Söyleşi Tarihi : 22. 01. 2010
Yiğit Tuncay: Evet, Suat… Uzun süredir söyleşemiyorduk seninle. Söyleşilerimizi yapamıyorduk ama, uzun bir aradan sonra tekrar bir araya geldik. Bu süre içinde bayağı gündem birikti. Dünyada yeni gelişmeler oldu. Türkiye’de yeni gelişmeler oldu. Bunların hepsini tek tek konuşacağız seninle. Önce genel bir soruyla, ben Türkiye’den başlayalım diyorum. Türkiye’deki, son süreçteki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?
Suat Parlar: Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Türkiye’deki gelişmeler bizim önceki tespitlerimizi veya analizlerimizi doğrular nitelikte. Bu analizlerin belki başlıcası; bundan 15 yıl önce sözünü ettiğimiz, Türkiye’de “polisin ordulaşması, ordunun polisleşmesi” olgusu. Bu konuda “Silahlı Bürokrasinin Ekonomi Politiği”nde yer alan tespitler günümüzde de halen geçerliliğini koruyor. Geçerliliğini korumanın ötesinde, sanki çok yeniymiş gibi, bu konu geldi bir anda gündeme oturdu. Konu derken; tabi konuyu, ben kendi analiz koordinatlarımız çerçevesinde değerlendiriyorum. Yani oradaki kavramlaştırmalar, oradaki değerlendirmeler… Bu konuya ilişkin olarak; bunu getirip bir ekonomi politik bağlam noktasında ele alma, bunların hepsi bugün gündemleşmiş vaziyette ve sanki çok yeniymiş gibi ele alınıyor, değerlendiriliyor. Halbuki tam da budur; “ordu polisleşiyor, polis ordulaşıyor”.
Şimdi “polisin ordulaşması”, nicel anlamda zaten artık o dönem de yazılan verilerle açıkça ortada. 180 bin kişilik bir polis kuvvetleri komutanlığından söz ediyoruz. Hatta benim o dönem bir önerim de vardı; polis, Milli Güvenlik Kurulu’nun artık doğal üyesi konumundadır. “Polisin önde gelen bürokratları, Milli Güvenlik Kurulu’na üye olmalıdırlar” demiştim ve polisin de tıpkı silahlı kuvvetler gibi, “silahlı kuvvetler partisi” gibi bir parti mantığıyla hareket ettiğini söylemiştim. Süreç bunu ağırlıklı olarak doğruladı. Yani bir yanıyla “polisin ordulaşmasını” sistematize olmasını ve giderek “karşı ayaklanma doktrini” çerçevesi içerisinde yeni işlevler edinmesini, şu anda hep birlikte gözlemliyoruz, görüyoruz. Ve toplum da tabi bunun bir parça şaşkınlığını yaşıyor. Çünkü, bu olgu bütün olanca boyutlarıyla; ortaya saçılan bazı evraklar, bazı hikâyelerle kendini ortaya koyuyor ama, tabi temelde yeni bir bürokratik yapılanmanın, yeni bir devlete geçişin sancısı, çekirdeğinde de demin değindiğim gibi, polisin bu anlamda ordulaşması yatıyor. Ordunun da polisleşmesi.: Ordunun polisleşmesini de en güzel ifade eden Soros oldu; “Türk ordusu sizin en iyi ihraç metanızdır” dedi. Doğru. Türk Silahlı Kuvvetleri, Gambiya Jandarma kuvvetlerini bile eğitiyor. Yani öyle, ki onlarca ülkede faaliyette. Onlarca ülkede “karşı ayaklanma doktrini” üzerinden faaliyet içerisinde. Ne kadar ilginç; bu orduyla ilgili her türlü doküman, belge, bilgi ortalara saçılıyor, fakat, işin bu yönü kapalı. Örneğin; ordunun, Afganistan ordusunun kontrgerilla birliklerine eğitim vermesi nedense hiç tartışılmıyor, üzerinde durulmuyor! Sanki ordunun faaliyetleri iki bölüme ayrılmış. Global emperyalizm çerçevesi içerisinde ordunun yerine getirdiği işlevler ve görevler her türlü eleştirinin dışında… Her türlü gözlemin, değerlendirmenin dışında. Orada bir dokunulmazlık var. Fakat, “milli güvenlik devleti” kapsamı içerisinde yerine getirilen kontrgerilla işlevleri bir zaman aşımına uğratılmış gibi… Bir zaman aşımı etiketi yemiş gibi. Bunlar saçılıyor, dökülüyor, tartışılıyor…
Şimdi burada, açıkçası, “ordunun polisleşmesi, polisin ordulaşması” konusunun bir doktrinel bütünlük içerisinde bizim tarafımızdan ele alınması söz konusu. Ama bu meseleye, aslında, sanki bu konuyu çok gündemleştirmiş gibi görünenler kıyısından bile yaklaşamıyorlar. Amerika Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 2008 tarihli bir “karşı ayaklanma doktrini” belgesi var. Bildiğimiz bu meşhur, Türkiye’de de uygulamaya konulan kontrgerilla “sahra talimnamesi”nin çok yenilenmiş bir şekli. Bir de Britanya’nın bu konuda bir çalışması var. Bunun ağırlık merkezi Irak olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında “karşı ayaklanma doktrini”ne dayalı olarak, nasıl bir faaliyet yürütüleceğini ortaya koyuyor. Bu çerçeve içerisinde söz konusu dokümanda satır satır “polisin ordulaşması, ordunun polisleşmesi”nden söz ediliyor. Ben bunu gördüğüm zaman çok şaşırdım. Çünkü ben bunu bir analizle, bir noktada gündeme getirmiştim, yazmıştım. Bunun bir dokümanda da yer aldığını gördüm. Yani bu bir mantığa oturuyor. Bunu niçin söylüyorum? Bunun üzerinde niye bu kadar duruyorum? Şundan: şöyle saptamalar var; “batı gladyoyu halletti, gladyo batıda tasfiye edildi, şu anda batı ülkelerinde gladyo yok”. Bu kadar aptalca bir değerlendirme olamaz. Çünkü, söylenildiği gibi hiçbir zaman burjuva devleti “olağanüstü hal hukuku” dışında bir hukuk tanımaz. Yani bir yerde; bir liberal hukuk, müracaat edilecek, üstün görülecek, daha doğrusu hukukun üstünlüğü çerçevesinde ele alınacak bir hukuk. Bir başka yerde de işte olağanüstü hal hukuku yok. Olağanüstü gibi görülen, rejimin ta kendisi.
Dolayısıyla hukukun üstünlüğü denilen olgu, şiddetin olağanlaşması, şiddetin hukuk çerçevesi içerisinde kalıplanması anlamına geliyor. Böyle bakıldığında da, Amerikan anayasası dahil olmak üzere bütün metinler, bu baskıyı olağanlaştıran, normalleştiren metinlerdir. Dolayısıyla bu hukuk fetişizmi çerçevesinde ele alındığında “karşı ayaklanmacı doktrin” konusunda da bir takım bocalamalar yaşanıyor. En muhalif görünenler bile gladyonun, işte “İtalya’da veya diğer batı ülkelerinde tasfiye edildiğini” söyleme cüretini gösteriyorlar, akılsızlığını gösteriyorlar. Bu bir cüret. Yani sınıfsal ilişkiler mi değişti? Gladyoyu vareden güç ilişkilerinde bir değişiklik mi oldu? “Karşı ayaklanmacı” doktrini vareden dünya egemenlik ilişkilerinde bir değişim mi yaşandı? Var da benim mi haberim yok? Yani gladyonun en yaygın ve güçlü oldukları dönemde dünyadaki en alttaki ülkelerle, en üstte yer alanlar arasındaki fark 1’e 32 idi. Şimdi 1’e 60’ların üzerine çıktı.
Çok basit olgusal bir temelden yola çıkarak söylüyorum. Yani sistemin işleyişindeki tıkanıkları aşmak açısından çok gerekli olan “karşı ayaklanmacı” doktrin niye ortadan kaldırılsın? Bu doktrine dayalı ideolojik aygıtlar, bu doktrin çerçevesinde oluşturulan askeri militer yapılar, paramiliter yapılar niye çözülsün? Bunun sivil ayakları niye çözülsün? Burada bir değişim yaşanıyor. Türkiye’de bu değişimin neticelerinden nasiplerini aldı. Onun ayrıntılarına birazdan girme imkanı bulacağız. Ama şunun çok net olarak söylenmesi lazım; İtalya’da (bu işin zirvesi olarak konuluyor, gladyo tasfiyelerinin en yoğun yaşandığı ülke) 30 binden fazla insan sorgulandı. Netice itibari ile yargılanıp mahkûm olan insan sayısı 12 ve…
Yiğit Tuncay: Evet…
Suat Parlar: … bu sürecin en doğrudan üretimi olan Berlisconi şu anda İtalya’da yönetimin başında. Dolayısıyla bu çarpıtmalardan kendimizi kurtarmamız lazım. CIA hiç bu kadar organize, Avrupa ülkelerinde hiç bu kadar rahat olmamıştı. Çünkü Avrupa’da neredeyse bir istihbarat enternasyonali meydana getirildi. İnsanlar terörist damgası vurularak gizli hapishanelere konuldular, işkenceden geçirildiler. Yani insanlar gladyo dendiği zaman ne anlıyor? Onun yanı sıra, yeni bir soğuk savaşın içerisindeyiz. Bu yeni soğuk savaş, üzerine terörist etiketi yapıştırılmış devletlerle, gruplarla, şahıslarla yürütülen bir savaş. Bugüne kadar ki en acımasız savaşlardan biri ve bu savaşın müthiş bir propaganda aygıtı var. Bu çerçeve içerisinde demin sözünü ettiğim belgelerde, bir “küresel isyancı” tipinden söz ediliyor. Onlar çok net koyuyorlar. “Terörist” demiyorlar, “küresel isyancı” diyorlar. Kim onlar açısından küresel isyancı? (Onların tabiriyle söylüyorum) Bağımsızlıktan yana olanlar veyahut da küreselleşmeyi sindiremeyenler, küreselleşmeye karşı çıkan muhalif gruplar. Dünyanın dört bir yanında bunlara karşı bir savaş yürütülüyor.
Bu savaş, sistemin olmazsa olmazı. Bu savaş olmazsa sistem zaten varlığını idame ettirecek militer koşullardan vazgeçmiş demektir. Bu saçmalığa varacak bir değerlendirme. Yani şu anda dünyada bir liberal enternasyonal var. Bu liberal enternasyonal, hukukun üstünlüğü çerçevesi içerisinde şekillenmiş. O hukukun üstünlüğü çerçevesi içerisinde de bize düşen, o hukukun üstünlüğünü mümkün kılacak mekanizmalarını ithal etmek, almak. Çünkü bu merkezsiz yürüyen bir savaş da değil. Nedir merkezi? Avrupa Birliği’dir. Yani, oradan bunu ithal edeceğiz. Avrupa Birliği’nden, biz, elbet bunu da ithal ediyoruz. Bunun ayrıntılarına da gireceğiz ama, ağırlıklı olarak şiddeti, terör rejimini, vahşet rejimini de ithal ediyoruz. Oradan ve Atlantik’ten, Atlantikçi yapıdan, Amerika’dan ithal ediyoruz. Atlantikçilik derken; sadece Amerika’dan tabi söz etmiyorum. Bunun içerisine Kanada’yı da dahil ediyorum. Veya o Atlantikçi yapı içerisinde Japon emperyalizmini de ben bu işin dışında bırakmıyorum. Türkiye’de az bilinir ama, 12 Eylül’ün en önemli dayanaklarından biridir. Müthiş krediler vermiştir Japonya. Çünkü burada petrol çıkarları vardı.
Böyle değerlendirildiğinde, yani işte bir liberal enternasyonal var, oradan başımıza nur yağıyor, hukukun üstünlüğü geliyor. Hayır, değil. Oradan yenilenmiş “karşı ayaklanma” doktrini geliyor. Bu anlamda yeni ideolojiler, yeni akımlar geliyor. Bunlar Türkiye’de özellikle de sivil bir dayanak oluşturuyor. Sivil bir araçlar bileşkesiyle bunu götürüyor. Eskiden ne vardı? Milli Güvenlik Devleti vardı. O zaman iş kolaydı, kontrgerillayı Maraş’ta görebiliyorduk… 16 Mart’ta görebiliyorduk… 1 Mayıs’ta görebiliyorduk… Çorum’da görebiliyorduk. Çok kolaydı. Benim kitaplarımda sayfalar dolusu var. Şimdiki daha farklı bir devlet yapısı. Adını koyalım: Türkiye Milli Güvenlik Devleti’nden kent devletine, bölge çerçevesinde kent devletine geçiş içerisindedir. Geçiş de tamamlanmak üzeredir. Bu çerçeveden bakıldığında, “karşı ayaklanmacı” doktrin, gene devletin çelik çekirdeğinin ideolojisi olarak yerini almıştır. Eskiden şöyle saptamalarımız vardı: derdik ki; bir kontrgerilla devletinden söz etmek çok mümkün. Belki teknik anlamda doğru bir tabir değil ama, bir soyutlama kolaylığı olma açısından bunu söylemek mümkün. Şimdi gelinen noktada da o milli güvenlik devletinin, bölge eksenli kent devletine dönüşümü söz konusu. O kent devleti çerçevesi içerisinde de “karşı ayaklanmacı” doktrin, yenilenmiş, eskisinden daha sıkı bir çerçeve içerisinde sivil kadroları çok daha genişlemiş ve ağırlıklı olarak “zor”un daha sermayeleşmiş biçimlerine dayanan bir niteliğe sahip. Askeri çerçeve içerisinde, militer çerçeve içerisinde bundan sonraki süreçte aşırı derece de profesyonelleşmiş bir niteliğe bürünüyor. Zaten bu sürecin içerisindeyiz.
Türkiye’de yaşanan bu yoğun çelişkileri de bu çerçeve içerisinde değerlendirmek lazım. Dediğim gibi, bir devlet geçişindeyiz.
Şu anda gene soyutlama kolaylığı açısından söyleyelim; yeni bir devlet kuruluyor. Bu bölge çerçevesinde kent devlet artık. Bu kent devleti de global şehirler; İstanbul, Trabzon, İskenderun, bunlar gibi global şehirler. Bu global şehirlerde arka planda; ucuz köle depoları, serbest bölgeler, şehirlerde iletişimden tutun da -onların tabiriyle- kongre turizmine kadar, çok yaygın çerçeveler içerisinde yeni işler ve bu çerçevede o global şehirlerin, özellikle de Türkiye söz konusu olduğunda bu şehirlerden bu niteliğe aday olan, hatta geçiş aşamasında olan şehir sayısı da fazla coğrafi olanaklardan, yani bir coğrafya avantajından ve jeo-ekonomiden yararlanarak buna dayalı açılımlar… Yani, global kapitalizmin hortumlarını bu bölgeye, bu coğrafyaya uzatma, Avrasya tabiri çerçevesinde bunu geliştirme…
Yani, Avrasya denildiği zaman bunun da sınıfsal bağlamlarında değerlendirilmesi lazım. Öyle soyut bir Avrasya yok. Kimse Avrasya deyip uçuşlara geçmesin. Böyle eşitlikçi, özgürlükçü bir Avrasya’dan söz etmiyoruz. Avrasya denildiği zaman da adına Türki cumhuriyetler denilen yapılar içerisinde global kapitalizmle iç içe geçmiş, binbir türlü ilişki kurmuş, otokrat rejimler var. Rusya’nın yapısı ortada. Eşitsizlikleri barındıran ve halen daha o devlet gücünü ağırlıklı olarak kapitalist sermaye birikiminin temel koşulları için seferber etmiş bir yapı var. Orada da sosyalizm falan yok. Dolayısıyla bu Avrasya yapılanması çerçevesi içerisinde global şehirlerin işlevi, o bağları, o sömürü bağlarını hukuksal olarak, finansal olarak, mali olarak kurmak. Ama, bu yapı yeterli değil tabi. Bu kent devleti, mimarisine uygun, bir askeri yapılanma olması lazım çünkü. Nasıl olacak? İçeride siz şimdiden sonra köle depoları kuracaksınız. Türkiye artık bütün çerçevesiyle ilan edilmemiş, hatta ilan edilmiş bir serbest bölgedir. Burası artık birileri için vatan değil, burası globalleşme tarafından bir kadastroya dönüştürülmüş. Türkiye bir kadastro çerçevesinde ele alınıyor. Burası, tabiri caiz ise, birileri için kadastro cehennemi, vatan olmaktan çıkartılıyor. Geleceksiniz, serbest bölge çerçevesinde bir yerlerde emeğinizi köle koşullarıyla kiralayacaksınız. Onun dışında da kent merkezlerinde bu global şehir yapılanmasına uygun bir kapitalist anlayış yerleşecek ve bu noktada o kentsel yapıyı güvenliğe alan, o kentsel yapıyı global güvenlik adına kuşatan birtakım kuvvetler olacak. Bu kuvvetler kendi içerisinde hiyerarşiye tâbi olacak.
İşte burada polisin rolü çok önemli ve bu konuda, mesela, önemli provalar da görüyoruz. Mesela 1 Mayıs’ta. 1 Mayıs 2009 gösterilerinde polis askeri bir doktrin uyguladı. Önleyici savaş doktrinini uyguladı. Daha insanlar binalardan çıkmadan üzerlerine bomba yağdı. Bu böyle insan hakları koordinatlarıyla ele alınacak bir konu değil. Polis orada bir doktrin uyguladı. Önleyici savaş doktrini uyguladı. Askeri doktrinler uyguluyor. Yani, bu bir kent savaşı. Bu “karşı ayaklanma”nın bastırılması konusunda bir sistematik ve bu konuda bir eğitim olduğu görülüyor.
Onun yanı sıra özel güvenlik kuvvetleri… Türkiye’de bugün 400 bine yakın özel güvenlik görevlisi var ve bunların büyük bir bölümü silahlı. Yani bir noktada oligarşi demir ökçesini kuruyor. Ordusunu kuruyor.
Şimdi kentlerde bu yapılanma çerçevesinde, şimdiden sonra artık bir takım isyanlar meydana geldiğinde, bunu ordu bastırmayacak, orduya çok fazla ihtiyaç duyulmayacak. Kaldı ki, ordunun zaten EMASYA planları var. Yani şimdiden sonra çok fazla görülür bir askeri güce, şiddete ihtiyaç yok. Zaten asker görünmez vaziyette bu anlamıyla ve o görünmezlik öyle bir boyuta gelmiş ki, milli güvenlik devletiyle hesap kesilirken aslında karargâhta silahlı kuvvetler partisinin en üst kademesi yer alırken, yani bu sürecin bu şekilde işletilmesinde en önemli rollerden biri ona düşmüşken, görünmez halde. Bu da tabi bir şaşkınlık yaratıyor. Aaaa işte, Türk ordusu bitti mi? Ordu tasfiye mi ediliyor? Hayır. Çok daha güçlü, çok daha ezici bir yapıyla donatılıyor. Aşırı bir profesyonelleşmeyle. Yani, Hangtington’un tabiriyle, bir objektif sivil denetim adına müthiş bir profesyonelleşme yaşıyor. Nedir objektif sivil denetim? Ordu aşırı profesyonelleşmesi çerçevesi içerisinde, birtakım ideolojilerden kurtulması ve o çerçevede robot asker olarak işlevlerini yerine getirmesi. Burada ordunun sivil bir milli savunma bakanlığına bağlanıp bağlanmaması önemli değil. İsterseniz siz orduyu götürün Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne bağlayın. Bunun bir önemi yok. Çünkü burada, ordu şimdiden sonra özerkliğini daha da geliştirecektir. Çünkü bu bağlam içerisinde yeni bir devlet yapılanmasına gidiliyor. Bu kent devleti, müthiş ölçekte teknolojiyle donanmış, kendi iletişim ağlarını alabildiğine pekiştirmiş, onun yanı sıra özerkliğini daha da yoğunlaştırmış ve bu çerçeve içerisinde dünyayla bütünleşen… Milli güvenlik siyaset belgesini kimse okumadan üzerinde tartıştı. En fazla da İslamcılar okumadı. Okumazlar da zaten. Çünkü birlikte hareket ediyorlar. Politika aynı politika. Nedir milli güvenlik siyaset belgesi? Şudur: Türk Silahlı Kuvvetleri deniyor; dünyayla bütünleşecek ve burada özelleştirme en önemli unsurlardan biridir. Çok net. O belgenin özü budur. Dünyayla bütünleşme ve bunun özelleştirme üzerinden gerçekleştirilmesi.
Şimdi bu konuda Silahlı Kuvvetler’in çok bilinçli olduğu görülüyor. Avrasya politikasında da böyledir. Mesela, gayet net şunu söyler, der ki; Türki denilen cumhuriyetlerdeki yönetimlerin ayakta tutulması için üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Bu konuda ısrarcı olmalıyız. Milli güvenlik siyaset belgesinde var bunlar. Şimdi bunlar şunu gösteriyor; bu bir önemli siyaset planlaması, bu bir önemli ekonomi planlaması ve uzun zamandan beridir Türkiye’de yürürlükte. Dolayısıyla kimse kendini aldatmasın. Yeni bir devlet kuruluyor ve burada ordu elbette yeni işlevlerle donanıyor. Polis yeni işlevlerle donanıyor. Şimdi…
Yiğit Tuncay: Yani şöyle diyebilir miyiz?
Suat Parlar: Bu kadar anlatım içerisinde farkındaysan hiç ordu-polis çatışmasından söz etmedim.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Son derece uyumlu bir sürecin akışını anlatıyorum değil mi?
Yiğit Tuncay: Evet. Uyumlu bir yapılaşma.
Suat Parlar: Yani ordunun işlevleri, polisin işlevleri ve burada Soros’un çizdiği çerçeve önemli: “Sizin ihraç metanız ordudur”. Bu bir şaka değil. Kimse çok üzerinde durmaz ama, bu kararlar pekiştirildi. Nerede? Gene 2009 yılında Türkiye’de Bilderberg toplantıları yapılmadı mı? Yapıldı. O toplantıların kararlarına ilişkin basında en ufak bir tartışma görmedik.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Kaldı ki şu var; aynı Bilderberg toplantılarının 1974 kararlarında (benim kitaplarımda da bulunabilir) merkez bankalarının özerkleştirilmesinden söz edilir. Polisin bu işlevlerinden söz edilir. Yani şunu net olarak görmek lazım; Türkiye’de ordunun uluslararası kapitalizme en ufak bir itirazı yoktur… Kapitalist sisteme en ufak bir itirazı yoktur… Özelleştirmeye en ufak bir itirazı yoktur… Neo-liberal bir dönüşüme en ufak bir itirazı yoktur. Peki, neye itirazı var da polisle, ordu birbiriyle çatışma içerisinde olacak? Yani, kendi kendini örgütlemiş, kendi adına hareket eden aylıklı devlet memurlarından oluşan yeni bir sınıf var da, bizim haberimiz mi yok? Yani, ordu bir sınıf mı? Polis bir sınıf mı? Arka planda egemenler arası iktidar mücadelesi, hizip çatışması, yeni bir blokun oluşumu sancıları ve bu devlet yapısına geçişte sermaye hiziplerinin çok büyük ölçeklerde statü kaynaklarını ve iktidar kaynaklarını ele geçirme, bu avantajı değerlendirme mücadelesini görüyoruz. Tabi bu sadece Türkiye eksenli bir mücadelede değil. Bunun uluslararası dayanakları da var. Çünkü Türkiye’deki rejim komprador. İkinci kompradorlaşma dalgası Türkiye’deki şirketlerin hepsini bu anlamda kenetledi, ulus ötesi şirketlerle. Bu ulus ötesi şirketlerin en büyüğü de, gene bir ulus ötesi şirket mantığıyla idare edilen ordu. Türkiye’de bana en iyi organize olmuş ulus ötesi şirketi sorarsanız, ordudur derim. Sadece OYAK’tan dolayı da değil. Çünkü bir işletme yönetimi mantığı çerçevesinde gidin, kalite-kontrol yöntemlerinden, aklınıza gelebilecek bütün kapitalist işletme yönetim standartlarına kadar orduda uygulanıyor. Böyle bir teknolojik geçiş gerçekleştirilmiş vaziyette. Bunlar hiç tartışılmıyor. “Efendim, kurumlar arasında bir çatışma var mı”? Kapitalizmin kurumları arasında çatışma olmaz. Kapitalist sınıfın kendi içerisindeki hizipleri arasında çatışma olur. Politikacılar arasında çatışma olur. Kurumsal düzenekte çatışma olmaz. Bunlar kapitalizmin kurumları. Kapitalizmin kurumları, kapitalizmin ana mantığıyla bir çatışma içerisine girmezler. Bize bu şekilde yansıyor ama, arka plandaki o sınıfsal mücadeleyi, kapışmayı göremiyoruz.
Yani şimdi bir TÜSİAD olgusu var ama, bir de MÜSİAD olgusu var. Veya şöyle söyleyeyim, ulus ötesi şirketler derken, Almanya’nın ulus ötesi şirketleri halen Alman’dır. Öyle yani. Yönetiminde bir enternasyonallik falan yoktur. Onun için çok uluslu şirket tanımı da veya ulus ötesi şirket tanımı da, yani böyle uluslararasılaşmış, merkezsizleşmiş anlamına gelmiyor. Amerikalı ulus ötesi şirket Amerikalıdır. Bu anlamda Türkiye’de bunlar arasında rekabetten de, bu rekabetin politik alana yansımalarından da söz edeceğiz. Ama bu çatışmayı, işte “kapitalist devlet neredeyse tasfiye ediliyor” noktasına da kimse getirmesin. Böyle bir durum da yok. Yani en uç noktada bulunan ultra-liberaller bile farkındaysan “devlet küçülsün” diyorlar, “ortadan kalksın” demiyorlar.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Bunu söyleyen yok ve o küçülen devlet çok daha ezici işlevsel olacak.
Yiğit Tuncay: Bir savaş aygıtına dönüşecek.
Suat Parlar: Tümüyle bir savaş aygıtı zaten. Bu nitelikte milli güvenlik devleti, zaten bir kontrgerilla yapılanmasıydı. Çelik çekirdeğinde bu vardır. Ve kontrgerilla denildiği zaman kimse bunu bir askeri faaliyet basitliği içerisinde görmesin. Türkiye’de en önemli kontrgerilla şefleri arasında polisler vardır. Sendika liderleri vardır. İsimlere girmeye gerek yok. Benim kitaplarımda var. İşadamları vardır. Din adamları vardır. Örneğin; demin sözünü ettiğim Britanya ve Amerikan “karşı ayaklanma” belgelerinde müthiş sosyolojik çözümlemeler var. Ekonomi üzerinden çözümlemeler var. Yani gidip de “şurada şunu vuracaksın” demiyor. Evsahibi ülke, evsahibi ülkenin kurumları, bu harekatı yürüten Amerikan büyükelçiliği veya İngiliz büyükelçiliği, ona bağlı olan askeri yöneticiler, koordinasyonu götüren bu elçilikler, bunun alt birimleri, bunların ilişki kurma tarzlarının nasıl olacağı, bunun sivil ayağı… Analizler nasıl yapılacak? Etkili din adamları kimlerdir? Hangi mezhepler vardır? Bunlar üzerinden küresel, sosyal isyancı nasıl kişiliktir? Nasıl örgütlenir? Kimlerle beraber olur? İşin ekonomik boyutu üzerine analizler…
Bunları şunun için anlatıyorum: “karşı ayaklanma” doktrini basit bir askeri doktrin değil. Eskiden de öyle değildi, Türkiye’de de öyle değildi. Kontrgerilla sanıldığı gibi basit bir düzenek değildi. Bir ideolojiler bileşkesiydi. Yani, kimse kimseye merkezi bir yerden komut da vermiyordu. Bu bir kurumlar, ilişkiler, ideolojiler bileşkesi olarak sistemin çelik çekirdeğinde, bir toplumsal yapıydı. Üstelik de kendine göre bir hiyerarşisi vardı ve müthiş bir düzenek bu şekilde işliyordu. Ve bunu biz ne olarak biliyoruz? Milli güvenlik devleti olarak biliyoruz. İşte o milli güvenlik devleti süreç içerisinde dönüşüyor. Ve bu ne zaman başladı? Tarihini çok net verebiliriz: 1980’de başladı. Çünkü, uluslararası işbölümü çerçevesi içerisinde, Türkiye’de ithal ikameci birikim rejimi bir dönüşüm geçirdi. Büyük bir yalanla ne denildi? İşte, “ihracata yönelik bir modele geçiyoruz”. O da büyük bir yalandır. Çünkü dünya bankasının o dönem verdiği kredilerin koşullarını incelerseniz, -ben inceledim, üşenmesin herkes incelesin- hiç bir yerinde ihracatın arttırılması doğrultusunda bir direktif göremezsiniz.
Her şey ithalatın serbestleştirilmesi üzerinedir. Burada da büyük bir yalan vardı. Onun detaylarına da girmek lazım. Çünkü mafyatik sermaye birikimi, aynı zamanda bu hayali ihracat olgusu üzerinden patlamıştır. Bu geçiş sürecinin başlangıcı 1980’dir.
Dünya Bankası’nın yapısal uyarlama direktifleri çerçevesi içerisinde ekonomi, maliye, finans bürokrasilerinde müthiş bir tasfiyeyle, bir değişimle karşı karşıya kalmıştır. Ama burada ordu-yargı-eğitim, bu değişim katarına en son eklenenler olmuştur. Bu ulusal bir direnişten dolayı değil. Çünkü Türkiye’de yürütülen bir iç savaş vardı. Dolayısıyla Türkiye’ye bu anlamda bir kredi açıldı. O kredi de şuydu, bu işi askeri yöntemleri de kullanan bir çerçeve içerisine alın. Dolayısıyla Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu serbest atış alanı haline getirildi. “Düşük yoğunluklu savaş” adı altında alan stratejisi uygulamaya konuldu, ki o da bir “karşı ayaklanma” doktrinidir. O çerçeve de kurumlar, yapılar, düzenekler oluşturuldu. Ama bu süreci baltalamadı. Devletteki yapısal uyarlama süreci bu arada devam etti. Neo-liberal dönüşüm devam etti. Tabi böyle bir kirli savaş içerisinde bir sürü pislik birikti. Onları kitaplarımızda fazlasıyla yazdık.
Ama görmezden gelinen yönüne de değinelim. Yani o aynı zamanda milli güvenlik devletinin sınıfsal konumuna da bir açıklık getirecek. Nedir o görmezden gelinen yönü? Şudur; Kürtler pazara tehcir edildi. Kürtler serbest piyasaya tehcir edildi. Köyler yakıldı. Yayla çıkışları yasaklandı. O bölgedeki hayvan varlığı eritildi. Gecikmiş bir kapitalist kitleme uygulandı. Bu çerçeve içerisinde o kapalı toplum açıldı. O kapalı toplum kentlere sürüldü. Ucuz işgücü depolarına, ucuz işgücü rezervlerine tıkıldı. Peki bunu devlet veya şöyle söyleyeyim; o devlet içindeki silahlı bürokrasi kendi adına mı gerçekleştirdi? Hayır. Bu bir stratejidir. Bir kapitalistleşme stratejisidir. Bir strateji olmanın ötesinde -strateji bağlantısını “düşük yoğunluklu savaş” anlamında kuruyorum- bu “zor”un sermayeleşmiş kullanılmasıdır. Çünkü binlerce köyün boşaltılması, milyonlarca insanın kentlere gelmesi, müthiş ithalat serbestliği çerçevesi içerisinde finansal bir kanama yaşayan Türkiye’de aynı zamanda sermayenin iç pazar meselesini de çözmüştür. Hilekâr, ahlaksız, ki kapitalizm zaten gayri ahlakidir. Kompradorlaşmış tek tür kapitalistlerinden söz ediyorum, kapitalizmden söz etmiyorum. Önce o reddettikleri İslamcı dedikleri insanların pazar sorununu çözme açısından pazara tehcir etmişlerdir. Sonra da Kürtleri pazara tehcir etmişlerdir. Ve bunu yaparken de en ufak bir sıkıntı duymamışlardır. Burada aynı zamanda milli güvenlik devleti çerçevesi içerisinde yer alan kendi ulus devletlerini de ortadan kaldırmışlardır. Bunu da yapmışlardır. Bu anlamda hain bir kapitalist sınıftan söz ediyoruz. Tek tek hepsi de haindir. Bu toprağa en fazla ihanet edenler bu ülkenin kapitalistleridir.
Burada belki bir parantez içerisinde şunu da söylemek gerekiyor; o milli güvenlik devleti döneminde, o milli güvenlik devletinin 65’ten itibaren yürüttüğü iç savaşta, Türkiye kapitalistleri, kapitalist sınıf olmanın ötesinde tek tek devrimcilerin kanına susamışlardır. Hepsi, iddia ediyorum; “özel savaş” içerisinde görevler almışlardır. O özel savaş içerisinde, kontrgerilla savaşı içerisinde görev almayan bir kapitalistin, daha sonra hiç bir şekilde yükselişi, sermaye birikiminde sıçraması, büyük mal varlıklarını elde etmesi, holdingleşmesi, ilişkiler kurması söz konusu bile olmamıştır. Benim kitaplarımda da vardır. Açın bakın, bozkurtlara yardım edenlerin listesini görün. Onun haricinde sadece parasal yardım da değil. Özel işlevleri vardır bunların, o kirli savaş içerisinde. Kimi basına bu yeni yapılanma içerisinde el atılması, oranın düzenlenmesinde de görev almışlardır, mafyatik sermayenin kanalize edilmesinde de. Kimi, Özal’ın o yükseliş döneminde, o finansmana katkıda bulunmuştur. Daha geriye gidelim. Gene 70’lere gidelim. Kimi o kontrgerilla harbi sırasında her türlü mühimmatı para-militer kontrgerilla gruplarına sağlamıştır. Dış bağlantılar kurmuştur. Bunlara fabrikalarında alan açmıştır. Birebir sorumluluğu vardır.
Aynı şekilde 80’lerin ikinci yarısından itibaren de, – özellikle benim tabirimle- Türkiye’de militer sermaye birikiminin çok yerleşik hale gelmesi ve bir askeri-endüstriyel kompleks yapının artık Türkiye’de kendini çok belirgin kılması sürecinde sermaye grupları semirdiler. Araştıralım, Ortadoğu’nun en büyük hayvan varlığı o bölgede eritilirken, Türkiye’ye kimler et ithal etti? Nereden ithal ettiler? Türkiye’nin gıda ambarıydı orası, o yaylalar, diğerleri. Oradan akış durdu. Oradan akış durduğunda bu kadar müthiş süper marketlere, gıda ithalatları kimler tarafından yapıldı? Bu silah ihalelerini kimler aldılar? Zırhlı araç ihalelerini kimler aldılar? Hangi büyük holdingler aldılar? O kirli savaşın doğrudan doğruya sorumlusu, Türkiye’nin kompradorlaşmış kapitalistleridir. Sadece kapitalizmden bir sistem olarak da söz etmiyorum. Hepsinin eli kana, kire bulaşmıştır. Yani dolayısıyla bu çerçeve içerisinde, şimdi yeni bir dönüşüm aşamasındayız. Şimdi artık menzil bütün dünyadır neredeyse. Genel kurmay başkanı basın toplantısında -yazın yaptığı basın toplantısında- “siz nelerle uğraşıyorsunuz”dedi. “Benim menzilim binlerce kilometrekare”.
Bugün Afganistan’da, NATO bir işgal kuvveti değil mi? Emperyalist bir işgal kuvveti değil mi? Emperyalist bir işgal kuvveti olarak bulunmuyor mu? Peki bunun komutası kimde? Onu bir yana bırakalım; oradaki o yoksul, o ezilmiş, o aç bırakılmış halka en büyük baskıyı kim uyguluyor? Kendi işbirlikçi güvenlik kuvvetleri. Bunları kim eğitiyor? Türkiye. Ne üzerinden? Kontrgerilla doktrini üzerinden. Peki eleştiren var mı? Peki bu konuda hiç yayın var mı? Peki 30 ülkede kontrgerilla faaliyeti gösterilmesi olağan da, kabul görüyor da, burada seferberlik tetkik kurulları gibi zaman aşımına uğramış işler niye bu kadar ön planda? Bir taraf eğer açılıyorsa, bir taraf örtülüyor demektir.
Örtülene bakalım biz. Örtülene baktığımız zaman da şunu görüyoruz: şu anda kurumlar arasında çatışma yok. Silahlı bürokrasinin üst kademesinin bilgisi, onayı dahilinde yürüyen bir süreç var. Bu süreçte gayet net olarak şudur; halen daha milli güvenlik devletini, ulus-devlet sayan ve o çerçeve içerisinde bir yanıyla bunu sahiplenen, belirli birtakım kendince taahhütleri olan kişilerin, grupların ezilmesi. Ve burada en önemli mesaj da ordu kamuoyuna veriliyor. Ordunun da bir kamuoyu var. O ordu kamuoyuna da bir mesaj veriliyor: “Emir-komuta zincirinin dışına çıkarsanız, şimdiden sonra ki bu yeni yapının dışına çıkarsanız, bu profesyonelleşmenin dışına çıkarsanız sizi kurtlar kapar. Biz artık sizi asla savunmayız. Size sahip çıkmayız. Yalnız başınıza kalırsınız, sizi kurtlar kapar”.
Bu süreç görülmemiş ölçekte orduda merkezciliği arttırmıştır. Görülmemiş ölçekte bu süreç ordunun içine kapanmasını sağlamıştır. Görülmemiş ölçekte ordunun merkezi karargâhının, ordu kamuoyu üzerindeki gücü artmıştır. Ve orduyu eleştirdiklerini, ordunun militer gücünü zayıflattıklarını veya ordunun bu anlamdaki işlevlerini zayıflattıklarını zannedenler, görülmemiş ölçüde militarizme hizmet etmişlerdir. Görülmemiş ölçüde bu aşırı profesyonelleşme yapılanmasıyla ordunun geçişlerini kolaylaştırmışlardır. Bu geçişlerin bedelini şimdiden sonra Türk halkı ödemeyecek. 30’dan fazla ülkede “karşı ayaklanma” doktrinine maruz kalan halklar ödeyecek. Bakın Aden’de korsan kovalıyoruz. Hiç bunu eleştiren var mı? Niye Aden? Dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerden birini o bölgede keşfettiler. Yeni av alanı orası. Somali’yi düşünün; Somali’ye niye biz gittik? Neden? Somali’de ne işimiz var? Somali’de dünya petrolünün %9’u var. Belki de daha yüksek bir oranı. Yani böyle değerlendirildiği zaman; “zor” sermayeleşiyor, baskı sermayeleşiyor, militarizm sermayeleşiyor, devlet özelleşiyor. Burada devlet artık işletme yönetimi çerçevesi içerisinde yürüyor. Devlet, bir yapısal uyarlama sürecini tamamlamak üzere. Bu yapısal uyarlama süreci içerisinde ordu hem en ilerideydi, hem de kendi kamuoyu anlamında en gerideydi. Şimdi o açık kapatılıyor, o açık daraltılıyor. Biz bu süreci yaşıyoruz.
Yiğit Tuncay: Ama bir görünüm veriliyor… Yani verilen görünüm de bu daha çok şöyle algılanıyor; “ordu, ulus-devletin çözülmesine direniyor” görünümü veriliyor, değil mi? Ve bu direnişi kırmak için de liberaller polisten sızdırılan, servis edilen belgelerle yeni gürültüler koparıyorlar. Ki daha bugünlerde yaşadığımız bir olay var, yine bir darbe söylentisi, yine bir darbe iddiası, darbe organize edildiği iddiası ortaya atıldı. Peki bunlar niçin yapılıyor? Yani, ben çok iyi anladım senin anlattıklarından; ordu zaten kendisi ulus-devlete göre şekillenmiş yapılandırılmış halinden başka bir biçime dönüşüyor. Kendisi zaten bunu yapıyor ama, sanki bu duruma “direniyor”muş görünümü veriliyor.
Suat Parlar: Önce şu ulus-devlet konusunu bir konuşalım.
Yiğit Tuncay: O da olur.
Suat Parlar: Şimdi şöyle bir durum var; ben gene olgular ve bilgiler üzerinden gitme yanlısıyım. Türkiye’de özellikle 60’ların devrimci gençliğinin çok iyi tanıdığı bir isim vardır. Komer. ODTÜ’de arabası yakılmıştı.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Komer, Vietnam’da da elçi olarak görev yaptı. Komer’in Vietnam’da pasifikasyon uzmanı olarak görev yaptığını biliyoruz. Komer’in orada yürüttüğü pasifikasyonun adı neydi? “Devrimci kalkınma”. “Kırsalda devrimci kalkınma”. Çünkü, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren ilerleme, modernizm, kalkınma ve bunun milliyetçilik çerçevesi içerisinde tek tek ulus-devletlerde gerçekleştirilmesi Amerika’nın politikasıydı. Batı’nın politikasıydı.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Türkiye’de buradan payına düşeni aldı. Truman Doktrini, Marshall yardımı… Ondan sonraki süreçler de ithal ikameci sanayileşme. İlginçtir, burada hemen bir yanlışı da düzeltelim: Türkiye’de süreklilikler vardır. Yani, bir hükümet, görünür bir hükümet, diğerinin programını alır, aslında yürütür. İthal ikameci sanayileşmeyi de Menderes döneminde geçildi. Planlamaya da onun döneminde geçildi. Çünkü IMF’yle yapılan, Menderes döneminde yapılan 58 anlaşmasının baş şartı bir planlama biriminin kurulmasıydı. Türkiye’de çok az bilinir; Menderes devrilmeden kısa bir süre önce, bir Planlama Koordinasyon Bakanlığı’nın hazırlıklarına girişti. Hatta kuruluş taslakları vardır. Ondan sonra müsteşarlık düzeyine indirildi. Ve 1958’den itibaren IMF’nin koşulları çerçevesinde döviz kurlarında, ithalat konusunda veya ithalatı ikame edecek sanayiler konusunda ilk çalışmaları Menderes hükümeti yaptı. Bizim kafa tabi o sürekliliklere pek alışkın olmadığı için, her şeyi kompartımanlarla düşündüğümüzden, bütünlük kopuk olduğu için bunu göremiyoruz. Menderes’in son dönemi itibari ile bakıldığında: kabalaştırırsak; sonrası, yani 27 Mayıs İhtilali’nden sonraki dönem “Menderes’siz Menderes dönemi”dir. Nasıl 12 Mart hükümetleri “Demirel’siz Demirel”, 12 Eylül “Demirel’siz Demirel” programıysa.
Yani bu programları onlar kurguladı, onlar icat etti demiyorum. Uluslararası sermaye ve uluslararası sermayeyi temsil eden örgütlerle, ittifaklarla binbir türlü ilişki içerisinde mayalanır, ortaya konur.
Çok basit direktiflerle gerçekleşecek değil. Bu çerçeve içerisinde Türkiye’de bir devlet yapılanmasına gidildi. Bunun adı da şuydu; kalkınma yönetimi. Nasıl yöneteceksiniz?…
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Bir devlet planlama teşkilatınız olacak, ithal ikameci sanayileşmeye dayanacaksınız, ithal ikameci sanayi çerçevesi içerisinde bir sınıfsal “barış” olacak, büyük bir sosyal güvenlik çerçevesi oluşturulacak, çalışan sınıflara iç pazarı destekleme adına kaynak aktarılacak, o çalışan sınıflar iç pazardan yararlanma adına bir gelir transferiyle özellikle bütçeden bir gelir transferiyle beslenecek. O ülkenin ana mantığında bir milliyetçi söylemi olacak ve bu ulus-devlet olarak;, bu meşruiyetle sunulacak ve milliyetçilikle, kalkınmayla harmanlanan ulus-devlet devrim tehlikesinden de uzak olacak. Çünkü o dönem büyük bir sosyalist sistem vardı. Türkiye’de idari reform adı altında çalışmalar yapıldı. Büyük bir personel rejimi. Devlette çeşitli kamu kurumları, buna devlet planlama teşkilatı da dahil. Ne zamana kadar? 1980’e kadar.
1980’de dünya kriziyle birlikte, özellikle 1971’de başlayan, 73’te Bretton Woods sisteminin çözülüşüyle kendini iyice ortaya koyan, o derin kapitalist krizle birlikte Türkiye’nin rolü, işlevi, konumu değişti. Başka birçok ülkeyle birlikte değişti. Bu geçiş çerçevesinde idari reform, yerini yapısal uyarlamaya bırakıyor. Devletin yapısal uyarlaması. Çok sevimsiz bir kavramdır. Hani diğerinde reform sözcüğü vardı. Burada yapısal uyarlama. Bu yapısal uyarlamayı Dünya Bankası yönetir. Kural budur. Dünya Bankası bunu kendi adına mı yapar? Asla! Çünkü Dünya Bankası arka plandaki Wallstreet bankerlerinin, dünya finans kapitalinin, dünyanın büyük endüstriyel mülkiyet sahiplerinin Paris ve Londra kulübü adı altında örgütlenmiş olan dev kapital gruplarının temsilcisidir.
Dünya Bankası’nın o dönem verdiği krediler, ki 1980’e kadar Türkiye’nin Dünya Bankası’na üye olduğu tarihten -1950’lerdir, şimdi tarih vermek istemiyorum, yanıltıcı olmasın- 25-30 yıl içerisinde alınan kredi dilimlerinden 5-10 kat fazlası, bu arada nicel olarak değil nitel olarak alınmıştır. O kredilerin şöyle bir önemi vardır; mesela size bir sektörle ilgili kredi verirken hiç olmayacak biçimde o sektörün tümüyle yasalarının değişmesini ister. Topyekün. Örneğin, biz bu kredilerle neleri kaybettik? Bir dönem Çukurova bölgesinin atıksu problemi veya çevre problemleri ile ilgili mütevazi bir kredi alındı. Karşılığında İller Bankası yasası değişti. Ne ilgi denilebilir? Siz şimdi burada İller Bankası yasasını değiştirdiğiniz zaman domino etkisi yapar. Bütün çiftçi üzerinde, bütün yerel yönetimler üzerinde, hepsi üzerinde. Çünkü belli kırsal alanları olan belediyelerden söz ediyoruz. Buna benzer onlarca değil yüzlerce yasa değişti. Ne ilginçtir ki, mesela 12 Eylül rejimi bu tip faaliyetleri, yasama faaliyetleri üzerinde pek fazla durulmaz. O yasama faaliyetlerini yürüten birim Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de üstlenmişti. Ve benim bildiğim kadarıyla 1000’den fazla yasa hazırladı. Ondan sonraki süreçte de işte kanun hükmündeki kararnameler rejimi geldi örtülü askeri darbe döneminde. Örtülü askeri darbe, Özal döneminde askeri rejimin gizli olarak sürdürülmesidir. Örtülü olarak sürdürülmesidir. Yani benim kafamda hiç bir şüphe yok. Çünkü aynı politikaların, bu anlamda devamıdır. Fakat görüntü çok fazla yumuşamıştır. Özal’ın yumuşaklığı sayesinde örtülü askeri rejimdir. Yapısal uyarlama, idari reform dönemini bu anlamda takip etmiştir ve devlette finans, maliye, ziraat, eğitim, sağlık, akla gelen her alanda büyük değişimler yaşanmıştır. Dünya Bankası uzmanları devlettedirler. Devletin her yerindedirler. Halen de öyledir. Devletin her yerindedirler bu yabancı uzmanlar. Böyle şiddetli bir dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Hakikaten de şiddetle gerçekleştirilmiştir. Çünkü bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi atmışlardır, ki bu çalışma daha Demirel hükümeti döneminde başlamıştır. 24 Ocak, esası itibariyle kamu bürokrasisine darbedir. 12 Eylül de ağırlıklı olarak zaten bürokrasinin bu şekilde parçalanması ve alternatif bir bürokrasi yaratılmasıyla yakından bağlantılıdır. Yani, ulus-devletin parçalanmasını ordu başlattı 12 Eylül’de.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Yapısal uyarlama ulus-devletin parçalanmasıdır. Ulus-devlet de, kimse yanlış anlamasın, bu milli güvenlik devleti çerçevesi içerisinde oluşmuştur. 30’larla ilgili tartışmaya girmiyorum. Siz Marshall planı içerisindesiniz, OECD içerisindesiniz, NATO içerisindesiniz, IMF’ye üye olmuşsunuz, uluslararası kapitalizmle görülür görülmez binlerce bağ içerisindesiniz, o dönemde bir de CENTO var, CENTO içerisindesiniz, eee ulus-devletsiniz. Beni kimse güldürmesin. Yani 100 tane, daha doğrusu 1000 tane eşiniz olup bakire olmanız gibi. Yani buna hayatın olağan akışı içerisinde inananlar inanabilirler. 1000 eşli bir bakirelik olabiliyor ise, dünya kapitalizminin, Türkiye’deki ideolojik, askeri yığınağıyla beraber değerlendirildiğinde, o zaman Türkiye hakikaten ulus-devletmiş, benim haberim yokmuş. Bir tek ölçü vereceğim; 35 milyon metrekare vatan toprağı Amerikan işgali altında, halen daha öyle. Bu nasıl ulus-devlet? Bu devlet de ulus-devletin ordusuna dayanıyor, öyle mi? O zaman bu milli güvenlik devletinin temel yapısı içerisinde, o idari reform çerçevesi içerisinde dıştan dayatılan bütün o kurumlar, o ideolojiler, o yapılar ordunun bilgisi, ilgisi, siyasi planlaması ve kapitalist rejimle içiçeliği sayesinde gerçekleşmiş. Burada ulus-devlet nerede? Bu bir milli güvenlik devletidir. Problem şu; bu direnişi ulus-devlet adına gösterenler, aslında milli güvenlik devleti adına gösterdiklerinin farkında değiller…
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Ve denklem gelip şuna dayanıyor; vebayla, kolera arasında seçim mi yapacağız? Denklem buraya dayanıyor. Bölgesel ölçekler içerisindeki kent devleti, global şehir sistematiğine oturmuş. Biri ilerici de, öbürü gerici mi? O da kendi tanımları içerisinde, o dönem ilericiydi.
Yiğit Tuncay: O zaman 2. Bölümde buna biraz daha devam edelim istersen.
Suat Parlar: Tabi.
Yiğit Tuncay: Suat, en baştan itibaren dünyadaki yeni oluşumu bize detaylı biçimde anlattın. İnsanlar ne zannediyorlardı? “Gladyo, kontrgerilla tasfiye ediliyor, dünyaya yeni bir hukuk anlayışı geliyor, insanlara özgürlük alanları açılıyor gibi bir imaj yaratılıyor. Bu bir psikolojik harp. Ulus-devlete geldik, ulus-devletin çözülmesi, bütün bunları anladık. Anlamakta zorlandığımız bir şey var, o da şu; bütün bu saydığın güçlerin arasında bir çatışma var görünümü varken, sen onların uyum içinde olduğunu, belli bir uyumla yeni bir yapılanmaya dönüştüğünü ortaya koydun. Koyduğun olgular çok doğru. Ama bunu biraz daha açarsan…
Suat Parlar: Şimdi şöyle bir durum var; burada teorik bazı hakikatlerden söz ediyoruz ve onları gerçeğin bir bileşkesi şeklinde kompartımanlara ayrıştırılmadan ele alınmasından türetiyoruz. Bir kere bunu söyleyelim. İkinci bir nokta da şu; bu süreçler çatışmalı şekilde gerçekleşir elbette. Uyum, sınıfsal uyumdur. Yani sınıfın uzun menzilli çıkarları açısından bir uyumdur. Türkiye’deki mülkiyet rejimi ile ilgili bir sorun var mı kurumlar arasında? Uluslararası kapitalizmle ordunun sorunu var mı? Polisin sorunu var mı kurum olarak? Türkiye’nin global pazarla bütünleşmesi konusunda bürokraside sorun çıkaran kaldı mı? Türkiye’nin NATO içerisindeki işlevlerine dair ordu da isyan var da benim mi haberim yok? Türkiye’nin 30 ülkede birden “karşı ayaklanma” doktrini, yani kontrgerilla doktrini uygulanmasına yönelik, ordu içerisinde şiddetli bir gerilim var da benim mi haberim yok? Bu nokta üzerinde polisle ordu arasında bir gerilim var da benim mi haberim yok?
Yapısal uyarlama süreci, devletin değişimi sürecidir. Yani neo-liberalleşme sürecidir. Yani devletin neo-liberal bir aygıta dönüşme sürecidir. Yani kabalaştırırsak; Türkiye’ye Özalizm çerçevesi içerisinde global kapitalizmin bütün düzenekleriyle ve bütün ideolojisiyle yerleşme sürecidir. Yani, bunun bizim sıradan dediğimiz insanın beynine bir zihin sömürgeciliği olarak şırınga edilmesi sürecidir. Yani, aydın diye ortada dolaşanların bir takım çıkarlarla midelerinden sisteme bağlanmaları sürecidir. Şimdi böyle değerlendirildiğinde bu temel süreçlere itirazları olan kimler? Kurumlar düzeyinde söylüyorum. Çatışma başka noktalarda yürüyor. Çatışmanın arkasında bir sınıfsal plan var. Örneğin Aydın doğan; Aydın Doğan, Türkiye’de mafyatik sermaye birikiminin 70’lerde yükseliş süreci çerçevesinde, artık basında tekelleşme olgusunun, yeni uluslararası işbölümüyle birlikte kendine yer edinmesinin ortaya çıkardığı şöhretlerden biri. Bir sermaye şöhreti. Şimdi örneğin; onun son zamanlarda çok palazlanması ve mesafeyi belli konularda açması ve şunu söylemek mümkün; sınıf olarak sermayenin çıkarlarını algılama konusunda eksiklik göstererek, aşırı derecede bireysel bir kapitalist olarak kendini ön plana atması neyi getirdi? Budanmayı getirdi ve bu budanmada ne MÜSİAD, ne hükümet, bizzat TÜSİAD’ın onayıyla gerçekleşiyor. Bizzat TÜSİAD bu süreci yönetiyor. Destek vermeyerek, bir çok konuda onu yalnız bırakarak. Daha önce bu modeli kime uyguladılar? Motorola’yla sermaye ile çıkar savaşına giren Uzan’a uyguladılar. Kalıplara modellere bakmak lazım. Bu kalıp ve modeller binlerce seneliktir. Bunlar böyle gökten düşmez. Seçkinler arasındaki çatışma ve mücadelenin masonik kalıpları vardır. O mesajları halk doğrudan algılayamaz. Burada hükümet filan tek başına ezmiyor Aydın Doğan’ı. Burada tek parti de kurulmuyor. Burada bir tane parti var. Burada komprador rejimin, bütünlüklü olarak çıkarlarıyla yoğrulmuş, müthiş ölçekte bloklaşmış bir yapı var. Bir kompradorlaşmış rejim var. Ve o kompradorlaşmış rejim aynı zamanda uydulaşma niteliğiyle ön plana çıkıyor. Bu uydulaşmadan devlet de nasibini alıyor. Devlet içerisindeki kurumların hepsi nasibini alıyor. Sermaye zaten bu sürecin orta yerinde duruyor.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde, bu yapıda değerlendirildiğinde, elbette ki çelişkiler çok keskin olacak kendi aralarında. Çünkü uydulaşmış ve kompradorlaşmış rejimler kan ve vahşet rejimleridir aynı zamanda. Kan dökücülük derken sadece kirli savaşı kastetmiyorum. Köle emeği üzerinde yükselir. Bugün tekstil köle emeği üzerine dayanıyor. Biz şu anda kölecilik çağındayız. Kapitalizm bir ilerleme değildir. Benim kitabımın da adıdır; ‘Emperyalizm Kölecilik’ derim. Köle düzeni, itaat mekanizmalarıyla bir soyutlama değil, ücretli kölelik de değil, kölelik olarak varlığını devam ettiriyor.
Şimdi bu temelde değerlendirildiğinde elbette o kaynaklar üzerinde yürütülen kavga keskin bir takım içerikler taşıyacak. Sermayenin kendi içerisindeki hizip mücadeleleri, sermaye kompradorlaştığı ölçüde iktidar statü kaynakları üzerinde kimin tekel kurduğuyla yakından bağlantılı. Devlet gücünü kimin yanına çektiğiyle bağlantılı. Bu bize ne olarak yansıyor? AKP’yle bilmem kimin kavgası olarak yansıyor. Bizim bunu sermayenin iç çatışmaları, dünya ölçeğinde kapitalizmin krizi yaşanırken, şiddetlenen tekelci rekabet açısından ele almamız lazım. Böyle ele alırsak doğru sonuçlara varırız. Bir yerlerden çıkan cephanelikler, bilmem ney!.. O medya. İmaj diye de bir kavram yok. İmaj hayal demektir. Sürekli olarak zihne bombardıman var. Şaşırtılmış, beyni yumuşatılmış insanlar var. Çünkü teori soğuktur. O soğukluktan kopmuş bir aydın tabakası var Türkiye’de artık.
Yani ne kadar güzel bir sözdür “organik aydın”. Ortada öyle bir boşluk var ki… Ortada neo-liberal aygıtın, “organik aydın”ın dışında -onlara da ne kadar aydın denilir- kimseyi göremiyoruz. Onlar da işlerini çok güzel icra ediyorlar. Çünkü müthiş bir zihin bombardımanı var. Hayaller üzerinden sürekli ve ne oluyor? Sürekli olarak bizi bir yerlere odaklıyorlar. O odakta hiç değişmiyor. O odakta silahlar, o odakta belgeler, o odakta provakasyonlar, darbeler var. Fakat bu tarafı kaçırıyoruz. Bu tarafı görmememizi sağlıyorlar. Nedir o? Demin sözünü ettiğim gibi, birincisi; devlette şiddetli bir değişim yaşanıyor ve buna direnenler. Yani, geleneksel bürokrasi dediğimiz kesimin son artıkları temizleniyor. İkincisi de; yıllarca Türkiye’de sermaye bir ideolojik boşluk üzerinde at oynattı. Onun için de ne yaptı? Sermaye faşizmini bile devlete kurdurttu. Niye SS’leri, SA’ları örgütleyemedi de, Almanya’da İtalya’da olduğu gibi aslanlar gibi devlete faşizmiyle el koymadı? Gücü yoktu. Onun için “Atatürkçülük ideolojisi” dedi. O büyük çerçevesi içerisinde geldi. Faşizmini bile devlete kurdurttu 12 Eylül’de sermaye.
Böyle bir yapıyla karşı karşıyayız. Bir ideolojik boşluk haliyle oluştu. Ne yapacağız? İnsanlara ne diyeceğiz? Evrensel bir ilke olan veya olması gereken laiklik üzerinden bir politik strateji kurulursa, bir saflaşma stratejisi kurulursa, bir savaş stratejisi kurulursa, o ülkede sermaye neyle ideolojik boşluğu dolduracak? Neyle yönetecek. Nasıl yönetecek? İşte orada İslam unsuruna dayandı. O boşluğu öyle doldurdu. Çünkü bu tarafta cumhuriyetçi denilenlerin yeteri kadar karalı olmadığı, yeteri kadar mücadeleci olmadığını gördü sermaye. Bunlara dayanamayacağını gördü, hat değiştirdi. Yani meşruiyete ihtiyacı var. İdeolojik ve kitlesel İslam’ı buldu. Uzun zamandan beridir zaten iktidar ortağıdır, sermaye içerisindedir. Bu böyle üç günlük beş günlük olay değil. AKP ile de başlamadı. Buralardan akıp geldi. Bir soğuk savaş İslam’ı vardır Türkiye’de. Bu çerçeve içerisinde meşruiyetini İslam’a dayandırdı.
Yiğit Tuncay: Şimdi Suat…
Suat Parlar: İslam demiştik…
Yiğit Tuncay: Evet…
Suat Parlar: Bu ideolojik boşluğun doldurulmasında sermaye İslamiyeti payanda olarak kullandı. Dolayısıyla bunun stratejik bir çerçeve içerisine alınması, değerlendirilmesi çok büyük bir çatışma şeklinde yansıdı. Yani, son dönemin moda “kültürcü” çatışmaları var; insanı zoo kültürel çerçevesi içerisinde ele alan, dıştan belirlenmişliği neyse, onu insanın dıştan belirlenmişliği olarak ele alan, Türkse, Kürtse, aleviyse, sünniyse, müslümansa, her neyse bunlar üzerinden…
Türkiye’de bu kapsam üzerinden değerlendirme yaparsak, büyük bir titizlikle vurgulamaya çalıştığım ana noktayı gözden kaçırırız. Nedir o ana noktalar? Devlette değişim, uluslararası işbölümünde sermaye çerçevesinde değişim, bunun yansımaları, bu noktaları gözden kaçırırız. Bu tabi kendini bir kriz olarak ortaya koyacak. Politik, ideolojik, jeo-politik bir kriz olarak ortaya koyacak. Müthiş bir değişim yaşıyoruz. Demin sözünü ettiğim süreçte, yani birilerinin “ulus-devletin kurumlaşması” dediği, kalkınmanın en yüce değer olarak görüldüğü, ithal ikameci sanayileşmenin çerçevesi içerisinde, ulusalcı çerçevede kalkınmayı hedeflemiş, her sene %7 kalkınan bir Türkiye’nin olduğu, böyle bir çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde kaç tane askeri darbe ve askeri darbe girişimi var? 27 Mayıs var, Şubat hareketi var, 21 Mayıs var, 9 Mart var, 12 Mart var. onun yanı sıra Namık Kemal Ersu’nun adına mâledilen darbe var. Var, var, var!.. Ve o süreç içerisinde müthiş bir kapışma gene yaşanıyor. Bunlar böyle, demin sözünü ettiğimiz uyumlar, çelişkili birlik…
Burada diyalektiği çıkış noktası yapmak durumundayız. Başka türlü bu süreçleri analiz edemeyiz. Bunlar çelişkili birliklerdir. Buradaki sözü edilen uyum veya uyumsuzluk diyalektik çerçeve içerisinde, sınıfsal zemin üzerinde bir anlam ifade eder. Yoksa tabi ki yansıyan ne? Kaos. Fakat burada çok büyük bir hınzırlık var. Eğer biz hep bu kaos yansımasıyla meseleyi ele alırsak, arka plandaki düzenliliği gözden kaçırırız. Bizim için kaos olan, birileri için plandır, stratejidir, düzenliliktir. Yoksa böyle, hep dıştan belirlenmiş bir dünya var ve biz o dünyanın öznesi değil, nesnesiyiz. Hep bizim üzerimizde güçleri var. Onlar istediği gibi at oynatıyor. Yok böyle bir durum. Biz bu dünyayı çözümleyebilecek araçlara sahibiz ve çözümlüyoruz da. Dolayısıyla, oradan çıkan silah, buradan olan bilmem ne, mesele bu zemin üzerinden değerlendirilirse, buradan kayar gider.
Ve burada medyanın korkunç bir işlevi var. Medya tam anlamıyla, komprador burjuvazinin propaganda aygıtı. Bu şekilde çalışıyor. Buna şaşırmamak lazım. Medya bir yalan makinesi. Medya oturup da gerçekler üzerinden kimseye bir anlatım sunmaz. Medya, demin sözünü ettiğimiz sürecin orta yerindedir. Çünkü medya büyük şirketlerle içiçe geçmiş, büyük şirketlerin yoğurduğu -uzun zamandan beridir- hatta basın içerisinden gelmeyen büyük şirketlerin yoğurduğu bir mekanizma. Oto sansürüyle, kendi süzgeçleriyle, medyada ne tarafsızlığa yer var, ne özgürlüğe yer var, ne bu anlamda düşünceye yer var. Arada sırada dürüst insanların bazı çıkışları yer bulabilir. Bunun da bir önemi yok. Nihayetinde medyanın işi ne? Medyanın işi bizi satmak. Medya reklam verenlere izleyici satar. Gazete okuyucusu bu anlamda satılandır, maldır…
Yiğit Tuncay: Medyayı…
Suat Parlar: Televizyon izleyicisi maldır. Bu malın sürümünden medya nemalanır. Böyle değerlendirildiği zaman medyadan akan pisliği de yerli yerine, yani istisnasız söylüyorum -tabi bu anlamda toplumsal muhalefeti temsil edenleri ayırarak söylüyorum- ama, onun dışında genel çerçeve içerisinde bakıldığında medyadan pislik akıyor, akacak da. Bu demin sözünü ettiğimiz süreç bir zihin bombardımanı şeklinde ilerliyor. İnsanlar şaşırtılıyor ve mümkün olduğu kadar o üzerinde durulması gereken süreçler gözden kaçırılıyor. Zirai donatım kurulu elden gidiyor. Kimse görmüyor. İller bankası gidiyor. Müthiş bir yerelleşme çerçevesi içerisinde, Türkiye ulus ötesi şirketlere teslim ediliyor, kimse görmüyor. Köy kanunu çıkartılacak kimsenin haberi yok. Petrol kanunu: O petrol kanununu Saddam Hüseyin çıkarsaydı, bugün devrilmeyecekti. Türkiye’de savaş olmadan uygulamaya konulanları, ancak savaş neticesinde Irak’a sömürge valisi Bremer getirdi. İlk uygulamalar olarak koydu. Yani özelleştirme, piyasanın kuralsızlaştırılması, banka sistemi düzenlemesi; bunlar bizde savaşsız oldu. Hangi ulusalcılık? Irak ordusu veya her neyse, Irak direnişçi güçleri müthiş bir ambargoyla kısıtlanarak, bir çerçeve içerisinde tutularak dünyanın en büyük ekonomik soykırımını yaşayarak, 1,5 milyon savaştan sonra kurban vererek, 500 bin çocuğu savaştan önce, ekonomik ambargoya vererek bunu ancak içerebildi. Zorla kabul ettirdiler. Biz de teslimiyetle. Hangi ulusalcılık? Kim ulusalcılıktan bahsedebilir!…
Yiğit Tuncay: O zaman, onu daha sonra…
Suat Parlar: Bu utanmaz kepazelik. Ulusalcılık bakın şudur; kimse BAAS’ı da küçümsemesin…
Yiğit Tuncay: İstersen bunu daha sonra somut soru olarak soralım…
Suat Parlar: Mesela o “küresel isyancı”; demin sözünü ettiğim o belgelerde “karşı ayaklanma”, Amerika ve İngiltere’nin “karşı ayaklanma” belgelerinde “küresel isyancı” denilen rengarenk, alacalı bulacalı, çıkıp bilmem nerelerde Batı sokaklarında gösteri yapanlar değil. Bu bağımsızlıkçılık çerçevesi içerisinde dünyanın dört bir yanında silahlı direnişle ona karşı koyanlar. Bu anlamda Irak’ta bağımsızlığı için direnişte bulunan, yumuşatılmış bir tabirle “küresel-sosyal isyancı”. Bunun ölçütleri var. Bu ölçütler öyle basit ölçütler değil, anlatabiliyor muyum? Onlar da bunu biliyor. Yani “karşı ayaklanma” doktrinini sistamatize eden de biliyor. Dolayısıyla Türkiye’de “ulusalcılık” çok fazla ucuzlatılmış bir çerçeve içerisine büründürüldü. Hiç bir riski de yok. Medya ulusalcılığı var ve o medya ulusalcılığı bu işten rant kazananlar. Yani bu işin karşısında duran, neo-liberalleri temsil eden kesimle diğerleri, artık günlük programlarda aylık alarak biraradalar. Yani bu artık ranta dönüşmüş vaziyette. Yani öyle bir hale geldi ki iş, medya üzerinden bir bölünme yaşanıyor. Bu sahte bölünmedir. Bu medyadan gelecek hangi tanım doğru olabilir? Bu medyadan gelecek hangi tarif, hangi bilgi doğru olabilir? Çünkü medyanın işi, demin sözü edilen süreci gizlemek.
Defalarca sordum, bir daha soruyorum, Türk silahlı kuvvetleri 30’dan fazla ülkede kontrgerilla eğitimi veriyor, bununla ilgili niye belge, bilgi saçılmıyor? Onun dışında kim belge arıyor? Maraş’la ilgili belge arayanlara ben istedikleri kadar belge vereyim. 1 Mayıs’la ilgili belge arayanlar… Türkiye’de kontrgerillanın zaten suçüstü yakalanması söz konusu. Operasyonel alanla ilgili olarak, biz binlerce sayfa yazdık. Bunlar orada duruyor. Bunları şimdi yeniymiş gibi nereye, neye sunuyorlar? Ayrıca da bu ülkede ordu sanki hiç darbe yapmamış. Burada aslolan darbe meselesi de değil. Rejime bakacağız. Hukukun üstünlüğü adı altında örgütlenmiş, bu müthiş şiddet düzeneğine bakacağız.
İkincisi, mesela anayasa tartışması. Türkiye’de anayasa değişti. İşte o anayasayı değiştiren 80 hükümle değil. Bakın, Türkiye’de icra yasasından, ticaret yasasına kadar hallaç pamuğu gibi atıldı. Toplumun sosyal dokusunu kapsayan hukuk metinlerinin hepsinde değişiklik yapıldı. Kiracı, kiralayan ilişkisinde bile. Ve bu değişimde merkeze, sessiz sedasız kapitalist anlayış çerçevesinde fert varken, ulusötesi şirketi yerleştirdiler. Tıpkı bir şahıs, bir kişi, bir insan gibi görüyorlar bu şirketleri. İnsanlar arasındaki bütün o ilişkiler, kurumlar arasındaki bütün ilişkilerin çelik çekirdeğinde şu anda ulusötesi şirketin çıkarları var. Anayasal mimari zaten değişti. Yani bu anlamda hangi anayasayı değiştirecekler?
Onun dışında, efendim tek parti diktatörlüğüne geçilecekmiş. Türkiye’de ne zaman çok parti oldu? Benim mi haberim yok? Şu anda AKP’nin dış politikası tamamıyla İsmail Cem’in dış politikasıdır. İsmail Cem’in hangi söyleşisini açarsanız, inanç üzerinden, Osmanlı vurgusuyla, Ortadoğu-Balkanlar ve Kafkasya’da Türkiye’nin etkinliğini savunur. Türkiye’nin nasıl işlevler üstleneceğini savunur. Ahmet Davutoğlu politikası İsmail Cem politikasının ucuz bir tekrarından başka hiçbir şey değildir. Bu boş bir iddia da değil. İsmail Cem’in, bırakınız her hangi bir tarih, -tarih de vermeyeyim- herhangi bir konuşmasını alın koyun önünüze, inançlar üzerinden, ki o inançlar İslamiyet ve Osmanlı olarak vurgulanır, bir dış politika örgüsünden söz edilir. Bu tamamıyla şişirilmiş bir anlayış.
Yani şöyle; şimdi bu bölgede bir bölgesel güç mücadelesi var: İran veTürkiye. Türkiye zaten bu anlamda emperyalizm tarafından geriye çekildi. Küresel güç adayı İran. Belli kural dizileri çerçevesi içerisinde budayarak İran’ı dünya sistemine dahil edecekler. Böyle bir bölgede iki imparatorluk bakiyesinin ikisi de bölgesel güç olmaz. Türkiye zaten hakkına şu anda razı. Yani kent-devlet esasına oturtulmuş bir bölge gücü. Bölgesel güç değil. Bu Türkiye’nin, alt emperyal niteliklerinden de soyutlanacağı anlamına gelmiyor. Türkiye çok daha şedid, askeri bir takım işlere girecek kriz bölgelerinde. Bunu yapacaklar, o ayrı, onu ayırarak söylüyorum.
Böyle bir yapı söz konusu. Türkiye şişirilmiş bir diplomasi uyguluyor. Doğada böyle bir şey yok. Çatışma vardır. Fiziğin kanunudur. Yani, biri kazanacak, diğeri kaybedecek. Bu gayet açıktır. Bu çerçeve içerisinde bakıldığında da, bu dış politika da hükümetler üstüdür. Yani AKP hükümetinin dış politikası, İsmail Cem politikasıdır. Nettir bu.
Türkiye -demin İslam konusuna da vurgu yaptım- inanç üzerinden bu bölgelere gidecekse, inanç üzerinden ticaret, finans, inanç üzerinden global şirketlerle ortaklaşma, inanç üzerinden belli değerlerin paylaşımı ve giderek inancın paketlenip pazara sürülmesi. Peki bu nasıl olacak? Hangi inanç? İslamiyet. Gayet net, değil mi? Bu İslamiyet’in olması için radikal laikliğin kozasına çekilmesi lazım. Türkiye’de “ılımlı İslam” tehlikesi yok, “ılımlı laiklik” tehlikesi var. Çünkü ılımlı laiklik tehlikesi, bir stratejik koz haline getirilen laikliğin evrensel ilke niteliğinden boşaltılarak, bir politik nesneye dönüştürülmesi durumu. Öyle bir hale geldi ki, Türkiye’yi pozitivist Anıtkabir’e çevirdiler. Bütün yakarlar oraya, bütün gidişler oraya, içi boşaltılmış bir toplum, kendini artık eylemsizliğiyle tarihin nesnesine dönüştürmüş ve açıkçası da bütün politik hedefleri sakat.
Yani şimdi, şunu net olarak koymak lazım; bu hükümetin ekonomi-politik uygulamaları, gene bir soyutlamayla nasıl Kemal Derviş’siz bir Kemal Derviş uygulamasıysa, dış politikası da İsmail Cem’siz İsmail Cem politikasıdır. Burada o sürekliliğe vurgu yapıyorum. Yani, burada isimler önemli değil, o isimlerin temsil ettikleri oturdukları sınıfsal zemin önemli. Şunu net olarak görelim; bir resmi milliyetçilik oluştu Türkiye’de. Ne zaman? 57. Hükümet döneminde. Bu resmi milliyetçilik de şunu yaptı; ülkücü-mafya başlığı adı altında, tuttu belli bir kesimi milli güvenlik meselesi haline getirdi. Kaldı ki, o öyle basit bir mafya filan değil, o ideolojik kurguya da oturuyordu. Yani, açıkçası kendi radikal unsurlarını temizledi. Uluslararası güçlerle uyumlu, global sermayenin buradaki bütün isteklerine cevap veren ve başbuğu Amerika olan bir resmi milliyetçilik geldi oturdu. Bunun hükümet deneyimi, cilalarını döktüğü için, o ideolojik boşluğu dolduramadı. Halen daha İslam var. Buradan nereye geleceğim? Şuraya geleceğim; mesela belli cemaatler var, o cemaatlere bakalım. Efendim, bilmem ne adına yazılan gladyo. Bu gladyoyu da küçültmektir. Bu, bu kadar basit değil. Böyle cemaatler adına falan gladyo yazılmaz. Ve o cemaatler bu devletin bir parçası artık. Bunu net olarak görmek lazım. Kimse rövanş beklemesin. Kimse bunlara vurulacağını beklemesin. Çünkü bu süreç, devletin yönettiği bir süreçtir.
Yani bu İslam anlayışını, Ortaasya’da Türkî cumhuriyetlerde, hatta Çin’e kadar uzanan coğrafyada, genelkurmay başkanının menzil olarak ilan ettiği coğrafyada bu askeri yapıyı bütünlemesi, bu “karşı ayaklanma” doktrini ile bütünleşmesi bir devlet politikasıdır. Türk devletinin politikasıdır. Onun için de o cemaat liderlerine, Demirel’inden Ecevit’ine kadar herkes madalya takmıştır. Generaller bunlarla birlikte resimler çektirmişlerdir. Onlar da bu süreç içerisinde kendilerine açılan imkandan yararlanarak teknokrat-bürokrat kabineler, -pardon- teknokrat-bürokrat kadrolar yetiştirdiler. Ve bu teknokrat-bürokrat kadrolar akademik ihtiyaca da cevap veriyor. Bu yapılar alabildiğine seçkinci, kapitalizme bağlı,” ihramlı kapitalizm”le kendini dillendiren, serbest piyasacı ve giderek net bir biçimde dünyanın güç merkezi olarak halen daha Amerika’yı gören, bu anlamda Amerika’yla bütünleşme anlamında ultra-sağcı kadrolar. Bunlar devlette de var, teknokraside de var. Bu kadroların şimdiden sonra tasfiye edileceğini kimse beklemesin. Bu bir devlet politikasıdır. Sadece çok uç noktaya gelmiş olanlar, göstermelik olarak bir kenara itilebilir, o kadar. Onun haricinde cemaatler üzerinden bir rövanş bekleyenler yanılırlar. Böyle bir rövanş asla, katiyen söz konusu olmayacak.
Yiğit Tuncay: Bunu daha detaylı konuşalım o zaman. Şimdi biz daha önceki söyleşilerimizde hep değerlendirdik, o dönemin gündemini. Neydi o? Laikçi-İslamcı karşıtlığı. Buradan bir çelişki yaşanıyordu. Şimdi o aşıldı. Yani herkes artık bu çatışmanın üstünden gitmiyor, darbe mi, demokrasi mi çatışmasına. Ama bu çatışmaların da iki kutbu vardı, ki diğer gündemde de, bugünkü gündemde de yine karşı karşıya olan. Bu neydi? Deminden beri değerlendirdiğin ulusalcılar. Bu ulusalcılar neye dayanıyordu? İşte bunlar Avrasyacıdır, NATO’dan çıkılmasını istiyorlar. NATO’dan çıkılıp farklı bir ittifak geliştirilmesini, işte Rusya-Çin-Türkiye gibi bir ittifak gelişmesini istiyorlar. Bunun yanı sıra bu çatışmanın diğer kutbu da küreselleşmeciler. Bunlar da AB eksenli, ABD eksenli bir zemine oturuyorlardı. Bu çatışma içinde küreselleşmeciler dediğimiz kesim birden bire ortaya “Ergenekon” diye bir yapı attı. Gazetelerde başlık oldu ve bu başlıktan sonra insanlar tutuklanıp cezaevine konmaya başlandı. Denizden mermiler, silahlar, el bombaları çıkmaya başladı. Yapılan kazılar da silahlar çıkmaya başladı. Böyle bir süreç yaşandı. Şimdi bu değerlendirmeden baktığımızda, herkes uyum içerisindeyse, bunlar nereden çıktı? Bu darbe yapma içinde olduğu söylenenler fikri niye ortaya atıldı? Bu soruların cevabını merak ediyoruz doğrusu.
Suat Parlar: Burada herkes derken, herkesten kastedilen nedir? Yani, herkes uyum içinde diye bir laf yok. Bir süreçten bahsediyoruz. Süreçler çelişkili birliklerdir. Bu süreçler işletildi. Demin sözünü ettiğim; kalkınmanın temel slogan olduğu, şiar olduğu dönemde 3-4 tane darbeden, darbe girişiminden söz ediyorduk.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Büyük çatışmalardı. Demirel çıkıp “yollar yürümekle aşılmaz” demişti. Bunlar kargaşa gibi yansıyan dönemlerdir. Ben arka planı anlatmak için bir çerçeve çizerken bu uyumdan söz ediyorum. Global kapitalizmin temel sütunlarında bir anlaşmadan söz ediyorum. Diğerine gelince: çok basit, önce Çin’den başlayalım; Çin’in ihracatının büyük bölümü, ulus ötesindeki şirketlerin oradaki yatırımlarından kaynaklanıyor. Çin ordusu, Tayvan ordusu kadar bile modernize edilmiş değil. Rusya’nın sorunu elindeki nükleer cephaneliğe dayanarak küresel işlerde biraz daha ön planda olabilmek. Yoksa petrolünü, doğalgazını nereye satıyor? Ne yapıyor? Yani, dolayısıyla şimdi bu kurguları da ortaya koyarken sınıfsal zeminden kopmayalım. Bir defa Avrasyacılar ne kadar anti-kapitalisttir? Tartışılır. Bu bir…
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: İkincisi; benim söylemimle bir insan sosyalist olmadan anti-emperyalist olamaz. Yani, benim görüşüm bu ve tarih bunun kanıtlarıyla dolu. Binlerce sayfayı yazma sebeplerinden biri de budur. Geçici bazı ittifaklar olabilir ama, her seferinde yükselen dalgayı, devrimci dalgayı alıp pazarlık konusu yapıp satıp, Batı’yla, Batı kapitalizmiyle uzlaşmak için gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla bu konu ayrı, bu ayrı bir tartışmanın konusu, bunu tartışmak için binlerce sayfa yazdım. Petro-politik üzerinden, başka noktalar üzerinden. Şimdi böyle değerlendirildiğinde, Avrasyacılar ne kadar kapitalizme karşıdır? Yani, sizin bir özgürlükçü kapitalizm düşünceniz varsa, ona benim bir sözüm yok. Veyahut da şu soruyu ortaya atalım; tek ülkede kapitalizm olur mu?
Yani bu model şudur; tek ülkede kapitalizm olacak, orada kalkınma olacak, orada planlama olacak, orada devlet olacak, orada işte kitlelere belli paylar aktarılacak. Ne kadar memnun olurum, buyursunlar yapsınlar. Bu yok. İleri adımı savunmak lazım. Savunan net bir biçimde ortaya çıkıp, sosyalizmi savunacak. Savunduğu sosyalizm de reel sosyalizm olmayacak, biz bir geçmişe dönüşü savunmuyoruz. Mutlak eşitlik temelinde, kullanım değerleri temelinde, özgürlükçü değil, özgür toplumu ve demokratik merkeziyetçiliği de değil, doğrudanlığın merkeziyetçiliğini savunuyoruz. Her alanda, her konuda mümkün olduğu kadar doğrudanlık üzerinden bir merkeziyetçilik. Yoksa demokratiklik, demokrasi çerçevesi üzerinden değil. Nefret ve şiddetle bu anlamda demokratik olanı reddediyorum. Çağımızın vebası demokrasi, çağımızın vebası demokrasi üzerinden şiddetin meşrulaştırması. Çağımızın vebası demokrasi üzerinden emperyalist terörün meşrulaştırılması. Bunların hiçbirine karşı çıkma, bir soyut Avrasya modeli kur, o Avrasya üzerinden paşa paşa değerlendirmelerde bulun. Yani, işte Türkiye, İran’la beraber olsun. Türkiye, Rusya’yla beraber olsun. Rusya-İran Türkiye’yle nereye kadar beraber olacak? Yani, onlar orada nesne. Yıllardır bütün tarih boyunca bizi beklediler. Gene bizi bekliyorlar. Biz karar vereceğiz, politikamızı değiştireceğiz. Onlar bizim için pazarlık kozu. Biz hep çelişkilerden yararlanırız. Bizim egemenlerimiz 200 senedir çelişkilerden yararlanır. İşlerine geldiği zaman Batı’ya yanaşır, işlerine geldiği zaman Doğu’ya yanaşır. Batı’yla pazarlık edeceği zaman silahlı bürokrasinin önde gelenleri bir koz olarak İran’ı sürer, bir koz olarak Rusya’yı sürer. Eee bunun üzerinden ne olur? Bunun üzerinden ulusalcılık değerlendirmeleri yapılır. Yok böyle şey.
Bütün ömrü boyunca NATO’nun emir-komutası içerisinde bulunmuş. Bütün ömrü boyunca NATO’nun gerek Türkiye’de, gerek yurt dışındaki operasyonlarında görev almış. B ütün bir ömrü boyunca kışkırtılmış, kurgulanmış bir iç savaş çerçevesinde kendi vatandaşlarını serbest piyasaya tehcir etmiş. Bunun stratejisini uygulamış olanların doğrusu neyle nitelendirilecekleri benim sorunum değil. Burada ben herhangi bir kavrama özel bir önem yüklemiyorum. Yani, insanlar kendilerini nasıl tarif ederler, o kendi problemleri. Fakat buradaki bloklaşmaların da, arka planında sermayenin çeşitli kesimlerinin yer aldığı iktidar kaynakları, devlet kaynakları, statü kaynakları üzerinden bir çatışma olduğunu biliyorum. Elbette yürüyecek. Bir tarafta 57. hükümetle henüz daha, -o nasıl denilir- hırsını tam tatmin edememiş, yeterince sermaye içerisinde istediği imtiyazları alamamış, geçmişten taşıdığı ilişkilerle gelen bir kesim var. Onlar o ideolojik boşluğu dolduramadılar. Ondan sonra sahneye kimler çıktı? İslamcılar. Bu yeni mi? Değil. Türk-İslam sentezi. Bu devlet, ulus-devlet yıkılırken beraberlerdi. Çünkü, Özal’ın bayrağı altında hepsi birleştiler. O Özal’ın bayrağı altında devletin tasfiye edilmesi sürecinde, yani demin sözünü ettiğimiz Dünya Bankası’nın kurulması sürecinde yeni sağ işbirliği yaptı. Özalizmin kanadı altında buluştular. Meşhur bir laf vardır; “fikri iktidarda kendisi cezaevinde bir hareketiz”. Bu ne garabet? O garabeti hemen düzelttiler. Bu sözü söyleyen de dahil olmak üzere bütün faşist kadrolar Özal’ın yanında yeraldılar. Onun yanı sıra senelerce masonlara küfreden, senelerce anti-siyonistlik iddiasında olan İslamcı kadrolar da, Özal’ın yanında yer aldılar. Ne yaptılar? Dünya Bankası devletini kurdular. Peki bu süreçte ordu ne yaptı? Ordu bu sürecin zaten karargâhındaydı. Bütün o yasalar, kanun hükmünde kararnameler, zaten 12 Eylül sürecinde çıktı. TÜSİAD ne yaptı? TÜSİAD neredeydi? Şuradaydı; TÜSİAD 1983 yılında şu açıklamaları yaptı, gayet net, “son 3 senenin gelişmeleri görülmemiş ölçüde bizim açımızdan değerlidir, çok reformisttir, bu reformlar zaten olağan bir rejimde yapılamazdı, orduya minnettarız” dedi. Bugün darbe anayasası deyip, anayasaya karşı çıkan TÜSİAD, o darbenin mütahitidir. O darbenin taşeronu da silahlı bürokrasidir.
Zaten o anayasa ile ilgili bir mesele yok. Demin sözünü ettiğim gibi, Türkiye’nin anayasal mimarisi değişti. Buradaki sorun şu; bütün bu ideolojik, politik diğer krizler ister istemez bir sistem krizi çerçevesinde yansıyor. Buradaki komprador burjuvazinin işlevi de bu görünümü halletmek. Burada doğru bir çerçeve oluşturmak, dünyaya da bir görünüm vermek. O görünümün verilmesi için yasadışı olanın, hukuk dışı olanın hukuk içerisine çekilmesi lazım. Şu anda Türkiye hukuk dışı. Onların hukuki anlayışıyla söylüyorum. Fiilen siyasi olan hukuki bir kapsama bürünmemiş. Yani, fiilen siyasi olan, hukuki bir kapsama bürünmediği için de, şu anda sistem hukuk dışı görülüyor, kanun dışı görülüyor. Ama bu bir görüntü. Zaten kapitalizm budur. Kapitalizmin bir olağan hukuku, bir olağanüstü hukuku yoktur. Bizim “olağanüstü hal” dediğimiz, o şiddet ve cebir rejimi hukukun özüdür. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü denildiği zaman, global kapitalizmin üstünlüğünü savunan hukuktan bahsedilir. Yoksa tarafsız, bir yerlerde soyut bir hukuk yok. Bu anlamdaki hukuk fetişizmi de yanlıştır.
Bu çerçevede mesele değerlendirildiğinde, örgütün tanımlamaları var. Peki o örgütün adı ‘çiğ tavuk’ olsa ne değişecekti? Bu toplum animist bir toplum. Sözcüklere tapıyor. Sözcük aydınlattı mı? Sözcük kontrgerilla gerçeğini mi aydınlattı? Sözcük 1 Mayıs’ı mı aydınlattı? Maraş’ı mı aydınlattı? Çorum’u mu aydınlattı? TÜSİAD’ın darbe sponsorluğunu mu aydınlattı? Vehbi Koç’un, Kenan Evren’e yazdığı mektupları mı aydınlattı? Özalizmi mi aydınlattı? Türk-İslam sentezi kadrolarının ulus-devleti yıkmasını mı aydınlattı? Pentagon’un, Türkiye’de sivil toplumcu bir sol yaratmasını mı aydınlattı? Bu sözcük neyi aydınlattı? Bu animizm. Bu animizmi, bu toplu ayini yayan da doğrudan doğruya medyanın kendisi oldu. Yani medya içerisine yerleşmiş olan neo-liberal sürüler -ki çoğu midesinden bağlıdır- bu çerçevede, bu propaganda savaşını yürüttüler ve burada bir görev bölüşümü gerçekleşti. Sahte bir saflaşma yaratıldı. Temellerde bir saflaşma yok ki. Yani özelleştirme konusunda, devletin özelleştirilmesi konusunda, serbest piyasacılık konusunda var mı bir saflaşma? Kendi medya yapılarını sorgulayabilirler mi? Hâşa! Zaten böyle bir şey olamaz. Mehmet Ali Ağca’yı sorgularlar. Mehmet Ali Ağca’nın büstünün TÜSİAD’ın önüne dikilmesi lazım. Gazeteciler cemiyetinin önüne dikilmesi lazım. Türkiye’nin en çok para kazanan gazetecileri onun yüzü suyu hürmetine o kadar çok para kazanıyorlar. Niye? Şundan; gayet basit, Türkiye’de holding sermayesinin, tekelci sermayenin Bâbıâli’yi ele geçirmesinde işaret fişeği Abdi İpekçi cinayetidir.
Abdi İpekçi bu sürece boyun eğmediğinden direndiğinden değil. Bunlar kendi aralarında davalarla mesajlaşırlar. Ölümlerle, suikastlarla mesajlaşırlar. Üst tabakanın hesaplaşması vahşetle olur. Bu şekilde hesaplaşırlar. İktidar kavgaları bu şekilde verilir. Halkı zaten ezer geçerler. Hiç kimse Türkiye’de basında tekelleşmenin ve Bâbıâli içerisinden gelen patronların tasfiye edilmesinin hangi cinayetle başladığı üzerinde durmaz. Ne çok şey borçlular. Yani, Türkiye’nin en büyük medya tekeli o süreçte güçlenmeye, birikmeye, varlığını kanıtlamaya, dalbudak sarmaya, devletle pazarlık etmeye, sermayeyle pazarlık etmeye başladı. Aynı medya grubu, Kenan Evren’in hatıralarını yayınladı. Kenan Evren oranın başyazarıdır. Ayrıca da o medya grubunun kalemşörlerinin, bugün çok demokrat görünen kalemşörlerinin yazılarını Kenan Evren’in hatıralarında bulursunuz. Bugün o çok demokratçılık oynayanları -isim vermeye gerek yok- merak edenler, Kenan Evren’in hatıralarına baksınlar. O yazarların bir bölümü daha önce de Tercüman’da anti-komünist salyalarını saçarlardı. Ama birleştikleri nokta nedir? 1- Ulus-devlet görünümü çerçevesinde bu milli güvenlik devletinin tasfiye edilmesinin ilericilik olarak sunulması, 2- Serbest piyasa tanrısına bütün bir halkın kurban edilmesi, 3- Komprador rejime biat, tapınma. 4- Ultra-sağcı bir Batı’cılık anlayışı. Bunlar değişmezleridir. Yani medyanın tepe noktalarının değişmezleri bunlardır. Örneğin Ağca, sonrasında ne oldu? Gitti Papa’yı vurdu. Ağca’nın, Papa’yı vurması sosyalizme yönelik muazzam bir propaganda kampanyası başlattı. Yani demin sözünü ettiğimiz “karşı ayaklanma” doktrininin en önemli merkezleri, ki bu merkezlerin uzmanları da var. Mesela bir tanesi Paul Henze. Türkiye’de CIA istasyon şefiydi. Bilinen isimlerden biridir, ki Abdi İpekçi’nin öldürülme emrini Paul Henze vermiştir doğrudan doğruya. Bu süreçte o kadar önemli rolü vardır. Bu kadar net söylüyorum ben. Uğur Mumcu’nun öldürülme, katledilme emrini veren, bizzat veren Paul Henze’dir.
Paul Henze, Türkiye’deki iç savaş döneminin kilit noktasındadır. Türkiye’de kapitalistlerle, önde gelen kapitalistlerle, medya patronlarıyla içiçedir, vıcık vıcık ilişkilere sahiptir. Bu bir iddia değil. Hiç biri bunu yalanlayabilecek durumda da değil. Paul Henze, o propaganda savaşında başı çekti ve Mehmet Ali Ağca 2. Hizmetini sundu. En büyük hizmet. Daha da ilginci, kardeşi Adnan Ağca ilk hapisten çıkışında gazetecilere bir açıklama yaptı. Fakat gerçeklik onuru taşımaktan uzak, hakikati gömme üzerine dayalı, sahtekâr, -çalışanları kastetmiyorum, üst kademede bulunan kişilikleri-, üzerini örttüler söylediklerinin. Dedi ki: “Bizim planımız, abimle birlikte Amerika’ya yerleşmek”. Nasıl olacak bu? Şöyle olacak dedi: “biz bu konuda söz aldık”. Kimden? Dünyanın en büyük anti-komünisti Paul Henze’den. Bu soru sorulmadı. Soramaz Türk basını bu soruyu. Bu kadar üzerinde duruldu suikastın. Paul Henze’yi dile getirebilen oldu mu? Getiremezler. O anti-komünist propaganda. “Bu işte Bulgar mafyası sorumluydu”, bunun üzerinden haber yapmaya, daha doğrusu kirli bilgi yaymaya çalışıyorlar. Orada da Ağca’nın hizmeti oldu.
Şimdi ikisi beraber değerlendirildiğinde, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, ağırlıklı olarak basının sermaye yapısındaki çok büyük bir değişimin işaret fişeğidir. Öldürülmeden 1 hafta önce bir TÜSİAD toplantısına katıldı. Orada bu dönemin en demokrat geçinen gazetecilerinden biri, bir bayan kendisine ve Uğur Mumcu’ya şiddetli, sözlü saldırılarda bulundu. Gene çok önemli bazı holding sahipleriyle birlikte. Mahkeme ister bu bant kayıtlarını. Kayıp TÜSİAD kayıtları. Nerede? TÜSİAD arşivci değil mi? Nerede o kayıtlar? Soran var mı? Yok. O zaman Türkiye’nin büyük sermayesinin bir kez daha sorgulanması lazım. Kriminal işlerinden dolayı, kirli savaşlardan dolayı, iç savaşlardaki rolünden dolayı sorgulanması lazım. Sorgulandığı zaman ortaya dehşet verici meseleler çıkacak ve şu çıkacak; böyle ortada kendisi için darbe yapmış bir silahlı bürokrasi yok. O taşeron. Bir müteahhidi çözelim bakalım. Müteahhid nerede? Müteahhid kim? Şimdi ne yapıyor o müteahhid? Basının bu yapısı değerlendirilecek, ki bu çerçeve üzerinden mesele gitsin. Yani birbirleriyle hesap keserken tabi ki sureti halktan görülecekler, ideolojileri kullanacaklar. Kullanırken de kirletecekler. Bağımsızlığı da kullanacak, hatta sosyalizmi bile kullanacak. Şu anda her gazetede bir tane “sol masa”sı var. Niye? İşçi hareketi ortaya çıktı.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Bunu iğdiş edecekler. Dünyanın neresinde görülmüş, ahlaki kavramlar üzerinden, vicdani kavramlar üzerinden işçi hareketinin değerlendirildiği? Medyayı görüyoruz, bunu tuttular vicdan ve ahlak çerçevesine hapsettiler. Bir sınıf mücadelesi buraya hapsedildi. Hapsedildiği için de bu basının neo-liberal politikaların içinde olduğu, orta yerinde olduğu, bunu planlayan karargâhla birlikte olduğu, bu basının, bu neo-liberal aygıtının oluşumunda rol aldığı, bu çerçevede neredeyse sistemin en temel sütunlarından biri olduğu gerçeği gözden kaçırılıyor. O işçiler niye orada? Özelleştirme, piyasalaşma, devletin demin sözünü ettiğimiz dönüşümü, bu nedenlerle orada değil mi?
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Fakat ne var? Cici kızlarımızla, vicdanlı çocuklarımız, tutacaklar bu meseleyi görünmez hale getirecekler. Neticede de, zavallı, açlık grevinde, mağdur işçi gerçekliğiyle karşı karşıya kalacağız. Türkiye İşçi Sınıfı mağrurdur, mücadelecidir. Yeri geldiği zaman son derece radikal eylemlilikler içerisinde kimseye yalvarmaz. Dilenci değildir, işçidir. İşçiyi, işçi vasıflarından soyarak dilenci olarak gösteriyorlar. Dünya Bankası’nın sosyal güvenlik ağı var: sosyal fonlar. Bu büyük özelleştirmeler neticesinde ortaya çıkacak sosyal tepkiyi frenlemek için mikro krediler, ondan sonra bir takım programlar, onlara hayırsever kapitalizm içerisinde sivil toplum üzerinden birtakım yardımlar. Türkiye’de de bunlar var. Fakat bunun başka bir yönü de var. 1994 yılındaki proje kredisini, Dünya Bankası Türkiye’ye verirken, -ki o kamudaki özelleştirmelerle ilgili teknik gelişmeler her neyse danışmanlık hizmeti üzerindeydi- orada bir hüküm var; 8 milyon dolar da medyaya var. Dünya Bankası’ndan rüşvet alan, özelleştirmeyi savunmak için 94’ün parasıyla bir medyadan söz ediyoruz. 8 milyon doları kime verirler? Alışkındırlar, dışarıdan para alırlar. Mussolini’den bile para alan medya patronları var. Nihat Erim’in günlüklerinde var ve nasıl iğrenç ilişkilerdir. Nihat Erim sorar İsmet Paşa’ya: “Yunus Nadi Mussolini’den para almış doğru mu paşam”? İsmet Paşa: “Doğru, doğru… Bu konuda kendisine, bana yönelik bir mektup yazdırdım. Bunu itiraf ettirdim. Özür dilettim. O mektubu da bir gün lazım olur diye kendimde tuttum.” Buyurun, bunu ben söylemiyorum, Nihat Erim’in günlüklerinde var. Bunlar dışarıdan para alırlar. Türkiye’deki komprador uydulaşmanın merkezinde dururlar. Ve bunu yaparken de toplumsal muhalefeti iğdiş etme adına üzerlerine düşeni tabi yapacaklar. Basının “sol masa”ları var. “Sol”suz basın olur mu? Hiç mümkün mü? Yeni bir toplumculuk türü “fabiancı toplumculuk”.
İşçi sınıfı sistemle çatışmayacak. Bir kavramsal hapishane kuracaklar, nasıl devrimcilere insan hakları koordinatıyla bir hapishane kurdular, gittiler başlarında CIA adına sosyolojik araştırma yapar gibi hikâyelerini aldılar. O hikâyeleri ondan sonra dizilere döktüler, kitaplar yaptılar, belki oyunlaştırırlar da. Şimdi işçiye de aynı muamele uygulanıyor. Orada devrimciyi insan hakları koordinatına sıkıştırdı. Halen daha o koordinattan çıkamıyor devrimci. Şimdi de işçiyi mağdur, zavallı, acınacak, ahlaki, moral boyut çerçevesine sıkıştırıyor. Halbuki o şiddetin geriletilmesinin yolu o mağduriyetten, o mağduriyetin bu şekilde propaganda edilmesinden, her akşam acınacak duygular içerisinde sunulmasından geçmiyor. Kimsenin burjuva hümanistine ihtiyacı yok. Burjuva hümanisti bütün çağların yarattığı en ahlaksız insandır. Ve o burjuva hümanistleri doldurmuşlar basını. Özellikle bunları işe alıyor. Çünkü pisliğin üzerini örtüyorsun. Yani böyle değerlendirildiğinde saflaşmaların ne kadar sahte ayrımlar üzerinden olduğunu görüyoruz. Dönüp kimden maaş aldığına bile bakmıyor. Dönüp kimden maaş aldığına baksa, belki kendinden nefret edecek. Çünkü o maaş aldığı mafyatik sermaye birikimi içerisinde en kriminal unsurları ve o kriminal unsurların ölüm mangaları faaliyetlerini organize etmiş, onlarla 70’ler de hemhal olmuş, onlarla birlikte hareket etmiş, ondan sonra da büyük büyük nitel sıçramalar yapmış medya patronları.
Dünyada, kendi aralarındaki kavga sebebiyle karakola, adliyeye, cezaevine düşmüş bu kadar çok kapitalisti bir arada göremezsiniz. Sahte çek tanzim etmekten, resmi evrakta sahtekârlığa, toplu kaçakçılığa, uyuşturucu işinden, naylon faturaya kadar her türlü pisliğin içindedirler. Bu kadar kriminalleşmiş kapitalist bir sınıf gelecek, medyada öbeklenecek ağırlıklı olarak, en fazla gözaltına alınan iş adamları devasa medya imparatorlukları kuracaklar. Bir tanesiyle ilgili olarak Maden-iş’in başvurusu vardır. Bu zat-ı muhterem 10 sene içerisinde bu muazzam serveti nasıl yaptı diye devlete sordular.
Böyle bir yapı ortaya çıktı. Ondan sonra bu medyanın bize aktardığı güç savaşı, eğri büğrü aktardığı güç savaşını biz onların kavramlarıyla değerlendireceğiz. Onlar –ben burada anmak istemiyorum- diyecekler ki, böyle böyle bir örgüt adı var, bu bunu yaptı, şu şunu yaptı. Beyler! Kontrgerillanın odağında medya duruyor. Dün de medya duruyordu. O gazeteler duruyordu. O zaman gazeteler vardı. Şimdi daha da dallandılar budaklandılar. “Karşı ayaklanma” doktrininin, o propaganda aygıtının temelinde medya duruyor. Kontrgerillanın medya aygıtı geçmişte gazeteleriydi, şimdi yanına televizyonları ve interneti de eklediler. Dolayısıyla buradan akan pisliği iyice ayrımlaştırarak, iyice zihnimizde işlemden geçirerek ele almak mecburiyetindeyiz. Kaldı ki bu propaganda aygıtı çerçevesinde güzel de bir görev bölümü var. Mesela şunu yapıyorlar; yavru basın organları oluşturuyor, tıpkı kontrgerillanın anavatanı dışında yavruvatanda da bir birim oluşturması gibi. Yavru medyalar var ve o yavru medyaları görünmeyen fonlarla görünür elemanlarla besliyor. Ama ana akım, ana hat aynı. Ve o ana hattı izlediğimiz zaman sistemin beynine, kalbine, karargâhına gidiyoruz. Dolayısıyla kendi aralarındaki mücadele, çatışmalı ilişkiler çerçevesinde elbette yansıyor. Ama temelde bu kadar çatışmanın gün yüzüne vurmasının temel sebebi de, Türkiye’deki komprador rejimin zayıflığı. Aşırı zayıf, aşırı kanun dışı. Kanunu çok olumlu övgülerle değerlendirdiğim için değil. Aşırı mafyatik sermaye var orada, aşırı kriminalleşmiş, aşırı derecede kontrgerilla savaşlarına bulaşmış, kirlenmiş ve bu komprador rejim elbette ki kendi içindeki statü kaynaklarına el koyma mücadelesini, devletin bu değişiminden fırsatlanma, nemalanma mücadelesini de bu şekilde verecek.
Ne yapacak? İlahlara, silahlı bürokrasiyi, silahlı bürokrasinin işlevlerini tamamlamış olanları kurban verecek. Bu şekilde yapacak ki bu süreç hızlansın. Yoksa burada ulusal direniş, söz konusu bile değil. Çok doğal olarak bu uyarlama süreçlerine, bu devletin dönüşüm süreçlerine en geç adapte olanlar ordu kamuoyunun içerisinden çıkar. “Ordu kamuoyu” diyorum. Silahlı bürokrasinin üst kademesi çok farklı. Ama kendiliğinden, nasıl maliye bürokrasisinde geleneksel bir direniş olduysa, bu sürece dışişlerinden, geleneksel bürokraside bir direniş olduysa, buradan da bürokratik çerçeve içerisinde bile olsa bir direnç olacak. Burada tabi bir hata yaptılar. 12 Eylül’ün tabanı yoktu. 28 Şubat’ın tabanı vardı ve kitleseldi. 28 Şubat’a kitlesel bir destek verildi ve o kitle ondan sonra kendini cumhuriyet mitingleriyle ortaya koydu. O kitleden de en fazla ordu üst yönetimi korktu. “Bugün bunun için yürüyen yarın başka bir talep için de yürür” dedi. Ordu sevmez bu yürüyüşleri. Dolayısıyla, hızla o irade, o canlılık tasfiye edildi ve insanlara plaka taktılar “siz şusunuz” denilerek. Çünkü ordu kalabalıktan, kitlesellikten korkar, istemez bunu.
Bu ayrımlar esasa taalluk etmeyen ayrımlar. Esası sermaye düzeni üzerinden izleyeceğiz. Burada bir ideolojik savaş elbette var. Ama bu ideolojik savaş halka karşı bir savaş, halkın beynine yönelik, zihin sömürgeciliğini daha da katmerli hale getirmeye yönelik. Bir halkı şaşırtarak ve korkutarak yönetirsiniz. Türkiye’yi bir korku imparatorluğu idare ediyor. Türkiye’yi tek parti yönetiyor, korku partisi. Bu dün de öyleydi, 50 yıl önce de öyleydi, bugün de öyle, yarın da böyle olacak. Şimdi, bütün parti programları ortada, MHP ile AKP’nin programını finans, ekonomi, ticaret, bir karşılaştırın bakalım. Ben o eziyete katlandım. Temelde bir fark gören buyursun. CHP’ye gelince, CHP bu rejimin ana sütunlarını, ana esaslarını oluşturmuştur. Kabalaştırırsak ben şunu söylerim; Osmanlı Bankası imparatorluğu derim, İş Bankası cumhuriyeti, şimdi de Dünya Bankası devleti. Böyle bir seri içerisinde, anonim kapitalizmi, Türkiye’deki çelik çekirdeğinde -oradan pay alıp, almama meselesi değil- bir ideolojiden, bir zihniyetten söz ediyoruz. O konumu net olarak saptayacağız. Yani şimdi, CHP’nin serbest piyasacılığa itirazı var mı?
Yiğit Tuncay: Yok.
Suat Parlar: Özelleştirmeciliğe itirazı var mı? Kamucu mu? Devletleştirmeden yana mı? En basitini söylüyorum, tek ülkede kapitalizm çerçevesinde bir yanılsaması, bütün sosyal refah devletinin parçalanma süreçleri, bırakalım CHP’yi, Avrupa’nın en radikal sosyal demokrat partileri tarafından gerçekleştirildi. Hepsi Atlantikçi, hepsi ultra-sağcı. Avrupa anayasası denilen olgunun tartışılma sürecinde bütün o sosyal demokrat partiler ultra-sağcı Amerikan anayasasını örnek aldılar. Çünkü, Atlantikçi ultra-sağcı görüş çok fazla çıkarlarına hitap ettiği için taraftar haline getirdi. Sosyal demokratlar orada bile böyle. Sosyal demokrasinin işi zaten bu. Buradaki komprador rejimin sosyal demokratik iddiasında olan politik yapısı ne olacak? Arada çok büyük farklılıklar tespit edenlere benim bir lafım yok. Ama tekrar etmekte yarar var; Ahmet Davutoğlu, İsmail Cem’in politikasının karikatürüdür. Yani, onun dışında bir süreklilik esastır. Ne oldu? Gelip Derviş yasalarını bunlar değiştirdiler mi? Hayır, aynen yürürlükte. 15 günde, 15 yasayı kim çıkardı? Büyük dünya sermayesinin emir ve talimatı doğrultusunda 15 yasayı, 15 günde çıkartan bir parlamenter meşruiyetten kim söz edebilir? O meşruiyetin ortadan kalkmasının ortaya çıkardığı yaralar resmi milliyetçilik tarafından daha yeni yeni sarılıyor. Şimdi, azınlıklarla ilgili, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ile ilgili sözleşmeler, o hükümet döneminde gündeme getirildi. Birleşmiş Milletler daimi temsilcisine talimat verildi. Sözleşmeler imzalandı, kanunlaştırmak da bunlara nasip oldu.
Milli güvenlik siyaset belgesinde ne var? Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi var. Ne var? Avrasya Türki cumhuriyetler. Ne var? Özelleştirme var. Ne var? Çevik Bir’in tabiriyle; “Türk ordusunun serbest piyasaya adanmışlığı” var. Bu görüşleri vardır bizim söyleşilerimizde.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Bir ordu tercihini uluslararası kapitalizmden yana kullandıktan sonra ve üstelik bunu en iyi formüle eden şahsiyet, bunun bayraktarlığını yapan şahsiyet “a” veya “b” davasında görülse ne olur, görülmese ne olur? İsteyenler yanında dursunlar. Burada sistemi görmek lazım. Ben darbelere karşıyım, bu hiç bir anlam ifade etmiyor. Rejime karşı mısın? Komprador rejime karşı mısın? Komprador rejim sürekli darbe anlamına gelir. Sürekli halka darbe anlamına gelir. Ve burada da medyanın rolünü iyi saptamak lazım. Adam Simith’in güzel bir sözü var; “iki tüccar bir araya geldiğinde halk aleyhine mutlaka komplo çıkar” der. İki medya patronu bir araya geldiğinde veya iki medya genel yayın yönetmeni bir araya geldiğinde mutlak surette o halkın aleyhine bir komplo düzenleniyor demektir. Yani, birincisi; Ağca’nın pisliklerini gizleme konusundaki seferberlikleri örnektir son dönemde. İkincisi; Tekel işçisinin direnişini ezmek, bükmek ahlaki çerçevelere hapsetmek. Ne kadar ilkeller. 19. yüzyıl İngiliz liberalleri bile bunlardan daha ileriydi, işçi sınıfı tavrı konusunda. Ne kadar ilkeller. O kurdukları “sol masa”larında zaten yazanlar da sol cahili. “Sol”la ilgisi yok. “Sol”un cahili. Bir sabuklama halinde 19. yüzyıl liberallerinden bile daha geride. İngiltere’deki meşhur yoksulluk yasasını savunan rahipler gibiler. Yoksul proletarya düşmüş, ona acıyacağız. Bunu bırakalım.
Yiğit Tuncay: Onlar kendilerini zaten şöyle tanımlıyorlar Suat; “sol masa”lardakiler dediğin, yeni bir kavram attılar ortaya, “özgürlükçü sol”, yani “liberal sol” gibi bir kavram attılar. Ve bu kavramı ortaya attıktan sonra da, olay sınıfsal meseleden çıktı ve nereye geldi? Kimlikler meselesine geldi.
Suat Parlar: Onu düzeltelim; “nelik”ler diyelim. Kimlik boyutunda değil, insanların belirlenmişlikleri var. Biz dünyaya geldiğimiz zaman mezhebimizi, dinimizi, annemizi, babamızı, milliyetimizi seçemiyoruz. Ana dilimizi seçemiyoruz. Bu beşeriyetin sıfır noktası. Buna bazı katma değerler ilave edersek insan oluyoruz. O katma değerler nedir? Dıştan belirlenmişlikleri tespit ederek özgürleşmemiz, değil mi? Dıştan belirlenmişliğin bir sistem olduğu, bunun kapitalizm olduğu, kapitalizmin ırkçılığının militarizmi doğurduğu, kapitalizmin insanları böldüğü, kapitalizmin yeni sınırlar yarattığı, kapitalizmin insanları sınırlarla bölerek bütün dünyada global ölçekte egemenliğini sürdürdüğü gerçeğini öğrenerek insan oluruz. Eğer dıştan belirlenmişliklere tâbi olursak, Aleviliğimiz, Sünniliğimiz, Müslümanlığımız, Kürtlüğümüz, Türklüğümüz bu esasta kalırsa beşeriyetin sıfır noktasında kalırız. Beşeri kovuklarımız, o bizim kimliğimiz gibi bize gösteriliyor. Tertemiz bir kamusal alan kalır. O alana da gelir kapitalizm yerleşir. Çünkü hepimiz kovuklardayız. Kimimiz Müslüman, kimimiz alevi, kimimiz Türk, kimimiz Kürt. Bütün alan bomboş, bütün kaynaklar bomboş. Biz kendi aramızda mağaralarımızdan çıkıp avaz avaza çatışırken, orada bizim gıdamız, orada bizim suyumuz, orada bizim madenimiz alınır götürülür. Yapı budur. Medya derken işte bunun propagandasından aynı zamanda söz ediyorum. Şimdi bir kimlikçilik modası var.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Aslında buna “nelikçilik” modası demek lazım. İnsan tarihin öznesi olduğu ölçekte insandır. İnsan ancak sınıfsallığının bilincine varırsa insandır ve tarihin öznesi olur. İnsan değiştirme gücüne sahiptir. Bize söylenen şu; “siz dıştan belirlendiniz, mutlak buna itaat edeceksiniz”. O zaman insanlıktan istifa edelim. Bize söylenen “insanlıktan istifa edin”. Her kim ki bu kimliklerin kutsallığını azizliğini savunuyor, bizim insanlıktan istifa etmemizi istiyor. Çünkü dıştan belirlenmişlikleri geriletemezsek, bu anlamda sömürüyü ortadan kaldıramazsak, sömürüye son veremezsek, o dıştan belirlenmişlik sürekli hale gelirse, insanlıktan istifa etmekten başka yapılacak bir şey yok. Türkiye insanlıktan istifa etmiş nesneler yığınına dönüştürülüyor. İşte burada da gene medyanın rolü son derece önemli. Bunu yaparken de sürekli sahtelikler üzerinden, yani ortaya bir devlet imgesi attılar, buna saldırın dediler. Kompartımanlara ayrılmış bir egemenlik sistemi yok. Bu devlet, bu egemenlik sisteminin devleti. Bu devlet bunlarla iç içe. Bu ne kadar büyük bir kolaylık. Orada bir devlet var. O devlet kendi adına iş yapıyor. Cinayetler işliyor. Şunu yapıyor, bunu yapıyor ve ne kadar ilginç öyle bir Kantyence yaklaşım var ki; o devlet katil oluyor, o devlet cinayet işliyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor ve bunların hepsini kendi adına yapıyor. Kendi kendini işletme adına yapıyor. Bu nedir? Bu müteahiti gizlemektir. Bunun gerçek sahiplerini, güç ilişkilerini gizlemektir. O güç ilişkileri çerçevesi içerisindeki muazzam eşitsizliği gizlemektir ve o eşitsizliği mutlaklaştırmaktır. Yani post-modern devrim çağındayız. Her şey ayrıştırılmış. Her şey kompartımanlara bölünmüş, her şey anlaşılmaz hale getirilmiş. Bir bütünlük yok. Bu çerçeve içerisinde de bir kaos var. Dıştan belirlenmişlik hain, hınzır, kurnaz metotlara yedirilmiş şekliyle devam ediyor ve en hürriyetçi görünenler en mutlak şekilde o itaati, o biatı, sisteme o kapılanmayı savunanlar. Çünkü “nelikler”imiz içerisine – kimliklerimiz de değil-, “nelikler”imiz içerisine, o zoo kültürel yapımız içerisine hapsolursak, bizi daha güzel yönetecekler. Yani, böyle bir yapıyla karşı karşıyayız. Bunun adını koyalım: bu ideolojik savaş.
Yiğit Tuncay: Sahte kutuplaşma dedin…
Suat Parlar: Sınıfsal ölçekte…
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Yoksa bu bloklaşma içerisinde samimiyetle kendi aidiyeti çerçevesinde kendini samimi tarif edip, şurada veya burada duran insanlar var.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Zaten mesele onların zihinlerini sömürgeleştirmek, orada bir zihin boşluğu yaratmak. Yarattığı zihin boşluğunu daha sonra kendi işlevselliğiyle dolduracak sistem. Çünkü bu geçiş bir noktasından sonra tamamlanacak ve o zihin boşluğu doldurulacak. Egemenlik ideolojisiz olmaz. Yani, bu anlamda da sistemin ideolojik aygıtları elbette o boşluğu doldurma doğrultusunda tekrar seferber olacaklar. Şimdi bir kirli bilgi akışı üzerinden seferberlik var ve o akışın temel noktalarının sermaye dinamiği içerisinde olduğunu söylüyorum ben. Sermaye dışında değil ve burada elbette bir yönlendirme var ve kriz dönemlerinde, dünya krizi dönemlerinde iktidar kaynakları üzerinde söz sahibi olmak çok büyük avantajlar kazandırır sermayeye. Büyük krediler alırsınız, büyük imkânlar elde edersiniz. Veyahut da şöyle bir takım doğal tekelci sermaye imtiyazlarını kaybetmek de sizi bir alt noktaya düşürür. Bu kaynaklar üzerinde kavga verilirken meşruiyeti kitleden sağlayacaksınız, taraftarlarınız olacak. Onun için de bir sahte kavramlar rezervine sahip olacaksınız, onları sürekli piyasaya süreceksiniz.
Örneğin şu büyük holdinglerin, büyük kuruluşların şirketler dünyası içerisinde vergiden kaçırma –kaçakçılık demeyelim- imtiyazı vardır. Sermaye birikimi öyle gökten düşmez ve sermaye birikimi öyle klasik artı-değer birikimi şeklinde gelişmez. Bunun dışında başka noktalar vardır. Bizatihi sermaye eşkiyadır, el koyar. Ve o el koymada en büyük destekçisi devlettir. Yani, her mahallede bir milyoner yetiştirme kabalığı içerisinde bu mesele değerlendirilir mi? Mesele bu kadar basit değildir. Devlet kaynaklarını el koyarak, yağmalayarak işi götürürsünüz. Bu anlamda yağmacıdır, el koyar, hırsızdır. Bunun belli düzenekleri vardır. Mesela devlet sizin vergiden çalmanıza göz yumar, bunu düzenler, bu sizin bir imtiyazınızdır. Veya şöyle söyleyeyim; eğer, bir başka sermaye hizbiyle, grubuyla çatışma içerisinde değilseniz, işlediğiniz cinayet bile görmezden gelinebilir. Bunlar hep imtiyazlardır. Yani Türkiye’de büyük kapitalist olmanın getirdiği imtiyazlar vardır. Öyle herkes yasalar önünde eşit değildir. Kimse bu yanılgılara kapılmasın. İşte bu imtiyazları sizin elinizden çekip almaları da sizi bir noktada bir aşağı kademeye düşürür ve budanırsınız. Veya bazen Uzan’larda olduğu gibi Türkiye içerisindeki varlığınızın tamamı tasfiye olur da -gerçi onun önemi yok- dışarıda milyonlarca dolarınız olabilir. En son İsviçre’de keşfedilen paraları vardı. Dolayısıyla bu tip kriz dönemlerinde kendi aralarındaki çatışma şiddetlidir ve bu çatışma medya üzerinden yürütülür. Medya kavramları üzerinden, medya dili üzerinden yürütülür. Biz de buna çarpılırız, zihnimiz yamulur. Zannederiz ki gerçek bir kavga var, samimi bir kavga var ve o samimi kavgada taraf tutarız, bizi taraf tutmaya zorlarlar.
Halbuki saflaşmada bir değişiklik yok ki. Ya dünyaya emek çerçevesinden bakacaksın, ya sermaye. Bunun üzerine bina edeceksin görüşlerini. Zemin bunlar olacak. Bunun dışında bir zemin üzerine bina etmeye kalktığın zaman, orada senin zihnin yamulur. Şu anda Türkiye yamuk zihinler ülkesi. Yamuk zihinler ülkesinde yaşıyoruz. Ve dediğim gibi, o kaos, aslında bir düzenlilik, bir plan çerçevesinde işliyor. Bir belirlenmişlik var. Dıştan belirlenmişlik var. Bu şekilde gidiyor. Bu geçiş süreci de tamamlanmak üzere ve bu tip süreçler şiddetli yaşanır. Her yerde böyledir. Darbeler olur, katliamlar olur, intiharlar olur. Türkiye’nin 1980’lerde yeni bir birikim modeline, yeni bir anayasal mimariye, yeni bir hukuka geçişi, neo-liberal aygıtın, artık devletin özüne yerleştirilmesi sürecine geçişini nasıl hazırladılar? Kitle katliamlarıyla, öldürmelerle, belli bir mezhebi düşman kategorisi içerisine alarak, devrimcileri yok etme üzerinden bir savaş uygulayarak, bu şekilde yürüttüler. O dönemde de katliamlar, kırıp geçirmeler, intiharlar, bunların hepsi vardı. Şimdi de var. Ve yani şöyle söyleyeyim; her zaman için piramidin tepesi saldırıdan masumdur, piramidin tepesine saldırılmaz. Fakat her zaman için bürokraside zaten işlevi kalmamış veya geçişlerde çok fazla değer taşımayan unsurlar tasfiye edilebilir. Kaldırır safra gibi atar. Onun bir değeri yoktur. Burada aslolan başka. Burada aslolan sistemin özsel dinamiklerinin bekası, onun sürekliliği, onun koşulları. Buna dikkat etmek lazım.
Bir olguyu, meseleyi değerlendirirken, yani bir programatiği şekillendirirken, koşullardan veya gündelik olandan, arızi olandan yola çıkılmaz. Kalıcı olanı yakalamak lazım. Bazen böyle pür teori şeklinde de görülse, inat edip kafayı bükmeden zihni yanıltmadan mümkün olduğu kadar o işleyişi görmek lazım. İşte Türkiye’de bizim elimizden alınan bu. Böyle olduğu için de sırlar ülkesi oluyoruz. Neo-liberal ideoloji bütün dünyaya bu pisliği yaydı. Şifreler, kodlar. Türkiye kod adından geçilmiyor; kod adı şu, kod adı bu. Veyahut da şifreler. Bitmiyor. Neyin kod adı, neyin şifresi? Yani zihin yamultulduğu zaman, neo-liberal çerçevede o yamultulan zihinde yaratılan boşluk, kodlarla şifrelerle dolduruluyor ve bunlar pazarlanıyor sürekli olarak. İnsanlar şifrelerle kodlarla düşünmeye başlıyor. Ama bu gerçek bir düşünme süreci değil, yanılsamalara dayalı bir düşünce süreci. Bunu kırıp atmak lazım. Türkiye’’de ağırlıklı olarak da bunun tekelci sermayeye dayanan, çokuluslu şirket dinamiğiyle bütünleşmiş medya ağırlıklı olarak gerçekleştiriyor. Akademik dünya zaten onun zavallısı. Profesör unvanlı şahsiyetler sıradalar. Her birini gecenin belli bir saatinde uykulu gözlerle televizyonlarda izlemek mümkün. Bunu hep beraber zaten görüyoruz, tanık oluyoruz.
Sistem; kodlar, şifreler, bunlar üzerinden kavramsal çerçeveleri, bilginin edinilme biçimlerini, yöntemleri neredeyse akla hayır mantığıyla bir kenara atıyor. O zaman da sistemin sırları, geliyor, bir odaya hapsoluyor. Yani bu salon da olabilirdi, antre de olabilirdi. Oda dediler…
Yiğit Tuncay: Mutfak, tuvalet de olabilirdi…
Suat Parlar: Neredeyse mekanik bir değerlendirme. Öyle ki yani, sanki belli nesnelere içerilmiş sırlar var, o nesneler bir yerlere depolanmış durumda. Bu ilkelliktir. Bu insan beynine bir hakarettir. Ben “Gizli Devlet” diye bir kitap yazdım ve adını niye “gizli devlet” koyduğumu şöyle izah ettim; “bu bir ironidir” dedim. Devletin gizlisi, saklısı olmaz. Apaçıktır devlet. Türkiye’de devlet sıfır makyajlıdır. Türkiye’de 600 bin insan gözaltına alınmış, 17 yaşında bir çocuğu asmışlar, binlerce insan işkenceden geçmiş, CIA’nın vakıfları gelmiş burada cirit atmış, cezaevlerine girmişler, insanların sosyolojik değerlendirmesi, psikolojik değerlendirmesi adına onların öykülerini takip etmeye kalkmışlar. Bu ülkede kitle katliamları gerçekleştirilmiş. Bu ülkede 16 Mart dosyasında gördüğümüz gibi askeri birliklerden çıkan TNT’ler, üniversitelerin bombalanmasında kullanılmış. Bu ülkede “sahra talimnameleri” adı altında kontrgerilla faaliyetler yürütmüş. İşkence için mekânlar kurulmuş. Bu konuda brifingler düzenlenmiş. Bu konuda müthiş bir anti-komünist haçlı seferi verilmiş ve İslamcılar üstelik buna payanda edilmiş. “Komünizmle mücadele dernekleri” adı altında örgütlenmeler gerçekleştirilmiş. Kontrgerillanın askeri örgütlenmesine paramiliter güçler, kanla vahşetle, görülmedik ölçüde payandalık etmişler. Bunlar partileşmiş. Bunlar daha sonra neo-liberal bir devletin oluşumunda görev almışlar.
Bunlar sır mı? Bunun neresi sır? Darbenin başbakan yardımcısının daha sonra başbakan olması, daha sonra cumhurbaşkanı olması sır mı? Soğuk savaş döneminde gladyonun koordine edilme görevinin, tıpkı İtalya cumhurbaşkanı Kosiga’nın söylediği gibi, cumhurbaşkanlarına verilmiş bir görev olması sır mı? Yani ne sır? Hangi sır? Burada bağımsızlıktan yana, sosyalist olduğu ve sosyalizmi savunduğu için köşebaşlarında kontrgerillanın resmi unvanlı görevlileri tarafından öldürülmesi sır mı? Taylan Özgür’ün güpegündüz katledilmesi sır mı? Daha sonra o şahsiyetin silahlı bürokrasinin en üst kademelerine kadar gelmesi sır mı? Devlet sırrı mı? Hangi kozmik sırrı arıyorsunuz? Nerede arıyorsunuz? Sistemin pislikleri apaçık ortada. TÜSİAD’ın darbe sponsorluğu sır mı? Vehbi Koç’un, Kenan Evren’e mektupları sır mı? Kenan Evren’in anılarında anlattığı burjuvazinin suçüstü tutanakları sır mı? Nihat Erim’in günlüklerinde anlattığı, daha 12 Mart olmadan 1 yıl önce Vehbi Koç’un “sen biraz köşede dinlen, bir müddet sonra sana önemli görevler düşecek, devlette çok üst makamlara geleceksin, bir hazırlık var askeri kanatta” demesi sır mı? 12 Mart darbesinde tekelci burjuvazinin rolü sır mı? Hangi sırdan bahsediyoruz? İncirlik üssü sır mı? Amerika’nın dinleme tesisleri sır mı? CIA’in istasyon şefi Paul Henze’nin, Türkiye’deki ilişkileri sır mı? Yani bunlar sır mı? Eğer bunlar sırsa, ben söyleyecek söz bulamıyorum. Yani Türkiye’de bırakınız sır olmayı, gereğinden fazla bilgi, belge var. Eğer sözkonusu edilen kontrgerilla ise, kontrgerillanın bir iktidar aygıtına dönüşmesiyse, gereğinden fazla bilgi var. Kimse odalarda, antrelerde, salonlarda aramasın.
Peki başka bir şey söyleyeceğim; herhangi bir bankanın genel müdürlüğündeki sırlar hakkında ne düşünülüyor? Türkiye’de finans sermayesinin %60’ı bankalar üzerinden yabancıların elinde. Değil mi? Yani bir mantık çerçevesinde bakıldığında, çok bağımsızlıkçı olan insanların bu sürecin üzerinde şiddetle durmaları gerekiyor. Cumhuriyet mitinglerinin belki de bu bankaların önünde yapılması lazımdı. O bankalarda her dakika bu ülkenin kanının nasıl emileceğine dair sırlar paylaşılıyor. Peki şu anda ordunun alt kademesinin proleterleştiği sır mı? Kredi kartı kuşatması altında olduğu subayların sır mı? En büyük kuşatmanın banka kuşatması olduğu, bütün subayların kredi kartı mahkumu haline getirildiği sır mı? Bir ordunun belli bir rütbeye kadar olan kesiminin proleterleşmesi çerçevesinde, finans kapitalin kuşatması altında olmasının sonuçları sır mı? Bunlar üzerinde duralım. Çok orta halli bir bankanın genel müdürlüğünde bile o Seferberlik Tetkik Kurulu’nda olandan çok daha fazla bilgi bulursunuz. Çünkü Türkiye’de bankalar ve büyük endüstri kuruluşları, daha önce istihbarat aygıtlarında, devletin bu tip birimlerinde görev yapmış zatlarının çoğunu toplamışlardır bünyelerinde. Pek çoğu oradadır. Sivil sektördedir. Yani darbe, faşizm arayacaklarsa önce bunun sponsorluğunu yapan kuruluşlarda kimlerin çalıştığına baksınlar.
Biraz holding paşalarını incelesinler. Bunların, özellikle 12 Mart’tan itibaren bir askeri endüstriyel kompleks mantığı çerçevesinde, Türkiye’nin büyük bankalarında, büyük holdinglerinde nerelere geldiğini bir araştırsınlar.
Şimdi siz 30’dan fazla ülkede “karşı ayaklanma” doktrini üzerinden eğitim vereceksiniz, faaliyetlerde bulunacaksınız, NATO’nun yenilenmiş olan bütün faaliyetlerinde, doktrinlerinde, bütün köşe taşlarından biri olarak yer alacaksınız, Afganistan’da büyük bir NATO tarafından yürütülen “karşı ayaklanma” faaliyetlerinin orta yerinde yer alacaksınız, sizin sırlarınız bilmem ne kurulunda aranacak. Bu bir sır mı? Türkiye’nin Afganistan’da, şu anda emperyalist NATO işgalinin koçbaşı görevini üstlendiği, “Afgan güvenlik güçleri” adı altında kiralık ölüm mangalarını eğittiği sır mı? Bu nasıl bir anlayış? Bunlar üzerinde durulmadıktan sonra, hangi sır?
Yani bu artık, şöyle söyleyeyim; artık iç gıcıklayıcı bir tarza, neredeyse kodlarla, şifrelerle, beyni yamulmuş, orta seviyede okumuş Türk insanını, iyice şaşırtmak, iyice açmazlara düşürmek. Bu senaryolar, bu anlatımlar, son zamanlarda görsellik üzerinden, diziler üzerinden kurgulanması da söz konusu. Buna tabi insanlar kapılanıyorlar, kapılıyorlar. Kapılananlar bundan yararlananlar. Milyoner olanlar, dolar milyoneri olanlar. Kapılanlar ise büyük bir zihin yorgunluğu içerisine düşürülenler. Kaldı ki Türkiye bu modayı geriden takip ediyor. Buna benzer diziler Amerika’da, İtalya’da defalarca yapıldı. Sayısız oynandı. Halen de oynanıyor.
İşte İngiliz dış istihbaratı, iç istihbaratı ne yapar, Amerika 24 gibi. Yani bunlar üzerinden düşünmeye çalışma zavallılığı… Yani buralarda sanki hakikat saçılıyormuş tarzında… Buralarda saçılan bir hakikat yok. Sır peşinde olanlar, sırları merak edenler şu IMF görüşmelerini bir araştırsınlar. Yeni bir standby olacak mı, olmayacak mı? Sırları merak edenlere benim önerim, Dünya Bankası’nın, Türkiye’de devletin dönüşümünde ne gibi roller oynadığını araştırmak bakımından verilen proje kredilerine bakmaları. İşte bir tanesi; basına 8 milyon dolardan söz ediyoruz. 94’ün parasıyla. Sır üzerinde duranlar bunları araştıracaklar.
Onun dışında, işin suç gibi görünen, öyle algılatılan boyutlarına gelince: kontrgerillanın suçlarıyla ilgili, örneğin; 16 Mart dosyasında neler yapıldı? Bundan dolayı avukat Cem Alptekin yargılandı. Örneğin; bir MİT belgesini mahkemeye sunmaktan. Sır mı? Orada duruyor, gidin bakın. Bunlar sır mı?
Yani, böyle değerlendirildiğinde bu sisteme hizmet eder. Eğer sistem bir odaya kilitleniyorsa, o odaların sayısı çoğalacak, zaman aşımına uğrayan işi biten odalar, işlemden kaldırılmış dosyaların yer aldığı odalar, kozmik adı altında –sanki uzay üssüymüş gibi- belli sırların mekanı haline getirilecek. Biz de buna inanacağız. Sistemin dinamiklerinin işleyişi konusunda, bunun bir terör rejimi olduğu konusunda, burada bir cinayet ekonomisinin işlediği konusunda sır yok. Türkiye’de bir dönem, kumarhanelerin bir yerden böyle topraktan biter gibi bittiği, Türkiye’de bir kumarhane patronunun milyarlarca dolara hükmeder noktaya geldiği, devlet raporlarına göre onun bulunduğu yerde vali, emniyet müdürü dahil olmak üzere herkese emir verir konuma geldiği ve giderek bakanları etkileyebilecek bir konumda olduğu sır mı? Devlet kendi raporlarında yazıyor. Siz hangi sırrın peşindesiniz? Ne yani? Bu araştırılan sır ne? Dolayısıyla bu sır kavramını kaldırıp bir kenara atmak lazım. Bu sistemin, bu rejimin pislikleri saçılmış vaziyette. Bunu alıp iyice, net bir biçimde orta yere koymak lazım. Medyanın sermaye yapısı sır mı? Medya patronları arasında gözaltı rekortmenleri olduğu sır mı? Medya patronları arasında -demin sözünü ettiğimiz- uyuşturucu baronu olan, kumarhane kapitalistiyle birinin ilişkileri sır mı? Onun kurduğu holdingde bir dönemin en büyük polis şefinin kardeşinin genel koordinatör olduğu sır mı? Hangi sır? Ama tabi şimdi şöyle bir dönemeçteyiz, ben özellikle, işte çok fazla uyuşturucu yakalanıyor haberlerinden çok korkarım. Çünkü eğer o oluyorsa, çok daha büyük düzenekte bir yeni yapılanma var demektir; daha fazla iç pazara yayılacak, hem dışarıya verilecek, burada yerel anonim şirket veya baron düzeyinde örgütlenmiş olanları silip yerine ulusötesi şirket mantığı içerisinde organize olmuş, istihbarat kurumlarıyla iç içe geçmiş, dünya istihbarat şebekesinin onayı, bilgisi dahilinde bunu yürüten ve finansal sistemin boyutları çerçevesinde herhangi bir likit krizine yol açmayacak tarzda, yani neo-liberal ekonominin finansal meşruiyetini tehdit etmeyecek tarzda, bu işi işleten yeni bir yapılanma gelecek diye düşünürüm. Şimdi bunun bir ayağı medyada. Şimdi, istihbarat örgütsüz, paramiliter güçsüz iç savaşsız uyuşturucu olur mu? Uyuşturucu, narko-politik, tam ona oturur. Narko-politik incelenmeden, irdelenmeden -ki yeteri kadar açıktır zaten-, neyin üzerinde duracağız? Şimdi bunlar dururken. Kozmik sırlar. Hadi oradan. Gülünç.
Yiğit Tuncay: Şimdi, demek ki, yani sırlara ulaşmak için kozmik odaya girmeye gerek yok. Kozmik odadan tam tersi çıkmak lazım.
Suat Parlar: İstanbul Ticaret Sicili’ne bakmaları pek çok sır açısından yeterli.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Ama zaten oraya bakmamaları için maaş alıyorlar medyada. Özellikle üst düzeyde çalışanlar. O emekçi muhabirleri -onlar haberi taşır-, genç gazetecileri ayırıyorum. Onlar medyanın proleterleri. Proleter o üretim aracının zaten dışında. Orada bir sömürü nesnesi olarak değerlendiriliyor. O istediği kadar haberi taşısın. İstese de, istemese de o oto-sansürle konuşacak, kozmik sır diyecek tabi.
Yiğit Tuncay: Şimdi, senin, ben yıllardır bölgede Türkiye’nin konumlanışını, İsrail’le konumlanışı üstüne yazdığın sayfalar dolusu çalışmayı biliyorum. Bu çalışmalarda da, bütün tabloyu net olarak hep ortaya koymuşsundur. Hatta bir kavramlaşmaya gitmişsindir…
Suat Parlar: Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri.
Yiğit Tuncay: Fakat son dönemde öyle bir şey yaşadık ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan döndü ve İsrail’e birden bire “one munite” dedi. Bu olayı nasıl değerlendiriyorsun?
Suat Parlar: Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri saptamamdan en ufak geri adım atmış değilim. Çünkü Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri stratejik boyutun ötesindedir. Yani kimyasal ilişkilerdir, fiziksel değil. Bir ortak yaşarlık ilişkisidir. Bu bölgede biri olmadan diğeri rejim olarak, sistem olarak olamaz.Yani burada kompradorlaşmış Türkiye’nin rejimini kastediyorum. İsrail’in de o militarist çerçeveye büründürülmüş emperyalizmin Ortadoğu’ya giriş gücü olması niteliğini görmek lazım.. Şimdi bu yapı çerçevesinde değerlendirildiğinde, İsrail’le enerji anlaşmalarında mı bir aksama var, askeri anlaşmalarda mı? Veya gelecekte -şimdi bilmiyoruz ama- su konusundaki anlaşmalarda mı? Yahudi finans-kapitalinin, Türkiye’nin en büyük alacaklısı olması noktasında mı bir problem yaşanıyor? Kapitalizmin Yahudi olarak Yahudi’ye ihtiyacı yoktur. O ayrı bir konu. O bakımdan ben Yahudiliği bir kenara bırakıyorum. Yahudiliğin bir durum olarak, bir ilişkiler çerçevesi içerisinde, bir dinamik olarak kapitalizm açısından önemi vardır. Ve böyle değerlendirildiğinde de, Türkiye’nin 1980’lerden itibaren borçları, dışarıya kamu borcu olmaktan çıktı. Özel finans kuruluşlarına, ticari bankalara borçları yoğunlaştı. Burada da ağırlık Yahudi bankerlerdedir. Burada mı bir problem var? Ana çıkar mekanizmalarında hiç bir sorun yaşanmıyor.
Şimdi emperyalizm bu bölgeye birkaç noktadan giriş yapar. Giriş noktalarından bir tanesi Suudi Arabistan’dır. Onun OPEC’te istediği zaman dengeleri değiştirebilecek konumda olması. İsrail’in muazzam ezici askeri gücüdür. Ama bunun arka planında, İsrail’in tabi teknolojik ve finansal anlamda da donanmış olması yatıyor. Şimdi, Türkiye’yle İsrail bu bölgede yeni işlevler edindiler. Bunlardan biri Filistin’de bir serbest bölgenin kurulmasıyla kendini ortaya koydu zaten. Türkiye’nin teşebbüsü, İsrail’in finanssal ve teknolojik gücü, Filistinlilerin ve Arapların emeğinin köleleştirilmesi. Bunun üzerinden bir serbest bölge dinamiği, o bölgede barışın temeli olarak görülüyor. Yani Türkiye “barış, barış” dediği zaman kastettiği barış da, barışa son veren bir barış, “mezarlık barışı”. Filistinlilere önerdiği Türkiye’nin, “mezarlık barışı”. Gelin serbest bölgelerde çalışın bir de devletiniz olsun. O devletinizde bizdeki global kent-devleti modelinde bir devlet olsun. Merkezde VIP Filistinliler olsun; tefecilik yapan, zenginleşmiş, dünyaya açık. Tabanda da ezilmiş, sömürülmüş, bir köşeye atılmış insanlardan köle orduları olsun. Önerilen barış, bu barıştır. Serbest bölge barışıdır. Yani Türkiye’nin, o aracılık edeceği barışın bölgeye getireceği budur. Kapitalizmin istikrarıdır bu bölgede. Kapitalizm, Türkiye’yi burada bir nevi barış güvercini olarak kullanıyor. İşte İsmail Cem’in de inanç ortaklığından kastettiği buydu. Türkiye finanssal, teknolojik veya diğer alanlarda ulusötesi şirketlerin garantili bir biçimde Ortadoğu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara girişinde bazı roller oynuyor.
Emperyalizmin giriş noktası olan İsrail’de, rahatsızlık verici bir ölçekte şiddeti sürekli olarak gündemde tutup bölgede istikrarsızlığın istikrarını sarsan yani -emperyalizm zaten girdiği yerde istikrarsızlığın istikrarlılığı üzerinden bir politika yürütür- böyle bir yapıya bir sınır çizilmesi isteniyor. Şimdi bu sınır çizilirken de, İsrail’in şiddetin dozunu bir miktar azaltması lazım. Arada bir diplomatik nefes alma döneminin olması lazım, ki o şiddetin meyvelerini devşirsin emperyalizm. Böyle dizginsiz bir şiddetle bu iş olmaz. Şimdi Türkiye bunu kavramış vaziyette. Yani birincisi -tabi politikada bu söylem çok hoşa gidiyor, çok gıdıklayıcı bir söylem, hem de dış politikada- Türkiye’nin bölgedeki meşruiyetini arttırıyor. Peki o meşruiyet kimin adına meşruiyet? Deminden beridir buradaki komprador rejimden söz ediyoruz. Kimin taşıyıcılığını yapacak oraya? Kendi ülkesini büyük tarım şirketlerine peşkeş çekmiş bir komprador rejim, kendi ülkesini ulusötesi şirketlerin yağmasına ardına kadar açmış bir rejim, Ortadoğu’ya ne vaad edecek? Ortadoğu’ya, dediğim gibi; global şehirleriyle, o coğrafi yakınlıktan, o inanç yakınlığından yararlanarak kapitalizmi yerleştirecek. Ortadoğu’yu pazarlaştıracak, sermayeleştirecek. Ortadoğu’yu buna açacak.
Şimdi böyle değerlendirildiğinde, İsrail bu işlevi, bu yapısıyla, bu donanımıyla yerine getiremez. Onun işlevleri daha başka. Bu işlevi Türkiye yerine getiriyor ve İsrail’i de sırtlayarak yerine getiriyor. Bölgeye hazmettirerek yerine getiriyor. Türkiye bu bölgede İsrailleşiyor, yeni İsrail oluyor. Yeni Kudüs, İstanbul. Burası Kudüs. Çünkü emperyalizmin Kudüs’ü, kapitalist sistemin ideolojik, politik tüm ayaklarıyla yerleştirilmesidir. Tapınağın yerleştirilmesidir. Sermaye tanrısının yerleştirilmesidir. Ortadoğu’ya sermaye tanrısını Türkiye getiriyor. Yani bunu utanmazca, arsızca bir politikayla yapıyor. İşte İsmail Cem’in söyledikleri bugün devam ettiriliyor. Yani, ticaret, finans, maliye bunlar konuşuluyor. Halkların içine düşürüldüğü o insanlık dışı durum mu konuşuluyor? Halkların köleleştirilmesi mi? Halkların sonsuza kadar petrol kaynaklarından, su kaynaklarından, tarım kaynaklarından uzak tutulması üzerine kurulan emperyalist statüko mu konuşuluyor?
Burada bir “mezarlık barışı” öneriliyor ve Türkiye o mezarlık barışını Amerika adına, Britanya adına, Almanya adına, Fransa adına, Japonya adına, emperyalist sistem adına savunuyor. Yani, kolektif emperyalizm adına savunuyor. Şimdi kolektif emperyalizm çağındayız. Türkiye buraya global sömürgeciliğin taşınmasında yeni roller ediniyor ve o rolü edinirken de geçiş söz konusu.
Sömürgecilik bir aşamaydı. Yeni sömürgecilik. Türkiye’de yeni sömürgeciliğin devleti “milli güvenlik devleti”ydi. Şimdi “global sömürgecilik” dönemecindeyiz. Global sömürgeciliğin devlet yapısı Türkiye’de oluşurken, bu bölgede bir şiddet yaşanırken, aynı zamanda da görsel olarak bir şiddet yaşanırken, demin sözünü ettiğimiz o televizyonlardan yansıyan veya işte davalarla kendini ortaya koyan, dışarıya bir güvercin misali açılan barışçı Türkiye. Bu inandırıcı olabilir mi? İçeride bu kadar sert bir sınıf mücadelesi var. Başkentinin göbeğinde işçi, tarihinin en önemli direnişlerinden birini gerçekleştiriyor. Filistinli işçiye, Ankara’da Tekel işçisinin içine düşürüldüğü durumu mu vaad ediyor Türkiye? Suriye işçisine bunu mu vaad ediyor? Bunun güvercinliği mi yapacak Türkiye? Sınıf çelişkisini daha da derinleştirmenin mi? Bir tek hedefi vardır, burada emperyalizmin durmasının, sonsuza kadar bu halkların kaynaklarından uzak tutulması. Demokrasi bunun adıdır. Türkiye bu demokrasinin barış güvercinliğini yapıyor.
Dolayısıyla bunlar üzerinde durulmaz. Adını net olarak ortaya koyalım. Emperyalizm, Yahudi’ye Yahudi olarak ihtiyaç duymaz. Siyoniste Siyonist olarak ihtiyaç duymaz. Yani, o Yahudi olduğu için veya Siyonist olduğu için –İslamcı arkadaşlar da lütfen artık bu metafizik saplantıdan kurtulsunlar- olmuyor. Dünyayı Yahudiler idare etmiyor. Dünyayı kapitalistler idare ediyor, Yahudi kapitalistler de bunun bir parçası. Dünyayı Siyonistler idare etmiyor. Böyle bir durum yok. Siyonizm, bu ideolojilerden, bu ırkçı ideolojilerden sadece bir tanesi. Karzai’de Müslüman. Ne olmuş yani? Suudilerde Müslüman. Suudi Arabistan Müslüman değil mi? Eeee… Türkiye’de, Suudileri, bizim Yahudilerimiz anlayışı dışında değerlendiren Müslüman var mı? Yok. Demek ki, burada, bu yapılar üzerinde mesele değerlendirilmez. Anti-kapitalist olmayan anti-siyonist olamaz. Bu kesinlikle böyledir. Nettir bu. Tek başına anti-siyonist olmak, anti-kapitalist veya anti-emperyalist olmayı beraberinde getirmez. Dolayısıyla bu çıkışların bu söylemlerin Ortadoğu halklarına bir rahatlama dışında ve Türkiye’nin şu andaki konumunu meşrulaştırma dışında hiçbir faydası yoktur. Net olarak Türkiye-İsrail birleşik devletleri yapısı devam etmektedir. Türkiye yeni İsrail’dir. Çünkü, İsrail’in yerine getiremediği, getiremeyeceği, emperyalizm açısından hayati önemdeki pek çok işlevi Türkiye yerine getirebilecek durumdadır.
Bugün bu iktidar geçer. Yarın yerine başkası gelir. Geçmişte kim vardı? İşte İsmail Cem vardı. Ondan önce başkası vardı. Hepsini birlikte değerlendirdiğimizde bu süreci çok daha gerilere götürmek mümkün. Türkiye yeni İsrail’dir. Vaad edilmiş topraktır. Yani, Türkiye finans-kapitalin Avrasya’daki gücü açısından, yerleşmedeki gücü açısından, tapınaktır. Dünya tefeciliğinin tapınağıdır. Sermaye tanrısının tapınağıdır. Ve burada Kudüs’ün bütün kutsallığından arındırılması söz konusudur. Yani, Kudüs denildiği zaman herkes böyle görsel bir kutsallığa saplanmasın. Kudüs denildiği zaman, ben, mabede girerek, o mabedden Yahudi tefecileri kovan Hz. İsa’yı anlıyorum. Ben İslamiyet denildiği zaman, Medine’ye girip, Yahudi tefecileri kovan, borç senetlerini yakan Hz. Muhammed’i anlıyorum. Böyle bir “one munite” var mı?
Ne olmuş? Yahudi-finans kapitaline hayır mı denilmiş? Davos, büyük sermayenin Disneyland’ıdır. Orada her türlü gösteri serbesttir. Yani, bunun ötesinde ne olmuş? İsrail’in, pardon NATO’nun, İsrail politikalarına bir itirazı mı var? Amerika’nın, İsrail politikalarına bir itirazı mı var? Emperyalizmin, kolektif emperyalizmin bir bütün olarak, orada, giriş noktası konumuyla İsrail’in varlığına mı bir itirazı var? Bunların hiçbiri yok.
Bize yeni mitler yaratıyorlar, yeni kültler yaratıyorlar. Bu kültlere hiç takılmamak lazım. Bunlar medyanın arızi, geçici kültleri. Çünkü yarın daha büyük bir oyun oynanabilir. Yarın daha başka bir iktidar da gelir, aynen Kenan Evren’in yaptığı gibi maslahatgüzar seviyesine düşürülebilir diplomatik ilişki. O zaman Türkiye-İsrail ilişkileri bitti mi diyeceğiz? 12 Eylül rejimi; İsrail’in ayakta kalmasında, Lübnan’ı işgal etmesinde, Filistin topraklarının yeniden işgalinde, Kudüs’ün fiili olarak ilhakında İsrail’i rahatlatan, ona stratejik alan açan, en temel vuruş noktalarından biridir. 12 Eylül’ü de İsrail açısından değerlendirmek gerekiyor. Yani buradaki yönetim, İsrail’e karşıt gibi görünürken, cunta yönetimi İsrail’e öyle bir alan açtı ki bölgede. Onun için ben bu tip çıkışlardan çok korkarım. Bu tip çıkışlar, bir müddet sonra beraberinde, İsrail’e görülmedik ölçüde alan açmanın hazırlığına dönüşür, ki hele de burada böyle bir büyük İran meselesi varken emperyalizm açısından.
Yiğit Tuncay: O zaman “one munite”, şöyle değerlendirilebilir mi; yani, uluslararası şirketler bölgede artık şiddet istemiyor mu?
Suat Parlar: Bu şeytanın doğasından vazgeçmesi gibidir. Şeytan doğasından vazgeçerse ne olur? Bu soru ortada duruyor. Yani, kapitalizm kapitalizmden mi vazgeçecek? Çünkü kapitalizm kendi arkasındaki -hele söz konusu olan ulusötesi şirketse- devletin gücü, onun askeri baskısı, askeri şiddeti olmadan varlığını sürdürebilir mi? Hangi istikrardan bahsediyorsunuz? Yani burada halkların hepsi köleleştirilmediğine göre, bir büyük mücadele hâlâ verildiğine göre… Burada tekel işçileri var… Burada Filistinliler var… Burada Lübnan Hizbullah’ı var. Burada İran halkı, Afganistan halkı var. Bunların hepsi var. Bu direniş bitirilmediği, yani insanlık burada son bulmadığına göre… Yani tarih burada son bulmadığına göre… Bu direniş olacağına göre… Bu direnişi güllerle mi ezmeyi planlıyor emperyalizm? Gül mü verecek bize? Şiddetle ezecek. “Karşı ayaklanma” doktrini ile ezecek. “Karşı ayaklanma” doktrini için yeni aygıtlar kuracak. Türkiye’de de kuracak, başka yerlerde de kuracak. Türkiye’de zaten kurdu tamamladı bu süreci. Şimdi Türkiye bu deneyimi ihraç edecek. Irak’a ihraç edecek, bu deneyimi Afganistan’a ihraç ediyor, başka yerlere ihraç edecek. Soros’un tabiriyle; “Türkiye’nin en iyi ihraç metası kontrgerillasıdır”. Böyle diyelim biz; “karşı ayaklanma” aygıtıdır, gücüdür.
Böyle değerlendirildiğinde, şirketler burada niye istikrar istesinler? Bu bölge halklarının, sonsuza kadar, buradaki kaynaklardan uzak tutulabilmesi için vahşet ötesi bir şiddet gerekiyor. Irak’ta 2 milyon insanı öldürdüler. Daha fazlasını da öldürecekler, öldürüyorlar. Türkiye’de özelleştirme, basit bir, efendim işte; kamu verimliliği, verimsizliği, sermaye verimsizliği esası üzerinden veya basit bir mülkiyet esası üzerinden yürümüyor. Müthiş bir el koyma süreci. Sistemin doğasında olan bir süreç. Çünkü kâr oranları düştükçe el koymalar artıyor. Başka çaresi de yok kapitalizmin. Kâr oranları düştükçe el koymayı, yağmacılığı, hırsızlığı arttıracaktır. E ne olacak, ekonomik soykırımlar orta yerde işte. İnsanlar sadece işçi olduğu için eziliyor. Bu ekonomik soykırımdır. Sadece işçi olmasından dolayı. Çünkü onun o sınıfsal yapılanma içerisinde güç ilişkilerinin bir tarafına düşmüş olması, elinde politik araçlarının olmaması, mücadele araçlarının elinden çekilip alınmış olması, o ekonomik soykırımın onun sadece işçi olmasından, o niteliğinden kaynaklandığının da göstergesi. İşte Ortadoğu halklarının bu şekilde bir çevreleme politikasıyla kuşatmış vaziyetteler. Burada olsa olsa istikrarsızlığın istikrarı olur. Emperyalizm barış yapamaz. Emperyalizm savaşçıdır. Kapitalizm asla savaşsız yapamaz. Bu nasıl bir sabuklama? Bu tip teoriler 1. Dünya savaşı öncesinde de vardı. 1. Dünya savaşı bu tip teorilerin kafasına yumruk olarak indi. Evrensel barışı sermayeye bağlayanların, Türkiye’de de bunu savunanlar vardı bir dönem. İşte yanlış bir tabir tabi küreselleşme. Yani iyi ki “tepsi” demediler İngilizcede. “Tepsileşme” mi diyecektik. Bunun aslı globalleşmedir.
Bunun beraberinde “evrensel, ebedi barış” getirecek denildi. Bunu yazan, bunun propagandasını yapan utanmaz yazarlara inat, o günden bugüne Ruanda’da bir soykırım yaşandı. Afrika’nın dört bir yanı katliamlarla çalkalanıyor. Ortadoğu’da gördük işte neler oldu? En basiti, ambargoyla 500 bin çocuğu öldürdü Amerika. Bu mudur barış? Bu “mezarlık barışı”.
Dolayısıyla işte böyle bir istikrar. Türkiye’de, işte “demokratik açılım bu istikrarı getirecek”, bunlar çok saçma. İkincisi; bu bölgede, bir halkın kendini problem olarak sunmasından daha tehlikeli bir şey yoktur. Bir dönem Ermeniler kendilerini bir sorun başlığıyla sundular. “Ermeni sorunu” dediler. Israrla bunu vurguladılar. Zannettiler ki batı gelecek kendilerinden yana tavır alacak. Batı kendilerinden yana tavır almadı. Çünkü Ermeniler, kilit ekonomik bölgelerde önemli ticari geçiş yollarını tutuyorlardı. Dünya finansı üzerinde, Ermenilerin ciddi bir ağırlığı vardı. Ve o ağırlığın sıklet merkezi Anadolu’dur. Anadolu’yu kaybeden Ermeniliğin, dünya finansındaki etkinliğini sürdürmesi, dünya düzleminde neredeyse imkânsızdı. Karşısındaki güç kimdi? Tabi yanlış bir tabir ama, Yahudi kapitalistler. Bu süreci çok iyi değerlendirdiler. Anadolu’daki Ermeni sıklet merkezinin çöküşüyle birlikte, dünya düzleminde Ermeni-Yahudi finans kapital şebekesi ciddi bir düşüşe geçti. Yoksa buradaki dükkanların, evlerin, şunun bunun ele geçirilme meselesi gibi basit bir düzlemde bu algılanamaz. Şimdi Kürtler devamlı olarak kendilerini sorun başlığı altında sunuyorlar. Deminden beri anlattığımız çerçeve içerisinde Kürtler sorun değil. Bu bölgedeki komprador rejimlerin varlığı sorun. Bu bölgede emperyalizm sorun. Bu bölgede kapitalist sistem sorun. Bunlar sorun. Deminden beri anlatıyoruz. Milli güvenlik devletleri sorun. Bundan sonra global şehir esasına göre düzenlenecek olan, bölgesel kent-devleti sorun. Şimdi, Kürtler devamlı “sorunuz” derlerse, arızidir bu dönem. Yani şu andaki, görünürdeki dönem arızidir. Bu dönem geçer, bir bölgesel vuruşmada, bir bölgesel savaşta, Kürtleri denklemden topyekun çıkartırlar. Yaparlar bunu. Emperyalizm bunu Ermenilere yaptı. Yani, Kürtlerin devamlı kendilerini böyle bir “sorun” kapsamı içerisinde görmesi, üstelik de avcının diliyle konuşması…
Demokrasi bu dönem emperyalist-kapitalist sistemin bayrağı. Bir dönem “kalkınma” vardı. Şimdi “demokrasi” var. Pasifikasyonu Komer, “devrimci kalkınma” şiarıyla yürütüyordu Vietnam’da. Şimdi Vietnam’ı paramparça ederken IMF -yani o teslim olmayan Vietnam’ı- “demokrasi”yi kullandı. Ne diyor Hungtington; “3. Dalga demokrasi” diyor işte. “3. Dalga demokrasi”. Dolayısıyla burada emperyalizm üzerinden, devletler üzerinden, sistemler üzerinden, egemenler üzerinden, Kürtler bir diplomatik pazarlık yürütür de” bu bölge halklarından koparlarsa, kurtuluş kimse için mümkün olamaz. Dolayısıyla meseleyi, bu açılım meselesini, “büyük sermayeye istikrar gerekiyor, emperyalizme istikrar gerekiyor” boyutu üzerinden ele almak çok büyük yanılgılara yol açar. Kaldı ki insanlıktan istifa etmemişsek, bizim işimiz kapitalizmin ve emperyalizmin istikrarını bozmak olmalı. Ki ben Kürtlerin büyük çoğunluğunun insanlıktan istifa etmediğini biliyorum. Dolayısıyla burada eğer kendileri adına bir emperyalist statükonun tesis edileceğine inanıyorlarsa, o statükonun bir tek adı olur; “petrol kaynaklarının bekçi kulübeliği” olur. Bu ne bir “kendi kaderini tayin” olur, ne gerçek bir “milliyet” olur, ne de gerçek anlamda bu “milliyet” üzerinden bir “devlet”leşme olur.
Böyle bir yapı söz konusu. Bu yanılsamalı süreçleri Kürtlerin de yanlış anlamaması lazım. Yani sistem içi çatışmalar, egemenler arası çatışmaları, bunun ulusötesi sermaye bağlantılarını, emperyalizm bağlantılarını çok net olarak görmeleri lazım. Yani kapitalizm veya kapitalistler demokrasi getirmezler. Sanki demokrasi bir idealmiş gibi dilimize de yapışmış. Demokrasi sömürüyü meşrulaştıran bir bayrak. Benim böyle bir demokrasi idealim yok. Bir tarif yapmak gerekirse; bütün tarım, su, gıda, hammadde, tek tek sayıyorum, bütün bilgi kaynakları üzerinde saydığım veya sayamadığım, insanı insan yapmada, üretim sürecinde kullanılan bütün kaynaklar üzerinde emeğiyle yaşayan halkın, emeğiyle yaşayan halkların doğrudan, -dolaylı değil- doğrudan yetki karar sahibi olması ve sadece bunların kullanım değeri üzerinden bir eşitlik anlayışıyla özgürlüğü temellendirmesini sağlıyor. Yoksa demokrasi, Atina’daki insanlık kurtlarının biriken ipotek taşlarının, biriken borçları arada sırada silerken gündeme getirdikleri geçici siyasi biçimin adıdır. İnsanlık kurtları en fazla kendilerini demokrasiyle sunarlar. Tarihin en büyük reformisti görünen Solon, en büyük insanlık kurdudur. Bu insanlık kurtlarının demokrasi illetini elimizin tersiyle itmek mecburiyetindeyiz. Onun için, her kim ki “demokrasi” diyor, kuşkulanmak için nedenimiz var. Çünkü demokrasi, emeğe ait bir kavram değil. Yani burada işte, “ama şu” deyip başlamamak lazım. Çok daha başka niteliklere esaslara vurgu yapan kavramlardan yola çıkmamız gerekiyor.
Yiğit Tuncay: Evet. Çok merak edilen Dolmabahçe mutabakatı.
Suat Parlar: Sadece mekan bile kendini ele veriyor. Saray mutabakatı. Yani, deminden beridir benim söylediğim yapıyı da çok güzel yerli yerine oturtuyor. Saray darbeleri, operet darbeleri, saraylar üzerinden hizipleşmeler, saraylar, saraylar. Yani kapitalizm bir gıdım ilerleme sağlayamamış. Şu ortaya sürdükleri görünümler bile halen saraylar üzerinden. Ne kadar utanç verici bir durum. Yani hangi parlamentodan söz ediyoruz? Hangi açıklıktan bahsediyoruz? Halen işler saraylarda görüşülüyor. Bir kere işin bu boyutu var. Bu işlerin halen daha bir ülkenin başbakanıyla, genel kurmay başkanının görüşmelerini saraylarda yapmaları bile, o rejimle ilgili cumhuriyet saptamasına dair zaten yeteri kadar soru işaretini beraberinde getiriyor. Yani bu yapı, böyle bir yapı. Şimdi orada ne görüştüler? Bizim sözünü ettiğimiz çatışmalı süreçlerdeki bir uzlaşma anı görüşüldü. O uzlaşma anında elbette ki politika konuşuldu. Sonrasında takip ettiğimiz o politikanın neticelerini zaten hep beraber görüyoruz. Yani, birincisi; silahlı kuvvetler partisi, -öyle demek mümkün- silahlı bürokrasinin üst kademesindeki generallerin demokratik merkeziyetçiliğine dayanır. Çok ilginçtir. O yapı sermaye içerisinde yükselen statü kaynaklarını ele geçiren ve Türkiye’de sermayenin ideolojisine İslamla damga vurmaya çalışan kesimin lideriyle bir araya geldi. Burada bir konuşma oldu. Yani karşılıklı olarak birbirlerinin konumunu teyit ettiler. Konumlarda bir teyitleşme oldu. O konularda teyitleşme her zaman için şöyle bir tehlikeyi barındırır; eğer iki büyük gücün lideri konumlarda teyitleşiyorsa, uçlarında yer alanlar törpülenecek demektir. Dolayısıyla şu anda yaşanılan süreç ordu kamuoyunu davalarla, efendime söyleyeyim, psikolojik harekâtlarla, şunlarla, bunlarla törpülenmesi sürecinin başlangıcında Dolmabahçe vardır. Yani öbür taraftan da sisteme göre İslami açıdan radikal sayılan ama, daha doğrusunu şöyle söylemek mümkün; bizim sağ popülist dediğimiz daha çok kitle duyarlılığı taşıyan bu çerçeve içerisinde, o kitle duyarlılığıyla, birtakım motifleri, İslami motifleri veya diğer renkleri çok büyük bir aşırılıkla ileri sürecek olanların da törpülenmesi. Çünkü eğer öyle bir durum olsaydı, o zaman bu taraftaki süreç böyle rahat işleyemeyecekti. Dikkat edin artık, İslami kesimde bir Şevki Yılmaz yok, bir Hasan Mezarcı yok, sesleri duyulmuyor.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Her gün El Kaide operasyonu var. Afganistan’da görüyorsunuz. Afganistan’da Müslümanlar katlediliyor, Türkiye’deki Müslümanlardan ses çıkmıyor. Vicdanlarını kaybetmişler. Onlar sadece NATO operasyonları çerçevesinde, NATO’nun değerli kurban saydığı İslamcılara yönelirler veyahut da demin sözünü ettiğimiz gibi, figür olarak Filistin’i burada çok fazla kullanırlar. Böyle değerlendirildiğinde Dolmabahçe bir uzlaşmanın adıdır ve İlker Başbuğ’un sözünü ettiği o “asimetrik savaş” ki o savaşta elbette ordu kamuoyu hedeflerinden biridir. Dolmabahçe’de kararlaştırılan sürecin bir neticesidir. O zaman İlker Başbuğ, eğer öyle bir saptaması, öyle bir tespiti var ise, ki o öznesiz bir tespittir, sıkıntılı, kim olduğunu açıklayamayacağı bir tespittir. Dolmabahçe’ye bakacak. Dolmabahçe’deki taraflara bakacak.
Dolayısıyla başa dönersek, burada elbette bir düğüm var. Çatışmalı bir düğüm var. Çünkü ordu kamuoyu bastırılacak. Bürokrasi içerisinde geleneksel diyebileceğimiz, halen daha o “milli güvenlik devleti” dönemine bağlı veya kalkınma çerçevesi içerisinde kendini şekillendiren veya hatta, halen kendini Kemalist diye yapı içerisinde gören, temel önermelerine dayanan kesimlerin kenara itilmesi. Ama burada da yanlışlık olmasın, onlarla bugüne kadar muhalefet de değiller, iktidardalardı zaten. Senelerce bu ülkede iktidarın bir kesimini oluşturdular. Öyle değerlendirildiğinde tabi bu süreç çelişkilidir, sancılıdır. Bunun medyada taraftarlarının oluşması da doğaldır. Çünkü medya, kötülük yoksa haber yapamaz. Olmadığında da yaratır. Yani bunu elbette yaratacaktır. Bunu bu şekilde götürecektir. Yoksa “a” davası, “b” davası; bu davalar üzerine ben size bir şey söyleyeyim, yani şu adını anmak istemediğim dava da ortaya saçılanların misli misli 16 Mart davasında ortaya saçıldı. Kim ilgilendi? Hiç kimse. Hiç kimse ilgilenmedi. Yani, çünkü biz o dosyaya neleri celp ettirdik. İpekçi dosyasından tutun da, aklınıza ne gelirse. Ne resmi yazışmalar, neler oldu? Merak eden var mı? Elbette merak edilmiyor. Merak edilmemesi doğal. Yani burada böyle bir süreç var.
Hukukun politikleşmesi diye bir saçmalık olamaz. Hukuk zaten politiktir. Hukuk, güç kimdeyse onun hukukudur. Yani güç zaten politikayı beraberinde getirir, işletir. Böyle değerlendirildiğinde tekrar başa dönersek, eğer bir “asimetrik savaş” başlangıcı aranıyorsa, onun hareket borazanı Dolmabahçe’de çalmıştır ve taraflarından bir tanesi dönemin genelkurmay başkanıdır. Bu gayet açıktır. Bunda şaşılacak bir yön de yok. Yatıp kalkıp her gün şikayet edecek durumda, bu da çok doğal, hatta çok sert eleştiriler de yapacak. Çünkü bu süreç ordu kamuoyuna doğru algılatılacak bir süreç değil. Bu geçiş sürecini kalkıp nasıl anlatacaksın. Kalkıp da “eyyy askerler, biz böyle bir modele geçiş yapıyoruz; Avrasya’da yeni rolümüz bu, dünyanın 30 ülkesinde karşı ayaklanmacı hareketler içerisinde yer alacağız. Türkiye’den ziyade artık daha gezici, vurucu bir hale geleceğiz. Bizim menzilimiz 1 milyon kilometrekareye çıkacak. Aden’de dünya petrol şirketlerinin çıkarı adına korsanları kovalayacağız. Bunun için de bu kadar yurtta sulh cihanda sulh” dedik, bu iş bitti. Dolayısıyla, “siz şu Kemalist ideolojiyi de bir kenara bırakın, okulda biz bunu öğretiyoruz ama, bu çok önemli değil, bize kalite kontrol çemberlerini işletme yönetimini bilen subaylar lazım”. Bunu çok direk nasıl söyleyecek. Bunlar, bu kadar kolay söylenmez. Bunlar geçişlerdir. Geçişler şiddetli olur. Bu ülkede ayrıca ordu defalarca lağvedildi, defalarca kuruldu. Yeniçeriyi lağvettiler, Nizam-ı cedid’i kurdular. Sonrasında o lağvedildi, Abdülhamit bir ordu kurdu. Abdülhamit ordusu Balkan savaşından sonra Enver Paşa tarafından lağvedildi, Milli mücadeleyi veren o ordu kuruldu. Milli mücadeleyi de Osmanlı ordusu verdi bu arada. Ondan sonra Mustafa Kemal Paşa Milli mücadele kahramanlarını tasfiye etti, yeni bir ordu kurdu. Ondan sonra 27 Mayıs’ta binlerce subay ordudan atıldı, yenisi geldi. Yani bu yenilenmeler gerçekleşti. Yani bu böyle. Süreklilikleri göreceğiz. Bu süreklilikler esası üzerinden gideceğiz ama, dünya sisteminin ihtiyaçları, esasları, dünya pazarının işbölümü çerçevesi bunun getirdiği jeo-politik anlayışlar, stratejiler, askeri roller çerçevesinde elbette ki ordu da sistemle uyumlu olarak bu değişimleri geçirecek.
Şimdi böyle bir süreçteyiz. Bu tür davalar yeni de değildir. Yani örneğin İzmir suikastı davasında alasını görürsünüz bu işlerin. Orada paşalar yargılanmıştır. İttihat Terakki’nin Yakup Cemil davasını merak etsin insanlar, otursunlar, incelesinler. Buralarda süreklilik vardır. Bu sistemin işleyişinde vardır. O zamanlarda da saflaşmalar olmuştur. Neler yaşanmıştır? Bunlar, böyle, hani bir gün içerisinde zuhur etmiş gerçeklikler değil. Bunlar tarihsel akış içerisinde netleşen çizgiler. Dolayısıyla, işte, yani, kozmik sırlar, mutabakatlar, bilmem neler, biz hep görsel olanla aldanırken, arka planda ekmeğimizi çalıyorlar. Kaynaklarımız gidiyor.
Bakın burada detaylarına giremedik; senelerce bizim kromumuzu çaldılar. Bugün Kürtlerin o ayak bastığı bölgeye, yarın hiçbirimizin ayak basamayacağı kaynaklara sahiplenme anlamında, bölge imparatorlukların darphanesidir. Suyumuzu çalıyorlar, kromumuzu çalıyorlar, petrolümüzü, gümüşümüzü, altınımızı, nikelimizi… Hepsi gidiyor. Bize bir çatışma kültürü veriyorlar, biz burada çatışırken, onlar çalınıyor. Onlara çok dikkat etmek lazım. Yani bırakın siz bilmem ne davasını da, köy kanununa bakın. Türkiye’de yeni bir yasa geliyor. Türkiye’nin toprakları gidecek. Türkiye topraklarının %5’i kent arazisi, %95’i kırsal arazi. Kırsal organize sanayi bölgeleri adında ulusötesi şirketler yerleşecek. Yarın bu davaların esamesi okunmayacak. Kalıcı olan bunlar. Bunlara bakmak lazım.
Yiğit Tuncay: Evet, tüm bunları toparladığımızda son olarak bence şunu değerlendirmek lazım; yani bunu senden rica ediyorum tabi, dünya bu gidişle nasıl bir saflaşma içine girecek. Yani bu saflaşmada işçi sınıfının rolü olacak mı? Uzun bir dönem işçi sınıfı unutuldu biliyorsun, tekrardan işçi sınıfı gündeme gelecek mi? Geldiğinde tabi ki şiddetle karşılaşacaktır ama, böyle bir beklenti var mı? Nasıl bir saflaşmaya gideceğiz?
Suat Parlar: Bu soruya sürekli cevap vereceğiz, söyleşilerle cevap vereceğiz ama, şu kadarından bahsetmekte de yarar var; dünyada da, Türkiye’de de işçi sınıfı krizde. En büyük kriz bu. Sınıfın krizi. Bunu görmezden geliyor, sınıf parçalanıyor, paramparça ediliyor. Sınıfı parçalayan kendi sendikaları. Türkiye’de kalite kontrol çemberleri verimlilik esası üzerinden çalışmayı en ileri görünümlü sendikalar gündeme getirdiler. Yani işçi nasıl daha iyi sömürülürülün cevabını kalite kontrol çemberleri, esnek çalışmayla sendikalar gündeme getirdiler. Türkiye’de CIA’nın dağıttığı sendika fonları, işçi aidatlarından edinilen gelirlerin ötesindedir. Ben kitaplarımda bu rakamları vermişimdir. Şimdi böyle bir yapı var. Bu yapının dışında, dünyada son 50 yılda istatistikler şunu gösteriyor; proleterleşmede müthiş gerileme var. Türkiye’de de böyle. Proleterleşmede böyle bir ilerleme yok. Yani, tam tersine artık sınıf dışına itilen unsurlar, işçi olarak, proleter olarak, üretim sürecine dahil olamayan, artık bir çöp sorununa dönüştürülen insanlar söz konusu. Yani büyük kentler, beşeriyeti bir çöp sorununa getirip hapsetmiş durumda. Dünyanın bütün büyük kentlerinde, global şehirlerinde böyle bir öbeklenme var. Bunlar işçi olamıyor. Bunların serbest çalışma yolu da kapatılıyor. Bunlar informe denilen sektörde de artık kendilerini idame ettirme koşullarını bulamıyorlar. Peki bunlar ne olacak? Büyük soru bu. Demin dediğin gibi, bu aynı zamanda geleceğin çatışmasını da gösteriyor. Türkiye için bir tek demokrasi olabilir, “ölüm mangaları demokrasisi”. Türkiye ölüm mangaları demokrasisine hazırlanıyor. 400 binden fazla, yakında hepsi silahlanacak olan özel güvenlik örgütü “ordulaşan polis, polisleşen ordu” işçi sınıfını bastırmak üzere “karşı ayaklanma” doktrinleri olduğunu itiraf eden generaller ve artık bedeninden başka mücadeleye, mücadele alanına, ateşe süremeyeceği, yani bedeninden başka hiç bir şeyi olmayan işçiler. 45 gün grev artık işçinin silahı olmaktan çıkmış. Genel grevi kim düzenleyecek? Artık hangi mekanizmayla düzenleyecek? Nasıl yapacak bunu? Yani, bunu bile silah olmaktan çıkartmışlar.
Zaten bir işçi hareketinin sendika stratejisine bağlanması demek, sistem tarafından mutlak surette avlanacağının, sistem tarafından mutlak suretle teslim alınacağının temel kanıtı demek. Çünkü sendikalar tıpkı ulusötesi şirketler gibi şirketleşmiş vaziyetteler. Sendikaların lordlar kamaraları var. Sendikaların lordlar kamaraları kapitalistlerden oluşuyor. Şu anda sendika yönetiminde kapitalistler var. Öyle o “ağa” kavramıyla falan geçiştirilecek bir konu değil. Sendika lordlarının büyük bir çoğunluğu kapitalist çerçevede, artık eski tabiriyle işçi aristokrasisi vardı -o çok saçmadır- denemez. Kapitalist aristokrasi içerisinde yer almışlardır. Çünkü hiç bir şirket, holding patronunun 30 yıl, 35 yıl o holdingi piyasa koşullarında götüreceğinin garantisi yoktur. Ama kapitalist bir sendika lordunun 40 yıl boyunca dolar milyoneri olarak, orada, o işin başında oturup hayatın bütün nimetlerinden yararlanma garantisi vardır. dolayısıyla işçi sınıfının krizinin aşılması, sınıf mücadelesi odağı olarak aynı zamanda sendikaları görmesiyle mümkün. Yani işçi sınıfı sendikalarıyla da savaşmalı, savaşıyor da nitekim. Bunu net olarak görmek gerekiyor. Sözünü ettiğimiz o kontrgerilla döneminde de, bugünün “karşı ayaklanma” doktrininde de en büyük rollerden biri sendikalara düşüyor. Sendikalar “düşük yoğunluklu demokrasi”nin halkla ilişkiler bürosuna dönüşmüş vaziyettedir. Sınıfsal bir mücadele aracı olmaktan çıkartılmıştır. Bu nokta üzerinde durmak lazım. Bunu da net olarak görmek gerekiyor.
İşçi sınıfının klasik mücadele araçları tarihsel geçerliliğini korumaktadır. O mücadele araçları çekirdekte durmaktadır, Yoksa küresel isyancı, bilmem nereden, sivil toplumdan aldığı kaynaklarla burada sözde sahte muhalefet yaratan, bunlarla bu iş yürümez. Halen daha bu noktada esas olan sınıfsal çizgilerdir. Çünkü karşımızdaki yapı daha şedid, acımasız, çok daha ezici, baskıcı mekanizmalara kavuşmuştur. Emperyalizm başından itibaren hiç bir döneminde görülmediği kadar emperyalistleşmiştir. Emperyalizm asıl bu çağda emperyalistleşti. Kolektif emperyalizm niteliğine büründü. Dolayısıyla mücadelelerin bu bilinçle yürütülmesi gerekiyor. İşçi sınıfının kendi krizine cevap bulması gerekiyor. Yeni de demiyorum, sınıfa dayalı örgütlenme biçimlerinin klasik örgütlenme, klasik mücadele biçimlerinin bir iade-i itibara şiddetle ihtiyacı var. Bunu yapmak lazım. Bu noktada da hayata emek çerçevesinden bakanlar, ittifak ilişkilerini doğru kuracak. Yani dava süreçleri üzerinden, bazı işte birlikte görülen ortak kabul edilen fikirler üzerinden, Avrasyacılıklar üzerinden ittifak kurulmaz. Net bir biçimde işçi sınıfının çıkarlarına dayalı, bunun insanlığı kurtaracağına dair inançları olan, bunun seçimini yapmış sosyalizmi bu çerçevede savunan, bu temelde emperyalizme karşı çıkan bir zaviyeden mi bakıyorsun meselelere? Yoksa bulamaç haline gelmiş, Mustafa Kemal’in bir dönem kurdurduğu resmi Komünist Fırkası türünden yaklaşımlarla mı? Resmi Komünist Fırkasının o dönem yayınlarını okursanız veya işte Doğu Halkları Kurultayı’na giden devlet görevlilerini görürseniz, bugünün Avrasyacılığı, doğuculuğu, halkçılığı, bunların hepsini bulursunuz. Yani bunlar yeniden moda oluyor ama, bu nokta üzerinden sosyalistler ittifak ilişkisi kuramazlar. Ama şunu da söylemezler; yurt sevgisi de bu anlamda bir tekel değildir tabi. Bunu asla kimse söyleyemez. Eğer bir insan bağımsızlıkçı olduğu konusunda iddialara ve taahhütlere sahipse, o ancak saygıyla karşılanır. Bu insan İslamcı da olabilir. Bu insan ulusalcı olarak da kendini konumlandırabilir ama, dediğim gibi; bu ölçütler üzerinden kurulacak ittifak ilişkileri işçi sınıfının kurucu niteliği, yeni dünya kurucu niteliği üzerinde çok kalıcı olumsuz izler bırakır. Hele de Türkiye bu tecrübeleri fazlasıyla yaşamıştır. Yani şimdiden sonra çok daha pür ilkeler üzerinden, çok daha saflaştırılmış ilkeler üzerinden gitmek lazım. Bu noktada da burjuva hümanizminin sulu gözlü, işçiyi mağduriyeti içerisinde algılayan medyadaki “sol masa”lara havale edilmiş, yeni imge standartlarından uzak durması ve bunları şiddetle reddetmesi gerekmektedir.
Yiğit Tuncay: O zaman Suat, şimdi, bugünlük burada bitirelim. Nasılsa iki ay sonra tekrar bir araya geleceğiz. Şu ana kadar söylediklerin için biz teşekkür ederiz. İki ay sonra tekrar görüşmek üzere diyorum.
Suat Parlar: Umarım….
Deşifre Eden: Hazal Kelleci