkanlı yöntemleri yerine cüretkâr programları benimsiyorlardı. Batı’daki kayıpları şiddetlenen Osmanlı Devletini Doğu’ya taşıma siyaseti, Pan İslâmist ve Pan Türkist çizgileri belirgin bir programla yürütülüyordu. 1. Dünya Savaşı koşullarında Kürtleri denetlemenin zorlukları, bölgenin Ruslar tarafından işgali ve Kürt başkaldırıları söz konusu programın işleyişini zora sokuyordu. Ayrıca, Kürt siyasetindeki temel politik yasa yine gündemdedir: Osmanlı Devletinin önemli dış sorunlar ve savaşlarla meşgul olduğu dönemlerde ayaklanmaların ortaya çıkması. Diğer yandan uluslararası çelişkilerin Ortadoğu jeopolitiğine yansımaları Kürt sorununa 1. Dünya Savaşı koşullarında yeni bir içerik kazandırıyordu. Bu konuda bölgenin tarihsel birikimini iyi tahlil eden emperyalistler özellikle de Rusya, Kürtleri hep düşmanın arka cephesini zayıflatacak bir unsur olarak değerlendiriyordu. Onlar için Kürtler bir “ulus” değil hasımlarının askeri ve siyasi konumunu zayıflatacak güçtü. Bu gücü kullanmaktan hiç kaçınmadılar.
Kürt sorununun biçimlemesinde emperyalistler arası çatışmanın bu faydacı ve ilkesiz yönlen özellikle 1. Dünya Savaşı döneminde kalıcı nitelik kazanıyordu. Kürt sorunu, bu dönemde uluslararası niteliğe bürünüyor ve bölgede çıkarı olan bütün belli başlı güçler tarafından birbirlerine karşı pazarlık kozuna dönüştürülüyordu.
İşte emperyalist güçlerin böylesine yoğun ilgi gösterdikleri Kürt sorununu İttihatçılar, Anadolu’yu Türleştirme siyaseti ekseninde değerlendiriyorlardı. Batı’da kaybedilen topraklar Doğu’da telafi edilirken “Turan” ülkesine yürünecekti, Anadolu temel askeri, ekonomik, dini kaynaktı. Önce Müslümanlaştırılacak (Ermeniler, Nesturiler arındırılacak) sonra Türkleştirilecekti. Turan’ı simgeleyen Kafkasya, İran, Orta Asya topraklarına açılış önünde duran tüm topluluklar bu stratejinin ihtiyaçları bakımından değerlendiriliyordu. Alman emperyalizminin kışkırttığı Pan Türkçü ve Pan İslamcı siyaset içerdiği şiddet potansiyeli ile Anadolu’yu parçalayacak nitelik taşıyordu. Diğer yandan emperyalist kışkırtmaların ve feodallerin tutkularıyla tetiklenen Kürt başkaldırıları bu süreci besliyordu.
1 Nisan 1914’de Bitlis’e saldıran Şeyh Selim Rus Konsolosluğuna sığınıyor, Musul taraflarında Barzan Şeyhliğinde kargaşalıklar ortaya çıkıyor ve tüm aşiret silahlanıyordu. Rusya adına çalışan Abdülrezzak Bedirhan aşiret reislerini örgütlüyordu. Bu ve benzeri hareketler birçok Kürt aşiret reisi ve şeyhinin tutuklanması ile sonuçlanıyordu. Diğer yandan İttihat ve Terakki hükümeti olumlu bir etki yaratmak amacıyla Sivas, Ankara, Bitlis hapishanelerinde yatan Kürt isyanlarına karışanları affederek serbest bırakıyordu (18 Kasım 1914) Ayrıca halkı ve aşiretleri hükümet aleyhine kışkırtacak tutumlardan kaçınılması ve “son derece teennili olunması” bölge de bulunan yetkililere emrediliyordu. Ayrıca, Kürt aşiretlerin dini vaazlarla bağlılıklarını teyit etmek için Nakşibendi şeyhlerinden Hacı Yusuf Efendi Hınıs’a ve Şeyh Ziyaeddin de Pasinler’e gönderiliyorlardı. Ancak bunlar geçici önlemlerdi. Asıl olarak Kürt aşiretlerine karşı iyi planlanmış bir iskân siyaseti uygulanıyordu.
1915’in bahar avlarında başlayan Ermeni tehciri yaz aylarına geldiğinde Doğu’da hemen hemen tamamlanıyordu. Rusların Doğu’dan Osmanlı topraklarına girişi ile birlikte Kürtlerin sevk ve iskânında yeni bir dönem başlıyordu. 1916’nın baharından itibaren kapsamlı bir göç ettirme harekâtı devreye sokuluyordu. Rus ordusunun önünden kaçan Kürtlerin Batı’ya iskânı düşünülüyordu. Ancak bu illerde daha önce iskân edilen Kürtlerin sayısı, yerli Türk ahali ile ilişkileri, kendi aralarında hangi dili konuştukları, Türkçeye aşina olup olmadıkları, adet ve lisanlarını muhafaza edip etmedikleri araştırılıyordu. 26 Ocak 1916 tarihinde Talat Paşa; Konya, Kastamonu, Ankara, Sivas, Adana, Aydın ve Trabzon vilayetleriyle Kayseri, Canik, Eskişehir, Karahisar ve Niğde mutasarrıflarına bu konularda bilgi isteyen şifreli bir telgraf gönderiyordu(1). Talat Paşa, 2 Mayıs 1916 tarihinde Diyarbekir vilayetine çektiği şifreli telgrafta ise “Kürt mültecilerini Urfa, Zor gibi haval-i Cenubiyyeye göndermek kesinlikle caiz değildir. Bunlar oralarda ya Araplaşmak veyahut milliyetlerini muhafaza etmek suretiyle yine gayr-i müfid ve muzır bir anasır (unsur) halinde kalacakları cihetle (…) sevk ve iskânları lazımdır” diyordu. Talat Paşa, iskân siyasetinin ince hesaplanmış bir stratejiye dayandığını yine aynı şifreli telgrafındaki şu sözlerle ortaya koyuyor: “Kürt mültecilere gittikleri yerlerde aşâir (aşiret) hayatını yaşamamak ve milliyetlerini muhafaza edememeleri için aşiret reislerini behemehal efraddan ayırmak lazım geldiğinden bunlar arasında ne kadar zi nüfuz, eşhas (şahıslar) ve rüesa (reisler) var ise efraddan bilatefrik (ayrılarak) Konya, Kastamonu vilayetleriyle Niğde ve Kayseri sancaklarına ayrı ayrı sevk edilmelidir.” Talat Paşa’nın telgrafında verilen emir gereği Kürtler çeşitli özelliklerine göre ayrıştırılarak iskâna tabi tutulacaktı:
“Müşak-ı sefere tahammülü olmayan alil ve ihtiyarlar ile kimsesiz ve fakir kadın ve çocuklar Maden kasabasıyla Ergani ve Behramaz nahiyeleri gibi Türk köyleri bulunan mahallerde ve Türkler arasında müteferrikan iskân ve iaşe edilecektir(2).” Bu iskân faaliyeti merkezi bir biçimde yürütülecek ve verilen emir gereğince Dâhiliye Nezareti sürekli bilgilendirilecektir. Dâhiliye Nazırı Talat Paşa bu telgrafla ayın gün Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya da bilgi veriyor ve “Vilayat-ı Şarkiye”den gelen Kürt mültecilerin, “Kürt ve Araplarla meskun bulunan mahallerde iskânının muvafık görülmediği”ni bildiriyordu. Talat Paşa 4 Mayıs 1916’da Urfa, Maraş, Antep mutasarrıflıklarına gönderdiği bir başka şifreli telgrafta, “evvelce gönderilen Kürt mülteciler varsa bunları toplu olarak bir arada iskân etmeyip” yaşadıkları göçebelik hayatı ile “lisan ve adetlerini terk etmek ve müfid bir unsur” haline gelmelerini sağlamak için şeyh, aşiret reisi ve imamların kasabalarda diğer aşiret mensuplarının ise “ikişer üçer haneye bila-tefrik livanın şimaline (sol tarafı, kuzeyi tesadüf eden Türk köylerinde” dağınık bir biçimde iskânını emrediyordu.
İskân siyasetinin yanı sıra 1. Dünya Savaşı döneminde Rus ilerlemesine karşı, 3. Ordu bölgesi içinde aşiretlerden oluşan, eski Hamidiye Alaylarının devamı mahiyetinde, ihtiyat Süvari Alayları örgütleniyordu. İttihatçılar Abdülhamit dönemi siyasetlerini sürdürüyorlardı.
“Aşâir ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi”nin 4 Mayıs 1916 tarihli şifreli telgrafı ile Kürtlerin iskân edilmek üzere gönderildikleri tüm vilayet ve mutasarrıflıklarına şu emir veriliyordu: “Rüesa ile efradı-ı aşair tefrik edilecek ve sahib-i nüfuz rüesa icabına göre vilayet, liva veyahut kaza merkezlerinde iskân olunacak. Ve efrâd-ı aşâir mütferrik suretde ve hiçbir vakit yerli ahalinin yüzde beşini tecavüz etmemek üzere köylere tevzi ve oralarda iskân olunacaklardır.”
Bu siyaset, İttihat ve Terakki’nin temel stratejik hedefleriyle bağlantılıydı. Avrupa topraklarının %83’ünü, nüfusunun %69’unu Balkan savaşlarında yitiren Osmanlı Devleti içüı son toprak parçası Anadolu idi. Balkanların kaybı tüm imparatorlukta sarsıcı etkiler yaratırken İttihatçı kadronun stratejilerini biçimlendirmede temel unsurlardan biri oldu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Milli Mücadeleye katılan, tümen ve kolordu komutanlarının yüzde altmışının Balkan kökenli olması kayda değer(3). Elde kalan son toprak parçasının korunması ve Alman emperyalizminin savaş planlarıyla uyumlu bir biçimde yayılma adına nüfusun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekiyordu. Böyle bir “bütünleştirme” için savaş koşullarından alabildiğine yararlanılıyordu. İttihat ve Terakki, savaş ortamının “mecburiyetleri” doğrultusunda nüfus hareketlerini ustaca kullanıyordu. Karıştırma, birleştirme, eritme ve temizleme yöntemleri iç içe geçiyordu.
İskân siyaseti “ulus” inşa sürecinin bir parçası olarak değerlendiriliyordu. “Türkleştirme” sayesinde yaratılacak bir çoğunluğu hammadde olarak kullanarak, Türk milliyetçiliğinin gecikmişliği telafi edilecekti. Yunan, Balkan, Ermeni ayrılıkçılığının peşine takılan bu geç milliyetçilik, Pan Türkçü mitoloji ile sakatlandı. Uzaktaki Türkleri kapsayan bir siyasi kurgu ile beslenen temelsiz ve özünde Alman emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek bu mitoloji Anadolu’ya parçalanma tohumlan ekiyor ve “bütünleşme” boş bir hayale dönüşüyordu. Bu siyasetin arka planında ise Rum-Ermeni burjuvazilerinin yerine ikame edilen Yahudi ve Müslüman kökenli “daha az komprador burjuvazi”nin ve bu amaçla askeri-bürokratik aygıtı kapitalist birikim doğrultusunda seferber eden ittihatçı kodamanlarla, Alman emperyalizminin çıkarları vardı.(4)”
Bu iskân siyaseti büyük bir beşeri kriz tablosunu ortaya çıkarıyordu. “Bütünleştirme”ye değil daha yoğun tepkiler temelinde ayrışmaya hizmet ediyordu. Kolera, bulaşıcı humma ve tifodan dolayı büyük bir can kaybı yaşanıyordu. Yem kıtlığı, istimlaklar, göç ettirmedeki düzensizlikler Kürtlerin ekonomik yaşamlarının temeli olan hayvancılığa büyük zarar veriyordu. Rusya’nın Kafkasya Ordusu’nun 1916 yılının sonbaharına kadar 250 km ilerlemesi büyük can ve mal kaybına yol açıyordu. Bölgede büyük bir açlık tehlikesi baş gösteriyor, biriken tepkiler, “Rus ve İngiliz ordularının Irak’ta Türklere karşı” sağladığı askeri galibiyetlerle birlikte Kürt isyanları için “özendirici” etki yapıyordu. 1917 yılında Musul dağlarında, Ubeydullah Nehri’nin torunu Seyyid Abdullah önderliğinde bir ayaklanma patlak veriyor ve Abdullah hemen Rusya’dan yardım isti- yordu. Bu arada Süleymaniye bölgesinde, İngiliz emperyalizminin desteklediği Mekke Şerifi Hüseyin ile temas kuran Şeyh Mahmud Berzenci isyan ediyordu. 1917 yaz aylarında Dersim, Harput, Bohtan, Mardin vc Diyarbakır bölgelerinde, sonbaharda ise Bitlis’te Kürt isyanları patlıyordu. 1917 yılının başlarında Kafkasya Cephesi’nde ve Mezopotamya’da bulunan ikinci, üçüncü, altıncı ordu saflarında savaşın başında 25 bin Kürt asker bulunmaktayken bu sayı savaş sonunda hiç denecek noktaya iniyordu. Irak’ta bulunan 6. ordunun savunma gücünü Kürtlerin firarları oldukça etkiliyordu.
Rus Komutanlığı ile görüşen Yusuf Kamil Bedirhan’ın girişimlerinden bir sonuç çıkmıyordu. Ancak, Kasım 1917’de İngiliz birlikleri Tikrit’e ulaşıyorlar ve Bağdat ile Musul’a çıkan yolu yarılamış oluyorlardı. İngilizlerin nihai hedefi, petrol yatakları açısından zengin ve stratejik açıdan önemli Musul vilayetini ele geçirmek için, kuzey yönünde mümkün olduğu kadar fazla ilerlemekti. Ancak bunun gerçekleşmesi için, Türkiye’ye karşı tepkilerini belirten ve Kuzey Irak’ın tüm dağlık kesimlerini kontrol altında tutan Kürt aşiretlerinin desteğinin sağlanması gerekiyordu. Çok sayıda İngiliz ajanı 1917–1918 yıllarında Kürt ve Arap aşiretleri arasında cömertçe hediye ve rüşvetler dağıtarak yoğun propaganda faaliyetinde bulunuyorlardı.
Britanya Başbakanı Lloyd George, “Propaganda Bürosu “na özellikle Türklere karşı daha fazla yoğunlaşma emri veriyordu. Büroya verilen görev üzerine, gizli bir anti-Türk program yürürlüğe konuyordu. Belirlenen konular şöyle özetlenebilir:
“İngiltere’de, tüm müttefiklerimizde ve kısmen de tarafsız ülkelerde Türkler gitmeli kampanyası düzenlemeliyiz. Eğer Türkiye’nin mevcut şekli ortadan kalkarsa Almanya’nın savaşa girmesindeki ana hedefi olan Doğu’ya Doğru yayılma (drang nach osten) başarısızlıkla sonuçlanır. Almanya’nın savaşa girmekteki temel nedenlerinden biri ortadan kalkar. Müttefiklerimiz ve tarafsızlar ile bazı barış kavramlarımız konusunda zorluklar yaşayabiliriz, fakat Türkiye’nin olumsuz pozisyonu; üzerinde birliği sağlayabileceğimiz bir noktadır. Vurgulamamız gereken nokta ise;
Küçük Asya ve Mezopotamya’nın sahip olduğu refah ve tarihi zenginlikler; Türklerin ticari ve sosyal ilerleme üzerindeki olumsuz etkileri;
Türklerin egemenliklerinde yaşayan toplulukları yönetim bazında sindirmekteki yetersizlikleri ve başarısız yönetimleri. Buradan hareketle Yahudi, Ermeni, Suriye ve Balkan halklarının yakın tarihte maruz kaldıkları muamelenin bir envanteri ile birlikte tarihi bir tartışma başlatmalıyız.”(5) Savaş boyunca, İngiliz propagandası Dışişleri Bakanlığı’nın kontrolünde gerçekleştiriliyordu. Bakanlık, 1914 yılında Wellington House’ta Savaş Propaganda Ofisi’ni kuruyordu. “Wellington House” İngiliz hükümeti görevlileri ile akademisyenleri, Arnold Joseph Toynbee gibi en parlak beyinleri bünyesinde topluyordu. Bu büro Araplar, Kürtler ve Musevileri de kapsayan propaganda çalışmaları temelinde, 17 dilde iki buçuk milyon kitap ve 1160 broşür yayınladığını 1919 tarihli raporunda belirtiyordu. 1916’da ise basılmış yayın sayısı yedi milyondur.(6) İngiliz emperyalizmi, Fransa ve Rusya ile Ortadoğu’nun savaş sonrasında paylaşılması konusunda anlaşıyorlardı. Bu gizli anlaşmalar Türkleri özellikle hedefleyen bir propaganda faaliyetini gündeme getiriyordu. İngilizler daha 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında, Kürtlerle ilgili olarak Londra’da yayımlanan gazetelerdeki bazı haberleri, beyanname şekline getirerek kullanıyorlardı. Emir-komuta zincirini bozmak amacıyla 29 Temmuz 1915’te Kuzey Grubu Komutanlığı Mıntıkasında da Kürtleri hedefleyen propaganda broşürleri kullanılıyordu.(7)
İngilizlerin Irak’taki işgal yönetimi Mahmut Berzenci ve Şeyh Taha ile ilişkiler kuruyor, ayrıca bu ülkedeki ilk sivil komiser Percy Cox’da Haziran 1918’de Kürt Şerif Paşa’yla görüşüyordu. Paşa İngiliz emperyalizmine bağlılığın kendine “Kürdistan Krallığı” yolunu açacağı inancındaydı. Paşa İttihat ve Terakki’ye Almanya taraftarlığı nedeniyle büyük nefret besliyor; bu çerçevede “muhalif” bir akımı, yayını, kişiyi İngilizci olması koşuluyla destekliyordu. “İştirakçi” Hilmi’nin “Osmanlı Sosyalist Partisi”nin kuruluşunda da Kürt Şerif Paşa’nın etkisi büyüktür. Emperyalist bir büyük güce dayanma anlamında, “sol” saflara uğursuz bir miras bırakan ve batı sömürgeciliği ile uzlaşmayı “sosyalizm” örtüsü altına saklayan Hilmi’nin partisini diğer destekleyen isim Yahudi Vitali Efendi’dir.(8) Hilmi’nin “Sosyalist Partisi” ve yayınları İngiltere çizgisindeydi. Şerif Paşa partiyi ve yayınları finanse ediyordu. Ayrıca, “muhalif” akım, örgüt ve kişilere para aktarma işlerini yöneten özel sekreteri Pertev Tevfik’te “Osmanlı Sosyalist Partisi”nin kurucuları arasındadır. Yine bu partinin kurucularından Ali Namık da Kürt Şerif Paşa’nın adamıydı.
“Osmanlı Sosyalist Partisi”nin Paris Şubesi de Kürt Şerif Paşa’nın kurduğu “Osmanlı Islahat-ı Umumiye” partisi ile ortak cephe kuruyordu. Şerif Paşa ve Vitali Efendi İngilizlerle ilişkilidir. “İştirakçi” Hilmi”nin “Osmanlı Sosyalist Partisi” de İngiltere ile uyumlu bir siyasetten yanadır. Hilmi Selanikli Yahudi Sosyalistlerle de yakın bağlantılara sahiptir. Onlar da İngilizlere yakın bir dış politikadan yatladırlar. Diğer yandan İngiltere taraftarı Hürriyet ve İtilafta Osmanlı Sosyalist Partisi “ile birleşmede sakınca görmemiştir.”(9) Mütareke yıllarında da Hilmi’nin İngiliz istihbaratıyla ilişki kurduğu iddiaları vardır.
İngiliz istihbarat ve propaganda aygıtı ile içli dışlı olan Şerif Paşa’nın dönemin en büyük emperyalist gücüne yakın bir çizgide “sol” bir yapılanmaya finansal destek sağlaması, en yakın adamlarını bu partiye kurucu olarak sokması, günümüze akan çizgide Avrupa emperyalizmiyle uzlaşma yanlısı “sol” akımların başlangıcına işaret ediyor.
“Türklerle Almanların yoğun karşı propagandasına rağmen, İngilizler Mezopotamya’da Kürt aşiretlerinin çoğunluğunun desteğini ya da samimi tarafsızlığını sağlamayı başardılar. Bu, bütün ülkenin ele geçirilmesini, özellikle bu kampanyanın sonunda, 1918 yılının sonbaharında Musul’a doğru ilerlemeyi kolaylaştırdı. Ne var ki, İngiliz askerleri Irak Kürtlerine, dünya politikası konusunda pek bilgili olmayan kimi reislerin, umut ettiği gibi kurtuluşu değil, yeni bir köleliği getirdiler. İngiliz sivil ve askeri yönetimi Kürtlerle temaslarının daha başlangıcında Kürtlerin nüfuzlarını ve haklarını sınırlandırmak, eylemlerini kendi plan ve çıkarlarının güdümüne almak uğrunda çaba harcadı.”(10)
İngilizlerin bu çalışmalarını Kasr-ı Şirin’deki Rus ajanı Levkievsky, “İngilizler Kürdistan’da etkilerini gayet başarılı olarak uyguluyorlar(…) askerlerimizin İran’dan çekilmesinden sonra onlar, bütün bölgelere gayet sağlam şekilde yerleşiyorlar diyor ve bu faaliyetin Mezopotamya’yı denetlemekle ilgili olduğunu vurguluyordu. İngiliz istihbarat ve propaganda aygıtının bölgedeki başarılı çalışmaları üzerine Ruslar da Kürt aşiretleriyle ilişkilerini geliştiriyorlardı.
1917 yılının Haziran ayında Tahran’daki Rus elçiliğinde görevli istihbaratçı Albay Zaharçenko, Kürt aşiretlerle ilişkileri düzenleme ve “Türkiye Kürtlerinin ulusal kaderlerini tayin, mücadelesine yardım etme göreviyle İran Kürdistan’ın güneyine gönderiliyordu.(11) 27 Kürt aşiret reisinin katılımıyla 4 Eylül 1917 günü Zaharçenko yönetiminde bir Rus-Kürt Kongresi toplanıyordu. Bu kongreye General Baratou gibi önemli mevkide bir şahsiyetin de katılması dikkate değer. Rusya bu kongrede kendi çıkarları adına Kürt aşiretlerinin birleştirilmesini savunuyordu. Ancak Ekim devrimi ile birlikte Rus istihbaratının bu teşebbüsleri yarım kalıyordu.
1. Dünya Savaşı Kürt toplumunun; ekonomik ve politik geri kalmışlığını, sosyal parçalanmışlığını iyice derinleştiriyordu. İdeolojik-politik ve askeri zayıflığa eklenen feodal çıkarların çelişkileri Kürtleri emperyalistler arası mücadelede stratejik bir araca dönüştürüyordu.
I. Dünya Savaşı’na açılan süreçte dünyanın en büyük emperyalist gücü İngiltere; Cebel-i Tarık, Malta, Girit ve Kıbrıs üzerinden geçip, Kahire-Süveyş’e oradan da Şam ve Bağdat’a kadar uzanacak bir hattın denetimi peşindeydi. İngiltere, Afrika ve Asya’da edindiği sıçrama taşlarına dayanarak Avustralya’yı da kapsayan bir vay oluşturmak, Akdeniz ve Hindistan denizlerini bu yayın içine alarak, birer İngiliz gölüne dönüştürmek stratejisini izliyordu. 1704’de Cebel-i Tarık’ı, 1814 yılında Malta Adasını işgal eden İngiltere 1875’te Süveyş’in, 1881’de Kahire’nin denetimini ele geçiriyordu. Bu tabloda 1. Dünya Savaşı öncesinde Şam ve Bağdat eksikti. Bu iki şehir ve onlara bağlı olan bölgeler yani Suriye ve Irak’ta biçimsel bir Osmanlı egemenliği vardı. Ancak bu ülkelerin giriş kapısı sayılan yerler başta Kuveyt olmak üzere 1. Dünya Savaşı öncesinde İngiliz hâkimiyetine giriyordu. Bu kapıların en önemlisi ise İngiltere’nin 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında hileyle ele geçirdiği Kıbrıs’tı. İngiltere sömürgeci sisteminde “tacın incisi” olan Hindistan’a ulaşım yollarını koruma siyaseti çerçevesinde, 1831 de Sukutra Adasını, 1835’de de Aden’i egemenliğine alıyordu. O tarihten itibaren İngiltere, Suriye üzerinden Mısır’da etkili olabilecek Osmanlı tehlikesine karşı bir set oluşturmak amacıyla Sina Çölü’nün en stratejik merkezi sayılan Akabe kasabasını dâ denetim altına alıyordu. Böylece Akabe, Aden Körfezi ve Sukutra Adasından sonraki adımı atmak mümkün oluyor. 1861’de Bahreyn Adalarının işgalini, Kuveyt’in denetimi izliyordu. 1. Büyük savaş öncesinde İngiliz emperyalizmi tüm Avrasya’yı kuşatan bir strateji izliyordu. İngiltere’nin Doğu’ya genişleme ve etki alanları yaratma siyaseti uzun bir döneme yayılıyordu. Son derece titiz planlanan açık, belirgin ve kapsamlı bir emperyalist strateji izleniyordu. İngiliz egemenleri, Akdeniz’in batı sınırından Okyanus’a kadar uzanacak bir hattın denetimi peşindeydiler. Hindistan ile Avustralya arasında bulunan Malaka ile Hint Denizinin üçüncü kapısı olan Malaka Boğazı’nın İngiliz egemenliğine girmesi ve Osmanlı Asyası’nın, İran topraklarından geçerek güvenli bir yol ile Hindistan’a bağlanması planlanıyordu.
İngiltere, dünyayı çepeçevre kuşatacak zincirin halkalarını tamamlamak için Osmanlı topraklarına ihtiyaç duyuyordu. Mısır’ın Doğusundan İran’a kadar yayılan Osmanlı topraklarında hâkimiyet yüzyıllık İngiliz stratejisinin temel dizgesiydi.
Mısır ile Hindistan arasında ulaşım olanaklarının sağlanması İngiliz emperyalizmini Asya’nın zenginliklerinde tek söz sahibi haline getirecekti. Bu amaçla, Arabistan, Güney İran ve Aşağı Fırat-Dicle bölgesi ile Bağdat İngiltere’nin egemenliğine girmeliydi. Nil Vadisi ve Viktorya Gölü’nden, Arabistan, Mezopotamya, Güney İran, Afganistan ve Hindistan üzerinden, Malaka Boğazı’na kadar uzanan ve Hint Denizini bir İngiliz gölüne dönüştürecek bir sömürgeci plan İngiliz stratejisinin özüydü(12) Bismark, “İngiltere ekmeğe ne kadar muhtaç ise, Mısır’a da o kadar muhtaçtır” diyordu. Çünkü İngiltere’ye akan gıda maddelerinin yarısı Süveyş Kanalı ve Akdeniz üzerinden taşınıyordu. Mısır yine Bismark’ın değerlendirmesiyle: İngiltere İmparatorluğu’nun, Büyük Britanya adalarında olan “beyni ile omuriliğini oluşturan sömürgeleri arasında ensesi konumundadır.”
İngiliz stratejisi, Türkiye sınırlarındaki kapıların anahtarının İstanbul’da değil Londra’da olmasına dayalıydı. Bu bağlamda İngiliz emperyalizmi, Fransız ve Alman emperyalizmleri ile büyük çekişme halindeydi. 1. Dünya Savaşı öncesinde, Bağdat Demiryolu projesi, Ermeni ve Kürt Sorunları ortak temelde gelişiyorlar ve ağırlıklı olarak da İskenderun limanının denetimi üzerinde yoğun bir emperyalist rekabet yaşanıyordu. Mısır, Afrika, Kuzey Amerika, İngiltere ve Akdeniz’le en kısa ticaret yolu İskenderun-Basra hattıdır. Avrupa’nın tüm sanayi ürünlerinin İskenderun Limanı’ndan Hindistan’a, Çin’e gideceği değerlendirmesiyle müthiş bir emperyalist rekabete konu oluyordu. Yine Irak, Hindistan, Çin, Japonya ve Diğer Asya ülkelerinin ihraç mallarının da İskenderun limanından taşınacağına ilişkin ortak bir projeyi tüm sömürgeci güçler paylaşıyordu. “Dünya da başka hiçbir liman bu işlevi göremezdi.” Bu limana ilişkin şiddetli rekabet “Doğu Sorunu’nun önemli bir parçasıydı. Söz konusu rekabette Fransa İngiltere ile ortak hareket ediyor ve bu durum Fransız sömürge siyasetçilerinin tepkisini çekiyordu. Savaş öncesinde yapılan şu tespit dikkate değer: “Dünyanın zenginliklerini sağlayan Yakın Doğu, doğrudan doğruya Fransa’nındır. Çünkü doğu, bir kredi talep bölgesidir ve bu talebi de Fransa’dan başka hiç kimse karşılayamaz(…) Fransa hiçbir hakkını, dahası servetini bile kullanmayı bilmiyor. Son dönemlerde müttefiki İngiltere, Fransız servetinin yöneticisi olmaya başladı.” (ABD’nin İskenderun limanı üzerindeki büyük ısrarının derin kökleri bu bilgiler ışığında netlik kazanıyor.)
Alman emperyalizminin Von Der Goltz Paşa’nın anlatımıyla çizdiği Türkiye programı ise daha sonraki uygulamalar düşünüldüğünde kurucu bir iktidar stratejisinin 1. Dünya Savaşı öncesinde saptandığını ortaya koyuyor: Paşa, devletin, “bütün çaba ve gayreti, Türk unsurunun mutlak çoğunluğa sahip olduğu ve buna bağlı olarak Türkiye’nin üzerinde kesinkes itiraz kabul etmez mülkiyet hakkı iddia edebildiği” Anadolu coğrafyasına dayanmasını savunuyordu. Goltz, ‘Türkiye Asya’ya çekilerek Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlık ve çekişmelerin etki çemberinden olabildiği kadar uzak kalmalıdır” tespitini yapıyordu. “Arap sorununun çözülmesi”ni önemli bir koşul sayan Goltz, Türkiye’nin bir “Asya Devleti özelliğiyle tekrar hayat ve canlılık kazanması” için, “Bir Osmanlı askeri diktatörünün demir yumrukla iç anlaşmazlıklara son vermesi ve ona karşı gelenleri mahvetmesi ve yok etmesi” ve “Yeni Türkiye’nin dost olduğu milletlerden deneyimli memurları getirmesi ve idari birimlerin köklü bir şekilde yenilenerek örgütlenmesi”ni öneriyordu.(13)
Kürtlerin Refahı İçin Çalışan Büyük Britanya Hükümeti
Rus ve İngiliz birliklerine karşı savaşmak üzere Irak ve İran’da aşiretlerden “Seyyar Kuvvetler” oluşturuluyordu. 1914 yılı Aralık ayının ilk haftasında Kurna’nın İngilizlerin eline geçmesi üzerine, 38. Tümen Komutanlığı’na “Teşkilat-ı Mahsusa”nın “Mücahidin” kanadından Süleyman Askeri Bey getiriliyordu. Süleyman Askeri Bey, Fethi Okyar, Mustafa Kemal, Enver Paşa ile birlikte Trablusgarp’ta gerilla savaşı veren grubun içindeydi. Eylül 1913’de kurulan “Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatası”nda yani Osmanlı topraklarında ilan edilen ilk “Cumhuriyet’te Genelkurmay başkanı ve Hükümet başkanı olarak görev alıyordu.(14) Bu gerilla savaşı ustası, “Teşkilat-ı Mahsusa” üyesi cesur subay Irak’ta hızla aşiretleri örgütlüyordu. 3 Ocak 1915’de üç alaydan oluşan “Sahrıca” müfrezesini kuran Süleyman Askeri, Kafkasya’da özel harekâtlar da bulunmak üzere hazırlanan 600 kişilik “Osmancık” taburu ile birlikte Dicle ve Fırat grubunu oluşturuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın Irak’ta Kürt ve Arap aşiretlerini örgütleyerek İngilizlere ve Ruslara karşı savaşması, 1920’lere akan çizgide Özdemir Albay gibi Teşkilat-ı Mahsusa’cıların askeri- siyasi harekâtlarına ortam hazırlıyordu. Süleyman Askeri Bey ise 1915 Nisan ayındaki Şuayyibe Muharebeleri sonrasında şehit oluyordu(15).
İngiliz işgali, Irak’ta köklü ilişkilere sahip Türk istihbaratının, Kürtler ve Araplar arasındaki çalışmalarını önleyemiyordu. 1919’un ikinci yarısından itibaren İngiliz işgaline karşı koymak amacıyla Kürt önderlerin askeri-politik gücünü harekete geçiren Türkler, Simko ile anlaşıyorlardı. İngiliz emperyalizminin Yakındoğu’da uydu Kürt ve Ermeni devletleri kurma girişimleri kısa ömürlü oluyordu. Güney Kürdistan’daki ilk girişimlerin başarısızlığında, “Bolşevizm’in Yükselişi”nin de etkisi vardı. Bağımsız bir Kürt devletini “Bolşevik tehdidine karşı bir engel” olarak öngören İngiliz işgal yönetimi, Kürt halkının koloni rejimine karşı genel protestosu ile sarsılıyordu. İngilizlerin korkusu büyüktü. Rusya’daki devrim ile ilgili haberler sadece okur-yazar Iraklılar arasında değil aralarında Kürtlerin de bulunduğu geniş halk kesimlerinde de yayılıyordu. 1919 yılının ikinci yarısından itibaren gelişen tepki dalgası, sonbaharda Kuzey Irak’ın Akra bölgesinde isyana dönüşüyordu. Zibari ve Barzan aşiretleri isyan ediyorlar, Şeyh Ahmet Barzani öncülüğünde Kürtler Akra’yı ele geçiriyorlardı. Burada İngiliz subaylarını öldüren isyancılara Pişderlerin başı Babekr Ağa da(16) yardımcı oluyordu. Bu isyan Türkler tarafından da destekleniyordu. Bu isyan İngiliz ceza müfrezeleri tarafından bastırılıyordu.
Aynı zamanda Amediya, Revanduz, Bahdinan çevresinde de dalgalanmalar oldu. Surçi, Soran aşiretleri ile Goyanlar isyana kalkıştılar. Bu hareketi bastırmak için İngiliz subaylarının komuta ettiği Asuri (Nesturi) Alayı’da kullanılıyordu. Bu, İngiliz emperyalizminin Irak’ta böl ve egemen ol politikasının ilk örneğiydi. 1. Dünya Savaşı koşullarında, Nesturilere yönelik büyük katliamlar yapıldı. Alman emperyalizminin akıttığı silahları, düzensiz Kürt aşiret birliklerine veren İttihatçılar ayrıca Nesturilerin arazilerine el konulmasına sessiz kalıyorlardı. 40 bin kadar Nesturi ya göç ederken ya da Kürt aşiret birliklerinin saldırıları sırasında yaşamını yitiriyordu. Ancak, İtilaf emperyalistlerinin de Nesturi (Asuri) toplumunu kışkırttıktan sonra kaderi ile baş başa bıraktıkları belirtilmelidir. Savaştan sonra Mar Şamun’un kız kardeşi İngiliz yetkililere yazdığı mektupta: “Türkiye’de yaşayan Asur ulusu İtilaf devletlerinin Türklerle mücadelelerinde yardım etmiştir ve Türklerden büyük zararlar görmüştür. Amadiye ve Botan’dan Gavvar ovasının, Şemdinli’nin ve Harifta dağının kuzeyine dek bizim olan topraklara yerleştirilmek istiyoruz. Bu Türk otoritesinden tamamen bağımsız ve Büyük Britanya’nın hamiliği altında yapılmalı, ” diyordu.(17)
İngiliz emperyalizmi Nesturi (Asuri) halkının biriktirdiği tepkiden yararlanmak amacıyla “Levi” birlikleri kuruyor ve bunları Kürtlerle Arapların üzerine sürüyordu. 1919’da başlayan bu isyan dalgasında İngilizler iki binden fazla kayıp veriyorlardı. “İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri” (RAF) Kürtlere ve Araplara karşı zehirli gaz kullanıyordu. Kısaca 1919 yılı, İngilizler tarafından işgal edilen Irak’ta Kürtlerin ve Arapların “yeni kralların” gelişini düşmanca karşıladığını gösteriyordu. Babekr Ağa, Adile Hanım, Seyit Taha gibi feodal liderler dışında Britanya sömürge yönetimi hiçbir önemli güce dayanmıyordu. Irak’taki sömürge yönetimine karşı Arap ulusal hareketinin yükselişi İngiltere’yi iyice sıkıştırıyordu. Kürtlerin ve Arapların ortak bir düşmanı vardı: Britanya sömürgeciliği. Bu ortak düşman her iki halkın anti-sömürgeci mücadelede yakınlaşmasının nesnel temeliydi. Irak’ta Kürt-Arap isyanı 1920 yılının yaz ve sonbaharında iyice yoğunlaşıyordu.
Bu isyan sadece bir “Arap isyanı” niteliğinde değildir. Kürtlerin bu isyana katılmakta çekingen davrandıklarına ve Arapların “ulusal taleplerine” sıcak yaklaşmadıklarına ilişkin olarak İngiliz politik-istihbarat subaylarının abartılı ve kasti yaklaşımları Batılı kaynaklarda yer alır. Oysa 1920 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Revanduz, Et bil çevresinde harekete geçen Kürtlere, Akra bölgesinde yaşayan Surçi aşireti yeniden isyan ederek katılıyordu. Bu isyanın bastırılmasına “Asur Levi” birlikleri de katılıyordu. Arap isyanına Hanekin, Kifri, Ribat’ta yaşayan Kürt aşiretleri de katılırken, İngiliz petrol tesislerine saldırılar düzenleniyordu. Hareket, Kürtlerin yaşadığı en güneydeki Mandali bölgesine kadar yayılıyordu. Böylece Irak Kürtleri 1920 yılındaki anti-sömürgeci isyana aktif olarak katılıyorlardı. Bu isyan bir Arap-Kürt isyanıydı. Ayın amaçta birleşen bu anti-sömürgeci direniş hareketinin amacı İngiliz emperyalizmini Iraktan kovmaktı. Ancak feodal parçalanmışlık içindeki Kürtler, emperyalistlerle işbirliği içindeki bazı liderler yüzünden iç bütünlükten yoksun kalıyorlar ve Arap kardeşleriyle birleşmekte yetersizlikleri ölçüsünde İngiliz sömürgecilerin Arap bölgelerinde iktidarlarını güçlendirmeleri kolaylaşıyordu. İngiliz emperyalizmi kendi çıkarları temelinde Kürtlere hep düşmanca yaklaşıyordu.
İngiliz işgal yönetimi anti-Kürt, sömürgeci niteliktedir. Irak Yüksek Komiseri Arnold Wilson’dan sözde “Kürt dostu” Noel’e kadar farklı yöntemleri savunan İngiliz yetkililerin özde siyasetleri aynıdır. Britanya politik subaylarının denetiminde, aşiret reislerinin desteğini oluşturmak. Ortadoğu’nun bu problemli bölgesinde İngiliz idaresinin yükünü hafifletmek için etnik ve dini çelişkilere zemin hazırlamak -İngiliz yönetici çevreleri Kürtleri, Afgan- Puştun (Patan) bölgelerini model alarak değerlendiriyorlardı. Londra, Kürtleri bölmek ve denetimleri altında tutacak siyasi bir statü oluşturmak amacındaydı. Afganistan’da uyguladıkları şiddeti 1919’da Irak’ta da tekrarlayan İngiltere, Kuzeybatı Hindistan’daki tecrübesinden yararlanıyordu. Ayrıca böl-egemen ol siyasetleri çerçevesinde Bakuda ve Diyala’ya yerleştirilen Nesturi (Asuri) topluluğundan “Levi” adlı silahlı müfrezeler oluşturularak Kürtlerin üzerine sürülüyordu.
13 Haziran 1919’da Bağdat’ta, Arnold Wilson tarafından hazırlanan rapor da, Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak yapılan değerlendirmede Kürtlerin Britanyacı ve Türkiyeci iki partiye bölündükleri vurgulanıyordu.(18)
Wilson’un tespitine göre Türkiyeci Kürt “parti”sinin başarılı olması halinde İngiltere’nin himayesinde Ermeni ve Kürt devletlerinin “tabanı çökecektir. İngiliz emperyalizminin anti-Kürt yaklaşımlarına göre: İran’da Londra’ya bağlı Tahran hükümeti” Kuzey Irak’ta İngiliz sömürge yönetiminin kuklaları, Türkiye’de ise İngiliz denetimindeki Kürt feodalleri sorunun çözümünde temel araçlardır. Bu arada Noel, Kürt “milliyetçileri”nin eğitim için İngiltere’ye gönderilmelerini öneriyordu. “Uysal” Kürt önderleri aracılığıyla bir “Kürdistan”ın İngiliz çıkarlarına hizmet edeceğini savunan İngiltere’nin üst düzey Irak yetkililerinden Edmonds, Seyyid Taha ve Babekr Ağa gibi işbirlikçi feodallerin maaşa bağlanmasını savunuyordu.
İngiliz emperyalizminin anti-Kürt bakış açısı, 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarması ve işgale başlamasıyla daha karmaşık bir çerçeveye oturuyordu (bu dönemi ve sonrasını Barbarlığın Kaynağı: Petrol kitabında ayrıntılı bir biçimde ele aldığım için bu bölümde kısa değinmelerle yetiniyorum.) Tüm bu gelişmeler, Türkiye’de boyutlanan ulusal direniş ile Irak ve İran’daki Kürt ve Arap hareketlerini ortak dinamiklerde buluşturuyordu. Anti- Sovyet ve Anti-Kürt “Daşnaksutyun’un bir “Ermeni Devleti” için harekete geçmesi, Türkiye’nin Kürt bölgelerinde yoğun tepkileri ortaya çıkarıyordu.
Diğer yandan İngiliz sömürge güçleri, himaye altında “bağımsız” Kürt devletlerinden oluşan bir tampon bölgeler kuşağı yaratma siyasetine yöneliyorlar- dı. İngiliz emperyalizmine biat eden Kürt feodalleri liderliğinde stratejik ve ekonomik merkezden yoksun bir “Kürdistan” gerçekliği oluşturmak İngilizlerin hedefidir. Hindistan’ın merkezden uzak kuzeydoğu, kuzeybatı ve kuzey bölgelerinde uyguladıkları politikayı Kürtler üzerinde de denemek isteyen İngilizler, “bağımsızlık” örtüsü altında tam bağımlı bir sistemin peşindeydiler. İngiltere, Kürtlerin kendilerini yönetemeyecekleri, İngiliz himayesinin şart olduğu konusunda ısrarlıydı. Kürt sorunu ile Ermeni sorunu iç içe geçiyordu ve düğüm buradaydı. “Kürt meselesinin kalıcı bir çözüme bağlanmasının Ermeni davasını sarsacağı belliydi. Ne var ki, Kürt davası çözüme kavuşturulmadan Ortadoğu’da barışın sağlanması da mümkün görülmüyordu.”(19)
Londra Bolşevizm’in yayılmasından duyduğu korkuyla hem “Taşnak”lara hem de Kürt feodallere yakınlaşıyordu. 1 Temmuz 1920’de Irak’ta 62 Kürt aşiret reisi İngiliz himayesini talep eden bir bildiri imzalıyorlardı. Politik vaatlerin yanı sıra bu kişilere devlete ait arazilerden pay veriliyordu. İngiliz himayesi altında “bağımsızlık” isteyen bu Kürt liderler, 1920 yılı yazında patlayan Arap isyanına karşı Kürtleri kullanma peşindeki İngiltere’ye manevra imkânı sağlıyordu.
Irak’ın bu karışık tablosuna rağmen Türk direniş hareketine İsmail Ağa Simko gibi Kürt aşiret reisleri destek veriyordu. Türkiye’deki İstanbul merkezli Kürt hareketi ise emperyalistlerle pazarlık halindedir. Kahire, Beyrut, İstanbul, Paris gibi büyük merkezlerde bulunan Kürt siyasetçiler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan aşiret reisleri ve şeyhlerden kopukturlar. İstanbul’da 1919 Mayısı’nda kurulan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ise İngiliz istihbaratının yakın gözetimi altındadır.(20) 1. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, “Kürdistan’ın en sadık kurtarıcısı” olarak Rusya’ya dayanan Kürt milliyetçilerinin yanı sıra İngiliz çizgisini savunanlar da vardı. Savaştan sonra ise ABD başkanı Wilson’un 14 ilkesi ile “coşan” Jön Kürtler artık iyice batıya yönetiyorlardı. Kahire’de kurulan “Komite”nin temsilcisi sıfatıyla 1919 Kasımı’nda Paris’te yapılan “barış” konferansına katılan Şerif Paşa, eski Mısırlı Bakan, Ermeni lider Bogos Nubar Paşa ve Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyon Başkan Vekili Dr. H. Ohancanyan ile ortak bir müracaat metni imzalayarak “Büyük Barış Konferansı”na 20 Kasım 1919’da sunuyorlardı. “Birleşik Bağımsız Ermenistan ve Bağımsız bir Kürdistan’ın yaratılmasını, kurulacak olan bu devletlerin halklarımızın istekleri göz önüne alınarak büyük devletlerin yardımını alabilmesinin teminini, bu konuda karara varılmasını ve de ülkemizin tekrar gelişmesi süresince bu devletlerin gerekli olan ekonomik ve teknik yardımlarını esirgememelerini rica ederiz” diyorlardı. Emperyalizmin kontrolü altında “bağımsızlık” çizgisinin tek temsilcisi Şerif Paşa da değildir. “Bu dönemde Kürt nasyonalizminin politik tayfında İngiliz renkli Avrupa devletleri yönelimi ağırlık kazanmıştır.” Ortadoğu’ya yerleşen İngiliz emperyalizmine dayanan bir “bağımsızlık” adına Kürt milliyetçileri gerekli bedelleri ödemeye hazırdırlar. Bedirhanlar ve Şerif Paşa İngilizci bir “bağımsızlık” programını savunuyorlardı. Şerif Paşa her şeyden önce İngilizlere Kürt aşiret reisleriyle değil Avrupa’da eğitim almış, batılaşmış Kürt “aristokratlarıyla” ilişki kurmalarını öneriyordu. Bu kişiler arasından bir “divan” oluşturan Şerif Paşa ayrıca İngiliz istihbarat görevlilerinden de danışmanlık “hizmeti” alıyordu. 1919 yılının baharından itibaren Türkiye’de çeşitli düzeydeki İngiliz görevliler, İstanbul’da ve Doğu-Güney Doğu Anadolu’da Kürt liderlerle görüşmeler yapıyorlardı. Bu dönemde İngilizlerin temel amacı İttihatçılar tarafından Kürtler arasında yürütülen, Pan İslâmcı ve anti-Batıcı propagandaya karşı koymaktı.
Diğer yandan İstanbul, Doğu ve Güneydoğu, Bağdat hattında giderek güçlenen Kemalistler, İttihatçılar ve İngiliz yandaşları arasında Kürtleri kazanma adına kıyasıya bir politik mücadele yürütülüyordu. İttihatçılar Doğu Anadolu’nun pek çok şehrindeki Kürt Kulüplerini gelişen İngiliz etkisine karşı mücadele “kalesine” dönüştürüyorlardı. Kürt feodallerinin bir kısmı İttihatçılara destek veriyorlardı. İngiliz istihbaratının tanınmış şahsiyeti Getrut Bell in sözleriyle İttihatçılar Kürt Kulüplerini “Britanya askeri müdahalesi ve Ermenilere karşı mücadele kalesine çevirmek” istiyorlardı. Bu gelişmeler üzerine 1919 Nisanı’nda İngiliz istihbaratçı Binbaşı Noel Nusaybin’den Diyarbakır’a uzanan bölgeyi dolaşıyor ve temaslarda bulunuyordu. Noel, özünde tam bir “İngiliz Kürdistanı”nı savunuyor bu temelde oluşacak bir Pan Kürdizm’in yararlarına işaret ediyordu.(21)
Bu dönemde Kürtler ve Türklerin, hem dostları, hem düşmanları aynıdır. Bu durum Irak ve İran’da yaşayan Kürtleri de kapsayacak şekilde İttifak için nesnel bir zemin yaratıyordu. İstanbul’da karargâh kuran Kürt feodal-milliyetçiler “Hürriyet ve İtilaf” kadrolarından müteşekkil İngiliz taraftarı hükümetle ortak hareket ettikleri ölçüde Kemalistlerin politik karşıtları olarak görülüyorlardı. Ancak bu Kürt feodal-milliyetçilerinin Doğu ve Güneydoğu’da önemsenecek bir etkileri bulunmuyordu. Fransız ve İngiliz emperyalizminin baskıları, Ermenilere verilen destekle birlikte Güney ve Güneydoğu Anadolu’da Türk-Kürt direniş birliğinin nesnel zeminini oluşturuyordu.
Anadolu’da başlayan Türk milli mücadele hareketinin ilk döneminde İngiliz istihbaratının komploları ile karşılaşan Kemalistler bu hareketleri boşa çıkarıyorlardı. Mustafa Kemal bu noktada taktik ustalığını ortaya koyuyordu. 4-12 Eylül arasında toplanacak olan Sivas Kongresi’ni basmak üzere Harput Valisi Ali Galip, Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi, Kamuran ve Celadet Bedirhanlar ile Noel’in içinde yer aldıkları bir oluşumu politik bir avantaja dönüştürüyordu. İstanbul’daki feodal Kürt liderlerin İngiliz desteği ile ilk kez Doğu Anadolu’daki aşiret reisleri ve şeyhlerle belirgin biçimde aktif bağlar kurduğunu gözlemleyen Mustafa Kemal Türk-Kürt ittifakının temelini tahrip edecek bu girişimi önlemek üzere harekete geçiyordu. 1919 Temmuzu’nda Celadet ve Kamuran Bedirhan’ın bölgeye gelecekleri haberini alan Mustafa Kemal, Diyarbakır’da bulunan 13. Kolordu Komutanı ndan bu isimlerin tutuklanmasını istiyordu. Ancak Ali Calip Bedirhanları saklıyordu. Bu arada Bedirhanlar ve Noel birlikte bir geziye çıkarak Malatya’ya geliyorlardı. Ancak burada toplanan bir kısım Kürtler ve Bedirhanlar, Ali Galip, Halil Rahmi, Noel bir kaç el silah patladıktan sonra kaçıyorlardı. İngilizler bu dönemde, sağlam bir Kürt-Türk ittifakı ören Mustafa Kemal ile çatışmanın doğru olmayacağına inanıyorlardı. Nitekim 13 Eylül 1919’da İngiliz istihbaratından Albay Bell’in, “İngiliz hükümetinin Noel’in davranışlarından habersiz olduğu ve derhal çekileceği” bilgisi Türk yetkililere ulaştırılıyordu.(22) Bölgede milli mücadeleye karşı yaygın, etkili bir Kürt hareketi olmamasına rağmen Kemalistler, İngiliz oyunlarına, önemsiz aşiret dalgalanmalarına olayların büyüklüğü ve anlamıyla ölçülemeyecek kadar abartılı tepki gösteriyorlardı. Kürtlerin, İngiliz yönlendiriciliğinde planlı bir karşı çıkışı yoktur. Malatya’da toplanan bin kadar Kürt atlısı ise Türk askeri birliklerine doğru- dürüst ateş bile açmadan Ali Galip ve diğerleriyle beraber dağıtıyorlardı. Mustafa Kemal bu durumdan yararlanıyor ve İngiliz komploları ile kışkırtılan Kürtlerin yarattığı “tehlike”yi derhal bir devlet sorununa dönüştürüyordu. Mustafa Kemal, kendi adına yazılabilecek politik yasaların, “Kürt sorunu” konusunda ilk örneğini veriyor ve İngiliz denetiminde bir Kürt “tehlikesi”ni hem Damat Ferit hükümetine hem de İngiltere’ye karşı propaganda aracı olarak kullanıyordu. Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongreleri döneminde, Kürt sorununun gerçek anlamını ustaca kurgulayarak, hem İstanbul merkezli Kürt feodal- milliyetçilerinin bölgede oluşturmaya çalıştığı etkinliği kırıyor, hem İngilizlerin, Kürtlerin büyük bölümünün Türk milli direnişiyle ittifak halinde olduğu koşullarda düşmanca bir hareketine duyarlılığını gösteriyor hem de Damat Ferit hükümetini bir “devlet sorunu” ile karşı karşıya bırakıyordu. Oysa Malatya’da toplanan Kürtler de Bedirhanilerle akraba olan Malatya mutasarrıfı Halil ve Ali Galip’in, “Ermeniler Malatya’ya saldırıyor, Elaziz’den Malatya’ya Ermeni askeri” geldi yalanıyla bir araya getiriliyordu. Halil’in aşiretlerden birine çektiği şifreli bir telgrafta, “Kürtçülük için toplanıldığından değil de, din ve devletten söz ediliyordu.”(23) Sivas Kongresi döneminde İngiliz destekli bir Kürt hareketi kurgusundan yola çıkan Mustafa Kemal bunu Damat Ferit hükümetini alaşağı edecek sürecin başlangıcına dönüştürüyordu. Böylece 1925 Şeyh Sait isyanı sonrasında tüm politik hasımların tasfiye gerekçesine dönüştürülen “devlet sorunu” kapsamında ilk taktik açılım bu dönemde gerçekleşerek Kemalizm’in politik yasalarında yerini alıyordu.
Milli mücadelenin kesin zaferine kadar Anadolu’da Kemalist harekete karşı Koçgiri isyanı dışında açık ve genel bir cephe oluşmuyordu. Kürtlerle ilişkide dikkatli davranıyor, mücadeleyi olumsuz etkileyecek siyasetlerden kaçınılıyordu. Irak, İran ve Suriye’de yaşayan Kürtlerle ilişkide Kemalistler, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın askeri-politik potansiyellerini etkileyecek bir güce sahip olduklarını gösterecek bir tutum içindeydiler. Bu amaçla Kürtlerin sömürgeci güçlere karşı mücadelesi destekleniyordu. Bu ülkelerin Kürtlerine verilen destek Türkiye’de yaşayan Kürtler üzerinde yatıştırın bir etki sağlarken, Batılı güçlere dayanma yanlısı feodal-milliyetçi kesimlerin Doğu ve Güneydoğu’daki etkilerini kırıyordu. Diğer yandan Fransız ve İngiliz emperyalistleri tarafından körüklenen gerici “Taşnak” örgütünün eylemleri de Kürt-Türk birliğini güçlendirmeye yarıyordu. Böylece bu dönemde oluşan nesnel zeminde Türk-Kürt uyanış ve eylem motifleri bütünleşiyordu. İngiliz-Fransız askeri müdahaleleri ve “Taşnak” eylemlerine karşı Kürtler ve Türkler doğrudan silahlı mücadele veriyorlardı. Ayrıca, Kürtlerle ilişkiyi mümkün olduğunca iyileştirmek ve dengelemek isteyen Kemalistler, tıpkı Türk toplumunun dindarlık ölçülerine saygı yaklaşımlanndaki gibi Kürt feodal-aşiret yapısının özüne uygun bir ideolojik- politik özveri tavrını benimsiyorlardı. Bu bağlamda “Hilafet” makamını birleştirici bir unsur ve ortak değer olarak koruma kararlılığını sürekli vurguluyorlardı. “Halife”ye saygının Kürt ve Arap aşiretlerini tutmada önemini ele alan pek çok rapor özellikle Diyarbakır’da bulunan 13. Kolordu yetkililerince Ankara’ya iletiliyordu. Türk yetkililer Kürt aşiret reisleri ve din adamlarıyla sürekli ilişki içindeydiler. 1919 Aralık ayında Erzurum’da bazı Kürt ve Arap ileri gelenleriyle buluşan Mustafa Kemal, Ermenistan’a karşı verilecek mücadelede ne tür önlemler alınacağını görüşüyordu. Bu toplantıya Azerbaycan temsilcisi de katılıyor ve Mustafa Kemal, Kürt ve Arap aşiretlerinden bir “Kuvayı İslâmiye” kurulmasını öneriyordu. Bu buluşma İngilizleri hareketlendiriyor ve Türkiye’deki “Britanya Yüksek Komiseri” Amiral D. Robeck Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği 26 Aralık 1919 tarihli telgrafla durumu bildiriyordu.
Kemalistler, İngiliz ve Fransız askeri harekâtlarına karşı ülkenin güneydoğusunda Kürtleri anti-sömürgeci bir mücadele temelinde örgütlüyorlar ve böylece sahip oldukları direniş potansiyelini gösterme imkânı buluyorlardı. Kürtler, çok sayıdaki milis müfrezelerinde, düzenli orduda, Fransız, İngiliz ve Yunan saldırganlığına karşı savaşıyorlardı. Fransız askeri saldırganlığına karşı mücadeleye Kürtlerin katılımı yoğundu. Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te Kürtler ve Türkler işgalcilere karşı birlikte savaşıyorlardı. Türk-Irak sınırında, Cizre’de, Şırnak’ta yaşayan Kürtler de İngiliz karşıtı bir tutum alıyorlardı. Cizre’de, Şırnak’ta Kürtlerle İngiliz müfrezeleri arasında sık sık çatışmalar oluyordu. Zaho, Erbil, Süleymaniye ve Köy Sancak’ta bulunan Türk görevliler Kürtler arasındaki anti-İngilizci akımı örgütlüyorlardı.
Türkler ve Kürtler arasında Ortadoğu’nun en stratejik mevkilerini kapsayan ortak bir mücadele alanının varlığı emperyalistlerin diplomatik alana açılımlarını zorluyordu. Anadolu’da milli mücadele hareketi geliştiği ölçüde İstanbul’da Batılı güçlerle ilişkiler temelinde “bağımsızlık” peşinde koşan feodal- milliyetçilerin bölgeyle bağları kopuyordu. 1920’nin Haziran ayında İngilizlerin onayıyla Musul ve Zaho’ya ajanlarını gönderen Bedirhanların İngilizci söylemlerine karşılık Kemalistler, Kuzey Irak’ta yoğun bir anti-İngilizci propaganda kampanyası yürütüyorlardı. Bu arada 1920 yılının Mayıs-Haziran aylarında “Milli Aşireti” liderleri Mahmud İsmail, Halil, Abdurrahman Beyler ayaklanıyor, İngiliz ve Fransızlarla ilişkiye geçiyorlar ancak bu isyan eylülde bastırılıyordu. Temelde İngiltere’ye bağlı Kürt “milliyetçiliği” politik, askeri, ideolojik ve moral açılardan alabildiğine etkisizdi. Zaman zaman ortaya çıkan isyanlar ise genel bir boyut kazanmıyordu. İngiliz ve Fransız emperyalizmleri bu dönemde sadece politik yönden değil askeri açıdan da Kürt sorununa karışmaya başlıyorlardı.
İngilizler, Bağdat’ı işgal ettikten sonra en yetenekli politik-istihbarat subaylarını, bilhassa, Hindistan’da özel eğitim görmüş ya da savaştan önce Kürt bölgelerinde kalmış olanları başta aşiret reisleri olmak üzere Kürtlerle doğrudan ilişki kurmak için bölgeye gönderiyorlardı. Savaşın bu döneminde birkaç kez Kürt yörelerini ziyaret eden subaylardan biride Binbaşı Soane’du. Kürtlere yönelik İngiliz ilgisi Bağdat’ın ele geçirilmesinden ve özellikle Rusya’nın “oyundan çekilmesinden” sonra artıyordu. 1 Ocak 1918’den itibaren İngilizler Bağdat’ta “Tegehiştini Rasti” adıyla Kürtçe bir gazete yayımlamaya başlıyorlardı. Bu gazete İngiltere’nin yürüttüğü propaganda savaşının gelecekte de Ortadoğu’da etkili olacak boyutlarını ve araçlarını göstermesi açısından önemlidir. İngilizler benzeri bir yayını, 4 Temmuz 1917 tarihinde Arapça çıkardıkları “El Arab” gazetesiyle gündeme getiriyorlardı. Gazetenin ilk sayfasında ilke ve amaçlarıyla Arap kimliği taşır; Bağdat’da Araplar tarafından Araplar için çıkarılır” ibaresi yer alıyordu. İngiliz işgal ordusunun subayları, editörlüğünü istihbarat subayı Binbaşı Soane’un yaptığı Kürtçe gazeteye büyük ilgi gösteriyorlardı. Bu işin Soane’a verilmesinin nedeni yalnız Kürtçeyi çok iyi bilmesi değil, aynı zamanda Basra’nın işgalinden sonra İngilizlerin çıkardığı başka gazetelerde de önemli roller oynamasını sağlayan geniş gazetecilik tecrübesiydi. Gazete için seçilen ad “Doğruyu Kavrama” anlamına geliyordu. “Tegehiştini Rasti”nin başlıca hedefi Kürtleri İngiliz bakış ağsıyla düşünmeye alıştırmaktı. Onların iki doğruyu anlamaları isteniyordu: İngiltere’nin “parlak” doğrusu ile Almanya ve Osmanlı İmparatorluğunun “sönük” doğrusu. İngiliz istihbaratı “El-Arab”la birlikte bu gazeteyi “İngiltere’nin büyüklüğünü” göstermek amacıyla etkili bir propaganda aracı olarak kullanıyordu. Gazetede Iraklıların bir daha “çirkin adlarını işitmemek üzere Osmanlıların ‘kötülüklerinden kurtulmalarını sağlayacak tarzda Osmanlı itibarı karalanıyor, “refahı sefalete, saadeti ıstıraba, bereketi kuraklığa ve şehirleri çorak alanlara çevirdikleri için “zalim Türklerin kahrolması” buna karşılık “adil İngiltere Hükümeti’nin yaşaması” dileğinde bulunuluyordu. “Tegehiştini Rasti’nin 12 Ocak 1918 tarihli sayısında şunlar yazıyordu: Büyük Britanya, savaşı kazanır kazanmaz(…) başta Irak’taki Araplar ve Kürtler ile komşuları olmak üzere istisnasız, dünyanın bütün uluslarını mutsuzluktan kurtaracak ve onlara kurtuluş, özgürlük ve birliğin sevincini yaşatacaktır. Büyük Britanya’nınki gibi adil ve hakkaniyetli bir hükümetin yardımı olmaksızın, bu tür mukaddes taleplerin gerçekleşmesi olanaksızdır.” (ABD işgalinin gerekçelerini hazırlayan propaganda aygıtının aynı temaları kullanması, emperyalist hafızada İngiliz-ABD ortaklığına işaret ediyor.)
“Tegehiştini Rasti”de Osmanlılara direnmenin İslâmi değerlere karşı çıkmak anlamına gelmediğini, hatta İttihatçıların bütün müminlerin “dinsel bir görev olarak” karşı çıkılması gereken “sapkınlar” olduklarına ilişkin yazılar yer alıyordu. İttihatçı liderlerin “rezilane rüşvetler karşılığında yüce imanlarını sattıkları” vurgulanarak İngilizler “İslâm’ın dürüst savunucuları” olarak sunuluyorlardı. Gazetenin 13. sayısında “İngiltere ve İslâm” başlıklı bir yazı yayınlanıyor, 21. sayıda da “gerçek İslâmi inancın ahlâki ilkelerini kaldırmada” direttikleri gerekçesiyle “İslâm’a zarar veren İttihatçı Türkler” başlıklı bir makale yer alıyordu.
Gazetede yayınlanan bir başka yazıda ise İngiltere’nin “İslâm dinine ve Müslümanlara duyduğu güçlü muhabbet” vurgulanıyor ve bunun delili olarak İngiliz yönetimi altında “birçok Müslüman halkın” nasıl “refah” ve “saadet” içinde yaşadığı anlatılıyordu. Gazete “Müslüman Kürt okurlar”a adresini bildiriyor ve iddialarına kanıt olarak Hıristiyanlığı terk ederek Müslüman olan İngiliz yurttaşlarının listesini 12 Ocak 1918 tarihli gazete nüshasında açıklıyordu. Gazete Kürt “ulusal” duygularıyla oynuyor ve ilk sayfasında tanıtıcı başlık olarak “Kürt birliğine ve özgürlüğüne hizmet eden siyasal-toplumsal gazete” ibaresi kullanılıyordu. Tüm başyazı ve makalelerde ana fikir Kürtlerin “soylu he- defleri”ni sadece Büyük Britanya’nın karşılayabileceği idi. “İngilizlerin dostluğunu şükranla karşılama” ve “edebi pişmanlık getirebilecek davranışlar”dan kaçınma telkini yapılıyordu. “İngilizlerin “bütün halklardan daha fazla Kürtlere dost” oldukları, çünkü “Kürtlerin cesaretini takdir ettikleri” ve “onların sayesinde hayatın zevklerini tadan Bağdat halkından bile daha fazla sevdikleri” vurgulanıyordu. İngilizlerin bu kentte ki başarıları anlatılıyor ve “Kürtlerin Türk yalanlarına kanma” yerine “İngilizlerle el ele verip Türklerden kurtulacakları ve böylece topraklarını mamur hale getirmek yolunu seçecekleri” yazılıyordu. 10 Haziran 1918 tarihli ve 32. sayılı “Tegehiştini Rasti”de “Büyük Britanya Hükümeti’nin Kürtlerin refahı için çalıştığı” açıklanıyordu.
İngilizlerin Irak’taki Kürt aşiret reislerinin Türklere karşı silaha sarılmalarını sağlamaya dönük çabaları ve bu amaçla kurdukları bağlantılar “Tegehiştini Rasti” sayfalarındaki kurnaz bir dille destekleniyordu. Örneğin, Binbaşı Soane’un Hemavend aşireti ile ilgili olarak kaleme aldığı kitaptan yola çıkılarak 23 Şubat 1918 tarihli nüsha da, “çok uzağa gitmeye gerek yok. Daha birkaç yıl önce Kürt Hemavend Aşireti defalarca Türk ve İran askerlerini kepaze duruma düşürdü. Şimdi bu yiğit adamların torunlarından istediğimiz tek şey İngilizlerle dost kalmalarıdır” diye yazılıyordu. Bu “dostluk” 19. sayının başyazısında “Kürt Önderleri Ne Yapmalı” başlıklı yazıda tanımlanıyor ve Kürt tarihine bol bol övgüler diziliyor, Osmanlıların hiçbir zaman “yenemediği” Kürtlerin “öteki ırkların birçoğundan daha cesur” olmalarına karşın, “hâlâ ayaklanmamış olmasının” ne kadar “garip” olduğu vurgulanıyordu. Ardından gazetede “hiçbir zaman Türklerden kopmamış olan” Şeyh Mahmud ve ailesi, “Türk yönetimini tanımayan ve adamları baştan aşağı silahlı olan büyük Caf Aşireti”nin reisleri, “Türklerin bütün toplarına ve askerlerine karşın boyun eğdiremediği” Pişdar ve Mangur aşiretlerinin reisleri, ayrıca Bane, Hemavend, Zengene, Talabani, Şirvan, Şehbizini ve Bacalan aşiretlerinin reisleri gibi tanınmış Kürt şahsiyetlerinin adları sıralanıyor ve bu liderler Türklere karşı “geniş çaplı bir harekât” başlatmaya çağrılıyordu.(5 Mart 1918)
“Tegehiştini Rasti”nin içindeki yazılardan İngiliz istihbaratının psikolojik savaşın birçok unsurunu kullandığını görüyoruz, İngiliz işgali altında bulunan bölgeleri ziyaret eden Kürt aşiret reislerine özel bir önem veriliyordu. Örneğin, gazete sayfalarında “emir soyundan, âlicenap ve kıymetli Hamdi bey Baban” adı birkaç kez geçmektedir. Yetkililer, “Kelhuri Aşireti’nden Ekselans Davut Han’ın oğlu Ekselans Süleyman Han’ın Necef ve Kerbelada ki kutsal türbeleri ziyaret” için gelişini büyük ilgiyle karşılıyorlar ve bunu “İngilizlerin Kürtlere yönelik derin muhabbeti”nin bir belirtisi sayıyorlardı. (Tegehiştini Rasti 5 Mart 1918) Emperyalist propaganda aygıtı böl ve yönet prensibini ustaca uyguluyordu. (Bu yöntemin gerek bürokratlara, gerek siyasetçilere ve halka karşı son derece ince bir biçimde kullanıldığına özellikle Türkiye’den sayısız örnek vermek mümkündür.) Kürtlerin dinsel heyecanlarını ve ulusal duygularını körükleyecek bir üslupla, Arapların, “fedakârane bir biçimde Kutsal Hicaz topraklarında Keysan ve Kureyş adlarını hatırlatan bir Arap yönetimi oluşturma” yolunda oldukları vurgulanıyordu. “Allah’ın Elçisi’nin sancağını yükselten” bu hükümet sayesinde “artık Kâbe, Peygamber’in soyundan gelen ve şimdi Arapların saygıdeğer Kralı ve Müslümanların meşru önderi olan II. Hüseyin’in elindeydi.” Onun cihat çağrısı “Müslümanlar tarafından coşkuyla karşılanmıştı.” Bu örnekten yola çıkılarak, Türklere karşı “tıpkı Sultan Hüseyin gibi” cesaretle karşı kovabilecek birçok aşiret reisi olduğu belirtiliyordu. İngilizler bu gazetenin yanı sıra “Basra Times” ve “Bağdat Times” adlı iki gazete daha çıkarıyorlardı. İşgal sonrası yayınlanan bu gazetelerde de istihbarat subayı Binbaşı Soane önemli rol oynuyordu.
Emperyalist savaşın temel alanlarından olan Ortadoğu’da tablo vahimdir. Savaş sonrası özellikle Kürtler de muazzam sorunlar temelinde ortaya çıkan büyük beklentilerin nasıl bir isyan dalgasına yol açtığı biliniyor. Bu savaşla ortaya çıkan ağır koşullar şöyledir: “Birbirini izleyen savaşların getirdiği ekonomik sıkıntılar ve facialar ülke genelinde toplumsal sorunları şiddetlendirdi ve bunun suçsuz mağdurları yalnızca sıradan insanlar oldu(…) Bu trajedilerin etkilerinin genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafında duyulmasına karşın, özel koşullar belirli yörelerin savaşın dertlerini ötekilerden daha fazla çekmesine yol açtı(…) Ortadoğu’nun başlıca savaş alanlarından birine dönüştüğü için, Kürdistan sözü edilen kategori içinde yer almaktaydı. Dahası öteki bölgelerden daha geri olması nedeniyle, savaşın getirdiği türden felaketlere karşı ayakta durması olanaksızdı. Hemen hemen savaşan bütün tarafların ordularının Kürdistan topraklarında bulunması ekonomik durumu daha da ağırlaştırmaktaydı. Askerlerin ihtiyaçlarının bir bölümünü karşılamak amacıyla savaşın başlamasından itibaren aşar vergisini toplama yetkisinin orduya verildiği göz önüne alındığında, halkın sırtındaki en ağır yük bizzat Osmanlı birlikleriydi.
Binlerce insanın açlığa, hastalıklara ve yıkıma kurban olduğu Kürdistan’da savaş yüzünden yaşanan tahribata ilişkin acılı manzaraların yüzlerce örneği verilebilir^..) 20 köyde yaşayan toplam 12.000 sakinden 8.000’i savaşın ilk 6- 7. aylarında yaşamını yitirdi. Savaşın şiddet olaylarından ve felaketlerinden en uzak bölgeleri arasında bulunan Musul Vilayeti’nde bile çok büyük sıkıntılar yaşandı. Yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse, savaş bittiği sırada Süleymaniye’nin nüfusu üçte bir oranında azalmıştı; çevre köylerdeki nüfus azalması da aynı oranda ya da daha fazlaydı. Başka bazı yerlerde yaşayanların yarıdan fazlası açlık, hastalık ve işgalci kuvvetlerin baskısı nedeniyle evlerini bırakıp kaçmak zorunda kaldı; bunların birçoğu Diyala, Halis, Mikdadiye ve başka kentlerin kenar mahallerine taşındı.”(24)
Kürt bölgelerinde daha önce görülmemiş boyutlara varan enflasyon dalgası, savaş öncesinde üretim düzeyi ihtiyaçtan fazla olan yerel ürünleri bile etkiliyor ve İngiliz işgalinin baskısının ağır biçimde hissedilmediği yörelere bile uzanıyordu. Kuzey Irak’ta buğday fiyatı, bölgenin 19. yüzyılda yaşadığı en kötü kıtlık dönemlerindeki fiyatlara göre yedi kat yükseliyordu. İşin ilginç yanı İngilizler bu koşullardan alabildiğine yararlanıyorlardı. Birliklerinin kuzeye ve kuzeydoğuya taşınmasında, ayrıca demiryollarında ve en güneydeki limanlarda işgücüne ihtiyaç duyan İngilizler göç etmek zorunda kalan Kürtlere iş veriyorlardı. İngiliz propaganda aygıtı Kürtleri saflarına çekmek ve Osmanlılara karşı kışkırtmak için bu koşullan sürekli işliyorlardı. İngiliz istihbaratının Kürtçe yayını “Tegehiştini Rasti” her türlü aracı kullandığı gibi “emekçi Kürtler”e de sesleniyordu. Neredeyse “sol” bir söylemle, “tıpkı Avusturya ve Almanya’nın yoksulları gibi başkaldırmalarını istiyor, Kürt askerlerine silahlarıyla birlikte firar etme, Osmanlı kuvvetlerinin başka cephelerde meşgul olmasından yararlanarak “özgürlük için büyük bir hareket başlatma” çağrısında bulunuluyordu. İngilizlerin “özgürlük”ten ne kastettiği ise gazetenin 13 Mayıs 1918 tarihli nüshasında açıklanıyor ve Musul başta olmak üzere birçok yerde Kürtler “açlıktan ölürken” Bağdat’ta İngilizler sayesinde “herkesin cebinin parayla dolu olduğu ve yeterince gıda bulunduğu” vurgulanıyordu. Savaş sırasında birçok bölgede 20-30 kişiden oluşan aileler 3 ya da 4 kişiye iniyordu. Kürt bölgelerinde doğrudan ekonomik hayatın temelleri yıkılıyordu. Bunun başlıca nedenlerinden biri işgücündeki azalmaydı. Çalışabilecek durumda olan herkes savaşıyor ya da dağa çıkıyordu. Bölgede bulunan ve büyük bölümü daha önce tarımda kullanılan hayvanlara askeri hizmetler için el konuluyordu. Dolayısıyla tarım alanlarında sadece yaşlılar, çocuklar ve kadınlar kalıyordu. İş yapacak durumda olan pek çok kişiye köylerini terk etmek dışında bir yol kalmıyordu; çünkü üretimlerinden elde ettikleri miktar ile hayatlarını sürdürmeleri mümkün değildi. Bunlar geçimlerini sağlamak için büyük kasabaların ya da savaş amacıyla kurulan askeri üslerin yolunu tutuyorlardı. Bütün bu etkenlerin sonucu olarak geniş arazi parçaları savaş yılları boyunca ekilemiyordu. Kuzey Irak’ta savaştan önce tarım alanı olarak ekilen arazinin yarısından fazlası nadasa bırakılıyor ve ürün rekoltesi alabildiğine düşüyordu. Geride kalan az sayıda erkeğin “hayal edilemeyecek sıkıntılar” altında yetiştirdiği ürünler ise değersiz kâğıt paralarla Osmanlı ordusu tarafından satın alınıyordu. Hayvancılıkta berbat durumdaydı; çünkü hayvanlar telef oluyor veya askeri birlikler tarafından müsadere ediliyordu. Kuzeyde bulunan Kürt aşiretlerinin Erbil ve Musul otlaklarına sığınırken beraberlerinde götürdükleri hayvanlar da yeni iklim koşullarına uyum sağlayamıyor ve çoğu telef oluyordu. Diğer yandan bölgede muazzam orman tahribatı yaşanıyordu. Bitkin düşmüş askeri birlikler çok zor iklim şartlarında ağaçları ısınmak ve yemek pişirmek için kullanılmak üzere kesiyorlardı. Bütün bu koşulların bir araya gelmesi “bütün kent, kasaba, köy ve evlerde ciddi bir kıtlığa yol açtı ve insanlar yabanıl otlarla karınlarını doyurmak zorunda kaldı. Refik Hilmi olaylara tanık olmuş bir kişi olarak şöyle demektedir: “Bayat ekmek ve haşlanmış fasulye bile ilaç kadar kıttı ve bunları ancak az sayıda talihli bulabiliyordu. Bu talihlilerden biri olmak neredeyse ulaşılmaz bir şeydi.” Yine aynı yazara göre, “yerel halk ölülerini gömemiyor”du ve bazı kadınlar “vücutlarını satarak” güçbelâ yavan bir hayat sürüyordu(…) Devletin vergi politikasının Osmanlı İmparatorluğu nun genelinde olduğu gibi alt kesimdeki Kürt toplumsal katman ve sınıflarının ekonomik durumunun bozulmasında oynadığı rol de önemsiz değildi. Halkın içinde bulunduğu ağır yaşam koşullarına ve mevcut vergilere karşı duyulan esaslı hoşnutsuzluğa karşın, İttihatçılar savaş yıllarında eski vergileri arttırdıkları gibi, yeni olağanüstü vergiler koyma yoluna da gittiler. Sözgelimi davarlardan alınan ağnam vergisi dört katına çıkarıldı.”(25)
Bu karanlık tabloya özellikle Osmanlı Jandarmalarının şiddet dolu tutumunun olumsuzluğu da eklenmelidir. Diğer yandan Ruslar da büyük bir mezalim uyguladılar. Günümüzde hâlâ “kâfir” anlamında kullanılan “Moskof sözü o karanlık günlerden kalmadır. Ruslar girdikleri her yerde halkın nefretini kazanıyorlardı. Diğer yandan Diyarbekir, Muş ve Bitlis yörelerinden göç ettirilen Kürtler büyük bir perişanlık içinde Halep ve Musul gibi kentlere sığınıyorlardı. Bu insanlar “yaz sıcağında ve kış soğuğunda sokaklarda yaşamlarını sürdürdüler; açlığa dayanamayarak hayvan leşlerini ve hatta açlıktan ölen yakınlarının cesetlerini yemek zorunda kaldılar.”(26) Bu göç hareketini yöneten “Muhacir ve Aşayir Müdürlüğü”nde Balkan kökenli iki önemli isim de görev yaptılar. Tan Matbaası sahibi Zekeriya Sertel ile 1916’da bu kurumda üst düzey yetkili olan Şükrü Kaya.
Kayıplar korkunçtu: 1. Dünya Savaşı süresince 2.998.000 insan seferber oluyor, bunlardan büyük bir kısmı silah altına alınıyor, bir kısmı ordular emrinde ve geri hizmetlerde kullanılıyordu. Ordu mevcudu sürekli olarak bir milyon civarında tutuluyor, harbin sonuna doğru 1, 2 milyona yükseliyordu. 3 ila 5 milyon insan dizanteri, malarya, tifüs gibi hastalıklara tutuluyor, savaş meydanlarında 764 bin insan yaralanıyordu. 560 bin kişi cephelerde ölüyor, 635 bin kişi hastalıklar ve yaralanmalar sonucunda hayatını kaybediyor, 550 bin kişi ise esir ve kayıp hanesine yazılıyordu. Kayıplar toplamı (1.745.000 idi). Milli Mücadele’nin batı cephelerinde şehit düşenlerle yaralanma sonucu ve çeşitli hastalıklardan ölenlerin sayısı ise 37.229 olarak tespit ediliyordu. Doğu ve güney çarpışmalarında şehit olanlar da bu kayıplara eklenirse, tüm cephelerde Milli Mücadele döneminde insan zayiatının 50-60 bine yükseldiği ortaya çıkıyor.(27)
1914 yılında Osmanlı Devleti’nin 162, 2 milyon liradan ibaret olan borç toplamı, harbin sonunda, Almanya’dan alınan avanslarla birlikte 476, 9 milyona yükseliyordu. Ege ve Orta Anadolu’da perakende fiyatlar, savaş öncesine nazaran, 1915’te yaklaşık olarak %40, 1916’da %90, 1917’de %200-250, 1918’de %400-500 oranında artıyordu. İstanbul’da 1914’te 1, 25 kuruş olan ekmek, 1916’da 9, 5 kuruşa, 1917’de 18 kuruşa, 1918’de 34 kuruşa yükseliyordu. Kahve 1914’te 12 kuruş iken 1918’de 800 kuruşa fırlıyordu (okka olarak), Çay yine okka hesabıyla 1914’te 60 kuruştan 1918’de 500 kuruşa çıkıyordu. 1914’te 7 kuruş olan sabun fiyatı 1918’de 140 kuruştu. 1914’te 1 kuruş olan patates 1918’de 27 kuruşa ulaşıyordu. 1914’te 3 kuruş olan bir okka pirinç 1918’de 92 kuruştu. Etin okkası ise 1914’te 7 kuruş iken 1918/de 125 kuruşa fırlıyordu.(28) 1914 itibarıyla 21,9 milyon olan koyun sayısı 1918’de 12 milyona düşüyordu. 15,3 milyon olan 1914 yılı keçi sayısı ise 1918’de 10,2 milyondu. 1914’te 292 milyon kile olan “her nevi hububat üretimi” 1917’de 152 milyon kileye düşüyordu.
Belirli Kürt kesimleri kişisel çıkar elde etmek için bu ağır koşulların Kürt bölgelerinde yarattığı ortamdan istifade ediyorlardı. Bazı aşiret reisleri, tüccarlar savaş yıllarında büyük kazançlar elde ettiler. Bu arada Osmanlı makamları da aşiret reislerine ve toprak ağalarına ayrıcalıklarını genişletmeleri için fırsatlar tamdılar. Savaşan taraflar hiçbir harcamadan kaçınmayarak Kürt feodallerini yanlarına çekme siyaseti izliyorlardı. İngilizci ve Almana-Osmanlıcı aşiretler 1917’de İran’da birbirleriyle çatışmaya giriyorlardı. Savaş koşulları Kürt bölgelerindeki toplumsal uçurumları iyice derinleştirdi.
Sevr’i Yırtıp Atan Doğu Halkları
1920’de Kemalistler Londra’ya karşı hem Bolşevik kartını hem de Kürt ve İslâm kartlarını ellerinde bulunduruyorlardı. Sovyetler, Kemalist hareketin prestijinin artmasına ciddi katkılar sağlıyordu. 1920 yılından itibaren, Sovyetler desteklerini yoğunlaştırıyorlardı. Sakarya savaşı ile birlikte Kemalist direniş ekseninde bir Sovyet stratejisi gelişiyor, Çerkez Ethem’e ve Partizan köylü birliklerine verilen destek geri çekiliyor, Enver’in sonu hazırlanıyordu. 1922 yılından itibaren İngiltere’ye karşı Sovyetler Kemalist direnişi destekliyorlardı. Kemalist düzen övgüsü ve bunu teorik bir değer yükleyerek yüceltme temel Sovyet siyaseti oluyordu. Türkiye üzerinden, emperyalizmin süper gücü İngiltere’ye karşıtlık sergileniyordu. Bu bağlamda, Türkiye’ye yönelik her zayıflatıcı girişim (bu arada Kürt hareketleri) İngiltere’ye mal ediliyordu. İngiltere ise Musul’un yeni kurulacak Irak’a dâhil edilmesini ve Irak’ın da kendi mandası altında kalmasını istiyordu. İngilizci bir Kürt oluşumu Bağdat yönetimi üzerinde Londra’nın kılıcı olacaktı. Ancak Irak Kürtleri üzerindeki Kemalist etkinlik bu politikanın işlemesini zorlaştırıyordu. Diğer yandan, “İtilaf kampındaki temel kaygının, Bolşeviklerin Türkiye’deki nüfusunun arttığı görüntüsüyle bağlantılı olduğu açıktı. Türk ulusçularıyla Bolşevikler arasında “çarpık ve tehlikeli” ittifakın önüne ancak Kemalistlere karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşımla geçilebileceği belirtiliyordu.(29)
İtilaf emperyalistlerinin Türkiye konusunda amaç birliği yoktu. İtilaf güçleri arasında baş gösteren rekabet ve İngiliz hükümetinin kendi içinde bütünlüklü bir politikasının olmaması, u/un vadeli bir çözüm yönünde ilerlemeyi işgalin ilk günlerinden itibaren zaafa uğratıyordu. İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiseriyle Fransız ve İtalyan Yüksek Komiseri arasında gerilim vardı. “İstanbul’un 13 Kasım 1918’de işgal edilmesinden çok kısa bir süre sonra, Müttefik askeri komuta konusu Fransa ile İngiltere arasında problem oldu. Bu, Yakın Doğu da iki ülke arasındaki rekabetin sadece küçük bir yansımasıydı. Türk barışı, İstanbul’daki müttefik yöneticilerin bekledikleri ve arzu ettikleri kadar çabuk sonuçlanmadı. Beş buçuk yıl süren Müttefik işgali sırasında, Müttefikler arasında yalnızca anlaşmazlıklar çıkmakla kalmadı, onların birbirlerine olan kuşkulan da giderek arttı.(30)
Kemalistler, İtilaf emperyalistlerinin Bolşevizm ve İslâm konusundaki korkularını ustaca kullanıyorlardı. 19 Ağustos 1920 tarihli The New York Times’ta, Mustafa Kemal’in Bolşevizm’le Müslümanlığın bağdaşabilir olduklarını söylediği haberi yer alıyordu. Mustafa Kemal, “Türkiye’nin, Barış Antlaşması’nda onun için planlanan yıkımdan daha beter bir akıbete uğramasının mümkün olmadığını” vurguluyordu. Bu tür haberler İtilaf istihbaratını etkiliyor ve Kuvav-ı Milliyeciler ile Bolşevikler zaman zaman aynı kefeye konuyordu. Kemalistler, Bolşeviklerle ilişkilerini İtilaf devletlerine karşı ustaca kullanıyorlardı.
Diğer yandan İngilizler Türkiye’deki rolleri konusunda bölünüyorlardı. İngiliz askerleri, istihbaratçıları, bölgedeki diplomatik temsilcileri ve siyasetçileri arasında çatışan görüşler geniş bir yelpaze oluşturuyordu. İngiliz hükümetinin + siyaseti, ana hatlarını Başbakan Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un oluşturduğu bir çizgide yürüyordu. Balfour, savaş sırasında İtilaf emperyalistleri arasında yapılan, Osmanlı İmparatorluğu’nu tamamen yok etmek amacına yönelik birçok gizli anlaşmanın öncüsüydü. İngiltere, Rusya ve Fransa arasındaki Mart-Nisan 1915 İstanbul Antlaşması, Rusya’nın, bir İtilaf zaferi durumunda, İstanbul ve Boğazları ilhak etmesine onay veriyordu. Nisan 1915’te yapılan Londra Antlaşması, Akdeniz bölgesinde Antalya vilayetinin çevresindeki toprakların bir kısmının İtalyanlara verilmesini hükme bağlıyordu. Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının İngiltere, Fransa ve Rusya arasında toptan bölüşülmesini düzenliyordu. Nisan 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşması ile İtalyan talepleri netleştiriliyor ve İzmir’in yanı sıra Aydın vilayetinin de İtalyanlara devredileceğini belirtiliyordu.
Balfour, bu savaş dönemi gizli antlaşmaları çerçevesinde, Türkleri mali açıdan mahvedecek ve Avrupa’dan tümüyle sürecek bir politikadan yanaydı. İstanbul’dan atılan Türkler Orta Anadolu’da küçük bir toprak parçasına sıkıştırılacak başkent ise uluslararası bir gücün denetimine verilecekti. Lloyd Georg, Balfour’la prensip olarak anlaşıyordu ve kilit Osmanlı vilayetlerini İtilaf kontrolüne vererek, “Doğu Sorunu”na çözüm bulacağı inanandaydı. Ancak, 1917’den sonra “Mühimmat Bakanı” olarak İngiliz kabinesine giren ve 1919’da “Savaş Bakanı” olan Winston Churchill “Türk sorunu” konusunda farklı bir siyasete sahipti. Konuyu geniş boyutlu ve özellikle petro-politik eksenli bir stratejik yaklaşımla ele alıyordu. Churchill, Rusya’da ortaya çıkan Bolşevik Devrimi ve yeni Sovyet Devleti ile bağlantılı bir Türkiye sorunu tarifi yapıyordu. O da Balfour, Lloyd George gibi Türk devletinden bağımsız ve koparılmış bölgelerden yana olmakla birlikte, İstanbul’un Türlerde kalmasının bazı stratejik avantajlar sağlayacağını vurguluyordu.
Churchill Türklere karşı “daha yumuşak” siyasetler uygulamanın tarihsel, stratejik ve siyasi nedenlerini formüle ediyordu. İstanbul’un “dost” bir Türk devletinin başkenti olmasının Anadolu ve Doğu Akdeniz’in denetimi açısından büyük kolaylıklar sağlayacağını savunuyordu. Churchill, Türkiye ile Hindistan Müslümanları arasında güçlü tarihsel, kültürel, dini bağlardan dolayı, başkentlerini Türklerin elinden almanın Hindistan’da büyük tepkilere yol açacağını belirtiyordu. Churchill’in kaygılarını paylaşan “Hindistan Bakanı” Ernest S. Montagu, tıpkı onun gibi Türkiye’ye karşı bir tutumun İngiltere’nin Hindistan’daki egemenliğini zora sokacağı inanandaydı. Balfour’un Dışişleri Bakanlığı döneminde yardımcısı olan onun istifasından sonra 1919 Ekim’inde Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Lord Curzon’da “Türkiye Sorunu”nu Hindistan ve tüm bölgeyi kapsayan bir strateji çerçevesinde değerlendiriyordu. Curzon, “Avrupa sınırlarından Hindistan İmparatorluğu sınırlarına kadar uzanan bir dost ülkeler zinciri”ni savunuyordu. Curzon’un stratejisinde Türk devletinin geleceği bu zincirin merkez halkası olmak şeklinde belirleniyordu. “Curzon Planı” na göre Arap toprakları Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılacaktı. Curzon, İstanbul’un stratejik konumu nedeniyle kentin Türklerden alınması konusunda Lloyd George ve Balfour gibi düşünüyor ancak Anadolu’nun geriye kalan topraklarının bütünlüğünün korunması ve “dost” bir Türk Devleti’nin denetiminde olması konusunda bu ikiliyi ikna etmeye çalışıyordu. İngiliz egemenleri arasındaki bu çelişkiler bir süre sonra Kemalistler tarafından diplomatik avantaja dönüştürülecekti.
Kapitalist-emperyalist diplomasi Kemalist direniş güçlerinin özellikle Mezopotamya’da inisiyatifi ele geçirmesiyle açmaza giriyordu. “Türkleri Mezopotamya Kürtlerinden uzak tutmak” temel bir formülasyon olarak belirleniyordu.
Bu koşullarda imzalanan, 10 Ağustos 1920 tarihli “Sevr Antlaşması” ise “yakın dönem diplomasi tarihinde her şeyden önce pratik yarar sağlamayan ve uzun süre geçerliliğe sahip olmayan kendi türünün tek dokümanıdır. Sevr Antlaşması, Yakındoğu bölgesindeki gerçek askeri-politik duruma hiçbir şekilde uymamış, birkaç ay geçtikten sonrada bütünüyle tarihe aykırı olmuştur.”(31)
Sevr Osmanlı İmparatorluğu’nun idam hükmüdür. Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye uluslararası (özünde İngiltere) denetimine tabi, sınırlı egemenliğe sahip yarı-sömürge statüde küçük bir toprak parçası kalıyordu. Versay sisteminin tüm antlaşmaları içinde bu en köleci koşullara sahip, emperyalist haydutluk belgesinin uygulanma ihtimali yoktu. Doğu’da sömürge sistemi sarsılıyor, ulusal özgürlük hareketleri yükseliyor, Sovyet Rusya’nın askeri-politik düzeni yerleşiyor, Batı’da emekçilerin devrimci, anti-militarist ve demokratik mücadelesi yoğunlaşıyordu. Sevr Antlaşması bu olgularla çelişiyordu. Batılı emperyalistlerin üçüncü kez denedikleri Sovyetler’e yönelik yıkıcı sefer bozguna uğruyordu. İtilaf emperyalistlerinin desteklediği Kolçak ve Denikin komutasındaki karşı-devrimciler bertaraf ediliyor ve merkezi Bolşevik hükümetin iktidarı pekişiyor, hızlı bir düzelme sağlanıyor ayrıca Kızıl Ordu birlikleri ilk kez yerel birlikleri takviye edecek duruma geliyorlardı.(32) Bab Kafkasya’da, İtilaf emperyalistlerinin Sovyetleri kuşatmak amacıyla desteklediği devletler kuşağı tasfiye ediliyordu. Türkiye’yi Anti-Sovyetik bir köprübaşı durumuna getirecek böl ve köleleştir stratejisinin Kafkasya ayağı çöküyor, böylece Sovyet askeri yardımının önündeki emperyalist set dağıtılıyordu.
Sevr Antlaşmasının özünü oluşturan emperyalist dikta Yakındoğu’da uygulanabilir nitelikte değildi. Arap, Kürt, Türk halkları “Avrupa devletlerinin onları köleleştirmesine karşı açık bir oybirliğiyle hareket etmişlerdir”. Araplar ve Kürtler arasında İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin temsilcileri iktidarlarını güçlendirmek adına feodali»- ile burjuva-komprador unsurlara dayanıyorlardı. Wilson prensiplerinin ideolojik köleliği ile emperyalistleri kendi egemenliklerinin güvencesi sayan bu kesimler mandacılığın destekçisi oluyorlardı. Bu kesimin desteği dışında İngiliz ve Fransızlar Osmanlı İmparatorluğu’nun eski vilayetlerindeki konumlarını büyük ölçüde askeri güçleriyle sağlamlaştırıyorlardı. Türkiye’de ise Sevr’i uygulamak açısından, İtilaf emperyalizmine, yaldızlı üniformaları ve içi boş politik iktidarlarından başka bir güçleri bulunmayan saltanat kuklaları ile Kürt feodal-milliyetçi unsurları destek veriyordu. Anadolu’nun tamamına yakının denetleyen, Sovyetlerden, Sömürgelerde yaşayan Müslümanlardan, Kürtlerin Irak ve İran’da yaşayanlar dahil büyük bölümünden ve Arap halkının pek çok temsilcisinden destek sağlayan milli direniş hareketi açısından Sevr’in hiçbir değeri yoktu.
Kemalistler, emperyalizmin kuklası olarak önce Suriye tahtına oturtulan sonra Fransızlar tarafından kovulunca İngilizlerce Irak’a kral tayin edilen Faysal’ı Paris Konferansı dönüşünde, bölgede kimin söz sahibi olduğu konusunda, “ikna” ediyorlardı. Sevr’i uygulamak bu koşullar temelinde, imkânsızdır. 1920’de “Paris’ten döndüğü zaman Faysal kendisine ve Fransızlarla yürüttüğü görüşmelere karış büyük direnmeyle karşılaşmıştır. Arap ülküsünü arkadan vurmakla, zayıflıkla, Arap bağımsızlığını Fransızlara satmakla suçlanmıştır. Bu eğilim Türk milliyetçiliği tarafından büyük bir incelikle besleniyordu. Halep dolayında, kuzey bölgesinde özellikle çok güçlüydü bu eğilim. Halep Konsolosu, Faysal’ın şehre gelirse öldürülmekle tehdit edildiğini bildiriyordu. Bu durumda Faysal, Arap hükümetinin İstanbul’a iki temsilci göndererek, Türk milliyetçilik hareketiyle ilişki kurmaya hazırlandığını sezince, önce bu plana karşı çıktı. Bununla birlikte Türklerin kendisinin Suriye’de başa geçmesine olan muhalefetleri belki önlenebilir düşüncesiyle, Mustafa Kemal’in temsilcileriyle buluşmak üzere İstanbul’a gitmelerine engel olmadı. Yabancılara karşı ortak bir askeri eylem üzerinde duruldu ve Türk milletiyle Araplar arasında geçici bir anlaşmaya varıldı. Arap ve Türk bağımsızlığıyla ilgili bu hazırlık, Avusturya- Macaristan tipi bir ortak devleti ve Karadeniz’den Maan’a kadar olan alanda tek bir kumanda altında Türk ve Arap kuvvetlerini İtilaf Devletleri karşısına çıkaracak tek bir cephe kurulması amacını güdüyordu. Bu anlaşma nisanda Suriye’ye getirildiğinde, Faysal bunun onaylanmasını reddetti. Çünkü bu, şüphesiz Suriye’nin bütünüyle Türklerin eline geçmesi anlamını taşıyacaktı.”(33) Bu arada askeri eylemlerin birleştirilmesi kararına uygun olarak harekete geçiliyordu. 28 Şubat 1920’de Şam’da yapılan toplantıda, Arap topraklarını işgal etmiş olan bütün devletlere karşı bir boykot önerisi tartışılıyordu. Faysal tarafından düzenlenen bu toplantıya Suriye hükümet üyelerinin yanı sıra ileri gelen Suriyeliler ile Ali Cevat Eyyubi ve Cafer paşa gibi tanınmış askerler de katılıyordu. Amaç ticari ambargoyu değil askeri eylemleri tartışmaktı. Daha Faysal dönmeden önce Mustafa Kemal’in ajanları Suriye’deki Arap yetkilileriyle temas kuruyorlardı.
“Bu yakınlık çok güçlü bir propagandayla, özellikle Halep bölgesinde kendini gösterdi ve Türk taraftarları arasında başarılı oldu. Hele Arap ayaklanmasına katılan eski Türk ordusu subayları arasında daha da büyük etki yaptı.”(34) İşte bu çerçevede Şam’da düzenlenen toplantıda Mezopotamya’da bulunan İngiliz kuvvetlerine karşı mart ayında bir saldırı başlatılması kararlaştırılıyordu. Alınan karara göre Suriye’nin tüm Arap aşiretleri ve Kürtler bu saldırıya katılacaklardır. Saldırı üç koldan yapılacaktır. Birinci kol Deyrizor-Bağdat boyunu geçecek, ikincisi Deyrizor’dan Musul’a yönelecek ve üçüncü kol, Halep-Resülay ve Musul doğrultusunu izleyecektir. “Arap temsilcileri Mustafa Kemal ile Sivas’ta bu ortak hareket üzerine görüşmüş ve Türkler de Kilikya’daki Fransız birliklerine karşı saldırıya geçmeyi kabul etmişlerdir.”(35)
Ancak bu plan gerçekleşmedi. Suriye mandası 24 Nisan 1920’de Fransa’ya veriliyordu. 21 Mart 1920’de Türk temsilcilerden oluşan bir grup Beyrut’a geliyor Fransız diplomat De Caix ile görüşüyordu. Türk tarafı Fransızlarla anlaşıyor ve Kilikya’nın iç bölgelerinden çekilme karşılığında Suriye’de Fransa’nın hâkimiyeti kabul ediliyordu. Fransa’da işbaşına gelen yeni hükümet Kemalistlerle anlaşma yanlısıydı. Fransa Başbakanı Briand, Ekim 1921’de danışmanı Franklin Boullion ile Türk Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal arasında özel bir anlaşma imzalandığını açıklıyordu.
Bu olgular Kemalistlerin usta taktiklerle bölgedeki direniş hareketlerini İtilaf emperyalistlerine karşı kullandıklarını gösteriyor. Manda egemenliğinin yerleşme sürecinde, tüm Ortadoğu’da Osmanlı ilişki ağının askeri, kültürel, dini imkânlarını kullanan Türk milli hareketinin etkili eylem ve propagandası ile karşılaşan İtilaf emperyalistlerinin Sevr’i uygulama imkânları yoktu. Türkiye de milli mücadeleyi Ortadoğu dinamiklerinden, bölgenin kültürel, dini, etnik yapısının sunduğu büyük manevra olanaklarından soyutlayarak, Kürt, Arap desteğinin sağladığı diplomatik güçten söz etmeden kuşatılmış bir batı cephesi söylemine dayandırmak gerçekleri karartıyor. Sevr’i yırtan koşullarda Doğu halklarının duruşunun üzeri örtülüyor. Birlikçilik yerine, hiçbir stratejik temeli yokmuş gibi üstün insanların eylemlerine dayalı ve aslında onların yeteneklerini^ gerçek dışı kurtarıcılık misyonu çerçevesinde küçülten ana akün görüşler halkı anti-emperyalist bilinçten uzak tutuyor.
Sevr Anlaşması’na batıda da “övgüler düzülmedi.” Aksine şu veya bu biçimde ona katılanlar da ya antlaşmanın genel değerlendirmesinden kaçındılar. (Lloyd George) ya da onu eleştirdiler. Örneğin Churchill, “On üç yıl boyunca hazırlanan bu antlaşma daha hazır olmadan eskidi” diyordu. İtilaf emperyalistlerinin Türkiye’yi Sevr’e bağlamak isteme gerekçesini ortaya koyan motifler yeterince ifşa ediliyordu. İtalyan bakan Francesko Nitti, “Büyük Yunanistan ve Büyük Ermenistan yaratmanın sisli romantik görüntüleri ardında pratik bir düşünce yer alıyordu: Küçük Asya’nın toprak üstü ve toprak altı zenginliklerini ele geçirmek”tir diyordu. 10 Ağustos 1920’de İtilaf emperyalistlerinin “Türkiye’yi imzalamaya zorladıkları Sevr Antlaşması gizli antlaşmalar mozaiğidir. Bu antlaşmalarda emperyalizm bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.”
Antlaşmaya meşruiyet ve destek sağlamak amacıyla Ermeniler, Kürtler ve Rumlarla ilgili “azınlık” ölçütü çerçevesinde yapılan düzenlemeler önemsizdi. Çünkü dönemin politik gerçeklerine uymuyordu. Emperyalistler “Kürt sorununu Sevr Antlaşması’nda ana başlıklardan biri olarak ele alıyorlardı. Antlaşmayı hazırlayan başta İngiltere olmak üzere İtilaf emperyalistlerinin “Kürt halkının gerçek ulusal çıkarlarına düşmanca yaklaşan farklı bir emperyalist planı vardır. Bu yönüyle Sevr, gerek Kürtlere gerekse Yakın Doğu’nun diğer etnik azınlıklarına düşmanca yaklaşmıştır.”(36) Antlaşmanın en büyük savunucusu olan İngiltere Başbakanı Lloyd George bile Sevr’in herkesçe bilinen “ümitsiz bir proje” olduğunu vurguluyordu.
Sevr Antlaşması, büyük ölçüde Britanya diplomasisinin eseri olmasına rağmen İngiliz çıkarları açısından önem taşıyan Musul sorununda bile “İki yakasını bir araya getirememiştir.” Oysa Musul ve Bağdat, Kahire’den Kalküta’ya uzanan Britanya İmparatorluk zincirindeki en zayıf halkalardır. Tampon bir Ermeni devleti kurulması bu zayıflıkla ilgilidir.
Sevr’e içerilen “Kürdistan” sözde bağımsız özde ise İngiltere’ye bağlı bir sömürgedir. İngiliz planlarına göre hem Sovyet Rusya’nın Basra Körfezi üzerinden Ortadoğu’ya inmesini hem de Türklerin Mezopotamya’ya akmasını önleyecek bir “tampon”du Kürt devleti.
Sevr, diğer yandan ideolojik-politik açıdan Kürtleri, Arapları, Ermenileri “demokratik” sözlerle aldatma aracıdır. Bolşevik devriminin sloganlarını emperyalizmin yararına kullanma ve dönüştürme amacıyla ortaya çıkan bir propaganda metnidir. Kürtler halen Sevr’in ölü doğmuş politik metninden “özgürlük” ve “bağımsızlık” konusunda sonuçlar çıkarıyorlar. Kürt milliyetçiliğinin ideolojik-politik birikiminin en olumsuz unsurlarından biri de Sevr Antlaşmasıdır. Bu metinde Kürtler uluslararası hukukun bir öznesi olarak değil emperyalist egemenlik ilişkilerinin bir uzantısı olarak ele alınıyorlardı. Sovyetlerin kuşatılmasına, bölge halklarının köleleştirilmesine yönelik bu antlaşma hayata geçirilemezdi. İngiliz emperyalizminin boyunduruğu altında bir “Kürdistan”ın kurulması, antlaşmanın bütününün gerçekleşmesi gibi imkânsızdı, İngiliz emperyalizmi Sevr Antlaşmasını hayata geçirecek askeri, finansal, politik, diplomatik imkânlara sahip bulunmuyordu. Kürtlerin ise politik zayıflıkları, ekonomik yıkımları, sosyal-siyasal parçalanmışlıklarının yarattığı sorunlar temelinde böyle bir projeyi uygulamaya koymaları mümkün değildi. Ayrıca Sevr’e imza koyan İngiltere’nin müttefikleri bile bu ülkeyle çıkar mücadelesi içindeydiler. Bu bakımdan Kamuran Ali Bedirhan’ın 1958 yılında Sevr Antlaşmasına ilişkin söyledikleri tarihsel hakikatlerle çelişiyor. Ona göre: “Yüzyılımızın son çeyreğinde tamamlanan bu antlaşma Kürt halkına birlik ve bağımsızlık hakkı sağlamıştır; bu antlaşma uzun süreli çabalar ve ağır bedeller sayesinde elde edilmiştir. Bu anlaşmanın hiçbir zaman yaşama geçirilememesine karşın onun moral gücü yeni faktörler sağlamıştır. Biz, kendi geleceğini belirleme ilkesi temelinde Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş olan, insanın var olma haklarına değinen kendi yönetimini tayin etme hakkına, moral ilkelere sahibiz.” Emperyalizmin desteklediği bir “ulusal hak” kavramının bölgede nasıl bir yapılanmaya yol açacağı bellidir.
Daha önce vurguladığım üzere Sevr’in kaçınılmaz çöküşü uluslararası durum ve Yakındoğu alanındaki değişmelerle önceden belli oluyordu. 1920 Ekimi’nde sağlanan Sovyet-Polonya uzlaşması, Ermenistan ve Gürcistan’ın Sovyetleşmesi, Türkistan, Sibirya, Baykal’da Sovyet zaferleri, emperyalistlerin Rusya’yı parçalama ve Bolşevik iktidarına son verme siyasetlerinin gömülmesini getiriyordu. Bu durum, Türkiye ile Sovyetler arasında bir tampon görevi görmesi istenen emperyalizme tam bağımlı, kukla devletler sisteminin çöküşü anlamına geliyordu. Yunan askeri saldırganlığına vurulan darbe, Sovyet-Anadolu Hükümeti dostluğu, Kürtler ve Arapların milli direnişe verdikleri destek, Hindistan başta olmak üzere sömürgelerde yaşayan Müslümanların İngiltere’ye karşı büyüyen tepkisi Sevr’i doğuşunda yerle bir ediyordu. Diğer yandan, Sevr’den hoşnut olmayan Fransa ve İtalya’nın Anadolu Hükümetiyle ilişkileri geliştirmesi de kayda değer. Suriye ve Irak’ta gelişen anti-sömürgeci hareketler ise Anadolu’da milli mücadeleye geniş bir stratejik manevra alanı sağlıyordu.
Anadolu’daki milli mücadele hareketi Irak’ta bulunan Kürtler üzerindeki etkisini İngiltere’ye karşı kullanıyordu: “Kemalist hareket, Irak Kürt bölgelerinde dengeleri bozacak yeni bir etken oluşturmak üzere ortaya çıktı ve buralarda İngiliz varlığını tehdit eder hale geldi. Özellikle bu bölge üzerindeki etkisi çok daha açık idi(…) Kemalist komutanlar Irak Kürtleri arasında geniş bir propaganda kampanyası başlatarak, dağıttıkları dini içerikli ve cihada davet eden nitelikteki broşürlerle aynı anda dini ve milli duyguları uyandırmaya uğraşıyorlardı. Bu esnada Irak’ın çeşitli yerleri ile kuzey sınırına paralel bölgelere dağılmış olan Kemalist ajanlar Kürtlerle devamlı iletişim kurmaya çalışarak, yardımlaşma ve anlaşma çareleri aramakta idiler. Dolayısıyla Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Van şehri ile Cizre, Kemalistlerin Irak’ın kuzeyindeki propaganda kampanyası ile faaliyetlerinin iki etkili merkezi haline geldi ve böylece(…) Türk propagandaları, Irak ve İran sınırları boyunca Bcrvarıbata, Barzan, Goyan, Binyaniş, Geli ve Surçi bölgelerinde dal budak sardı.”(37) Komutanlar, Bağdat’ta bulunan temsilcileri Ali Nasuhi Bey’e Süleymaniye’deki Şeyh Mahmud Berzenci ile anlaşma talimatı verdiler. Bu arada, Kürt aşiretleri arasında dolaşan Türk görevliler yoğun bir propaganda ile oldukça etkili oluyorlardı. Kemalist hareket Kürt aşiretleri arasında etkinliğini her geçen gün yoğunlaştırıyordu. 1920’de Bağdat’ta kurulan geçici hükümeti yeterince desteklemeyen İngilizler, “Irak’ta İngiliz varlığına, hayır diyen Kürt kesimini” Kemalistlere iyice yaklaştırıyordu. 1920 Ekim avı sonlarında tanınmış Kürt liderlerden Ahmet Taki Van’a gönderiliyor ve burada bazı askeri yetkililerle görüşüyordu. Revanduz’a askeri bir birlik gönderilmesi kararlaştırılıyor ve bu kuvvet 1921’de bölgeye ulaşıyordu. Revanduz oldukça önemli bir bölgeydi. Musul sınırına 30 km. mesafede bulunan Revanduz’da bazı Kürt aşiretleri Türklerden yanaydı. Ayrıca Kuzey Irak’ı İran’a bağlayan yollar üzerinde bulunuyordu. 1921 Mayısı’nda bölgeye yerleşen Türk birliklerini takviye amacıyla Temmuz avında yeni kuvvetler gönderiliyordu.
Türk birlikleri Revanduz’a yerleştikten sonra, Kürt aşiret reisleri, şeyhler ve nüfuzlu kişilerden “meclis-i milli” adını verdikleri bir yerli yönetim merkezi oluşturuyorlardı. Bu “meclis” Harır ve Batıs’ta bulunan İngiliz kuvvetlerine karşı Kürt-Türk askeri kuvvetlerinin ortak askeri harekâtı için karar alıyordu. Bu “meclis”in etkinliği Zibar, Akra, Ranya ve Derbend’e kadar yayılıyordu. Nesturi “Levi” birlikleri, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri ve İngiliz işbirlikçisi Babekr Ağa Kürt-Türk askeri kuvvetlerine şiddetli saldırılar düzenlediler. Ankara Hükümeti bu olayları çok yakından izliyordu. 17 Mart 1922’de Remzi Bey Revanduz’a kaymakam tayin edildi. Mayıs sonlarında görev başlıyor ve yoğun bir propaganda ile Türk birliklerinin İngilizleri Kerkük, Süleymaniye ve Erbil’den atacak bir askeri saldırı başlatacaklarını yayıyordu. Bu propagandalar sonucunda Hcmavcnd vc Cabbari aşiretleri ayaklandılar, Hemavend aşireti reisi Kerim Fettah 18 Haziranda iki İngiliz subayını öldürdükten sonra, Revanduz’da Türklere katılıyordu.
“Kemalistlerle Kürt kesiminin birbirlerine yaklaşması, Irak’ta İngiliz yönetimi için ciddi bir endişe kaynağına dönüştü.” İngilizler soruna siyasi çözüm bulmak adına Şeyh Mahmud’un 10 Ekim 1920’de kendini “Kürdistan hükümdarı” ilan etmesiyle ilgili olarak 22 Aralık’ta bir bildiri yayınlıyorlar ve “Irak sınırları içinde yerleşmiş olan Kürtlerin bir Kürt hükümeti kurma hakkını” tanıyorlardı. Bu bildirinin üslubu ve ilanının zamanlaması ilk bakışta, İngilizlerin Şeyh Mahmud hükümetinin kuruluşunu destekledikleri havasını verse de asıl neden İngilizlerin, “Şeyh Mahmud’un Kemalistlerle gizli ilişkiler kurması korkusu olup, bu neden diğer nedenlerin başında gelmektedir.” Çünkü o sıralarda Türk propagandası Süleymaniye’de oldukça yüksek ve etkili bir düzeye ulaşıyordu.
Irak’ta bu yoğun faaliyetler Lozan Konferansına kadar sürdürülüyordu. Anadolu’nun batısındaki ve Boğazlardaki konumunu güçlendirmek için Kemalist hareket Doğu daki gelişmelerden sonuna kadar yararlanıyordu. Bu arada bölgeye gönderilen Teşkilat-ı Mahsusacı Özdemir Bey (Albay Şefik) Şeyh Mahmud’a yeterince destek veremiyor, 22 Nisan 1923’te Rcvanduz’a gelen iki bölük İngiliz askeri Lozan Konferansı’nın ikinci devresinin açılışından bir gün önce kenti işgal ediyorlardı. Bu çekilme Kürt aşiretleri arasında Kemalistlerin nüfusunun belirli ölçüde kaybedilmesini getiriyordu. İngilizler Revanduz kaymakamlığını, Nesturu “Levi” birliklerinin desteğinde Seyyit Taha’ya veriyorlardı. Kemalistler bölgeyi denetlemek vc İngilizlerle çatışmak konusunda açık bir stratejiye sahip bulunmuyorlardı. Oysa birçok Kürt aşireti onları destekliyordu. 1919 yılında İngilizlerin Kuzey Irak’ta yaptığı nüfus sayımına göre 2.850.000 kişinin yaşadığı bölgede Kürtlerin sayısı 500.000 kadardı. Üstelik Tür- kiye-Irak sınırı boyunca Türk, Kürt, Araplardan oluşan yoğun ikili-üçlü karışımlar vardı. Bu durumda, Kürtler ve Arapların sadece “Batıya rağmen Batı gibi” olma siyasetinde stratejik bir araç olarak kullanılması kayda değer. Örneğin Ö/demir, Şeyh Mahmud’u satranç oyunundaki piyon gibi kullanmaktaydı.” Bir İngiliz raporuna göre, “Kemalistler eğer başka bir biçimde davranıp, Şeyh Mahmud’un kişiliğinde sadık bir dost kazanmış olsalardı Kürt bölgesinde etkin bir rol oynamak olanağını bulabileceklerdi ve bu etki, Irak’ın başka şehirleri” ne de geçecekti.(38) Bu şehirler Halep, Musul, Kerkük ve Bağdat’tı.
Londra’ya karşı bölgede Kürt ayaklanmaları örgütleyen Kemalistler, 1923 yılına girildiğinde İngiltere’nin Türk siyasetindeki değişimle birlikte çekiliyorlardı. Bu çekilmenin aynı zamanda İngiliz emperyalizminin sömürge ağı açısından büyük öneme sahip bulunan Musul’u da kapsayacağı daha 1923’ün başında Londra’ya “hissettiriliyor”du. Lozan’da İngiltere bir Kürt Devleti projesini masaya koymuyordu. İngiltere-Sovyetler arasında kurulan yeni dengede bir “tampon” devlete ihtiyaç vardı ve bu rol Türkiye’ye veriliyordu. Lozan’da mekanik tarzda Sevr’in yırtılması söz konusu değildi. Bölge halklarının desteğine, Sovyetlerin yerleşen konumlarının verdiği diplomatik, askeri güce, Müslüman halkların sömürge yönetimlerine başkaldırı potansiyeline ve İtilaf emperyalistlerinin aralarındaki çelişkilere dayanan Kemalist hareket için Sevr ölü doğmuş bir propaganda belgesiydi.
Kemalistler, Sovyetlerin Batı üzerinde yarattığı korkuyu stratejik manevra açısından büyük bir imkâna dönüştürerek Sevr’in varlık koşullarını işlemez hale getiriyorlardı. Kazım Karabekir’in anlatımıyla: “6 Şubat 1920’de M. Kemal Paşa hazretlerinin gönderdiği şifrede ise diğer cephelerde bir şey yapmak imkânı yok. Uygun olmayan sulh şartlarına karşı silahla mukavemet imkânını gösteren Kafkas cephesidir. Türkiye Kafkasya’da Bolşevik istilasını kolaylaştırıp onunla birlikte hareket etmekle Batı’dan Doğu’ya doğru Anadolu, Suriye, Irak, İran ve Hindistan kapılarını müthiş bir surette açmış olacaktır.”(39) Bu çerçevede İngiltere’ye yönelik bir “tehdit” algılamasının boyutları çiziliyordu. Lozan’da, İngiliz-Rus ilişkileri açısından bir dönemeç yaşanıyordu. Kökleri Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında yatan “Doğu Sorunu” geçici bir statü ile donduruluyordu. Türkiye bu iki güç arasında “tampon” konumunun güvencelerini kurucu unsur sayıyordu. Türk-Yunan savaşı ekseninde karşı karşıya gelen Sovyet Rusya ile Büyük Britanya arasında oluşan denge, Anadolu’da “burjuva milliyetçi” ideolojiye dayanan bir devlete alan açarken Avrasya jeopolitiği ve Ortadoğu yeniden biçimleniyordu. Bu arada Ortadoğu’nun emperyalist çıkarlar doğrultusunda İngiltere ve Fransa tarafından şekillendirilmesinde ana unsur petrol oluyordu. “Batı Anadolu’daki Yunan çıkarması ya da Filistin’deki Siyonist yerleşimler gibi doğrudan hiç ilişkisi yokmuş gibi görünen olaylar bile, Londra’dan bakıldığında, petrol çevresinde dönen büyük satranç oyununun parçalan olarak görülmekteydi.”(40) Kürt sorunu da bu bağlam içinde yer alıyordu. Tıpkı Lo/an görüşmelerinin perde arkasında bulunan petrol çıkarları meselesinde olduğu gibi.
İngiltere petrol ve jeopolitik çıkarları gereği “hiçbir zaman bağımsız veya bağımlı bir Kürdistan kurmayı düşünmemiştir(…) Ve bu 1919 yılı ortalarında özellikle Şeyh Mahmut’un Kürdistan hükümeti kurmasından ve İngilizlerin bu hükümeti yıkabilmek için çok kanlı savaşlara girmelerinden sonra iyiden iyiye güçlenen bir politika haline gelişmiştir.”(41)
Lozan Konferansı döneminde de Irak’ta durum İngiliz emperyalizmi açısından son derece karışıktı. Buradaki işgal, büyük parasal kaynak gerektireceği için İngiltere’nin Mezopotamya’ya asker yığması mümkün değildi. Bölgeye yönelik askeri bir harekât İngiltere’nin siyasi, stratejik, ekonomik zaaflarını derinleştirecekti. Yakındoğu’da İngiltere’nin kazançları tehlikedeydi. Komintern, “dünya proletaryasının ve Doğu halklarının çıkarları bu egemenliğin çökertilmesi noktasında birleşmektedir” açıklamasını yapıyor ve çok önemli bir tespitte bulunuyordu: “İngiliz İmparatorluğu’nun köprü bağlantısında Irak’ın en zayıf ve en elverişsiz halkayı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Irak, stratejik açıdan Filistin ya da Mısır’a oranla çok daha elverişsiz bir konuma sahiptir. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu, İngiliz boyunduruğunu kolay kolay kabullenemeyecek göçebeler oluşturmaktadır.”(42) Bu çözümlemeye rağmen Sovyet Rusya İngiliz emperyalizmine saldırmak yerine içine çekiliyor ve bu “zayıf halka”ya yüklenmemenin sonuçları günümüzde Avrasya jeopolitiğini alt üst eden ABD’nin bölgeye yerleşme sürecinin köklerindeki olumsuzlukları besliyordu. Türkiye ise kapitalizme karşı olmadan bir bağımsızlık savaşı yürütmenin sınırlarını biliyor ve bir an önce Batıyla bütünleşmeye eğilimli kadroların dünya görüşleriyle yönünü bulmaya çalışıyordu.
Lozan’da yapılan antlaşma ile “Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kendisine tabi mahallerde Düyun-u Umumiye İdaresi’nin mevcut teşkilatıyla varidatını tahsile devam etmesine müsaade etmekle beraber, tahsil edilecek paraların maliye veznelerine yatırılması”nı düzenleme yetkisini elde ediyordu!(43) Yani, “bağımsızlık” savaşına rağmen Düyun-u Umumiye tasfiye edilemiyordu. 1933 yılında Paris’te yapılan anlaşma ile Düyun-u Umumiye “nihai” şeklini alıyordu. Bu anlaşmaya göre diğer Osmanlı İmparatorluğu ülkelerine taksim edilen borçlardan Türkiye’nin payına 85, 8 milyon altın lira düşüyor ve bu paranın son taksiti 1954’te ödeniyordu. Bu arada Yunanistan, Arnavutluk, Yemen, Suudi Arabistan hisselerine düşen borcun tek kuruşunu dahi eklemiyorlardı. Bu düzenleme bir sürekliliğe işaret ediyordu.
“Yabancı sermayeciden daha yabancı sermayeci olan” Maliye Nazırı Cavit, 1914’te seferberlik ilan edildiğinde, orduya para vermeyi reddediyordu. 1914 bütçesi 34 milyon altın liraydı. Bunun 14 milyonu Düyun-u Umumiye’ye gidiyor geri kalan 20 milyonun 9, 5 milyonu orduya ayrılıyordu. Bu parayla seferberlik giderlerini karşılamaya imkân yoktur. 80() bin asker aç ve çıplak kalacaktır. Oysa Düyun-u Umumiye’nin 14 milyon lirası vardır ve borçların ödenmesinin ertelenmesi mümkündür. Cavit ile İttihat ve Terakki’nin yıldızı, Harbiye Nazırı, Padişah damadı, astığı astık kestiği kestik Enver bu konuda tartışırlar. 5 Eylülde bir araya gelen ikiliden, Cavit: “Bu böyledir ve daima böyle kalacaktır” diyerek Düyun-u Umumiye’ye olan borcun ertelenmesi önerisini reddeder.
Enver: “Bu sorun ciddi biçimde müzakere olunsun” dediğinde. Cevap verir Cavit: “Bu sorunun müzakereye tahammülü yoktur. Hazinede para bulundukça, bence her şeyden kutsal devletin borcudur, mevcudu oraya veririm, ondan artanı Ordu’ya. En sıkıntılı zamanda bile böyle hareket edeceğimden, bu şimdiden anlaşılmalı, eğer başka davranma istekleri varsa bir Maliye Bakanı aranmalıdır. Bu, bence değişmez bir prensip. Sizce sonu ne olursa olsun 800 bin kişilik bir ordu toplamak nasıl bir prensip ise, bence de bu öyle bir prensiptir.” Cavit, Ordu’ya pek az para vermekte direniyordu. Enver’in “servet vergisi” alınması önerisine de karşı çıkıyordu. Gelenekselleşmiş bir uygulama ile Hükümetin, Ordu’nun ihtiyaç duyduğu, eşyalara bedeli ödenmek üzere el koymasına bile tepki gösteriyordu. Bazı yerli ve yabancı tüccarların malları sonradan karşılığı eklenmek üzere alındığında ise Cavit: “Elçilikler kıyameti koparıyorlar, yapılan şey haydutluk derecesini bulmuştur” diyordu.(44) Emperyalizme yapılan taahhütler ordudan daha “kutsal” sayılıyordu. Arnavutluk, Suudi Arabistan, Yemen, Yunanistan paylarına düşen borcun tek kuruşunu eklememe onurunu gösteriyorlardı. Oysa Cavit’in temsilcisi olduğu kapitalist-emperyalizme ideolojik bağımlılık çizgisi Milli mücadelenin tüm bedellerini ödeyen bir ülkenin kuruluş sürecine gölgesini düşürüyordu.
Mustafa Kemal’in Musul Stratejisi
Mustafa Kemal, 14 Ocak 1923 tarihinde Batı Anadolu’da bir geziye çıkıyor ve Eskişehir, Bursa, İzmir, Balıkesir’de basınla, halkla konuşuyordu. Bu konuşmalarda Lozan Konferansı, Hilafet, Kürt sorunu ve Musul hakkındaki görüşlerini açıklıyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ün Eskişehir’de 15 Ocak 1923’te yaptığı konuşma ile 16-17 Ocak 1923 İzmit basın toplantısı ve 19 Ocak 1923 tarihli konuşmaları yıllarca sansürlendi. Sansür bununla kalmıyor, “Kürdistan’ın Muhtariyetine Dair ve Türkiye Büyük Millet Meclisi nde 10 Şubat 1922 tarihinde müzakere edilmiş olan Kanun Tasarısı’nı da kayıtlardan çıkarıyordu. Kanun tasarısının maddeleri şöyledir:
1) Türkiye Büyük Millet Meclisi, medeniyetin icapları gereğince Türk milletinin ilerlemesini sağlama hedefi doğrultusunda, Kürt milleti için kendi milli ananeleriyle ahenk içinde bir muhtar idare kurma mesuliyetini üzerine almaktadır.
2) Ekseriyetini Kürtlerin oluşturduğu havali için, Büyük Millet Meclisi’nin karar vereceği şekilde Türk ve Kürt olabilecek bir Genel Vali ve bir müfettişle birlikte bir Genel Vali, Kürt milletinin ileri gelenleri tarafından seçilebilecektir.
3) Büyük Millet Meclisi de Genel Vali seçecektir. Bu kişi, tecrübeli bir idareci olmalı, şerefli bir isim ve Kürt milletinin hürmetini kazanmış bir şahıs olmalı.
4) Genel Vali üç senelik bir müddet için tayin edilecek; vazife müddetinin bitiminde (Kürt) Millet Meclisi tarafından Kürt milletinin ekseriyeti, eski Genel Vali’nin vazifede kalması arzusunda olmadıkça yeni Genel Vali tayin edilecektir.
5) Genel Vali’nin Kürt veya Türk olması, Büyük Millet Meclisi tarafından karara bağlanabilirse de seçim doğrudan doğruya Kürt Millet Meclisi tarafından yapılacaktır. Fakat Genel Vali, Genel Vali Vekili ve Müfettiş tayini hususu Ankara Hükümeti’nin tasdikine sunulmaktadır.
6) Kürt Millet Meclisi, Doğu Vilayetlerinde genel seçim yoluyla kurulacak, Meclisin görev süresi üç sene olacaktır. Meclis, her sene 1 Martta toplanacak ve faaliyet süresi dört ay olacaktır. Ancak, Meclis, bu müddet zarfında gündemindeki işleri tamamlayamayacak olursa, üye sayısının salt çoğunluğunun isteği ü/erine ve Genel Vali’nin tasdikiyle bu süre uzatılabilir.
7) Genel Meclis, Doğu vilayetleri idaresinin gelir-gider bütçesini tetkik etmek ile sivil ve idari memurların karışmış olduğu haksızlıkları soruşturma hakkına sahip olacaktır. Meclis, ülkenin ilerlemesini ve refahını ilgilendiren kesin kararlan alabilecek ve bu kararların tamamı, Büyük Millet Meclisi’nin bilgisi için Ankara Hükümeti’ne iletilecektir.
8) Büyük Millet Meclisi, Genel Vali ve Kürt Meclisi arasındaki tüm anlaşmazlıklarda karar mercii olacak ve her iki taraf da kararlarına uymakla mesul olacaktır.
9) Karma bir komisyon tarafından hudutların tespitine bağlı olmak üzere, Kürdistan idari bölgesi, Van, Bitlis, Diyarbakır Vilayetleri ile Dersim sancağı ve mahdut kaza ve nahiyelerden mürekkep olacaktır.
10) Kürdistan’ın idaresine ilişkin olarak, adli teşkilat, özel bölgeler için mahalli kullanımlara ahenkli bir şekilde kurulacaktır. Bu teşkilat şimdilik, ehliyetli memurlardan oluşacak ve yarısı Türk ve yarısı Kürt olacaktır. Türk memurların emekliliği halinde, yerlerine Kürt memurlar geçebilir.
11) Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, savaşa katkı şeklinde veya başka hiçbir şekilde vergi istenmeyecektir. Şimdiye kadar mecburi olan bütün mali katkılar, mahalli idarenin yetkisi dâhilinde kaldırılacak, vergiler yılda bir kez (ödenecektir. Vergiye tabi olacak net gelirlerin nispeti, Ankara Büyük Millet Meclisi ve Kürt Millet Meclisi mebuslarından mürekkep karma bir komisyon tarafından tespit edilecektir.
12) Doğu vilayetlerinde nizamı tesis etmek için bir jandarma kumandanlığı tesis edilecektir. Kürt Meclisi, bu teşkilatı idare edecek kanun hazırlamakla yükümlüdür. Fakat Jandarma kuvvetlerinin genel kumandanlığı, barış tesis edilip isteyen herkes kendi ülkesine dönünceye kadar kıdemli Türk subaylarının idaresi altında olacaktır.
13) Türk ordusunda bulunan Kürt subayları ve askeri, barış tesis edilip herkes kendi ülkesine dönünceye kadar hali hazırdaki vazifelerini terk etmeyeceklerdir.
14) Barışın tesis edilmesinden itibaren, Harb-i Umumi’nin evvel ve sonra el koyulmuş bulunan tüm hayvan ve malzemelerinin kıymetinin takdiri ilk iş olacak ve en geç on iki ay içinde bedelleri ödenecektir.
15) Türk lisanı, yalnızca Kürt Millet Meclisi, valilik hizmetleri ve Hükümet idaresinde kullanılacaktır. Ancak, okullarda Kürt lisanı ile öğrenim yapılabilir ve Vali de kullanımını teşvik edebilir. Fakat bu gelecekte Kürt lisanının hükümetin resmi lisanı olması yönünde bir talebe temel teşkil etmemelidir.
16) Kürt Millet Meclisi’nin birinci vazifesi, hukuk ve tıbbiye fakülteleri olan bir üniversite kurulması olmalıdır.
17) Genel Vali’nin tasdiki olmaksızın ve Büyük Millet Meclisi ve Ankara Hükümeti’nin bilgisi haricinde Kürt Millet Meclisi tarafından hiçbir vergi yükümlülüğü getirilemez.
18) Ankara’da bulunan Büyük Millet Meclisi ile istişarede bulunmaksızın ve rızasını almaksızın hiçbir şekilde imtiyaz verilemez.
10 Şubat 1922 günlü oturumda oylanan bu “özerklik” önergesi 373 milletvekilinin oyu ile kabul edilirken 64 ret oyu çıkıyordu.(45) İngiliz Büyükelçisi Horace Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gösterdiği raporda tasarı metni de yer alıyor ve büyükelçi; TBMM’nin 10 Şubat 1922 günü gizli oturumda “Kürdis- tan yönetimine dair anayasa önerisini kabul ettiğini yazıyordu. (FO 371/7781 Doğu (Türkiye), E 3553.96.55, no: 308; Sir H. Rumbold’dan Kedleston’da Marquess Curzon’a [3 Nisan da alınmış] Kürtlerle ilişkilerin gizli tarihini oluşturan bu belgeler, bilgiler ve olgular demeti değerlendirilmeden, Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden dönemde, patlak veren Kürt isyanlarını ve günümüze akan çizgide siyasal, sosyal, ekonomik sorunların temel dinamiklerini çözümlemek mümkün değildir. Bu çerçevede devam ettiğimizde bir başka belge ile daha karşılaşıyoruz.
Mustafa Kemal, İzmit basın toplantısında altı ay önce Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından “Kürdistan hakkında” düzenlenen bir talimatı, Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla El Cezire Cephesi Kumandanlığı’na yolluyordu. Bu talimatta, “Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz hem dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız” deniyordu. Talimat, TBMM’nin 22 Temmuz 1922 günlü gizli oturumunda okunuyor ve tutanaklara geçiriliyordu.(46) Mustafa Kemal, 16-17 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında, Ahmet Emin (Yalman) Bey’in sorusu üzerine “Kürt Meselesi” hakkındaki görüşlerini açıklıyor ve şunları söylüyordu: “Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzu bahis olamaz. Çünkü malumu âliniz bizim hudut-u milliyemiz dâhilinde mevcut Kürt anasır o surette tavattun etmiştir ki (yerleşmişlerdir ki) pek mahdut yerlerde haiz-i kesafettir (pek az yerlerde yoğundur). Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır(…) Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince bir nevi mahalli muhtariyetler (yerel özerklikler) teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzuubahis olurken onları beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahib-i selâhiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhit etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”(47) Tanzimat Kürdistan’ı benzeri üzerinde merkezi denetimin yoğun olacağı bir “özerklik” gündeme getiriliyordu. 23 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da Musul sorunu tartışılıyor. Mustafa Kemal’in Kürt “özerkliği” üzerine İzmit’te yaptığı açıklamalar ile Lozan’ın gündemi arasında bağlantı olduğu açıktır.
İsmet Paşa Lozan’daki görüşmeler sırasında, “TBMM Hükümetinin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümeti” olduğunu vurguluyor, İngilizlerin henüz Süleymaniye’ye bile giremediklerini, Kürtlerin İngilizlerle sürekli savaş halinde bulunduğunu açıklıyordu. 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleye Katılan Kürtlerin özverilerinden ve hizmetlerinden söz ediyor ve “Kürtlerle Türkler tam bir işbirliği içinde çalışmıştır” diyordu.(48) İsmet Paşa ayrıca, “Kürtler Türkiye’de her zaman yurttaşlık haklarından yararlanmışlardır; siyasal ve toplumsal bakımdan her zaman işbirliği yaptıkları Türk Hükümetini hiçbir zaman yabancı bir hükümet saymamışlardır. TBMM’de mebusları vardır. Hükümet ve yönetim işlerine etkili olarak katılmaktadırlar” açıklamasını yapıyordu.(49) Paşa’nın, “Musul Kürtleri için olduğu kadar, Anadolu’nun öteki yerlerindeki Kürtler için de geçerli olan bu düşünceler, Musul vilayetinin doğu kesiminde oturanlara dört yıldan beri söz verilen yalancı Özerkliğin kendilerine neden hiç çekici görülmediğini ve gerçekten sömürge yönetimi altına alınmış bir halk durumuna düşürülmüş insanların kaderine ortak olmayı kabul etmeye onları neden inandıramadığım” sorması son derece önemlidir.(50) İsmet Paşa, Kürtleri İngiliz “sömürgeciliği” karşısında bir konuma yerleştiriyor. Diğer yandan bu görüşmelerden birkaç gün önce Falih Rıfkı’nın İzmit Basın toplantısında Musul sorunu üzerine sorduğu soruya cevap veren Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Musul vilayeti hudud-ı milliyemiz dâhilindedir(…) Musul bizim için çok kıymetlidir; birincisi civarında nâ-mutenahi servet teşkil eden petrol menbaları vardır; ikincisi bunun kadar mühim olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim hududumuz dâhilinde Kürtlere de sirayet edebilir(-) Musul’da ısrar ediyorlar, belki de vermeyeceklerdir.”(51)
Bu açıklamaların Vakit Tevhid-i Efkâr, İleri, Tanin, Akşam, İkdam gibi önemli İstanbul gazetelerinin başyazarlarına yapılması “yazılmamak” koşuluyla bile olsa hedefin Lozan Konferansı’nda İngiltere ve Fransa’ya mesaj iletmek olduğu görülüyor. Kürtlerle ilgili Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu görüşler Musul sorununu da kapsayan bir stratejiye işaret ediyor. Bu tutum, Jön Türk milliyetçiliğinin Kemalist harekete akan birikimi ekseninde, Anadolu’nun “Türkleştirilmesi” programı ile çelişmiyor. Zira bir ilke açıklamasını değil titiz planlanmış bir diplomatik açılımı ortaya koyuyor. Diğer yandan Mustafa Kemal’in Musul’da “İngilizlerin bir Kürt Hükümeti teşkil etmek” konusundaki açıklaması ile İsmet Paşa’nın Lozan da yaptığı Güney Kürdistan’da İngiltere’nin Kürtlere “yalancı özerklik vaadi çelişiyor. İsmet Paşa’nın yaklaşımım olgular da destekliyor. Sömürgeci İngiltere’nin “yalana özerklik” dışında bir taahhüdü ve bunu pratiğe geçirecek gücü bulunmuyor. Ancak Mustafa Kemal’in Kürtlere “özerklik” verileceğine dair açıklaması ile Musul’dan Anadolu’ya akacak bir İngiliz destekli Kürt hükümeti tehlikesini aynı toplantıda ortaya koyması stratejik bağlantıya işaret ediyor. Musul, İngiliz destekli Kürt hükümeti tehdidi, petrol, kuzey sınırının güvenliği açısından değerlendiriliyor. Mustafa Kemal Musul konusunda güçlü bir irade beyanı ortaya koymuyor ve bunu karşı tarafın tek yanlı inisiyatifine bırakan “Musul’da ısrar ediyorlar, belki de vermeyeceklerdir” açıklamasını yapıyor. İngiliz emperyalizminin “en zayıf halkası” olan bu bölge için Misak-ı Milli sınırları içinde bulunmasına rağmen kararlı ve savaşçı bir tutum alınmıyordu. Oysa Musul salt petrol sorunu açısından değerlendirilecek konumda değildir. Bölgede zengin petrol yatakları olmakla birlikte rezervlerin tahmini değeri bile henüz belirsizdir. “Raporlar İngiltere’nin Musul konusunda sadece petrol nedeniyle değil, stratejik önemi nedeniyle direndiğini göstermektedir. Dolayısıyla, karmaşık bir sosyal yapısı olan ve İngilizlerle sürekli savaşan Kürtlere güvenmek söz konusu olamaz. O halde bağımsız Kürdistan devre dışı bırakılmalıdır. İngiliz stratejisi açısından Arap dünyasının bir parçası olarak Irak Krallığının güçlendirilmesi, doğabilecek yeni gelişmelere karşı en doğru yoldur.(…) İngilizler için Güney Kürdistan’ın Irak Krallığına bağlanması, bölgesel egemenlikleri için son derece önemli görünmesine rağmen, Sovyetler ara devletler anlayışına şüpheyle bakmıştır. İngilizlerin yaptığının tersine, Sovyetler, Türkiye ile olan yakın ilişkilerine güvenerek Musul’un bu ülkeye bağlanması tezini savunmuştur.”(52) Musul “zayıf halka” olmasına rağmen ne Sovyetler Birliği ne de Anadolu Hükümeti kararlı bir biçimde İngiliz sömürgeciliğine vurmuyorlardı. İngiltere ile yeniden ticari ilişkiler kuran Sovyetler 1925’te kapitalist yolcu NEP politikasına yönelirken, Türkiye’de ise Lozan Konferansı ile eş zamanlı olarak liberal kapitalist tercihi temel program ilan eden İzmir İktisat Kongresi toplanıyordu. İstanbul burjuvazisinin iktidar savaşına dâhil olmasıyla birlikte “küçük burjuva radikalleri” bölünüyor ve emperyalizmle uzlaşma eğilimleri güçleniyordu. İzmir İktisat Kongresi’nin başkanlığına Kâzım Karabekir Paşa’nın getirilmesi ise Lozan’da yeni devletin uluslararası ölçüde kabul görmesi sürecinde İsmet Paşa’ya verilen önemli görevin yarattığı husumetleri sınırlandırmakla bağlantılı görülüyor. Sınıfsal çıkarlar ekseninde gelişen bu çatışmalı süreçte kapitalizm temel doğrultu olarak belirleniyordu. “Bir taraftan İstanbul ticaret burjuvazisi, diğer taraftan da Anadolu eşrafı ile ittifak halinde bulunan siyasi iktidarın programı bir burjuva programıdır: Tarımda kapitalizmi geliştirmek ve ticaret burjuvazisini sanayi burjuvazisi haline dönüştürmek. Bunun içinde elindeki araçlar mali politika ile devlet kapitalizmidir.”(53)
İngilizci işgal Komutanı General Harrington’un, 25 Mart 1923’te Kemalist yetkililerle yaptığı görüşmeden sonra edindiği izlenim; Şubat’ta dağılan ve tekrar toplanacak olan Konferans’ta Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın anlaşmayı imzalamaktan yana oldukları şeklindedir. Ancak, yine ona göre, bu ikili, “An- kara’daki aşırı uçlarla epey uğraşmak zorundadır.(54) 1 Nisan 1923’te alınan bakarada, Lozan’da 2. görüşmeler başlamadan önce TBMM seçimleri yenilenir ve “aşırı uçlardan” temizlenen parlamento Lozan Antlaşması’nı onaylar. Birinci mecliste bulunan “aşırı uçlar” arasında Sovyet etkisinde bulunan, Lozan’daki emperyalist-önerilerinin tamamına karşı çıkan ve Musul’un kayıtsız şartsız Türkiye’ye bağlanmasını isteyen bir grup milletvekili vardır. 8 Kasım 1923 tarihli İngiliz istihbarat raporuna göre Sovyet elçisi Aralov yeni bir Türk-Rus antlaşması önerisi getiriyordu. Bu öneri çerçevesinde, Sovyet Rusya “Musul Bölgesini de kapsamak üzere, Misak-ı Milli’nin tümüyle gerçekleştirilmesine, gerek saldırganlık gerek savunma açılarından, tüm desteğini vermeyi üstlenecektir.”(55)
Musul sorunu, Kemalistler açısından Kürtlerle bağlantılı stratejik bir unsurdur. Öyle ki, Mustafa Kemal askeri ve siyasi gücünün zirvesinde olduğu Mudanya Mütarekesi’nde bile Musul’u görüşme gereği duymuyordu. Nitekim Fransa’nın Ankara temsilcisi Albay Mougin, İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri Pelle ile yaptığı görüşmede Başvekil Rauf Bey’in sözlerini aktarıyordu: “Rauf Bey Mudanya Antlaşmasında, Edirne yerine Musul’u görüşmediklerine pişmandır. [Rauf Bey: ] Çünkü bu sorun bizim için can alıcıdır. Doğudan uzaklaşmak ve kuşatılmak istemiyoruz. İngiltere’nin ise hedefi budur(…) Musul ve Kürt toprakları Türkiye’de kalmalıdır. Bütün çıkarları uzlaştırarak petrol için çözüm yoluna girebiliriz, fakat Türkiye bu toprakların hâkimi kalmalıdır.”(56)
Lozan’dan dönen Türk heyetinin katıldığı, 27 Şubat 1923’te başlayan Meclis görüşmelerinde bazı gerçekler açığa çıkıyordu. İsmet Paşa 27 Şubat’ta Meclis’te yaptığı konuşmada: “Fakat onların ekonomik gelişme ve petrollerinden faydalanma gibi çıkarları varsa veya bir takım unsurları kendi aleyhlerinde tahrik edeceğimizden endişeleri varsa, onu da tatmin edelim, bir çare bulalım dedik. Onlar da bir sureti hal arıyorlardı. Musul şehrini kendi ellerinde korusunlar, eğer biz ekonomik çıkarlarından, petrollerinden dolayı vermiyorsak, herkese verdikleri gibi, onlar da bize bir hisse versinler. Genel görüşme söz konusu olduğu zaman, sorun bu safhada idi.”(57) Musul İngiltere’ye karşı stratejik bir koz tarzında kullanılıyordu. Sorun, daha bu aşamada, bir toprak sorunu olmaktan çıkarılıp, ekonomik çıkar bağlamında ele alınıyordu. Görünürdeki tez ile işin özü arasındaki uyumsuzluk açıktı. Misak-ı Milli Musul ekseninde tam bir belirsizliğe bürünüyordu. Bunun üzerine Kürt mebuslardan Yusuf Ziya Bey “Musul’un Misak-ı Milli’ye dâhil olup olmadığını” soruyor Başvekil Rauf Bey dâhildir diyor. Mustafa Kemal ise söz alıyor ve Misak-ı Milli’yi şöyle tanımlıyordu: “Misak-ı Milli, şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey, milletin çıkarı ve Büyük kurulun bakışıdır. Yoksa bir haritası mevcut bir hudut yoktur.”565 Misak-ı Milli’nin bu yorumu karşısında mebuslar şaşkınlıklarını gizleyemezler. Cebelibereket mebusu İhsan Bey: “Harp edemeyiz, sulhen hal edemeyiz, illa sulh isteriz, Musul’u isteriz, bence bunun manası yoktur.”(58) Bu arada Musul’un Doğu Anadolu için yaşamsal önemini vurgulayan Diyarbakır mebusu Zülfi Bey, izlenen politikayı protesto ederek görevinden istifa ediyordu. Mecliste bulunan Kürt mebuslar Musul’un mutlaka Misak-ı Milliye dâhil edilmesini istiyorlardı. Oysa Kemalist strateji açısından Musul toprak sorunu çerçevesinin dışındaydı. Mebuslar konunun özünü kavrayamıyorlardı. Kuzey Irak’a yayılan Kürt aşiretlerinin isyancı konumları böyle bir “çıbanbaşını” elde tutmaktansa, petrol başta olmak üzere ekonomik imkânlarından yararlanmak daha “akılcı”dır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa Meclis’te yaptığı konuşmada: “Musul sorununu bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu olanaklıdır. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliri/. Fakat Musul’u aldıktan sonra savaşın hemen son bulacağına inananlayız. Şüphesiz orada bir savaş cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca konu etmek isterseniz sakıncalar kendi kendine ortaya çıkar, ” diyordu.(59) Mustafa Kemal’in sadece İngilizleri kastetmediği açıktır. 500 bin Kürt’ün yaşadığı bu isyan ocağı İngiltere açısından bile büyük sorundur. Musul’a girilmesi, İngilizleri büyük kışkırtmalarla, denetlenmesi olanaksız bir Kürt sorunu yaratmaya itecektir ve Anadolu’da yaşayan Kürtlere sirayet edecek hareketler büyük bir tehlike oluşturacaktır. Bu durumda en iyi strateji, Musul’un biçimsel bir Misak-ı Milli vurgusu ile masaya getirilirken aslında ekonomik sorun ölçütleri ekseninde kullanılmasıdır. Kuzey Irak’ta yaşayan ve güçlü aşiret yapılarına sahip Kürtlerin kendilerini önemli bir konumda Türkiye’ye kabul ettirmeden yeni devletle birleşmeleri zordur. Bu durumda Türkiye’de yaşayan Kürt feodalleri ve aşiretlerde hareketlenecek, özünde Lozan öncesinde stratejik bir manevra aracı olarak gündeme getirilen “özerklik” planı hızla bir gerçekliğe dönüşecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal Musul sorununu dikkatli bir biçimde denetimi altında tutuyordu. Meclisteki tartışmalar ilerledikçe “Musul’un petrol ve ekonomik çıkar karşılığında” peşkeş çekildiği iddiaları açıkça dillendirilmeye başlandı.
5 Mart 1923 tarihli Meclis oturumunda Ergani Mebusu Emin Bey: “Musul’u satıyorlar, ” diyordu. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey ise “Kesin olarak sözümü geri almıyorum. Milli mesele adına satıyorlar” diye bağırıyordu. 6 Mart 1923 tarihli oturumda ise Yusuf Ziya (Bitlis): “Arkadaşlar temenni ederim ki, Musul Türkiye’nin bir parçası denilsin. Çünkü Türklerle, Kürtlerle meskun Türkiye’nin bir parçasıdır. Yarıdan fazlası Kürt’tür. Musul’un Kürdün tarihinde bir kıymeti, bir ehemmiyeti vardır. İhtimal ki, başka bir yer olsaydı bu kadar telaş etmezdim. Musul’un Kürdün tarihinde bir sandalyesi vardır. Arkadaşlar, bir insanı ikiye bölmek veyahut ta herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değilse, Musul’u Türkiye’den ayırmakta öylece mümkün değildir, arkadaşlar. Musul’u terk ve askıya bırakmak, bir sene için, altı ay için ertelemek pek tehlikeli bir oyundur. Arkadaşlar, dilerim ki, Türkiye siyasileri bunun etrafında derin düşünsünler. Arkadaşlar, Musul’u ertelemek Musulsuz barış yapmak, barışın ertesinde Doğu Anadolu’da önemli bir cephe açmak demektir. Bundan ötürü izninizle, açık kelimelerle niyetimi ifade edeceğim. Çünkü sesimi tarih dinliyor. Arkadaşlar, ben Kürt’üm. Fakat Türkiye’nin yükselmesini, Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin ilerlemesini dileyen Kürtlerdenim. Nedeni ise, lisanım, bana şeref veren lisanım, okuryazar olmaklığımdır. Bu ise, kendi kavmim olan Kürtlerin değil, Türklerindir. Bunun için, Türklerin yükselmesini isterim. Türklerin şereflenmesini isterim(…) Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur(…) Bundan dolayı herhangisi, herhangisine ihanet ederlerse ikisi için de son yoktur(…) Arkadaşlar Kürtlere Sevr paçavrası ile çok verdiler. Fakat Kürtler korktular. Kürtler, yanan kardeşlerini gördüğü için çekildi. Yanaşmadılar arkadaşlar. Fakat bugün Musul’da alladı pulladı, bugün kukla vücuda getirdi- Kürt’ü kukla ile yakmak istiyorlar arkadaşlar. Oyalayıcı, o göz boyayıcı kuklayı vücuda getirmişler, aldatıyorlar. İngilizlerin altını, o kuklaların mevcudiyeti, çok iş görecektir arkadaşlar. Ben Musul’u istemiyorum. Musul’u kime verirlerse versinler Süleymaniye’yi, Kerkük’ü almakla Türk’ün, Kürdün birliği onunla temin edilir. Ben Musul’u terk ettim. Fakat Türkiye’nin en önemli bir yerine yapılan aşıdan Türkiye’yi kurtarmak istiyorum.”(61)
Yusuf Ziya Bey, Süleymaniye ve Kerkük’ü de Türk-Kürt kardeşliği temelinde Misak-ı Milli sınırları içinde görmek istediğini vurguluyordu. Misak-ı Milli Türkleri-Kürtleri ve diğer Müslüman azınlıkları kapsayan bir bütünlüğün adıdır. Milli mücadele bu birlik temelinde başlıyordu. Ancak halkın emeği, alın teri, kanı ile yükselen büyük birikim hızla yolundan saptırılıyordu, İngiliz emperyalizminin desteğini çekmesiyle birlikte Anadolu’dan kovulması zor olmayan Yunan ordusu yenilip ülkeden atılınca, “asalak sınıflar” için yeni sömürü imkânları doğuyordu. Bu aşamadan sonra işgalciyi söküp atan, silahlı, canlı halk güçlerinin denetimi gündemdedir artık. Egemen sınıflar bloğunun çıkarları hızla diplomatik, iktisadi, siyasi alanlara gölgesini düşürüyordu. “Asalak sınıflar” programlarını siyasi, ekonomik alana taşımakta gecikmiyorlardı. Lozan barış görüşmeleri 4 Şubat 1923’te kesiliyor. 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplanıyordu. Bu kongrenin kış koşullarında acele toplanması başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli burjuvaziye, özellikle de savaş kârlarıyla güçlenen İstanbul ticaret burjuvazisine güvence vermeyi hedefliyordu. İstanbul’un kozmopolit sermaye çevreleri hızla yeni devletin bakış açısının oluşumuna dâhil ediliyorlardı. Egemenler, Türkiye’nin kapitalistliğini ilan ederek teyit ediyorlardı. Savaşın sona ermesi ile birlikte burjuvalar bürokratlaşıyor, bürokratlar burjuvalaşıyordu. Sovyet bilim adamı A. F. Miller’in anlatımıyla: “Mamafi Kemalistler, gericilerin siyasal muhalefetini kırmakla birlikte, kompradorlara ciddi ekonomik bağımlılık içinde kaldılar. Ulusal savaş bitince Anadolu tüccarı ilk önce dış ticareti öğrenmeye çalıştı. Hâlbuki içlerinde İstanbul burjuvazisi çok güçlü idi. Batı ile eski bağlantıları, ticaret tecrübesi vardı. Yapılanların hepsi, kompradorları atan ve dış dünya ile ilişkilerde onların yerini alan Anadolu burjuvazisinin, sosyal ilişkilerde onlarla uyuşmasına ve politik olarak onlara yaklaşmasına yaradı.” Emperyalizm çağında “ulusal” burjuvazinin sınırlarını sistem çiziyordu. “Türk burjuvazisinin yabancı sermayeye karşı savaşımı, sonuna değin varan bir süreklilikte olmamıştır. Çünkü rakiplerin çıkarları öylesine iç içe geçmişti ki, ulusal burjuvazi yabancı sermayeyi bütünüyle tasfiye etmeyi değil, ancak onun faaliyetini sınırlamayı amaç edinmişti. Bu nedenle burjuvazi, bir yandan yabancı tekellere karşı savaşım verirken, bir yandan da bazı yabancı şirketleri özendiren Türkiye’ye sermaye yatırmaya çağırmıştır.”(62)
Sovyet bakış ağsının “kapitalist olmayan yol” tezlerinden “ulusal” burjuvaziye yüklenen abartılı ve bilim-tarih dışı görüşlerin etkisine rağmen Türkiye’de yaşanan süreç yukarıdaki satırlarda sermayenin gerçek niteliği ile ortaya konuluyor. Çıkarları emperyalizmle çelişen bir “ulusal” burjuva/i Türkiye’de olmadığı gibi, emperyalist çağda, kapitalist temel üzerinde kalarak emperyalizmle bağları koparmadan “bağımsız bir sanayileşme” ve “kapitalistleşme” de imkânsızdır.
Kurulan yeni devlet ideolojik üst yapı kurumları bakımından ve Batılaşma eksenli biçimsel gelişmeler açısından burjuva nitelikli olsa da, egemenlik sisteminde yarı-kapitalist, kapitalist toprak ağaları, bir kısım ayan-eşraf, şeyhler, sivil-askeri bürokrasinin üst düzeyinde yer alanlar, Anadolu tüccarı ve büyük liman kentlerinde şebekeleşen komprador burjuvaziye dayanıyordu. Bu “melez sınıf” yapısı, devletin biçimlenişini, emperyalizmle ilişkilerini, diğer devletlerle bağlantılarını belirleyecekti. Bu egemenlik yapısında mali sermayeyi ise emperyalistlerin finans kuruluşları denetliyordu. 1920’lerde sanayi sektöründeki sermayenin %62’sini emperyalist çıkarlar adına Osmanlı Bankası denetliyordu. Yine aynı dönemde, Türkiye’de sermayelerinin toplamı 91, 8 milyon lirayı bulan 23 yabancı banka ile “yerli” nitelikte toplam sermayeleri 17, 8 milyon lira olan 10 banka bulunuyordu. Ülkenin finansal yazgısına hâlâ Osmanlı Bankası hükmediyordu.
Diğer yandan, “ticaret sermayesi emperyalist bloğa kaynak transferi işlevine koşulmuş olduğu sürece, bu işlevi gerçekleştirenin hangi dine mensup olduğu sanıldığından daha az önemlidir. Osmanlılar gibi yeni Türkiye’yi de dışarıya bağlamadaki başat rolün ticari sermaye tarafından oynanacağı tartışılmamış, yalnızca bu ticari sermayenin dayanağı olan iç toplumsal tabakanın Müslüman olmasına karar verilmişti.”(63)
Lozan-Musul-Kürt Sorunu-İngiltere ile ilişkiler çerçevesinde gelişen süreç böyle bir sınıfsal kompozisyon ve ideolojik bakış açısının sınırlarını çizdiği stratejilere göre biçimleniyordu. Bu arada not etmekte yarar olan bir başka hususta 24 Nisan 1920’de görevinden ayrılan Hahambaşı Havin Nahum Efendi’nin Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’nın müşavirliğini yapması, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon dâhil olmak üzere yürüttüğü temaslardır. Daha 1919 Kasımında Mustafa Kemal’e ilişkin güvenceler verme adetini sürdürdü. 26 Temmuz 1922’de Ankara’ya hareket eden Hayim Nahum Ankara’da “yapılan tezahürattan memnunum” diyor ve o beş gün kaldıktan sonra Paris’e hareket edeceğini bildiriyordu. Havim Nahum Efendi, Avrupa’da, Ankara Hükümeti için kamuoyu oluşturmak ve görüşmeler yapmakla görevliydi. Hayim Nahum
Paris’e ulaştığında, Tasvir-i Efkâr’ın 28 Eylül 1922 tarihli haberine göre: “Büyük bir siyasi olan Mustafa Kemal Paşa’nın hiçbir hatada bulunmayacağını” açıklıyordu. Bu “hata” yapmama güvencesinin kimlere verildiği meselesi bir yana Hayim Nahum’un İ/mir İktisat Kongresi sırasında Mustafa Kemal ile görüşmesi kayda değer. Gizli diplomasiyi yürüttüğü belli olan bu Yahudi din adamının İsmet Paşa’nın müşavirliği dışında Curzor gibi önemli isimlerden Mustafa Kemal’e doğrudan mesaj taşıyor alması mümkündür. Hilafet, Musul, Fransız finans-kapitali ile ilişkiler ve Osmanlı borçlarının geleceği konularındaki gelişmelerde “kayıp halka”nın Hayim Nahum olması ihtimal dâhilindedir. Bu arada Emmanuel Karasu’nunda İngiliz istihbaratının tanımıyla “Yakındoğu’da Musevi-Mason etkisinin birleşimi” olarak İtalya’da Kont Sforza başta olmak üzere mason bir grupla Anadolu’ya yönelik silah ticaretinde rol aldığı belirtilmelidir.(64)
Kuvayı Milliye Meclisi’ne (I. TBMM) Karşı Yapılan Lozan Darbesi
1922 yılının ikinci yarısından itibaren Kemalistler, Anadolu’daki zaferi garanti altına alıyorlardı. İtilaf emperyalistleri nezdindeki konumları daha da sağlamlaşıyordu. Elde edilen mevzilerin uluslararası siyaset arenasında onaylanması mümkün hale geliyordu. Lozan Konferansı bu durumun somut ifadesiydi. Kürtler karşısında hareket kabiliyeti bu temelde çok daha fazla gelişiyordu. Anadolu’yu “Türkleştirme” ve Musul’u İngilizlere terk etme”, sistem tarafından tanınma karşılığında gücünü arttıran Kemalist iktidarın iç içe siyasetleriydi. 1919’da başlayan Kürt başkaldırıları Kuzey Irak’ta 1930’lara kadar devam ediyordu. Musul’a girmek bu direnişi içeriye taşımak anlamına gelecekti. O koşullar altında bu direniş sadece Kürt etkinliğiyle sınırlı olmayacak, devreye İngiliz-Arap desteği de girecekti. Buna, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin harekete geçmesi de eklendiğinde tablo vahim olacaktı. Ayrıca, Musul konusundaki anlaşmazlık devam ettiği sürece, yeni kurulan devletin sistem açısından güvenceleri zayıflayacaktı. Bu durum ise hızla emperyalist-kapitalist güçlerle bütünleşme yoluna giren egemen sınıflar açısından kabul edilemezdi. “Milli çıkar” koordinatları çok sayıda “milyoner” ve “müteşebbis” yaratmaya göre çiziliyordu. Musul, emperyalist sistem içi güvenceler elde etmek ve eğer mümkün olursa bir miktar petrol geliri karşılığında İngilizlere terk edilebilirdi. Musul sorunu vazgeçilmez bir vatan parçası kapsamında değil petrol çerçevesinde değerlendiriliyordu. İngiltere’ye bu sorunun “ekonomik” yönü ihsas ediliyordu.
“Musul sorunu, İsmet Paşa tarafından Lord Curzon’la yaptığı özel bir görüşmede ilk olarak 26 Kasımda ileri sürülüyordu. Türk baş murahhası, Türk tezini etraflıca anlattıktan sonra, Musul’un Türkiye’ye geri verilmesini isteyeceğini bildiriyor; Lord Curzon, sorunun konferans dışında dostça görüşülerek özel bir çözüme bağlanmasını öneriyor; İsmet Paşa bu öneriyi kabul ediyordu. Ertesi gün, İngiliz temsilcilerinden Tyrell ile görüşen İsmet Paşa, Türkiye’nin Musul petrol kaynaklarından pay istediğini bildirince Tyrell, tatmin edici bir barış antlaşması imzalanır imzalanmaz, İngiltere’nin yeni Türkiye’ye her türlü ekonomik yardımı yapacağını, fakat barış antlaşmasının hazırlanmasında petrol veya mali yardımın pazarlık konusu yapılmaması gereğini belirtiyordu.
O tarihten sonra, Türkiye’nin Musul üzerinde hak iddiasından vazgeçmesi şartıyla ona Musul petrol kaynaklarından ya da gelirinden bir hisse verilmesi imkânlarını araştırmak amacıyla, İngiliz petrol uzmanları ve Türk delegasyonu üyeleri arasında görüşmeler yapılıyor”du(65). Musul’un Türk-Kürt birliğinin simgesi olduğu TBMM’de Kürt mebuslar tarafından ısrarla vurgulanmasına rağmen konunun daha çok petrol ekseninde tartışılması devam ediyordu. 1923 Ocağında İngiltere’ye gönderilen Muhtar ve Şeref Beyler Musul petrol kaynaklarında çıkarları olan bazı İngiliz milletvekilleri ile temas ediyorlardı. ABD’nin dev petrol tekeli Standart Oil kökenli şirketlerle bağları bulunan Chester’in Musul’u da kapsayan imtiyaz girişimlerini yeniden başlatıyor olması da İngiltere’nin tedirginliğini artırıyordu. Hatta Kemalistlerin arkasındaki gücün Standart Oil olduğu kuşkusunu gündeme getiriyordu. (Chester projesinin bu dönemin tartışmalarındaki rolü üzerine, Barbarlığın Kaynağı: Petrol kitabında bilgi veriliyor.) Lord Curzon, petrol eksenli olarak yürütülen bu görüşmeler üzerine İsmet Paşa’ya gönderdiği özel bir mektupta, “oraya gönderdiği ajanların temas ettiği kişilerin yetkili olmadıklarını ve İngiliz hükümetince tanınmadıklarını” bildiriyordu.(66)
Musul’un petrol eksenli bir siyaset açısından değerlendirildiğinin İngilizlere bu ölçüde hissettirilmesi, Misak-ı Milli ekseninde toprak talebine dayalı bir ısrarın olmadığını ortaya koyuyordu. İngiltere’ye Musul’un terk edileceği öngörüsü Kürt mebuslar arasında büyük tepkiler doğuruyordu.
Bu tepkinin bir başka boyutu daha vardı: Kerkük’te son derece zengin petrol yatakları bulunuyordu ve bunların bir bölümü işletiliyordu. Bu muazzam kaynaklar sadece emperyalistler ve bölge ülkeleri açısından değil, Kürt egemenleri açısından da iştah kabartıcıydı. Kuzey Irak’ta, yaygın ve ısrarlı bir Kürt hareketinin varlığındaki etkenlerden biri de bu petrol zenginliğiydi. Bu muazzam zenginlik kaynağı tüm egemenlik sistemleri ve sömürücü sınıflar açısından çekici bir nitelik taşıyordu. Musul’un terk edilmesi aynı zamanda Türkiye’de yaşayan Kürt egemenleri açısından bu kaynağın sağlayacağı siyasi, ekonomik gücün yitirilmesi anlamına da geliyordu.
TBMM’de bulunan Kürt mebuslar, Lozan Konferansı’ndan Suriye sınırındaki bölünmeyi gidermesini beklerlerken, Musul’un İngiltere’ye terk edilmesine ilişkin manevralarla sarsılıyorlardı. Musul’un Türkiye’ye katılmasını aynı zamanda büyük bir Kürt nüfusun, önemli bir coğrafyanın, kaynakların sağlayacağı destekle yeni devletin her kademesinde etkinliğe dönüştürmeyi uman Kürt mebusların bir bölümünün ümitleri kırılıyordu. İşte bu temelde TBMM’de sadece Kürt değil Başvekil Hüseyin Rauf Bey ve çok sayıda Türk mebustan da kaynaklanan büyük tepkiler vardır. “Kuvayi Milliye Meclisi, Lozan’ı üç sene dökülen kanların ve varılan muhteşem zaferin asla karşılığı ve layığı olmayan tevazuun altındaki başarısız netice” olarak görüyordu. 24 Nisan 1923’de ikinci safhası başlayan barış görüşmeleri sırasında İsmet Paşa-Rauf Bey ihtilafı giderilemez boyutlar kazanacaktı. Başvekilin uyarıları arasında “Musul bizim olacaktır” özel bir yer tutar. Mustafa Kemal Paşa, İsmet e yakın davranıyordu. Lozan’daki baş murahhas artık hükümeti aşarak Gazi ile temas kuruyor ve Musul’un gündeminden çıkarıldığı barış antlaşmasının son halini imza yetkisini Mustafa Kemal’den bekliyordu. Ankara’dan, 19 Temmuz’da gelen cevap olumluydu. İsmet Paşa, “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin” dediği “aziz şefinin” vizesiyle 24 Temmuz’da muahadeyi imzaladı. Dönüşünde Rauf Bey’i istifa etmiş, Meclis’i ise değişmiş bulacaktı. Çekinilen şahsiyetlerin bulunmamasına rağmen ikinci Meclis’te Lozan’ın tasdiki yine tartışmalara sebep olacaktı. Ağustos celseleri hayli sıcak geçecekti. Mersin vekili Niyazi Bey, Musul’daki Oğuzları kastederek; “Sizlerin bu muahadeyi tasdikiniz halinde, bu öz kardeşlerimizin… kanlı gözyaşları dinmeyecektir. Sizler, dağları, taşları, dereleri, adıyla, sanıyla, kanıyla, örf ve âdetiyle Türk olan, Türkmen olan bu katıksız sizin topraklarınızı milli hudutlarımız dışında bırakıyorsunuz, ” diyecekti.
Onu Yahya Kemal (Beyatlı) takip eder. “Hudutlarımız dışında kalmış Türklere, Türkmenlere, Kürtlere sesleniyorum: Gam çekmeyin… Mefkuremiz muahadeden âlidir.” Türk Ocakları reisi Hamdullah Suphi Bey’de “Kerhen” imzaladığımız bu muahadenin vicdanını sızlattığını kaydedecektir. Lozan, sonunda, 14 kırmızı oya karşı 213’le kabul oldu.”(67)
Misak-ı Milli’nin Kürtler-Türkler ve Müslüman halkların birliği temelinde Milli Mücadeleyi zafere ulaştırmasının ardından bu yükselen dalgayı saptırmak ve dağıtmak amacıyla “asalak sınıflar”ın yeni devlete bakış açılarını içermeleri gündeme geliyordu. Bu sınıflar açısından kapitalist-emperyalist sistemle bütünleşmenin yolu, başta dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiltere ile uzlaşmaktan geçiyordu. Emperyalizm çağında, kapitalist temellere dayalı bir siyasi, ekonomik, sosyal program yarı-sömürge koşulları da yaşayan bir ülkede “batıya rağmen batı gibi olma” ideolojisi ekseninde ancak adı “bağımsızlık” olan bir yeni sömürgeciliği içerebilirdi. Tüm parlak “bağımsızlık” cilasına rağmen sistemle bütünlüklü bir “burjuva milliyetçiliği”nin koordinatlarını ise emperyalizmle uzlaşma ekseninde “yerli” egemenler çiziyordu. Bu çerçevede yapılan “milli çıkar” tanımlarını ise özünde egemenlerin belirlemesi parçalayıcı etkiler yaratıyordu. Kapitalizm özünde milli değerlere düşmandır. Emperyalizm çağında ise dünya sistemine “ulusal” sorumluluklar ekseninde bağlanan ülkelerde “milli çıkar” tarifleri, sömürgeleşmenin finansal, ekonomik, askeri sürekliliğini sağlayacak tarzda yapılır. Bu çerçevede, halkın birlik temelinde verdiği mücadeleler sonrasında; ayrıştırma, eritme, parçalama siyasetleri tüm ideolojik, politik, ekonomik temelleriyle sistemle bütünleşmenin gereği olarak “milli” etiketiyle yürürlüğe konulur.
Yeni devlet Osmanlı egemenlik ilişkilerini ve bakış açısı birikimini devralıyordu. Osmanlı’da 19. yüzyılın ikinci yansında Batı kapitalizmiyle çıkar ortaklığı bulunan komprador sınıf ağırlığını her alanda duyuruyordu. “Avrupa sermayeciliğinin ajanları ve mürtekip devlet adamlarından karma bir tekelci sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf sermayesini emlak üzerine yapan yeni bir rantiye sınıftır. İstanbul semtlerinde, han, apartman ve sayfiyelerdeki köşk adları, bu sınıfın canlı bir tanığıdır.” Osmanlı toplumu sınıflıydı. Ancak, Cumhuriyet’e geçerken sınıfların olmadığı ilan ediliyordu. Oysa “Türkiye’de sosyal sınıfların yok olduğunu öne sürmek, Türkiye’nin barbarlık çağında yaşadığını söylemektir.”
Emperyalizm çağında, kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı aşamada, sömürgecilik “içselleşiyordu.” Sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik kapitalist akılcılığa daha uygun düşen “bağımsız” devletlerin varlığını gerektiriyordu. Dünya finans-kapitali alacağını tahsil edeceği kolektif sorumluluğu temsil eden siyasi bir muhatabın, sanayi tekelleri sınırları belirgin ve askeri ihtiyaçları diğer ülkelerin benzer konumlanışı nedeniyle sürekli silah akışını zorunlu kılan “bağımsız” bir devletin, uluslararası hammadde şirketleri kaynaklarını “meşru” sözleşmelerin güvencesiyle açan idari yapıların en iyisi olduğunu biliyorlardı. Ayrıca batıcı ideolojinin bir uygarlık kalıbı olarak taklit edilmesi bu “bağımsız” ülkelere uluslararası sözleşmelerle tanınma imkânı sağlıyordu. İşte “milli çıkar” koordinatları bu dinamikler temelinde belirleniyordu. Ve kapitalizmin işleyiş koşulları gerçek bir ulusalcılığın en temel değeri olan birliği, topraklar ve kaynaklar üzerinde halkın söz ve karar sahipliğini imkânsız kılıyordu.
Misak-ı Milli, askeri işgalin bertaraf edilmesinden sonra özü itibariyle parçalanıyor. Emperyalist dünya sisteminin önder gücü İngiltere’nin bölgeye yönelik yeni düzen programı ekseninde Türk-Kürt birliğinin dayanakları birer birer sökülüyordu. Misak-ı Milli’ye Lozan darbesi yapılıyordu. Özünde Türk-Kürt birliğini, milli mücadele örgütleyiciliğinin gücünü, sömürgeciliğe karşı Müslüman halkların irade bütünlüğünü temsil eden, militan-ulusalcı ve giderek halkı hesaba katma konusunda daha istekli 1. TBMM dağıtılıyordu. Emperyalist çıkarların Ortadoğu planlarında Irak, Musul ve Anadolu’ya biçilen roller milli mücadele değerleriyle yüklü bir parlamentoya izin vermiyordu. Osmanlı borçlarını altın olarak ödemeyi kabullenen, Musul sorununun çözümünü sonraya bırakan, Düyun-u Umumiye’nin varlığına onay veren Lozan’ın sistemle bütünleşme temel dayanağı olduğu muazzam bir propagandayla parlatılan Lozan’ın gölgesi altında siliniyordu. Lozan darbesi TBMM seçimlerinin yenilenmesi ve Kuvayı Milliye Meclisi’nin dağıtılması girişimiyle biçimleniyordu.
“Misak-ı Milli”nin tanımına göre: “Mütareke hattı iç ve dışında dinen ve ırken, emelen müttehit ve birbirlerine karşılıklı muhabbet ve fedakârlık hisleriyle bağlı ve örfi ve içtimai hakları ile muhitin şartlarına tamamiyle riayetkar Osmanlı- İslâm ekseriyetiyle meskun bulunan kısımların hey’et-i mecmuası hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür.” Türk-Kürt birliğinin temelini oluşturan bu kayıtlar Lozan’da biçimlenen yeni Yakındoğu ve Ortadoğu sistemiyle çelişiyordu. Lozan’da sistemle uzlaşma doğrultusundaki irade Başvekil Rauf Bey gibi liberalizm yanlısı bir şahsiyeti bile tedirgin ediyordu. Türkiye’yi yakıp yıkan Yunan ordularının verdiği zayiatları karşılamak için “tamirat talebi” gibi konularda bile emperyalistlere ödün veriliyordu. Rauf Bey’in anlatımıyla: “Lozan’da karşımızda bulunanlar, her meselede ve bilhassa bu tamirat ve tazminat meselelerinde, bizden fedakârlık istemekte ve ancak bu fedakârlıklara katlandığımız takdirde, öteki meseleler üzerinde anlaşmaya varılabileceğini ileri sürmekte idiler.” Başvekil Lozan’da bulunan “murahhas heyeti’ ne güvenmediğini açıkça yazıyor: “Lozan’daki Murahhas Heyetimizin, bizden habersiz kararlara veya taahhütlere varması ihtimalini önlemek için, çok hassas ve müteyakkız bulunmam gerekiyordu.”(68) Başvekil Hüseyin Rauf (Orbay) ile Lozan’da bulunan heyetin başkanı İsmet Paşa arasındaki bağları koparan gelişme ise 26 Haziran 1923’te yaşanıyordu. Başvekil’in “kuponlar ve imtiyazlar”la ilgili sorularına, İsmet Paşa, “hükümetçe tercih buyrulan bu şeklin 93 harbinin saraydan idaresinden farkı” yoktur diyerek istibdat suçlamasıyla “mütecaviz” bir cevap veriyordu.
Lozan’a açılan süreçte sadece Kürtler değil Tunus’tan, Fas’a, Suriye’den Hindistan’a kadar uzanan geniş bir cephe Türkiye’nin arkasındadır. Kemalist hareketle birlikte, kendisi ayakta olmasa ile Osmanlı ülkesi yeniden itibar kazanıyordu. İslâm ülkelerinde, Mustafa Kemal yanlısı bir halk muhalefetinin yükseldiğine dair korkular itilaf emperyalistlerinde mevcuttur. Bu, kendisini, öncelikle asker toplamakta gösteriyordu. 1. Dünya Savaşı öncesinde sömürgelerinden 150 bin asker toplayan Fransa, Suriye sorununda 2 bin askeri zor bulabiliyordu.
Osmanlı yenilgisinin ve mütarekenin moral açıdan çökerttiği İslâm dünyası, 1919’dan itibaren Türkiye’deki gelişmeleri büyük bir dikkatle izliyordu. Ege’deki Yunan saldırısı, İstanbul’un işgali, Sevr Antlaşması İslâm toplumlarının Türkiye’de yükselen milli mücadele ile dayanışmasında temel dönemeçlerdi. İstanbul’un işgali üzerine Mart 1920’de Tunus’ta Kralın sarayı önünde protesto gösterileri yapılıyor, Suriye’de gazeteler Kemalistler lehine büyük bir kampanya başlatıyorlar, Filistin’de, Hindistan’da, hatta Adis Ababa’da Müslümanlar ayağa kalkıyordu. Malezya’da Hintli Müslümanlar tarafından işletilen dükkânlar Mustafa Kemal’in resimlerini satıyor ve Malezyalı gençler bunlardan yüzlerce satın alıyorlardı. Filistinli Müslümanlar Türk birlikleri İzmir’e girdiği gün tüm Kudüs’ü Mustafa Kemal’in resimleri ile donatıyorlar; Gazze’de, Nablus’ta pencerelere Türk bayrakları asılıyor. Camilerde dualar okunuyor ve El Aksa Camiinde büyük bir toplantı yapılıyordu. “Bu dönemde İngilizlerin ve Fransızların hâkimiyetindeki yerlerde “Yaşasın Türkiye” diye bağırmak, kendi kurtuluş arzusunun dolaylı biçimde ifadesiydi.”(69) Hindistan’da 1919’da Müslüman aydınlar ve ulema tarafından başlatılan hareket ise Türkiye konusunda İngiltere’ye baskı yapıyor ve bir Türk-İngiliz savaşı çıkması halinde, Hindistan’da bağımsızlık ilan edeceklerini bildiriyorlar, Anadolu direnişine oldukça büyük mali destek sağlıyorlardı. (Hint Müslümanlarının Anadolu direnişine yaptıkları 600 bin liralık büyük yardım, Anonim kapitalizmin finans- kapital örgütü İş Bankasının sermayesine aktarıldı.)
Ortadoğu’da Arapları Anadolu direnişine destek olmak için harekete geçiren Kemalistler, Şam, Halep, Antakya’da Arap birliklerinin kurulmasını sağlıyorlardı. Bütününe bakıldığında ise son derece temkinli yürütülen bu İslâmi propaganda ile Kemalistler, Müslümanların yardımını sağlamaktan ziyade, İtilaf emperyalistlerine, çatışmalara son vermedikleri takdirde İslâm dünyasının genel bir ayaklanma içine gireceği fikrine itibar kazandırmaya çalışıyorlardı. Ancak Lozan’da uzlaşma zemini bulununca bu İslâm birliği siyaseti bir yana bırakılıyordu. Oysa Filistinli Müslümanlar, Filistin’deki manda yönetimini Lozan’ın gündemine getirmesi için Türkiye’den talepte bulunuyor ve Lozan’a bir heyet gönderiyorlardı. Ancak hesaba katmadıktan unsur Yahudi finans- kapitalle oldukça iyi ilişkilere sahip ve Yeni Türkiye’nin koordinatlarını çizme konusunda “milliyetçi” öncülüğü kimselere bırakmayan Hayim Nahum’un Türk heyetindeki önemli konumuydu. Aynı şekilde Mısırlılar da kapitülasyonların kaldırılması ve tam bağımsızlık konusunda Lozan’da Türklere bel bağlıyorlardı. Fiiliyatta her ikisi de tatlı sözlerle yetinmek zorunda kalıyorlardı. Oysa Kemalistler İtilafçıları, Arap Ortadoğusu’nda serbest bırakmaya karar veriyorlardı.
Lozan’da Türkiye’nin belirli bir toprak alanına sahip olması kabul edilirken sosyal, hukuki ve ekonomik anlaşmalarda boyutlanan yeni sömürü biçimim gündeme getiriliyordu. Kapitalist sistem finansal, ticari, ekonomik temelleriyle bir bütün kabul edilirken zaten 1914′ de İttihatçılar tarafından kaldırılan kapitülasyonların bir anlamı olmadığı açıktır. Yasalar anlamında Kapitülasyonlara karşı çıkmanın büyük “zafer” biçiminde sunulması, kapitalist dünya sisteminde güçlü zayıfa tabidir kuralının işleyişi karşısında anlamsızdır. Lord Curzon, İsmet Paşa’ya “parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir ben de var, bir de yanımdakinde, unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir(…) ihtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkarıp birer birer size göstereceğiz” derken kapitalist sistemin işleyişini anlatıyordu. Hukuksal biçimcilik ekseninde iki egemen ülke arasında biri sistem içinde güçlü diğeri zayıfken yapılan antlaşmalar “bağımsızlık” görüntüsü altında ilişkinin gerçek niteliğini gizler. Sömürü sisteminin bu biçimde örtülmesi gerçek niteliğinin gizlenmesi açısından elverişli bir yöntemdir. Lozan Konferansında gücünü korumak ve yeni sömürü biçimlerine geçmeyi amaçlayan ayrıca yükselen rakibi ABD’nin Wilson prensipleri temelinde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki itibarını kırmak isteyen İngiltere Lozan’da kapitülasyonların kaldırılmasına sesi yüksek olmakla birlikte içi boş itirazlarla karşı çıktı. İngiltere sadece Türkiye’de değil, manda yönetimine aldığı Arap ülkelerinde de kapitülasyonlarla, yerli hükümetlerin iktidarlarını halkın gözünde meşruiyet krizine sürüklemek istemiyordu. Lozan’da sömürgeci mantığın, değişen dünya koşullarına uyarlanması amacıyla geniş bir uluslararası hukuk külliyatı oluşturuluyordu. Uluslararası ticareti, emperyalistler lehine düzenleyen uluslararası hukukun ekonomik ve finansal temelleri üzerine İtilafçılar tam bir birlik halinde hareket ederken, başka konularda çelişkilerini sürdürüyorlardı.
Lozan darbesi, Kuvayı Milliye Meclisi’ni tasfiye ederken seçimleri düzenleme görevi “Teşkilat-ı Mahsusa”nın “son reisi” Hüsamettin Ertürk’e veriliyordu. Devletin kurucu unsuru kabul edilen laikliğin dinin stratejik-siyasi çıkarlarla kullanılmasıyla ortakyaşarlık ilişkisi içinde bulunduğunu gösteren önemli bir örnekte bu seçimlerdir. Ertürk anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa Hazretleri beni Çankaya’daki köşklerine çağırmışlardı.
“Hüsameddin Bey diye buyurmuşlardı. Büyük Millet Meclisi’nde ikinci gruba mensup mebuslar muhalefeti artırdılar, her türlü akıl ve havsalanın almayacağı şeylere dil uzatıyorlar. Bu sebeple nazik devirde Meclisi yenilemeye karar verdim.” Mustafa Kemal, Bektaşilerin İttihat ve Terakki’ye eğilimli olduklarından oyların karşı tarafa gitme ihtimaline binaen, Ertürk’e “sen Bektaşisin göreyim senin Bektaşiliğini, hem kalk İstanbul’a git, bunların arasına gir, bizim maksadımızı anlat, onları bizim tarafa kazan” talimatını veriyor. Bu talimat üzerine Ertürk: “Paşa hazretleri emriniz başım üstünedir. Yalnız bu Bektaşileri ve Alevileri kazanmak için benim evvela Kırşehir civarındaki Hacı Bektaş nahiyesine gitmem lazımdır. Çünkü burada Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin tarikatını idare eden ve dede baba makamında bulunan ve halen kiler babası olan Salih Niyazi Baba hazretlerini(…) görmem gerekir. Zira Anadolu ve İstanbul bu Bektaşi babalarına büyük bir kıymet ve ehemmiyet atfeder. Paşa fikirlerimi muvafık bulmuş ve beni Kırşehir’e göndermişti. Orada Bektaşi babalarıyla konuşmuş ve bir tarikatın insanları birbirlerini daha iyi anlayacağı için onlarla mutabık kalmıştık. Eski bir ittihatçı olan ve dede baba makamında bulunan Salih Niyazi Baba, Mustafa Kemal Paşa’nın listelerini kazandırmaya söz vermişti.” Bu arada Bektaşi babaları Ertürk’ten “İstanbul’a Arnavutluk’tan gelmiş 40’a yakın Bektaşi babasının Anadolu’ya geçmesine Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin muvafakatini” istiyorlar durum Mustafa Kemal’e iletiliyor ve sorun çözülüyordu. Bu Bektaşi babaları Ankara’ya getiriliyordu. Ertürk’ün anlatımıyla: “Bu Bektaşilerin Anadolu’ya geçmesi Salih Niyazi Babanın kudretine delalet etmiş(…) Birinci grubun İstanbul ve Anadolu’da kazanmasına sebep olmuştu.”
Erkan-ı Harbiye’nin gizli istihbaratında çalışan Hüsamettin Ertürk açıkça “Din sınıfı mensuplarının gayretleri Lozan Sulhunun akdinden sonra da işe yaramıştı. Büyük Millet Meclisinin tecdidi sırasında” Alevi ve Bektaşilerin Çelebi Cemalettin Efendi tarafından Mustafa Kemal muhaliflerini desteklemesine karşılık Ertürk’ün girişimleri olumlu sonuç veriyordu. Ayrıca İstanbul seçimleri önemli olduğu için burada da Erkan-ı Harbiye İstihbaratı’nın başında bulunan Ertürk bizzat Mustafa Kemal’in emriyle görevlendiriliyordu. Paşa “Hüsamcddin Bey, derhal İstanbul’a hareket ederek Meclis seçimi için çalışacaksınız. Bizim umdelerimizi birinci gruba dâhil olacak ve listemizde isimleri yazılı bulunacak kimseler tahakkuk ettirebilirler” diyor ve İstanbul’da “son Teşkilat-ı Mahsusa Reisi” Hüsamettin Ertürk’ün “teşkilatı” hareket geçirmesini istiyordu. Paşa, Yarbay Ertürk’e “vaktiyle senin gizli teşkilatında, M. M. Grubunda, müsellah kuvvetlerinde vazife almış vatandaşların gayretine, cesaretine güvendiğimizi onlara lütfen söylersin” talimatını veriyordu. TBMM’nin 23 Nisan 192ü’de kurulmasını takiben, Ankara, İstanbul’daki istihbarat işlerini ve yeraltı çalışmalarını resmen devralıyordu. İttihat ve Terakki’nin işlerlik kazandırdığı bir kısım kurumlan ve bu arada Teşkilat-ı Mahsusa’yı Ankara tevarüs ediyordu. 1920 Nisanı’ndan itibaren, Hüsamettin Bey’in (İstanbul’da TM’nin başkanı) istihbarat ağı Ankara’nın dolaysız emirleri altına giriyordu. Hüsamettin Bey, 1920’nin sonunda Erkan-ı Harbiye İstihbarat Şubesi’nin başına geçmek üzere Ankara’ya gidiyordu. 1920’de Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin askeri kanadı, İstanbul’daki “Müslüman nüfusu Müslüman olmayanlardan gelebilecek saldırılardan korumakla görevlendirilmişti.” Bu teşkilata kısaca M.M. deniyordu; M.M.’nin liderleri Karakol-örgütünün üyesiydiler. Teşkilat-ı Mahsusa M.M.’e dönüşmüştü. M.M. grubunun omurgasını oluşturan Karakol’un ismi İttihat ve Terakki’nin önemli şahsiyetlerinden Kemal ve Vasıf Beylerin “kara” lakapları üzerine yapılmış bir kelime oyunundan ibaretti.
Büyük bir yeraltı şebekesine sahip olan Karakol, Teşkilat-ı Mahsusa ve İstanbul’da İttihatçıların örgütlendiği esnaf kuruluşları iç içeydi.(70) Tüm bu örgütler iç ve dış düşmanlara karşı mücadele görevi yapmışlardı. Ancak şimdi Erkan-ı Harbiye İstihbarat Şubesi’nin denetiminde Mustafa Kemal’in emirleri doğrultusunda “seçim” çalışmalarını yürüteceklerdi. Bu emir üzerine Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi (Çakmak), Paşa’nın şehir dışında olduğunu bildiriyor. Mustafa Kemal Paşa diretiyor. Sonuç olarak Hüsameddin Bey’in İstanbul’a gitmeden telgrafla bu grupları yönlendirmesinde uzlaşıyorlardı. Dönemin “Posta, Telgraf Umum Müdürü” Sabıi Bey’e “gece gündüz istediği saatlerde Hüsameddin Bey, İstanbul’da istediği kimselerle serbestçe görüşecektir” emri veriliyor. Gerisini Ertürk anlatıyor: “Bu arkadaşlarımız ellerinden gelen kuvvetle çalışmışlar(…) Bir taraftan da din mensupları, tekke şeyhleri, kürsü vaizleri de yer yer el altından propaganda yaparak Mustafa Kemal Paşa’nın listelerinin kazanmasını temin etmişti.” Erkan-ı Harbiye istihbaratı, düşmana karşı örgütlenen yeraltı direniş şebekeleri, din adamlarının yönettiği “seçim” sayesinde General Harrington’un deyimiyle “aşırı uçlar” temizleniyor, Kuvayı Milliye Meclisi Lozan düzenini yerleştirmek için tasfiye ediliyor, bir Lozan darbesi yapılıyordu. Bu “seçim”den sonuç çıkaran Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Erkan-ı Harb İstihbarat Şube Müdürü Yarbay Hüsamettin Ertürk ise, “din mensuplarının iç ve dış politikada oynadığı bu mühim rolü, bunların mevcudiyetine inanmak istemeyenler için tarihi bir misal olarak arz ederim” diyor.(71)
Bu “seçim”, Lozan düzeninin uluslararası hukuku ülkeye yerleşirken; Kuvayı Milliye Meclisi’nin büyük zahmetlerle oluşturduğu birikimin “inkılâp düşmanlığı, hilafetçilik”, “irtica” gibi etiketlerle tasfiyesini sağlıyordu. Ancak bu tasfiyede en kovu gericiliği temsil eden ruhani derebeyleri ile işbirliği yapılıyordu. Düşmanla yeraltı mücadelesine göre örgütlenen kurumlar adı “seçim” olan bir süreci yönetiyorlardı, (dinden yararlanarak darbe düzenini oturtmaya çalışan ve bu amaçla dönemin istihbarat ve kontrgerilla birimlerinden yararlanan, bu güçlere dayanarak, Danışma Meclis’i kuran, seçim süreçlerine müdahale eden, parlamento’yu “aşırı uçlar”dan temizleyen, Yeni parlamento oluşurken ölçütlerini tespit etmeye çalışan 12 Eylülcülerin, dışarıdan enjekte edilen uluslararası bir hukuk ve iktisat düzeni ile Ortadoğu’ya yönelik yeni projeleri temsil ediyor olmaları tarihsel kökleri açısından düşündürücüdür.)
Mustafa Kemal Paşa “Nutuk”ta: “Efendiler Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te tekrar içtima etti. Heyeti murahhasamız Lozan’da tesisi sulha çalışırken, ben de, yeni intibahat (seçim) ile meşgul oluyordum.
Yeni intibahata, malum olan, umdelerimizi ilan ederek dahil olduk. Noktai nazarlarımızı kabul edip mebus olmak isteyen zevat, evvelâ, umdeleri kabul ettiğini ve noktai nazarda müşterek olduğunu bana bildiriyordu. Namzetleri tespit ve zamanında Fırkamız namına, ben, ilan edecektim.
Bu tarzı iltizam etmiştim. Çünkü vuku bulacak intihabatta, milleti iğfal ederek, muhtelif, emellerle mebus olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordun(…)
Bütün millet, ilan ettiğim umdeleri, tamamen benimsedi ve umdelere ve hatta şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe mebusluğa intibahatına imkân kalmadığı anlaşıldı.”(72) Mustafa Kemal Paşa’nın 2. TBMM seçimlerinde “gerekli” görüp uyguladığını söylediği ve bundan böyle sistemleşecek olan “tarz” çok açıktır: “Milletvekili olmak isteyen kişi, ilkeleri kabul ettiğini önce Atatürk’e (“bana” bildirecek, Atatürk bunları açıklayıp ilan edecektir. Çünkü “çeşitli (kötü) emeller” güderek “milleti iğfal edecek” bin bir çeşit adamdan Atatürk’ün milleti koruması gerekmektedir(…) ilkelere hatta Atatürk’ün şahsına (kendi söylüyor) muhalefet göstereceklerin seçilmesine imkân kalmamıştır.”(73)
Misak-ı Milli temelinde bir “çoğulculuk” tehlikeli bulunuyordu. Milleti “iğfal” edecek böyle bir “çoğulculuk” kandırıcı ve bölücü görülüyordu. Oysa 1. Meclis’in kuruluşunu duyuran 19 Mart 1920 tarihli bildirgenin 6. maddesinde, “bu meclis azalığına, her fırka, zümre ve cemiyet tarafından namzet gösterilmesi caiz olduğu gibi her ferdin de bu mücahadei nıukaddeseye fiilen iştiraki için müstakillen namzettiğini istediği mahalde ilana hakkı vardır (Heyet-i Temsiliye namına, Mustafa Kemal)” deniyordu.(74)
Türk-Kürt birliğinin temel hukuki belgesi Misak-ı Milli’ye dayanan, sömürgelerde yaşayan Müslüman halkların büyük bir inançla desteklediği, Anadolu’nun yoksul halkının önderliğini onayladığı, Ortadoğu’nun direniş potansiyellerini harekete geçiren Mustafa Kemal, (henüz soyadı olarak almadığı) Atatürk’e dönüşüyordu. Lozan’da “düvel-i muazzama”nın tanıdığı iktidarı için artık halk desteğine ihtiyaç yoktu. Hukuki, diplomatik, askeri, siyasi, ekonomik cepheleriyle üzerinde emperyalistlerin uzlaştığı, Sovyetlerin ise İngiltere ile arasındaki çelişkileri dondurarak onayladığı uluslararası süreç Misak-ı Millinin kurucu dinamiklerinin tasfiyesini zorluyordu. Milli mücadeleyi yönetmiş, Türk-Kürt birliğini içeren, doğu halklarının görüş açısına yakın, son derece canlı bir Meclis’te Lozan’da oluşturulan düzen koordinatlarını, yerleştirmek mümkün değildi. Bu Meclis yetkileri konusunda son derece titizdi. Oysa uluslararası sermayenin çizdiği çerçevenin tüm hukuki, siyasi, sosyal, ekonomik unsurlarıyla ve “inkılap”çı bir tarzda üstelik büyük bir birikime dayanan ancak savaş ve işgal yıllarında inandırıcılığını yitiren batılaşma ideolojisi temelinde ülkeye yerleştirilmesi gerekiyordu. Emperyalizmin Ortadoğu’yu parçalamasını kabullenen, İngiliz sömürgeciliğinin “zayıf halkası” olan Irak’taki statüyü kabullenen, Musul’dan vazgeçerek Misak-ı Milli’yi işlemez hale getiren bir kurucu iradeyi “bin bir çeşit adam”dan oluşan bu Meclis’e kabul ettirmek zordu. Lozan’da faiz kuponları, tazminatlar ve diğer mali hükümler konusunda liberal kapitalist görüşleriyle tanınan Başvekil Rauf Bey bile yeterince direnilmediği gerekçesiyle “teyakkuza” geçiyordu. Lozan’da iktisatçı-plancı Ziya Herslag’ın anlatımıyla, “Türkiye esaslı tavizler verdi ve bu tavizler özellikle 1920’lerde memleketin gelişmesini ters yönde etkilediler.” Lozan Antlaşması’na göre Türkiye, antlaşmanın imza tarihinden başlayarak beş yıl süreyle gümrüklerini yükseltemeyecekti. Osmanlı borçlarının ödenmesi de taahhüt ediliyordu.
“Devletin gümrük vergisi gelirlerinden eksik kalması bir yana bırakılırsa, kalkınmak için atılımlar yapması zorunlu olan bir ülkede, kurulması gerekli sanayiler için ne denli zararlı olacağı ortadadır.
Osmanlı borçlarının tamamen kaldırılmaması, Lozan Antlaşması’nın getirdiği bir başka sınırlamadır. 6 Ağustos 1924’te Antlaşma yürürlüğe girdiğinde, Osmanlı borçları 129.384.910 altın lira olarak saptanmıştı; Türkiye tarafından üstlenilen, miktar 84.597.495 altın lira oldu. Yıllık taksitleri 5.809.312 lira olan borcun, Türkiye’nin bütçesine yüklediği yük kamu yatırımlarının sınırlı olmasına yol açmıştır. Özellikle 1930’lardan sonra 1928’de yapılan indirimlere karşın, bütçe harcamalarının yüzde 13-18’ini Osmanlı borçları oluşturuyordu.”(75) Sadece emperyalist baskı nedeniyle değil ayrıca egemen sınıf ittifakının temel bileşenleri arasında yer alan ticaret burjuvazisinin etkinliği doğrultusunda gümrüklerin yükselmesi önleniyordu. 1929 yılında “Âli İktisat Meclisi” tarafından açıklanan ve ticaret sermayesinin görüşlerini yansıtan “Gümrük Siyasetimizin Esasları” başlıklı raporda şunlar yazıyordu:
“Gümrük politikamızın kıskanç ve tutucu bir düşünceden esinlenerek uygulanması caiz değildir.
Korumada zorlama ve aşırılık çoğu kez tecride yol açar. Zorlayıcı koruma ve iktisadi tecrit, dış rekabeti tamamıyla kaldıran ve yok eden ağır ithalat vergisinin yerli sanayinin yabancı sanayi ile rekabet etmesi olanağını yok edeceği nedeniyle kabul edilemez(…) Koruyucu gümrük vergileri… Hiçbir zaman aşırıya vardırılmamalıdır.”(76) Oysa Türkiye ile ABD ve Avrupa arasında muazzam ölçekte sınai gelişim düzeyi farkı vardı, yüksek gümrük duvarları yabancı malların ülkeyi istilasını önleyecek en önemli araçtı.
Bu kapitalist “gelişme” yolunu “ulusal” yönü ağdalı-bir biçimde vurgulanan bir ekonomik siyasal yapı ile sürdürmek için bölgede emperyalist koordinatlarla uyumlu bir diplomasi izlemek gerekiyordu. Finansal, ekonomik kaynaklar İngiliz emperyalizminin öncülüğünde Batının denetim indeydi dolayısıyla Britanya sömürgeciliği ağsından hayati önem taşıyan Musul’u kapsayacak geniş, birlik içi ve dinamik bir devlet yapılanması seçilen yol ile çelişiyordu. Batı, sınırları çizilirken dikkatli bir “ulus” tanımının, kolektif ekonomik, mali, askeri sorumluluklarına dayalı, denetimi kolay bir ülke tasarımına sahipti. Geniş bir coğrafyada Türk, Kürt, Arap birliğinin, muazzam ölçekteki kaynaklara dayanarak ve üstelik İran’ı da kapsayacak tarzda bir girişimi başlatma hayali bile batıcı ideolojinin tek şef, tek parti, tek ulus, tek kalkınma yolu, tek inkılâpçılık, tek kültürel gelişme modeli ile belleklerden kazınıyordu. 1. TBMM dağıtıldığı için mümkün olan tek gelişme yolunun, siyasi-ekonomik düzenin Lozan’da koordinatları çizilen sistem olduğunu savunmak mümkün hale geliyordu. Batının kapitalist-emperyalist sistemi ile savaş ve işgal süresince gevşeyen egemenlik ilişkilerinin açtığı zeminden boy veren akımlar, örgütler, güçler bizzat Mustafa Kemal’in 1. TBMM’ye ilişkin değerlendirmesinde de görülüyor. Bu dinamizmin bastırılması gerekiyordu. Aksi takdirde emperyalizmin yeni Ortadoğu düzeni yerleşemeyecek, savaş ve işgal süresince büyük kaynaklar biriktiren Türkiye burjuvazisi emperyalizmle yeni ilişkiler bağlamında düzenini oturtamayacaktı. Diğer yandan “İzmir İktisat Kongresi”nde Türk Hükümeti’nin karşılıksız “millileştirmeler”e gitmeyeceği açıklanıyordu. Oysa “millileştirmeler” bir siyasal hareketin sınıfsal özünün temel göstergesidir. Millileştirmenin gerçek bir millileştirme olabilmesi için hiçbir enlemede bulunulmaması gerekir. Aksi takdirde söz konusu olan tam bir satış işlemidir. Türkiye’de yapılan “millileştirme”lerde emperyalist kuruluşlara fazlasıyla ödeme gerçekleştiriliyordu. Emperyalizmle yeni bir denge kuruluyordu. Emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına zarar verilmeyeceğinin güvencesi olarak Lozan düzeni yerleştiriliyor, Musul’dan vazgeçiliyor, Türk-Kürt birliğinin ifadesi Misak-ı Milli bertaraf ediliyor, Kuvayı Milliye Meclisi dağıtılıyordu. Bu bağlamda gerçekleştirilen tüm “inkılaplar” Batı’ya zarar vermek bir yana Batı’nın bölgedeki siyasi, jeopolitik, ekonomik, sosyal çıkarlarıyla uyumu güçlendiriyordu.
Sovyetler’de Milli Mücadeleye ve Türkiye’ye verdiği desteğin gerçek niteliğini Çiçerin’in ağzından Lozan’da Lord Curzon’a şöyle açıklıyordu: “İngiliz muhafazakârlığının en iyi gelenekleri, Rus ve İngiliz nüfuz bölgeleri arasında bir ara duvar örmekti. Bizde şimdi Türk halkının özgürlüğü ve egemenliği temeli üzerine bu duvarı dayandırarak aynı şeyi önermekteyiz.”(77) Sovyetler Birliği ile İngiltere arasındaki “tampon” ihtiyacı Türkiye’nin “özgürlüğü ve egemenliği”nin sınırlarını çiziyordu. Sovyetler, Türkiye, İran, Afganistan’ı bir tampon kordonu olarak değerlendiriyordu. Devletten devlete anlaşmalarla yürüyen bu strateji temelinde bu ülkelerdeki sol hareketlerin ezilmesine Sovyetler zımnen onay veriyordu. Ayrıca 1921 Nisanı’nda yapılan İngiliz-Sovyet Antlaşması ile “Her iki taraf karşı tarafa düşmanca hareket ve teşebbüslerden ve kendi sınırlan dışında sırasıyla, İngiliz İmparatorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti kurumlarına karşı doğrudan veya resmi propaganda yapmaktan kaçınır” taahhüdü yer alıyordu. Antlaşmaya göre: “Daha özel olarak Rus Sovyet hükümeti Asya halklarının hiçbirini askeri, diplomatik veya herhangi bir eylem veya propaganda biçimiyle İngiliz çıkarları veya İngiliz İmparatorluğu’na karşı düşmanca eylemlere teşvik etmek girişimlerinden imtina” edecektir. 1920 Eylülü’nde Bakü’de toplanan 1. Doğu Halkları Kongresi’nin ikincisi hiçbir zaman yapılamadı. Tarihçi E. H. Çan’ın anlatımıyla: “Kayıtlarında Doğu Halkları Birinci Kongresi olarak geçirilmesine rağmen, Bakü Kongresini izleyen kongreler yapılamadı ve bu kongre arkasında ciddi bir mekanizma bırakmadı (…) Aralık ayında Rusça, Türkçe, Farsça, Arapça dillerinde yayınlanacak Doğu Halkları dergisinin çıkacağı ilan edildi. Bundan sonra pek az kayıtlara rastlanıldı. Kurulun ve derginin hızla ortadan kaybolması, kısmen Mart 1921 tarihli İngiliz-Sovyet ticaret Antlaşmasının sonucu olabilir.” Sovyet-İngiliz Antlaşmasının sağladığı imkânlar doğrultusunda bölge ülkelerindeki yönetimler için devrimci hareketleri ezmek kolaylaşıyordu. Hatta mevcut düzenin korunması ve bu iki büyük gücün istenmeyen tarzda müdahalelere sürüklenmemesi açısından muhafazakâr bir dünya anlayışının bölgeye hâkim olması gerekiyor, bu temelde Türkiye, İran, Afganistan, Hindistan’da sol hareketler eziliyordu.
İşte Lozan düzeninin yerleşme sürecinde gerçekleşen “seçimler” böyle bir siyasi, sosyal, ekonomik arka plana dayanıyordu. İsmet İnönü, 9 Eylül 1963 tarihli Ulus gazetesinde çıkan “Siyasi hayatımızın 43 yılı ve CHP” başlıklı bir yazısında, açık bir biçimde, İkinci Grup’un uzlaşma ve Atatürk idaresi karşısında sanılan üyelerinden hemen hiç kimse (İkinci) Meclis’e gelememişti” diyordu. Sadece açıktan muhalefet edenler değil, aynı zamanda “muhalif olduğu düşünülenlerin tamamının tasfiye edilmiş olduğunu” vurguluyordu.(78)
Halifeliğin Kaldırılması ve Musul Sorunu Işığında Milli Mücadele Ordusunun Tasfiyesi
Azadi örgütü, 1921 yılında Cibranlı Halit Bey, Kerkük ve Süleymaniyeli bazı subaylar ile Erzurum’dan bir takım din adamlarının işbirliği ile kuruldu.(79) Ancak bu başlangıçta gerçek anlamda bir örgüt olmaktan ziyade görece gevşek ilişkileri yansıtan, önemsiz bir girişim biçimindedir. Hatta bağımsız bir girişimden ziyade Kürt Teali Cemiyeti veya Teşkilat-ı İçtimaiye’nin ilişkilerinin durgunlaştığı dönemde bunların uzantısı olduğu söylenebilir. “Azadi”nin bir örgütsel yapıya kavuşması ise 1923’tedir. 1921’deki girişimler 1923’ün Mayıs ayında “Kürdistan İstiklâl Komitesi (Azadi)” yönetiminde birleşiyordu. “1923’de tamamı Doğu’da yaşayan Kürt subayları, şeyhleri, aşiret reisleri seçkin kişiler Azadi adı altında yeni bir örgüt kurdular. Bunların çoğu Kemalist hareketi destekleyip hayal kırıklığına uğramış kimselerdi.”(80) Bu dönemde Musul’un İngilizlere terk edileceği genel hatlarıyla belli oluyordu. “Azadi” , her biri beş kişilik gizli gruplardan oluşan bir yeraltı örgütlenmesiydi. Gizlilik kuralları dışında üyeler birbiriyle haberleşemiyordu. Üyelerin cemiyetin ismini açıklamaları yasaktı. Cemiyet’in sırlarını açığa vuranlar ağır cezalara çarptırılıyorlardı. “Azadi” Mutki Aşiret Reisi Hacı Musa (Hacı Musa 1919’daki Erzurum Kongresi’ne seçilen heyetin eski üyesiydi), Hesenan Aşiret Reisi Hüsnü Bey gibi isimlerle Cibranlı Halit Bey vasıtasıyla yakın ilişkiler kuruyordu. “Cemiyet, orduda bazı örgütlenmelere gitmeyi ve kimi subayların dostluğunu kazanmayı da başardı. Bunlar arasında ilişkilerin Bağdat ve Haleple kurulmasını sağlamaya olanak veren kimi Irak’lı subaylar da vardı. Diğer yandan Kürt İstiklâl Cemiyeti’nin yöneticileri, kendilerine meyilli mahalli idarecilerin ve ülkenin doğusundaki aşiret reislerinin çalışmalarına ortak olmaları için çaba gösterdiler(..) Cemiyet yöneticilerinin dostluklarını kazanmak istediklerinin arasında^..) büyük bir nüfuzu olan Şeyh Sait de vardı.”(81) Şeyh Sait’in toplum içindeki yüksek dini otoritesi “Azadi” yöneticilerinin birlikte çalışma isteğinde belirleyiciydi. 1923 yazının sonunda Yusuf Ziya (Kürt hareketinin önderlerinden, birinci Mecliste Bitlis milletvekili) Hınıs’ta Şeyh Sait’le görüşüyordu. Hareketin üye ve sempatizanlarının sayısı hızla artıyordu.
Musul’un İngilizlere terk edilmesinin iyice açıklık kazandığı bir dönemde Cumhuriyet’in ilanını, Kürtler dışlanma olarak algıladılar. 1924 Anayasası ile Türkçe resmi dil olarak hüküm altına alınıyordu. Diğer yandan 3 Mart 1924’te Hilafet “ilga” ediliyordu. Buna karşı çıkan Gümüşhane milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu)’nun açıklaması son derece ilginçtir. Zeki Bey: “Hilafet’in ilgasının “ulusal gelenekleri” bozacağı tezini ileri sürüyordu. Her ulusal harekette bulunan din unsurunun “birleştirici” niteliğine değiniyor ve “bendeniz müthiş bir İttihad-ı İslâm taraftarıyım. Memleketin siyaseti namına hilafetin ilgasını kabul ederek düşmanlarımın eline vermek istemem” diyerek, hilafetin kaldırılmasının İslâm dünyasının yitirilmesi anlamına geleceğini vurguluyordu.(82)
Lozan’da henüz antlaşmanın imzalanmadığı bir dönemde Hilafet’in ilgası doğru olmazdı. “Mustafa Kemal, önemli İslâm devletlerinden mali ve manevi yardımlar”a değer vermenin yanı sıra bu desteği stratejik bir koz olarak kullanıyordu. O sırada Lozan’da bulunan “Mısır Murahhas Heyeti’nin başkanı Hasan Hasip Paşa’ya yazdığı (1923 Ocağı) mektupla Mustafa Kemal Paşa “Ekselanslarına şunu temin ederim ki bütün İslâm âlemi, Türk milleti ve ben, Mısır’ın İngiliz boyunduruğundan kurtulmasını görmekle mutlu olacağız” diyordu. “Hindistan Halifelik Merkez Komitesi Başkanı” Seth Chotani’ye yazdığı mektupta ise “Zaferimiz bütün ezilen milletlere, varlıkları ve özgürlüklerini tehdit eden ve boğan zalimlere karşı ayaklanma cesaretini verecektir” diye hitap ediyordu.(83) Lozan Antlaşması’nın imzalanması bu ilişkilerin odağında duran Hilafet makamının ilgasına yolu açıyordu. Halifeliğin ilgasının Kürtler açısından ne anlama geldiğini Irak’ta üst düzey çeşitli görevlerde bulunan Cecil John Edmonds’un anılarında bulmak mümkün Edmons’un anlatımıyla:
İkinci gelişme ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Martta halifeliği kaldıran bir yasayı kabul etmesiydi. Mart ayının ortalarında bu olayı ilk duyduğumuzda büyük şaşkınlığa düştük ve kulaklarımıza inanamadık. Bugüne kadar Kürdistan’ı patlamaya hazır bir volkan şeklinde tutan propagandalar esas itibarıyla kürtlerin, bu en büyük dini otoritelerine (halifelerine) karşı beslediği boş inançtan kaynaklanan derin saygıya dayanıyordu. Bu nedenle Türklerin üzerine bastıkları zemini bu şekilde ayaklarının altından kaydırmaları bize gerçek olamayacak kadar güzel bir gelişme olarak görünüyordu. Yine de böyle düşünmekle birlikte bu yeni durumun sunduğu fırsatlardan yararlanmayı da ihmal etmedik. Fakat bu olayın ne anlama geldiğinin kıt zekâlı kırsal kesim insanları tarafından anlaşılabilmesi ve (yaklaşık beş yüz yıldır halifelik makamına ev sahipliği yapmış olan) Türkiye’nin prestijinin ortadan kaybolması için biraz zamana ihtiyacımız vardır.”(84)
1913-1937 yılları arasında İran ve Irak’ta özellikle Kürt bölgelerinde görev yapan Edmonds mükemmel Kürtçe biliyordu. Bölgenin neredeyse tüm Kürt aşiret reislerini, şeyhlerini tanıyan, manda yönetimi öncesi ve sonrasında politik-istihbarat subayı ve sivil yönetici olarak görev yapan Edmonds’un değerlendirmeleri son derece önemli olup, doğrudan gözlem ve tanıklığa dayanıyor. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nda Musul sorununun “dostane” .çözümü için taraflara dokuz ay süre veriliyordu. 5 Ekim de İngiliz Hükümeti Türk Hükümeti’ne bir mektup gönderiyor ve böylece müzakereler bu tarihten itibaren “resmen” başlıyor. Ancak “değişik nedenler”den dolayı taraflar arasındaki müzakereler 19 Mayıs 1924 tarihinde Sir Percy Cax başkanlığında bir İngiliz Heyeti’nin İstanbul’a gelişiyle başlıyordu. Diğer yanda Irak parlamentosunda Lozan Antlaşması “üzerine yapılan tartışmalar oldukça kötü gidiyordu. Çok sayıda etkili politikacı ve önemli avukat popüler bir muhalefet hareketi yaratmak amacıyla seferber olmuştu; parlamento binasının yanında çirkin bir gösteri yapılmıştı; anlaşmanın onaylanmasını kararlı bir şekilde destekleyen Fırat bölgesinden aşiret üyesi bir milletvekili silahla vurulmuştu.” Edmonds, Kürtlerin Lozan düzenine direndiklerini ayrıca İngiliz emperyalizminin ajanı saydıkları Faysal’ı istemediklerini açıklıyor. Durum “ciddi”dir ve Irak’ta bulunan en yüksek İngiliz yönetici Sir Henry Dobbs, “anlaşmanın” parlamentoda reddedilmesi durumunda “görevi kime”, yoksa bir Türk generâline mi teslim edeceğini düşünüyordu?(85)
Kürtlerin önemli bir bölümü Türklerle birlikten yanadır ve İngiliz sömürge yönetimi büyük kriz içindedir. İşte bu süreçte “gerçek olamayacak kadar güzel bir gelişme”nin yani hilafet7in ilga edildiğinin haberi gelir. Sonrasında, Lozan düzeni ile Irak ve Kürtler İngiltere’nin Ortadoğu’da kuracağı yeni sömürge mekanizmasına dâhil olurlar. Edmonds “en çok ilgimi çeken şey”, “baskın şekilde Kürtlerin bulunduğu Süleymaniye, Erbil ve Kerkük livalarından gelen on yedi temsilcinin anlaşmayı onaylamak için birlik halinde oy kullanması oldu, ” diyor.(86)
Hilafetin ilgası ile yönetim, “İngilizleri rahatlatacağını” yeni devletin Batı ile işbirliğine olumlu katkıda bulunacağını hesaplıyordu.(87) Yaşanan gelişmeler olağan akışla izahı zor bir gizli diplomasiye işaret ediyor. “Kemalist yönetimin rayına oturmasıyla beraber, Ermeni tehlikesi ortadan kalktı ve bağlayıcı nitelikteki ikinci olgu yani Halifelik, 1923’de Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber ilk darbeyi yedi. Ertesi yıl Halifeliğin kaldırılması birçok Kürt için şok oldu.”(88) Yönetim, 1924’te dört önemli yasa çıkarıyordu:
1) 429 sayılı Şeriye ve Evkaf (Vakıflar) Nezaretini kaldırarak vakıfların denetimindeki okulları Maarif Vekâletine devreden yasa.
2) 430 sayılı “Mektep-Medrese” ikiliğini kaldıran tevhid-i tedrisat yasası.
3) 431 sayılı Halifelik kurumuna son veren yasa.
Hepsi de 3 Mart 1924 tarihini taşıyan bu yasaları, 8 Nisan 1924 tarihinde çıkarılan Şeriye mahkemelerini kaldırarak bunları Adliye Vekâleti’nin mahkemelerine devreden yasa izliyordu. Tüm bu yasalar Kürtleri derinden etkileyecek nitelikteydi. Çünkü bu tedbirler, Kürtlerle Türkleri bir arada tutan önemli bir sembolü “halifeliği” kaldırıyordu. Hilafetin ilgası salt muhaliflerin önemli bü” dayanağını çökertmek, batıyla işbirliğinde büyük bir adım atmakla ilgili değildi bu tedbirler ayrıca Kürt sorununu yeni devletin siyasi-ekonomik programı ve sistemle ilişkileri çerçevesinde çözme amacına yönelikti.
1924 dini reformları ile Kürt egemenlerine darbe vurarak ülkenin siyasi kaynakları ve muhalefeti besleyecek odakları denetime almak ihtiyacının gerekleri yerine getiriliyordu. Dini kurumlar, dışa açık toplumlara oranla geri toplumlarda daha güçlüdürler. Dolayısıyla 1924’te gündeme gelen bu dini kurumları bastırma politikası, daha çok, bu tür geri yapıların etkin olduğu Kürt bölgelerini etkileyecekti. 1924 ılında gündeme gelen dinsel reformlar, kendini öncelikle Türkiye’nin başka kesimlerinden ziyade Kürtlerin bulunduğu yerlerde baskı biçiminde hissettirecekti. Türkiye’nin geri kalan kısmına göre sosyal, siyasi, dini, kültürel koşulları daha geri ve kapalı olan bu bölgede dinsel kurumların toplumsal yaşamdaki etkisi daha yaygın ve derindi.(89) Dolayısıyla çıkarılan yasalar ve alınan tedbirlerden o günün koşullarında en fazla Kürtler etkilenecekti. Kaldı ki İstanbul ve Anadolu’nun birçok bölgesindeki dini oluşumları Meclis’i yenilerken kullanacak kadar etkili bir ilişkiler ağı mevcuttur. Bu oluşumlar Erkan- ı harbiye İstihbaratı’nın kontrolü altındadır. Ayrıca Bektaşilik, Mevlevilik, Melamilik vesaire, İttihat ve Terakki’den akan çizgide yönetimle kapsamlı ilişkilere sahiptiler.
Bu durumda, yönetimin Kürtlerin dini kurumlarla sosyal, kültürel, siyasi bağlarının faikında olmadığından söz etmek doğru değildir. İktidarın, bu derece önemli bir hamleyi yaparken, ortaya çıkacak sonuçları planlamadan adım atması, Osmanlı bürokrasisinin yüzlerce yıllık tecrübe birikimine sahip kadrolarını hafife almak olur. 1924 reformları, 1938’e kadar devam eden titiz ve iyi planlanmış bir stratejinin ilk halkasıdır. Batılı emperyalistlerle sorunlar çözüldükten sonra ve bu ilişkiler çerçevesinde yerleştirilecek düzenin ekonomik, siyasi, askeri, jeopolitik, kültürel koordinatları çerçevesinde dikkatler, Kürt meselesine çevriliyordu.
1924–1938 arasında neredeyse on dört yıl süren şiddetli çatışmalarda başlangıç noktası “laikleştirme” siyasetlerinin bölgeye yansıma biçimidir. Dinsel reform kalıbıyla başlatılan program dâhilinde, Kürt egemenlerinin nüfuzları ve güçlerinin kırılması hedefleniyordu. Laiklik sadece bir kurucu ilke olmanın ötesinde Kürt egemenlerinin dayandığı dinle bütünleşmiş meşruiyet kaynakları, siyasal güç, sosyal imkânların tasfiyesi anlamına geliyordu. Dinsel kurumların yaygınlığı ve derinliği Kürtlerin toplumsal dokusunun neredeyse tamamını kapsıyordu. Bu bağlamda hızla yürürlüğe konulan uygulamalar sadece dinsel alanla sınırlı kalmıyor, yukarıdan aşağıya tüm sosyal yapıyı etkiliyordu. Bu bağlamda dinsel yapıların görece özerkliği kırılıyor ayrıca medreselerde Arapçadan sonra yardımcı eğitim dili olarak Kürtçenin kullanılmasının önüne geçiliyordu. Tüm bu uygulamalar büyük tepkiler doğuruyordu. İşte bu temelde biriken feodal, dini nitelik taşıyan hareketler “Azadi” kanalını güçlendiriyordu.
Oysa milli mücadele yılları boyunca “dinci kesimler, Kemalistlerin arkasında yer almışlardı” ancak bölgedeki “görece özerk yapılara son verme programı” uygulamaya konulduğunda dinsel kesim de “Kemalistlerden koptu”(90) Bu yönüyle, “Azadi”ye şeyhlerin doluşması örgütü hızla kitlesel leşti riyordu. 1924 yılı isyanları yaklaştırıyordu.
1924 yazında Musul sorunu canlanıyordu. Bu konuda Musul’un İngiltere’ye terk edilmesine karşı ciddi bir muhalefet vardı. Ayrıca, ordu içinde de Musul’a yönelik bir askeri harekât hep gündemdeydi. İzmir’in geri alındığı günlerde, Genelkurmay Başkanlığı, Musul yönünde büyük bir saldırı planlıyor ve nedense bunu uygulamaya imkân bulamıyordu.(91)
Sistem içi güvence elde etme çabası, Musul’u terk ederken olabildiğince büyük ödünler koparmak ve İngilizlerle müzakerede petrol başta olmak üzere bazı avantajlar sağlamak amacıyla sınıra “tehdit” yaratacak tarzda askeri yığınak yapılıyordu. Lozan Konferansı’nda alınan kararlar çerçevesinde 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da Musul sorununu tartışacak olan “Haliç Konferansı” toplanmadan önce İngilizler, “Türklerin sınırda “askeri bir gösteri yapacakları” istihbaratını almışlardır.”(92) Görünürdeki hedef Nesturilerdir ancak “Türklerin gayesi ve karşı tedbir almaktan maksatları, İngilizlerin Hakkâri iline Nesturileri kullanarak uzattığı eli kırmak ve aynı zamanda Musul sorunu Cemiyeti Akvamda görüşüldüğü sırada İngilizler, Haliç Konferansında tespit edilen sınırın güney kısımlarının Irak’a ait olduğunu iddia ettikleri için buraları işgal suretiyle Nesturileri defetmek ve Musul görüşmelerinde hâkim bir durum sağlamaktı.”(93) Cemiyet-i Akvam İngiltere’nin denetimindedir dolayısıyla buradan çıkacak kararın niteliği bellidir. Ancak gerek iç politika zorunlulukları, gerek orduyu yatıştırmak ve bunların yanı sıra Musul petrollerinden daha iyi bir pay almak, hareketlenen Kürtlere gözdağı vermek ağsından bölgeye yığınak yapılıyordu. Ancak Musul konusunda yöneticilerin gerçek niyetini Kazım Karabekir, 1924’te İsmet Paşa ile yaptığı bir görüşmeden yola çıkarak net sözlerle şöyle açıklıyor: “İsmet Paşa biraz sükuttan sonra bambaşka bir zemine geçti: “Kazım, Musul boş! Şunu işgal ediversene!”
“Bu hareket, İngilizlere karşı ilansız bir harp demek olur. Oradaki kıtaları az da olsa, hava kuvvetleri üstündür; kısa bir zamanda takviye edebilirler! Sevk olunacak kuvvetlerimizin muvaffakiyetini de ümit etmem!” Kazım Karabekir, devamla “Siyasi ve askeri düzenimiz ve neticede, Musul uğruna kazandığımız İstiklâlimiz de tehlikeye düşer. Lozan Muahadesi’ni siz yaptınız. Barış yolu ile hal olunacağını, olmazsa, Cemiyet-i Akvam Meclisi’ne gidileceğini ve askeri harekât yapılmayacağını; siz imzanızla kabul ettiniz! Bu sulh muahadenamesini Büyük Millet Meclisi de tasdik etti” diyor.(94) Kazım Karabekir kendisine bir oyun düzenlendiği kanısındadır. Ayrıca, “bana geçen günü Mustafa Kemal Paşa da böyle bir teklifte bulunduğu zaman, ona da uzun uzadıya bu mütalaaları arz etmiştim” vurgusuyla üzerindeki baskıyı açıklıyordu. Kazım Karabekir şaşkındır, İsmet Paşa’nın Lozan “sulh muahadesinin üçüncü maddesini okuyarak” Mustafa Kemal’e kendi açıkladığı tarzda beyanda bulunmamasını yadırgıyor ve “Musul’u işgal etmeye kalkıyorsunuz! Hem de bunu, bana yaptırarak istiyorsunuz!” diyor.(95)
Karabekir’in yaptığı şu tespit ise tüm gelişmeleri son derece önemli mevkilerden izleyen bir tarihsel şahsiyet olarak Musul, Hilafet, Kürt sorunlarını nasıl iç içe gördüğünü ortaya koyuyor. Kazım Karabekir İnönü’ye: Musul konusunda “hülasa: Askeri muvaffakiyet, ümit etmiyorum. İç ve dış siyasi vaziyetlerin felaketli bir şekle sürükleneceğine ise, hiç şüphe etmiyorum! Mustafa Kemal Paşaya da söyledim. Siz Musul’u, HİLAFETİ LAĞVDA ACELE ETMEYEREK HERHANGİ BİR ŞEKİLDE ALMAYA BELKİ MUVAFFAK OLURDUNUZ.“(96)
Yıllarca ana akım görüş temsilcileri tarafından “hilafetçi” olarak etiketlenen Karabekir’in hilafet-Musul konusunda stratejik bir mantık temelinde “acele” edildiği uyarısı dikkate değer! Eğer titiz bir kurmayın analizi değilse bu tespit “gizli diplomasi” çerçevesinde bir istihbarata dayanıyor olabilir. Zira Kazım Karabekir hem Mustafa Kemal’in hem de İnönü’nün Musul konusunda söylediklerini İngilizlerle yürütülen siyaset açısından ciddiye almıyor. Ayrıca hilafetin “lağvı” konusunu Musul ve Kürt sorununa bağlayarak çok ince bir yaklaşımla, “doğu işlerini birinci derecede idare eden bir arkadaşınız sıfatıyla bana bile haber vermeden bir emri vaki yaptınız” diyor. Bu durumda “Kürtlük ıslahı” için alınan tedbirleri yetersiz bulduğunu vurguluyor. Hilafetin ilgasının Musul ve Kürt sorunu ile ilgili yönlerini Kazım Karabekir bu kadar açık tespit edebildiğine göre Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün hesap etmemeleri düşünülemez. Bu durumda 1924 yılının gelişmelerinin son derece iyi planlandığı ortaya çıkıyor. Karabekir “oyunu” anlıyor. “İşi devlet adamlarına yakışmayacak bir tarzda ve hem de işi benim başıma dolayarak halletmek yoluna gidiyorsunuz! Ben kati olarak bu vazifeyi kabul etmem, ” diyor. 4 Mayıs 1924 günü Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Karabekir’i evinde ziyaret ediyor. Karabekir, “Fevzi Paşa’ya, İsmet Paşa’nın bana Musul’u almayı teklif ettiğini, bunun daha önce de Gazi tarafından yapıldığını anlattım. Hayret etti ve bana şu cevabı verdi: Tuhaf şey! Benim böyle bir şeyden haberim yok. Böyle bir hareket yapılacağı hakkında, benimle bir şey görüşmemişlerdi” diyor. Karabekir, “bu cevaba benim hayretim daha büyük oldu. Çünkü askeri ve siyasi mühim işler, bu üçlü arasında görüşüldüğü ve kararlaştığına geçen misallere bakarak, benim kanaatim vardı, ” diyor. Karabekir Fevzi Paşa’ya, “Musul hareketi felaketle neticelenir. Esasen herhangi bir hareket yapmayacağımız hakkında imzalı ve tasdikli bir muahade” ile söz verildiğini bildiriyor. İlginçtir 5 Mayıs 1924 günü Karabekir’i bu kez Mustafa Kemal Paşa evinde ziyaret ediyor. Mustafa Kemal’in yanında Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) Paşa’da vardır. Karabekir, “Musul işinden kısaca açtım. Renk vermediler. Lozan sulh muahadesinin 3. maddesini önlerine açmıştım. Çok iyi bildiklerini andırır bir tavır” aldılar notunu düşüyor.
Fevzi Paşa’nın bile vakıf olmadığı bir Musul gündemi vardır. Bu konuda muhtemel bir askeri müdahalenin başına Mustafa Kemal Paşa’nın en yetenekli rakiplerinden birinin getirilmek istenmesi, Hilafetin ilgası -Musul-Kürt sorunu katarına muhalefetin en önemli isimlerinin de daha işin başında dahil edilerek tasfiyelerinin sağlanmasına yönelik bir plana işaret ediyor. Nitekim Şeyh Sait isyanı sonrasında Karabekir’in de içinde yer aldığı ve Milli Mücadelenin önemli askeri liderlerinin örgütlendiği “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ile Kürt isyanı ilişkilendiriliyor. Takrir-i Sükun düzeni bu bağlantı ekseninde paşaların muhalefetini eziyor. Ancak stratejinin ilk aşama planının 1924’te yapıldığı görülüyor.
Kürt sorunu sistem içi çelişkilerde tarafların kullandığı araçlardan biri olarak politik repertuarda yerini alıyor. Nesturilere yönelik askeri harekâtı yöneten Cafer Tayyar Paşa’nın Musul heyecanı ordunun bu konudaki duyarlılığını ortaya koyuyor. Cafer Tayyar Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya “İngilizler Musul Vilayeti’ni Mütarekeden sonra bir oldubitti ile işgal ettiler. Aynı hareketi ben de yapabilirim. Eğer benim hareketim, hükümet politikasına uygun çıkarsa Musul vilayeti kazanılmış ve dava halledilmiş olur, aksi halde, tarihi mesuliyet benim üzerime yüklenir. Siz de, kumandan, hükümetin isteğine aykırı olarak bu hareketi yapmıştır, kendisini Divan-ı Harbe verdik, mesul edeceğiz dersiniz ve işi yine politika ile halledersiniz” önerisini getiriyor.(97)
Bu yaklaşımı bir taktik kalıp biçiminde Karabekir’e uygularsak, onun askeri yenilginin faturasından, Lozan’ın düzenlediği hükümlere aykırılık sonucu ortaya çıkan “milli” zararlara kadar nelerle suçlanacağı ve Terakkiperver Fırka’nın tasfiye sürecinden çok daha ağır bir muamelenin ona ve çevresindekilere uygulanacağı açıktır. Türkiye’nin uluslararası çıkarlarını düzenleyen böyle bir antlaşmaya yönelik ağır bir askeri ihlalin cezasını Cafer Tayyar Paşa’da iyi biliyor ve bunun “Divan-ı Harp’te” kararlaştırılacağını söylüyor. Sonuç olarak İngilizlerin talebi gibi gösterilerek Karabekir’in böylesi bir askeri girişimle ilişkili olarak canını kurtarması imkânsızdı. Ayrıca orduda ciddi tasfiyeler yapılacağı ve milli mücadelenin itibarlı generallerine halen saygılı pek çok kadronun bertaraf edileceği açıktır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın “Nutuk”ta, Rauf Bey, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Kazım Karabekir Paşa “bir tertip” düşünüyorlardı ve “bunda muvaffak olabilmek için orduyu ele almak lüzumu”nu görüyorlardı demesi bir büyük tasfiye hazırlığına işaret ediyordu. Milli mücadele ordusunda büyük bir tasfiyeye gidilmeden “büyük kurtarıcı” ideolojisine göre yoğrulmuş bir tarihsel gerçekliği sisteme içererek siyasi ve ekonomik kaynaklar üzerinde tekel yaratmak mümkün değildi. Hal böyleyken Kemal Paşa’nın “Nutuk”ta Nesturilerin Hakkâri güneyine gelmelerini, İngiltere ile savaş ihtimalini vurgulayarak açıklaması ve “harp ihtimalini göze aldık. İşte, bahsettiğimiz zevat, bu müşkül anda, bir ecnebi devletin bize hücum edebileceği zamanda (…) Muharebeye hazır ve âmade bulundurmaya mecbur oldukları ordularını başsız bırakıp (…) politika sahasına, hitabettiler” demesi gerçeklerle çelişiyor.(98) Zira İngilizler bu dönemde yönetimi hangi “Türk paşası”na devredeceklerini düşünüyorlardı. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) ise sadece Kürtlere yönelik son derece başarısız akınlar yapabilecek durumdaydı (bu gücün nasıl berbat bir durumda olduğunu söz konusu uçaklarla defalarca uçan Edmonds’un anılarında bulmak mümkündür.) Ayrıca, Karabekir’in de üstüne basarak vurguladığı gibi İngiltere ile Lozan’da askeri güç kullanılmayacağına ilişkin anlaşmaya varılmıştır. Diğer yandan Karabekir’in anlatımları gizli diplomasiye dayalı ve ondan güç alan bir iç siyasi gündemin varlığına işaret etmektedir.
1924 yazında Kürt bölgelerinde yoğun bir kaynaşma yaşanıyordu. Dini kesim, milli mücadele yılları boyunca destekledikleri Kemalistlerden kopuyorlardı. Bunların bir kısmı, muhalefetlerini iyice içine kapandıkları tarikat, tekke gibi dini yapılarda ifade etmeye devam ediyorlar, diğerleri de “hazır ve aktif” bir muhalefet kanalı olan “Azadi”ye akıyorlardı. Bu bağlamda pek çok şeyh “Azadi”ye katılıyordu. Bu arada Şeyh Sait’in, Cibranlı Halit Bey’le 1924 baharında, Erzurum’da görüşmesi önemlidir. Hareketin üye ve sempatizanlarının sayısı hızla artıyordu. Yöneticilerin dikkatlerini çekmemek için Kürt hareketinin liderleri, “kararları dar toplantılarda gizlilik içinde alıyorlardı. Örneğin 1924 baharında Yusuf Ziya Erzurum’da Cibranlı Halit Bey’in “misafiri” oldu. Bu görüşmede Türkiye’nin dışında kalan Şeyh Mahmud ve İsmail Ağa Simko’nun yardımıyla Kürt aşiretlerinin silahlandırılması konusunda anlaştılar. Aynı zamanda Kürt aşiretlerine yardım edilmesi için Cemiyeti Akvam’a Suriye üzerinden bir mektubun gönderilmesi üzerinde de görüş birliğine vardılar. Sonra, Yusuf Ziya, Cibranlı Halit Bey’den Hınıs Nahivesi’ne bağlı Komsar’da oturan Şeyh Sait’e bir mektup götürdü ve Göksu, Hacı Ömer Tıkman, Gökoğlan, Karlıova, Varto gibi bazı diğer bölgelere başvurdu, orada aşiret reislerini alınan kararlardan haberdar etti.”(99) Bu arada, “bütün aşiretler Cibranlı Halit’in ve Erzurum’da bulunan Kerküklü zabitlerin yardımıyla Erzurum’dan külliyetli silah ve cephane taşıyorlardı.” Şerif Fırat’ın anlatımıyla: “Bu irtica hareketini ilk önce gizli bir mektupla Gazi Mustafa Kemal’e arz eden Hormek aşiretinin aydınları olmuştu. Bu haberden sonra büyük kurtarıcı 1924 Ekim ayında Pasinler depreminden ötürü Erzurum’a gelmişti. Erzurum yurtseverlerinden ve idare makamından edindiği tahkikattan ve Cibranlı Halit’in bizzat gösterdiği muhalefetten, yakında isyanın başlayacağını anlamış ve Ankara’ya dönerken Yusuf Ziya, Cibranlı Halit ve arkadaşlarının yakalanmalarını emir buyurmuştu.”(100) Aslında bölgedeki gelişmelere dair Ankara’ya istihbarat yağıyordu. Bu ihbarlardan biri de eski Genç mebusu Hamdi Bey tarafından yine 1924’te yapılıyordu. Hamdi Bey: “öteden beri Çapakçur Kazası Ekradindan (Kürtlerinden) müteehhil bulunmaklığım hasebiyle Ekrat ve aşairin (aşiretlerin) ahvaline ve Musul meselesi dolayısıyla cereyan edegelmekte olan hâlât ve harekât-ı umumiye’ye vakıf olmuşumdur(…) Musul, Cizre, Şırnak ve Eruh kazaları ile Van ve Hakkâri vilayetleri havalisindeki Ekrat ve aşair rüesası ile Zaho kazasında müteşekkil Kürt cemiyeti ile bilfiil teşrik-i mesai ederek çeteler, cemiyeti fesadiyeler teşkil edegelmekte oldukları gibi Van, Hakkâri, Bitlis, Muş, Genç, Siirt, Diyarbakır, Elaziz, Dersim, Erzurum, Malatya vilayetlerini birleştirerek Kürdistan namiyle muhtariyet teşkil ve ilanı emel-i muzirresine (zararlı amacına) rağmen mezkur Kürt Cemiyeti azalarından Vanlı Seyit Taha ve Seyit Abdülkadir ve Şaki Hamza ve Simko ve Bedirhaniler’den Kemal Fevzi ve sair birtakım edininin (alçağın) delalet ve tavassutları ile Musul ve Van havalisindeki Ekrat ve aşaire birçok esliha (silah) ve cephane ve para tevzi ettirerek maruz (söz konusu) Vilâyat-ı Şarkiye rüessası, eşair ve meşayihile (şeyhler) ve müteneffizan-ı mahaliye ile (yerel nüfuz sahipleriyle) daima hafiyyen muhabere ve ittihat (gizli haberleşme ve birlik) etmekte ve tedabir-i isyaniye de (isyan tedbirleri) bulunmakta oldukları gibi öteden beri bu efkâr-ı bâtılaya hadim bulunan (bu boş fikirlere hizmet eden) Bitlis Mebus-u sabıkı (eski milletvekili) Yusuf Ziya, Erzurum Mebus-u sabıkı Süleyman Necati, Dersim Mebusu sabık-ı Hakan Hayri efendilerle Vorta aşiret reisi olup Erzurum’da mukim miralay Kürt Halit Bey ve Muşlu Hacı Musa Bey ve Palu’nun Dikvan nahiyesi ehalisinden olup bu efkâr-ı melanetkârane ile (bu lanetli fikirleriyle) Genç, Çapakçur, Palu, Kiğı kazaları dâhilinde herbar (her zaman) ötede beride dolaşarak ahaliyi izlâl (halat işlettirme) etmekte bulunan şeyh Şerif efendi”nin “gizli” bir şekilde “Cumhuriyet aleyhinde” örgütlendiklerini ihbar ediyordu.(101) Ayrıca, Şeyh Sait’in bacanağı Binbaşı Kasım (Ataç), Şeyh Sait isyanından yıllar sonra, Mustafa Kemal ile gizli görüşmelerini ve “Kürt İstiklâl Cemiyeti”ni daha 1924 yılında ihbar ettiğini şöyle açıklıyordu: “1924 yılında Atatürk Erzurum’a geldi. Halkın saygılarını sunmak için Muşlular ile birlikte Erzurum’a gitmiştim. Kabulden sonra Atatürk’ten özel görüşme istedim. Kabul edildim, 9. Kolordu Komutanı Ali Sait Paşa (Avbaytugan) hazırdı.” Binbaşı Kasım Atatürk’e, “bulunduğum çevre ve bölgede bir Kürt bağımsızlığı ve Türkiye’den ayrılmayı amaçlayan akımlar bulunduğunu, bu akımların halkın yüzde seksen beşini etkilediğini, ruhlarını bildiğim için adam saptamada ayrıca kanıt gerekmediğini, hükümetçe bir an önce önlem alınması gerektiğini, bu önlemlerin de örneğin merkezde bir gezici fırkanın oluşturulmasını, aşiret reislerinin Batıya sürülmeleri, karşı koyanların örnek olacak biçimde şiddetle cezalandırılmalarını, yoksa büyük bir felaketin gelmekte olduğunu gözümle görür gibi olduğumu, söylediklerimin hiçbirinin soruşturulmasına gerek olmadığını ayrıntılı olarak arz etmiş ve teşekkür yanıtlarını almıştım.” 1924 yılı Ekim ayında Şeyh Sait’in bacanağı Binbaşı Kasım’ın “Azadi” liderleri Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit’i bizzat Mustafa Kemal Paşa’ya, ihbar ettiğini anlatıyor. Binbaşı Kasım, tüm Şeyh Sait ayaklanması süresince 7. Kolordu ile gizli gizli görüşüyor ve TBMM Başkanı Kâzım Paşa (Özalp), Binbaşı Kasım’a bu çabalarından ötürü bir teşekkür telgrafı bile çekiyor.(102) Şeyh Sait’i yakalatan da yine en yakınındaki bu isim oluyor. Binbaşı Kasım’ın Şeyhin yanında bulunuşu devletin verdiği görevle ilgilidir. Zira onun “12. Fırka Komutanlığına” yazdığı tezkere bunu kanıtlıyor: “Şeyh Saif’i Abdurrahman Paşa Köprüsünde tutukladım. Küçük bir müfrezenin gönderilmesi arz ederim. Emekli Binbaşı Kazım.” Uğur Mumcu, “Binbaşı Kasım’ın Şeyh Sait’i yakalattığı biliniyordu. Ancak, Kasım’ın ayaklanma ile ilgili ihbarı, 1924 yılında Mustafa Kemal’e yaptığını (…) bugüne kadar bilen insan sayısı çok azdı” diyor.
Varto ve Hınıs’taki Alevi Hormek Aşireti, Cibran Aşireti ile iki yüz yıldır kavgalı olmasına rağmen Şeyh Sait 4 Ocak 1924 günü Hormek Aşireti reisleri Halil, Veli ve Ali Haydar Ağalara bir mektup göndererek onları “cihad”a davet ediyordu. Bu mektubun Hormek Aşireti’nin eline ulaşmasından sonra gelişmeler hızlandı.
Hormek Aşireti reisleri, Cibranlıların Şeyh Sait liderliğinde bir ayaklanma hazırladıklarını Kasman Köyü’nden Mehmet Şerif (Fırat) ve Varto kaymakamı Sırrı Bey’e bildiriyorlar, Sırrı Bey’de durumu Genç Valisine aktarıyordu. Ayrıca, Şeyh Sait’in bir ayaklanma hazırladığı Hormek Aşireti liderleri tarafından daha önce Mustafa Kemal’e bildiriliyordu.((103) Daha önce belirttiğimiz gibi eski Genç Mebusu Hamdi Bey’de, ayaklanma hazırlıklarını 11 Mayıs 1924 ve 9 Haziran 1924 tarihlerinde iki mektupla Mustafa Kemal Paşa’ya bildiriyordu. 28 Mayıs 1924 tarihli ve 340 sayılı dilekçesinde Hamdi Bey Diyarbakır Valiliğini uyarıyor ve “M. Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın devrilmesi için bir ayaklanma düzenlendiğini” ihbar ediyordu. Hamdi Bey İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği 24 Eylül 1924 tarihli şifrede de yeni bilgiler veriyordu. Diğer yandan Çapakçur İlkokulu Başöğretmeni Elazığlı Mehmet Zeki’de kaymakamlığa ayaklanma hazırlıklarını bildiriyordu. Mehmet Zeki ayaklanma hazırlıklarına ilişkin olarak Mustafa Kemal’e üç ayrı telgraf gönderiyordu. Ayaklanma girişimlerini Ağnot Bucak Müdürü Tevfik Bey de hükümete bildiriyordu. “Azadi” örgütlenmesi, isyan hazırlığı ve yapılan çalışmalara ilişkin olarak 1924 Ocak ayından itibaren devlete istihbarat yağıyordu. Tüm aşamalardan bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal başta olmak üzere her kademede yetkilinin bilgisi vardı.
İngiliz İstihbarat Servisi de, bu ayaklanma hazırlığı haberlerini alıyor, 23 Temmuz 1924 tarihinde Londra’ya bildiriyordu. İngiltere’nin İstanbul’daki Maslahatgüzarı Mr. Henderson, Dışişleri Bakanı Mac Donald’a şu raporu gönderiyordu:
“Son olarak Kürtler, kaynaşan bu halk Doğu bölgelerinde sürekli tedirginler. Kısa bir süre önce Misyonumuza bütün yerel komitelerin harekete geçmeye hazır oldukları ve buradaki Kürt ileri gelenleri ile görüşmek üzere tam yetkili bir temsilcinin İstanbul’a gönderilmesini içeren bir mesaj yolladı. Mr. Ryan’dan bu temsilcinin karşılanması istendi. Tabii ki bu istek kabul edilmedi.”(104)
“Azadi” komitesinin tüm faaliyetlerini neredeyse günü gününe izleyen devlet birimleri, İstanbul’daki önde gelen Kürt liderleri de takip ediyordu. Sadrazam Talat Paşa’nın emriyle, 16 Nisan 1917 tarihli ve 764/74 sayılı Emniyet Genel Müdürlüğü talimatına dayanarak izlenen Seyyit Abdülkadir, Şeyh Sait isyanı sonrasında polis tarafından yakalandığı güne kadar adım adım takip ediliyordu.
Bu arada Abdülkadir’in yakın çevresine ajan sızdırılıyordu. “Kürdistan Teali Cemiyeti” Başkanı, Ayan üyesi ve Şurayı Devlet (Danıştay) Başkanı Seyyit Abdülkadir’in özel kalem müdürü Palulu Kör Sadi olarak bilinen tanınmış bir şahsiyetti. Sadi, Kahire’de İngiliz polisi olarak çalışırken tanıştığı Celal adlı polisin Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratında görevli olduğunu bilmiyordu. Celal, kendisini “İngiliz istihbarat memuru olarak” tanıtıyordu. Celal, Emniyet Genel Müdürü Ekrem Bey’e (Korgeneral Ekrem Baydar) raporunu veriyordu. 27 Eylül 1924 tarihli rapor şöyleydi: “Bu zat, o zaman” İngilizlerin İstanbul’daki askeri ataşeleri Deedes’e “Kürdistan konusunda bir proje vermişti.” Sadi Celal’e bu girişimlerini anlatıyor ve “büyük çapta bir işe girişmeye hazır olduğunu” bildirerek “İngiliz Büyükelçiliği’ne aracılık” yapmasını istiyordu. Celal raporunda, “adı geçenin arkasında Şeyh Abdülkadir’in ve başka Kürt liderlerinin bulunduğunu, bu önerinin Kürt liderlerinin bilgisi altında yapıldığını üstü kapalı olarak anlatmıştır” deyince bu ilişkinin sürdürülmesine karar veriliyordu. 8 Ekim 1924 tarihli raporunda Celal, Sadi’nin Abdülkadir ile görüştüğünü, Abdülkadir’in Sadi’ye tam yetki verdiğini bildiriyordu. Sadi, görüşmelerin Mısır ya da Kıbrıs’ta sürdürülmesini istiyordu. Celal “burası yetkilidir” diyor ve görüşmeler için ortam hazırlayacağını bildiriyordu. Ancak, Sadi izlendiğini söylüyordu. Bunun üzerine Celal, “ben önerinizi İngilizlere bildiririni, ” diyor ve bir plan yapılıyordu. “Şehremaneti memurlarından Nizamettin” adlı görevli devreye giriyor ve Celal onu “İngiltere’nin Umumi Şarkiyesi Siyasiye Müdürü Mr. Tcmplen” diye tanıştırıyordu. 24 Kasım 1924 tarihli raporda Celal: “Kör Sadi(…) Kürt hükümetinin kurulma şekli ve kurulmasından sonra taraflarca ilişkilerin, maddi ve manevi yardımların sağlanmasına ilişkin altı maddelik bir not” veriyordu diyor. Daha sonra “Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi” dosyalarında yerini alan Celal’in söz konusu raporunda, bu notun 5. maddesinde “Kürdistan Emirliğine kesinlikle Abdülkadir’in getirilmesi”nden bahsedildiği vurgulanıyordu. Ancak, Celal’in raporundaki en ilginç bilgi Kürt ayaklanmasının İstanbul’da da başlayacağı daha sonra Bursa, İzmir ve Konya’ya da sıçratılacağı şeklindeydi. Rapor Ekrem Bey tarafından İçişleri Bakanlığı’na gönderiliyor. Bakanlık dört ay boyunca cevap vermiyor. Ancak Şeyh Sait isyanı başladıktan sonra “Abdülkadir ve Sadi ile görüşün” talimatı geliyordu.
Bunun üzerine Mr. Templen (Nizamettin), Celal ve Sadi ilişkileri devam ediyordu. Bu görüşmelerden sonra Seyyid Abdülkadir’le bir protokol imzalanması kararlaştırılır. Ancak Abdülkadir kuşkulanır. Oğlu Seyyit Mehmet’i İngiliz Büyükelçiliği’ne göndererek Templen’in kimliğini ve imza yetkisi olup olmadığını öğrenmek isteyince gerçeği anlar. Sadi Türk istihbarat birimlerinin tuzağına düşmüştür. İçişleri Bakanlığı’nın 15 Nisan 1925 tarihli emri ile Seyyit Abdülkadir ve Sadi tutuklanarak Diyarbakır’a gönderilirler. “İşin komik tarafı Nizamettin Efendi’nin kendisini bir İngiliz olarak tanıtmasına rağmen tek kelime İngilizce bilmemesiydi. Fakat o kadar güzel taklit yapardı ki, şaşırırdınız. İngilizceyi de sanki İngiliz centilmenleri gibi telaffuz ediyordu.” (Ekrem Baydar, “M. Kemal’in İstanbul Emniyet Müdürüydüm. Cumhuriyet 2 Ağustos 1971. Derleyen: Orhan Erinç) Bu dönemde Emniyet Müdürlüğü binasının sahibi Abdülkadir’dir. Müdüriyet binada kiracıdır. Seyyit Abdülkadir Şeyh Sait ile doğrudan temas etmiyor ancak İstanbul’a gelen Sait’in oğlu Ali Rıza ile görüşüyordu.
Şeyh Sait isyanı, İstanbul’da yaşayan Kürtler üzerinde büyük etkinliği olan Seyyit Abdülkadir’in bertaraf edilmesinin gerekçesini oluşturuyor. Kürt hareketinin en büyük feodal partilerinden biri dağıtılıyordu. Bu doğrultuda kışkırtın ajan kullanılıyor ve Abdülkadir İngilizlere itiliyordu.
Tüm bu gelişmeler çerçevesinde Nesturilerin, Hakkâri yöresinde “ulusal yurt” kurma çabalarına İngiliz desteği sağlamak için harekete geçtikleri görülüyordu. Bunun üzerine bölgeye askeri yığınak yapılıyordu. Lozan günlerinden başlayarak Kürtlerin ayrışma ve kopmalarının fiili bir eyleme dönüşmesini engellemek amacıyla askeri tedbirler alınıyordu. Lozan görüşmeleri sırasında Nesturiler adına Ağa Petros İngiltere’ye başvuruyor ve kendileri sayesinde “İngiltere’nin, Türkiye’nin, Kürdistan, Mezopotamya ve İran sınırında, savaşçı bir milletten oluşan, güçlü bir tampon bölge oluşturacağını savunuyordu. İngiliz Hükümeti ise, Nesturiyerin akıbeti için Milletler Cemiyeti kararını beklemek gerektiğini ama, isterlerse kendi başlarının çaresine bakabilecekleri cevaplarıyla onları başından savmıştı…(105) Nesturiler önemli bir askeri -politik figür değildi- Bölgeye yönelik askeri harekatın asıl hedefi Kürt örgütlerinin faaliyetleriydi.
Kürtlere yönelik sert tedbirler alma konusunda artık TBMM’den yükselecek bir muhalefet de söz konusu değildir. Oysa ilk TBMM’de daha önce ayrıntılarını verdiğimiz bir “muhtariyet” teklifi bile onaylanabiliyordu. Daha sonraki gelişmelere bakıldığında bu siyaset oldukça ileri ölçülerdeydi. Üstelik söz konusu teklifi hazırlayan hükümet değil mebuslar idi. TBMM’de böyle bir kanun teklifinin müzakere edilmiş olması bile, parlamentonun Kürt meselesinden açıkça söz edebilecek görece bir özgürlüğe sahip olduğuna işaret ediyor. Lozan Antlaşmasından sonra, öyle bir girişimde bulunmak artık çok zordu. Lozan, Kürtler konusundaki bir açılımı, jeopolitik, siyasal, ekonomik açıdan yeniden biçimlenen Ortadoğu’nun yeni düzeni açısından kabul etmeyerek işe başlıyordu. Bu konuda İngiltere-Sovyet-Rusya-Türkiye-Fransa arasında farklı gerekçelerle bir mutabakat oluşuyordu. Özellikle, 1920 Aralık ayında patlayan Koçgiri Ayaklanmasında, Aşiretlerin “Kürdistan muhtariyet İdaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda acele cevap verilmesi” talebi dikkate değer(106) “Muhtariyet” konusunda Meclis’e sunulan teklif Koçgiri İsyanı bastırıldıktan sonra Müdafa-i Hukukçuların büyük çoğunluğunun onayı ile gündeme getiriliyordu. İsyanı tahkik eden komisyonun üyesi Erzurum Mebusu Salih Bey “şiddete başvurulması, vaziyeti daha kötüye götürmekten ileri gidemez. Mesele, şiddete başvurulmaksızın halledilmelidir” diyordu. Koçgiri isyanının bastırılması, 1919-1921 yılları boyunca Mustafa Kemal’in ve milli mücadele kadrolarının Kürt aşiret reisleri ve din adamlarıyla “Milliyetçi Kürt örgütlerinden çok daha iyi ilişkiler kurduğunu gösteriyordu. Zira İsyan ancak güçlerin bölünmesi ve Kürtlerin önemli bir bölümünün Anadolu Hükümeti ile Ortak hareket etmesi neticesinde bastırılıyordu. Türklerin bir ölüm kalım mücadelesi içindeyken ve Yunan ordularıyla çatışırken, “Kürtlerin istiklal ve hatta muhtariyet talepleri ihanet olarak” değerlendiriliyor “hayli sayıda Kürt bu konuda Türklerle aynı kanıyı paylaşmaktadır” Kürtlerin Ankara Hükümetini desteklemesi içten bir tutumun ifadesiydi ve isyan bastırıldıktan sonra “muhtariyet” konusundaki teklife en büyük destek Türk mebuslardan geliyordu. Diğer yandan isyanı bastırırken kullandığı sert yöntemlerden dolayı merkez ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa Meclis’te şiddetle tenkit ediliyor ancak Mustafa Kemal’in ağırlığını koyması ve ordunun birliğini koruma kaygıları ile ağır cezalardan kurtuluyordu. Böyle bir durum artık söz konusu değildir.
“Azad i “Dersim, Bitlis, Kars, Hınıs, Muş, Erzincan, Siirt, Malazgirt, Harput, Van’da şubelere sahipti. Örgütün İngiliz raporlarına göre 23 şubesi bulunuyordu.
Liderlerinin birçoğu Türk ordusunda subaydı. Diğer Azadi üyelerinin önemli bir bölümü Hamidiye alaylarında görev yapmıştı. Nesturileri bastırmak üzere Beytüşşebap’a gönderilen 18. Alayda bulunan “Azadi” üyeleri İhsan Nuri’nin öncülüğünde ve eski mebus Yusuf Ziya’nın emirleriyle isyan ediyorlardı.
Tümen kurmay subayı İhsan Nuri ve Rasim, Hurşid, Tevfik Cemil adlı subaylarla birlikte komutaları altındaki askerlerle dağa çıkıyorlardı. “Azadi” örgütünün bu ilk isyanı Bitlis ve Siirt komitelerinin inisiyatifi ile başlatılıyordu. “Azadi” üyesi subaylar 3-4 Eylül 1924’te başlattıkları isyandan sonra Irak’a kaçıyorlardı. Bu isyan “Azadi” liderleri kendi çabalarını aşiret reisleriyle birleştirmeden gerçekleşiyordu. Sonuç olarak, aşiretler ayaklanmadılar. Beytüşşebap’ta bulunan birliğin kumandanı ise tasarlanan ayaklanmayı öğrenir öğrenmez tutuklamalara başladı. Bir taburun üç bölüğü ve başka bir taburun bir bölüğü yani yaklaşık 500 subay ve asker firar etti. Musul’a kaçan Kürt subayları ayaklanmayı, “Kürtler üzerindeki baskıyı arttırma ve aynı zamanda Irak’taki çoğu Süryani paralı askerle ve Hintli askerlerden oluşan İngiliz güçlerine karşı daha iyi bir konum almaya yönelik Türk planlarını bozmak için,, yaptıklarını açıklıyorlardı.(107) İngiliz desteğini hayati bir zorunluluk olarak değerlendiren Azadi üyesi Kürt subaylar, İngiliz istihbaratına Diyarbakır’daki 7. Ordu’nun asker ve subaylarının yarısının Kürt olduğunu ve bunların desteğine güvendiklerini vurguluyorlardı. İngilizlere üç temel hedeflerini şöyle bildiriyorlardı: Kürt aşiretlerinin Irak’ta bulunan İngiliz kuvvetlerine karşı düşmanca bir girişimde bulunmasını önlemek; Türk birliklerinin Nesturi tepelerinde birikmesini engellemek ve ordunun moralini zayıflatmak. Azadi üyesi Kürt subaylar, Beytüşşebap’a ilişkin bu üç hedefin gerçekleşmesi halinde, Bitlis-Van-Diyarbakır hattında başlayacak Kürt hareketinin, dikkatleri buraya toplayacağı için Türk ordusunun güneyden çekileceğini belirtiyorlardı. Bu subaylar İngiliz istihbaratçılara “Kürtlere özgürlük sağlamak, , amacıyla “İngiliz desteği”ni “ayakta durabilmenin, koşulu saydıklarını belirtiyorlardı.(108) Ayrıca, “Sovyetler Birliği’nin yardım önerdiğini; fakat hâlâ İngilizlerin amaçlarını destekleyeceklerini umarak bunların reddedildiğini iddia etmekteydiler.” Kürt subaylar, uluslararası dengelerin tahlilinden, Sovyet-İngiliz Antlaşmalarının gerçek niteliğine ilişkin bilgisizlikten dolayı işin özünü göremiyorlardı. “İngiliz muhafazakâr” gelenekleri doğrultusunda bölgede Türkiye’ye dayalı bir “tampon” siyaseti izleyen Sovyet Rusya’nın Kürtlere destek vermesi zordu. Dolayısıyla bu Sovyet desteği iddiası kendi hareketlerine uluslararası itibar kazandırma konusunda acemice bir abartmaydı. Azadi mensubu subaylar İngiliz istihbaratçılarıyla yaptıkları görüşmelerde şunları söylüyorlardı: “Kürt subaylar amaca ulaşmak için, Büyük Britanya ile dostluk bağlan kurmak ve destek sağlamakla görevlendirilmişlerdi. Kürtler, Bağdat’ta ve birçok aşiret reisi ile Habur nehrinin ağzından Erzurum’a değin önemli örgüt merkezleriyle ilişki içerisindeydi, bu Azadi üyelerinin İngiliz yardımı sağlamak ve İngilizler tarafından yöneltilebilecek hareketleri tertip etmek açısından tam yetki ile çalışmaktaydılar.” Kürt subaylar bu amaçları desteklemek için, bir İngiliz subayının hareket sırasında propaganda amacıyla ön cephelerde kendilerine eşlik etmesini; Türk propagandasının engellenmesi ve “Kürdistan devrimi” fikrinin teşvik edilmesi için Musul’da bir gazete çıkarılması izni verilmesini ayrıca kendilerine Zaho’da Goyan, Silopi, Şırnak aşiret reisleriyle yakın ilişkiler kurabilecekleri bir merkezin tahsis edilmesini talep ediyorlardı. Böylelikle Azadi yayınlanan gazeteleri “ülkenin” içlerine gönderilebilecekti. Azadi üyesi bu Kürt firari subayların İngiliz istihbaratından istekleri açıktı: “Büyük Britanya tarafından para ve silahla desteklenmeye ve eğer başarılı olurlarsa Büyük Britanya’nın arkalarında olacağı garantisine ihtiyaçları vardı.” Bu desteklerle önce küçük daha sonra büyük bir isyan çıkartacaklarını vurguluyorlardı… Türklerin faaliyete katılan Kürt subayları hapsedebileceği, öldüreceği ve isyanın vakit kemale ermeden başlaması ihtimali(…) Azadi’yi İngilizlerden derhal destek görmek için bastırmaya zorladı.” Kürt subaylar, “bütün aşiretlerin milliyetçi ve dini nedenlerle, onu (Azadi) destekleyeceklerinden” emindi. İngiliz istihbaratına şubelerin başında bulunan isimlerin yanı sıra Azadi’yi destekleyecek aşiret reislerinin adları da veriliyordu. Bunlara Bitlis, Van, Mardin ve Şırnak bölgelerindeki birçok aşiret dahildi. Kürt subaylar, İngilizlere 7. Ordudaki çoğunluğu Yüzbaşı ve teğmen rütbesindeki Azadi üyelerinin listesini de veriyorlardı. İngiliz istihbaratına en çok bilgi veren beş firari, Ali Zeki, İsmail Hakkı, Muhammed Ali, İhsan Nuri, Tevfik adlı subaylardı. Ancak asıl bilgi kaynaklan İhsan Nuri, Tevfik, Ahmet Rasim bunların ilk ikisi yüzbaşı, sonuncusuysa mülazım-ı sani (teğmen) idi.
İngiliz istihbaratının merkeze gönderdiği raporda, Azadi üyesi Kürt subayların (İngilizlerin tabiriyle) “silahlı isyan için artan hazırlıklarına,, gösterdikleri nedenler, aynı zamanda Şeyh Sait isyanı öncesinde Kürt taleplerini ve tepkilerini gösteren önemli bilgiler arasındadır. Bu listeye göre:
1) Azınlıklara ilişkin yeni kanun hali hazırda Hıristiyanlar için uygulanmıştır; Türk Hükümetinin niyeti, Doğu vilayetlerindeki bütün Kürt nüfusu Batı Anadolu’ya nakletmek, yerlerine göçmenleri ve Türk ırklarından olanları yerleştirmek, böylece Akdeniz ve Anadolu, Kafkasya ve Hazar ötesinden Türkistan’a uzanan geniş Turan bölgesindeki kesintiyi ortadan kaldırmaktır.
2) Türk Hükümeti’nce halifeliğin kaldırılması; bu, Türkler ve Kürtler arasındaki çok az bağdan birini ortadan kaldırmıştır.
3) Mahkemelerde ve okullarda dilin Türkçeyle sınırlandırılması ve okullarda Kürtçenin öğretilmesinin yasaklanması. Bu tedbirlerin Kürtler arasında eğitimi fiiliyatta tamamen sona erdirmiş olduğu ifade edilmektedir. Türkler, Kürtlerin halen tek eğitim kaynağı olan tekke ve medreseleri de kapatmıştır.
4) “Kürdistan” kelimesi bütün eğitim kitaplarından çıkartılmıştır ve bütün ülkedeki Kürtçe coğrafi isimler kademeli olarak Türkçe isimlerle değiştirilmektedir.
5) Türkiye Kürdistan’ındaki bütün üst düzey yöneticiler, yani vekiller ve mutasarrıflar, uygulamada tamamen Türklerdendir ve kaymakamların yarısı Türk ve yarısı Kürttür. Küçük memurların çoğunluğunun Kürt olmasına rağmen, Türkler, kimi istihdam ettikleri konusunda aşırı dikkatlidir ve bütün şüpheli Kürt milliyetçilerini dışlamaktadır.
6) Vergilerin yılda birden çok kez toplanmasına rağmen ödenen vergilerden yarar sağlanamamaktadır. Rüşvet olmadan mahkemelerde adalet sağlanamamaktadır.
7) Hükümetin Kürdistan vilayetlerinde TBMM mebus seçimine müdahale etmesi. Sonuçta bütün mebuslar halkın serbest oyuyla değil Türk hükümeti’nin emirleri doğrultusunda “seçilmişlerdir.”
8) Hükümetin siyasi karar ve uygulamalarına karşı bir direniş kudreti manasına da gelebilecek olan (Kürt) ırksal birliğini engellemek maksadıyla sürekli olarak bir Kürt aşiretini bir diğerine karşı kışkırtmaya yönelik Türk politikası.
9) Hayvanların götürülmesi ve el konulan şeylerin karşılığının verilmemesi, Kürt köylerinin askerce yağmalanması.
10) Orduda Kürt askerlerinin ve zabitlerinin rütbelerinin düşük tutulması ve onları zor ve hoş olmayan görevlere seçme alışkanlığı.
11) Türk Hükümetinin, Alman sermayesi yardımıyla Kürtlerin maden zenginliklerini sömürme girişimleri(109)
İngiliz istihbaratı bu tespitleri merkeze göndermekle kalmıyor o dönemde Irak’ta bulunan dört tanınmış Kürt liderin verdiği bilgilere dayanarak İhsan Nuri üzerine araştırma yapıyordu. İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Zeynel Abidin, daha önce Osmanlı ordusunda görev yapan Salih Zeki Bey, Mülazım Faik, 1918-1920’de Kürt Mustafa veya (Nemrut Mustafa) olarak bilinen ve mütareke yıllarında İstanbul’da kurulan olağanüstü mahkemenin başkanından bilgi alınıyordu. Araştırılan konu ihsan Nuri’nin Türk casusu olup olmadığıydı.
İngiliz dışişleri bakanlığı raporları, Azadi’nin “bağımsızlık” peşinde olduğunu vurguluyor ve ayaklanmalar dizisi ile başlayıp bir “ulusal” hükümete ulaşacak aşamalarda, “yönetimin organizasyonuna yardım için danışmanlar da sağlayacak Britanya Hükümetinin silah ve mühimmat yardımlarıyla yerine getirilecektir. Diplomatik koruma da istenecek ancak hiçbir şekilde asker talebinde bulunmayacaktır” denilerek Kürt taleplerine yer veriliyordu.(110)
Tasarlanan devlet İngiliz “danışmanlar” ve “mali yardımına” silah ve mühimmatına dayanacaktı. Yani Ortadoğu’da oluşan yeni düzende İngiliz emperyalizmine dayanılarak “bağımsızlık” kurulacaktı. İngilizler, Azadi üyesi Kürt subayların verdiği bilgiler çerçevesinde Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bir rapor hazırlıyorlardı. Bu rapora göre: “Önceki Kürt ulusal planlarının bir miktar hayalci yapısı halen göze çarpan bir özellik olmakta ve gerçek bir örgüt ve belli bir hareket planı olduğu yolunda zayıf bir izlenim edinilmektedir. Aynı şekilde ciddi bir amaç ve hareket birliği olduğu yolunda az bir umut görünmektedir.”(111) İngiltere Kürtlerin “hareket birliği” oluşturamayacağını tespit ederken haklıydı. Zira Şeyh Sait, yakınında bulunan Binbaşı Kasım tarafından günü gününe izleniyor ve teslim ediliyordu.
Beytüşşebap isyanına aşiretlerin katılımı Kâzım (Dirik) Paşa’nın çabalarıyla önleniyordu. Diğer yandan Kürt aşiretlerin desteğiyle 20 bin kadar Nesturi İran ve Irak içlerine sürülüyordu.
İngilizlerin Nesturilere askeri destek vermediklerini Türk Genelkurmayı da tespit ediliyordu. “Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa’ya göre, sınırımız içinde Nesturi kuvvetleri 1000-3000 tüfek, sınırımız dışında da Erbil ve Musul’da önceleri süvari olduğu öğrenilen Nesturi kıtaları piyadeler ise toplam olarak 300-600 mevcutlu 7-8 taburdu. Bunlar da sınırımız içindeki Nesturi kuvvetlerine eklenecek olursa o taktirde toplam olarak en çok 7500 tüfek mevcuduna yükseleceklerini kabul etmek lazımdı.
Hakkâri ili iç statüko gereğince Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olduğundan bu sınır içinde yaşayan halkta top ve uçak bulunması ihtimali yoktu. Olsa olsa bir kaç makineli tüfek bulunabilirdi. Bu itibarla harekâta iştirak ettirilecek top, makineli tüfek ve özellikle uçaklarla asi Nesturilerin morallerini sarsmak ve onları perişan etmek muhakkak mümkündü. Nesturi kuvvetlerinde top ve özellikle uçak bulunduğu taktirde bunların İngiliz Hükümetine ait olacağı tabii idi. O zaman İngiltere’nin Türk Hükümeti’ne harp ilânı demek olurdu ki; bu sıralarda böyle bir şey söz konusu olamazdı. Olduğu taktirde ise, statükonun muhafazasına lüzum kalmaz ve Musul üzerine taarruza devam edilmesine sebep teşkil etmiş olurdu.”(112) Bölgede oluşan “statüko” vurgusu şifre sözcüktür. Tüm olgusal karmaşayı açıklar mahiyettedir. Mustafa Kemal Paşa “Nutuk”ta rakibi olan paşaları suçlarken “bir ecnebi devletin bize hücum” edebileceğinden söz ederken İngiltere’yi işaret ediyordu. Oysa İngiltere’nin ne Nesturilere ne Kürtlere desteği yoktu sadece gelişmeleri izliyor yer yer ince müdahalelerde bulunuyordu.
“Nesturi kuvvetlerinin on tabur olmayıp ancak birkaç bin kişi olduklarına dair en kuvvetli delil, Sir Samon (Nesturi Lideri) tarafından yapılan harekâta, sadece üç taburdan mürekkep Nesturi kıtası ile iştirak etmesi ile sabitti. Keza, Özdemir Beyin bir kaç yüz erle ve Kürtlerin yardımıyla binlerce Nesturi’yi perişan edişi de bir gerçekti.” Genelkurmay’ın resmi tarih görüşü böyledir. Bu görüş ülke içinde en fazla 3 bin tüfeğe sahip bir gücü askeri bakış ağsıyla küçümserken haklıdır. Ancak ilginç olan nokta bölgeye yığılan yaklaşık 40 bin askerin işleviydi. İngilizlerle savaş mümkün görünmüyordu ancak yığınak devam ediyordu.”Genelkurmayın Hakkâri harekâtı hazırlıkları ile meşgul olduğu sıralarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun aşiretlerle meskun yerlerinde iç ve dış kışkırtmalar sonucu yer yer hükümetin dikkatini çekecek kadar hoş olmayan, cereyanlar vardı. Bölgeye akan askeri birliklerin bunları bastırması için bölgedeki sivil yöneticilerin taleplerine olumlu bir cevap verilmiyordu. “İçişleri Bakanlığı kanalı ile durumdan haberdar olan Genelkurmay başkanlığının bu konu üzerindeki görüşü ise; söz konusu olaylar tamamen iç güvenlik sorunlarıydı.”(113) Bu sırada 4 Eylül 1924″e Azadi üyesi subaylar ve bir kısım erlerin firarını öğrenen Genelkurmay Başkanlığı hadiseyi izlemeye başlıyordu. Nesturi isyanı ise rahatlıkla bastırılıyordu. İngiliz desteği propagandasına rağmen binlerce Nesturi’nin sürülmesini İngiltere izlemekle yetiniyordu.
Nesturi isyanı ve Beytüşşebap ayaklanması bölgeye yoğun bir askeri gücün yerleşmesini getiriyor, hareketlilik hızlanıyordu. Ancak, yönetim açısından bazı koşulların iyice olgunlaşması bekleniyordu. Aslında “Azadi”nin ilişkileri, isyan hazırlıkları, lider kadrolar, Şeyh Sait’in rolü konusunda Ankara’ya bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya istihbarat yağıyordu. Bu sırada 1 Ağustos 1924’te Diyarbakır’da bir Türk-Kürt Kongresi düzenleniyordu. Bu Kongre de, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde “özel bir yönetim” şeklinin uygulamaya konulması, bölgeye kredi akışının sağlanması, hapiste bulunan Kürtler için genel af ilânı, Kürtler için zorunlu askerlik görevinin 5 yıl ertelenmesi, toplanan silahların sahiplerine iadesi ve şeriat mahkemelerinin yeniden kurulması, bazı Türk yetkililerin görevden alınması karşılığında Kürtlerin Musul sorununda Türk Hükümeti tezini desteklemesi kararlaştırılıyordu.(114) Bu kongreye ilişkin bilgi İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Henderson tarafından İngiliz Dışişleri Bakanı Mac Donald’a bildiriliyordu. Ayrıca Cizre’de de bir Türk-Kürt kongresi düzenleniyordu. Bu kongre ile eş zamanlı olarak Dersim bölgesinde yaşayan Koçgiri aşiretleri arasında isyan patlıyordu. Türk istihbaratı bu kongre ile zaman kazanıyor, Kürt liderlerin ilgisini dağıtıyor, Dersim’deki hareketlere destek verilmesini önlemeye çalışıyordu. Bu kongreden bir ay sonra ise Beytüşşebap isyanı ortaya çıkıyordu. Bu arada Diyarbakır’daki Türk-Kürt kongresinde takiben “Azadi”nin ilk kongresini gerçekleştirdiğine dair iddialar vardır. Eğer öyleyse Diyarbakır kongresinde Türk istihbaratının zaman kazanma taktiği tutuyordu.
Takrir-i Sükun Düzenini Yerleştirmek İçin Kışkırtılan Kürt İsyanı
Bizzat Mustafa Kemal’in emriyle Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit Bey’in tutuklanmasından sonra Şeyh Said “Azadi” (Kürt İstiklal Cemiyeti) başkanlığına seçildi.(115)
Bölgede Kürt feodaller açık bir “milliyetçi” saflaşmaya yönelirken köylerdeki yoksulluğu, kentlerdeki sefalet tablosunu değiştirecek adımlar, yönetim tarafından atılmıyordu. Burjuvazinin ekonomik ve siyasi iktidarını güçlendirecek bir düzen kurulurken, ezilenlerin ekonomik yaşam koşulları ileriye gitmek şöyle dursun daha da geriye gidiyordu. “Kemalistler feodalizme temelinden vurmak ve köylüleri kurtarmak istemiyorlardı. Onların çabalan gerçekte feodal üretim tarzını belli bir derecede geriletmek ve bu yolda kapitalist ilişkilere dönüştürmek yönündeydi. Söz konusu tutum da her yerde ve her zaman yoksul köylülerin ve hatta diğer bütün köylü katmanların üzerindeki baskıların daha da ağırlaşmasına yol açar. Burjuva devriminin başarıya ulaşmasından belli bir süre sonrasına kadar bile feodal vergilerin bazılarının olduğu gibi kalması da bu siyasetin sonucuydu. Hatta Kemalistler kendileriyle ilişkileri olan toprak ağalarına olabildiğince yardım eli uzatıyor; krediler veriyor, dışarıdan traktör ve diğer üretim araçlarını getirip kendilerine veriyordu…(116)
1936 yılında Başbakan İnönü bile “sayısız miktarda topraksız köylünün var olduğunu” kabul ediyordu. 1960 gibi ileri bir tarihte “Yeni Sabah”, Kürtlerin yoğun olduğu yerler için, “Köylü için şeyhin sözü kanun gibidir. O’nun rızası olmadan köylünün, hiçbir iş için hükümete başvurma hakkı yoktur” diye yazıyordu. Feodalitenin egemenlik temelini çözmek bir yana uygulanan politikalar toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesine neden oluyordu.
1925 ayaklanmasından önce bir grev dalgasının varlığı hoşnutsuzluğun sadece etnik ve dini temellere dayanmadığını ortaya koyuyordu. “Örneğin Türkiye’nin batısında bazı vilayetlerdeki köylüler, 1923’te hükümete ve feodallere karşı başlattıkları bir ayaklanmada pek çok jandarma ve idareciyi öldürdüler. Buna karşılık hükümet, ayaklanmayı çok sert ve acımasızca bastırdı. Aynı yılın Ekim ayında, her türlü köylü hareketinin önünü alma amacıyla düzenlenen ve güya “çeteciliğe” karşı olan bir kanun çıkardı. Aynı dönemde işçilerin hoşnutsuzluk ve muhalefeti de ileri bir düzeye varmıştı. Sadece 1923 yazında; Zonguldak Kömür madenlerinin 12 binden fazla işçisi üç kez greve gitti. Benzer pek çok grev hareketi, İstanbul ve Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde de baş gösterdi.(117) Kürt bölgelerinde ise genel hoşnutsuzluk daha büyüktü. Burada bazı aşiret reisleri, beyler ve şeyhlerin güçlerinin kırılması için gerçekleştirilen uygulamaların amacı Kürt köylülerini özgürlüğe kavuşturmak veya desteklerini sağlamaya yönelik değildi.
1924 yılında bölgeye inen sınır perdesi Türkiye, Irak, İran, Suriye arasındaki ekonomik ilişkilere darbe vuruyordu. 1924 yılında, Suriye ve Irak sınırındaki geçit ve yolların ordu tarafından kapatılması ticareti ve pazarları büyük zararlara uğratıyordu. Bu ekonomik parçalanma yarı-göçebe aşiretleri sarsıyordu. Aşiretlerin geliş-gidişlerine konan kısıtlamalar binlerce baş hayvanın telef olmasına neden oluyordu.
Bu durum yarı-göçebe aşiretlerin yeni yönetime büyük bir tepki biriktirmeleri sonucunu doğuruyordu. Bu yarı-göçebe aşiretler, diğer köylüler ve şehirlerde yaşayan işçi ve yoksullarla beraber gittikçe artan yeni vergiler yüzünden büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyorlardı. Söz konusu tarım ürünleri ve hayvan vergilerinin en büyük etkisi köylüler üzerinde oluyordu. Osmanlı döneminde vergiler karşısında yükümlülüklerden gizlenmek için çeşitli araçlar geliştiren köylünün, merkezi burjuva iktidarı döneminde böyle bir imkânı bulunmuyordu. Şeyh Sait isyanı bastırıldıktan sonra bu konularda makale yayınlayan bir İngiliz dergisi, “Maliye Nezareti, Türkiyeli yurttaşların kendilerini vergilerden kurtarabilmeleri için hiçbir yol bırakmamıştır” diyordu. Ayrıca köylünün askeri harekâtlar sırasındaki mükellefiyetleri tabloyu daha da ağırlaştırıyordu. Bu durumun farkında olan Kürt örgütlerinden Erzurum “Azadi” komitesi 1925 isyanı sırasında, vergilerin kaldırıldığına ilişkin bildiriler yayınlıyordu. İşte bu ekonomik ve toplumsal yaşam koşulları, savaş, kıtlık, göç, 1. Dünya Savaşındaki işgal gerçeği ile birlikte müthiş bir sarsıntı getiriyordu. Bu koşullar yeni düzenle hafiflemiyor daha da ağırlaşıyordu. Bölgeyi 1925 isyanına sürükleyeni toplumsal, ekonomik, sosyal koşulların yarattığı tepki dalgasıydı aynı zamanda.
İsyan Türk Hava Kuvvetleri’nin katıldığı ilk büyük muharebe ortamıydı. Pilotlar için oldukça değerli bir savaş tecrübesiyle birlikte mekanik ve lojistik eğitim imkânı da sağlıyordu. Şeyh Said isyanının bastırılması, Türk Hava Kuvvetleri’nin daha sonraki gelişmesinde önemli etkenlerden biri oldu. Hükümet, RAF’ın (İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri) özellikle kumandayı Savaş Bakanlığından Hava Bakanlığı’nın alması sonrasında Irak’taki harekâtlarını dikkatle izliyordu. Irak’taki İngiliz hava birliklerinin komutanı Sir John Salmond’un “ileri atak politikası” ve Araplarla Kürtleri en az maliyetle ve çok sınırlı sayıda asker kullanarak denetim altına almada bombardıman tekniğinin etkinliğini sınaması önemliydi. Özdemir kuvvetlerinin Revanduz’dan püskürtülmesinde RAF’ın konumunu daha iyi değerlendirmek imkânını bulan askeri yetkililer, Ortadoğu’nun yeni şekillenen koşullarında hava kuvvetlerinin önemini algılıyorlardı. 1926’da Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde 80’i hizmete hazır 106 uçak bulunuyordu. Günümüze akan çizgide, Kürt hareketlerine yönelik askeri vuruşlarda hava kuvvetleri büyük bir etkinlik kazanıyordu. Bu konuda, her önemli askeri girişim, savaş koşullarında tatbikat gibi büyük bir imkân sağlamış oluyordu. Şeyh Sait isyanı, ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan stratejik ve taktik birikime önemli bir başlangıç teşkil ediyordu. Henüz emekleme döneminde olan Hava Kuvvetlerinde 10 Ocak 1925 itibarıyla yaklaşık 85 uçak bulunuyordu. Şeyh Sait’e karşı harekât başladığında Mardin ve Diyarbakır’da çok az sayıda uçak bulunuyordu. Pilotların yeterince tecrübeli olmamasına ve teknik yetersizliklere rağmen bu isyan bastırılırken kazanılan deneyim daha sonra Dersim ayaklanmasında oldukça işe yarayacaktı.
Kasım 1921’de oluşturulan İngiliz politikası Şubat 1925’te patlayan Şeyh Said isyanı sırasında da geçerliydi. Bir Kürt isyanına verilecek desteği İngiltere siyasi, ekonomik, askeri, coğrafi gerekçelerle kabul edilmez buluyordu. İngilizlerin isyanı desteklediklerine dair şüpheye yer bırakmayacak belgeler bulunamamıştır. “İngiltere’nin Kürt sorununa karşı genel ilişkisi gereği ayaklanmayı yakından izlediği fakat destekleyici bir tutumdan kaçındığı” görülüyordu.(118) İsmet İnönü’de “Hatıralar”ında “Bütün bunlarda Şeyh Sait isyanında memlekette senelerden beri yuvalanmış propagandanın eseri görülmüştür. Şeyh Sait İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” diyor.(119) İngiltere’nin Türkiye’yi parçalayarak onu Lozan düzeninin dışına çıkaracak, egemenlik ilişkilerinin hukuki, siyasal, ekonomik dinamikleri yerli yerine otururken devrimci patlamaları tetikleyecek bir süreci desteklemek için nedeni yoktur.
Sovyet-İngiliz Antlaşmasının “muhafazakâr” temelleri, Türkiye’nin büyük devlet tecrübesi ve 19.yüzyila damgasını vuran “Büyük Oyun” konusundaki birikimiyle “tampon” rolünü kavramasına ve sürdürmesine dayalıdır. Bu tarzda parçalanma Kafkasya’da oluşan statükoyu da tehdit edecek, Sovyet politikalarında radikal dönüşleri körükleyecekti. Parçalanan bir Türkiye’nin ise Sovyetlerle daha fazla bütünleşmek dışında başka yolu kalmayacak, Ortadoğu’da İngiltere’nin yerleştirmeye çalıştığı düzenden hızla kopacaktı.
Bu bağlamda Sovyetler, isyanla aralarına hemen mesafe koyuyor ve “irtica” etiketini yapıştırıyorlardı. Sovyet etkinliğini sınırlayan İngiltere’nin bölgede Türkiye’nin parçalanmasıyla ortaya çıkacak yeni durumda, bölge halklarının sömürge düzeninde tutulması zorlaşacak, duruma Rusya’nın güney kanadını tutmak amacıyla müdahalesi eklenecekti. Bu durumda zayıflatılmış bir Türkiye’nin “tampon” rolünün gereklerini yerine getiremeyeceği ortadadır. Üstelik Türkiye Kürtlerinin bağımsızlığı, sürekli isyan halinde olan Irak’taki Kürtleri de harekete geçirecekti. Bölgede bin yıllık dengelerin ince hesaplarına, büyük bir devlet tecrübesine, Kürtlerle tarihsel, siyasal, sosyal, dini bağlara sahip Türkiye dahi Kürtleri bütünlüklü bir biçimde tutamazken İngiltere; Irak ve Türkiye Kürtlerini hangi temelde birleştirip nasıl denetleyecekti? Türkiye, uzun “reform” süreci, devlet temelleri, güçlü ordusu, giderek tekelleşen siyasi yapısı, sosyal kurumları, ince dengelere uyarlı imparatorluk geleneği ile bölgede paramparça feodal gerçekleriyle birlikten uzak Kürtlerden daha tercih edilir bir konumdaydı. Üstelik Hilafetin ilgası, İngiltere’nin sömürge sisteminin Ortadoğu’ya yerleştirmeye çalıştığı politik, ekonomik, askeri düzenle uyumlu bir siyaset izleneceğinin işaretiydi.
Diğer yandan isyan, hazırlık aşamalarından itibaren devletin bilgisi dahilindedir. Buna rağmen etkili bir vuruşun tüm muhalif güçleri kapsaması için en uygun zaman bekleniyordu. Nitekim isyanın iktidarın stratejik plânlarıyla bağlantısı konusunda İngiliz istihbaratının net değerlendirmeleri vardır. Bu istihbaratçılardan James Morgan; “Aynı zamanda, bu tepkisel ve dini hareket, hükümete ne türden olursa olsun muhaliflerini örfi idare vasıtasıyla bastırma ve onlarla uğraşma fırsatı sağlar. Belki İstiklâl Mahkemeleri orada yeniden oluşturulacaktır.(120) diyordu.
İngiliz istihbaratı isyan gerekçesiyle uygulamaya konulacak Takrir-i Sükun döneminin koordinatlarını “İstiklâl Mahkemeleri’nin oluşumu dahil büyük bir “öngörü” ile kavramıştır. Yine İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden D.A Osborne, “isyan bir kez patlak verdiğinde, Kemal’in İsmet’i yeniden Başbakanlığa atayâbilmesi ve yükselebilecek herhangi bir eleştiri ve muhalefet dalgasına karşı birçok baskıcı tedbir alınmasını sağlayabilmesi için, isyanın ciddiyeti abartılmış olabilir(121) tespitini yapıyordu. Türk ordusu, Nesturi isyanı sırasında bölgeye önemli ölçüde yığınak yapıyordu. Yaklaşık 52 bin askerle harekete geçiliyordu. (bu 25 bin muharip demektir.) İsyancıların ise yaklaşık 15 bin silahlı adamı bulunuyordu. Hükümetin, insan, para, ulaşım, silah, mühimmat imkânları yanında büyük bir savaş ve Makedonya’da çete mücadelesi tecrübesine sahip subaylardan oluşan mükemmel yetişmiş kadrolara sahip bulunması, sonucu baştan tayin ediyordu.
Hiçbir ciddi savaş tecrübesi olmayan şeyhler ve yüzbaşı rütbesinde görev yapmış oldukça kısıtlı isyancılar strateji-taktik yetersizliklerini araziyi tanıma avantajı ile dahi gideremiyorlardı. Kürtler ateş gücü yüksek ve oldukça tecrübeli Türk birlikleri karşısında Mart ve Nisan aylarında büyük kayıplar veriyorlardı. Kayıplar 3-4 bin civarındadır. Bu rakam da çarpışmalara katılan isyancıların yüzde yirmisinin öldüğü anlamına gelir. Her iki taraftan da 7-8 bin ölü sayısı muhtemel olmakla birlikte bu rakam bile “abartılı” görünüyor. Dolayısıyla daha sonra “Hoybun” örgütü yayınlarında hiç bir mesnede dayanmadan verilen Türk ordusunun 50 bin kayıp verdiği iddiası gerçek dışıdır. (Çanakkale Savaşlarındaki şehit sayısı 55 bin 127’dir. Sakarya Savaşı’nda ise 5 bin 173 şehit veriliyordu.) Sava Süreyya Özgeevren’in anılarında verdiği rakamlar gerçeğe daha yakın görünüyor:
“16 Zabit, 106 nefer şehit düşmüş, 17 zabit ve 300 neferimiz yaralanmış olduğu mahallindeki askeri makamların bize verdiği malumat arasında idi.”(122) Kemalist politikanın yasaları arasında stratejik plânlamanın politik, askeri gerekçelerle yenilgi, zafer, tehdit kurgulan yaratmak önemli bir yer tutar. Usta bir kurmay ve üstün yetenekli bir siyasetçi olan Mustafa Kemal, Ali Galip-Noel, Nesturi isyanı-Paşalar-İngiliz tehdidi bağlantısında, Musul ve l. İnönü vakalarında bu tür kurgulardan yararlanmıştır. (Sabahattin Selek “Anadolu İhtilâli” adlı çalışmasında İnönü muharebelerinde bir zaferden söz etmenin mümkün olmadığını açıkça ortaya koyar. Ve sayfalar dolusu bilgi vererek meselenin Çerkez Ethem’le ilgili yönünü açıklayan ilk yazar olur. Selek: “Birinci İnönü, askerlik yönünden küçük bir muharebedir. Yeneni ve yenileni yoktur. Bu muharebede Yunan Ordusu da, Türk Ordusu da iyi sevk ve idare edilmemiştir.(…) Bu vesileyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni kurulmakta olan ordusu birdenbire itibar kazandı. Ordu aleyhinde, Meclis’te bile kendini gösteren propagandalar durdu. Bundan sonra, ordunun kuruluş ve takviyesi daha kolay başarılacaktı. Ayrıca x efsanesi de yıkılmış ve Ethem, Yunanla işbirliği yapan hain damgasını yemiş oluyordu. Bütün bu faydaları sağlayabilmek için İnönü muharebesinin içeriye ve dışarıya karşı iyi değerlendirilmesi gerekiyordu ki, Mustafa Kemal Paşa mükemmelen yaptı.(123)
Şeyh Sait isyanı bekleniyordu, hatta Seyyid Abdülkadir gibi isimleri bu hazırlıkların dışında tutmak bir yana onun İstanbul ve bölgedeki büyük etkisine rağmen istihbarat birimleri tarafından bu oluşuma dâhil edildiğini görüyoruz. İngilizlerin Şeyh Sait isyanına karışmaya istekli olmadıklarına ilişkin bir başka kanıt, Paris’teki İngiliz Büyükelçiliğinden Londra’ya 24 Mart 1924’de gönderilen rapordur. “Bugün, Mesud Fehmi Bey, kendisini Cebeli-Bereket valisi olarak tanıtarak görüşmek istedi. Ne istediği sorulduğunda, o bölgelerdeki ayaklanmayla ilgili olarak.
Kürdistan’daki siyasi durumu tartışmak istediğini belirtti. Kendisine, bunun yalnızca Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele olduğu ve bu sorunu tartışamayacağımız söylendiğinde ayağının tozunu üzerimize silkerek, ayrıldı.”(124) 28 Nisan 1926’da, Türkiye ve Britanya arasında yakında bir barış antlaşması imzalanması kesinleştiğinde Lindsay, Chamberlain’e İnönü’ye şunları söylediğini aktarıyordu: “Eğer Türkiye’de sorun yaratmayı isteseydik, ülkenin bir ucundan diğerine bir isyan başlatabilirdik. Fakat böyle yapmadık ve bunu bilmesi gerekiyor. Geçen yıl (1925) Mart’ta, Şeyh Sait isyanı en üst noktadayken ona aktardığım bir gözlemimi hatırlamıyor mu? O zaman ona, hiç şüphesiz Türkiye’nin isyanı yakında bastıracağını [İsyancıların] esir alınabileceğini, bunların tek tek tahkikattan geçirilip yüzleştirilmelerinin mümkün olabileceğini anlattım. Fakat ona, İngiltere’nin isyanda yer aldığına ilişkin hiç bir kanıt bulunmayacağını da, peşinen söyleyebilirdim. Ve şimdi, İngiliz müdahalesine ilişkin ne gibi kanıtlar bulduklarını soruyorum.” Büyükelçi Lindsay, “Bu, ismet’i sarsmaya yetmiş görünüyordu. Böylelikle, 1925 isyanında İngiliz parmağı olduğuna dair bir suçlamada bulunmaya bir daha teşebbüs edemedi.”(125)
İngiltere ve Türkiye karşılıklı olarak Kürtleri birbirine karşı kullanmama konusunda Lozan’da prensipleri belirlenen antlaşmayı, Musul sorunu ve Şeyh Sait isyanı sırasında uygulayacak yeni arayışlar içinde oldular. Birbirlerine karşı duydukları kuşku Şeyh Sait isyanı ile ortadan kalktı. Bu isyan sadece Irak’ın İngiltere ile yeni ilişki tarzının kabul edilmesini sağlamakla kalmıyor, çok kısa sürede İngiltere-Türkiye-Irak arasında yeni bir antlaşmalar dizisi de statükoyu pekiştiriyordu.
1925 sonu itibarıyla İngiltere, Cemiyet-i Akvam’ı sadece Musul meselesinde kullanmakla kalmıyor, dış siyasetinin etkili bir vasıtası haline getiriyordu. Diğer yandan Türkiye, İngiltere Başbakanı Chamberlain-İtalyan diktatör Mussolini görüşmesi ve 1924 yılı Aralık ayında imzalanan Roma antlaşmasının işaret ettiği İngiltere-İtalya uzlaşmasını dikkatle izliyordu. Şeyh Sait isyanının en sıcak günlerinde, 1925 yılı Nisan ayında İngiliz hükümeti Irak’ta İtalya’ya iktisadi haklar tanıyordu. Chamberlain’in Aralık 1925 Parallo ziyareti de, “yalnızca Mussolini ile buluşmak için yeni bir fırsat sağlamakla kalmayıp İngilizler ve İtalyanlar arasında yeni bir ahenk olduğu” hususunda kanıt sayılıyordu. İngiltere, Fransa, İtalya arasında bir çeşit üçlü ittifak oluşturma çabaları Türkiye’yi endişelendirdi. Rapollo müzakereleri Türkiye’nin hassasiyetini arttırdı. 1925 kışında gerçekleşen Locarno müzakereleri ile Almanya’nın tekrar Avrupa ve düjıya siyasi topluluğunun bir üyesi olması hedefleniyordu. Locarno Antlaşmalarının imzalanması ile Türkiye, Alman askeri, ekonomik, siyasi desteğinin de gerçekleşmeyeceği endişesine kapılıyordu. Fransız hükümetinin Rusya’nın Fransa’ya olan borçlarını ödemesi koşuluyla milletler cemiyeti düzeninin kabulü doğrultusunda olumlu işaretler vermesi, Sovyet desteğini de devre dışı bırakabilirdi. Böylece İngiltere’yi sistemin süper gücü olarak kabullenmek ve “düvel-i muazzama”nın çelişkilerinden yararlanmaya dayalı manevra alanının daralması Musul’un hızla bir sorun olmaktan çıkmasını gerektiriyordu. Fransa ile İngiltere Musul sorununda mutabıklardı. Temmuz 1925’te Suriye’de patlayan Dürzi isyanın bastırılması için Fransız İngiltere’nin desteğine güveniyordu. Fransa, Almanya konusunda Avrupa’daki daha geniş çaplı çıkarları için İngiliz- Fransız işbirliğini muhafaza etmek istiyordu. Aralık 1925 itibarıyla Fransız- İngiliz ilişkileri “mükemmel bir seviyedeydi.”
Bu çerçevede, Sovyetler ile Türkiye arasında 17 Aralık 1925 tarihli “saldırmazlık ve tarafsızlık” kayıtları içeren “pakt”ı İngilizler açısından önemsenmedi. 1925 Aralığı’nda Türkiye’nin Musul konusunda müzakere masasına oturacağı belliydi. Sovyetler artık stratejik bir koz olmaktan çıkmıştı. Almanya Büyükelçisi Herry Nadolny, 4 Ekim 1925’te Türklerin Ruslarla antlaşmasının “tamamen geçici bir durum olacağını” vurguluyordu. Her iki ülkede dünya ve özellikle Avrupa siyasi, ticari, diplomatik düzenine biran önce dahil olmayı istiyorlardı. Türkiye’nin Sovyetler’le antlaşması Batı açısından tehdit sayılmıyordu. Sovyetler Cemiyet-i Akvam düzenine dahil olmayı acil bir ihtiyaç olarak görüyordu. Fransa ve İngiltere bu kuruma üyeliği Sovyetlere karşı “yönlendirici bir mükâfat” olarak değerlendiriyorlardı. Türkiye ve Sovyetlerin Milletler Cemiyetine 1932’de birlikte girmiş olmaları, her iki ülkenin de 1925-1932 döneminde Batı’nın siyasetleri açısından sorun çıkarmadıklarını ve uyumlu davrandıklarını ortaya koyuyor. Sovyetlerin diplomatik ve iktisadi ihtiyaçları, Musul konusunda Türkiye ile İngiltere arasındaki antlaşmaya onay vereceğini gösteriyordu.
Ortadoğu’ya emperyalist düzen yerleşirken Rıza Şah’ın İran’ı da antlaşmalarla bağlanıyordu. 1926’da İngiltere ile antlaşmaya hızla yaklaşan Türkiye hükümeti 22 Nisan 1926 tarihinde İran ile de bir dostluk antlaşması imzalıyordu. Rıza Han’ın “İran egemenliği altında ve Türkiye, İran ve Irak Kürtlerini de içine alan muhtar bir Kürt devleti tasarısı”na karşı Türkiye, Irak’taki sömürgeci yönetimi rahatlatacak bir antlaşmaya imza atılmasını sağlıyordu. Diğer yandan, İngiliz petrol şirketlerinin parsellediği, ekonomik açıdan sömürge koşullarında yaşayan İran, Türkiye’deki “reform”ları model alıyordu. “Türkler, Batılı olmak için Batı ile savaşmışlardı” dolayısıyla bölgede batı çıkarları açısından en uygun modeli sunuyorlardı. İslâm bayrağı açan Şeyh Sait’e karşı, Hilafeti ilga etmiş bir Türkiye’nin desteklenmesi “yeryüzündeki en büyük Müslüman ülke” sayılan İngiltere’nin çıkarlarına daha uygundu. Türkiye’nin temel doğrultusu Musul’u almakla çelişiyordu. Kürt nüfusun yoğunluğunun sorunları yanında Arap ve Müslüman dünyası ile birleşme egemen sınıfların batıcı yönelişleri açısından imkânsızdı. Üstelik milli mücadelenin tetiklediği politik, askeri dinamiklerle kabına sığmayan Türk-Kürt birliğine dayalı Arapların desteklediği bir Türkiye Ortadoğu Jeopolitiğini alt üst eder, siyonist varlığın ve onunla bütünleşen emperyalizm destekli monarşilerin temellerini yıkardı. Türkiye, 3 Mart 1924’te, Batı emperyalizmine ve İngiltere’ye karşı Müslüman halkların istiklâl mücadelelerini desteklemeyeceğinin açık işaretini veriyordu. İngiliz büyükelçisi Lindsay, Şubat 1926’da “lâik bir Türkiye’nin, İngiliz İmparatorluğu’na karşı Müslüman tehlikesini azaltmakta olduğunu” yazıyordu.(126)
İngiltere Büyükelçisi Lindsay, Londra’ya, Şeyh Sait isyanın en sıcak günlerinde gönderdiği bir raporda: İsmet Paşayı kastederek, “Türkiye’nin barış içinde yeniden yapılanma hedefinden iç huzursuzluklar nedeniyle geri kalmasının bizim işimize gelmeyeceğini” vurguladığını bildiriyor ve çok önemli bir tespitle, “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasının, Türkiye dahili siyasetindeki lâikleşmenin milletlerarası seviyedeki paraleli olacağını” bildiriyordu.(127) Lâikleşme Batı tarafından aynı zamanda Ortadoğu jeopolitiği kapsamında ve Musul sorunu ile bağlantılı bir biçimde değerlendiriliyordu. İngiliz sömürge imparatorluğunun Sovyetlerin kuruluşundan sonra en stratejik ve o ölçüde en zayıf halkası olan Irak’ın denetimi konusu iç siyasi gelişmelerle bağlantılıydı. İngiliz dışişleri yetkilisi Osborne “İsmefin Türkiye’nin yalnızca Londra’dan sermaye bulabileceğini fark etmesi” sayesinde Ortadoğu’daki İngiliz siyasetini Türkiye’nin kabulleneceğini belirtiyordu. Osborne, “Sovyetler gibi Türkler de, ülkelerini geliştirmek istiyorlarsa, sermaye için Batı’ya dönmek mecburiyetinde kalacaklar” diyordu. İngiliz Büyükelçi Lindsay, Kasım 1925’te, Türkiye’nin “modernleşme” politikası ile Musul arasında bir tercih yapması gerektiğini açıklıyordu. Lindsay, Chamberlain’e verdiği rapor ile Türkiye’nin gizli-gerçek tarihindeki önemli perdeyi aralıyor. İsmet İnönü cevaben: “Sizin de belirttiğiniz gibi bu iki politika tenakuz (çelişki) içindedir ve birbirini tahrip edecek niteliktedir. Bunlardan biri samimi, diğeri gayri samimi olmak durumunda. Ben hangisinin hangisi olduğu hususunda takdiri, siz majestelerine bırakıyorum” diyordu.(128) Lindsay, Chamberlain’a “bu ifadenin altında yatan sağduyuya dikkatinizi çekmek isterim” diye yazıyordu. İngilizler, İsmet Paşa’nın kasıtlı olarak “muğlak” bırakılan cevabını, “gerçek Türk siyasi tercihinin Musul’dan (petrolden) ziyade modernleşme ve bunun ihtiva ettiği siyasi yönelim olduğu kanaatine vardılar.”
16 Ekim 1925’te Lindsay, uluslararası ve yerel gelişmelerin, İngiltere ile Türkiye arasında “iyi ilişkilere dönüş”e işaret ettiğini yazıyordu. Lindsay, “aşiretler arasında bir isyan patlayacağı şüphesiz” tespitini yapıyordu. Lindsay, “Kürdis- tan mevcut rejim açısından görünen en büyük tehlikeyi teşkil etmekte” diye yazıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası, “Musul meselesine dair Türk siyasetini etkileyecek ve karara bağlayabilecek amillere” ilişkin olarak 23 Ekim 1925’te uzun bir “memorandum” hazırlıyordu. Bu belgeye göre: Türklerin dikkat sarf etmek zorunda oldukları iki dahili siyaset meselesi vardı. Birincisi, itibar görme ihtiyacı; ikincisi ise Kürdistan meselesiydi. “İtibar” başlığı altında rejimin ekonomik, siyasal, askeri yerleşme sorunu formüle ediliyordu.
İngiliz dışişleri “Iraklı Kürtler için muhtariyet tohumları atmak yönünde” bir siyasetin günümüze akan çizgide nasıl bir sonuç doğuracağını o dönemde saptıyor ve emperyalizmin stratejik rezervlerine bu temel yaklaşım işleniyordu. Türkiyeli Kürtler, “eninde sonunda” , “Irak’ta yarı-muhtar bir konumda bulunan kardeşleriyle” birleşmek isteyecek olurlarsa, “bu, Türkiye açısından değerli bir nüfus ve toprak kaybı anlamına gelecekti ve Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun mani olmak isteyeceği bir tehdit.”
Emperyalizm Türkiye’ye batılaşma, “modernleşme” , kredi ve egemenlerine dış destek ve itibar öneriyor, karşılığında birliğini parçalayacak antlaşmalar, bölünmesi olanaksız alanları sınırlarla yeniden çizme imtiyazı, Türk-Kürt birliğinin temellerini çürütecek bir statüko ve Ortadoğu’da sömürgeci siyasetin uzantısı olma “çağdaş”lığını veriyordu.
Bu “memorandum”da Türkiye’nin batı tarafından dışlanmayı istemediği ve Milletler Cemiyeti’ne girmeyi hayati bir mesele saydığı vurgulanıyordu.
Memorandumda, Türkiye’nin mali ihtiyaçlarına da temas ediliyor dışarıdan alacağı yardımın önemini kavradığı vurgulanıyordu. Şeyh Sait isyanından önce hazırlanan bu belgede, “Musul’a bir Türk taarruzunun ihtimal dışında göründüğü ancak, Ankara tarafından askeri blöf girişimlerinin yoğunlaşabileceği” belirtiliyordu. Türkler, “İngilizlerin engelleme ve kanuni itiraz siyaseti” olarak adlandırdıkları siyaseti “oyun devam ettiği sürece” yürütmek isteyeceklerdi. Bu durum İngiltere’nin “Milletler Cemiyeti” zeminini kullanmadan Türkiye ile anlaşmasının imkânlarını sağlayacaktı. Zira Türkiye uzlaşmaya varabilmek için iki konuda çözüm bekliyordu ve bunları sadece İngiltere verebilirdi. “Türkiye Kürdistanı’nın kaybedilmesine karşılık bir tür garanti ve Mustafa Kemal’in “kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak bazı vaziyeti kurtarıcı tertipler”(129)
Daha Şeyh Sait isyanı patlamadan önce İngiliz dışişleri Musul’un terki sonucunda oluşacak büyük tepkiler neticesinde Mustafa Kemal’in “Kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak bazı vaziyeti kurtarıcı tertipler”in gerekliliği konusunda not düşüyordu. İngiliz düzenin Ortadoğu’ya yerleşmesinin yolunun Ankara’dan geçtiğine ilişkin ortak bir siyasi duyarlılığın oluştuğu anlaşılıyor. Lindsay İnönü görüşmelerinin gizli bir gündemi olduğu, tarafların mahrem konuları paylaştığı ve bunların daha sonra siyasi formülasyonlara dönüştüğü söz konusu “memorandum” un politik mantığından anlaşılıyor. Memorandum’un sonucuna göre, Türkiye için “Musul’a saldırmayı veya İngilizlerle çarpışmaya girmeyi imkânsız kılan dahili, harici, askeri ve mali kısıtlayıcı pek çok amil bulunmaktaydı.”
Sömürgeler bakanı L, S Amery, 4 Ekim 1925’te, “özerk bir Kürt devleti yaratmamalıyız” diyordu. Ancak diğer yandan Kürtleri denetleyecek ve Türkiye üzerinde sürekli baskı yaratacak bir siyaset izliyordu. Musul sorununun çözümüne ilişkin müzakereler 1926 baharında hız kazanırken, İngiltere, “Kürt dilinin serbestçe kullanılmasına sadece önem vermekle kalmayıp fiilen teşvik etmek için mümkün olan her şeyi” yapıyordu. 1925 Mart’ı itibarıyla Irak’ın toplam nüfusunun %17’sini temsil eden Kürtler, Irak polis gücünün %24’ünü, ordusunun %14’ünü ve demir yolu çalışanlarının %23’ünü oluşturuyorlardı. Kürt bölgelerindeki 25 okulun 15’i öğretim dili olarak Kürtçeyi kullanıyordu. Okullarda 52 Kürt öğretmen Kürt bölgelerinin dışında ders veriyordu. İngiltere “Kürt devleti yaratmama”yı Türkiye’ye bir taahhüt olarak kabul ettiği güvencesini veriyor. Ama diğer yandan Sömürgeler Bakanı Amery’nin anlatımıyla: “Kürt nüfus halen geniş bir ırksal muhtariyet içindedir ve bunu arttırmaya hazırlanıyoruz.” İngiltere tıpkı siyonist varlık için olduğu gibi “Kürtler için bir Milli Vatan” yaratma politikasının temellerini atıyor ve Irak Kürtlerini uzun vadede Araplar, Türkler, Farslar, Türkmenlerle karşı karşıya getirecek siyasetin ana hatlarını hazırlıyordu.
İngiltere’nin bu siyasetine en önemli katkı Türkiye’den geliyor; 1920’de Mi- sak-ı Milli’de kabul edilmiş birlik ve toprak bütünlüğü prensibi İngilizler tarafından tehdit edilmenin ötesinde parçalandığı halde Büyük Britanya-Irak- Türkiye arasında bir antlaşma imzalanıyordu.
Şeyh Said isyanında hem Sovyetler hem de İngiltere ve Fransa Türkiye’yi destekliyorlar. Zayıf ve parçalanmış bir Türkiye’nin “tampon” işlevini yerine getiremeyeceğini her iki ülke de kabul ediyordu. İsyan, Türkiye-B. Britanya- Irak arasında 5 Haziran 1926’da imzalanan antlaşma vasıtasıyla Musul sorununun tüm sonuçlarıyla birlikte çözülmesine yol açan müzakerelere vesile teşkil ediyordu. Türkiye, bu antlaşma ile güvenlik tedbirleriyle sınırlandırılmış bile olsa, İngiltere’nin Irak’ta “Kürtler için bir Milli yurt” biçiminde ve siyonist modele uygun sağlam bir alt yapı kurma siyasetini potansiyel sonuçlarıyla birlikte kabul ediyor; “çağdaş” yani kapitalist batı ile bütünleşme adına Misak-ı Milli’den vazgeçiyordu. Emperyalizm aşamasındaki “geberen kapitalizm”in hukukunun ve sosyal-kültürel unsurlarının tıpkı Tanzimat’taki gibi ithali karşılığında tarihen sözü olabileceklerin hepsi susturuluyor; tek ses, tek yol, tek mümkün siyasetin mevcut olanla etiketlendiği bir sistem oluşuyordu. Musul’un terki, Misak-ı Milli’nin parçalanması, Lozan düzeniyle bütünleşme, Ortadoğu’nun yeni sömürge düzenine uygun İngiltere ile daha kapsamlı bir uzlaşma sağlanmasında temel teşkil ediyordu. Musul’un İngiliz sömürgeciliği denetimindeki Irak’a terk edilmesi, Ortadoğu’nun en gerici unsurları olan Şerif sülalesini güçlendiriyor ve genel tabloda günümüze kadar etkisini koruyan monarşiler şebekesine ayrıca onların örtülü desteği ile ayakta duran siyonist ırkçılığa alan açıyordu. Ayrıca, Irak’ta Şerif sülalesinin emperyalizm destekli iktidarı, Arap milliyetçiliğinin bastırılmasını getiriyordu. Böylece Arap halkları en koyu gerici ittifaklar ve emperyalist sömürgeciliğin kıskacına alınıyordu. Türkiye’nin “lâiklik” stratejisinin İngiliz siyaseti ile bağlantıları ve bu emperyalist güce Ortadoğu’da büyük bir manevra alanı açması tablonun bütününe bakıldığında tüm bölgeyi gericiliğe açıyor ve bu şebekeleşmiş gericilik monarşik-mutlakiyetçi rejimlerin şahsında emperyalistlerin en yakın müttefikine dönüşüyordu.
Şeyh Said isyanındaki dini rengi “irtica” başlığı altında değerlendirmek ise doğru olmuyor. Bu isvan, Jön Kürtlerin ağırlıklı olduğu “Azadi” tarafından hazırlanıyordu. Din sadece meşruiyet anlamında bir temel ve destek sağlıyordu. Bu isyan özünde “milli” talepler içeriyordu. Bu isyanın, dini ve milli renkleri iç içe taşıması İstiklâl Mahkemesi Savası Mazhar Müfit (Kansu)Bey’in, “hepiniz bir noktaya, yani Bağımsız Kürdistan kurmaya yöneldiniz” tespiti ile de netleşiyor. “Kemal Paşa ve arkadaşları da cihad kararı çıkardılar ve şeyhler, müftüler ve din adamlarından fetva aldılar. Kemal Paşa ve arkadaşları da halife sultanı kurtarmak için yola çıktıklarına ilân ettiler.”
Buraya bakarak Şeyh Sait isyanında hiçbir “milli” motif olmadığını ileri sürmek Kemalist hareketin de milli rengi olmadığı tartışmalarına götürür; çünkü bu önemli Kürt ayaklanmasının dini motifleri çok kullanmasını, aynı motiflerle ortaya çıkan ve başarılı sonuca varan Kemal Paşa’yı taklit olarak da ele almak mümkündür.
Kürt liderleri arasında tüm kızgınlığa karşın, Kemal Paşa’yı taklit ve Kemal Paşa’nın mücadele yöntemlerini ciddiye alma eğitiminin sanıldığından güçlü olduğu” söylenebilir.(130)
Mustafa Kemal’in ilk dönem tüm konuşmalarında “İslâm milliyeti” kavramı vardı. 1 Mayıs 1920’de Gazi Mustafa Kemal, “muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğiniz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-u İslâm, bizim kardeşimiz ve menafii tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır” diyerek TBMM’ye hitap ediyordu. Diğer yandan “Anadolu-Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” nizamnamesinde, “Osmanlı vatanın bütünlüğünün, yüce halifelik” makamının korunacağı, “bütün İslâm vatandaşlarının cemiyetin” tabii üyesi sayıldığı bildiriliyordu. ARMHC’nin tüzüğünün esasları arasında yer alan “İslâm halifeliğini” sürdürmek için toplu savunma ve direnme gereği diğer unsurlarla birlikte sayılıyor ve bu bağlamda ARMHC kongresinin aldığı “kararlar ve esasat aleyhine kavlen, kalemen, fiilen herhangi bir şahıs veya kuvvet tarafından” yapılacak yorum ve telkinlerin bile, TBMM’nin 29 Nisan 1920’de kanunlaştırdığı “Hiyanet-i Vataniye” hükümleri gereğince, “millet ve vatana hiyanet ve cinayet telakki edileceği” belirtiliyordu.(131) Misak-ı Milli’nin özünü oluşturan Müslümanların birliğini ve halifeliği kurtarma misyonunu sorgulamak “vatana ihanet” sayılıyordu.
“Şeyh Sait’in varlığı, 1925 direnişine dini bir görünüm veriyorsa da bu aldatıcı olmamalıdır. Bu propaganda esas olarak, Kemalist iktidar tarafından, o günlerde mevcut muhalefet hareketini, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı susturmak ve bu iki hareket arasında dinsel plânda bir işbirliği imajı verilmek için ortaya atılmıştır.”(132)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın lider kadrosunda Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi Mustafa Kemal’in önemli rakipleri bulunuyordu. 25 Şubat 1925 tarihli CHP grup toplantısında, “TCF Doğudaki şubeleri aracılığıyla dinsel propaganda yapmak (bu yüzden vatana ihanet suçu işlemek) ve Şeyh Said’in İstanbul’daki oğullarından biriyle ilişki kurmuş olmakla suçlandı. Bu grup toplantısında, İsmet ilk kez olarak hükümete geniş yetkiler vermeyi ve İstiklâl Mahkemelerini yeniden kurmayı önerdi.”(133)
Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle, Milli mücadelenin ilk döneminin tam tersine, “dini veya mukeddesat-ı diniyeyi” siyasal amaçlar doğrultusunda kullanmak “vatana ihanet” sayılıyordu. Bu tartışmalar CHP grubunda yapıldığında Ali Fethi (Okyar) halen başvekildi. CHP grup toplantısında Fethi Bey, TCF’nin doğu’da bulunan şubelerinin “irticai” eylemler yaptığı gerekçesiyle kapatılması önerisini gündeme getirmeye zorlandı. Başvekil Ali Fethi Bey Lozan’da uluslararası çerçevede koordinatları belirlenen düzenin sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik dayanakları inşa edilirken gereken “inkılâpçı” şiddeti gösterecek donanıma sahip bulunmuyordu. 4 Mart 1925’te Ali Fethi Bey yerini İsmet Paşa’ya bıraktı.
Türkiye, etkilerini devletin gizli-gerçek kodlarında taşıyan ve bir siyasi genetik biçiminde varlığını duyuran Takrir-i Sükun düzenine geçti. Harrington’un ifadesiyle ülke (Solcu, Kürtçü, İslâma ve devletin en yüksek mevkilerinde bulunmakla birlikte sürecin işleyiş hızına uyamayan) “aşırı uçlardan temizlendi.
Musul’un terkinin yaratacağı büyük tepkiler ile bunun Misak-ı Milli ile bağlantılı yönleri kaçınılmaz olarak devlet ve orduda ciddi kaynaşmalar yaratacaktı.
Yeni bir düzene geçiliyordu. İngiliz dışişleri bakanlığı daha 1924’te bunun sonuçlarına ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’nın durumuna ilişkin “vaziyeti kurtarıcı tertip!er”den söz ediyordu. Takrir-i Sükun biçimsel olarak iki maddelik bir kanun olmakla birlikte özünde sert bir diktatörlük düzeniydi.
“Aşırı bir baskı döneminin habercisi olan, tarihsel önemi büyük bu kararın, iki vıl boyunca uygulanması, tüm siyasal muhalefetin ve basının susturulmasını, Kürt etnik ve dinsel kimliklerinin sert bir biçimde ezilmesini ve 1926’da Ankara ve İzmir’de yapılan yargılamalarla Kemalist çevre dışındaki tüm potansiyel iktidar rakiplerinin yok edilmesini getirdi. Bu iki yıllık dönem sona erdiğinde, Kemalistler artık kendilerini yasanın yürürlükten kalkmasına izin verecek kadar güvenlikte hissediyorlardı.”(134) Bu yasanın yarattığı siyasal sistem, iklim ve kültür varlığını yıllarca sürdürdü, siyasi genetiği biçimlendirdi ve Türkiye’nin yazılı olmayan anayasasını oluşturdu. 1969 gibi geç bir tarihte kendisini Kürt sorununa ilişkin çalışmalara adayan İsmail Beşikçi gibi önemli bir aydın bile ideolojik karartmanın etkisiyle, “1925’te Şeyh Sait ilk kurşunu sıktığı zaman, kendisine, bir kaç gün sonra, İngiliz silah fabrikalarından çeşitli kataloglar” geldi diye yazıyordu.(135) İsyanın devamı süresince “Emirelmücahidin Elsevit Muhammed Sadi-i Nakşibendi” olarak kendini tanıtan Şeyh Sait’in (sanki bir hükümet organizasyonu kurmuş gibi Diyarbakır postanesine “Kürdistan Harbiye Nezareti” unvanı ile silah katalogları göndermeleri için İngiliz silah fabrikalarıyla yazışması veya çevresinin buna yönelmesi), Mr. Templeton kurguları içinde değerlendirilse daha gerçekçi olur. İngiliz desteğine ilişkin hiçbir kanıt olmadığını İnönü bile söylüyordu. Beşikçi bu konuda daha sonra, “bütün Kürt başkaldırıları hep İngiltere’nin desteğiyle bastırılmıştır. Şeyh Sait Kürt isyanında Kürtlere İngilizlerin yardım ettiği büyük bir aldatmacadır. Zira o yıllarda İngilizler Kültlere karşı Güney Kürdistan’da kanlı bir savaş yürütüyorlardı. Ayrıca Türk ordusu demiryolları aracılığıyla Suriye üzerinden taşınmıştır. Suriye’nin o zaman bir Fransız sömürgesi olduğunu unutmamak gerekir” diye yazıyordu.(136)
“Azadi” üyelerinin ve Şeyh Sait isyanını örgütleyenlerin anti-emperyalist bilinçleri yoktu. İngiliz emperyalizmine dayanarak “bağımsız” bir devlet kurma peşindeki İhsan Nuri gibi liderler Ağrı isyanında da ortaya çıktılar.
İsyan, Kürt hareketinde Abdülkadir çizgisini tasfiye eden süreci hızlandırdı. Melik Fırat’ın anlatımıyla: “Seyyit Abdülkadir, siyasetin içinde, Büyük Seyyit Taha Nehri’nin torunu (…) Onun zaten bir hüviyeti var. Şeyh Sait onlarla temas etmek istemiştir. Herkese de mektup göndermiştir. İşin icabı bu.”(137) Fırat’a göre bir “Kürt devleti” kurulması halinde yönetici olarak ilk akla gelen isimler arasında Seyyit Abdülkadir yer alıyordu.(Norşinler, Küfdevi ailesi, Şeyh Şamil Seyyit Taha’ya bağlı Nakşibendilerdi.) Böyle bir devletin daha çok Suudi Arabistan modelinde olacağı (eğer “Azadi”nin Jön Kürt kanadı duruma hakim olmazsa) yabana atılmayacak bir varsayımdır. Şeyh Sait isyanından sonra tarikat şeyhleri ancak küçük boyutlu ve az sayıdaki ayaklanmalarda rol oynadılar. Kürt hareketinin liderliği el değiştirdi. Geleneksel liderler geri çekilirken, batıcı, modernist kanat daha da ön plâna çıktı. Bu arada 1927 Ekimi’nde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Hoybun”un kuruluşu resmen açıklandı ve Emir Celadet Bedirhan birliğin başkanlığına seçildi. Ermeni-Kürt işbirliğini vurgulayan “Hoybun” Ağrı isyanının örgütlenmesinde önemli rol oynuyordu. “Hoybun”un “milliyetçi Ermeni partisi Daşnak” ile işbirliği Sovyetlerin tepkisini çekiyordu. 1930 Temmuz sonunda 500 kişilik bir Sovyet askeri süvari birliği Aras yakınlarındaki Davalu köyüne geliyordu. İki gün köyde kalan bu birlik sonra bir gece “kayboluyor”. Davalu köylüleri bu Sovyet askerlerinin Türk birlikleri safında çarpışmak üzere gece Aras’ı geçtiğinden kuşku duymuyordu. Sovyetlerin Ağrı isyanını bastırmak için doğrudan askeri güç göndermeleri kanıtlanamaz ise de bu ülkenin tavrı nettir. Sovyetler yıllar sonra Churchill tarafından Soğuk Savaşı başlatan Fulton konuşmasında formüle edilecek “Demirperde” kavramını ilk kez Ağrı’daki Kürt isyanı için kullanıyorlardı: “Ağrı Dağındaki çarpışmaların gerisinde yine Sovyetler Birliği etrafında demir perde oluşturmak isteyen uluslararası emperyalizmi görmek gerekir.”(138) İhsan Nuri’nin istihbaratı ile Beytüşşebap isyanı sonrası kurduğu ilişkilere dair Sovyetlerde bilgi bulunduğu veya Türkiye’nin bu konuda istihbarat verdiği anlaşılıyor. Avrasya jeopolitiğinde Kürtlerin emperyalizmle ittifak halinde Sovyetleri güneyden kuşatacak bir “Demirperde”nin unsuru olarak görülmesi 1930 gibi erken bir tarihte ortaya çıkıyor. Sovyetler böyle bir “Demirperde”nin örülmesinde arka plânda “uluslararası emperyalizm”i görüyorlar. Bu değerlendirme günümüze akan çizgide önemli bir başlangıca işaret ediyor.
Ağrı isyanı uzun sürüyor, sınırlı bir bölgede olmasına rağmen askeri açıdan oldukça ağır kayıplara neden oluyor ve 1929 Dünya krizi koşullarında Türkiye’nin bütçesini hayli zorluyordu. Ekonomik krizin yükünü iyice ağırlaştıran bu isvan, Serbest Fırka deneyimini ortaya çıkaran koşullarda büyük paya sahip oluyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yorumuna göre Ağrı isyanının temelinde Kemalist uvgulamalar vardı. “Doğuya demokratik burjuva devrimini yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele veren, köylü devriminin bir harfini bile ağzına almavan, ” Cumhuriyet burjuvazisi gerçek sorumludur.(139) Doğu’nun adeta “Balkanlar “a dönüştüğünü ve “ayaklanma bölgesi” haline geldiğini ve Ağrı Dağı isyanından sonra Birinci Genel Müfettişliğin şahsında, Kürt ağalarıyla yeni bir ittifaka gidildiğini belirtiyordu Kıvılcımlı. Bölgede Kürt ağaları ile ittifak tazeleniyor ve bir “milis” örgütü kuruluyordu. Toprak sorunu çözülmüyor. Bu sosyal dava yüzünden kan dökülüyordu. “Milis'”er ise ağaların özel birlikleri olarak halkı eziyorlardı. 1930’larda gündeme gelen “devletçilik” siyaseti ise kapitalist birikimin krizine çare arayışının sonucuydu. “Devlet endüstrisi ve altyapı tesisleri, böylece, özel sanayinin ana girdilerini ve dolayısıyla gelişme imkânlarını sürdüren bir görev ifa etmesinin yanı sıra bir diğer gelişme imkânı daha getiriyordu. Bu, geniş kapsamlı bir kamu yatırımları programının çok sayıda ihaleler yolu ile aracılık ve ticari faaliyetler vasıtasıyla özel sermaye birikimine önemli ve olumlu bir katkı yapmasından doğan etkidir. Hatta rahatlıkla tahmin edebiliriz ki, devlet yatırımlarının gerçekleşmesinden doğan bu türden özel sermaye birikimi, kapsam ve hacim bakımından özel sanayinin bünyesinden doğan sermaye birikiminin üstünde kalmıştır.”(140) 1924’ten sonra büyük çiftçinin zenginleşmesi sürüyor ve yönetimde bu kesimin ağırlığı daha da artıyordu. “1930’lu yılların sonuna doğru köy, toprak ve tarım alanında Cumhuriyetin tek partisi içindeki(…) Büyük toprak sahipleri, yönetimin en üst düzeyinden kaynaklandığı belli olan siyasi tercihler karşısında bile, tavırlarında en ufak bir oynama göstermezler. Köyün denetimini kendilerinden başkalarıyla paylaşmaya yanaşmazlar.”(141) Cumhuriyet rejimi köyde siyasal ve ekonomik denetim kuramaz. Feodal güçlerin etkisini kıramaz. “Genç Cumhuriyet Türkiyesi’nin anti-feodal niteliği, kavramsal düzeyde, Kurtuluş savaşı içinde ileri sürülen anti-kapitalistliğinden pek farklı değildir. Daha açık bir söyleyişle, bu dönemde siyasal erki elinde tutan güçler, büyük şehirlerde ve aydın tabakası içinde etkili olmayı istemekten öte, kırsal alanlarda bir ekonomik-toplumsal-siyasal yapı değişikliği yaratmakla ilgilenmemişler, hatta merkezdeki düzeltim girişimlerine karşı çıkmamaları koşuluyla, yerel eşrafın ayrıcalıklarını korumalarına göz yumarak onlarla eski bağlaşıklıklarını sürdürmüşlerdir.”(142) Düzende değişen, Avrupa’dan ithal kapitalist hukuk, batıcı ideolojiye tümüyle açılan eğitim sistemi, batılı tüketim kalıplarına uyumu çağdaşlıkla özdeş gören anlayıştır. Gerisi koyu derebeyliğe yapılan kapitalizm aşısıdır ve dozu Tanzimatla belirlenmiştir.
Feodal sınırların ülkenin yüzde yetmiş beşini oluşturan köye hâkimiyetlerini kıracak bir toprak ve tarım reformu yapılmıyor, egemen sınıflar koalisyonunda muteber konumlarını geliştiren bu kesim CHP saflarını dolduruyordu. Bu durumda ^lâiklik” toplumsallaşmış, sosyal kurumlarla bütünleşmiş bir yaşam ve siyaset düzenini değil bir yönetim aracını, stratejik dönemeçlerin meşruiyet gerekçesini, sınıf diktatörlüğünün ne kadar “çağdaş” olduğunun simgesini oluşturuyordu. Emperyalist sömürgeciliğin Ortadoğu’ya yerleşme sürecinde yarattığı hanedanlar, ilkel yapılar işbirlikçi gericiliği beslerken Türkiye’de “lâiklik” boş bir söyleme dönüşüyordu. Şeyh Sait isyanına vurulan “irtica” etiketi ise kullanışlı değildi. Musul’un terki, İngilizler öncülüğünde Ortadoğu’da yeni kurumlaşmalara gidilmesinin yarattığı tepkiler, Misak-ı Milli’nin parçalanması büyük bir muhalefet doğuracaktı. Rejim Lozan düzenini oturtamadan tehdit altına girecekti. Kâzım Karabekir’in Hilafet, Musul sorunu, Kürtler, İngiltere’nin çıkarları zemininde iktidarın uygulamalarına erken sayılacak tarihte koyduğu teşhisler bile oluşacak muhalefetin şiddetini göstermeye yetiyordu. En önemlisi orduda itibarlı, milli mücadele onuruna ortak bir komutanlar kuşağına Misak-ı Milli’nin parçalanması, Musul’un terki kolaylıkla anlatılamaz, Lozan bir başarı olarak sunulamaz, Hilafet’in ilgasının siyasi-stratejik zamanlama ağsından “irtica” olarak etiketlenmesi mümkün olmazdı. “Mustafa Kemal’in kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak tertipler” konusunda daha Şeyh Sait isyanının hazırlık safhalarında bulunulmasına rağmen (İngiliz istihbaratı gelişmeleri günü gününe izliyordu. İhsan Nuri sayesinde “Azadi”nin kadroları, plânları, ilişkilerinden haberdardı.) İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın “memorandum”u konuya dikkat çekiyordu. İsyan, Musul’un terki, Şeyh Sait’in İngiliz kışkırtmasıyla ayaklandığı, muhalefetin işbirliği konularını iç içe geçirme imkânını sağlıyordu. Oysa Musul’un terki İngiltere’nin bölgeye yerleşme siyasetinin temel halkasıydı ve çok önceden bunun gerçekleşeceği taraflarca biliniyordu. İngiltere’nin Musul’u almak için bir isyana kesinlikle ihtiyacı yoktu. Ancak Türkiye’de iktidar isyan ile Musul konusunu birleştirmek zorundaydı. Savcı Süreyya Örgeevren’in verdiği bilgilere göre kayıplar önemsizdi ve isyanın abartıldığını ortaya koyuyordu. Ayrıca iktidar isyanı bastırma konusunda o kadar güvenliydi ki Seyyid Abdülkadir gibi önemli bir şahsiyeti isyan cephesine dahil etmek için kışkırtıcı ajan bile kullandı. Gerçekten denetimi zor bir isyan olsa cepheyi genişletmenin değil bölmenin daha uygun olacağı açıktır. Tüm Kürt başkaldırılarında bu taktik izlenirken Şeyh Sait isyanında tersi durumlar özellikle yaratılıyordu. Şeyh adeta isyana kışkırtılıyordu. İsyan güçleri dağınık ve iletişimsiz durumdayken Şeyh Sait’e mahkeme celbi çıkarılıyordu! Ancak hazırlığın düzeyini göstermesi açısından önemli nokta Cibranlı Halit Bey gibi kurmaylık eğitimi almış bir ismin hemen tutuklanmasıydı. Şeyhin yanında ise Türk istihbaratına çalışan Binbaşı Kasım “kurmay” olarak bırakılıyordu. İsyanın sınırları daha baştan çiziliyordu. Yenilmeye mahkum bu isyan yeni rejimin neredeyse tüm siyasi sorunlarını çözecek imkânları sağlıyordu. Siyasi genetik bir yasa daha kazanıyordu: sistemin siyasi, askeri, ekonomik dönüşüm ihtiyaçlarının yoğun olduğu dönemlerde kontrollü bir biçimde “Kürt sorunu, yaratması. Bu konuda Sultan Hamid’in Ubeydullah Nehri’nin şahsında ortaya koyduğu isyan kurgusu tekrarlanıyordu. Bu süreçleri iyi bilen emperyalist siyaset merkezleri açısından ortada gizemli bir yan yoktu. Bu bağlamda, Takrir-i Sükun’un simgelediği yeni düzenin yerleşmesi için; bağlantı noktaları, coğrafi konumu, jeopolitik çerçevesi, sosyal ve dini görünümü, ilişkileriyle en uygun gerekçe bir Kürt isyanıydı. Öyle de oldu…
Şeyh Sait isyanın kırılması doğuda feodalitenin tasfiyesinde bir adım olarak açıklanıyordu. Oysa toprak ağalan neredeyse ömür boyu mebus “tayin” ediliyordu. Örneğin Emin Sazak, 1920’lerde muazzam toprak servetiyle tanınıyordu. 1927,1931,1935 dönemlerinde Atatürk, 1939,1943 dönemlerinde ise İnönü tarafından mebusluğa tayin ediliyordu. Eskişehir’in en büyük toprak ağalarından biri olan Sazak’ın toprakları 70 bin dönüm civarındaydı. Emin Bey’in arazisinin içinde dört tane tren istasyonu vardır. Beylikahır, Yalınlı, Yunus Emre, Sazak istasyonları. Ayrıca 15 köy de onun arazilerinin içinde yer alıyordu. Porsuk çayının üzerinden aktığı bu verimli topraklarda yedi ayrı çiftlik kuran Emin Sazak’ın bunların her birinde konakları vardı. Ayrıca Samsun’da da arazileri bulunuyordu. Yıllarca Emin Sazak’ın toprak reformunu engellemede başı çektiği söylenirken onu meclise tayin eden iradeden bahsedilemez. Mebus tayin edilen diğer büyük toprak ağaları arasında Cavit Oral, Damar Arıkoğlu, Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray, Kasım Gülek, Hilmi Uran, Adnan Menderes ilk akla gelenlerdir. Bunlardan Damar Arıkoğlu, Mustafa Kemal Paşa’ya Chevrolet marka bir araba hediye ediyordu.
Meclis’e sürekli tayin edilenler toprak ağaları değildir. Sürekli olarak mebusluğa “tayin” edilenler arasında şeyhler de vardır. 1920-1950 döneminde Vanlı İbrahim Arvas sürekli mebustur. Aynı şekilde Hakkı Ungan 1923’ten 1943’te ölümüne keder mebus tayin edilen şeyhler arasındadır. Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Örgeevren şeyh olarak bilinen isimler arasındadır. Meclis’te, ‘Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” taahhüdüne rağmen kadrolu şeyhler vardır.
Cumhuriyetle Feodalite’yi Bir Arada Yaşatabilme Çelişkisi
1927 yılında Doğu’da “Umumi Müfettişlikler” sistemine geçiliyordu. “Umumi Müfettiş, Doğu illerinde bir çeşit “süper vali” olacaktı.(143) Üstelik sadece polis ve jandarma üzerinde değil fakat ordu üzerinde de yetkisi vardı. Bu durum, bölgenin askeri kurallara göre yönetileceğine işaret ediyordu.(144) İsyanlar sonrasında bölgeye yeni bir düzen yerleştiriliyordu. Bu arada 2510 sayılı Mecburi İskân Yasası” 1934 tarihinde TBMM’de kabul ediliyordu. 52 maddeden oluşan bu kanunun 11. Maddesine göre: “Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında, harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle, İcra Vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili, lüzumlu görülen tedbirleri almaya mecburdur. Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek de bu tedbirler içindedir” deniliyordu.(145) Bu kanun ile “Türk kültürüne bağlı bulunmayan aşiretler fertlerini icaba göre Türkiye dışarısına çıkarmaya Dâhiliye Vekili selahiyetlidir” (Madde 10) düzenlemesi getiriliyordu. Ayrıca bu yasanın birçok yerinde ‘Türk ırkı” vurgusu yer alıyordu.
1930’larda tüm bu politik, askeri, ideolojik yapılanmayı destekleyecek bir Türk Tarih tezi formüle ediliyordu. Toplumun birlik ve birikimini temsil eden tüm olgular tarihten siliniyordu.” 1930’larda Türk tarih yazıcılığı yüzyılların gerçekliğini göz ardı ederek, bir anlamda geriye doğru atılım yapıyordu (…) Türk Tarih Tezinin ve Güneş Dil Teorisi’nin dayandığı devamlılık neolitik uygarlık ile lâik Cumhuriyetin kültür devrimi arasında kurulan köprüden başka bir şey değildi. Devamlılık bir anlamda terk edilmişti, çünkü bu tür bir devamlılık İslâm dininin Anadolu Türkleri üzerindeki etkisini ve 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun siyasal egemenliğinin yarattığı kimliği neredeyse yok sayıyordu.”(146) Tarihe katı bir çerçeve çiziyor, Türklerin Ortadoğu geçmişiyle bağlantıları koparılıyor, Kürt-Türk birliğinin, Arap ve İran uygarlıklarının, İslâmiyet’in büyük birikimi yok sayılıyordu. Toplumsal şizofreni dalgası ile “çocuklaştırılan” toplum bir “büyük kurtarıcı”ya sığınıyor ortaya çıkan irade kireçlenmesi bir süre sonra “şefsiz, daha sonra da sığınacak bir büyük otoritenin yokluğunda yaşamayı olanaksız gören bir anlayışı besliyordu. Güvensiz, tarih bilincinden yoksunluğu ölçüsünde kolay yönetilebilir bir toplum yaratılıyordu.
“Birinci Türk Tarih Kongresi” kapsamında gerçekleştirilen konferansların zabıtlarını toplayan, “Birinci Türk Tarih Kongresi” isimli eserin önsözü’nde, “Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri(…) Türk Tarih Cemiyetini yüksek himayesine aldı. Karanlıkları yırtan ve asırlara hâkim olan dehasının derin kaynaklarından ilham alan cemiyet geceyi gündüze katarak onun çizdiği ana hatlar üzerinde Türk tarihini araştırdı(…) Büyük Gazi’nin yücc vc kutlu varlığının aydınlattığı samimi bir çalışma havası içinde milli davayı sarsılmaz bir iman ile kuvvetlendirerek iş başına döndüler.”(147) Bu değerlendirmeler emir- komuta zincirine göre düzenlenen bir tarih anlayışının, bilim dışı temellerini ortaya koyarken, hafızasız bir toplumunun hangi yöntemlerle oluşturulduğunu gösteriyor Dönemin genel düşünsel iklimi; “Türk milleti, seni yeniden yaratan şefin sözlerini hiçbir zaman unutma” (Kadro dergisi, Sayı 23, s.5) şiarında yansıyordu.(148)
1932 yılının Temmuz ayında düzenlenen Türk Tarih Kongresi, tek parti sisteminin iyice yerleşmesi, ülke içinde muhalefet edecek yapıların tasfiyesi bir (inkılâp) dizgesi olarak değerlendiriliyordu. İnkılâp ruhunu ise, “şef” temsil ediyordu. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 1933 Nisanın da şunları söylüyordu: “milli şeflerin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurmak davasındayız.” 1936 yılında, CHP ile devletin birleştirilmesi; İl valilerinin parti il başkanı, İçişleri bakanının parti genel sekreteri yapılması karan alınıyordu. “Milli şefin tanımı ve kavramın algılanışı da göz önüne getirildiğinde, milli şef ile İtalya’nın “Duçe”si, Almanya’nın “Führer”i arasındaki yapısal benzerliği görmemek olanaksızdır(…) Milli Şefin tanımlanış biçimi, onda bulunduğu varsayılan nitelikler ve en önemlisi de kaynağının faşizm olması, bu kavramın anti-demokratik özelliğini kendiliğinden gözler önüne sermektedir.”(149)
1930’lu yıllarda Türkiye, Batı ile sorunlarını büyük ölçüde çözüyor “aşırı uçlar” temizleniyor, Sovyetlerle ilişkiler ikinci plâna kayarken Balı kampı ile bütünleşme hızlanıyor. “Bu sırada Türkiye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne ancak batının desteğiyle savuşturabilecek bir tehdit yönelmiş olmadığına göre, bu dönüşü güvenlik endişeleriyle açıklamak mümkün değildir. Bu dönüşü hazırlayan etkenlerin birincisi başta Atatürk olmak üzere Türk yöneticilerinin yönetim felsefesi, ikincisi de ülkenin ekonomik durumudur.”(150)
Musul sorunun İngiltere’nin istediği tarzda çözülmesi ilişkilere yeni bir boyut kazandırdı. 1929’da Amiral Field komutasındaki İngiliz filosu İstanbul’u ziyaret ediyor. Filo komutanı Ankara’ya gidiyor ve İngiltere Elçisinin eşliğinde Atatürk’le görüşüyordu. Türk yetkililer, bu ziyareti, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni gelişmelerin başlangıcı olarak belirttiler. “Türkiye’nin 1932’de Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesinden sonra, ülkede burjuvazinin, Türkiye’yi SSCB’yle yakınlaşma ve işbirliği politikasından vazgeçirmek ve politikada daha belirli biçimde Batı ülkelerine vöneltmek isteyen bölümünün eylemi artmaya başladı.”(151) İşbirlikçi burjuvazi mevzilerini güçlendiriyor. Milletler Cemiyeti’ne giriş SSCB’den uzaklaşma sürecini hızlandırıyor. “İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Hugussen’in anılarında, Türkiye’nin İngiltere’yle yakınlaşma ve dostluk politikasına yönelmesinin bizzat K. Atatürk’ün kararı ve işi olduğu tezi önemli bir yer tutuyor.”(152) 1934 yılının başında Türkiye’de İngiltere’yle daha yakın ilişkiler kurulması isteği güçleniyor. İngiltere’nin yeni Ankara Büyükelçisi P. Loraine, Türk yönetici çevreleri tarafından gayet iyi karşılanıyor. Bu arada “Serbest Fırka”nın kurucusu Ali Fethi Okyar Londra Büyükelçiliğine atanıyor. İngiltere ile ilişkilerin yakınlaşması siyasetini bizzat Atatürk yürütüyordu. 17 Haziran 1934’de İngiliz Büyükelçisi Loraine ile görüşen Atatürk kararlığını teyit ediyordu. Bu görüşme İngiliz-Türk ilişkilerinin “gelişmesinde kesin bir rol oynuyor” ve Loraine ile Atatürk arasındaki bu müzakereyi önceki Büyükelçi Hugussen anılarında özellikle belirtiyor. Ancak, İngiltere ağırdan alıyor ve Türkiye’nin emperyalizmle iyice bütünleşmek için yaptığı her hamleye verdiği klâsik cevabı tekrarlıyor. “Türkiye’nin içeride ve dış ilişkilerinde tüm alternatiflerini yıkması.” Loraine, Türk-Sovyet ilişkilerine işaret ederek, “bugün İngiltere’nin Rusya’yla ilişkileri, dürüst olsa bile, doğallıkla yakın ilişkiler olmadığı halde, Türkiye’nin en samimi dostu Rusya’dır.” diyordu.(153) Bu yöneliş yine bir dış faktörün uzantısında değerlendiriliyordu. Her zamanki gibi yeni bir “tehdit” algılanmasının abartılı kurgularında emperyalistlerle kurulan ilişkilere meşru gerekçeler bulunuyordu. “1934 yılından sonra Türkiye’nin 1930’lara kadar Batılı devletlerin hepsinden duyduğu korkunun yerini, özellikle İtalya’dan duyulan korku almıştır. Türkiye’yi o zamana kadar birlikte yürüdüğü Sovyetler Birliği’nin dostluğuyla yetinmeyerek İngiltere ve Fransa’ya bağlanmaya iten bu korkudur.”(154)
Bu değerlendirme adeta mizahi bir anlayışa dikkat çekiyor; Türkiye, Batı’dan “korku” duyunca Sovyetlerle dost oluyor ancak batılı ülkelerden birinden “korku” ya kapıldığında Batı ile “kucaklaşıyor”! 1930’lu yılların ortasında Türkiye burjuvazisinin içte ve dışta tehdit olarak sadece İtalya’yı görmesi kayda değer. Türkiye İtalya’dan korkmaya başlıyor ve hızla Batı kampıyla bütünleşiyor. Türkiye’nin, İtalya’dan korkusu neticesinde, Batı kampına yönelmesi ve Sovyetlerle mesafeyi açması gerekmiyor, Çünkü tüm yolları kapalı ve tek yolu Batı’ya açık bir dönemeçte bulunmuyor. “Mussolini 19 Mart 1934’te İkinci Beş Yıllık Faşist Kongresinde yaptığı bir konuşmada, İtalya’nın tarihi emellerinin Asya ve Afrika’da olduğunu açıkça söylemişti. Bu konuşma Türk resmi makamlarının ve basınının şiddetli tepkilerine sebep olmuştur.”(155) Büyük bir kampanya yürütülüyor ve basına bu konuda talimat verildiği anlaşılıyor. “Bunun üzerine, İtalyan Hariciye Müsteşarı Suvic Roma Büyükelçimize, Mussolini’nin 24 Mart 1934 tarihli nutkunda “Türkiye’yi istihdaf etmediğini” söylemiştir. Roma Büyükelçimizin 30 Maıt’ta Mussolini ile yaptığı bir görüşmede, Mussolini kendisine şöyle demiştir: “Sizi samimiyetle ve katiyetle temin ederim ki nutkumda Türkiye’yi hiç kastetmedim ve bunu bir an bile düşünmedim. Bütün nutuk dikkatle okunduğu zaman maksadımın ne olduğu anlaşılabilir.” Bu açıklamaya rağmen Mussolini’nin nutku derhal Türkiye’nin dış politikasını etkilemiş.”tir.(156) Mussolini’nin açık taahhüdüne rağmen Türkiye, “katiyetle ve samimiyetle tehdit” edildiğine inanıyor. 17 Haziran 1934’te Atatürk Büyükelçi Loraine ile görüşüyor ve Türkiye dış politikada İngiltere çizgisine ayak uydurmaya başlıyordu. 20 Haziran’da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile görüşen Loraine, “Türkiye’nin İngiltere’yle daha yakın ilişkiler kurma isteğinin içtenlikli olduğu izlenimini” Londra’ya bildiriyordu. Elçi bu yakınlaşmada, Türkiye’nin “ülke için Londra para pazarını yeniden açma” isteğinin önemini vurguluyordu.(157)
“Türkiye Cumhurbaşkanının P. Loraine’le beklenmedik görüşmesi ve Türkiye’nin İngiltere’yle ilişkilerini daha öte iyileştirme isteği, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda ciddi görüşmelere vesile oldu(…) Türkiye’nin bir Akdeniz gücü olarak Büyük Britanya ile Avrupa’da SSCB, Fransa ve Küçük Antant “kombinezonu” arasında bağlantı halkası rolü oynama istek ve ümidine” dikkat çekiyor, Atatürk’ün ilişkileri geliştirme önerisinden İngiliz-Türk ticaret görüşmelerinde olumlu sonuçlar almak için değerlendirilmesi formüle ediliyordu. Ancak, İngiliz hükümeti, “herhangi bir somut yükümlülük altına girmeden, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi” doğrultusunda karar alıyordu. “İngiltere’nin her dikkat ve ilgi ifadesi Türkiye’ye kesin bir etki yaptığı için, P. Loraine, Kemalist Cumhuriyetin kuruluş yıldönümünün kutlanacağı 29 Ekimde önemli bir İngiliz bakanın Türkiye’yi ziyaret etmesini, aynı zamanda Kemal Atatürk’e özel ilgi göstermesini ve ünlü bir İngiliz üniversitesinden kendisine unvan verilmesini önerdi.”(158) İngiliz Büyükelçisinin, Atatürk üzerine etraflı bir araştırma yaptığını ve çeşitli yanlarını gözlemlediğini bu öneriden çıkarmak mümkündür. Bu yaklaşım bir geleneğin işaretidir; Türkiye de günümüz siyasetçi ve yüksek bürokratları için “dünyaca tanınmış” olma propagandasının bu konudaki zaafı tespit eden yabana diplomatların önerisi ile hazırladığı görülüyor. Batılaşma ideolojisi, batı övgüsünü ve “dünyaca tanınmış” olmayı temel bir egemenlik meşrutiyeti ilkesine dönüştürecek ölçüde etkilidir. Diplomatların, görev yaptıkları ülkelerin yöneticilerinin zaaf ve “yetenekleri”ni incelemesi başarılarını etkiliyor. Loraine’in, Atatürk’e bir İngiliz nişanı verilmesi konusundaki önerisi buna atfedilen “önem”in tespitine dayanıyor. “Zoraki Diplomat” Yakup Kadri, Atatürk ile İnönü arasındaki bir konuşmayı aktarıyor: “Ne okuyorsunuz o kadar dikkatle? dedi. “Bizim Dizbağı Nişanı havadisini mi?” Bunun üzerine İsmet Paşa’nın, kendisiyle Atatürk arasındaki kâğıt perdenin ardından şöyle mırıldandığı işitildi: -“Dizbağı Nişanı’mı? O da ne- Atatürk gene aynı sükunetle: -“Aaa, duymadınız mı?”dedi. “Bir Amerikan gazetesinden naklen bütün dünya matbuatına yayılan havadisi? İngiltere Kralı, bana Dizbağı nişanı verecekmiş. Söylendiğine göre bu, İngilizlerin en büyük nişanı imiş.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 yıl, s.123-125)
Türkiye’ye emperyalist filoların ziyaretleri sanıldığı gibi 1940’larda başlamadı. 1929 Teşrini evvelinde, İngiliz filosunun Türkiye’ye gelmesi “coşku” yaratıyordu. 5 teşrinievvel 1929 Tarihli Akşam gazetesi, birinci sayfasını iki habere ayırıyordu: “İngiliz Başvekili Amerika’da” ve “İngiliz Filosu Cumartesi Sabahı Geliyor” İngiliz Başvekil’in ABD ziyareti “heyecan”la haber oluyor ve “Filo’yu istikbal için bahriye kumandanlığı bir program hazırlamıştır” bilgisi ile birlikte veriliyor. Gelen “İngiliz Akdeniz Filo”sudur. 9 teşrinievvel 1929 Tarihli Akşam büyük bir “sevinç”le haberlerine devam ediyor. Altı sütunluk birinci sayfanın beş sütununa oturan başlık şöyle: “Limanımıza gelecek İngiliz tayyare gemisi.” 12 teşrinievvel Akşam da “İngiltere Hükümeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı hakiki bir dostluk nişanesi olan bu ziyaret hususi bir ehemmiyeti haizdir” yorumu yer alıyordu. 13 teşrinievvel 1929 tarihli Akşam “müjde”yi veriyor: “İngiliz Hükümeti’nin, Türkiye Cumhuriyeti hakkında göstermek arzusunda bulunduğu samimi dostluk hissiyatının bir nişanesi olarak, Akdeniz filosuna mensup güzide gemilerden mürekkep bir kısım bu sabah limanımıza geldi. Filo’ya Amiral Field kumanda etmektedir.” Gazete “Kamuoyunu hazırlıyor” ve devam ediyor:
Amiralin hükümet merkezine kadar gitmesi ve Gazi Hazretleri tarafından kabul buyurulması filonun ziyaretine hususi bir ehemmiyet veriyor. Ecnebi mahafil, bu ziyareti Türkiye ve İngiltere arasında yeni ve hakiki bir dostluk devrinin bariz alameti addediyorlar. Bu yaklaşım, günümüze akan çizgide, her emperyalist ülke; askeri, siyasi, diplomatik ziyaretinin “ecnebi mahafil” tarafından nasıl yeni bir başlangıç olduğu kampanyasının kalıplarına ışık tutuyor. Bin senelik sömürgeciler Türkiye’ye her gelişlerinde yeni bir başlangıç yapmış oluyorlar. Basın, alınan talimatın gereğini yerine getiriyor ve ziyareti parlatıyor. 14 teşrinievvel tarihli Akşam’da, “Filo’nun bu ziyaretinin esasen mükemmel olan Türk-İngiliz münasebetini daha ziyade iyileştireceğinden ve iki memleket arasındaki ananevi muhadaneti takviye edeceğinden” söz ediliyor. İngiliz Amirali’ni “eğlendirmek” görevi ihmal edilmiyor. Akşam 14 teşrinievvel tarihli nüshasında bu “eğlence” haberini de veriyor: “Dün gece İngiliz sefaretinde Amiral Field cenapları ve maiyeti zabitam şerefine bir ziyafet ve bunu müteakip bir balo verilmiştir. Baloya Vali ve Şahremini Muhiddin Bey, Kolordu kumandanı Ferit Pertev Paşa, birçok mebuslar, erkânı askeriye ve bahriye, gazeteciler, şehrimizin kibar aileri ve İngiliz tebaası davet edilmiştir. Balo sabaha kadar devam etmiştir.
Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore romanında anlattığı işgal İstanbulu’nun “O mağrur, ya o küstah, ya o her biri bir Firavun kadar korkunç, dehşetli İtilaf Zabitleri” gittikleri gibi geliyorlardı. “İstanbul’u yalnız manevi ve ahlâki bir iflâsa sürüklemekle” kalmayan işgalciler “milliyet satan”lardan kendilerine bağlı bir sınıf oluşturuyorlardı. (Sodom Ve Gomore, Y. Kadri Karaosmanoğlu, s. 298- 299) İngiliz Amirali ile “sabaha kadar” eğlenen “kibar aileler”‘in kimler olduğu ortadadır. İstanbul’a 1920 başlarında toplarını çeviren aynı filodur. Ankara’ya giden Amiral Atatürk ile görüşüyor. 1929 yılında emperyalist İngiltere’nin filosu “aşırı uçlar”dan temizlenmiş Türkiye’de limanlara demir atabiliyor.
Lozan Antlaşmasını onaylamayan ABD ile ilişkilere de büyük değer veriliyordu. 1 Ekim 1929’da ABD ile Türkiye arasıda ticaret antlaşması imzalanıyor. “Türkiye bu sırada iktisadi gelişmesi için gerekli yabancı sermaye bakımından ABD’ye ümitler bağlamıştı ve bu devletle yapacağı bir ticaret antlaşmasının Amerikan sermayesini Türkiye’ye çekmek bakımından çok faydalı olacağını düşünüyordu. Nitekim Türk hükümeti, 1931 yılı başlarında, Şükrü Saraçoğlu’nu Amerikan mali çevreleriyle Türkiye’ye yatırılacak özel Amerikan sermayesi konusunda temaslarda bulunmak ve 50-100 milyon dolarlık bir kredi temin etmek üzere Amerika’ya yollamıştır. Fakat ne 1929 antlaşması, ne de Şükrü Saraçoğlu’nun Amerika seyahati isteneni sağlayabilmiş ve Amerikan sermayesi Türkiye’ye rağbet etmemiştir.”(159)
Türkiye dünya krizi koşullarında emperyalistlerle ekonomik, askeri, diplomatik konularda işbirliği arayışındadır. Ancak kriz sermaye akışı koşullarını sekteye uğratıyordu. 1930’ların içe dönük sermaye birikim siyasetleri bu koşullarla bağlantılı olup “bağımsızlıkçı” bir tutumla ilgili değildi. Ancak, emperyalist ülkelerden beklenen fon akışları sağlanmasa bile sistemle askeri, diplomatik bütünleşme devam ediyordu. Bu bağlamda ana akım görüşün yücelttiği bölgesel “pakt” girişimleri de emperyalist siyasetlerle uyumluydu. “İngiliz-Türk ilişkilerinde başlayan yakınlaşma Yakın-Doğu antantının oluşmasını hızlandırmalıydı. İngiliz Hükümeti, 1936 yılının ortalarında, İran, Irak, Afganistan ve Türkiye’nin katılımıyla bir Yakın-Doğu paktı meydana getirilmesine ilişkin İran- Türk planlan konusundaki görüş ve tutumunu değiştirdi. İngiltere, paktın kurulmasıyla ilgili görüşmeleri hızlandırması ve tamamlaması için Türk hükümetini kendisi teşvik etmeye başladı. 8 Temmuz 1937’de Sadabad Paktı imzalandı.”(160) İngiliz Hükümeti, imzalanan paktın veya “Yakındoğu Antantı” adı verilen gruplaşmanın, bölgede sarsılan mevzilerini güçlendireceğini umuyordu. İngiltere, söz konusu paktı, bu bölgedeki siyasetinin bir aracı olarak değerlendiriyordu. Sadabad Paktı’nda yönetici rol oynayan Türkiye ve Irak, aslında, Arap ülkelerinde İngiliz etkisinin “iletkeni” oluyorlardı. “İngiliz diplomasisi paktın imzalanmasında kesin rol oynadı.” İngiltere’nin onayı olmasaydı, pakt imzalanmayacaktı. İngiltere’ye bağımlı olan Irak’ın pakta katılması İngiltere’nin rızasına bağlıydı. Sadabad Paktı, sadece Arap halklarının ulusal kurtuluş mücadelesine karşı değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne karşı yöneltilmişti. Pakt, İngiliz hükümetinin izlediği Sovyetleri tecrit siyasetine yardımcı olmayı amaçlıyordu. “Türkiye de kendisi için İngiltere’nin belirlediği rolü ve paktın anti- sovyetik yönetimini çok iyi anlıyordu. Aynı zamanda, Türkiye Dışişleri Bakanı ve Türk Hükümeti, Yakın Doğu Antantı’nin bu bölgedeki İngiliz politikası ve çıkarları ağsından önemini de kavrıyordu.”(161)
Türkiye, Sadabad Paktı ile “tarafsız” bir bölgesel güç geliştirmiyor tam tersine İngiltere’nin başını çektiği emperyalist kampa dahil oluyordu. Türkiye 1920 yıllarının başında Chester imtiyazı ve diğer girişimlerle, ABD başta olmak üzere batının güçlü emperyalist devletleriyle bağlantılar kurmaya çalışıyor, ancak sonuç alamıyordu. 1920’li yılların ikinci yansında Lozan düzeni ile birlikte içeride batının ekonomik, siyasi, sosyal açıdan istediği düzenlemeler yapılıyordu. 1930’lu yılların başında yine emperyalist batılı güçlerle ilişkileri geliştirmek için yeni girişimler gündeme geliyordu. 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin batı kampında yer almasını engelleyecek unsurlar temizleniyor; artık, 1940’lann ikinci yansından itibaren emperyalist kampın ittifak sisteminde “uydu” olmanın tüm gerekleri tamamlanmış oluyordu.
Düzenin iyice yerleşmesi ile Türkiye’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de İngiltere ve Fransa’ya dayalı ittifak sisteminin kurulması siyaseti iç içeydi. Bu bağlamda, ülkedeki tüm muhalif potansiyelin tasfiyesi ve gücün tekelleşmesi gerekiyordu. İsmet Paşa’nın 1935 yılında Doğu ve Güneydoğu’ya yaptığı gezi ve bunun sonucunda hazırladığı rapor söz konusu siyasi ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. “Atatürk’ün emri” ile geziye çıkan İnönü, gözlem, tespit ve önerilerini içeren bir rapor hazırlıyordu. Paşa’nın raporunda yer alan çarpıcı gözlem ve tespitler şöyle sıralanabilir: “Bizim Şarkta mühim bir Türk mıntıkamızın tutunabilmesi ve ileride bir iskân mıntıkası olarak kullanabilmemiz için sulama işini Elâzığ’da bir karara bağlamamız zaruridir.”
21 Ağustos 1935 tarihli raporunda İsmet Paşa, “Fıraf ın doğusunda ve güneye karşı bizim en mühim istinat noktamız Diyarbakır ve ikinci derecede Urfa olacaktır.
Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır.” diyor ve bu konudaki temel dayanaktan olarak “kolordu merkezi ile beraber Umumi Müfettişlik merkezi” olmasını vurguluyordu. Paşa çarpıcı bir tespitle “idaremizin Arap ve Kürt mıntıkasında köylere ve halka nüfuz etmediğini bildiriyor ve biz kabuğun üstünde ve halktan ayrı olarak yalnız kuvvetle idare” ediyoruz tespitini yapıyordu. Paşa, “Mardin, 260 bin nüfusludur ve hemen hiç Türk yoktur. Çoğu Kürt olmak üzere mühim miktarda Arap ve daha seyrek olarak Gildaniler gibi Hıristiyanlar vardır” diyor ve “azınlıkları” hükümete “yakın ve sıcak tutmak” için birbirlerine karşı kullanmanın önemini vurguluyor. Gildani (Keldani) köylerinin boşaltılmasını isteyen İnönü, “Mardin vilayetinden çıkarılacak Hıristiyan ve Arapların yerlerini Kürtler derhal dolduracaklardır. Bu hal bizim için pek zararlıdır” diyordu. Paşa, Mardin, Siirt, Hasankeyf’te yapılan petrol çalışmalarına ilişkin bilgiler de veriyor.
İnönü, Kürtlerin yoğun bulunduğu bölgelerin yeniden idari taksimata tabi tutulması zorunluluğunu belirtiyor ve “Siirt’in doğuya naklini tercih ederim. Son Kürtle meskun olan Siirt vilayetinde başlıca kuvvetimiz idare merkezlerimiz, memurlarımız ve zabitlerimizdir. Bu merkezin içerde bulunması hululümüzü kolaylaştırır.
Vilayet olarak Siirt, Şırnak, Eruh, Pervari, Şirvan, Garzan, Beşiri kazalarından mürekkeptir. Bunların hepsi Kürttür.(…) Siirt Vilayetinde idare merkezlerimiz çok kuvvetlidir.” tespitini yapıyor. İdari taksimat çerçevesinde kullanılan dil, kamu yönetiminin klâsik kavramlarına değil askeri stratejinin bakış açısına dayanıyor. İnönü, idari biçimler ve garnizonların merkezinde durduğu alanlarda yaşayanları “onlar” diye tarif ederken, anayasal temelde “vatandaş-devlet” hukuki ilişkisinin dışında “biz” diye başlayan değerlendirmeler yapıyor. İnönü, “Bitlis, Hizan ve Mutki arasında suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk şehir ve merkezidir. Yine ancak devlet tedbiri ile bir Türk merkezi olarak durabilir. Bırakılırsa az zamanda bir Kürt köyü haline gelmesi ve bu suretle Mutki, Hizan, Şirvan, Garzan mıntıkasının Türkçe işitecekleri bir yer olmaksızın kütle olmaları muhtemeldir.” diyor. İnönü’nün tüm değerlendirmeleri, askeri strateji ve onun yan unsuru olarak eğitim, adalet, sağlık, bayındırlık eksenlidir. Paşa son derece çarpıcı bir yaklaşımla, “Bitlis’i kuvvetli bir merkez olarak bir Türk yuvası ve kalesi halinde tutmalıyız” diyor ve bölgedeki ekonomik gelişmeleri de yeni stratejik bir bakışla değerlendirerek şunları söylüyordu: “Eğer ufak bir endüstri merkezi yapabilirsek, iptidai maddelerin toplanma ve pazaryeri olarak Bitlis Türk kültürü etrafa çok müessir olacaktır. Bu halde Bitlis kuzeyden veya güneyden kültürel, siyasal yayılmaya karşı esaslı bir müdafaa noktai istinadı olarak kalır.” Diğer yandan İnönü’nün raporundan bölgeye Karadeniz’den göçmenler getirildiğini öğreniyoruz. Tatvan’a Trabzon’un Sürmene ilçesinden getirilen göçmenler geçim koşullarından ve iklimden şikayet ediyorlardı. İnönü, Van’da da yine Sürmene’den ve İran’dan gelen insanların hallerinden “çok şikâyet” ettiklerini belirtiyor. İsmet Paşa, “Van Şehri şarkta cumhuriyetin önemli bir temeli olacaktır” diyor ve bölgeye stratejik bakışını teyid ederek, “Böyle bir temel Türk hâkimiyeti için her bakımdan lazımdır” eliyordu. İnönü’nün Türk ve Kürt değerlendirmelerine yüklediği anlamın birlikçi, vatandaşlık hukuku temelinde onarıcı, Cumhuriyet değerlerinin özünü oluşturan siyasal ve yasal eşitlik kavramlarının dışında olduğu görülüyor.
İnönü, iskân siyasetinin işleyişinden hoşnutsuzluğunu açıklıyor, “vaktiyle müreffeh Ermeni köylerinin” bulunduğu Van Havason vadisinin, “tedricen Kürtlerle dolmakta” olduğunu belirtecek, “bu kadar boş yerlere(…) pek az muhacirin hâlâ şikâyetçi ve yerleşmemiş bulunduklarını görmek, insanı meyus eden bir şeydir” diyor. Paşa’nın iskân siyasetinde Kürtlere bakışı nettir.
Böylece “muhacirler”e dayalı “Türk şehri” programının Bulanık kazasındaki uygulamasından Paşa memnun kalmıyor. Bulanık’a yerleştirilen “muhacirlerin şikâyetlerine, Kaymakam’ın umutlu olmayan açıklamaları eklenince İnönü, “İşte Bulanık için düşünülen yeni bir Türk şehri fikrinin bugünkü gerçek durumu budur” diyor. İnönü Ağrı’ya ilerlerken, isyanlar sonrasında bölgenin durumunu, “şimdi bu havali bizim tedbirlerimize ve tasavvurlarımıza olgun ve balmumu kadar uysal bir hale gelmiştir” tespitini yapıyor ve artık “muma” çevrilmiş bu bölgenin şiddetli siyasetlerle baskı altında tutulmasına gerek olmadığını belirterek, “tedbirlerimizi tayin ve ne kadar yavaş da olsa muntazam olarak tatbik etmek kâfidir” demekle yetiniyor. Bölgeye büyük ekonomik destekler verilmediğine, bayındırlık hizmetleri götürülmediğine göre bundan en fazla isyan eden ve yüzyıllarca başına buyruk derebeylerin yönettiği yerlerin “muma” dönmesinin yöntemleri anlaşılıyor.
Erzincan’a geçen İnönü Dersim’i işaret ediyor. “Erzincan yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz halkı ile dolmaktadır. Erzincan beyleri arazileri de işlemek için Dersimlileri maraba adı ile kullanmaktadır. Bu beylerin bir nevi Dersimli himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadırlar. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkuncu Kürdistan ‘m meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.” Bu tespit Dersim için girişilecek askeri harekâtın gerekçelerinin hazırlandığını ve bunun “Kürdistan” kurulmasıyla bağlantılı olarak ele alındığını gösteriyordu.
İnönü raporun “genel görüş” ve “teşhisler” bölümünde, “doğu illeri dört hududun siyasi ihtimallerine ve en mühimi, Kürt meselesine de maruzdurlar” diyor. Genel Enspektörlük (Müfettişlik), Doğu illeri için esas idare şekli olacaktır” vurgusunu yaparken, Batı’nın tavsiyeleri ile geçmişti gündeme getirilen “ıslahat projelerini” model alan üstelik yabancı terimlerle ifade edilen bir kurumlaşmayı gündeme getiriyordu. Dersim’in üzerinde özellikle duruyor ve “Dersim vilâyetinin yeniden teşkiliyle askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır” önerisini formüle ediyor.
İnönü raporunda Dersim’e ilişkin olarak özel bir bölüm bulunuyor. İnönü, “Dersim ıslahına bir program dahilinde tevessül edeceğiz. Program, hazırlık, silahtan tecrit ve icap ederse iskân safhalarını ihtiva edecektir,” diyor Raporda, ayrıntılı ve iyi hazırlanmış bir “Dersim Plânı” sunan İnönü: “Hazırlık ve silahsızlanma üç senede olacaktır. Dersim vilayetini yeni usulde teşkil edeceğiz. Muvazzaf bir kolordu Komutanı Vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamı olacaktır. Kaza memurlarından hiçbiri yerli olmayacaktır.” açıklamasını yapıyor.
“Plân”ın safhaları ise şöyledir: “1935 ve 1936’da yolları, karayolları yapılacaktır. 1937 ilkbaharına kadar hazır olursa mürettep ve seferber 2.Fırka Kuvvet İlbaylığın emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tecrit olunacak. İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat da yapılacaktır.” İnönü, “Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir” uyarısını yapıyordu. Dersim’in başkaldıracağından “emin” olan İnönü, “Dersimliler bizim düşündüğümüz zamandan evvel harekete kalkarlarsa programı hemen tatbik etmek zaruridir” diyordu. İnönü, “Kürt yayılması”nı bir tehdit olarak değerlendiriyor ve “Van, Muş ve Erzincan ovaları kısmen boş ve genel olarak Kürt yayılmasına açıktır. Van ve Erzincan’da acele olarak ve Muş ovasında tedricen ve bir de Elazığ ovasında kuvvetli Türk kütleleri vücuda getirmek mecburiyetindeyiz” diyordu.(162) Bu değerlendirmede Türk ve Kürt sözcüklerinin yerinin değiştirilmesi durumunda bunun ceza yasalarının kapsamına gireceği ortadadır. Başvekilin kapsamlı bir Kürt sorunu tanımladığını, ince bir plânlamaya dayalı iskân siyasetlerini, askeri stratejilerle bütünleştirilen “Türk kütleleri” kavramından yola çıktığını, bölgeye özel bir statü uygulanmasından ve bunun orduya havale edilmesinden yana olduğu görüyoruz. İşgalci güçlere karşı savaşılırken çok doğru bir biçimde Misak-ı Milli kavramının özünü oluşturan Türk-Kürt birliği artık parlamenter düzenin, siyasi alanın, askeri gücün, dış politikada muazzam bir manevra alanının temeli olmanın dışında değerlendiriliyordu. Devlet Kürtlere “sorun” başlığı ile yaklaşıyor en kötüsü “Kürt yayılması’na karşılık olarak “Türk Kütleleri” , “Türk Şehri” gibi kavramlar temelinde stratejiler çiziliyordu. Üstelik bu ayrımlara gidilirken herhangi bir hareketin görülmediği bölgeler de potansiyel sorun kaynağı olarak değerlendiriliyordu. Bu bölgelerdeki ağalık düzeni, feodal ilişkilere dokunulmazken, Osmanlı’nın “asayişçi-nizamcı-medeniyetçi-terakkiyatçı misyon anlayışı” ile bölgeye özgü bir yönetim sistemi kuruluyordu. Yeni devlet bu sistemi kurarken feodal ilişkileri tasfiye etmiyor tam tersine böl-yönet ilkesiyle aşiretleri sınıflandırarak kendisine yakın olanları daha da güçlendirirken, karşı olduğuna veya isyan potansiyeli taşıdığına inananlar zayıflatılıyordu. Devlet feodal ilişkileri tasfiye etmek bir yana taraf oluyordu. Örneğin, Hakkâri’de “devlet kontrolü tam olarak sağladıktan sonra isyancı unsurlara karşı hükümetin tarafında yer almış olan aşiret liderleri ve diğer liderler, yörede çeşitli siyasi makamlara getirildiler^..) parlamentoda hâlâ bu ailelerin mensuplarının bulunması bir rastlantı değildir(…) Hakkâri’nin önde gelen aileleri ve bu ailelerin lideri olduğu aşiretlerin mensupları bugün de hâlâ Hakkâri siyasetini belirlemektedir.”(163)
Yüksek statüye sahip olanların daha düşük statüde olanlar üzerinde “yaptırım hakkı”na sahip bulunduğu ilkesine dayalı bir toplumsal örgütlenmeye devletin taraf olarak girmesi, feodal baskı ve sömürüyü daha da katmerli hale getiriyordu. Böylece, yüksek statü sahipleri bir de “bürokrat” gibi davranma ayrıcalığını elde ediyorlardı.(164)
Hükümet, aşiret sistemini ve feodal kurumlan stratejik temelde değerlendiriyordu. Örneğin, Dersim söz konusu olduğunda, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 18.11.1931 tarihli raporuna göre:
Bu vaziyeti ihdas eden sistem, aşiret hayatı ve ananesidir. Bu sistemi muzur ve tehlikeli yapan en müessir sebep ise aşiretin silahlı olmasıdır.(165)
Aşiret sistemine, feodal ilişkilere, kurumlara karşı olmak Cumhuriyetçi dünya görüşünün tavizsiz bir uygulaması olarak değerlendirilmiyor. Topyekun bir değişimin devrimci programı yerine son derece muhafazakâr ve Osmanlı’nın çözülüş döneminde batıcı ideolojiye göre biçimlendirilen “ıslahat” planları çizgisinde hareket ediliyordu. Batı’dan “geberen kapitalizm”in hukuk, sosyal yaşam, ekonomi kurum ve mevzuatı ithal edilirken, Doğu’da Batıcı ideolojinin Osmanlı geleneğine uygun siyasetleri uygulanıyor. Sultan Hamit çizgisinden istifade ile feodal güç ve ilişkileri besleyen kaynaklar tasfiye edilmek şöyle dursun bölünerek çoğaltılıyordu (Günümüzde de Cumhuriyet değerlerine hiç yakışmayacak biçimde binlerce aşiret mensubu, paralı askerlik yapıyor. Bu durum mutlak erdemlere sahip olan Cumhuriyet’le telif edilemez. Ancak stratejik yorumlarla, bölgede “teröre” karşı, vatandaşların cevabı olarak savunuluyor. Bu arada “terörist” denilenlerin bu kişilerle aynı etnik kökenden olmalarının, korucu aşiretlerin mücadelesini önemli kıldığı açıklanıyor. “Terörist” kimliği ile etnik bir kimlik böylece özdeşleştiriliyor. Cumhuriyet, mutlak bir değerler sistemi olarak görülmüyor. Bizzat savunucuları bu değerlere inanmıyor. Abdülhamit stratejileri ile Cumhuriyet’e karşı suç işleniyor. Cumhuriyet’in kesinlikle feodaliteyle bir arada yaşamasının olanaksızlığı Türkiye’nin halen en büyük açmazlarından olmaya devam ediyor.)
Nitekim Dersim isyanında da aşiretler bölünüyordu. Ağırlıklı olarak yedi aşiret üzerinde büyük bir şiddet uygulanırken, bölgedeki feodal düzeni tasfiye etmeye yönelik girişimde bulunulmuyordu. Hatta “Sünni” ve “Alevi” Kürtler ayrımından yararlanılıyor, Alevi aşiret reisleri ve din adamları da çeşitli çıkarlarla işbirliğine teşvik ediliyorlardı. Bu durum bölgedeki feodal egemenlik kaynaklarını devletin ihsanı ile daha da pekiştiriyordu. Ayrıca “tarafsız” kalan aşiretlere, bunu yitirdikleri ve devlete karşı çıktıklarında neler olacağını göstermek için ayaklananlara karşı ağır bir bombardıman uygulanıyor ve iddialara göre “zehirli ve boğucu gaz” bombalan kullanılıyordu.(166)
Aşiret sistemi ve feodalizmle mücadele gerekçesinin olgularla çeliştiği tarih tarafından kanıtlanmıştır. Bu durumda, Falih Rıfkı Atay’ın CHPnin resmi organı sayılan Ulus gazetesinde yazdığı bir başyazıda, “Dersim öz Türk’tür. Halk yoksuldur. Dağ oyuklarına, mağara ve uçurum böğürlerine sığınan ağalar, Anadolu’nun son derebeyleridir” demesi sosyal ve siyasal gerçeklerle uyuşmuyor(167). “Anadolu’nun son derebeyleri”nin tasfiye edildiği iddiası, feodal ilişkilerin güç kaynakları pekiştirilirken mizahi bir yaklaşımdır. Feodaller geçen yıllar içinde tasfiye edilmek şöyle dursun büyük kaynaklar pahasına kapitalistleşmeye “ikna” ediliyorlardı. Bu süreç en büyük derebeyleri için ihale, imtiyaz, bayilik, istimlâk, ucuz kredi, her türlü soyguna göz yumma biçiminde işletiliyordu.
Atatürkçü ulus inşa süreci, türdeş bir toplum kurma hedefini gerçekleştirememiştir. İdeolojik meşruiyetin kırılganlığı, Cumhuriyet rejiminin tutarlı bir anti-feodal özden yoksun olması, tüm “milliyetçilik” vurgularına rağmen emperyalist sistemin uydusu konumunu kabullenme, Ortadoğu’da emperyalist sömürge düzenine uyum ekseninde Musul başta olmak üzere Türk-Kürt birliğinin coğrafi, siyasi, sosyal mevzilerini terk etme şiddetin yoğunlaştırılmasını Kürt sorununun tek çözüm yolu haline getirdi.
Doğu’ya fabrika götürmeden okul götürünce, bir de bu okullarda bükülgen olmayan bir uygulama yapınca, ideolojinin istediği sonuca varması biraz zor olmuştur. Bu zorluk, bitmek tükenmek bilmeyen çalkantılar ortamında ulusal birliğin ordu yoluyla sağlanması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bu çözüm, ideolojinin başka çıkar yolu kalmadığını gösteren bir çözümdür. Böylece, genç Cumhuriyetin doğal olarak en son istemesi gereken durum doğmuş, bir tepkiler zinciri ortalığı sarmıştır. Merkeziyetçi ulusal devlet uygulaması doğu ayaklanmalarını, bu ayaklanmalar artan baskıyı, bu baskı başka ayaklanmaları, bu başka ayaklanmalar Türk kavramına daha fazla vurgu yapılmasını ve İskân kanununu, bu da “eşkiya takibi” diye arlandırılan fakat bölgesel bir iç savaş görünümünde olan bir durumu yaratmış ve sürdürmüştür. Bu durumda türdeş toplumun kurulması açısından birinci sorun olan etnik bütünlüğün (dayanışmanın) sağlanması sorunu ideolojik araçlarla çözülebilir olmaktan çıkmış, bütünüyle orduya devredilmiştir. Bu da açıkça, ideolojinin çaresiz kaldığının belirtisi sayılmak gerekir.(168)
Bu “ideolojik çaresizlik” Atatürk’ün, tıpkı Sümer tanrı-kral modelinde olduğu gibi muazzam bir liderlik kültüne yerleştirilmesiyle aşılmaya çalışıldı.
I. Dünya Savaşı ve işgal, milli mücadele yıllarının kapitalist-emperyalist baskıyı gerilettiği, halkların silahlı olduğu, Bolşevik devriminin patladığı, anti- sömürgeci dalganın yükseldiği, batıda ve doğuda işçi sınıfı ve köylülüğün ayağa kalktığı koşullarda Mustafa Kemal, cüret, cesaret ve gerçek bir kurmay onuru ile apoletlerini söküyordu. Sonuç belirsizdi, hemen tutuklanabilirdi, dönemin “reel” koşullarına değil, tarihe karşı sorumluluk duydu. Seçimini açıkça yaptı.
Bu andan sonra, bölge halklarının birliğini temel güç kaynağı sayan bir siyasete açıldı. Kürt-Türk-Arap birliğinin önemini kavradı, İslâmi birikimin anti- sömürgeci bir mücadelede stratejik düzeyde bile olsa nasıl bir güç kaynağı olacağını, siyasi pratik ve diplomasi ile ortaya koydu. Bolşevik devriminin yarattığı altüst edici dalgayı, yararcı bir biçimde de olsa halkçılık programına içermeye çalıştı. Birlik şiarını yüksek tuttu. Ancak, temsil ettiği birikimin tasfiyesi misyonu, kendisine verildi. Bu ölçüde büyük bir siyasi birikimin dinamikleri, Ortadoğu’ya emperyalizmin vereceği biçim ve Sovyetlerin yaydığı etkilerin sınırlandırılması zorunluluğu ile çelişiyordu. Bu biriken güç bölge halklarının birliği ve çıkarları temelinde kullanılmamalıydı. Birleşik, bağımsız bir Ortadoğu, sahip olduğu petrol kaynakları, ayağa kalkmış halkları, milli ve kültürel kaynakları, büyük savaş tecrübesine sahip önder kadrolarıyla tehlikeliydi. Savaş koşullarında gevşeyen kapitalist-emperyalist egemenlik ilişkileri hızla onarıldı. Bölge halklarının birlik iradesine dayalı Misak-ı Milli çözümlerinin yerine, emperyalist hukuk, diplomasi, siyasal, mali düzen koordinatlarını içeren Lozan eksenli uluslararası denetim mekanizmaları kuruldu. Kuvayı Milliye’nin her tür muhalif çizgiyi içeren, milli mücadele karargâhı olan, tüm Osmanlı asker ve sivil aydın birikiminin renklerini içeren meclisi dağıtıldı. Alternatiflerin tartışılması, Takrir-i Sükun düzeniyle de birleşen bu tasfiye ile olanaksız hale geldi. Tek mümkün yol, uygulamaya koyulandır denildi. Merkeze lider yerleştirildi. Mustafa Kemal kuşatıldı. Atatürk’e dayanarak Mustafa Kemal tasfiye edildi.
Kadim Pers geleneğine uygun bir biçimde, askeri-sivil güçleri bölme taktiği uygulandı. Kuvayı Milliye ile bağlantılı asker kadroları hızla sivilleştirildi, şirketler düzeni ile kuşatıldı. Atatürk, “yüce hâkem” rolüne “hapsedildi.” Falih Rıfkı Atayın Çankaya kitabındaki anlatımıyla:
Bazı meselelerde şikâyet ve tenkitler üzerinde müdahaleler yapmak ve hâkem rolünü oynamaktan başka hükümet işleriyle pek yorulmazdı. Hükümet işleriyle pek baş ağrıtmamıştır. Bütün inkılâplar Atatürk’ündür. Dış politika, bazı bayındırlık işleri, Orman Çiftliği, Yalova, Florya v.s gibi(…) Bir de dil ve tarih davalarıyla uğraştı.
Atatürk aynı zamanda zararlı alışkanlığı körükleyen bir çevre ile kuşatılmıştır. Alkol, her keyif veren zehir gibi, hayat baskısına bilinçsiz protestoda bulunmak için yavaş yavaş intihar etmektedir. Atatürk’ü içki intiharına götüren koşullar, etrafında şebekeleşen güçlerle ilişkilidir. “Savaş ve devrim günlerinde, meseleler konuşulduğu sıralarda hiç içmez veya pek az içerdi” diyor Falih Rıfkı. Demek ki Atatürk, “daha çok şeyler” yapamayacağı bir ortamın baskısını yaşıyordu.
Sosyal sınıf etkinliği önünde “tek adam” konumu verilen bir insanın trajedi- siydi bu. “Ulu” , “büyük kurtarıcı” olarak tanrı-kral mertebesine yükseltilen Atatürk gerçek gücünün sınırlarını görüyordu. Bu sosyal sınıf ilişkilerini yansıtan satırları yine Falih Rıfkı’nın Çankaya’sından aktarıyorum:
Etrafındaki bu adam ve seviye karışıklığının sebebi ne? Bir akşam yanındaki Hanım’a sofrasındaki bir davetliyi göstererek: “Bu adamın ne bayağı olduğunu bilmezsiniz!” demişti. Hanım şaşırarak: “Aman Paşacığım, öyleyse, ne diye sofranıza alıyorsunuz?” demesi üzerine: “Ha işte… Onu da bilemezsin, kızım cevabını vermişti. Bu devrin, kendisine eski komitevari taktiklerden faydalanmak zaruretini duyuran hususiyetlerden gelir.”
Atatürk, sosyal ilişkilerden bağımsız bir çizginin mümkün olmadığını biliyor ve kendisine egemenlik sisteminin dışta ve içte çizdiği sınırları kavrıyordu. Kişi olarak, Atatürk, tüm tiksintilerine rağmen, kendisini kuşatan sınıfın insanlarını kontrol edemeyeceğini biliyordu.
Atatürk, birlerce yıllık “para oyunu”nun tüm hünerlerine vakıf güçler tarafından daha Kuvvayı Milliyeciliğin en ateşli döneminde teslim alınmak isteniyordu. Yabancı finans-kapital gizli casus ağlarıyla kahraman satın alma cüretini gösteriyordu. Falih Rıfkı”, Çankaya’da anlatıyor:
Gazi” varlıksız her aile çocuğu gibi, hayli sıkıntılı bir öğrenci ve subay hayatı geçirmişti. Aylığı hiç bir zaman masraflarına yetmezdi(…) Kuvayı Milliye devrinde İngiliz Entellijensi adına, hareketin başından ayrılmak şartıyla – Mustafa Kemal’e büyük bir para ve İtalya’da bir villa vaat edilmişti.
Bu oyun tutmadı. Ancak, zafer sonrası “para oyunu” devam etti. Falih Rıfkı anlatıyor:
Hidematı vataniyesine mükafatan (yurt çalışmalarına ödül olarak) Gazi Hazretlerine 1 milyon lira ihdas edilmiştir.
Tefeci-bezirgân, büyük toprak ağası, komprador burjuva sınıf koalisyonu “bakla tarlasında karga kovalamış” halk çocuğu Mustafa Kemal’e, “bizim sınıfa geç” mesajı veriyordu. Bu aceleci davranışlar, zafer sonrasında, daha temkinli, daha akıllıca ve “meşru” görünümlü bir sistem kılığına büründü. Falih Rıfkı anlatıyor:
İlk aferizm (çıkara özel iş) fesadı, Ankara’da iş takibine gelenleri haraca kesmekle başlamıştır(…) Bir gün milli savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür(…) İş Bankasının bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur.(…) Ortaya bir teşebbüs atarak, İş Bankası’nın sermayesini tehlikeye koyabilmek, para kazanmanın en kestirme yollarından biri sayılıyordu. Rejimden hava parası vurmak hırsı, nüfuz satıcılarını o kadar bürümüştü ki, bir gün Atatürk’ün kızıp yanına sokmadığı bir şahısla nüfuzlu dostlarından biri arasında şöyle bir pazarlık yapılmıştı: Dostu bir kolayını bulup o şahsı sofraya davet ettirecek ve sofrada bir kolayına getirip, Atatürk’ün elini öptürerek affettirecekti. Busenin (öpücüğün) ücreti on bin lira idi.
Falih Rıfkı’nın anlatımıyla:
Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasında satarak, bir iki vurgunda nesillik zenginlikler edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilalci yuvasını saray havası ile zehirliyordu.
Atatürk, “havası zehirli” bu “saray”ın mahpusu durumundaydı. “Ziraat ve ticaret kaynakları Türklere mal edilmiştir. Milli endüstri doğmuştur. Milli bankalar kurulmuştur.” Para oyunu, nüfuz ticareti, toprak spekülasyonu iç içe geçmiştir. Anadolu’yu “demir yumruklu” bir diktatörün yönetmesi gerektiğini öneren Alman generali Von der Goltz Paşa’nın bir başka önerisine değinen Falih Rıfkı: “Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık İstanbul’dan Anadolu’ya aktarmak fikri ilk defa açıkça Mareşal Von Der Goltz Paşa tarafından ileri sürülmüştü.” diyor. Ankara milli mücadelenin merkezi olmakla kalmadı daha . sonra toprak spekülasyonunun merkezine dönüştü.
Falih Rıfkı anlatıyor:
Herkes saklayıp ileride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir bayındırlıklarının başlıca düşmanının spekülasyon olduğunu düşünecek halde bile değildik. Batılı şehirci Yansen, Paşa’ya sordu: “Bir şehir plânını uygulayabilecek kadar kuvvetli bir iradeni?, var mıdır? …Atatürk kızdı. Fakat: Şark kafasının ve mizacının Atatürk’ün enerjisini bile eriterek en güzel illerimizden birini nasıl söndürmüş olduğunu göresiniz.
Ankara’yı kemiren bu spekülasyonlar, Atatürk’ün iradesine çizilen sınıfsal sınırı gösteriyor. Yine Falih Rıfkı anlatımıyla:
Sabit olmuştur ki Yunan ordularını denize döken Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri inkılaplarını başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını uygulayabilecek kuvvette bir idare kuramamıştır.
Batı finans-kapitaliyle bütünleşen, “yerli” tefeci, nüfuz tüccarı, komprador burjuvazi, büyük toprak sahipleri Ankara’yı özelleştirmişlerdir.
“Devlet finans-kapitale bu kerte girince, karşılık olarak, finans-kapitalde devlete girmemezlik edemez. 1929 Türkiyesi’nde 25 milli kapitalist sanayi ve maden şirketi vardı. Bunların idaresinde 20 kadar milletvekili saydık. 38 milli bankada 31 tane milletvekili bulunuyordu. Demek, her büyük yerli şirketin Millet Meclisinde bir milletvekili var! Ama devletle finans-kapitalin kaynaşma kertesi yalnız meclisin sayın üyelerinin şirketlerde açıklanmış sayılarından belli olmaz. Her şirkette ayrıca bulunan birçok eski Yargıtay üyeleri, büyük askeriye ve mülkiye erkânı da hesaba katılmalıdır. Sonra, bütün büyük endüstrimize 7 banka egemendir. Bunlardan üçü devlet bankasıdır ki içlerinden yalnız birisinde (15-20 kurum güden İş Bankasında) tam 13 milletvekili vardır. Demek İş Bankasının idare meclisi, bir Millet Meclisi minyatürüdür. Ve hepsinin üstünde işte şaheser: İş Bankasının Genel Müdürü Celâl, Ekonomi Bakanı Bayar sıfatıyla, Türkiye ekonomi politikasının müdürü olmuştur.”(169) Bayar, Atatürk’ün başvekilliğinden sonra Cumhurbaşkanlığına tırmanıyordu.
Atatürk’ü eksen alan bir ideoloji örülüyor, lider ön plâna çıkarılarak sistemin işleyişindeki egemenlik ilişkileri gizleniyor. Sürekli olarak Atatürk’ün kadir-i mutlak bir diktatör olduğu vurgulanıyor bunun sınıfsal içeriği örtülüyordu. 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesi:
Atatürk yarım bir ilâhtır; Türklerin babasıdır. Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir; Ne Mussolini’nin ne Hitler’in, ne de Lenin’in anıtları onunkilerle ölçülemez.
diye yazıyordu.
Dönemin devlet şairlerinden Aka Gündüz; “Görünmezi görür/ Bilinmezi bilir/ Duyulmazı duyar/ Sezilmezi sezer/ Ezilmezi ezer” diye şiir yazıyor ve bu şiir 4 Ocak 1934’de Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanıyordu.
Atatürk’ün kapitalizm konusundaki tutumu nettir. O Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle görüşünü şöyle açıklar: “Görüşlerinde meçhul bir yer yok. Cumhuriyet Halk Partisi’nin prensipleri Atatürk’ün düşüncesini gösteriyor. Başından beri özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”(170) 1923’te yaptığı bir konuşmada Atatürk şunları söylüyordu: “Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”(171) Atatürk’ün milyonerler konusundaki görüşü tarımda da geçerlidir.
“Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki, memleketimizin genişliğine nazaran hiç kimse en büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır.”(172) Bu düşünce tüm Atatürk döneminde ve sonrasında geçerliliğini koruyor ve tarımdaki ağalık düzeni ile sosyal bünyeyi değiştirecek adımlar atılmıyordu.
İzlenen tarım siyasetleri büyük çiftçilerin yararlarını gözetiyordu. Örneğin, Adana’da 1924 yılında 100 traktör çok uygun fiyatlarla büyük toprak sahiplerine satılıyor ayrıca devlete ait olan traktörler son derece ucuza yine büyük çiftçilere kiralanıyordu.(173) 1927 yılı itibarıyla Türkiye’de bulunan 15.711 tarım makinesinin tamamına yakını büyük toprak sahipleri ile kapitalist devlet çiftliklerinin hizmetindedir. Atatürk’ün ise 1936 yılı itibarıyla 154.720 dönüm arazisi, deri, ziraat aletleri, şarap malt, buz, gazoz, bira fabrikaları, onlarca tarım makinesi, 13 bin baş koyunu, yüzlerce büyük baş hayvanı vs. vardı. Türkiye’nin en zengin insanı olarak, hayat görüşünü ve mülkiyet rejiminde kapitalizm seçimini ortaya koyuyordu. Daha sonra çiftliklerini ve diğer mülklerini çeşitli kurumlara bağışlamakla birlikte sermaye konusunda temel davranış kalıplan belirgindir. Ayrıca, İş Bankası’nın kuruluşuna da dörtte bir sermaye koyarak katılıyor. Bankanın devletle iç içe geçme sürecini kolaylaştıran Bayar’ı başbakanlığa atıyordu. Atatürk’ün mal varlığının iki kaynağı vardır: Mısır eski Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın Türk uyruğuna girmesi münasebetiyle Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağışladığı 900 bin lira ile Hint Müslümanlarından gelen para.
Hindistan’dan gönderilen paranın 500-600 bin lira civarında olduğu “sanılıyor.” Bu para Mustafa Kemal’in uhdesinde kaldı. Büyük Taarruz öncesi, Batı Cephesi komutanlığı emrine verildi. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası Atatürk’e bir Bakanlar Kurulu karan ile iade edildi. Söz konusu paranın 250 bin lirası (Hindistan Hilafet Hareketi tarafından toplanmıştı) İş Bankası’na Atatürk tarafından sermaye olarak yatırıldı.(174)
1931 yılında hükümet, yeni bir kota sistemini kabul etti. Bu sistem, döviz tahsisi almak için karmaşık yolları gündeme getirdi. Yerli katma değeri olan, ithal ikamecisi “fabrikalar” bir gecede kurulurken, sistemden yararlananlar muazzam kârlar elde ettiler. Yeni “milyoner”ler yaratılırken, 1931’de gazetelerde yer alan haberlere göre nüfusu 800 bin olan İstanbul’da 100 bin işsiz vardı. İşçiler işlerini kaybediyorlar ve ücretleri sık sık düşürülüyordu. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” Türkiye’de grevler, protestolar gündemdeydi. 1932 yılında alınan bir kararla, İstanbul’daki bütün işçilerin parmak izlerinin alınması hükme bağlanıyordu.
1934-1938 döneminde, “işsizliğin ve yeni mevzuatın” etkisiyle gerçek ücretlerin %25 oranında düştüğü görülüyordu. 1938-1943’de ise İstanbul’da gerçek ücretlerde kayıp oranı % 40’a yükseliyordu.(175)
Bu tablo hızlanan bir sınıflaşma olgusuna ve mevzilerini güçlendiren, bürokrasinin desteğini arkasına almış bir kapitalist sınıf egemenliğine işaret ediyordu. Çıkışında tanrı-kral kadim figürü ile lideri öne süren bu sınıf güç kaynaklarını ele geçirdikçe onu etkisizleştiriyor, saraydan yapılma bir anıt-kabirde kuşatıyor ve “para oyunu”nun binlerce yıllık birikimiyle yaşadığı ortamı “zehirliyor” , tüm kişisel tarihini yeniden “yazdırıyor”du.
Kuvayı Milliye Meclisi, Mustafa Kemal’in liderlik yeteneklerini ön plana çıkarmasına imkân veriyor, kişisel yönelişlerini sınırlıyor ve yer yer sert muhalefet yapıyordu. Hint Müslümanlarından gelen para konusunda da sert tartışmalar yaşanıyor. Mustafa Kemal bu paranın şahsına gönderildiğini bildiriyor “hafi” (gizli) bir celsede konu gündeme geliyordu. Paşa, “bu para benim namıma geldi, vermem, dedi” , “mebuslar hayır Paşam vereceksin, bu para şahsına değil teşekkül ettiğin hükümete geldi” dediler. Ancak Meclisin dediği oluyor ve bu paranın bir bölümü hükümete veriliyordu.(176) Daha sonraki dönemde bu para Atatürk’e iade ediliyordu. Atatürk, servetini çeşitli kurumlara bırakmakla birlikte mülkiyet karşısındaki tutumu “örnek müteşebbislik çerçevesindeydi. Atatürk’ün emekli maaşı aylık kırk üç liraydı. Bu aylık daha sonraları yüz elli liraya kadar yükseldi. “Umumi kâtibine göre Mustafa Kemal, devletin Cumhurreisi olarak ona ayırdığı paradan pek bir şey artıramazdı. Masrafı fazla olurdu. Hele İstanbul’a gittiği aylarda gelirin gidere yetmediği görülürdü.”(177)
Atatürk, dikilen heykellerle, emrine tahsis edilen saraylarla, bankalarla kuşatma altına alınıyordu. Mustafa Kemal döneminin olağanüstü canlılığından koparılıyordu. 1927 yılında İstanbul’a gelen Atatürk’e Dolmabahçe Sarayı tahsis ediliyordu. Oysa Mustafa Kemal 1924’te Yakup Kadri’ye yazdığı bir mektupta İstanbul için “İçinde bulunduğun Bizans havasını suubetle (zorlukla) teneffüs ediyorsun. Bu pek tabiidir(…) Henüz yaşına basmayan cumhuriyeti idare, kaç bin, siz söyleyiniz, kaç yüz bin senelik levs-i idarenin (idare pisliğinin) merkezi olmuş ve levsiyat (pislikler) sathında (yüzeyinde) kalmakla iktifa etmeyerek (yetinmeyerek) ka’rına (derinliğine), kaç yüz bin senelik karına nüfuz etmiş Bizans’ın, mülevvesiyet (Pisliklere karışmış olmak) hal-i tabiisi olmuştur.(…) Cumhuriyet Bizans’ı adam olacaktır. Cumhuriyet levs (pislik) ile ikiyüzlülük ile yalancılık ile ahlâksızlık ile meluf (huy edinmiş) olmak yüzünden, hal-i tabiisini, reng-i aslisini, kıymet-i giran bahasını (paha biçilmez kıymetini) kaybeden Bizans’ı, elbette ki ve muhakkaka (behemehal) adam edecektir” diyen Mustafa Kemal, mektubunda devamla “Ankara’da oturmaktan huzursuz olup da, eski köhne, mülevves (pis) Bizans’ta ruh istirahati arayan arkadaşlarını kurtarabilmek”ten söz ediyordu.(178) İstanbul’u Bizans sayan Mustafa Kemal, İstanbul için, “bir takım hizipler afaki zulmet-i beyza içindeki muhitte (ufukları beyaz bir karanlık içindeki çevrede) sinsi istifadeler peşinde dolaşır. Satılmışların hakimiyeti kalemiyyesindeki matbuat (satılmışların kalemlerinin hâkim olduğu basın) durmadan suikastlar ihdas eder (çıkarır). Bizans’ın icabı budur. Bizans budur.”
Mustafa Kemal’in milli mücadele birikimi ile bütünleşen canlılığı ve atılım gücü oranında nasıl kuşatıldığı, “Bizans”ın onun enerjisini tüketmede bin yıllık birikimini nasıl kullandığı, Türkiye’nin ekonomik, siyasal, sosyal gerçekliğinin akışında rahatlıkla izlenebilir. Mustafa Kemal’in Atatürkleşme süreci Türkiye’nin çelişkiler zembereğinin kurulmasıyla özdeştir.
Atatürk’ün bilgi kaynakları üzerinde bile ince düzenlemeler yapılıyordu. “Gazi, İngiliz tarihçisi H.G Wells’in Cihan Tarihinin Ana Hatları eserini görmüş, inceletmiş ve çok beğenmişti. Bunun tercüme edilmesini istedi. Maarif vekâleti bir heyete tercüme ettirdi. Türk Tarihinin Ana Hatları isminin ve tarihinin bu eserden ilham aldığı bilinir.”(179) Atatürk’ün “milliyetçilik” koordinatları dikkatle incelendiğinde Tarih Tezi dâhil Wells ile karşılaşıyor. Lord Kinross’un anlatımıyla:
Gazi, milliyetçi idi. Ama dar kafalı bir milliyetçi değil(…) Wells’in Birleşik Dünya Devletlerinde hayal ettiği egemenlikler karışımı şeklindeki milletler federasyonunu da göz önünde tutuyordu. (…)
Gazi iki gece üst üste yatağına girmemişti. Kırk saat durmadan kitap okumuştu…(…) Okuduğu kitap H.G Wells’in “Dünya Tarihinin Ana Hatları”ydı. Bu kitap ona birçok şeyleri açıklamıştı.(…)Wells, Gazi’nin en beğendiği adam olmuştu, sofrada ondan uzun pasajlar okuyordu. Wells büyük bir tarihçi ve peygamberdi. İngiltere’nin en büyük düşünürü idi. Gazi’nin gözleri önüne yeni bir tarih görüşü seren adamdı.(180)
H.G. Wells önde gelen bir “Raund Table” (Yuvarlak Masa) stratejisti idi. O bir “dünya hükümeti” kurmanın peşindeydi. “Açık Komplo” adlı kitabın yazarı olan Wells, “bu benim dinimdir, bu kitap mümkün olduğunca açık ve basit hayatımın fikirlerini anlatır, dünyamın perspektiflerini. Diğer yazdıklarım, istisnasız olarak aynı temel konuyu araştırdılar, denediler, yorumladılar ya da açtılar, ta ki ben, şimdi temeline dek çıplak olarak ortaya koyup hatasız açıklayabileyim.” Wells, “Milli devleti ebediyen sona erdirip, yerine “Atlantik” seçkinlerinin yönettiği bir dünya hükümeti kurun” diyor. Wells, “Açık Komplo” , “savaşı bitirmek” adına “savaş yapabilir” açıklamasını getiriyor. “Açık Komplo” n un dünya barışına katkısı ve savaşları bitirmesinin, askerliğin, savaşçılığın ve askeri yöntemlerin son erdiği anlamına gelmediğini açıklar. Asıl konu bu askerlerin “kime” sadık olacaklarıdır. Wells, “Açık Komplo”da “biyolojiyi, insan nüfusunun dünyada yerleşim ve sayısını kontrol aracı kılar.” Wells, “dinin” hayati gereklerini şöyle açıklar: “Özel, yerel ya da milli düzeyde kredi, ulaşım ve üretimin kaldırılarak, bunların insan ırkının genel faydasına adanmış dünya direktuarına verilmesi. Dünyanın, örneğin nüfus ve hastalıklar açısından biyolojik kontrolünün gereğini kavrama. Kişisel hayatı bu işleri yapacak ve insan bilgisini, yeteneklerini ve gücünü geliştirecek bir dünya direktuarı emrine vermek.” Wells tam bir küreselcidir. Wells, Amerikan finans-kapitalini tıpkı Bertrand Russel gibi “müttefik” sayar. ABD neo-con’larına uzanan çizgide Robert Strausz Hupe, William Yandell Elliot Wells’in “plânları”nı uyguladılar. (Hupe 12 Eylül’ün mimarları arasında olup ABD’nin Ankara Büyükelçiliğini yaptı) Wells, “Açık Komplocu”ların, “özel uzman örgütler, araştırma kurumları, çeviri kuruluşları”nı örgütlenmek amacıyla kullanmalarını savunuyordu. O bir “Açık komplocular devşirme şebekesi” taraftarıydı. “Açık Komplo”nun siyasi görevini Wells, “var olan hükümetlerin zayıflatılması, silinmesi, içerilmesi, ya da ikame edilmesi” olarak saptar. Wells’in fikirleri, küreselleşme ideolojisine aktı ve CFR, Round Table, Bilderberg gibi kapitalist enternasyonal örgütlerine bir fikri odak, titiz hazırlanmış bir ideolojik program verdi.(180)
Wells, “ben, üretim, ticaret ve taşımacılığın dünya üzerinde kontrolü ve insanlık konfederasyonu için varım” diyor. Wells’in kurguladığı düzen, “dünya devleti, dünya kontrolü sistemi, dünya kuruluşu, federasyon, konfederasyon” kavramlarına dayanıyordu. Wells, ABD’yi “medeniyeti yeniden inşa etme görevinde Batı Avrupa’nın yardımcısı olarak düşünmektedir(…) Batılı olmayan çoğunluğa karşı çok fazla ümit beslememektedir. Onların kültürlerinin “verimsiz” , “çökmüş” , “çağdışı” , halklarının ise cahil olduğunu düşünmektedir(…) Batılılaşma sürecini mantıksal sonuca taşımak ve iyi bir baba gibi modern bilim dünyasının (bu tabii ki batıdır) nimetlerini, daha az şanslı ruhları yeni düzenine dahil etmek amacıyla kullanmak, Açık Komplo’nun en önemli görevlerindendir.(…) WelIs’e göre, Batılı olmayanların Kozmopolis’in içerisinde yer alması, ancak Batılı önderlerinin ayak izlerini takip etmeleriyle mümkündür…(181)
Atatürk, “bütün insanlığı bir tek vücut ve her milleti de bu vücudun bir parçası gibi düşünmemiz gerekir” derken Wells’in konfederasyon konusundaki fikirlerinden ilham alıyordu. “Türk Tarih Tezi” oluşturulurken Wells’ten yararlanılıyor ve 1930’ların ikinci yarısındaki uygulamalarda “medenileştirme” misyonunun etkileri görülüyordu Örneğin Yunus Nadi 17 Haziran 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazıya “Tunceli Vilayetimizin Islahı ve Medenileştirilmesi”, başlığını atıyor ve “Tunceli’nin dağlı bedevilerine hükümet şu hakikati anlatıyor ki, artık gelici ve geçici sel seferleri yoktur. Ya bu deve güdülecek ya bu diyardan gidilecektir. Üç beş yüz (…) Üç beş bin dağlının sarp dere ve dağlarda mahrumiyet halleri bile, onlar için kâfi bir ölümdür” diye yazıyordu. Nadi, halkın “medeni bir hayata” kavuşturulacağını vurguluyordu. Tıpkı Wells’in “verimsiz” , “çökmüş” , “çağdışı” kalanlara uygulanacak yöntemler üzerine yazdıklarına uygun bir yaklaşımla Dersim “medeniyet”e ağlıyordu.
Türkiye 1923-1926 döneminde, Osmanlı’dan devralınan ekonomik kurumları değiştirmeden, azgelişmiş, dışa açık bir yarı -sömürge kapitalizmini sürdürüyordu.(182) Hatta “Kurtuluş Savaşından çıkan siyasal yapı, 1920’lerde, Türkiye’nin kapitalist dünya piyasasıyla bütünleşmesi açısından daha çok dışarıya açık bir dönem yaşamıştır.”(183) 1930’larda gündeme gelen devletçilik ise Kurtuluş Savaşı’nın sonucu değildir. Milli Mücadele kadrolarının iş başında bulunması bu konu da yanılsama yaratmıştır. Türkiye’de olduğu gibi 1920’lerde bir milli mücadele sürecinden geçmeyen Latin Amerika ülkelerinde de 1930’larda içe dönük bir sanayileşme stratejisi ve devletçi bir program izleniyordu. Dünya kapitalizminin sermaye birikim sürecinin krizinden kaynaklanan bu içe dönük siyasetlerin anti-emperyalist içeriği söz konusu değildir. Kapitalist kriz koşullarında oluşan yenidünya sistemi, uluslararası yeni bir işbölümünü içeriyordu. Bu durum, açıkça, her bir ülkenin kendine yeterli hale gelmesi demek değildir. Üstelik Türkiye, gerçekten de, krizi izleyen dönemde bu yeni uluslararası iş bölümündeki yerini alıyordu. Ancak, 1930’ların devletçiliği 3. Yolcu bir “anti- emperyalist” ideal süreç olarak özellikle “Kadro” hareketi tarafından savunuluyordu. Kapitalizmin çağdaş yapısı ve sermaye birikiminin temel özellikleri, gerçek bir ulusal kurtuluş hareketine önderlik edecek, ona aktif olarak katılacak kadar bağımsız bir ulusal burjuvazinin oluşumuna imkân vermez. Bu bağlamda anti-kapitalist temellere oturmayan bir “milliyetçilik” bir egemenlik stratejisi ve meşrutiyet ideolojisi olmanın ötesinde değer taşımaz.
Türkiye’nin kapitalist-emperyalist sistemle uluslararası işbölümü kapsamında ekonomik bağları, ideolojik, askeri, siyasi, kültürel bağımlılık ilişkileri bir yana bırakılarak yapılan “milliyetçilik” çözümlemeleri boşluktadır…
1939’a gelindiğinde Türk hükümeti, Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde egemenliğini pekiştirmişti. Bütün isyanlar bölgesel kalmıştı ve birçok durumda, bu isyanların bastırılmasında aktif rol almış olanlar bizzat Kürtlerdi. 1950’de, Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan seçim yapıldığında ülkede Kürt milliyetçiliğinden hemen hemen eser yoktu. Bu sırada birçok Kürt asimile edilmiş ve Kürt aşiret reisleri Türk siyasal sistemine çekilmiş görünüyordu.(184)
Demokrat Parti, Kürt siyasi potansiyelini içermek, bu temelde kitleselleşmek ve Ortadoğu’da hareketlenen Kürt’lerin Türkiye üzerindeki muhtemel etkilerini denetlemek amacını taşıyordu. Adnan Menderes Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat’ın parlamentoya seçilmesini önemli buluyordu. Fırat’ın anlatımıyla:
Menderes’in amacı, bizim aileden birinin parlamentoya girmesi ve kopma aşamasına giren Kürt-Türk diyaloğunu yeniden kurmaktı(…) Menderes Şeyh Sait ailesinden birisinin meclise girmesiyle Kürt sorunu konusunda adım atmak istiyordu.(185)
50’lerde DP hükümeti Kürt sorununun kazandığı yeni boyutlardan tedirgindi. Özellikle İsrail’in ırak Kürtleriyle bağlantısını dikkatle izliyordu. Bu bağlamda İsrail’le gizli ilişkiler kuruldu. “Türkiye’yi İsrail ile alelacele yakınlığa iten nedenlerin en önemlilerinden biri, Kürt sorunu idi. Zira İsrail, 1950’lerde kendisine tehdit olarak gördüğü Irak, Suriye ve Mısır gibi ülkeleri yakından takip ediyor ve elinden geldiğince içişlerine karışarak bu ülkelerde istikrarsızlık yaratmaya çalışıyordu. İsrail bilhassa Bağdat’taki rejimi zayıf tutabilmek için Irak’taki Kürtleri kullanıyordu. O sıralarda İsrail, Irak’taki Kürtlere sadece silah göndermekle kalmıyor, bazı yüksek rütbeli Kürt subay ve askerlerini İsrail’de gizlice eğitiyordu(…) Türkiye’yi ilgilendiren ve İsrail ile yakınlaşmasındaki en önemli etkenlerden biri buydu.
Yani Türkiye, İsrail’in Kürtler ile dirsek temasının farkındaydı ve bu ülkenin, Kürtleri, Irak’a karşı yaptığı gibi, Türkiye’ye karşı da kışkırtmasından çekiniyordu.”(186) Ancak, 29 Ağustos 1958 tarihinde İsrail Başbakanı Ben Gurion ile Türk Başbakan Adnan Menderes arasında Ortadoğu’da “radikalliğe” ve “Sovyet nüfuzuna” karşı Türkiye-İsrail işbirliği üzerine gizli bir anlaşmaya varılması işin başka boyutları olduğunu ortaya koyuyor. İsrail, ABD, Şah İran’ının desteklediği Kürtlerin Irak’ın gücünü tüketmesi siyasetine Türkiye’de onay veriyordu. O dönemde Türk istihbaratı MAH, CIA, SAVAK, MOSSAD ile iç içeydi (187) Türkiye’nin ittifak ilişkileri, Kürt hareketlerini özerk bir alanı denetleyecek noktaya getiren askeri saldırıları destekleyen bir tutum almasına neden oluyordu. Bu çerçevede, Irak’ın Sovyetlerle iyi ilişkilere sahip olması ve Arap milliyetçiliğini savunması temel gerekçeydi. Irak’ta müttefiklerinin Kürt hareketini desteklemesine onay veren Türk hükümeti içeride de Kürt feodallerini rejimin payandası haline getiriyordu. Bu arada Kamuran Bedirhan’ın 1951’de Paris’e yerleşmesi ve İsrailli istihbaratçılarla ilişkiler kurması kayda değer. Tevrat ve İncil’i Kürtçeye çeviren Kamuran Bedirhan İsraillilerle yakın bağlantılar kurdu. Kamuran Bedirhan, siyonizmi, Kürtlerin izlemesi gereken bir yöntem olarak değerlendiriyordu. Bu arada İsrailliler, Kürtler arasındaki farklılıklar olmasa “siyonist hareketin ikizi” olacaklarını vurguluyorlardı.(188) Kamuran Bedirhan, MOSSAD’dan mali yardım görüyor, İsrail’in Kürt siyasetinin temel araçlarından biri olarak faaliyet gösteriyordu. Bu arada 1968’de Molla Mustafa Barzani İsrail’e ilk ziyaretini gerçekleştiriyor. İran’ında desteğiyle İsrail Irak’taki Kürt hareketine askeri, mali yardımda bulunuyor ayrıca seçkin subaylarını peşmergeleri eğitmek için Kuzey Irak’a gönderiliyordu.
MOSSAD, MİT, CIA, SAVAK ilişkileri temelinde Türkiye’nin İsrail’in Kürtlere verdiği büyük destekten habersiz olması düşünülemez. Türkiye Irak’taki Kürt hareketini “sol”dan ve “Sovyetler”den uzak kaldığı sürece İsrail’in desteklemesinden rahatsızlık duymuyordu. Bu arada Kuzey Irak’taki hareketlilik Türkiye’de de yansımasını buluyor ve 1961 yılında, merkezi Diyarbakır’da olmak üzere “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi” kuruluyordu. Böylece 1938 Dersim isyanı sonrası Kürtler ilk kez siyasi bir hareket oluşturuyorlardı.(189)
Türkler ve Kürtlerin ortak serüveninde tarihin hızlanması 1960’larda iyice yoğunlaştı. Günümüze akan çizgide, bu sürecin, ekonomik, siyasi, stratejik ve petro-politik yönlerinin incelenmesi önemini koruyor. Bu kitabın getirdiği bir taahhüt olarak söz konusu incelemenin hazırlığı yapılıyor…
NOTLAR
(1) Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918) İst. 2001, İletişim Yay., sf. 139.
(2) Dündar age., sf. 141.
(3) Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Ankara 1989, Genelkurmay Başkanlığı Yay.
(4) Çağlar Keyder, (Geçiş Sürecinde Türkiye, İçinde: Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği, İst. 1987, Helge Yay., s., 41.
(5) J. McCarthy, “Bitirici Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu” Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu. Ankara 2000, Yeni Türkiye Yay-, sf. 19.
(6) Onur Öymen, Silahsız Savaş Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, İst. 2002, si. 333.
(7) Servet Avşar, Birinci Dünya Savaşı uda İngiliz Propagandası, Ankara 2001, Kim Yay., sf. 181.
(8) Abidin Nesimi, Türkiye Komünist Partisinde Anılar ve Değerlendirmeler (1909-1949) İst. 1979, Promete Yay., sf. 40.
(9) Nesimi age., sf., 41.
(10) Celile Celil, M.S. I.azarev, M.A. Gasaratyan, Şakire Mıhoyan, Yeni ve Yakıtı Çağda Kürt Siyaset Tarihi, İst. 1998, Feri Yay., sf. 103.
(11) Mıhoyan age., sf. 104.
(12) Bonar Waylet-Ernst Jackh, İmparatorluk Stratejileri ve Ortadoğu. Doğuda İngiliz Alman Rekabeti ve Balkan Savaşından Sonra Almanya, Çev: Vedat Atila, İst. 2004, Çive Yazılan Yay., sf. 168-169.
(13) Jackh age., sf. 203-204.
(14) Nevzat Gündağ, 1913 Garbi Trakya Hükümet i Müstakilesi, Ankara, 1987, sf. 127.
(15) Orhan Avcı, Ira’ ta Türk Ordunu, (1914-1918), Ankara 2004, Vadi Yay., sf. 29.
(16) M S. Lazarev, Emperyalizm ve Kürt Sorunu, (1917-1923) Çev: Mehmet Demir, Ankara 1989, Özge Yay., sf. 74.
(17) Gabriele Yonan, Asur Soykırımı, Çev: Erol Sever, İst. 1999, sf. 231.
(18) Lazarev age., sf. 81.
(19) Doç Dr. M. Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu” (1919), İst. 1990, Boğaziçi Yay., sf. 65.
(20) Prof. Dr. Salâhi R. Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Ankara 1995, TTK Yay., sf. 11.
(21) Lazarev age., sf. 107-109.
(22) Lazarev age., sf. 118.
(23) Sina Akşın, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele (1978-1919), İst. 1992, Cem Yay., c. 1., sf. 51.
(24) Kemal Mazhar Ahmed, 1. Dünya Savaşı’nda Kürdistan, Çev: M. Hüseyin, İst. 1996, Doz Yay., sf. 210-211.
(25) Ahmed age., si. 214.
(26) Ahmed age., sf., 207.
(27) Eldem age., sf. 213.
(28) Eldem age., sf. 50-51.
(29) Bülent Gökay, Bolşevizm ile Emperyalizm Arasında Türkiye, (1918-1923), Çev: Sermet Yalçın, İst., 1998, Tarih Vakfı Yurt Yay., sf. 157.
(30) Bilge Crıss, İşgal Altında İstanbul (1918-1923), İst. 1993, İletişim Yay., st. 95.
(31) Lazarev age., sf. 179.
(32) E.H. Carr, Bolşevik Devrimi, Sovyet Rusya Tarihi (1917-1923), Çev: Orhan Suda, İst. 1989, Metis Yay., c. I., sf. 307.
(33) Laurence Evans, Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikası (1914-1924) Çev: T. Alaya-N. Uğurlu, İst. 2003, Örgün Yay., sf. 252-253.
(34) Evans age., sf. 251-252.
(35) Evans age., sf. 253.
(36) Lazarev age., sf. 184.
(37) Dr. Quassam Al-Jumaily, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923), Hazırlayan: Doç. Dr. İzzet Toprak, Ankara 1999, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., sf. 85.
(38) Jumaily age., sf. 95.
(39) Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimizin Fsasları, Sadeleştiren: Prof. Dr. Faruk Özerengin, 2. Baskı, İst. 1991, Timaş Yay., s.( 195.
(40) Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, İst. 1994, İletişim Yay., sf. 173.
(41) İsmail Beşikçi, Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi, (1915-1925) Ankara 1992, Yurt Yay-, sf. 248.
(42) Komintern Belgelerinde Türkiye, Kurtuluş Savaşı ve Lozan, 2. Baskı, İst. 1993, Kaynak Yay., sf. 111.
(43) Eldem age., sf. 227.
(44) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c. III, 2. Baskı, İst. 1976. Tekin Yay., sf. 925-926.
(45) Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), 3. Baskı, İst. 1999, Kaynak Yay., sf. 11.
(46) TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. 3, Ankara 1985, İş Bankası Yay.
(47) Mustafa Kemal age., sf. 104.
(48) Seha L. Meray, Lozan Batış konferansı, Takım: 1, c: 1, kitap: 1, sf. 343-348.
(49) Meray age., sf. 349.
(50) Meray age., sf. 349.
(51) Mustafa Kemal age., sf. 94-95
(52) Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul üçgeninde Kürdistan, İst. 1991, Koral Yay-, s., 152.
(53) Prof Dr. Taner Timur, Türk Devrimi ı>e Sonrası, Ankara 1993, İmge Kitabevi, sf. 71.
(54) Yıldız age., sf. 153.
(55) Prof. Dr. Salahi R. Son yel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’ nin Türkiye deki Eylemleri, Ankara 1995, TTK Yay., sf. 2S8.
(56) Yıldız ago., sf. 121.
(57) Yıldız ago., sf. 125.
(58) TBMM Gizli Celse Zabıtları age., c. III., st. 1318.
(59) TBMM Gizli Celse Zabıtları age., c. III., sf. 1320.
(60) TBMM Gizli Celse Zabıtları agc., c. III, sf. 1318.
(61) TBMM Gizli Celse Zabıtları age., c. III, sf. 163.
(62) Y.N. Rozaliyev, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri (1923-1960) Çev: Azer Yaran, Ankara 1978, Onur Yay., sf. 56-57.
(63) Sonyel (1993) age sf. 122.
(64) Fikret Başkaya, Paradigmanın İflâsı, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, İst. 1991, Doz Yay, sf. 141.
(65) Sonyel (1991) c. II. age., sf. 309.
(66) Sonyel (1991) c. II. age., sf. 310.
(67) Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu, İst. 2003, İrfan Yay., sf. 242.
(68) II. Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım, İst. 1993, Emre Yay., sf. 118-119.
(69) İskender Gökalp-François Georgeon, Kemalizm ve İslâm Dünyası, Çev: Cüneyt Akalın, İst. 1990, Arba Yay., sf. 28.
(70) Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, Çev: Nüzhet Salihoğlu, İst. 1987, Bağlam Yay-, sf. 150-152.
(71) Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hüsamettin Ertürk, İst. 1957, Hilmi Kitabevi, sf. 525-526-527.
(72) M. Kemal Atatürk, Nutuk, İst. 1962, Milli Eğitim Basımevi, (Türk Tarih Enstitüsü Yay.) sf. 728-729.
(73) Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, İst. 1991, İletişim Yay., c. 1, sf. 121.
(74) Nutuk age., sf. 421-422.
(75) Tunç Tayanç, Sanayileşme Sürecinde 50 Yıl, İst. 1973, sf. 54.
(76) Orhan Kurmuş, Tarihsel Gelişim İçinde Türkiye Sanayii, Ankara, 1977, TMMO Yay., sf. 9.
(77) Seha L. Meray age., Takım II, c. 1, Kitap 1, sf. 151-152.
(78) Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, İkinci Grup, İst. 1994, İletişim Yay., sf. 598.
(79) M. Şerif t irat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, 5. Baskı, Ankara 1983, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, sf. 161.
(80) Bruinessen (1992) age., sf. 153.
(81) Prof. L)r. M.A. Hasretyan-Dr. K.M. Ahmad, 1925 Kürt Ayaklanması, Derleyen: Cemşid Ateş, İst., 1990 İlyada Yay., sf. 12.
(82) Prof. Dr. Çetin Özek, Devlet ve Din, İst. (tarihsiz) Ada Yay., sf. 478.
(83) Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Çev: Hayrullah Örs, Ankara 1972, Bilgi Yay., sf. 119.
(84) C.J. Edmonds, Kürtler, Türkler ve Araplar, Kuzey doğu Irak’ta Siyaset, Seyahat ve İnceleme, Çev: Serdar Şengül, Serap Rüken Şengül, İst 2003, Avesta Yay., sf. 496.
(85) Edmonds age., sf. 497.
(86) Edmonds age., sf. 497.
(87) Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, (1919-1926), Ankara 1978, Ankara Üniversitesi Yay., sf. 306-307.
(88) Bruinessen (1992) age., sf. 151.
(89) Cemil Gündoğan, 1924 Beytüşşebap İsyanı Ve Şeyh Sait Ayaklanmasına Etkileri, İst. 1994, Komal Vay., sf. 83.
(90) Gündoğan age., sf. 89.
(91) Türk İstiklâl Harbi, Güney Cephesi, Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi Yay., Ankara 1966, c. IV., sf. 265-284.
(92) M. Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi, (1918-1926), İst. 1987, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Yay-, sf. 129.
(93) Reşat Halli, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara 1972, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yay., Seri no: 8, sf. 27.
(94) Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, Atatürk-Karabekir, Hazırlayan: İsmet Bozdağ, İst. 1991, Emre Yay., sf. 279-280.
(95) Karabekir (1991) age., sf. 280.
(96) Karabekir (1991) age., sf. 281.
(97) Öke (87) age., sf. 139.
(98) Nutuk age, sf. 854-55.
(99) Hasretyan age., sf. 13.
(100) Fırat age., sf. 166-167.
(101) Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar, Ankara 1993, Öz-Ge Yay., sf. 217-218.
(102) Uğur Mumcu, Kürt-İslâm Ayaklanması (1919-1925), 2. Baskı, İst. 1991, Tekin Yay., sf. 109-110-111.
(103) Mumcu age., sf. 65.
(104) Bilal Şimşir, İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 6.
(105) Değişen Dünya Dengeleri İçinde Askeri ve Stratejik Açıdan Türkiye, Beşinci Askeri Tarih semineri bildirileri, Ankara 1996, Genelkurmay Basımevi, sf. 99.
(106) Koçgiri Halk Hareketi, (1919-1921) (Derleme), 3. Baskı, Ankara 1992, Komal Yay., sf. 60.
(107) Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynaklan ve Şeyh Said İsyanı, Çev: Bülent Peker, Nevzat Kıraç, Ankara 1992, Öz-Ge Yay., sf. 80.
(108) Olson, age., sf. 76.
(109) Olson age., sf. 74-75.
(110) Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1919-1958, İst. 1992, Doz Yay., sf. 146.
(111) Mesut age., sf. 25.
(112) Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları l, İst. 1992, Kaynak Yay., sf. 62.
(113) Kürt isyanları age., sf. 70.
(114) Olson age., sf. 79.
(115) Hasretyan age., sf. 13.
(116) Hasretyan age., sf. 71-72.
(117) Hasretyan age., sf. 74.
(118) Kürkçüoğlu age., sf. 314.
(119) İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, Ankara 1987, Bilgi Yay., sf. 202.
(120) Olson age., sf. 193.
(121) Olson age., sf. 194.
(122) Dünya gazetesi, Ahmet Süreyya Örgeevren’in Anıları, 19 Nisan 1957.
(123) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, 6. Baskı, İst. 1976, Cem Yay., sf. 473-474.
(124) Olson age., sf. 195.
(125) Olson age., sf. 196.
(126) Olson age., sf. 214.
(127) Olson age., sf. 214.
(128) Olson age., sf. 215.
(129) Olson age., sf. 219.
(130) Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, İst. 1990, Dönem Yay., sf. 99.
(131) Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara 1981, Yurt Yay., sf. 29-30.
(132) Hasan Yıldız, Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, 2. Baskı, İst. 1991, Fırat-Dicle Yay., sf., 103.
(133) Erık Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı Güven, İst 1992, Bağlam Yay., sf. 109.
(134) Zürcher (1992) age., sf., 114.
(135) Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, 1969, İst. t Yay., sf. 185.
(136) İsmail Beşikçi, Devletlerarası Sömürge Kürdistan, İst. 1990, Alan Yay., sf. 28.
(137) Mumcu age., sf. 178.
(138) Kutschera age., sf. 116.
(139) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, İst. 1992, Bibliotek Yay., sf. 421.
(140) Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Ankara 1982, Savaş Yay., sf. 117.
(141) Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Ankara 1987, Bilgi Yay., sf. 182.
(142) Tunçay (1981) age., sf. 133-134.
(143) İsmail Beşikçi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu, İstanbul 1978, Komal Yayınları, sf. 278-279
(144) Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler (1927-1952), İst. 2003, İletişim Yay., sf. 83.
(145) İsmail Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskânı, Ankara 1991, Yurt Yay., sf. 119.
(146) Büşra Ersanlı Bahar, İktidar ve Tarih, Türkiye’de ‘Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937), İst. 1992, Afa Yay., sf. 201.
(147) İsmail Beşikçi, Türk Tarih Tezi Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Ankara 1991, Yurt Yay., sf. 60.
(148) İsmail Beşikçi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Programı (1931) ve Kürt Sorunu, İst. 1991, Belge Yay., sf. 77.
(149) Doç. Dr. Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945), İst. 1983, Altın Yay., sf. 167-168.
(150) Doç. Dr. Haluk Ülman, Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler, 1923-196H, SBF dergisi, Eylül 1968, c. 23 , s. 3, sf. 251.
(151) Ludmila Jivkova, İngiliz-Türk İlişkileri (1933-1939), Çev: F. Muharrem-F. Erdinç, İst 1978, Habora Yay., sf. 26.
(152) Jivkova age., sf. 27.
(153) Jivkova age., sf. 30.
(154) Ülman age., sf. 244-245.
(155) Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Haluk Ülman, Oral Sander, Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919- 1973, c. I., 4. Baskı, Ankara 1977, A.Ü. SBF Yay., sf. 116.
(156) Ülman-Sander age., sf. 116.
(157) Jivkova age., sf. 33.
(158) Jivkova age., sf. 144.
(159) Dr. Haluk Ülman, Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri, (1939-1947), Ankara 1961, A.Ü. Yay., sf. 17.
(160) Jivkova age., sf. 130.
(161) Jivkova age., sf. 131.
(162) Saygı Öztürk, Kasadaki Dosyalar, İsmet İnönü’nün Atatürk’e Sunduğu Gizli Kürt Raporu, 5. Baskı, Ankara 2004, Ümit Yay., sf. 11-115.
(163) Lale Yalçın, Heckmann, Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İst. 2002, İletişim Yay., sf. 94.
(164) Fredrik Barth, Kürdistan’da Toplumsal Örgütlenmenin Etkileri, Çev: Serap Rüken Şengül, Hişyar Özsoy, İst 2001, Avesta Yay., sf. 104.
(165) Dersim, T.C. Dâhiliye Vekâleti Jandarma Umum Kumandanlığı, s. 55058, “Gizli ve Zata Mahsustur, sf. 231-232.
(166) Faik Bulut, Belgelerle Dersim Raporları, İst. 1991, Yön Yay., sf. 253.
(167) İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi (1935), İst. 1990, Belge Yay., sf. 47.
(168) Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Resmi İdeoloji Dış, Bir İnceleme, 2. Baskı, Ankara 1990, Bilgi Yay., sf. 204-205.
(169) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İst 1989, Bibliotek Yay., sf. 153.
(170) Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İst. 1967, Cem Yay., sf. 39.
(171) Fethi Naci, Atatürk’ün Temel Görüşleri, İst. 1968, Gerçek Yay., sf. 65.
(172) Naci age., sf. 63.
(173) Derleyenler: Şevket Pamuk, Zafer Toprak, Türkiye’de Tarımsal Yapılar 1923-2000) Ankara 1988, Yurt Yay., sf. 83.
(174) Naci age., sf. 78.
(175) Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Çev: Sabri Tekay, İst. 1989, İleşitim Yay., sf. 87.
(176) Doç. Dr. Mete Tunçay, Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, İst. 1982, Bölge Yay., sf. 218. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, (1922-1938) c. 111., 5. Baskı, İst. 1975, Remzi Kitabevi, sf. 329.
(177) Aydemir age., sf. 313-314
(178) Aydemir age., sf. 457.
(179) Lord Kınross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Çev: Ayhan Tezel, İst. 5. Baskı, 1973, Sander Yay., sf. 699-704.
(180) Michele Steinberg, Açık Komplo: H.G. Wells ve Dünya İmparatorluğu, Çev: Altay Ünaltay, Yarın, Kasım 2003, sf. 25.
(181) H.G. Wells, Açık Komplo, Çev: Sibel Cantemir, İbrahim Kapaklıkaya, İst. 2004, Anka Vay., sf. 41-42.
(182) Gülten Kazgan, Türk Ekonomisinde 1927-35, Depresyonu, Kapital Birikimi ve Örgütleşmeler, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları semineri, İst. 1977, İİTİA Yay-, sf. 240.
(183) Y. Sezai Tezel, “1923-1938 Döneminde Türkiye’nin Dış İktisadi İlişkileri”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları semineri, İst. 1977, İİTİA Yay., s. 196.
(184) Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Çev. Ahmet Fethi, İst. 1997, Tarih Vakfı Yurt Yay., sf. 112.
(185) Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Abdülmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü, 4. Baskı, İst 2003, Anka Yay., sf. 107-108.
(186) Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, İst. 1993, Milliyet Yay., sf. 34.
(187) Alptekin Dursunoğlu, Stratejik İttifak Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, İst. 2000, Anka Yay., sf. 37.
(188) Şalom Nakdimon, Irak ve Ortadoğu’da MOSSAD, Çev: Ahmet Ekinci, Ankara 2004, Elips Yay., sf. 15.
(189) Hıdır Göktaş, Kürtler II, Mehabad’dan 12 Eylül e, 2. Baskı, İst. 1991, Alan Yay., sf. 98.
Türkler ve Kürtler, Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, 1. Basım, Eylül 2005, Bağdat Yayınları.