Neo Gladio – Yiğit Tuncay & Suat Parlar

Neo Gladio - Yiğit Tuncay & Suat Parlar


Söyleşi Tarihi : 25. 03. 2010



“Karşı Ayaklanma” Doktrini

Yiğit Tuncay:  Evet Suat, iki ay önce yaptığımız söyleşide sürekli bir şeyden bahsettin, bir vurgu yaptın; “Küresel Ayaklanma Doktrini”. Bu bir güvenlik doktrini olarak globalizmin ortaya attığı yeni bir şey. Bunu bize biraz daha açabilir misin?

Suat Parlar: Bunu fazlasıyla açmak ve bu konuda fazlasıyla aydınlatıcı olmak gerekiyor. Çünkü şöyle söyleyelim; ileride dünyanın herhangi bir yerinde hakkını arayan herhangi bir insanın karşılaşacağı baskıyı, zulmü, işkenceyi sistematize eden bir doktrinden söz ediyoruz. Buna kendileri “karşı ayaklanma doktrini” diyorlar. Emperyalistlerin askeri kavramlaştırması açısından bunun adı “karşı ayaklanma doktrini”. Fakat bu meseleyi alabildiğine yumuşatan ve ideolojik meşruiyet kazandıran bir değerlendirme. Biz bunun adına “karşı devrim doktrini” de diyebiliriz. Çünkü aslolan burada onların tabiriyle “isyanların bastırılması”.

Niye bu bizim için önemli? Şundan önemli; 1965’ten itibaren Türkiye isyan bastırma harekâtlarının hemen hemen her boyutuyla uygulandığı bir ülke. Ki bu boyutlar son derece kanlı bir takım katliamlar, vahşet gösterileri, kitle kıyımları, seçilmiş hedeflerin ortadan kaldırılması şeklinde cereyan etti.

Bunun tabi ötesi de var; 80’lerin ikinci yarısından itibaren bir bölge esası üzerinden, “kirli savaş” diyelim veya dönemin genelkurmay başkanının anlamlandırmasıyla “düşük yoğunluklu çatışma” diyelim, bir gayrı-nizami harp yürütüldü. Türkiye’de bu konuda milyonlarca insanın baskı görmesi, fişlenmesi, işinden atılması, yurttaşlıktan çıkarılması veya dediğim gibi bazı harekâtların kurbanı olması söz konusu idi. Ama bunun ötesi var; hepimiz bir psikolojik savaşın aynı zamanda kurbanı durumuna getirildik. Aslında “karşı ayaklanmacı” ideoloji demek istiyorum. Çünkü doktrin de olmanın ötesinde. Bir ayağını oluşturan başka bir boyuta da vurgu yapmak istiyorum; son zamanlarda da çok moda olan psikolojik savaş boyutu. Bu Türkiye’de kimi zaman çok ilkel içeriklerle uygulanmıştır. Spor kulüpleri, özellikle futbol kulüpleri üzerinden uygulanmıştır. Başka bir takım aktarımlarla uygulanmıştır. Ama artık gelinen noktada psikolojik savaş neredeyse özelleşmiştir. Medya, yani bu sistemin odağında duran, orta yerinde duran medya, manşetleriyle programlarıyla bu işin doğrudan bir parçası haline gelmiştir. Bu söz konusu olan büyük aygıt adına, “karşı ayaklanma” doktrininden beslenen “baskı aygıtı” diyebiliriz, “kontr-gerilla” diyebiliriz. Türkiye’de çok kullanıldığı için söylüyorum; Gladio şebekeleri de diyebiliriz… Veya benim tabirimle “Gladio Cumhuriyetler Birliği” diyebiliriz…

Bu yapı son derece sistematik bir tarzda hayatın her alanına baskı uygulayan ve bunu da bir hukuk düzeni çerçevesi içerisinde uygulayan; bir tahakküm hukuku çerçevesi içerisinde uygulayan; hakikaten, senin tabirinle “küresel” ölçeklerde iş gören enternasyonal bir örgütlenme, bir ideolojik aygıtlar bileşkesi, bir kurumlar bileşkesidir. Onun ötesinde de, kendi hukuki dayanaklarını süreç içerisinde yaratmış, pekiştirmiş, çok büyük olanaklara sahip olmuş, enternasyonalliği ölçüsünde, açıkçası ulusal egemenliğin varolduğu düşünülen her alana müdahil olup burayı parçalamış, kırmış ve bu dinamikleri dağıtmış bir yapı. Bu yapıyla ilgili öncelikle şunu söylemek gerekiyor; süreklilik. Ana esaslarını sadece Gladio şebekesinden çıkarmak doğru değildir. Gladio, NATO içerisinde yuvalanmıştır. NATO’nun mekanizmaları içerisinde yuvalanmıştır. NATO’nun tüm olanaklarını kullanmıştır. Soğuk savaş döneminde, açıkçası; bırakınız komünistleri, sol rengi taşıyan her hareketi, her kişiyi, her kurumu düşman belirlemiş ve bu çerçeve içerisinde bunlara savaş ilan etmiş ve savaşta uygulanan kuralları da bunlara uygulayarak bunların bir bölümünü de satın almış, yanına çekmiş politik, ideolojik bir aygıttır. Türkiye tabi bu aygıtın marifetleriyle uzun zamandan beridir tanışıyor. Bunun detaylarına birazdan girme imkânımız olacak.

Bu yapı 90’lardan itibaren dönüşüm geçirdi. 1993 yılı, Gladio’nun, NATO çerçevesi içerisinde “müşterek komite” adı altında son toplantısını yaptığı bu tarih bir sonu işaret etmiyor. Bir dönüşümü işaret ediyor. Bu aynı zamanda NATO’nun da dönüşümüyle bağlantılı. Çünkü NATO, kendini, global ölçekte sorumluluk alanını genişletmesi gereken ve global ölçekte tehditleri karşılaması gereken örgütlenme ilan etti. Bu global ölçeğin ruhu neresi? Avrasya, Ortadoğu yani enerji kaynaklarının bulunduğu alan ve onunla bitişik olan alan. Neresi? Ortaasya ve Kıtasal büyüklükteki iki ülke olan Hindistan, Çin. Bir de bunlarla bağlantılı olan Afganistan var tabi. Peki ağırlıklı olarak tüm dünyaya kendi tabiriyle “global güvenlik” ihraç eden dünyanın en güçlü askeri savaş aygıtı hangisi? ABD ordusudur. Onun siyasi komiseri ise Britanya’dır. Bir hiyerarşik dizge yaparsak, bu siyasi komiserin alt basamağında kimler yer alıyor? “Karşı ayaklanma” doktrinli kiralık ödül avcıları ve lejyoner ordular. Ayrıca NATO yapılanması içerisinde yer alan ve Türkiye’yi de kapsayan silahlı bürokratik yapı.

Böyle bir işlevsellik söz konusu. Burada  bir süreklilik görüyoruz. Gladio dağılmadı. Gladio varlığını devam ettiriyor. Teehdit algılamalarında değişikliğe gidildi. Bu değişiklik hepimizi kapsar hale getirildi. Büyük birader bizi gözetliyor. Artık gelinen noktada hakkını arayan her insan, emeğinin peşine düşen her insan, esnek işgücünü reddeden, esnek iş gücünün çalışma koşullarını reddeden her insan, onların tabiriyle “küresel isyancı”. Bastırılması gereken isyanın bir parçası. Dolayısıyla insanlar şunu anlasınlar; sadece soyut bir Gladio bağlamına takılmamak lazım. Global ölçekler içerisinde, global kapitalizmin tahakküm hukukunu uygulayan ve bu tahakküm hukukunu da yeri geldiğinde cinayetle, yeri geldiğinde toplu kıyımla, yeri geldiğinde psikolojik savaşla uygulayan bir aygıtlar bileşkesinden bahsediyoruz. Bu bir enternasyonal yapıdır. Kolektif emperyalizmin tüm güçler bileşkesinin harmanlandığı bir yapıdır. Bunun adının şu veya bu olması çok önemli değildir. Ama, onların adlandırması üzerinden gidelim ve “karşı ayaklanma doktrini” diyelim. Meseleyi daha da somutlamak bakımından onların yayınlarından yola çıkarak yorumlarımızı geliştirelim.

“İsyan Bastırma Müttefik Savunma”

“İsyan Bastırma Müttefik Savunma” yayını diye, “30 Ocak 2008” tarihli bir yayın var:

İngiltere Kara Kuvvetleri

İsyan Bastırma Komutan Rehberi

Kara Harp Merkezi

Warminster

DO-JC-DGTS1005

Dağıtımı Yapan Makam: Tümgeneral J. Cooper DSOMBE

Eğitim Destek Genel Müdürlüğü

Bu yayın İngiliz Genelkurmay Başkanlığı’nın genel talimatı doğrultusunda yayınlanmaktadır.

Dikkatinizi çekerim; “İsyan Bastırma Müttefik Savunma” yayını. Amerika Birleşik Devletleri’nin, yani “kolektif emperyalizm”in, global ölçekte “dünya polisi” rolünü oynayan gücün bir alt basamağında yer alan ve ona emperyal belleğini devreden, emperyal hafızasını devreden siyasi komiserin “isyanları bastırma yayını”ndan söz ediyoruz. Britanya’nın bu konuda niye önemli olduğuna birazdan gelme imkânı bulacağız.

Devam edelim: İngiliz Silahlı Kuvvetleri şu anda Afganistan ve Irak’ta isyan bastırmaktadır ve son dönemde gerçekleşen bu harekât deneyiminden, gelecekteki harekâtlarda izlenecek yolu işaret edebilecek birçok çıkarımda bulunabilinir.

Bu çok önemli. Arkadaşlar; dünyanın en büyük özelleştirme harekâtı, ki özelleştirme bir savaştır. Irak’ta yürütülüyor. Irak dünyanın en büyük özelleştirmesidir. Sömürge valisi Bremmer’in, Irak’a girdiği andan itibaren ilan ettiği 4 emre bakarsanız, bu özelleştirmenin nasıl yapıldığını görürsünüz. Ama burada önemli olan bir nokta var: niye Irak? Niye Afganistan? Bakın; emperyalizm daha sonra kendi merkezlerinde uygulayacağı ekonomik, politik, askeri, stratejik, sınıfsal bir takım önemli siyasetleri, önce çevrede bir laboratuvar şeklinde uygular. Örneğin; Reagan veya Teacher neo-muhafazakarlığının temelinde Şili uygulaması vardır. Neo-liberal devlet aygıtının kuruluşu için tarih verilecekse, 1973 Şili’yi vereceğiz. Chicago oğlanlarının, yani Milton Friedman, Von Hayek’lerin yolunu açtığı, ölüm mangaları çerçevesi içerisinde kurumlaştırılan neo-liberal aygıtı göreceğiz. Şili’deki uygulamaların hepsi daha sonra bizim neo-muhafazakarlık dediğimiz veya onunla iç içe geçen, aslında amentüleri birlikte olan neo-liberalizmin taşlarını döşedi. Bu aynı zamanda bir laboratuvar oldu. Dolayısıyla Kuzey İrlanda’daki özel savaş uygulaması, gayri-nizami harp, kontrgerilla yöntemleri, daha sonra nasıl İngiltere’nin içerisine aktarıldıysa, İngiliz devletinin içerisinde yeni bir ruh, yeni bir bileşke yarattıysa, Irak ve Afganistan’daki uygulamalar da yavaş yavaş çevreden, merkeze doğru aktarılıyor. Onların tabirleriyle konuşuyorum. Onların sosyolojisiyle konuşuyorum. Türkiye ne durumda? Yarı çevre. Irak’tan sonra, Irak’taki o uygulamayı, Irak’taki o “karşı ayaklanma” doktrini çerçevesi içerisindeki laboratuvarı Türkiye’deki uygulamalarıyla kendi hayatımızda pratikte görme imkânı bulduk. Neden? Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülke; İsrail karşıtlığının en yüksek olduğu ülke; emperyalist işgale en fazla ses çıkaran ülke. Bunu kendi istatistikleri söylüyor. Bunu ben söylemiyorum. Bush söyledi. “Türkiye cephe ülkesidir” dedi. Aynı zamanda bu bir savaş ilanıydı, Türkiye’ye yönelik.

Hiç kimse bana, “Türkiye’de “karşı ayaklanma” doktrini şu anda da uygulanmıyor” diyemez. Evet, uygulanıyor. Türkiye’de devlet dönüşümünün gerçekleşme sürecinde, global ölçekteki kapitalist iktidar restore edilirken; o restorasyonun genel çerçevesine uygun bir tarzla, Türkiye’de lastikleri patlamış olan Gladio’nun tarihin çöplüğüne nakledilirken; diri kalmış unsurlar çok çok gerilere çekiliyor. Cephe gerisine çekiliyor. Yeni işlevlerle donatılıyor ve bu işlevler; onların görevlendirdikleri, o görevleri yerine getirmeyen silahlı bürokrasinin kendisi de dahil olmak üzere bu dönüşümde milli güvenlik devletinden arta kalan her ne var ise ortadan kaldırılıyor ve bu işgalsiz gerçekleştiriliyor.

Yani burada yoğunluğu azaltılmış bir Irak’laşma; yoğunluğu azaltılmış bir Afganistan’laşma yaşıyoruz. Ama işleri neden kolay? Şundan: Müslümanlar iktidarda. Dolayısıyla bu işi çok kapalı bir tarz içerisinde götürmek mümkün oluyor. “Karşı ayaklanma” doktrini, politik ve ideolojik bir savaştır. Politik ve ideolojik bir savaş olduğu için de, sadece kendini kirli savaşlarla katliamlarla küçük veya büyük soykırımlarla göstermez. Bunun dışında, global ölçekte, kapitalizmin politik, stratejik, askeri çıkarları doğrultusundaki düzenlemelerde de araç olarak kullanılır. Dolayısıyla, şunu aklımızda tutalım: Gladio milli bir ordu değildir veya kontrgerilla milli bir ordu değildir. Gayrı-millidir. Bunu net olarak aklımızda tutmamız gerekiyor.

Bu metinden devam ediyoruz:

“İsyanlar sosyal, siyasi veya ekonomik sorunlara verilen tepkilerdir.

Tarif bu. Tekrar etmeye gerek duymuyorum. Bu kapsama girmeyecek herhangi bir hareketi görmemiz mümkün mü? Eğer isyanlar sosyal, siyasi veya ekonomik sorunlara verilen tepkiler ise, hasımlar kim? İsyan bastırma hareketi çerçevesi içerisinde o zaman hasmı net olarak görüyoruz. Emekçi sınıfları. Bu emekçi sınıflarla ortak hareket etme iradesini her kim gösteriyorsa, onlar. Gelecekte, -şimdi Türkiye’de bu yok ama potansiyel olarak varlığını muhafaza ediyor, tarihinden ve iradesinden dolayı- patlak verecek devrimci hareket, patlak verecek emekçi hareket, patlak verecek Sol; bunların hepsi. O zaman “karşı ayaklanma” doktrini şiddetli bir ideoloji. Adını koyalım; görülmemiş ölçekte şiddet içeren ultra sağ liberal bir ideolojiyle karşı karşıyayız. Ve eğer bu tariften yola çıkarsak; yani isyanlar sosyal, siyasi ve ekonomik sorunlara verilen tepkiler ise, bizler bu çerçeve içerisinde liberal temerküz kamplarında yaşayan insanlarız. Türkiye veya dünya üzerinde bu çerçevede neo-liberal devlet aygıtının yerleştiği kapitalizmin bir ideolojik birikiminden ve kapitalist iktidarın dünya ölçeğinde restorasyonundan söz ediyoruz. Bu restorasyonun problemsiz yaşandığı ve şu anda geçişin tamamlandığı hemen her ülke liberal temerküz kampıdır. Adını koyalım; Türkiye şu anda liberal temerküz kampıdır ve “karşı ayaklanma” doktrininin, bu anlamda, ideolojik savaşta önemli bir cephede çok büyük başarılar kazandığını söylemek mümkün.

Yiğit Tuncay: Araya girip bir soru sorabilir miyim?

Suat Parlar: Tabi.

Yiğit Tuncay: “Karşı ayaklanma” doktrinini tarif ederken, hedef aldığı kesimleri tarif ederken sınıfsal temele oturttun. Bölgede ulusal kurtuluş temelindeki ayaklanmalara, bu doktrinin tavrı nedir? Bunu merak ediyorum. Mesela; diyelim bölgede bir Kürt hareketi var, Filistin hareketi malum, bunlara karşı tavrı nedir?

Suat Parlar: Kürt hareketinin köylü partizanlığına dayalı, o anlamda hem kırsal nüfusun en yoksul kesimlerini içeren, hem Kürt bölgelerinde kent proletaryasına mensup olanlardan oluşmuş hareketler, örgütlenmeler, yapılar düşmandır. Ortadan kaldırılması tasfiye edilmesi gereken düşmandır. Ama Kürt neo-liberalleri dosttur. Kürt liberalleri dosttur. Kürt burjuvazisi dosttur. Büyük ölçekte bölgede bir Kürt burjuvazisi var. Bugüne kadar her ne şekilde olursa olsun, Kürt kardeşlerimizin önemli bir bölümü tarafından gündeme getirilmeyen ve mücadelede temelde hiç bir zaman programlarında onlara yönelişin formüle edilmediği bir Kürt burjuvazisi var. İstatistikî bir çalışma yapıldığı zaman; bu Kürt burjuvazisinin sadece büyük kentlerde değil, aynı zamanda o bölgede çok ciddi yatırımları olduğunu görüyoruz. Bunlar Kürt proletaryasının, Kürt insanlarının en büyük düşmanlarıdır. Çünkü Türkiye’deki komprador rejimlerin, komprador burjuvaziyle bütünleşmiş egemenlik acenteleri hem bunun kendilerine sağladığı politik olanaklardan yararlanıyorlar, hem de neo-liberal ölçekte, ulus ötesi şirketlerle bütünleşen komprador burjuvazi çerçevesinde yeni iş tutma teknikleri, yöntemleri geliştiriyorlar. Burada da Kürtlüklerini, tam da global emperyalizmin istediği parçalanma dinamiğine uygun bir biçimde, bir siyaset şekli olarak, bir kimlik stratejisi olarak hizmete koşuyorlar. Bu çerçevede değerlendirildiğinde; onlar dost güç. Bunun net olarak bilinmesi lazım.

Şimdi devam edelim ve o söz konusu olan metin; tabi yüzlerce sayfalık bir metin, bu metinden belli özetlemelere gidiyoruz. Biraz da tabi hızlı gideceğiz.

Diyor ki bu metin:

“Bunlar doğaları gereği insan kaynaklı olgulardır ve şekli yönü yoğunluğu değiştirmek bunların yapılarında bulunmaktadır. Bunların ayrıca parçalı ve dahili çatışmalara neden olunması yüksek bir ihtimaldir. İsyanlar şiddet kullanımı ve tehdidi, sadece bunun bir parçası olan karmaşık çok yönlü kampanyalarla, bu nedenle özünde sadece askeri olmayan eşit derecede karmaşık karşılıkların verilmesini gerektirir.”

Bu muhteşem bir itiraftır. Bu emperyalizmin askeri merkezlerinin en müthiş itiraflarından biridir ve bizim nasıl kuşatıldığımızın göstergesidir. Düşünebiliyor musunuz, diyor ki: “isyan sadece askeri bir kampanya değildir. Bunun dışında çok yönlü bir kampanyadır” diyor. Önceki değerlendirmesinde zaten bunun “sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlardan kaynaklandığını ve bu önlemleri içerdiğini” söylüyor. Ondan sonra ne diyor? O zaman bunlara “eşit derecede karmaşık karşılıklar vermemiz lazım”. Hangi karmaşık karşılıklar? “Politik, ideolojik, toplum psikolojisi üzerinden hemen her alanı kullanan karşılıklar verilecek” diyorlar.

Yiğit Tuncay: Psikolojik harekât.

Suat Parlar: “İsyan karmaşık bir olgudur” denildiği zaman bu aynı zamanda bir itiraftır. Bu bir sınıfsal tahakkümün aracı olarak “karşı ayaklanma” doktrininin, ideolojik savaşta hangi cephede kullanıldığının itirafıdır. Bunun iyi anlaşılması lazım. Çünkü ileride Türkiye’de devrimcileri de, bu bölgenin devrimcileri de bu konuda çok büyük problemlerle karşılaşacaklar. Peki o zaman biz de soralım bunlara. Suçüstü yakalandı. Emperyalizmin askeri stratejisini çizen merkezleri suçüstü yakalandı. Neden? Hani teröristler vardı? Hani teröristler şiddete doymuyordu? Hani teröristler şiddet yayıyorlardı? Hani teröristlerin temel işi  korku, baskı, yıldırmaydı? Hayır, onu söylemiyor.  Burada askeri olmayan bir kampanya var. Asıl mesele bu. Politik olanın, ideolojik olanın ezilmesi söz konusu. Temel mesele burada. Bu sınıfsal özü iyi yakalamak gerek. Sınıfsal özü yakaladığımız zaman biz Gladio’nun da özünü yakalamış oluruz. Yani soğuk savaş Gladio’sunun da aslında bir sınıf mücadelesi aracı olduğu özünü net olarak yakalamış oluruz.

Devam edelim: “İsyan bastırmada yeralanlar, bu harekâtların sürekli olduğunu ve başlangıçtan itibaren önemli kaynaklarının adanmasının gerekeceğini anlamalıdırlar.”

Bu da bir itiraf… “İsyan bastırmanın sadece devletlerin koordinasyonlarıyla yürütüleceğini”… Büyük kaynaklar çünkü sadece orada vardır. Başka nerede vardır? İş dünyasında vardır. Devlet, iş dünyası ve o iş dünyasının giderek parçası haline gelen sendikalar ve dini gruplar. Para buralarda, imkân buralarda. Başka bir yerde imkân var mı? Ezilmiş parçalanmış bir dünya, sınıf kompozisyonundan söz ediyoruz. Lümpenleştirilen, işsiz bırakılan, yarı zamanlı çalıştırılmaya mahkum edilen, sendikasızlaştırılan bir büyük işçi sınıfından söz ediyoruz. Kırsaldan püskürtülen milyarlarca emekçiden söz ediyoruz. Günde 1 veya 2 dolarla yaşayan 4 milyar insandan söz ediyoruz… Halen daha deniliyor ki; “çok küçük bir azınlığın çıkarı için büyük kitlelerin kontrol altına alınması lazım”. “Bu karmaşık yöntemler gerektiriyor”. “Bu kaynakların kullanılmasını gerektiriyor”. Bu kaynaklar kimde? Devletlerde… O zaman benim bu tabirim yanlış mı oluyor? “Gladio cumhuriyetler birliği” veya “karşı ayaklanmacı” kent-devletleri birliği. Bunların her ikisini de söylemek mümkün.

“İsyan bastırma ilkeleri tamamen kökten olmasa da uyarlanmıştır ve bunlar şu an, 21. Yüzyılın usullerini yansıtmaktadır. Küreselleşme bilgi ve kentleşme.”

Bir itiraf daha… “İsyan bastırma ilkelerinin uyarlanması” şu anlama geliyor; bunların kökleri derinde. Çünkü 19. Yüzyılda Hindistan’ın sömürgeleştirmesinden itibaren adı bu olan, “isyan bastırma” olan taktikler daha sonra önemli stratejilere dönüştü. Ve İngilizler, Malaya’da ve İngilizler Kuzey İrlanda’da bu sömürge sistemini uygulamaya koydular. Fransa’nın, Cezayir’de yaptıkları. Amerika’nın Filipinlerde yaptıkları. Almanların yaptıkları. Onun yanı sıra İngiltere’nin 20. Yüzyılın başında Boer savaşı sırasında uyguladıkları. Toplama kamplarını herkes Hitler’in icat ettiğini zanneder. Toplama kamplarını ilk kez İngilizler Boerler’e karşı kullanmışlardır. Toplama kampları ilk kez Afrika’da kullanıldı, İngilizler tarafından. Şimdi vurgu şu; bu harekâtların sürekliliğine bir vurgu var. Yeralanlar sürekliliği bilecekler ama bunun yanı sıra 21. Yüzyılın usullerinde kapalı bir anlatım. Nedir o usuller? Küreselleşme, bilgi ve kentleşme. Bir kent savaşından söz ediyoruz. “Biz kentlerde savaşacağız” diyor. Yani Irak’taki, yani Afganistan’daki deneyim. Öncesinde Kuzey İrlanda vardı, Malaya vardı, Türkiye vardı… Saymakla bitmez bu “karşı ayaklanma” doktrininin isyan bastırma harekâtı ve stratejilerinin uygulandığı ülkeler. Ama şimdi Irak var. Ama şimdi Afganistan var. Filistin zaten… Ona zaten özelde de değinme imkanı bulacağız.  Çevrede elde edilen, çevredeki “seçmeli katliam” stratejisi çerçevesi içerisinde elde edilen deneyimler merkezlere aktarılacak. Çünkü kentleşmenin yaratacağı, onların tabiriyle “sorunlar” devasa boyutlarda. Çünkü o kentleşme onların tabiriyle küreselleşmeyle iç içe geçtiği zaman devasa  sorunlar yaratıyor. Şunu söylüyorlar; “bilgi kaynakları kontrolümüz altında olmalı”. En önemlisi, -bilgi demeyelim enformasyon- bunu bir enformasyon savaşı olarak değerlendiriyorlar.

“Bastırma ilkeleri.”

Kontrgerilla belgeleri sadedir, kodludur. Onların kendi yorum metodları, stratejik yorum metodları analiz metodlarıyla ortaya çıkar. Bizim de bundan öğreneceğimiz temel unsurlar var. Bu paragrafı bu gözle değerlendirelim.

a) Siyasi üstünlük ve açık siyasi amaç.
b) Halkın rızasını ve desteğini kazanmak ve garanti etmek.
c) Düzenli hükümet mekanizması.
d) Halk ile etkin iletişim.
e) Odaklanmış istihbarat.
f) İsyancı kuvveti etkisiz hale getirmek.
g) Daha uzun süreli göreve ilişkin plan, isyan koşulları.

Dehşet… Her birinin üzerinde bunların ayrı ayrı elbette durmak gerekiyor. Halk ile etkin iletişim, kendi dilimize tercüme edersek psikolojik, ideolojik savaş anlamına geliyor. Bu çerçeve içerisine alınabilecek pek çok olgu var. Bir tanesini söyleyeyim; “Pentagon solu”, “sahte sol”. Örneği burada işte: Halk ile etkin iletişim aynı zamanda ideolojik savaşın bir parçasıdır. Halkın önüne sürekli olarak sahtesini sürmektir. Mümkün olduğu ölçüde “sahte Müslüman”, “sahte solcu”, “sahte Kemalist”, “sahte milliyetçi” ve bunların hepsinin düzenli hükümet mekanizması çerçevesi içerisinde bir operasyonel merkeze bağlanması aynı zamanda. Bakın ben bu şekilde yorumladım, başka yorumlar da yapılabilir. Ama bu bastırma ilkeleri bir manifestoyu duyumsatıyor. Böyle değerlendirildiğinde biz bu sonuçları çıkartıyorsak bu metinlerden istifade ederek, başka sonuçlara varmak da mümkün.

Örneğin; “isyancı kuvveti etkisiz hale getirme”… Bunun yöntemleri üzerine ileriki sayfalarda bazı bilgiler verme imkânı olacak. Halkın rızasını, desteğini kazanmak ve garanti etmek… Şimdi kafaları ve kalpleri kazanma devri. Bu büyük bir şiddet içerir. Şöyle bir şiddet içerir; isyan etmenin, daha doğrusu bu sistem karşısında hakkını aramanın ve sistem muhalifi değil, sisteme karşı muhalif olmanın akılsızlık olduğunu öğretecek ölçekte bir şiddetin uygulanmasıdır söz konusu olan. Yoksa sizin aklınızı böyle sıradan ikna yöntemleriyle kazanmazlar veya sadece propagandayla kazanmazlar. Çok çeşitli metodlar kullanılır. Türkiye bu konuda tatbikat sahası. Halen daha insanlar kayboluyor gözaltında.  Halen daha insanlar dövüle dövüle öldürülüyor. Bu sıradan değil. Bu son derece sistematik. Bunu net olarak görmek gerekiyor. Dolayısıyla halkın kafasını ve kalbini kazanmadaki şiddeti iyi algılamak gerekiyor. Kalbe gelince, o işbirliğidir. Çünkü bir daha isyan edemez hale getirilen sizin köleniz olur. Bunu ben de söylemiyorum. Kendileri söylüyorlar. Kendi metinlerin de aynen bu izahlar da mevcut.

“Siyasi üstünlük ve açık siyasi amaç”, bunun politik bir savaş olduğunun itirafı. Yani “karşı ayaklanma” doktrini, yani “isyan bastırma” harekâtını veya Türkiye’de bizim çok kullandığımız tabiriyle –doğru veya yanlış- kontrgerilla harbinin, stratejisinin, uygulamalarının “siyasi üstünlüğe” yönelik olduğunu yazıyor. Nedir bu “siyasi üstünlük”? Bu “siyasi üstünlük”, dünya ölçeğinde emekçi sınıfların ezilmesi üzerine kurulu bir “siyasi üstünlük” anlayışı. O zaman bakın bizim karşımıza bir cephe çıktı. İdeolojik, siyasi savaş.

Peki buraya kadar devam ettik geldik ve terör lafı duydun mu? Lafı yok. Hani teröristler vardı dünyanın dört bir yanında? Hep isyancı görüyoruz. Hep sosyal, siyasal alanda isyancılar görüyoruz ve bunların bastırılmasına yönelik politik bir savaştan söz ediliyor. “Ah “Pentagon solu” ah” diyeceğiz Türkiye’de. “Ah “turuncu sol”, ah Pentagon’dan bağlanmış sol! Birazdan onun detaylarına girme imkânı bulacağız. Biz bu dizgeden gidelim.

Adaletin “İsyan”cıları

Şimdi, isyan nedir? “JWP0-011-AAP-6“, bu isyan nedir sorusuna cevap veren temel belgenin kodu. Bu kodları veriyoruz. Bu kodları kimse yalanlayamaz. İmzalarını veriyoruz, belgeyi söylüyoruz. İnsanların dikkatini çekiyorum bu noktalara. Bunlar kontrgerillanın, bunlar global emperyalist askeri merkezlerin suçüstü tutanaklarıdır. Öyle değerlendirilsin lütfen.

İsyan nedir? “Kurulmuş bir hükümeti yıkıcılık ve silahlı çatışma vasıtasıyla devirmeyi amaçlayan örgütlenmiş hareket olarak tanımlanmaktadır. Bunların bu tanımı son yüzyılda şekillenmiş ve değişmemiştir. Bu nedenle şu an gözden geçirilip düzeltilmesi gerekmektedir. Bu tanım bir isyancı sorunu ile ilgili temel nedeni ve bir isyancının bertaraf edilmesine ilişkin araçları kapsamamaktadır.”

Burada önemli vurgular var. Bir isyan tarifi veriyor ve bu isyan tarifinin gene bir suçüstü tutanağı NATO’ya bağlıyor. Diyor ki; biz bugüne kadar kollektif emperyalistler olarak işlerimizi NATO üzerinden yürüttük. İisyan bastırmada NATO’nun görevli olduğunun aynı zaman da itirafı. “Ama” diyor, “bu metotlar yetersiz”. Dolayısıyla yeni bir tarife ihtiyaç var. Yani burada soğuk savaş döneminin, anti-komünist dönemin tarifi var. NATO tanımı son yüzyılda şekillenmiş. Değişmemiş yani. 20. Yüzyılın ikinci yarısını kastediyor. Gözden geçirilmemiş düzeltilmemiş anlamına geliyor. Kökler orada. Hani Gladio bitmişti? Tatlı su demokratları, neo-liberaller, liberaller, Pentagon solcuları, son dönemde Amerika’yı aklamaya çalışanlar, hatta 12 Eylül’de Amerika’nın rolünü aklamaya çalışanlar… İtiraflar bu. NATO ile ilgili itiraf bu.

Bu tanım “bir isyancı sorunuyla ilgili temel nedeni” -bu önemli-, “nedeni üzerinde durmuyor” diyor. Yeteri kadar politik değil. İdeolojik savaşı yeterince kapsamıyor. Bunu belirleyecek ve bir isyancının bertaraf edilmesine ilişkin araçları kapsamıyor. Dikkat edin “isyan” değil, bir isyancı. Bir isyancı profili çiziyor. Bakın, kontrgerillanın eski “Sahra Talimnameleri”nde şöyle bir vurgu vardır: “tek eri bile komüniste karşı savaşacak”! “Tek eri”! Bunun üzerinden gidiliyordu. Şimdi ne diyor; “bir isyancı”. Müthiştir bu. Yani bu aynı zamanda insan psikolojisi üzerine, antropoloji üzerine, sosyoloji üzerine, iktisat üzerine bina edilmiş bir “karşı ayaklanma” doktrininden yola çıkıyor. Zaten vurgularda fazlasıyla var. “Tek isyancı” bile çok önemli. Bu gelişigüzel bir söz değil. Bakın, küreselleşmenin sahte peygamberi Thomas Friedman, New York Times’ın yazarı hep şu vurguyu yapar; “çağımız süper güçlendirilmiş bireyler çağıdır”. Örnek olarak Usame Bin Laden’i verir veya “intihar” –onların tabiriyle intihar bombacısı, benim tabirimle devrimci şahadet gönüllüsü- veya onları süper güçlendirilmiş bireyler olarak” der. Der ki; “onlarla başa çıkılması zordur”. “Dünyanın dört bir yanında böyle milyonlarca insan var”. “Bunlar sistemi tehdit ediyorlar”. “Dolayısıyla bu bizim için çok büyük bir tehlike”. “Çağımız süper güçlendirilmiş birey çağı”. “Bunlarla başa çıkmanın yolunu bulmalıyız”. O halde “tek bir insan bile düşman”. Ve burada beni kötümserlikle suçlayanlara bir cevap vermiş olayım, hep şunu söylerim; tek bir insan bile, tek devrimci insan bile kalmışsa, bu devrimci insan yenilgiye uğratılıncaya kadar dünyada umut var demektir. Tek bir insan. Aynı mantık, karşı devrimcinin mantığı. Onlar bunları yazdıkları sürece bizde umut tükenmeyecek. Ki “tek bir isyancı”yı yazıyorlar. “Tek bir isyancı”, tek tek hepimizde belki tezahür edecek.

Şimdi; “hiç bir tanım her olasılığı kapsayacak kadar geniş olamaz”. Müthiş. Potansiyel olarak hiç bir tanımın, her isyan olasılığını kapsayacak kadar geniş olamayacağını vurguluyor. Bu nedir? Hayatın her alanı kontrol altına mı alınacak? Ki alınıyor. Hiç tesadüflere yer bırakılmayacak, bırakılmıyor. Dünyanın her zerresine, dünyanın her zerresinde on kere imha edecek kadar patlayıcı ve silah mı yerleştirilecek? Yerleştiriliyor. 10 milyon kara mayını var Afganistan’da. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye silah deposu, Ortadoğu’nun en büyük silah deposu. Bütün bölge ülkeleri öyle…

Bu bir yana, her taraf bu “karşı ayaklanma” doktrini çerçevesi içerisinde ideolojik, politik, psikolojik harp aygıtlarıyla kuşatılmaya çalışılıyor ama, bu da yetmiyor. Diyor ki; “hiçbir tanım her olasılığı kapsayacak kadar geniş olamaz”. Peki, bu görevi kim yerine getirecek, kimler görevlendirilecek? Tarifler yetersiz diyor. Bu kadar korkuyorlar. Emperyalizm bu kadar çürümüş, bu kadar delik deşik. Kapitalizm bu kadar bunaklaşmış. Bunak kapitalizm, bunak kapitalizmin bunadığının itirafıdır. Korkusunun itirafıdır. “Hiç bir tanım her olasılığı kapsayacak kadar geniş olamaz”. Peki ne yapacaksınız? Hepimizi tek tek prangaya mı vuracaksınız?

Ben asla teori spekülasyonu yapmam. Bence bu gerçeğin ta kendisidir. Tekrar ediyorum; liberal temerküz kamplarında yaşıyoruz. Bunun göstergesidir, itirafıdır. Eğer “hiç bir tanım her olasılığı kapsayacak kadar geniş olamaz”sa hepimiz düşmanız, onlar açısından.

Bu yayının amaçlarına yönelik olarak isyan aşağıdaki şekilde tanımlanabilir:

“İsyan; genellikle azınlık bir grup tarafından benimsenen, yıkıcılık, propaganda ve askeri baskı vasıtasıyla siyasi değişiklik yapmayı amaçlayan halkın çoğunluğunu bu tip bir değişikliği kabul etmek konusunda ikna etmeyi veya sindirmeyi hedefleyen bir stratejidir.”

Tarife bakar mısınız? Bu politikanın tarifi. Bu, bırakınız devrimci politikayı, politikanın tamamının tarifidir. O zaman bu politikanın tamamı. Buna küçük burjuva sınıf politikasını da dahil etmek mümkün. Düşman hattının içerisine çekilmiş. Diyor ki; NATO’nun bugüne kadar yaptıkları eksikti tarif olarak, asıl tarifi biz yapıyoruz. Bu çerçeve içerisinde “azınlık bir grup tarafından benimsenen yıkıcılık, propaganda ve askeri baskı vasıtasıyla siyasi değişiklik”. Bu kapitalizmin ebediyeti vurgusudur. “Her türlü politik değişikliğin karşısında biz düşman olarak yer alacağız”ın itirafıdır. Peki ne olacak dünyada? Hiç politik değişiklik olmayacak mı? Buna göre olmayacak. Çünkü bundan daha meşru ne olabilir ki? Yani dünyadaki bütün çıkışlar, hatta uygarlık adına yapılan bütün çıkışlar, azınlık bir grup tarafından benimsenen, onların tabiriyle yıkıcılık, propaganda, askeri baskı vasıtasıyla gerçekleşmedi mi? Senin tabirinle, bu çerçeve içerisine bütün ulusal kurtuluş savaşlarını dahil etmek, bütün milli mücadeleleri dahil etmek mümkün değil mi? Kesinlikle evet. Bundan sonrası için bize söylenen şu: “Yeni bir çağ”a giriyoruz. 21. Yüzyıl “seçmeli katliam çağı”dır. Sizleri koyunlar gibi görüyoruz biz. Kırparız, yünlerinizden yararlanırız, işimiz bittiği zaman keseriz, çöpe atarız. Buna karşı çıkarsanız, koyun olmayı reddederseniz, insan olmayı seçerseniz, yeriniz mezbahalardır. Sizi o koyun ağıllarına tıkarız. Çünkü burada politikanın yasaklandığını görüyoruz. Sınıf politikası yasak. Hitler’in bile aklına gelmemiştir –Hitler zaten bunların çocuğudur da-. Çünkü politikanın özü ikna, politikanın özü propaganda. Kendi yoğunlaşmış güçleri çerçevesinde her tür propaganda, her türlü ideolojik, politik savaş mümkün olacak fakat, biz karşılık veremeyeceğiz. Bu ne korkunç bir parçalanma. Bu ne korkunç bir tahakküm pervasızlığı. Bunu açıkça söylüyorlar.

“İsyanın temelinde yatan sebepler, ideolojik, sınıfa dayalı, dini, etnik, mezhepsel veya en yaygın olarak bu etkenlerin karşılığını içeren nedenler olabilir.”

Aynen bu!” İsyanın temelinde yatan sebepler ideolojik, sınıfa dayalı, dini, etnik, mezhepçi veya en yaygını olarak bu etkenlerin bir karşılığını içeren nedenler olabilir”.

İnsanlıktan istifa edin deniliyor. Düşünebiliyor musunuz? Tekrar ediyorum; bu belgenin ben numarasını veriyorum, ben bu belgenin adını veriyorum, imzalayanı söylüyorum. Bakın bu sözcükler, bana, herhangi bir devrimciye, herhangi bir sosyaliste veya bir solcuya ait değil. Dikkatinizi çekerim, bunu biz söylemiyoruz, yorumlamıyoruz. İngiliz Kara Kuvvetleri’nin müttefik yayını olarak kodladığı bir belgede, isyanın temelinde yatan ideolojik, sınıfa dayalı sebeplerden bahsediyor. Hani teröristler vardı? Tekrar başa dönelim. Hani bütün doktrinleri meşrulaştıran teröristler? Burada savaş ilan edilen emekçiler. Burada savaş ilan edilen devrimciler. Burada savaş ilan edilen, devletlerin dönüşüm süreci içerisinde, düşman kategorisi içerisine alınan “karşı ayaklanma”cı olarak görülen ordu kamuoyu, askerler, aydınlar, üniversite hocaları. Yani sermaye kendi iç düzenini yeniden kurarken, o hizip savaşları çerçevesinde devlet yeniden şekillenirken, benim tabirimle Türkiye sözkonusu olduğunda kent-devletine dönüşüm yaşanırken, “karşı ayaklanma” doktrini çerçevesinde düşman ilan edilenler, aynı zamanda egemenlik sisteminin düne kadar iktidarın bir parçasını kullananlarla bağlantılı olanlar değil mi? Evet, onlar da bu tarif içerisinde. Çünkü 21. Yüzyıl onların tabiriyle “küreselleşmeye uymayan”, ideolojik, sınıfa dayalı, dini, etnik, mezhepçi veya  en yaygını olarak etkenlerin tümünün karışımını içeren nedenlere dayanarak ortaya çıkanlar, “isyancı”.

Çok basit bir çıkarım yapacağım, örnek olsun diye; yani aynı zamanda bu tür belgelerin nasıl bir politika manifestosu olduğu, ideolojik savaşta nasıl yol gösterdiği, psikolojik savaşı anlamlandırmada nasıl yol gösterici olduğunu ortaya koyacak. Bakın; dini, etnik, mezhepçi, ideolojik ve üstelik de yaygın olarak bu etkenlerin tamamının karışımı.

Mesela Türkiye’de son dönem bir dava vesilesiyle bir “karşı ayaklanma” doktrini insanlara uygulanıyor. Asıl adı “isyancı”. Statüleri “isyancı” statüsü. Bu çerçeve içerisinde düşünüldüğünde, burada sınıfa dayalı görünmüyor o hareket. İdeolojik mi? İdeolojik. İdeolojisi ne? Bir tanıma göre ulusalcılık.  Peki, etnik yön var mı? Var: Türkçülük. Peki, mezhepçi yön var mı? Var: Alevi köylerine okul yaptırmak. Alevi silahlı bürokratlar, onların tasfiyesiyle ilgili vurgular. Oturuyor mu? Evet.  Çok sıradan bir örnek verdim ben. Yarın bu uğursuz karışım, politik manifestoları çerçevesi içerisinde “karşı ayaklanma” doktrininin başka bir stratejik yönelimleri de içeriyor. Devrimcileri vurur, sosyalistleri vurur. Bizim açımızdan önemlidir bu tarifler. Sınıfa dayalı etkenleri isyan olarak görüyor. Direnen işçilerin tamamı isyancı ve isyan bastırma kategorisi içerisinde düşman. Bu bir uyarı, buna dikkat edilmesi gerekiyor.

Bu metinden dağınık olarak gidiyoruz. Bu metnin tamamını biz konuşmalarımızda yer yer işleyeceğiz. Çok ehemmiyetli olduğunu düşünüyorum. Yer yer yorumlar da katacağız ama, onların kavramlarına alışmamız lazım. Özetleyerek gidiyoruz. Bir kavramları var; “stratejik ağırlık merkezi”.

“Tüm isyan bastırma harekâtlarına ilişkin deneyim halkın desteğinin önemini pekiştirir. Başarının yolu, nüfusun çoğunluğunu yasal hükümetin en iyi geleceği vaat ettiğine ve politikalarını desteklemeye ikna eden geniş bir siyaset benimsemektir.”

Burada söz konusu olan tabi sadece yürürlükteki hükümetler değil, bir statükodan söz ediliyor. O statükoya politik, ideolojik, sınıfsal kölelikten söz ediliyor.

“İsyan bastırma” demin sözünü ettiğim gibi, hepimizi o koyun ağıllarının içerisine tıkma harekâtı. Bunun için ne oluyor? Bir stratejik ağırlık merkezi oluşturuluyor. Bir süreklilikten söz ediliyor. O zaman ne oluyor? “Karşı ayaklanma” doktrini ciddi bir kurumlar bileşkesine, mekanizmaya, örgütlenmeye ihtiyaç duyuyor. Eskiden ne idi; Gladio’yu cumhurbaşkanları koordine ederdi. Böyledir. Görev cumhurbaşkanlarına verilirdi. Kosiga çıktı bunu söyledi. 90’lı yılların ikinci yarısında biz bunları çok söyledik, her yerde, televizyonlarda. Türkiye’de de bu işleri cumhurbaşkanları yerine getirmiştir. Şimdilerde başkaları da söylüyor, çok da önemli değil. Aslolan burada, temel kavram, stratejik ağırlık merkezi kavramı. Yoksa böyle aradan medyatik bir şemaya uygun biçimde ilgi çeksin diye birini göstermek değil. Stratejik ağırlık merkezini çözmek devrimcilerin işi olmalı. Bu stratejik ağırlık merkezi hangi kurumlardan oluşmaktadır? Hangi ideolojik mekanizmalara dayanmaktadır? Yeni ideolojik aygıtlar var mıdır? Yeni politik aygıtlar var mıdır? Bunların devlet içerisindeki konumu nedir? Egemenlik sistemi içerisindeki konumu nedir? Enternasyonal konumu nedir? Çünkü stratejik ağırlık merkezi bir sürekliliğe işaret ediyor. Niye süreklilik? Şundan; burada bir kent savaşından söz ediliyor. Burada küreselleşme bağlamı içerisinde büyük harekâtlardan bahsediliyor. Buna karşı çıkanların “isyancı” olacağından bahsediliyor. Böyle değerlendirildiğinde, yasal hükümetin en iyi geleceği vaat ettiğine ve politikaları desteklemeye ikna eden geniş bir siyaset. Hiç değiştiremeyeceğiz, değiştirme gücümüz o zaman olmayacak. Değiştirmeye kalktığımızda karşımızda müthiş bir cephe bulacağız biz. Yasal hükümet derken, A partisi, B partisi değil. Hepsi yasal hükümet bunların. Hepsi bir. Hepsi halka karşı. Emekçi halka karşı zaten kurumlaşmış. Kurumlaşma bu çerçeve içerisinde oluşmuş.

Böyle değerlendirildiğinde, partiler sisteminin zaten bizim açımızdan çok fazla değeri yok. Çünkü siyasi temsil mekanizması, özü itibariyle tekelci burjuvazinin halkla ilişkiler bürosu. Ondan ötede çok fazla anlam taşımaz. Üzerinde durmaya bile gerek yok. Ama stratejik ağırlık merkezinin onlara da bazı roller verdiğini görüyoruz. Görünür hükümetin desteklenmesi, meşru kabul edilmesi ve orada bir statüko vasatının ortaya çıkması, o statüko vasatının korunması. Nedir bu? Özelleştirme. Nedir? Yerelleştirme. Yani yetkilerin ulus-ötesi şirketlerin denetleyebileceği bir takım yerel idari mekanizmalara verilmesi. Nedir bu? Devletin, ulusallığın kırıntısı diyebileceğimiz tüm egemenlik yapılarının darmadağın edilmesi. Paralel bürokrasiler kurularak, bu bürokrasilerin ulus ötesi şirketlerin denetlediği birtakım kurumlara aktarılması. Dünya bankası gibi, IMF gibi veya diğer Wall Street kurumları gibi buralara aktarılması. Gücün, iktidarın bu anlamda merkezsizleşmesi. Ama burada merkez var. Stratejik ağırlık merkezi var. Bir takım yapılanmalar oluşturuluyor. Sürekli bir stratejik ağırlık merkezinden söz ediliyor. Bu stratejik ağırlık merkezi, şu andaki Türkiye söz konusu olduğunda komprador rejimin çelik çekirdeği, ruhu, özü. “Buna dokunamayacaksın” diyor. Bu benim statükom. Hükümet derken kastettiği de o. Dolayısıyla bize kimse burada masal anlatmasın. Kişiler üzerinden veya sadece tek kurum üzerinden yürütülecek bir stratejik ağırlık merkezi anlayışı bizi hiç bir yere götürmez. Yani biz bir Gladio koordinatörü veya 1 numara aramıyoruz. 1 numara sistemin kendisi. O stratejik ağırlık merkezi üzerine çok çalışmamız lazım. Burada kendime de ödev veriyorum.

“Başarılı isyan bastırma politikasının tüm yönleriyle ilgili olan bir strateji uygulayarak yürütülür. Bugün bu bir kapsamlı yaklaşım olarak ifade edilmektedir. Bir isyana karşı başarıya ulaşmak için hükümetin çalışmalarının daha sonra uygulanacak olan bir harekât planı üreten birleşik bir politika ile dokunmuş olması gerektiği gerçeğini destekle. Kapsamlı yaklaşım, tüm seviyelerde evsahibi ülke için de harekat alanındaki yerel çevredeki il ya da ilçe seviyesindeki yerlerde uygulanmalıdır. Ağılık merkezi nüfusun desteğidir, nüfusun onayını kazanan taraf isyanda üstün gelir.”

Dehşet. Toplumun tüm hücrelerini buna göre örgütleyeceksin diyor. Bir statüko olacak. Bir sınıf statükosu olacak. Bu küreselleşmeyle bağlantılı olacak. Emperyalist tahakküm araçlarının güdümünde olacak. O stratejiye dayanacak ve sen bunu ilçe seviyesine kadar, yerel seviyeye kadar uygulayacaksın. Toplumun tüm kılcal damarlarına yayılan bir sınıf mücadelesi stratejisinden söz ediyoruz. Bu dehşet. Stratejik ağırlık merkezi aynı zamanda hükümet çalışmalarıyla başarılı bir harekât planı üretecek ve aynı zamanda birleşik bir politikayla dokunmuş olacak. Burada aynı zamanda hükümete verilen görevler de var ve il, ilçe seviyesinde de yürütülecek.

Peki son dönemde buna örnek verilecek uygulamalar gördük mü? Fazlasıyla gördük. İsteyenler son dönemdeki bir takım davaların ne şekilde geliştiğini görsünler. İl ve ilçelerin kılcal damarlarına, orada iktidar mekanizmalarını temsil eden, devlet nüfuzunu temsil eden güçlere kadar bir yapılanmadan söz ediliyor ve burada iyi dokunmuş bir bileşik politikadan söz ediliyor. Dolayısıyla şu kurumlar arası çatışma saçmalıklarını falan bir kenara bırakalım. Elimizde bir politik manifesto var. 21. Yüzyılda kolektif emperyalizmle bütünleşmiş, hem merkezde, hem de komprador rejimlerde, onların egemenlik sistemlerinde gerçekleştirilen uygulamaların politik manifestosundan söz ediyoruz. Bir tek satır şimdiye kadar “isyan” çerçevesi içerisinde terör dediler mi? Hayır. Bir politik savaş var burada. Vurgulara arkadaşlar dikkat edelim. Buradaki politik sözlüğe, kavramlara dikkat edelim.

“İsyan güçlerini zararsız hale getirmek isyan bastırmada ana ilke olmaya devam etmektedir. Zararsız hale getirme, öldürme, tutuklama ve mahkum etme, etki harekatı dahil diğer yollarla alıkoyma, harekât ve tecridi içeren bir çok yöntemle gerçekleştirilebilir.”

Eğer çok çok büyük insan hakları kurumlarından, çok çok büyük devlet kurumlarından, çok çok büyük demokratik uluslararası mahkemelerden söz ediyorsak, burada bir itiraf var. Ben bu belgenin numarasını verdim. Tekrar ediyorum; bu belgede öldürmeden bahsediliyor. Burada aynı zamanda müttefik kuvvetlere verilen bir yönergeden, bir görevden söz ediliyor. Arkadaşlar “zararsız hale getirmek” ne demek? İnsan işkenceyle sakat bırakmayla zararsız hale getirilebilir. Ekonomik iflasla zararsız hale getirilebilir. Zararsız hale getirmek, binbir yöntemi kapsar. Bunun yorumunu uygulayıcıya bırakıyor ve ne diyor; “öldürme” diyor. “Başa çıkamıyorsan öldür” yetkisi veriyor. Miloşeviçleri yargılıyorlar, göstermelik olarak soykırım sanığı ilan ettiklerini yargılıyorlar, parçaladıkları devletlerde kendi ortaya çıkardıkları Frankeştaynları yargılıyorlar. Ama kendi hukuklarında, emperyalizmin tahakküm hukukunda, devletlere “öldürme” yetkisi veriliyor. Yani “isyancıyı, başa çıkamadığı isyancıyı öldürme yetkisi, tutuklama ve mahkûm etme” diyor. Tutuklamanın “karşı ayaklanma” doktrininde bir metod olarak kullanıldığını, stratejinin bir parçası olarak kullanıldığını teyid ediyor. Türkiye’deki tutuklamaları, bir takım garabetlerle hukuk üzerinden açıklamaya çalışanlara armağan olsun. Bu bir stratejidir.Bir kontrgerilla stratejisidir.

Dolayısıyla Türkiye’de bir mahkûm statüsü, bir tutuklu statüsü yok. Kontrgerillanın “isyan bastırma”da kullandığı stratejiler çerçevesi içerisinde etkisiz hale getirilen onların tabiriyle “isyancı”. Bunu bizim net olarak görmemiz lazım. Peki, etki harekâtı dâhil, diğer yollarla alıkoyma ne anlama geliyor? Etki harekâtını kime uyguluyorsun? Adını koyalım; Türkiye’de şu anda etki harekâtı uygulanıyor. Etki harekâtı medyayı da kapsar. Bir psikolojik harbin aynı zamanda adıdır. Ve nedir? Bu da dâhil olmak üzere alıkoyma. Var mı alıkoyma? Fazlasıyla. Biz toplum olarak alıkonulmuş vaziyetteyiz. Hadi bu bir soyutlama diyelim. Bunun haricinde gözaltı kampanyaları alıkoymadır. Giderek alıkoymaya dönüşüyor. Onun yanı sıra ne var? Harekât ve tecridi içeren bir çok yöntemle gerçekleştirilebilir. Tecrit kime? Kim tecrit edilecek? Tecrit edilenler var mı? Var. Görüyoruz tecrit edilenleri. Bu tecrit hem tutuklama kampanyaları veya diğerleriyle bir tecridi içeriyor, hem de liberal toplama kampı tecridini içeriyor. Burada bir soyutlama da var. Bunlar aynı zamanda politik manifesto. Demek ki bu tecridi kırmaya çalışan, düşman ve hasımlar tecride boyun eğecek. Kullanılan yöntemler, onların hiç bir zaman bizim de ciddiye almamamız gereken uluslararası hukuklarının ve ulusal hukuklarının arka planını gösteriyor. Özünü, kontrgerilla hukukunu gösteriyor. Bu kontrgerilla hukukudur. Gizli gerçek hukukudur. Devletlerin gizli gerçek hukuku budur. Bunu net olarak görmek lazım. “Karşı ayaklanma” devletlerinin, kontrgerilla devletlerinin, geçmiş haliyle Gladio cumhuriyetler birliğinin –o zaman da böyleydi- anayasası. Bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, bu itirafı önemsememiz, üzerinde durmamız ve en çok da şuna kafayı belki takmamız lazım; zararsız hale getirme nedir? “Pentagon solu” bir zararsız hale getirme yöntemi midir? Solu içinden bastırma bir zararsız hale getirme yöntemi midir? Etki harekâtı sol içerisinde bir takım stratejik ağırlık merkezlerine bağlı koordinasyon merkezleri yaratarak, “turuncu sol” oluşturma çabalarıyla nasıl bütünleşir? Bunların hepsine bakmak lazım.

“Uzlaşma onay kazanmanın ve bu yolla ağırlık merkezini korumanın önemli bir parçasıdır. Uzlaşma başka şekilde ana siyasi sürece karşı çıkacak olanları bu sürece ve böylece isyancıya desteği reddetmeye yönlendirme sürecidir. İsyanın siyasi bir kavram olması itibarıyla ve tekrar ortaya çıkmamasını sağlamak için uzun vadeli plan yapmak gerektiğinden uzun vadeli çözümün bir parçası olarak siyasi kapsamın uç noktaları üzerindekilerin bir şekilde uzlaşması gerekmektedir.”

Bu satırlar bizim yaptığımız geçen söyleşinin teyidi anlamındadır.

(Ara…)

Yiğit Tuncay: Evet Suat, kaldığımız yerden devam edelim.

Suat Parlar: Uzlaşmada kalmıştık. “Uzlaşma, onay kazanmanın ve bu yolla ağırlık merkezini korumanın önemli bir parçasıdır”. Türkiye’de herkes bunun ne anlama geldiğini öğrendi.

“Uzlaşma başka şekilde ana siyasi sürece karşı çıkacak olanları bu sürece ve böylece isyancıya desteği reddetmeye yönlendirme sürecidir”.

Gayet net. Uzlaşma sayesinde stratejik ağırlık merkezine mesafeli duran sermaye hizipleri, sermaye politikacıları, silahlı bürokrasinin üst düzeyi dönüşüm dönemeçlerinde bir uzlaşma çerçevesi içerisinde stratejik ağırlık merkezine dahil edilir. Bunun tabi çok çeşitli metodları vardır. Bu metodlar kişisel değerlendirmelerden başlar, biyografik istihbarattan, zaaflardan başka noktalara kadar uzanır gider.

Türkiye’de son dönemde bizim de hep vurguladığımız uzlaşmaların, aynı zamanda bir politika sözlüğüne dayandığını görüyoruz. O politika sözlüğünü oluşturan kim? Gene bu global çerçeve içerisinde askeri stratejiyi çizenler. Geriye politikadan bir alan kalmadı. Hani özerk politika? Hani nerede özerk politika? Nerede o sivil toplumları? Yok. Buna tepeden tırnağa ister sivil deyin, ister askeri deyin, sonuçta militarize edilmiş bir toplum yapısıdır. Politikanın sözlüğü militarizedir. Stratejinin sözlüğü, sınıf savaşı stratejisinin sözlüğü buna göre oluşturulmuştur. Uzlaşma kavramının kontrgerilla belgesinde ne aradığını sormak istiyorum. Uzlaşmayla başlayan ve uzlaşmayla biten stratejik ağırlık merkezi çerçevesi içerisinde uzlaşmayı değerlendiren, Türkiye’de büyük erdem sayılan uzlaşmayı “karşı ayaklanma” doktrininin temel metinlerinden birine, en temel tariflerinden biri olarak yerleştiren sınıfsal irade hangi iradedir? Bunun net olarak kavranması lazım. Bu irade, örneğin; silahlı bürokrasinin bugün artık işe yaramaz görülen bir kesimi, ideolojik savaş stratejisi çerçevesi içerisinde psikilojik savaşın muhatabı kılarken, kimleri bu uzlaşmaya dahil etmektedir? Elbette silahlı bürokrasinin komprador rejimin kilit unsurlarından olan silahlı bürokrasinin en üst kademesini tabi. Dolayısıyla hiç bir şeyin tesadüfî olmadığını, orta yerde bir kaos olmadığını görüyoruz. Hayır, fazlasıyla planlanmış, fazlasıyla düzenlenmiş bir süreçler bileşkesi var. Buradaki anlatım sadece Türkiye’yi izah etmeye yönelik bir anlatım da değil. Çünkü bu uzlaşma yarın başka bir cepheleşme şeklinde devrimcilerin de karşısına çıkacak. Şimdi kendi içlerinde bir hesaplaşmaları var. Örneğin; bu uzlaşmanın, o kendi sözleriyle, neredeyse 20.yüzyılın ikinci yarısının tamamını kapsayan Gladio harplerinin de ne anlama geldiğini biz milliyetçi cepheler tecrübesiyle biliyoruz. Türkiye’de iki tane milliyetçi cephe kurulmuştur. Şimdi unutuldu. Bu milliyetçi cephelerin aynı zamanda sınıfsal bir uzlaşma yönü vardır. Niye? Devrim korkusuyla ürkütülmüş küçük burjuvazinin önemli bir kesimini, toprak sahiplerini, aslında komprador burjuvaziyle çıkar ilişkisi olan ve bu anlamda sistemi de fazla reddetmeyen yerel burjuvaziyi içeren bir sınıfsal koalisyon, milliyetçi cephe olarak işbaşına gelmişti. O sahtekâr komprador burjuvazi, milliyetçi rolünü oynamıştı o zaman. O zaman bu örgütler, büyük sermaye örgütleri en büyük milliyetçilerdi. Devletin şahlanıp düşmanlarını ezmesi için en fazla çağrıda bulunan TÜSİAD’dı. Dolayısıyla bu uzlaşmaların, bu politik uzlaşmaların, bir politika sözlüğü çerçevesi içerisinde kontrgerillanın stratejik belgelerinde bulmak, bizler açısından son derece öğretici olmalı.

“İsyanın siyasi bir kavram olması itibariyle ve tekrar ortaya çıkmamasını sağlamak için uzun vadeli plan yapmak gerektiğinden uzun vadeli bir çözümün parçası olarak siyasi kapsamın uç noktaları üzerindekilerin bir şekilde uzlaşması gerekmektedir.”

“Eskiye dönüş yok” diyor. Kapitalist iktidarın genel restorasyonu süreci yaklaşık olarak dünyada 30 yıldır devam ediyor. Tarih veriyorum ben; 1973’te neo-liberal devlet aygıtının Şili’ye yerleştirilmesiyle başladı. Oradan bu tarafa akan bir tarihten söz ediyoruz. Uzun vadeli plan. Eskiye dönüş yok. Dönüşüm vurgusu var. Ve onların tabiriyle; bu tür metinlerin ana esası olan 21. yüzyılın küreselleşmesine, o hiyerarşik ezici yapısına eklemlenme. Dolayısıyla, uzun vadeli çözümün politik bir sözlüğe, politik bir stratejiye oturduğu gayet açık. İsteyenler bunu kendi yorumlarıyla daha netleştirebilirler ama, Türkiye’de bu uzlaşmaların nasıl yürüdüğünü biz daha önceki söyleşimizde son derece net bir biçimde anlattık.

“Güvenlik sektöründe reform”

Bir başlık var bu metinde, bu belgede. “Güvenlik sektöründe reform, daha geniş faaliyetler” başlığı. Başlığın kendisi bile ürkütücü. Artık güvenlik bir sektör. Bir yanıyla özelleşmiş. Bir yanıyla oligarşinin kendi demir ökçe silahlı birlikleri var. Ölüm mangaları var. Ama bir yanıyla da, aslında, kan gücünün bir parçası olması gereken ulusal orduların lejyonerleşmesi. Dünyanın dört bir yanında “karşı ayaklanma”cı doktrini çerçevesi içerisinde polisleşmesi söz konusu. Artık güvenlik bir sektör boyutu içerisinde ele alınıyor. Buradan hep bana çözüm soranlara da bir kısa formülasyonla, öneri anlamında cevap vermek istiyorum; burjuva politikası anlamında, kamunun şiddetle kamulaştırılmaya, özel sektörün de şiddetle özelleştirilmeye ihtiyacı var. Kamu kamulaşır, özel sektör özelleşirse, dünya en azından sosyal refah devleti düzeyinde olmasa bile problemlerini daha rahat çözebilir. Burjuvaziye politika önermek elbette bizim işimiz değil ama, şu anda öyle bir çamurun içerisinde debeleniliyor ki… Kamu gücünün önemli bir bölümü zaten özelleştirilmiş. Ve en önemlisi de şu; o kamu gücü olmadan özel sektör denilen yapının, o arsız yapının komprador ülkelerde 1 gün yaşaması  mümkün değil. 28 tane dolar milyarderinin olduğu bir ülkeden söz ediyoruz biz. Daha liste şurada bir kaç sene önce 5-10 kişiydi.  Böyle bir azınlık tahakkümünü neler üzerinde kuruyor, nasıl yürütüyor? Dolayısıyla şunu görüyoruz burada, kamu gücü var. Özelleşmiş kamu gücü. Kamu kamulaştırılmalıdır. Özel sektör özelleştirilmelidir. Yani, asalak paraziter olarak devletin bütün olanaklarına yapışmış teşviklerle, vergi indirimleriyle, ulus-ötesi şirketler bağlantısı çerçevesi içerisinde dışarıya aktarılan değerlerle beslenen, semirtilen finans kapitale, halktan çalınan değerlerin aktarılması sürecinin bir parçası olarak semirtilen burjuvazinin kamunun üzerindeki eli kesilebilirse, özel sektör özelleşirse ve dedikleri gibi rekabetçi olursa meselenin önü açılır. Güvenlik sektörü işte. Kendileri söylüyorlar. Bundan daha güzel bir itiraf olur mu? Güvenlik sektörleşmiş vaziyette. Doğrudur.

“Güvenlik sektöründe reform her zaman evsahibi ülke polis kuvvetinin ve aynı zamanda silahlı kuvvetlerinin destek ve eğitimini içerecektir. Bu nedenle güvenlik sektöründe reform sadece güvenlik kuvvetlerinden daha geniş bir kavramla, bu yargı ve cezaevleriyle ilgili reformları da içerir”.

Kontrgerilla stratejisinin el atmadığı bir alan yok. Türkiye’deki cezaevleri operasyonları aydınlanmıştır. Bu yine suçüstü belgesidir. Türkiye’de devrimcilerin işlerinden biri bu konuları takip etmek olmalıdır. Türkiye’de cezaevi operasyonlarının aynı zamanda kontrgerilla stratejisi ile bağlantılı olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır. Sadece güvenlik sektörü çerçevesine silahlı kuvvetler veya ordu alınmıyor. Cezaevi de alınıyor. Ve bu konuda dünyanın dört bir yanında standart bir ölçeğin geliştirildiğini görüyoruz. Artık Panaptikon çağı bitti. Bunların tabiriyle tecrit edilmiş, uzlaştırılmış, atomize edilmiş, daha doğrusu politik kişiliği yok edildiği için sadece bitkiye dönüştürülmüş bir şekilsiz insanlar toplumunun yaratılması ve bunun için azami şiddetin kullanılması söz konusu.  Cezaevi güvenlik sektörü içerisinde değerlendiriliyor. Bunun bir aşaması zaten cezaevlerinin özelleştirilmesi. Buraya doğru da bir gidişi görüyoruz.

“Stratejik Etki Harekatı”

“Etki harekâtı. İsyan bastırma harekâtında, harekâtın ağırlık merkezini korumak açısından özellikle önemlidir. Toplumun başlıca liderleri siyasi, dini, bölgesel ile etkileşim halinde bulunulur. Bunların hayati önem taşıyan mesajları ve konuları anlaması sağlanılır. Sürekli ve inandırıcılık ile konuşlandırılması gereken bu kişiler kritik mesajlar konusunda özellikle önemlidir”.

Çok net. Hiç kimse, Türkiye’de Gladio’yu götürüp cemaatlerle, daha önce anti-komünist savaş süreci içerisinde kilit roller oynamış ve ondan sonra o rolünü sürdürmüş küresel kapitalizmin içinde yeni işlevsellikler edinmiş bir takım şahıslarla ilişkilendirmesin. Burada emperyalist tahakküm stratejisinin, onun kontrgerilla uygulamalarının politik sözlüğüyle bağlantılı bir lider tarifi görüyoruz. Hiç boşluk bırakılmıyor. Deniliyor ki; “toplumun başlıca liderleri siyasi, dinî, bölgesel hatta etkileşim halinde bulunacak ve bunların kritik mesajlar konusunda sürekli inandırıcılık ile konuşlandırılması”… Bu nedir? Bu lider yaratma sürecidir. Politikada lider yaratma sürecidir. Dini alanda lider yaratma sürecidir. Hatta bölgesel alanda lider yaratma sürecidir. Bunlar sürekli ve inandırıcılık üzerinden konuşlandırılacak ve kritik mesajlar iletecekler… Kimin kritik mesajlarını iletecekler? İşte bu stratejik etki merkezi. Adı ne bunun? Etki harekâtı. Etki harekâtı bize din adamları, politikacılar ve onların tabiriyle toplumun kanaat önderleri tarafından aşılanıyor. Bu kritik mesajlara kim karar verecek? Stratejik etki merkezi karar verecek. Stratejik etki merkezi kim? Global güvenlik çerçevesi içerisinde emperyalizmin karar, güç ve strateji odaklarında bu planlamayı gerçekleştiren mekanizmalar. Bunların arka planında sınıfsal olarak ne var? Finans-kapital oligarşisi var, dünya ölçeğinde askeri-endüstriyel kompleks var, enerji devleri var.

Arka plandaki sınıfsal yapıyı tabi ki hiç bir zaman gözardı etmeyeceğiz. Etki harekâtı. O zaman biz etki harekâtına sürekli maruz bırakılıyoruz. O zaman hızla kendimizi bir takım soyut değerlendirmelerden kurtarmamız gerekiyor. Bir cemaat ortaya çıkıp da devleti ele geçirecek! Hayır! Bu devlet yapılanması böyle basitlik çerçevesi içerisinde algılanamaz. Devlet bir kabile, bir cemaat tarafından bu anlamda ele geçirilemez. Çünkü bu devlet, ulus-ötesi şirketlerin en iyi yatırımlarından biri bu bölgedeki. Ne yapacaklar? Bunu bir dini cemaate ihale mi, havale mi edecekler? Devletler böyle işlemez. Bu işi lütfen daha ciddi bağlamları ile değerlendirelim. Evet, böyle mekanizmalar, böyle işlevlerle donatılmış yapılar elbette var. Zaten kendileri söylüyorlar. Siyasi, dini ve bölgesel liderlerden bahsediliyor ve bunların taşıdığı kritik mesajlar var. Bizim işimiz bu kritik mesajların çözülmesi olmalı. Sürekli ve inandırıcılık içerisinde bunların konuşlandırılmasının devletle bağlantısını çözmek zorundayız. Devlet mekanizmasına bir ödev veriyorum: “Nereye konuşlandırılacak, nasıl konuşlandırılacak?” Bu sorular hep gündemimizde olmalı ve politik lider imal etme süreçlerinin, üretme süreçlerinin künhüne varmamız gerekiyor. Hatta dini lider üretme süreçlerinin künhüne varmamız gerekiyor. Bu saptamadan sonra da Türkiye’deki cemaat liderlerinin, hepsinin açıkçası kendilerinin anlatması gerekiyor bize. İlişkilerinin olmadığını kanıtlamaları gerekiyor. “Karşı ayaklanma” harekât merkezleriyle, etki harekâtı yürüten merkezlerle ilişkilerinin olmadığını topluma anlatmaları, kanıtlamaları gerekiyor. Çünkü ben bu belgenin sahih gerçek bir belge olduğunu söylüyorum. Önemli buluyorum. Irak ve Afganistan’daki uygulamaların aynen Şili’deki gibi bir laboratuvar uygulama olduğunu söylüyorum ve bu uygulamaların bugün dünyada en fazla yoğunlaştığı ülkenin Türkiye olduğunu söylüyorum. Burada dini liderlerin de toplumun önüne çıkıp apaçık bu etki harekât merkezleriyle bir işlerinin olmadığını anlatmaları gerekiyor.

Bugüne kadar hep sistem bizi şöyle dövdü, “suçsuzluğunuzu ispatlayın” dedi. Bu sefer tersinden bir entelektüel şiddet uyguluyoruz. Diyoruz ki; hepiniz böyle bir karina çerçevesi içerisinde kontrgerilla merkezleriyle bağlantılısınız. Suçsuzluğunuzu ispat edin. Bunu söylüyoruz apaçık. Çünkü Türkiye’de dinin kullanım biçimi soğuk savaş İslam’ıyla mayalıdır. O soğuk savaş İslam’ı, kirli savaş döneminde acımasız bir kirli savaş yürütülürken, egemenlik sistemine desteğe dönüştü. Sonraki aşamada acımasız bir kontrgerilla harbi Afganistan’da verilirken, seçilmiş bir kimlik görüntüsü altında Amerika’nın bu harekâtlarına sessizlik, Irak’ta milyondan fazla insanın öldürülmesine sessizlik şeklinde tezahür etti. Sadece Filistin söz konusu olduğunda kılınan gösteri namazları dışında, orta yerde pek fazla bir şeyin bulunmaması ve Türkiye’deki İslamcı hareketin her ne hikmetse anti-amerikancı bir hat üzerine oturmaması bu etki harekâtının Türkiye’de dini cemaatler üzerindeki başarısını gösteriyor.

Demokrasi Egemenliğinin “Kabul Görme” Stratejisi

“Ev sahibi ülke egemenliğinin  avantaj ve dezavantajları. İsyan bastırma kuvvetlerinin harekâtlarına uygun şekilde seçilmiş bir ev sahibi ülke hükümeti otoritesi ve yaptırımı vasıtasıyla tam bir meşruiyet kazandırır”.

Buyurun demokrasinizi… Reagan’ın demokrasi cihadı işte bu… Demokrasinin çerçevesi bu kadar… Diyor ki; “isyan bastırma kuvvetlerinin meşru olabilmesi için”… Çünkü isyan bastırma kuvvetleri bir politik, ideolojik savaşın içerisinde. Bir politik stratejiye dayanıyor ve çok uzun vadeli sistemin ebediyeti kadar bir süreyle bunu gerçekleştiriyor. O zaman diyor; “görünürde meşru bir hükümet olması lazım”. Yol ne? Seçim sandığı. “Bu meşruiyeti sadece oradan alacaksın” diyor. Nitekim, “Amerika 1. Dalga, 2. Dalga demokratlaştırma” dedi ve bir sürü diktatörlüğü Latin Amerika’da, Orta Amerika’da, Güney Amerika’da, Güney Asya’da götürdü. Bu gayet net.

Dolayısıyla bu hükümet otoritesi ve yaptırımı meselesi, demokrasi cihadının da bir stratejik sözlüğe, hatta jeo-politik sözlüğe oturtulduğunu gösteriyor. Jeo-politik demokrasi olur mu? Olur. Amerikan demokrasisi. Dünyayı kendi çıkarları çerçevesi içerisinde bölerken, dilimlerken ve burada enerji kaynaklarının, dünya para sisteminin üzerindeki hegemonyasını kuracak şekilde fiziki denetim altında, askeri denetim altında bulundururken, yararlandığı bir jeo-politik sözlük var. Onun parolası da demokrasi. Eskiden başkaydı. “Kalkınma” derdi. “Hür dünya” derdi. Şimdi ne var? Demokrasi var. Bu metinler bu kadar yoğun bir politik sözlük içeriyor.

“İsyan bastırma güçleri makul ve ideal olarak sağlam hukuki bir çerçevede faaliyet göstermesini sağlar.”

Bu meşruiyetin kazandırılmasıdır. Hukuk bir stratejiye dönüşüyor. Şimdiden sonra hukuktaki bu inceliğin, hukuktaki bu sessiz komplonun net olarak görülmesi şart. Hukuk kontrgerilla stratejik mekanizmalarında ve belgelerinde bu kadar olağan, bu kadar normal bir çerçeve içerisinde bize sunuluyorsa, bizim bu hukuku yerden yere vurmamız lazım. Bu tahakküm hukuku. Tahakküm hukukunun şekillendirilmesi.

“Ulusal egemenlik kavramını anlamak onun sınırları içerisinde çalışmayı, onun güçlerinden faydalanmayı, evsahibi ülkenin güveninin zaman içerisinde aşamalı olarak gelişeceğini kabul etmek açısından önemlidir.”

Ulusal güvenlik de geldi ve bir stratejinin içerisine oturdu mu? Ulusal egemenliği, ayaklanmayı bastırma stratejisinin meşruiyet çerçevesi açısından ele alırsanız, o ulusal egemenlik olmasa da olur. O zaman başka bir noktaya geliyoruz. Benim kent-devleti çözümlememe geliyoruz. Devletler aynı zamanda zihinsel imgelerle, ideolojik kabullenişler, rızalar, mutabakatlar ve bunların sürekliliğiyle bağlantılıdır. Devlet sadece harita değildir, toprak değildir, onun da ötesinde bir anlamı vardır. Ulusal egemenliğin algılanma tarzına, yani devletin anlam piyasası oluşturma tekeline meydan okuyan, yeni bir anlam piyasası oluşturma gücü, devleti fersah fersah aşan gücü, ulusal egemenliğin çerçevesiyle ilgili kararı verirse ve bunu da küstah bir biçimde kendi meşruiyetini kabul ettirme, o meşruiyeti tarif etme ve bunu da hukuka dayandırırsa, bu hukukun adı tahakküm hukukudur.

Tekrar başa dönersek, kent-devlet çözümlemesi zihinsel, aynı zamanda imgelerle, politika sözlüğüyle, ideolojik kavramayla, algı düzenekleriyle ilgilidir. Kendini bir ulusal egemenliğin parçası veya bir ulus-devletin çerçevesi içerisinde yorumlayan vatandaşla, o kent-devletinin karmaşası, demin sözünü ettiğimiz gibi koyun ağıllarına sürülme dinamiği içerisinde lümpenleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş kalıbında algılayan vatandaş ayrıdır. İkisi de vatandaştır, ikisi de cumhuriyet kalıbı içerisindedir. İkisi de demokrasi kalıbı içerisindedir ama, burada bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Fakat bu bir diğerinin olumlanması için ötekinin olumsuzluklarından yola çıkmayı da beraberinde getirmemeli. Burada aslolan sistemin topyekun reddiyesi. Böyle değerlendirildiğinde hukukun üstünlüğünün de aslında bir stratejik tarif içerisinde çok rahat ele alınabileceğini görüyoruz.

“Farklı Anlayışlar ve Egemenlik”

“Evsahibi ülkenin amaçları ve hedeflerinin İngilizlerin amaçları ve hedefleriyle örtüşmediği zamanlar olabilir. Aynı zamanda kültürel, dini veya tarihi faktörlerin bu amaçlar ve hedeflerin ne olduğu üzerinde çok güçlü bir etkisi olduğu kanıtladığı durumlar olabilir. Bu durumda ev sahibi ülkenin gözleriyle gör.”

Dehşet. Dünyada kontrgerilla harbinin gayrı-nizami harbinin en önemli planlama merkezi bu işin sözlüğünü oluşturan İngiltere’dir. Emperyalist belleğini sömürgeci hafızasını kendinden sonra gelen güce, Amerika’ya devretmiştir. Amerika’da bunu bütün dünya kapitalizminin global güvenlik çıkarları adına kullanmaktadır. İngilizlerin kendileriyle ilgili vurguları önemli. Çünkü bunu paylaşıyorlar. Diyor ki, “bizim hedeflerimiz örtüşmeyebilir, bizim çıkarlarımızla da örtüşmeyebilir ve burada tarihi, kültürel, dinî faktörler önemlidir”. Bu şunu gösteriyor: bir inceleme var; dini, tarihi ve kültürel faktörlerle “karşı ayaklanmacı” ideolojinin veya dünyayı isyancılarla onlara karşı koyanlar veya bizim tabirimizle emekçi halklarla onları ezen azınlıklar arasında bölünmüş bir biçimde değerlendirelim. Bu örgütler, bu mekanizmalar, bu yapılar kültürü, dini, tarihi sürekli inceliyorlar. Çarpışma noktalarını, çatışma noktalarını belirliyorlar. Bu incelemeleri kimler yapıyor? Akademisyenler yapar, gazeteciler yapar, istatistik kurumları yapar. Sürekli bir inceleme var burada. Bu durumda o ülkenin bilinçli veya bilinçsiz bazı unsurları açık kaynak haline gelir. Ne ilginçtir ki, bu amaçlar ve hedefler üzerinde bu unsurların güçlü bir etkisi var. Peki ne olacak? Kıracaksın. Dini etkiyi yok edeceksin. Demin dediği gibi, sürekli ve konuşlandırılmış kritik mesajları ileten yeni bir din adamları kuşağı meydana getireceksin. Tarihi faktör; öyle bir tarihçiler grubu yetiştireceksin ki, tarihin bilinçli bir biçimde kavranmasını, tarihin bir sınıf mücadelesi olarak kavranmasını engellemeyi, temel misyonu profesyonelliğinin gereği sayacak ve bu konuda sürekli bir üretim içerisinde olacak. Bu kimseye görev olarak verilmez. Fakat zaten medyanın kurumlaşma biçimi bu anlamda zaten yeterli zemini, yeterli imkanı sunar.

Onun yanı sıra kültürel boyutu; bunun detaylarına burada girme durumunda değiliz ama, Türkiye’nin hali ortada. Kültürel boyut hatta öyle bir hale geldi ki, neredeyse Türkiye’de veya dünyada komünistlerle, gerici dincileri bütün ömrünü anti-komünist mücadeleye adamış din adamlarını birlikte gösterebilecek kadar insanları küçümseyen bir takım yaklaşımlar ortaya çıktı. Bunlar yer de bulabiliyor. Bu şunun göstergesi; kültürel bir bellek kaybı olduğuna dair inanç olmasa kimse bu cüreti gösteremez. Bütün ömrü boyunca solcuların, komünistlerin yok edilmesi noktasında fetva vermiş olanları, komünistlerle solcularla birlikte gösterme cüreti, ancak ve ancak tarihsel bellek kaybı konusundaki bir inancın kafada yerleşmiş olmasıyla ve kendini orijinal aydın olarak sunmada, pazarlamada, yeni bir meta olarak, yeni bir ambalajla sunmada bir kolaylık sağlaması görüşünden kaynaklanıyor. Bu ne kolaylık… Hepsi stratejiye dayanıyor. Bunlar strateji. Kendileri söylüyorlar, ideolojik, stratejik, politik ve koydukları vade, sistemin ömrü kadar bir vade. En önemlisi de şu; evsahibi ülkenin gözleriyle görme. Politika bundan daha güzel anlatılamaz. İşgalci yerli Türkçe konuşuyor. Ev sahibi ülkenin gözleriyle böyle görürsün.

“İsyan. Kendi ideolojisi veya çıkarlarına hizmet etmek ya da korku uyandırmak için otoritenin yerine alternatif bir otorite aşılamaya çalışan yerel, bölgesel ve küresel isyan olabilir. İsyanı önemli bir tehdit haline getiren isyancı grubun ekonomik ve sosyal gücünden ziyade istediği bir zamanda ve yerde şiddet kullanmaya ilişkin siyasi potansiyeldir…”

Askeri potansiyel değil, siyasi potansiyel. Şiddetsiz bana bir tek devrim gösterin Avrupa’da. Bırakınız başka yerleri, Amerikan devrimini, sömürge savaşlarını, bunların hepsinin topyekün düşman kategorisi içerisine alınması ve bu çerçeve içerisinde isyancının şiddet kullanmaya ilişkin siyasi potansiyelinin yok edilmesi. Bütün tiranları gerileten, bütün despotizmleri gerileten, halklara yönelik bütün baskı mekanizmalarını gerileten halkların, onları alaşağı etme konusundaki direnme hakkı. Bu konudaki siyasi şiddet potansiyeli. Halkların elinden bu alınırsa, halklardan geriye hiç bir şey kalmaz. Türkiye devrimcilerini bu noktada uyarıyorum. Devrimcileri de bırakın, küçük burjuva politikacılarını da, aydınlarını, her ne kaldıysa geriye bu ülkede. Bu çok önemli. Bizim açımızdan da çok çok önemli. Bu bizim elimizden, yarın işgale karşı -eğer böyle bir durum olursa- direniş imkanını bile alır. Korkunç… Bu kölece itaatin, sorgusuz itaatin, kapitalizme biat etmenin, kapitalizmin kulu olmanın, kapitalist dindarlığın yeni bir yüzü. Buna hiç bir biçimde ulusal kurtuluş savaşıyla, sınıf savaşıyla isyan edilmeyecek. Ezileceğiz. Koyun ağıllarında, mezbahalarda yok edilmeyi kabulleneceğiz. Bize söylenen bu… Bunun adı soykırımdır. İşte “soykırım” dedikleri budur. Bu bir sınıfsal soykırımdır. Halkların elinden şiddet kullanmaya ilişkin siyasi potansiyel alınırsa, halk kavramının,onların tabiriyle “tarihin sonu”nun ilanı olur.

Gayri-nizami bazı eylemcileri sayıyor; “Mao Zedong (uzatılmış savaş), Che Guevera, Marighella, 19. Yüzyıl Avrupa nihilistleri (eylem, söz, propaganda) ve diğer devrimci düşünürler tarafından benimsenen doktrin biçimlerine bağlı kalıyor gibi görülmektedir”, diyor.

Bazı düzensiz eylemcilerin böyle olduğundan söz ediliyor. Vurgu şunun için önemli; halen daha Che Guevara düşman. Halen daha Mao düşman. Halen daha Mao’nun temsil ettiği “politikleşmiş askeri savaş stratejisi”, Che Guevara’nın “gerilla mücadelesi”, 19. yüzyıl nihilistleri düşman. Şunu anlatmaya çalışıyorum; düşmanlarda süreklilik var. Her kim ki yüreğini ezilenlerden yana koyuyor, düşman. Burada bir sürekli savaş vurgusundan söz ediliyor.

“Diğerleri kendi doktrinlerini geliştirmekte ve örneğin Afrika ve Afganistan’daki benzer harekâtlardan ve aynı zamanda İngilizlere ait ve müttefik yayınlar ile internette mevcut hareket tarzı ve amaçlarından gerekli bilgileri öğrenmektedirler.”

Hepimiz düşmanız. İnternet izleyen herkes düşman… İnterneti halkların çıkarları için, interneti ezilenlerin çıkarları için izleyen herkes düşman. “Bizden öğreniyorsunuz”, diyor. Ben de öğrendim. Buradayız. Düşmanlar arasındayız. İnterneti ancak tüketim aracı olarak kullanabilirsin. “İnterneti bu şekilde kullanırsan benim düşmanımsın” diyor. Yeni bir düşman tarifi daha geliyor. Dolayısıyla o küreselleşmenin enformasyon konusunda ebedi demokrasi kelamı böylece anlamını kaybediyor.

“Gayrı nizami eylemciler, ayrıca hem zaman, hem de yer açısından seçici hedef tespitleriyle ve web siteleri, cep telefonları ve bazı durumlarda kendi medya kuruluşları vasıtasıyla resmi bildiriler yayınlayarak geniş alanda, yerel hedeflerine ulaşmak yoluyla, etki harekâtı hususunda etkin bir bilgiye sahip olduklarını göstermişlerdir. Bu propaganda ayrıca gelişmiş ülkelerde destek ve adam toplama açısından verimli kitleler olan alt kültürlere ve topluluklara, özellikle de çoğunluğa uyum sağlayamamış dışlanmış ve kızgın göçmen gruplara nüfuz etmek için tasarlanmıştır.”

Bizi tarif etti. Politik propaganda yapan herkesi tarif etti. Politik çalışma yapan tüm devrimcileri, tüm sosyalistleri, soldan olan tüm insanları tarif etti. O ebedi statükoya karşı çıkan herkesi. Hatta radikal politikayı. Hatta radikal çevreci politikayı. Radikal feminist politikayı bu kapsam içerisine aldı. Bunların hepsini düşman içerisine aldı ve bu hatta politik eylemde bulunma veya bu hatta politik strateji üzerinden bu araçları kullanma tekelini sistem sadece kendinde gördüğünü, bunun dışında kalanların meşru olmadığını belirtmiş oldu.

Yiğit Tuncay: Meşru olmayanlar kapitalizme karşı tavır alan herkes…

Suat Parlar: isyancı tabi. En önemlisi de şu; “adam toplama açısından verimli kitleler olan alt kültürleri”. Elhamdülillah “alt kültürüm”. Çünkü solcuyum. Alt kültür aynı zamanda böyle bir tarif. Birilerinin dediği gibi sadece “kimlik” tarifi değil. Politik içerik de taşıyor. Çünkü kaç yaşının insanlarıyız ve hala insanlığın kurtuluşunun devrim olduğunu söylüyoruz. Kontrol edilmesi gerekiyor. Bir de şu var; “topluluklara, özellikle de çoğunluğa uyum sağlayamamış, dışlanmış ve kızgın göçmen gruplara”. Göçmenliğin suç olduğunu söylüyor. Özellikle de Avrupa’ya göç edenlerin suçlu kategorileri olduğunu söylüyor. Bu bir ırkçılıktır. Kapitalizmin özü ırkçılıktır. Bu tip belgeler aynı zamanda ırkçılığın teyidi olmaktan öte ırkçılığın strateji haline getirilmesidir. Irkçı stratejidir bu. Kapitalizm ırkçılık olmadan varlığını idame ettiremez. Çünkü işgücünü etnikleştirecek, etnikleşen işgücü üzerinden işgücüne bazı kimlik özellikleri verecek ve onu sömürürken, ona ücret verirken ve onu esnetirken bu esaslar üzerinden gidecek. Ona şunu söyleyecek; “senin kimliğin var, Türksün, Kürtsün, Alevisin, Sünnisin, göçmensin. Sonra da bunu tehlike sayacak. O kendi verdiği vasıfların hepsinin aynı zamanda tehlike olduğunu söyleyecek. “Kızgın göçmen grupları” derken Avrupa’dan söz ediliyor. Buralarda örgütlenme yasağı koyuyor.

Gladyo stratejisinin süreklilik esası üzerinden bunu getirip 21. yüzyıla bağladığımızda, geçmişteki NATO stratejisiyle bu doktrin arasında bağlantı kurduğumuzda, bu kızgın göçmen grupları arasında Avrupa’da yaşayan 3 milyondan fazla Türk vardı. 60 binden fazla solcu, mülteci olarak 12 Eylül’den sonra Avrupa’ya gitti. Bu kızgın göçmen gruplarını örgütleme konusunda niye bir çalışma yapmadılar? Yaptılarsa niye bizim haberimiz yok? Bir uzlaşmanın adı bu. O kızgın göçmen gruplarını harekete geçirmeme konusunda zımni bir anlaşma yapmış olmanın, Türkiye’de sahte bir “sol” yaratılmasında zemin olduğunu görüyoruz. Ödüllerini de, bunların önde gelenleri, dünyadaki yeni ulus ötesi şirket mantığını temsil eden STK’lardan aldıkları yüksek ücretlerle, paralarla gösteriyorlar. Küresel sermayenin organik aydınları, küresel sermayenin yeni bürokratları, ki bunların çoğu medyada konaklamış durumda. Paraziter anlamıyla söylüyorum konaklamayı. Göçmen gruplarla ilgili olan yönü, Türkiye’yi çok fazla ilgilendirdiği için, burada bir örgütlenme yasağı var…

Türk Silahlı Kuvvetlerinin tehdit algılaması yenilendi, bu algılama içerisinde insan kaçakçılığı meselesi de var. Ordunun işi bu mu? Göçmenlik, yoksulluktan dolayı püskürtülmüş, 3. dünya kuşağındaki köklerinden sökülmüş, 1,5 milyardan fazla insanın üstelik de bundan sorumlu olan emperyalist ülkelere göç etmesi suç. Terörizm bu kapsam içerisinde değerlendirilirse, bu insanlar havasız konteynırlarda yok olurlar, teknelerde boğulurlar, İtalya’da olduğu gibi toplama kamplarında toplanırlar. Toplama kampları basında zaten tekrar gündemde. Hiç de gündemden düşmemişti bu toplama kampları. Türkiye’yi de bu pisliğe dahil etmeye çalışıyorlar. “Milli güvenlik ideolojisine göre kafalar mermerleşmiş. Şimdi milli güvenlik ideolojisi çözülürken, NATO mermer olmuş kafaların, NATO’nun yeni doktrini çerçevesi içerisinde kırılması lazım ki, bu görevler de aynı zamanda yerine getirilsin. Korsan gemiler kovalansın. İnsan kaçakçılığı adı altında batıya göç eden, köklerinden kopartılmış o insanlar, temerküz kamplarına toplansın ve yerlerine iade edilsin” diyen böyle bir yapı var.

Yiğit Tuncay: Sürgün gibi.

Suat Parlar: Evet, tehcir.

Tarihin En Büyük Afyonu: “Hukukun Üstünlüğü”

“Gayrı-nizami eylemcileri teşvik eden güdü, ya kişisel ya da toplu nedenlerle değişimi engelleme veya etkileme arzusudur. Bunlar tipik olarak küresel pazarın geleneklerine ve hukukunun üstünlüğüne itaat etmeyi reddederler. ”

Muhteşem… “Hukukun üstünlüğü” kavramının sınıfsal bir kavram olduğunu ve bunun pazarın gelenekleriyle bağlantısını net olarak ortaya koyuyor. Pazarın gelenekleri ebedi kapitalizmin kelamıdır. “Hukukun üstünlüğü”nün nasıl sınıfsal bir kavram olduğu, nasıl bir tahakküm aracının söze dökülmesi olduğu, en önemlisi de kontrgerilla belgelerinin asli kavramlarından biri olduğu net olarak ortaya çıkıyor. Demin sözünü ettiğimiz etki harekâtları çerçevesi içerisinde uzlaşma mantığına dayanan silahlı bürokrasinin en üst kesimleri “hukukun üstünlüğü” derken, hangi hukukun üstünlüğünü kastettikleri herhalde anlaşılmıştır. Bu belge yığınakları bu yapılar içerisinde onlar zaten bir emir-komuta zincirinin orta yerinde duruyorlar.

Gene Türkiye’den örnek verirsek; bu ülkede, bu çerçeve içerisinde “karşı ayaklanma” doktrininin, isyancı bastırılması gereken kategorisine aldığı ordu kamuoyuna mensup, ordu içerisinde, alt veya üst veya emekli bazı kadrolar var. Bunlara artık gayrı-nizami harbin kurallarıyla muamele edildiği gerçektir. Silahlı bürokrasinin en üst makamlarında bulunanlar, sürekli “hukukun üstünlüğü”nden bahsediyorlar. Onlara kimse hangi “hukukun üstünlüğü” diye sormuyor. Tabi ki bu “hukukun üstünlüğü”. Burada anlatılan “hukukun üstünlüğü”. NATO hukukunun üstünlüğü ve NATO’nun yeni çerçevesinin üstünlüğü. Bir NATO ordusunda 3’ten fazla generalin tasfiye olması için nükleer bir harp gerekir. Nükleer bir harp dışında, bir NATO ordusunda 3’ten fazla generalin tasfiye edilmesi, yenilgi anlamına gelir. NATO’nun 5. maddesine göre dolaylı saldırıdır. Bütün NATO buna topyekün karşılık verir. Arkadaşlar, emekliler de dahil onlarca general tasfiye edilmiş vaziyette. “Gözaltı” demeyelim, kimse bana masumiyet karinesinden bahsetmesin. Bu NATO hukukuna göre işletilen ve NATO hukuku çerçevesi içerisinde enternasyonal kodlarla uyarlı, “hukukun üstünlüğü”nün silahlı bürokrasinin tepesinde bulunan şahsiyetler tarafından meşrulaştırılan bir süreçtir. Bir gayrı-nizami harp sürecidir. Bir ayaklanma bastırma harekâtıdır. Bir NATO ordusunda, NATO’nun izni, ilgisi, bilgisi, yetkisi dışında operasyon yürütülemez. Bunu çok net olarak koymak lazım. Dolayısıyla buradaki “hukukun üstünlüğü” global, kollektif, emperyal “hukukun üstünlüğü”dür. Bu da strateji belgelerinde, “karşı ayaklanma” doktrini belgelerinde esaslara bağlanmıştır. Ne oldu “hukukun üstünlüğü”? O da bir stratejiye bağlandı.

Yiğit Tuncay: Evet Suat, baştan beri anladığımız şu; kontrgerilla bir hukuka oturtuluyor. Kontrgerilla illegalken, legal hale getiriliyor. Bu “hukukun üstünlüğü” meselesini bize biraz daha açabilir misin?

Suat Parlar: “Hukukun üstünlüğü” konusunu elbette açmak lazım. Çünkü Türkiye’de bu konuda çok zengin bir birikim dönemecindeyiz. Ama öncesinde, demin silahlı bürokrasinin en üst kademesinde bulunanların da “hukukun üstünlüğü” vurgusunu çok fazla ön plana çıkarttıklarını söyledim. Küçük bir not düşmek istiyorum; Mehmet Ali Kışlalı önemli bir gazetecidir, zaten her seferinde orduyu en iyi kavrayan gazetecilerden biri olduğunu yazmıştır. 15 Mayıs 2003 tarihli Radikal Gazetesi, “ABD’yle Soğukkanlı Hesaplaşma” başlıklı bir yazı. Yazıda şu var: “Teknik ve resmi düzeyde ABD’yle dengeli müzakereler sürdürebilecek deneyimdeki uzmanlara siyasi iktidar gerekli desteği vermeli. Türk kamuoyuna yönelik bilinçli ve Washington’da planlanmış psikolojik savaş uygulamasını yapan iç işbirlikçilere de bir çare bulunmalı”. Hafıza tazelemesinin faydaları. Orduya yakın olduğunu kendisinin söylediği bir gazeteciye aktarılacak kıvama gelmiş. Sene 2003. O zaman ben bir tarih veriyorum; Türkiye’de “karşı ayaklanma” doktrini çerçevesi içerisinde ordunun bir kesimini de kapsayan stratejik planlama ve operasyon, o tarihte planlanmış veya yürürlüğe konulmuş. Gayet net. Burada hiç bir kuşkuya yer verilmeyecek şekilde o herkesin “bildiklerimizi anlatırız”, “bizim de bildiklerimiz var”, “merkez neresi” gibi konuşmalar yapanlar var. Merkezin Washington olduğunu söylüyor. Orduya yakın olduğunu vurgulayan gazeteci söylüyor. Onun orduya yakın olduğunu ben söylemiyorum. Kendi muhtelif yazılarında var. Bunu çok önemli buluyorum. Bu konuda adres isteyenler, adresin neresi olduğunu net olarak görsünler, Washington’da ne var? Pentagon var. NATO’nun ana planlama hücresinin birimlerinin bulunduğu yer var. NATO denildiği zaman, NATO’nun ana askeri gövdesinde Amerika Birleşik Devletleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin ordusu, istihbarat kurumları ve siyasi komiser Britanya, askeri imparatorluğa bağlı olan falanj orduları. Onların kim oldukları üzerinde durmaya gerek yok. Zaten herkes bunu net olarak biliyor. Böyle bir psikolojik savaş vurgusunun olması, işlerin böyle hiç de “hukukun üstünlüğü”, “hukukun üstünlüğü”nün yürütülmesi, silahlı bürokrasinin en üst kademesinin hukuka saygısı kapsamında ele alınamayacağını gösteriyor. Bu da bir önemli değerlendirme.

Sızdırılan bir haber var. Washington kaynaklı bir psikolojik savaş deniliyor. Peki, bu psikolojik savaşa yönelik olarak tedbir alındı mı? Zaten alınamaz. Çünkü bu savaş bir müddet sonra NATO harekât merkezleri tarafından planlandı. Mümkün değil. Ne yapacak? NATO’ya savaş mı ilan edecek silahlı bürokrasinin üst kademesi? Asla böyle bir durum olmaz. Peki, “hangi hukukun üstünlüğü”? 2003 yılında böyle bir tespit yapılmışsa ve bu ülkede egemen bir devlet varsa, ulusal bir devlet varsa, bu egemen ve ulusal devletin, bu ordu dışı dolaylı saldırıya, bu psikolojik savaşa o tarihten itibaren karşılık veriliyor olması gerekir.

O karşılığın verilmemesi, neye dayandırılıyor? “Hukukun üstünlüğü”ne. O “hukukun üstünlüğü” sıradan savcı makamıyla yazışma veya yargı makamıyla yazışma değil. O “hukukun üstünlüğü” global tahakküm “hukukunun üstünlüğü”, NATO “hukukunun üstünlüğü”. Çünkü 2003’te Türkiye’ye dolaylı saldırı ilan edilmiş ve psikolojik savaş tespiti yapılmış. O tarihten bu yana bütün genelkurmay başkanları eğer böyle bir tespit, böyle bir saptama var da gereğini yerine getirmemişlerse, burada çok büyük bir problem var. “Hukukun üstünlüğü”nün aynı zamanda nerede düğümlendiği, bu “hukukun üstünlüğü”nün ne anlama geldiği problemi gayet net olarak da çıkıyor. O zaman bu “hukukun üstünlüğü”, “karşı ayaklanma”cı doktrine göre hukukun üstünlüğü.

Stratejik merkez, etki merkezi, uzlaşma, bu çerçeveler içerisinde değerlendirilen ve stratejik kavram olarak düşünülen hukukun üstünlüğü… Yoksa, savcı, hakim, yargı,  avukat üçlemesi gibi bir hukukun üstünlüğü beklentisi hakikaten çok büyük bir mizah olur. Bu mizaha aldanmak isteyenler, lütfen aldanmaya devam etsinler. Bu saptamayı ben önemli buluyorum ve ne ilginçtir ki, benim hiç de değer vermediğim Türkiye’deki medyanın, kendi hafızasını bile yoklamadığının, arada sırada o hafızaya müracaat etmediğinin göstergesi. Hafızası olmayan bir varlık, özürlü bir varlıktır. Bu bilinçli bir özürlülük tabi. Seçilmiş bir özürlülük. Medya kendine narkoz tüpleri bağlamış vaziyette. Sürekli uyuşmuş bir vaziyette kalmayı ve görsellik üzerinden, o görsel malzemeyi gündemleştirerek tartışmayı marifet sanıyor. Ama, arada sırada en azından İngiliz devletine göre “karşı ayaklanma doktrini”nin parçası olan BBC kadar bile yayın yapsa hafızasını tazelemiş olacak.

Kent-Devlet Hukuku

Yiğit Tuncay: Şimdi bir de işin ilginç tarafı, devletler bir dönüşüm geçiriyor, yeniden yapılandırılıyor. Bütün kurumlar yeniden yapılandırılıyor ve derken gündeme tam 30 sene sonra anayasa geliyor. Anayasada, bu söylediğin “yeniden yapılandırma”, bu “hukukun üstünlüğü” meselesi tekrardan gündeme getirilecek. Bu da yeniden yapılandırılacak. Bu nasıl karşımıza çıkacak peki?

Suat Parlar: Biz gene kendi kavramlarımız açısından meseleyi değerlendirelim. Bizim hafızamız canlıdır. Bu çerçeveden bakıldığında şunu söyleyeceğiz; kent-devletinde, kent-devleti dediğimiz zaman biz bunun hukuki varlığının bilinen klasik şema içerisinde Birleşmiş Milletlere üye, ulus-devletten çıkış, federal olması, olmaması biçiminde değerlendirmiyorum. Bir sınıfsal olgudur kent-devleti. Kent-devlet yargısı, milli güvenlik ideolojisi kabuğunun içerisindeki ulus devletten farklıdır. Orada ülke başkentinde kurulu yüksek yargıçlardan oluşan merkezi, üniter bir yargı vardır ve bu yargı ülkesel boyut da bir yargıdır. Bu “ülkesel boyuttaki yargı, açıkçası kalkınma, planlama dinamiğine bağlanmış geçmişteki devlet anlayışı -ki bunu çok fazla vurguluyorlar- geride kaldı” diyorlar. O yargının ülkesel çerçeve içerisindeki merkezi yetkilerini temsil eder. Yapısal uyarlama süreçleri içerisinde devlette paralel bürokrasiler yaratıldığını söyledik. Bunun dünya bankasıyla ilişkisini kurduk. Artık o süreç tamamlandı. Yargı ve ordu bu sürece geç katıldılar, doğal olarak. Çünkü bunlar aynı zamanda bir iç savaş, “düşük yoğunluklu” bir savaş çerçevesi içerisinde işlevleri olan yargı ve orduydu. Böyle bir gecikme, emperyalist merkezler tarafından verilen vizeyle mümkün olabilir. Yani, “siz geç kalabilirsiniz, sizin kendi içinizde “karşı ayaklanma” uygulamanız var; bunun bizim açımızdan global sonuçları da var, bu global sonuçları elde edelim, elde ettikten sonra bir geçiş yaşanacak ve bu elbette sancılı bir geçiş olacak” yaklaşımı vardı. Bu biçimiyle bir uzlaşma vardı. Bunların gecikmesi doğal.

Bu üniter –pek sevmediğim yabancı bir tarif ama, kullanmak zorundayım-, “teritoryal”, ülkesel yargı, “teritoryal” ölçekteki ordu gibi yeni bir çerçeve içerisinde oluşturuluyor. Yeni bir kurumlaşma söz konusu. Burada, artık merkezde duran, merkezi yetkilere sahip yargılamaya ihtiyaç yok. Bakın zihnimize ne güzel yerleşti artık; Beşiktaş yargısı, Erzincan yargısı, Erzurum yargısı… Artık müthiş bir yerelleşme var. Bu yargı düzenekleri, hem savcı, hem hakim, hem istinaf mahkemesi, hem temyiz mahkemesi ve bunların üzerinden merkezi yargının ne kadar yetkilerinin içinin boş olduğu, artık ne kadar önemini yitirdiği bütün topluma gösterildi. Çok önemli. Burada söz konusu olan bir partinin kendi çıkarları, yargılanması üzerinden değerlendirmemek lazım. Türkiye’de bir gelenek vardır: devr-i sadık yaratılmaz. Hepsi birbirinin işlerini bildiği için, ben onları yolsuzlukla nitelendirmem. Onlar iştir. Çünkü sistemin çarkının dönüşünde dişliler öyle yağlanır. Bu anlamda bir parti diğerinden daha erdemlerle bezenmiş değildir. Devr-i sadık yaratılmaz. Dolayısıyla hiç bir parti lideri Türkiye’de aklanmayacağı kaygısını taşımaz. Türkiye’nin geleneğinde vardır. Aklanma Türkiye’nin yazısız yasasıdır. Türkiye hukukunun yazısız yasasıdır. Eğer o aklanmayı, Türkiye’deki sistem bazı dengelerden dolayı veya dengesizliklerden dolayı gerçekleştiremezse, zaten dışarısı müdahale edip, o aklanmayı gerçekleştirir. O sistem Pinoche’yi bile akladı. Bu sistem pek çok diktatörü aldı ve himaye etti. Sistemde böyle çatlaklara müsaade edilmez.

Burada arka plandaki stratejik durumu ve geçişi görmek lazım.  Bu geçiş sürecinin tamamlanması için yargının da yeni bir anayasal veçhe içerisinde mekanizmalar bütünlüğünde yerli yerine oturması gerekiyor. Bunu, bu hükümet yapmazsa, bundan sonraki gelen hükümetin ilk işi bu olacak. Açıkçası bu programı alıp farklı bir çerçeve içerisinde uygulamaya koyacaklar ama, yine ister istinaf mahkemeleri, ana mahkemeleri olsun, ister başka bir anlamda, Türkiye’de yüksek düzeyde merkezileşmiş, Türkiye’nin bütün kılcal damarlarından hüküm icra eden üniter, merkezi, teritoryal yargı olmayacak. Bundan sonrası kent-devlet yargısıdır. Bu kent-devlet yargısı da ağırlıklı olarak ulus-ötesi şirketlerin bir takım yerel çıkar çatışmaları söz konusu olduğunda, adı konmamış bir tahkim görevini yerine getirecek ve artık ana hücresi çok uluslu şirket olan Türkiye’deki sosyal ilişkilerin mantığında kararlar verecek bir yargı olacak. Yerel yargı olacak. Yani, yeni rejim düzenlemesine uygun bir yargıya geçiş yapılacak. Bu 12 Eylül’le birlikte Türkiye’ye sadece neo-liberal ideolojinin değil, neo-liberal aygıtın yerleştirilme sürecidir. 12 Eylül’ü böyle algılamak lazım. 12 Eylül’ün finans, maliye, diğer alanlardaki bütün kazanımları korunuyor. Onlara hiç itiraz eden yok. 12 Eylül’ün daha ilk 3 yılında çıkartılan 1000’den fazla kanun var. Kanunları tartışan herkes 12 Eylül’ün sorumlusu olarak Kenan Evren’i yargılama peşinde. 12 Eylül’le ilgili bir sorumluluk listesi hazırlansa, en son sıraya Kenan evren’i yazmak gerekir. En baş sıraya da komprador rejimin temsilcileri olan kapitalistleri yazmak gerekir. Flaubert “erdemin ilk ilkesi burjuvalardan nefret etmektir” diye söze başlar. Burjuvalar anayasa yaparsa, o anayasa insanı hiçleştiren, insanı çöpsülleştiren bir yapının anayasası olur. Yani 80 maddesini de değiştirseniz, 100 maddesini de değiştirseniz bu süreklilik kazanır. Şunu söylemeye çalışıyorum; yazılı metinlerin zaten çok fazla değeri yok. Bu sistemin yazısız bir anayasası var. Kâr ve mülkiyet üzerine kurulu. Onun kurumlarında hiç bir değişiklik olmayacak. Ama şu olacak; bazı noktalarda, özellikle 60’lı yıllardaki hukuk, kamuoyu mücadelesiyle, tahakküm hukukuna kendi hukuk teknikleriyle karşı durmaya çalışan geniş ölçekli öğrenci ve işçi hareketine dayalı bir mücadele. Onun kazanımlarını ortadan kaldırmaya da yönelik bir çabaları var.

Bu sisteme rağmen bu birikim… Bunu da kaldırıp atmak ve sermaye birikiminin önünde engel oluşturacak, sermaye birikiminin dünya ölçeğinde önünde tıkanıklık oluşturulacak her türlü kararı ortadan kaldıracak yeni bir düzenlemeye ihtiyaç var. Aynı zamanda “hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, bu küresel pazar “hukukunun üstünlüğü”, adını net koyacak olursak serbest pazar diktatörlüğünün üstünlüğüdür. Çünkü “serbest pazar” dedikleri, aslında düzenlenmiş, ağırlıklı olarak 500 çok uluslu şirketler tarafından yönetilen bir dünyadır. Böyle değerlendirildiğinde “hukukun üstünlüğü” de burada sınıfsal arka planıyla meydana çıkıyor.

Bağımsız Düşünce Düşmanı Medya

Medya bu sürecin neresinde sorusu da önemli. Çünkü bakın, anayasa tartışmaları yapılırken koşa koşa medya temsilcilerine de gidildi. Tabi bu boşuna değil. Çünkü Türkiye’de medya büyük sermayenin temsilcisi değil, ta kendisidir. Medyada yeni petrol şeyhlerinden, narko-politik baronlara kadar, kimi ararsan var. Bu mantık içerisinde, Türkiye’de ulus-ötesi şirket mantığına en hızlı taşınan yapı niteliğinde olan medyaya da gittiler. “Hukukun üstünlüğü” tartışmasında medya desteğinin aranmasını da ilginç buluyorum.  Bu konuda hatta son dönemde ilginç bir hikâye oldu; bir gazetenin önde gelen, hatta yöneticisi konumunda bulunan ve hasbelkader bir davadan dolayı bir sistem hesaplaşması kurgusu içerisinde tutuklanan bir hanımefendi, bazı açıklamalarda, daha doğrusu savunması sırasında bazı serzenişlerde bulundu mahkemede. Dedi ki; “siz hiç böyle terörist gördünüz mü, benim tapulu evim var, akşamları spor salonlarına giderim, geniş bir dost çevrem var, bana her gün bir sürü yazar gelir, gider”. Bu da tabi çok acı. Gidenler açısından da incitici. Bir kamusal faaliyet gibi görünüyor. Aslında o yazarların, gönül ister ki hiç ihtiyacı olmasın bu medya kurumlarına. Bu savunma bir tür hukuk ırkçılığının dışavurumudur. Ama insanı sorumlu tutarak söylemek, pek mümkün değil. Bir anlayışın, daha doğrusu bir üst tabaka anlayışının, hukuk anlamında dışavurumudur. Nihayetinde o da haklı. Senelerce Türkiye’de bir terörist tarifi yapıldı. Kimdir terörist? “Ölü ele geçirilendir”. Kimdir terörist? İğrenç bir tabir; “varoştan gelendir” -ne demekse-. Bir vahşeti andırıyor. “Şehrin arka sokaklarından, izbelerinden gelendir”. “Lümpen olandır, mülkiyetsiz olandır”… Ne kadar ilginç ki, o hanımefendinin yaptığı tarife, yani mülksüz tarifine veya o spor salonuna gitmeme tarifine ben de dahilim. Ben de zaten bu anlamda bir hukukçu olarak, potansiyel terörist olarak değerlendiriyorum kendimi, onun yaklaşımıyla. Bu bir tür yeni hukuk ırkçılığı olarak görülüyor. Ama bunun dayanakları var. Nedir o dayanak? Biraz geçmişe gidelim, teröristlerin rehabilitasyonu kampanyası meselesine dönelim… 80’li yılların başına dönelim…

(ARA…)

Suat Parlar: Geçmişten söz etmek gerekiyor dedik. Yani o bağlantının netleşmesi açısından önümde bir gazete haberi var. 12 Ekim 1983 Cumhuriyet Gazetesi; “Uzmanlar terörün önlenmesi için uluslararası işbirliği gereklidir” dedi. Bir resim: Paul Henze ve eşi. “Danışman olarak tanıtılan Amerikalı terör uzmanı Türkiye’nin hemen her köşesini çok iyi tanıdığını söyledi. Uluslararası dış politika enstitüsü bir psikiyatri vakfı olan HZI ve resmi makamların girişimiyle gerçekleşen uluslararası terörün çağdaş yönleri adlı seminer dün sona erdi.  Önceki gün İstanbul valisi Nevzat Ayaz’ın konuşmasıyla açılan ve basına kapalı olarak süren seminer dün öğle saatlerinde 1. Ordu ve İstanbul sıkıyönetim komutanı orgeneral Necdet Öztorun’un konuşmasıyla kapandı. Orgeneral Öztorun toplantının çok yararlı olduğunu terörün önüne geçilebilmesi için uluslararası çabaların sürdürülmesi gerektiğini kaydetti. 67 yerli ve yabancı terör ve psikiyatri uzmanının davet edildiği toplantıya 43 kişi katıldı. Seminerde TRT arşivlerinden yararlanılarak hazırlanan Türkiye’de terör konulu film izlendi. Seminerde çalışmalar iki konu üzerinde yoğunlaştı. Teröristlerin psikolojik yapılarının belirlenmesi topluma yeniden kazandırılmaları için ele alınacak yöntemler”.

Yani ‘tredman’. “Seminere katılan yabancı uzmanların tümü Türkiye’yi ve sorunlarını bu seminer dolayısıyla yakından tanıdıklarını söylediler. Terörün önlenmesi için üzerlerine düşen yapacaklarını belirten konuklar terörü önlemenin tek çaresinin uluslararası işbirliği olduğunu ve Türk yetkililerinin kendileriyle ilişkiyi kesmemelerini istediler. Seminere katılan ilginç konuklardan biri de Türkiye’yi daha önce çeşitli nedenlerle ziyaret etmiş olan Amerikalı terör uzmanı Paul Henze idi. Seminer programında danışman olarak tanıtılan Henze, semineri çok yararlı bulduğunu, çok yakından tanıdığı Türkiye’de terör olayları hakkında yeni bilgiler edindiğini kaydetti. Henze, Türkiye’ye ilk kez 1955 yılında geldiğini ülkenin hemen her köşesini çok iyi tanıdığını söyledi. Henze 67 ilin, 57’sini gezdiğini belirtti”.

Cumhuriyet gazetesi nesnel haber vermekle tanınır. Paul Henze’nin CIA istasyon şefi olduğunu niye belirtmiyor? Poul Henze’nin bu konunun üzerinde durması, 83 yılı itibariyle ne sorun getirecek? Bunlar önemli. Demin basından sözettik. Bellek son derece canlıdır. Neyi unutmaları gerektiğini, neyi unutmamaları gerektiğini iyi bilirler. Terörist tarifini unutmazlar. CIA ajanlarının yaptığı terörist tarifini unutmazlar veya gene bu haberin devamında olan şu tarifi de unutmazlar. Hukuk ırkçılığı olarak tarif ettiğim düşünsel yapının temelinde ne olduğunu göstermesi bakımından 11 Şubat 85, yine Cumhuriyet Gazetesinden bir örnek daha: “Terör uzmanı profesöre İtil’e göre; terörizmin en iyi ilacı yaşlılık, 40’ını geçince kimse terörist olmuyor. O halde 40’a kadar beklemek gerek. 6 yıldır ABD’de bulunan terör uzmanı Prof. Turan İtil, Türkiye’deki hapishanelerde bulunan 5000 kişi üzerinde yaptığı araştırmadan sonra; “Türkiye’de hapishanede bulunan teröristler aptal, liderler dışarıda” dedi. Ocak ayı içinde yapılan terörizm sempozyumunda “Cezaevindeki Teröristlerin Psikolojik Profili” isimli bildiri sunan İtil, ABD’de bulunan 600 Türk psikiyatristten biri. Prof. İtil 2700 terörist, 1400 teröriste yakın tabakadan gelen ve 300 katil üzerinde yaptığı araştırmayı bu konuda dünyada yapılan en büyük araştırma olarak niteliyor. Prof. İtil, Nokta Dergisi’nin sorularına şu yanıtları verdi: “Cumhurbaşkanı Kenan Evren sempozyum neden kapalı tutuldu” diye sordu. “Ben biliyorum orada konuşulanlar gerek sağ ve gerek sol çevrelere yansıyacaktır. Hepsinin ağzını fermuarlamaya imkan yok”.

Konferansta denildi ki; “hükümet teröristleri rehabilite etmek istiyor, karıştır-barıştır prensibi insancıl bir çözümdür. Mesela Çanakkale hapishanesinde sağcı ve solcu teröristler birbirlerine karıştırılıyorlar. Sağ ve sol teröristler birbirlerine o kadar çok benziyorlar ki, o halde benim oğlum sağ ve sol terörist, sağ ve sol katil olduysa kan akrabalığı olarak bunun önemli kalıtımsal nedenleri var. Sağcılar Türkiye’de çok az, gerek hapishanede gerek dışarıda bu böyle. Üzerinde çalışma yaptıklarımız, gerçek suç işlemişler, broşür falan dağıtmış değil. Teröristlerin rehabilitasyonu önemli. Tekliflerimizden biri de bu teröristleri, mesela computer programcısı yapmak. Terörizmin en iyi ilacı yaşlılık. 40’ını geçince hiç kimse terörist olmuyor. O halde 40’a kadar beklemek gerekir. Bunların içinde Avrupa’nın liberalleri, fikir teröristi ya da kitap teröristi denilen kesimler yok. Zaten onlar içeride değil. Hepsi dışarıda. Liderler dışarıda. Türkiye’deki hapishanelerde olan teröristler aptallar, resmen aptallar. Zekiler tesadüfen içeride. Orada duruyorlarmış, polis tarafından bulunmuşlar. Bizim tetiği çekenler, Almanların tetiği çekenlerinden farklı. Bizim tetiği çekenler Bolivya, Peru ve Latin Amerika’da tetiği çekenlere benziyor. Bizde tetiği çekenler çok dikkatli seçilmişler. Bilim-kurgu gibi. Ben eskiden sanırdım ki tüm teröristler paranoid şizofren. Çünkü o zamanlar her terör uzmanı kapının arkasında bir komünist görüyordu, ben de yavaş yavaş aynı şeyi gördüm” deyip devam ediyor.

Burada anlatılanlar çok önemli. Birincisi dünyanın en önemli çalışmalarından biri. Guantanamo yolunu döşeyen araştırmalar burada yapılmış. Nazi Doktor Mengele türü psikiyatristler vasıtasıyla cezaevlerinin içerisine girilmiş, “teröristlerin rehabilitasyonu” adı altında binlerce kişi ve üstelik akrabalık bağı bulunanlar üzerinde de çalışmalar yapılmış. Üstelik biz biliyoruz ki, Metris dahil olmak üzere ilaçlı deneyler gerçekleştirilmiş insanlar üzerinde. Bunlar son derece mühim ve varılan sonuç şu: Türkiye’nin hukuk ırkçılığı. Bütün teröristler aptal. Niye? Sistemi reddettikleri için aptal. En önemlisi de şu;  bu tabiri çok önemli buluyorum ve demin uzun uzun aktarmalar yaptığımız bu “isyan” bastırma metinlerinde de bunu görüyoruz; “isyan”cı tarif edilirken bunun politik yönüne özellikle vurgu yapılıyor. Bunu doğruluyor ve diyor ki; “fikir teröristi, kitap teröristi”… Ne kadar ilginç bir kavram… Hani düşünce suç değildi? O “hukukun üstünlüğü” veya o “demokrasi cihadı” çerçevesi içerisinde bize püskürtülen o demokratikleşme anlayışının temel kodları burada kendini gösteriyor: “Kitap teröristi”… Tekrar bugünkü davaya döndüğümüzde, o davada savunma yapan kişinin medya mensubunun kendini teröristlerle bu şekilde ayrımlandırması bir entelektüel kollektif bilinçaltına dayanıyor. CIA ajanı Paul Henze’nin vasıflarını unutan medya, elbette ki bu terörist tariflerini yapacak. Ne ilginçtir ki, Paul Henze’nin en yakın dostları Türkiye’de medya içerisindeler. Bazıları genel yayın yönetmeni oldular. İsimleri bellidir. Benim kitaplarımda fazlasıyla mevcut, merak edenler baksınlar. 12 Eylül’ün stratejik planlamasını yapan ve doğrudan doğruya Türkiye’deki katliamların planlanmasında görev almış Paul Henze’nin -ki ekibi de vardır bunun, benim kitaplarımda çok anlatılır- bu yapı içerisinde “teröristlerin rehabilitasyonu” adı altında programı yürütmesi son derece önemli. Siz kuzuları kurda teslim ediyorsunuz. Oradaki kuzuları kurda teslim ediyorsunuz. İçeride bulunan insanlar etiketleniyor, tıpkı koyunların ağıla sokulması gibi değerlendiriliyor ve bunların aptal olduğu kanısına varılıyor. Doktor Mengele’ler gibi burada da Paul Henze’yi görüyoruz. Türkiye’de kontrgerilla savaşı içerisinde devrimcilere yönelik o katliamların ölüm emirlerini veren ekiple iç içe çalışan ve hatta o ölüm emirlerini veren –ki ben bunu kitaplarımda ispatlamışımdır- Paul Henze’yi görüyoruz.

Yiğit Tuncay: Paul Henze’yi senin kitaplarından çok iyi biliyorum. Paul Henze’nin adına Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu’nun katledilmesinde de çok fazla rastlıyoruz.

Suat Parlar: 16 Mart’ta da görüyoruz. 16 Mart’ta Nasibullah Türker’in, Başbakan Bülent Ecevit’in uçağıyla Almanya’ya kaçırılması söz konusudur. Nasibullah Türker, o işteki önemli isimlerden biridir. Kendisini kaçıran Reinhard Gehlen ekibine dahil olan Türkistanlı bir CIA ajanıdır. Alparslan Türkeş’in de Amerika’daki hamisidir, en yakın dostlarından biridir. CIA ajanı olduğu da gizli değildir. Zaten kendisi anlarında da -daha geçenlerde yayınladı, halen daha yaşıyor- Reinhard Gehlen’in direk örgütlediklerinden olduğunu gösteriyor. Paul Henze ile aynı ekibin içerisindedir. Ruzi Nazar ekibine mensup olan ve o dönem bozkurtların gazetesinde önemli mevkilerde de bulunan bir kişinin, o işi organize etmesi söz konusu. Bu kadar dolaysız bağlantılar vardır. Düşünebiliyor musunuz, terörizm sisteme içkin biri olgu. Kapitalizm terörist bir sistem. Terörist kapitalizm, kendi terörünü aklama adına terörist yaratıyor. O gazeteci arkadaşın tabiriyle; “mülkü olmayanlar, sisteme itiraz ettiği için aptal olanlar, lüks alış-veriş merkezlerine gitmeyenler veya gidemeyenler, iş bulamayanlar, sıkıntı içerisinde olanlar, sosyal ilişkilerinde uyumsuz olanlar” diye bir insan tarifi yapılıyor. Bu insan tarifinin karşısına Nazilerin tabiriyle bir alt insan yerleştiriliyor. O alt insan “potansiyel terörist” diye nitelendiriliyor. Günde 1 ila 2 dolarla geçinen 4 milyar insan terörist oluyor. Türkiye’de bu insanlardan milyonlarca var. Kollektif bir bilinçaltı olduğunu ve bunun sistemin organik entelektüellerinde yerleşik olduğunu görüyoruz. Ama ne yazık ki, bu araştırmalara konu olan devrimci arkadaşlar seslerini çıkarmadılar. Hiç bir girişimleri yok. Bunu reddetme doğrultusunda, bunu deşifre etme, ortaya koyma doğrultusunda hiç bir girişimleri yok. Nasıl olsun ki? Düşünebiliyor musunuz; bir insan kuşatılıyor şehrin orta yerinde, öldürülüyor. Eskiden buna yargısız infaz denilirdi. Bir dava açılıyor, o davada herkesin savunması o insana küfretmek üzerine kuruluyor. O davanın avukatları arasında insan hakları savunucusu olan ciddi avukatlar da var. O tip bir savunmayla aralarına mesafe koyma adına herhangi bir girişimde bulunmuyorlar. Bu çok acı verici. Ama şundan dolayı acı verici; boşalmış zihinler, boşalmış bilinçler, boşalmış bir tarif var. Bu boşluklara sistem yerleşmiş. Onun için de çok rahat bir şekilde sistem, “hukukun üstünlüğü” vurgusuyla sürekli bize varlığını hatırlatıyor. “Hukuk bende, meşruiyet bende, bana isyan eden herkes gayri meşrudur” demek istiyor. Böyle bir yaklaşım içerisinde oluyor. Tek hukuk yerleşiyor, o da tahakküm hukuku. Bizim o tahakküm hukukunun karşısına, hukuk tekniğinin evrenselliğiyle çıkmamız lazım. Çünkü ezilenler de hukuk tekniğine ortaktır. Ama bu tahakküm hukukunda değil. Çünkü şu var; insan üzerinden bir hukuk kurulmaz.

Örneğin, Türkiye’de son zamanlarda çok tartışılan bir zaman aşımı konusu var. Geçmişteki katliamlarla ilgili. 1 Mayıs, 16 Mart veya diğerlerinde bir insanlık suçu söz konusudur. Dolayısıyla buralarda zaman aşımı söz konusu olamaz. İnsanlık gibi belirsiz bir tarife, sistemi rahatlatacak tarzda, sistemin tahakküm hukukunu onaylayacak tarzda bel bağlanamaz. Çok basit bir sebeple; 90’lardan itibaren emperyalistler, insan yüzlü emperyalizmle, emperyalist şiddeti iç içe geçirdiler. Küresel askeri strateji, “insani-müdahale hukuku” diye bir hukuk kurdu. İnsan kavramını merkeze yerleştirerek bunun üzerinden müdahaleyi meşrulaştırdı. Bunun mekanizmalarını da oluşturdu. Bununla ilgili mahkemeler de kuruldu. Denildi ki; “insanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımından muaftır”. Kim karar verecek? Buna karar verecek olan kim? Uluslararası topluluk. Uluslararası topluluk kim? Adını somut olarak koyalım; G7’ler, Wall Street bankerleri, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Pentagon, dünyanın en ultra-sağcı olan Avrupa Birliği teknokratları bunların hukuk kadrolarıdır. Dahası NATO’nun seçkinleri, Amerikan hükümetinin liderleri, Avrupa’nın önde gelen neo-muhafazakar liderleri ve dünya finans-kapital oligarşisi. Alın size uluslararası topluluk. İnsanla ilgili kararları bunlar verecekler. Bir insan hukuku yaratacaklar ve insan hukuku üzerinden müdahaleler yapılacak. Balkanlara insan hukuku adına müdahale ettiler. Paramparça ettiler ve çıktılar. Bütün kaynaklara el konuldu. Çünkü iç savaş aynı zamanda bir takım kaynaklara el koyma konusunda muhteşem bir ekonomi-politik olgudur. Irak, Afganistan ortada. Afganistan’da aynı zamanda 600 milyar dolarlık bakır var. 90’lı yılların hesabıdır.  Kendi zenginlikleri de önemlidir. Onlara el atılmadı, hiç çıkartılmadı. İnsani müdahale hukuku çerçevesi içerisinde alırsınız birilerini, götürürsünüz mahkemelere. Saddam Hüseyin için ne dediler? Biz buraya müdahaleye mecburuz. Her neyse, bunun türevleri de vardır. Amerikan büyükelçileri, Latin Amerika’da, Güney Amerika’da görülmemiş düzeyde insan hakları savunucusu kesildiler.

Bunun temeli de şuraya gider: Helsinki Nihai Senedi imzalandıktan sonra Kissinger şöyle bir söylem geliştirdi ve dedi ki; “Doğu Avrupa ve Güney Avrupa’da, yani sosyalist ülkelerde, alt demokrasilerinde, her ülkeye yurttaşlardan oluşan bekçi kulübeleri koyduk. Emperyalizmin bekçi kulübeleri, yurttaşlardan oluşan. Sarı, turuncu, mavi, alacalı bulacalı devrimleri gerçekleştirenler de o yurttaşlardır. Bu aynı zamanda emperyalizmin askeri-politik stratejisiyle bağlantılı. Dolayısıyla insanlık üzerinden bir hukuk söylemi olduğu zaman şüphelenmek lazım. Yani insanlık hukuku üzerinden bir zaman aşımı geliştiriliyor. Burada sistemin kendi zaman aşımı kuralları var. Bunların işletilmesi lazım.

Örneğin; 16 Mart davası. 16 Mart davasında bir örgüt söz konusu. Bu örgütün kontrgerilla olduğunu biliyoruz, tespit ediyoruz, söylüyoruz. Biz, 16 Mart’ın müdahil avukatları olarak -ben de çünkü o yapının içerisinde yer alıyorum- diyoruz ki; “bu örgüt varlığını sürdürüyor ve bu örgütün varlığını sürdürdüğünü deminden beridir kanıtlıyoruz. Kanıtlamaya da devam edeceğiz. Ete kemiğe bürünmüş bir yapı. Basitçe bunun adına “Gladio” denilir. Kontrgerilla denilir”. Ayrıca bir sürü isimlendirmeler yapılır. İsimlendirmeler önemli değil. Doktrin; kurumlar bileşkesi, ideoloji, politik strateji ve bu çerçeve içerisinde oluşmuş yapılanmalar. Bu sadece Türkiye’ye özgü değildir. İtalya ve başka ülkelerde de var. Biz bu işin ucunu Türkiye’de yakaladık ama, dünyada tek Gladio, kontrgerilla davası, burada görülen 16 Mart davasıdır. Çünkü 16 Mart davasında bu konuda ilk kararı veren sıkıyönetim askeri mahkemesinin bunun bir politik örgütlenme olduğuna ya da stratejiye dayandığına, esasa dayandığına dair bir kararı var. 16 Mart davasının yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin, bizim taleplerimiz neticesinde 1 Mayıs’tan, Abdi İpekçi cinayeti dosyasına kadar bütün dosyaları toplaması, buradaki örgüt konusuna ikna olması gerçeği vardır. Hukukun bu çerçeve içerisinde işletilmesine mecburlar. Çünkü burada ezilenler, devrimci ve solcu olduğu için üniversite önünde bombalananların yanında duran, o ruhla hareket eden ve bunun aynı zamanda bir politik dava olduğu bilinciyle hareket eden avukatların, evrensel hukuk tekniğini -evrensel hukuku değil, evrensel hukuk ayrı- kullanmaları söz konusu. Neyi getirdi beraberinde? Zaman aşımı konusunda yeni bir tespiti getirdi. İnsanlık suçlarında zaman aşımı olmaz basitleştirmelerine ihtiyaç yok. Türkiye’deki hukukun olanakları bile tüketilmemiş.

Bunun üzerinde niye duruyorum? Şundan duruyorum; bir sürü dosya kapatıldı, failler meşhur olmasına rağmen. Mesela biz bu örgütün mağduru olan aileleri parlamentoda gördük. Peki, 16 Mart davası halen yürüyor ve 16 Mart davasının avukatları diyorlar ki; “biz Batı’yı ateşle imtihan edeceğiz, Gladio ile imtihan edeceğiz”. Çünkü bu şiddetin temeli Batı’da kurumlaşmıştır. Bu aynı zamanda global sömürgecilik esası üzerinden Batı’nın askeri-politik stratejisinin bize de dayatılması ve içerideki işbirlikçi yapıyla buluşmasıdır. Bunu net olarak koyuyorlar ve buradan yola çıkarak davayı bitirmeden, sonuçlandırmadan, zaman aşımı söylevlerine teslim olmadan, Avrupa’nın merkezine taşıyorlar. Diğer davalar niye bitti? O davalarda öldürülen insanlar sadece bu ülkenin iyi insanları oldukları için mi öldürüldü? Onların politik şahsiyetleri var. İnsanları politik şahsiyetlerinden soyutlayarak insancıllaştırmak son dönem burjuva hümanizmasının yeni uygulamalarından biri. “Hayırsever kapitalizm” aynı zamanda bunu da yapıyor. Kim o insan? O insanın tarifini kim yapacak? Hayır, o insanlar politik seçimlerinden, politik yan tutmalarından dolayı öldürüldüler. O insanlar, devrimci, sosyalist, solcu, emekten yana oldukları için öldürüldüler. Öldürülme sebepleri budur. O insanlar sistemin hizipleri arasındaki çatışmada, sistemin dişlilerinin öğütmesi ve kaldırıp atması gereken, sistemle uyum sağlamayacak insanlar oldukları için öldürüldüler. Peki, aileler ne yaptılar? Aileler dünyayı tıpkı avcılarının gözüyle gören aslanlar gibi davrandılar. Aslanlar, dünyayı avcılarının gözüyle görmeye devam ettikleri sürece bu dünyada adalet olur mu? Tahakküm hukukunun sunduğu adalete sığınırsanız, ne yaparsınız; gider, hem de ininde avcıya teslim olursunuz. Bu da büyük propagandalarla anlatılır.

“Hukukun üstünlüğü” derken, tahakküm hukukuyla, hukukun evrensel tekniklerini kullanan anlayışı birbirinden ayırmak lazım. Proleterler, ezilenler, dünyanın sömürülenleri, baskı altında olanları, bir ihsan olarak onların bize verdiği tahakküm hukukunun kırıntılarını alıp kabullenmeyecekler. Hukukun evrensel tekniklerinden yararlanacaklar. Hukukun evrensel teknikleri, o anlamda birebir egemen sınıfın aracı değildir. Tekniktir bu çünkü. Nedir o tekniklerden biri? Zaman aşımı konusudur. Sonuna kadar işleteceksin. Ama nedir? Türkiye’de global omertanın, global suskunluğun parçası olmuş bir kesim var. Eski solcular, yeni Pentagon solcuları, Avrupa Birliği’nin veya sivil toplum kuruluşlarının güdümündeki solcular… Ya da sistemden maaş alan, sistemin aylığa bağladığı, özel mekanizmalar dolayımıyla bankaların sanat adı altında aylığa bağladığı solcular… Bu yapı, global omertanın parçası olma peşinde. İstiyor ki, eski defterler açılmasın, eski dosyalar karıştırılmasın. Bu anlamda bir hukuk mücadelesi verilmelidir. Çünkü ortaya dökülecek olanlar dehşet düzeyde. Hukuk söz konusu olduğu için söylüyorum. Biz bir toplu katliam dosyasını incelemeye aldığımızda şunu gördük; orada kontrgerillanın sözünü bile etmeyen avukat, bizden bir gün önce zabıtlara ulaşarak, o zabıtlarda kendi sözlerinin üzerini çizmişti. Çünkü orada başka solcuları suçluyordu, bir katliamla ilgili olarak. Bu ülkede nasıl kontrgerilla sorgulaması yapılacak? Bu ülkede kontrgerilla sorgulamalarının üzeri örtüldü. Bu yapılırken de sistemin hukukuyla bir global suskunluk paydasında birleşildi. Böyle bir sorgulama olmadan, evrensel hukuk tekniği sonuna kadar kullanılmadan bu süreçler yürütülebilir mi?

Gelelim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veya diğer uluslararası kurumlara. Bu kurumlar niçin kurulmuştur? Çok basit. “Hepimiz katiliz” diyen Sartre’ların bir daha ortaya çıkmaması için kuruldu. Ultra sağcı, tekno-bürokratik bir takım kurumlar bunu engellemek için meydana getirilmiştir. İşte bu emperyalist “insani müdahale” hukukunun araçlarıdır. Ama bu kurumlar bizim de yararlanmamıza açık olmak mecburiyetindedir. Bu bir ihsan değildir. Hangi anlamda? Hukuk tekniği anlamında. Yararlanacak mıyız? Evet. Biz 16 Mart davası avukatları olarak gideceğiz ve Gladio’yu Avrupa’nın göbeğinde yargılayacağız. AHİM’den yargılama, ihsan, istemiyoruz. Biz bunu yapacağız. Baktık, ki “hayır” denildi. Hiç problem değil. Biz AHİM’i adalet mabedi olarak görüp tapınanlardan değiliz. Biz liberalizmle vıcık vıcık hale getirilmiş maskeli solculuğun uzlaşmasından, demin sözünü ettiğimiz etki merkezleriyle buluşmasından yana değiliz. Burada bizim imtihan edeceğimiz, tıpkı Sartre’ın “sömürgecilik bir sistemdir, hepimiz katiliz” dediği noktaya bir daha Avrupa emekçileri, solcuları, aydınları gelmesinler diye bu mahkemeleri kuranlara, o hukuk tekniğini hatırlatacağız. Avrupa’nın sol kamuoyu da ya gelip bizim yanımızda duracak ya da ahlaki seçimini başka bir noktada yapacak. Hangi noktada? Unutacak veya unutuşa terk edecek…

Niye bu kadar, bu konunun üzerinde ısrarla duruyorum? Mücadele araçlarının üzerinin örtülmesi, çarpıtılması noktasında sistem büyük bir savaş yürütüyor; “Hukukun üstünlüğü” diyor, “insani müdahale” diyor, “insan hakları” diyor… “İnsan hakları”nı herkes biliyor. O “insan hakları”nı burjuvaziden söküp almak gerekiyor. Temel mesele, günde 2 dolara, 4 kişilik aileye bakmak zorunluluğu olan, gecekonduda oturan bir emekçinin kendini o sefalete mahkum eden azınlığa hak vermesi ve o hak verdiği azınlığın kendine bir takım hukuk kırıntıları sunması, insan haklarının temel göstergelerinden biri kabul ediliyorsa, o insan haklarını şiddetle reddetmek gerekiyor. Tam da söylenen budur. Alın size seçim demokrasisi. Alın size soyut hak kullanma mekanizmaları. “Yasalar önünde hepiniz eşitsiniz”. Yasalar önünde kimse eşit değil. Yasalar önünde mülk sahibi olanlar, her zaman için belirli üstünlüklere sahipler ama, bu noktada tahakküm hukukunun karşısında evrensel ölçeklerde hukuk tekniğinin tüm olanaklarını sonuna kadar kullanmak gerekiyor.

Global Pazar Hukuku

Burada kent-devlet hukukuna giriş yapmak ve onun üzerinde de durmak lazım. Demin sözünü ettik; ulusal ölçekler içerisinde teritoryal hukuk yapısı parçalanıyor. Bu çok erken başladı. Bakü-Tiflis-Ceyhan projesi var. Burada konsorsiyumlar kuruldu. BP, Amoco bu projenin önemli unsurlarından biriydi. Bakü-Ceyhan boru hattı projesinde yargı muafiyeti konusunda getirilen hükümler, dünya kapitalizminin hayalinin ötesinde. Yeni standartlar geldi. Bu öyle ki, boru hattı için yapılanlar ev sahibi ülke anlaşmasına göre, şirketlere, Türkiye’deki bütün hükümetlerin üzerinde bir idari güç tanıyor. Bu sözleşme, anayasa hariç, Türkiye’deki tüm yasaların üstünde. Petrol şirketlerinin, Türkiye hukuku ve uluslararası hukuktaki hiç bir değişimden etkilenmemesini öngörüyor. Örneğin; yeni vergiler, yeni çevre, sağlık veya güvenlik yasaları çıkarılsa bile, uygulanamayacak. Bu sözleşmede ilişkiler öncelikli olacak. Bu sözleşme, Türkiye’yi, konsorsiyumu korumak uğruna uluslararası hukuku çiğnemeye zorladığı gibi, Türkiye güvenlik güçlerinin –çok önemli bu- sivil rahatsızlıklara karşı, konsorsiyumu savunacağı sözünü de veriyor. İşin ilginç yanı; BP istediği zaman bu sözleşmeyi değiştirebiliyor ama, Türkiye değiştiremiyor. Bu artık yeni sömürgeciliktir. Bu global esaslı kent-devletin parçalanması çerçevesinde, artık bütün egemenlik adına, uluslararası hukukun tarif ettiği bir takım güvencelerin, buradaki otoriteler tarafından ortadan kaldırılması demek. Çok net söylüyorum; petrol boru hatlarının, doğalgaz nakil hatlarının üzerinde bulunan, bunu stratejik bir gerekçesi sayan, kendini bu boru hatlarıyla tarif eden, boru hatlarına dönüşmüş bir ülkede ulus-devlet olmaz.

Orada ulus-devlet mümkün değildir. Stratejik bir geçiş olmanın ötesinde kendini anlamlandıracak bütün kapasiteler, anlam piyasasının kurucu unsuru olmayı, bu konuda ast tekelini elinde bulundurmayı ulus-ötesi şirketlere armağan eden, üstelik bedelsiz armağan eden bir ülke ulus-devlet değildir. “Karşı ayaklanma” doktrini, kontrgerilla stratejileri, bunun ideolojik-politik ayakları, “hukukun üstünlüğü” çerçevesi içerisinde Türkiye’deki rejimin niteliği, bunun aydınların bilinçaltına yansıması ve sistemin kendi organik aydınlarının bu hukuku savunur hale gelmesi hiç yadırganır değildir. Bunlar o geçişin ve o geçiş ekseninde oluşan kent-devletin ayak seslerini de, aslında çok erkenden duyurduğunu gösteriyor.

Peki, bunun hesabını kim verecek? Siz ulus-ötesi petrol şirketine bütün hukukunuzu paramparça ederek, yırtarak veriyorsunuz ve ondan sonra da birileri Sevr’den bahsediyor. Bırakın Sevr’i canım… Hangi Sevr’i yırtacaksın? Önce bu anlaşmayı yırt. Buna benzer yüzlerce anlaşma var. Bu anlaşmaları birileri bulup getirsin. Bu anlaşmalar resmi gazetede yayınlanmıyor. Bu anlaşmaların maiyetlerini bilemiyoruz. Ulus-ötesi şirketlerle ve konsorsiyumlarla yapılmış anlaşmalara ilişkin elimizde bilgi yok. Onun için bir kez daha diyorum ki; kamunun kamulaştırılması, özel sektörün özelleşmesi gerekiyor. Bu dizginsizlik global şehir-devletinin aynı zamanda ayak sesleridir. Çok erken bir tarihte ayak seslerinin duyulduğunu gösteriyor. Bunun hukukunun altyapısı artık zihinlerde de oluşmuş vaziyette. Çünkü böyle bir geçiş ancak iç savaşla mümkün olabilirdi. İç savaşlar zihinlerde gerçekleştiriliyor. İdeolojik ve en önemlisi de hukuk anlamında gerçekleşir. Çünkü kendi hukuk kurumlaşmasını yaratamayan bir iktidarın, otoritenin, sınıf iktidarının varlığını sürdürmesi zaten mümkün değildir. Türkiye’deki mayalanma şu anda hizipler arasında bir düelloyu, bir çatışmayı beraberinde getiriyor ama, kâr rejimi, mülkiyet esası ve bunun global çerçevede hiç bir tartışması söz konusu değil. En azından bu tip anlaşmalar üzerinde tabi ki kimsenin bir problemi yok. “Hukukun üstünlüğü” denildiği zaman bu noktaları özellikle vurgulamak lazım. Bu belki hukuktan başka bir alana sıçramayı beraberinde getirecek ama, hukuk politikasız olmaz. Deminden beridir de kent-devleti vurguluyoruz. Türkiye’de karşı ayaklanma doktrini, isyan bastırma harekâtı veya kontrgerilla veya gayri-nizami harp, her ne dersek diyelim, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Bu temelde yürütülen davalar, psikolojik savaşlar, mücadeleler var. Biz bunlara çok girdik, tekrar etmiş olmayalım.

Bu konuda bir kaynak olan Samuel Hungtington’un “3. Dalga” adlı kitabı. Türk Demokrasi Vakfı 3. baskısını yapmış. “20. Yüzyıl sonlarında Demokratlaşma; 3. Dalgada, ABD hükümeti demokratlaşmayı teşvik etmek üzere siyasal, ekonomik, diplomatik ve askeri çeşitli araçlar kullanmıştır” diyor. Fevkalade… Türkiye’de hatırlarsınız hep şu söylenirdi; 1. Dalga, 2. Dalga, 3. Dalga, 4. Dalga, 7. Dalga, 13. Dalga… Huntington 3. Dalgaya kadar saymış. Onun dalga boyu, Türkiye’de işleyen sürecin dalga boyundan elbette farklı olacak. Onunki entellektüel bir dalga boyu olduğu için. Ama burada çok net bir itiraf var. Türkiye’de bu dalgaları değerlendirmek isteyenler, o dalga boyunu ölçmek açısından şuna bakmalılar: Huntington diyor ki; “3. Dalgada ABD hükümeti demokratlaşmayı teşvik etmek üzere siyasal, ekonomik, diplomatik ve askeri çeşitli araçlar kullanmıştır”. Amerika dünyanın dört bir yerinde 50 den fazla demokratlaşma dalgaları yarattı. Bu süreç Portekiz’de başladı. “Portekiz’de Karanfil Devrimi” kitabıyla başlatır bunu Huntington. Portekiz’deki ordunun alt kademesinden gelen devrime vurgu yapar. Bunlar radikaldirler. Fakat bunu o üst kadroların nasıl ehlileştirdiğini, daha sonra sivillerin bu işi nasıl ele geçirdiğini anlatır. Bunun “demokratikleşme dalgası” konusunda bir alarm olduğunu vurgular. Çünkü şunu görür; halklaşmış orduların, sömürge sistemini ana ülkede reddeden orduların, sınıf mücadelesi içerisinde giderek safını emekçilerden yana belirleyen alt kadro subay hareketinin bulunduğu orduların, ne kadar tehlikeli olduğunu vurgular. Düşünün bunlar 1974 ve 75’te oluyor. Bu geçiş 1975’tedir. Meşhur Karanfil Devrimi. Barışçı da bir geçiştir Portekiz’deki. Buna vurgu yapar ve Amerika’nın bunu çok ciddiye aldığını, diktatörlüklerin sallandığını, diktatörlüklerin bu sallantısı içerisinde devrimlerin patlak verebileceğini, yeni bir meşruiyet sistematiğine ihtiyaç olduğunu, bunun yolunun seçim demokrasisinden geçtiğini, hatta bunları tasfiye etmek için sosyalistlere ihtiyaç olduğunu belirler. Sonra o kitaptan öğreniriz ki; Portekiz Sosyalist Partisi’ne CIA milyonlarca dolar para vermiştir. Komünistlere ve oradaki radikallere karşı verilen bir paradır bu.

Huntington, çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konuşmasını aktarıyor Kissinger’ın. Kissinger, Sosyalist partinin lideri Soares’e şunu söylüyor:

“Kissinger: siz bir Kerenski’siniz.
Soares: Elbette bir Kerenski olmak istemiyorum.
Kissinger: Kerenski de olmak istememiş.”

Görüldüğü gibi, isterlerse sizden zorla Kerenski yaratırlar. Bana göre Türkiye’nin Kerenski’si Bülent Ecevit’tir. Bunu çok önemli buluyorum.

Yiğit Tuncay: Karaoğlan yani.

Suat Parlar: Tabi. Yunanistan’ın Kerenski’si Karamanlis’tir. Arjantin’de bir dizi Kerenski ortaya çıkmıştır. Carlos Menem ve diğerleri vardır. Kerenski parlaklığında isimlerin olmadığı yerlerde, Kerenski koalisyonları kurmuşlardır. Aslolan devrimi erken doğurtmaktır. Devrim kürtajı yapmak niyetindelerdir. Ortadaki radikalleri bastırıp, sosyal devrimi kitleyerek kontrol altına alıp, ondan sonra da eritip ortadan kaldırmayı amaçlarlar. Bunun için “sol”la da işbirliği yapmayı hedeflerler. “Pentagon solu”nun oluşum süreci Portekizlere kadar uzanır. O geçiş süreçlerinde, Amerika kendisiyle ortak hareket edecek bir sol meydana getirmiştir. Niye? İşkencelerle, gözaltı kampanyalarıyla, sistemin terörüyle yıldırılmış “sol”lar kendi sistemleriyle ve devletleriyle başa çıkmak için ya Avrupa’nın diğer ülkelerine ya da Amerika’ya yaklaşmak gerektiğini düşünürler. Kim vardır? Almanya ve Amerika vardır. Portekiz’de, CIA’den sonra sosyalistlere en büyük desteği Almanya vermiştir. Tıpkı bir dönem Willy Brandt’ın, Ecevit’e verdiği destek gibi. Bunlar enternasyonal faaliyetlerdir. Demokrasi dalgası bu şekilde başlamıştır.

“Demokratlaştırıcılara Öğütler”

Ne ilginçtir ki, Huntington bir manifesto yazar. O manifesto kitabında şöyle yer alır:

“1-  Siyasal tabanını sağlama bağla, demokratlaşma taraftarlarını mümkün olduğu kadar çabucak hükümet, parti ve ordudaki anahtar iktidar mevkilerine getir. ”

Türkiye’de bunun örneklerini görüyoruz.

“2-  Değişime karşı olan iktidar gruplarını bağlılığını azaltacak ve kendi çevreni demokrasiyi destekleyen muhalefet gruplarına doğru genişletecek şekilde taraftar çevreni yavaş yavaş değiştir.”

Gömleklerini çıkar ve yeni gömlekler giyin. Bu gömlekler de globalleşmeyle uyum içerisinde olsun.

“3- Tutucuların değişimi durdurmak için aşırı bir eylemde (mesela bir darbe teşebbüsü) bulunmalarına karşı hazırlıklı ol. Hatta belki ona, bunları teşvik et. Sonra da onları acımasızca bastır. Değişimin en aşırı muhaliflerini yalnız bırak ve itibarlarını kır.”

Türkiye’deki süreci anlamak için acaba şu cümleden değerli ne olabilir? Kimdir bu tutucular? Ağırlıklı olarak silahlı bürokrasi içindedir bu tutucular. Çünkü küresel pazarı anlamamışlardır henüz. Küresel pazarın geleneksel gücünü henüz daha anlamamışlardır. Bu kapitalizme itirazları olduğu anlamına gelmez.

Yiğit Tuncay: Evet.

Suat Parlar: Ama, içerideki şanlı ve muzaffer güç noktalarını boşaltmada problem vardır. O kadar kolay değil tabi. Bu bir güç ve iktidar savaşı. Peki, ne olacak? Bu kitapta tutucular denildiği zaman, o tutucuların diktatörler ve ordular olduğu çok net anlatılır.

“Tutucuların değişimi durdurmak için aşırı bir eylemde -mesela bir darbe teşebbüsü- bulunmalarına karşı hazırlıklı ol. Hatta belki ona bunları teşvik et. Sonra da onları acımasızca bastır. Değişimin en aşırı muhaliflerini yalnız bırak ve itibarlarını kır.”

Bunun üzerine acaba, Türkiye’de kaostan ve “biz bu süreci hiç anlayamıyoruz” demekten bahsetmek mümkün mü?

“4- Demokratlaşma sürecinde inisiyatifi ele al ve kontrolünü bırakma, sadece güçlü bir konumda liderliğini yürüt.”

Tek lider esası. Çünkü sen demokratlaştırıcısın ve liderlik gücü sen de toplanacak. Bunlar çok iyi kurgulanmış demokrasi dalgaları.

“5- Demokratlaşma sürecine ilişkin olarak bir kaçınılmazlık duygusu yarat. Öyle ki, bu bazı insanlar için istenmeyen bir şey olsa bile çoğunluk tarafından zorunlu ve doğal bir gelişme seyri olarak kabul edilsin.”

Bundan daha net ne olabilir? Geri dönüş yok. Doğal bir gelişme içerisindeyiz. Kimse geri dönüş beklemesin. Bu geri dönüş öyle bir noktada ki, bazıları “vallahi billahi bir daha darbe yapmayacağız” diyorlar. Senelerce biz bu sözü devrimciler, solcular olarak alamamıştık. Ama sistem emir verince, sistemin emir-komuta zincirinde, piyasa diktatörlüğü çerçevesinde nasıl yeminler veriliyor. “Vallahi billahi bir daha yapmayacağız” deniliyor. Kime karşı darbe yapılmayacak? O darbe kime yapılıyor?

Yiğit Tuncay: “Biz zaten 12 Eylül’den ders çıkardık” diyorlar.

Suat Parlar: O darbenin nasıl sistematize edildiğini, sürekliliğini, müthiş bir sistematiğe bağlandığını görüyoruz. Darbeye ihtiyaç yok ki. “Karşı ayaklanma” devleti kurulduktan, mega kentler esası üzerinden, yavru kentler dinamiğinde ve bu anlamda global şehirler konfederasyonu meydana getirildikten sonra, sermayenin koyun çiftlikleri tarzında insan ağılları oluşturulurken, ne ihtiyaç var darbeye? Brezilya’da geçiş sürecinde General Goldberg, aynen şunu söylüyor sivil politikacılara; “Siz kendi radikallerinize hakim olun biz de kendimizinkilere”. Bu “Dolmabahçe mutabakatı”dır. Ama bunun da Brezilya’dan geldiğini ve aynen milli güvenlik ideolojisi gibi patentinin oradan olduğunu görüyoruz. 1964’te ilk uygulama Brezilya’dır.

“Radikallere hakim olmak çoğu zaman diğer tarafın işbirliğini gerektirir” diyor. Kim diyor? Ben demiyorum. Huntington diyor. Siz kendi tabanınızı, bir türlü söz geçiremediğiniz, gömlek değiştirmemekte söylem olarak ısrar eden radikallerinizi temizlerken, sopayı birisi tutacak. Oradaki radikaller de temizlenirken, sopayı siz tutacaksınız. Böyle bir görev bölüşümü olacak. Diğer türlü sistem meşruiyetini kaybeder.

Yiğit Tuncay: Bu söylediklerinle 28 Şubat da aydınlanmış oluyor.

Suat Parlar: Evet. Devam edelim: “Muhalefet liderleriyle, temel sorunları görüşmek için gizli ve güvenilir arka kanallar yaratın”.

Cumhuriyet Halk Partisi lideriyle, başbakanın Çengelköy görüşmesinin nasıl bir kalıba oturduğu çok net çıkıyor. Onun dışında Ahmet Türk’le yapılan görüşmelerin mahiyeti de ortaya çıkıyor. Gizli diplomasi kanalları, Türkiye’de ne kadar çok kullanılıyor. Hepsinin bir stratejiye bağlandığını görüyoruz.

Huntington diyor ki; “Türk ordusu, Türk toplumunda Kemalist, laik, milliyetçi ve devletçi ideolojinin en sağlam destekçisi olmuştur.” Ondan sonra; “Doğu Avrupa’da inançlı komünistler” –ordular anlamında-, “Nikarauga’da Sandinista ihtilalcileri, Latin Amerika’da anti-liberal ve anti-komünistler var” diyor. Ve devam ediyor; “bu aşırı siyasallaşmış görüş biçimlerinin yerine siyasal olmayan profesyonel bir etiğin geçirilmesi gerekliydi. Bunu başarmak yoğun çabaları, çok zamanı ve bazı riskleri gerektirmiştir. Yönetimler, profesyonel  değerleri ve ordunun politikadan uzak durmasını geliştirebilmek için, özendirme ve doktrin aşılama, eğitim, askeri okullarda program değişiklikleri ve terfi sistemlerinin değiştirilmesi yollarına başvurulmuştur.”

Bu sözün üzerine acaba yorum yapmaya gerek var mı? Ordunun profesyonelleşmesi üzerine bizim analizlerimiz ve burada söylediklerimiz biliniyor. En önemlisi de Kemalizm noktası, ki bu aşırı siyasallaşmış bir görüş biçimi. “Bundan kurtulun, bir an evvel profesyonelleşin, bir profesyonel etik yerleşsin” diyor. O profesyonel etik yerleştiriliyor. O profesyonel etik yerleştirilirken de, ulusal güvenlik ideolojisi ile bulamaç haline getirilmiş ve 12 Eylül’de toplumu sopayla hizaya getirmek için kullanılmış Atatürkçülük, artık kaldırılıp tarihteki yerine intikal ettiriliyor. Bunun zaten ön göstergelerinden bir tanesi de, Sümer tanrı-kral muamelesi yapılan pozitivist Anıtkabir’in odağına –bana sorarsanız kendi değerlerine rağmen oturtulan- Atatürk’ün, sistemin istediği doğrultuda insanlaştırılmasının filmlerle başlamış olması. Artık Mustafa Kemal insanlaştırılıyor. Yeteneği çok tartışmalı olan bazı aktörler tarafından, bir Atatürk imgesinin topluma tekrardan sunumu gündemdedir. Bu Tanrı-kral diyalektiğinin çözülmesi anlamına geliyor. Sistem bunu da önce denedi, fakat çok fazla sermayeleşmiş anlayışla hareket eden hırslı bir takım liberallerin işi götürmesi çok tepki aldığı için bunu daha emniyetli bir biçimde götürmeye başladılar. Türkiye’de yeni bir endüstri kuruldu. Bu ekonomik durgunluk içinde ortaya çıkan Atatürk endüstrisi. Hayırlı olsun diyelim. Artık Atatürk’ün insanileştirilmesi sinema eliyle, sinema tarafından yapılacaktır. Bu net olarak görülüyor. Burada da kültürel bir stratejinin olduğu netleşiyor.

Metine devam edelim: “İsyan bastırma savaşlarının egemen siyasal niteliği ve yol açtığı duygusal tepkiler çoğu zaman subaylar arasında siyasal ideolojiler doğurmakta ve onları siyasal roller oynamaya özendirmektedir. NATO, ordunun moral ve prestijini yükselten bir dış güvenlik misyonunu silahlı kuvvetler açısından, geniş kapsamlı yeni görev ve yeni faaliyetlerin kaynağı olarak yerine getirebilir. NATO Silahlı kuvvetler için bir mesleki tedavi oluşturur.”

Artık ne diyelim? İsyan bastırma savaşları, egemen siyasi niteliğiyle, bir politik savaş olması niteliğiyle subaylar üzerinde duygusal tepkiler yaratıyor ve yeni siyasal ideolojiler doğuruyor. Bu da onları yeni siyasi roller oynamaya özendirmektedir. Onlar o siyasi rolü oynarlarsa, Amerika’nın demokrasi cihadı yarım kalmaz mı? Kalır tabi. Bu “düşük yoğunluklu çatışma”lar veya “seçmeli caydırıcılık” doktrinleri –ben ona seçmeli katliam doktrini diyorum- ya da bu kirli savaşlar denetleniyor. Bütünüyle enternasyonaldir bunlar. Bunların politik, stratejik sınırları vardır. Sınırların ötesine geçemezsin. Ortadoğu’yu tartışırken bunların detaylarına girme imkanımız olacak tabi. Huntington, sanki Türkiye’yi okumuş ve diyor ki: “Böyle subaylar mevcut. Bunların politik ideolojileri var ve bunu bastırmak zorundasınız”. Burada dile getirmediği bir takım faaliyetler, düzenekler, bizim kitaplarımızda çok fazla anlattığımız sistemin meşruiyetini de tehlikeye sokacak bazı gelişmeler mevcuttur. Bunun tedavisini kim yapacak? NATO yapacak tabi. O zaman başa dönelim, yani “hukukun üstünlüğü” vurgusuna ve ısrarla NATO üzerinde durmamıza. Ne diyor; “NATO Silahlı kuvvetler için bir mesleki tedavi oluşturur”. Türkiye, Afganistan’da hangi misyonla bulunuyor? Bütün o mesleki tedavileri, şu anda profesyonellik bağlamında, Türk Silahlı Kuvvetleri kiminle yapıyor? NATO’yla tabi. Bunun bir strateji olmadığını iddia etmek mümkün mü? Bence değil.

“Demokratlaştırıcılara öğütler, ordunun iktidarını sınırlamak ve askeri profesyonelliği geliştirmek.” Başlık ona ait. “Bana ait değil. Demek ki, ikisi birlikte düşünülmeli.

“1- Diğerlerinin cesaretini kırmak için yönetiminize karşı girişilen darbe teşebbüsleri liderlerini acımasızca cezalandır.” Bunun yorumuna gerek yok…

“2- Silahlı kuvvetler üzerindeki komuta zincirini açıklığa kavuştur ve pekiştir. Belirsizlikleri ve anormal durumları ortadan kaldırarak, yönetimin sivil başının, ordunun komutanı olduğu konusunda şüpheye yer bırakma.”

Yorumlamamı istersen yorumlarım ama, bunun yorumlanmasına hiç gerek yok. Türkiye’de bu kadar olgu birikimi varken, silahlı kuvvetler üzerindeki komuta zinciri açıklığa kavuşmadı mı? Şu anda o komuta zincirinin herhangi bir biçimde ideolojik, siyasi, her ne dersen de, dışında kalanların hepsi neredeler? Nerede olduklarınızı biliyoruz. Söylemeye gerek yok. İtibarları kırıldı mı? Evet kırıldı. Şu anda Genelkurmay Başkanı’nın lafzıyla “Silahlı Kuvvetler tarihin en disiplinli dönemini” yaşıyor mu? Evet yaşıyor. O zaman sorarlar, bundan önce disiplinsiz dönemler oldu mu? Önceki dönemlerin disiplinsizliğine dair bir vurgu bu. Peki bu dönem niye bu kadar disiplinli? Huntington’un önerileri, bu dönemde, herhalde çok fazla işe yaramış olmalı. Askeri profesyonelleşmenin disiplin bağlantısı ve bunun demokrasi dalgasıyla bağlantısıdır bu.

“Yönetimin sivil başının, ordunun komutanı olduğu konusunda şüpheye yer bırakma”. Bu konuda şüphesi olan kaldı mı, son yapılan toplantılardan sonra. Bence kalmamıştır.

“3- Askeri kuvvetlerin sayısında büyük indirimlere git.” Bu tugay sistemine geçişle birlikte başlamıştır zaten.

“4- Subaylar maaşlarının, konutlarının ve teçhizatlarının kötü olduğu düşüncesindedirler. Orduyu küçültmek suretiyle tasarruf edilen parayı, maaşları, emeklilik maaşlarını ve diğer yardımları arttırmakta ve hayat şartlarını iyileştirmekte kullan. Faydasını göreceksin.” Türkiye yakında bu sürece de girecek. Bunu da hep beraber göreceğiz.

“5- Askeri güçleri, askeri görevlere yönlendir. Diğer ülkelerle olan uyuşmazlıkları çözmeyi istemek için geçerli sebepleriniz olabilir. Ancak dış tehdidin yokluğu, ordunuzu meşru bir askeri misyondan yoksun bırakabilir ve onların siyasete kafa yorma eğilimlerini güçlendirir.” Sıfır toplamlı dış politika diyoruz ama, burada bir uyarı yapıyor ve diyor ki; “komşularla problemlerinizi çözün ama, bir dış tehdidin yokluğu, orduyu meşru askeri bir misyondan yoksun bırakırsa kafalarını siyasete yorarlar”. Cevabını gene kendi veriyor.

“6- Onlara oyuncaklar verin. Yani onlara yeni ve gelişmiş tanklar, uçaklar, zırhlı araçlar, toplar ve ileri elektronik teçhizat sağlayın. Yeni teçhizatlar onları mutlu kılacak ve nasıl işletileceklerini öğrenmeye çalışmak onları meşgul edecektir”.

Bu Türkiye’nin dünya silah ithalatındaki rolünün nasıl bir dış stratejiye dayandığını, dünya silah tekellerinin Türkiye’yi nasıl belirlediğini, sadece Türkiye’nin değil dünyada bu kadar silah harcamasının kaynağının aynı zamanda demokrasiyle bağlantısını gösteriyor. Hemen koyalım kavramı; bu tarihin gördüğü en yoğun “sivil militarizasyon”dur. Bize demokrasi olarak yutturulan -ki demokrasi tam da budur- bir köle demokrasisidir. Sivil görünümlü militarizasyondur. Çünkü bir ordu askeri teknolojiyle görülmemiş ölçekte profesyonalleşirse, bir müddet sonra o muazzam ezici aygıt, baskı teknolojisini alabildiğine çeşitlendirir ve yarın sınıf savaşının çeşitli veçheleriyle kızıştığı dönemlerde, halk öyle müdahalelerle karşı karşıya kalır, ki bunun adına kimse darbe demez, “demokrasi adına insani müdahale” derler. “Demokrasi için ordunun müdahalesi” derler. Tıpkı Afganistan’da demokrasi için yapılan müdahale gibi. Her gün yüzlerce sivil ölüyor. Irak’ta olduğu gibi. Bakın, işte “insani müdahale”. Başka ülkelerde yürütülen, bizim hiç haberdar olmadığımız kontrgerilla savaşları gibi. Profesyonellik aynı zamanda “karşı ayaklanma” doktrini çerçevesinde profesyonelliği getiriyor. Ayrıca bir ülkeyi teknoloji çöplüğüne dönüştürecek tarzda bir teknoloji ithalatı var. Büyük kaynakların, askeri-endüstriyel kompleks çerçevesinde pompalanmasını yaşıyoruz. Ki bizim silah sistemlerimizin %75’i yabancıdır zaten.  Silah ithalatı furyası biz de her zaman günceldir. Herhangi bir askeri dergiyi -“savunma dergisi” adı altında yayın yapan- açtığınız zaman, silahların nasıl övüldüğünü, nereden alındığını, hangi şirketlerin konsorsiyumlarının olduğunu görürsünüz.

“7- Kendini silahlı kuvvetlerle özdeşleştirmek için hiç bir fırsatı kaçırma. Askeri törenlere katıl, madalyalar dağıt, askerleri milletin en yüce değerlerini tecessüm ettirmekle öv.” Şu anda bizim devlet başkanımızın stratejisi budur. Gazilerle beraberdir. Şehit aileleriyle beraberdir. Bunun da bir demokrasicilik sürecinin parçası olduğunu görüyoruz.

“8- Bir askeri darbeye girişildiği takdirde sokaklarda yandaşlarınızı seferber edebilecek bir siyasal örgütü oluştur ve sürdür.”

Elhamdülillah bu var. Daha Türkiye’de herhangi bir askeri darbe söylemi bile olmadan insanlar sokaklara dökülüp zaten yürüyüşler yaptılar. Bu anlamda çok ciddi bir örgütlenmenin Türkiye’de olduğunu görüyoruz biz. Bu da boşuna değil. Biliyorsunuz, bu da Pentagon’un boşluk bırakmadığı bir alan. Gene Sharp diye bir teorisyenleri var. Gene Sharp, Sırbistan’daki Otpor Örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Ki bu örgütlenme daha sonra model oluşturmuş ve dünyanın dört bir yanında -Lübnan dahil- turuncu devrimlerde görev almıştır. Pentagon albayının, Pentagonda görev yapmış, Vietnam’da görev yapmış bir albayın fikir babasıdır. Bu turuncu devrimlerin, Pentagon stratejisiyle bağlantısı çok önemlidir. Bunlar “yeni dünya”nın soğuk savaşçılarıdır. Türkiye’de de uzantıları vardır. Huntington’un önerisi, Türkiye’de zaten yerine oturmuştur. Türkiye’de çok ciddi bir “Pentagon solu” vardır. Türkiye’de en fazla darbeci generali, özellikle 12 Mart darbecilerini çalıştırmakla meşhur olan ve kendi özel örgütü bulunan, bizim kitaplarımızda da adı geçen bir bankadan sanat adına çok yüklü fonlar alan, sosyalist camiada da –Soares tarzı- çok iyi tanınan bir takım şahsiyetlerin önderliğinde düzenlenen yürüyüşleri, konferansları görüyoruz. Bu konuda Türkiye’de ciddi bir politika sözlüğü de oluşuyor. Bir strateji etki merkezi de var. Yani Türkiye’de Gladio’nun sol ayağının boş olmadığını görüyoruz. Bunun hukukçuları. sendikacıları, sanatçıları var. Beslendikleri noktalara baktığımızda da, darbelere karışmış üst düzey silahlı bürokratları en fazla çalıştıran, en fazla işkenceci istihbarat elemanlarını çalıştıran bankalardan fonlananlardır bunlar. Yani o kadar az güven duyuyorlar ki, sol içerisinden yeni birilerini satın almak, devşirmek pek emniyetli gelmiyor olsa gerek, bu örgütü Pentagon ekseninde merkezi stratejilerle,banka stratejileriyle götürüyorlar. Türkiye’de böyle bir siyasal örgüt var. İsim vermeye de fazla gerek yok.

Yiğit Tuncay: Evet…

Suat Parlar: Otpor’dan söz ettik… Bir parça belki bunun üzerinde durmak gerekecek. Sırbistan kökenli bir örgütlenmeydi. ABD ordusundan emekli, albay Robert Helvey, Burma, Rangoon’da Askeri ateşe, Vietnam’da 2 kez savaşmış ve şiddet içermeyen direniş uzmanı. Çok önemli. Bunun da Pentagon’un yeni savaş doktrini içerisindeki yerini görüyoruz. Yeni “soğuk savaşlar” söylemi boşuna değil. “İnsan yüzlü emperyalizm” derken bu noktalara dikkati çekmek lazım. Turuncu devrimler enternasyonali Pentagon’la birlikte gelişti. Bu ulusal demokrasi birliği destekçilerinin eğitiminde görev aldı. Bunların bir bölümü Türkiye’de de çok işler yaptılar. Helvey, daha önce sözünü ettiğim Sharp’ın öğrencisidir. Onun da “Diktatörlükten Demokrasiye Özgürlüğün Kavramsal Çerçevesi” diye bir kitabı vardır. Dünyada sivil toplum enternasyonalini, bu anlamda “Pentagon solu”nu oluşturan ve dünya sivil toplum enternasyonalinin de eğitici bir unsuru olan çelik çekirdekte yer alıyorlar.

Türkiye’de, Huntington’un önerdiği tarzda bir yapılanma çok erken tarihte kuruldu. Çünkü, Türkiye’de egemenlik sisteminde devlet sıfır makyajlı olduğu için, baskı teknolojisine ve o baskı teknolojisini bütünleyecek politik arka plandaki truva atı faaliyetlerine yönelik her türlü gelişmeyi yakından takip eder, bir an evvel de içerir. Balkanlar ve Ortadoğu’da, Türk egemenlik sisteminin merkezinde yer almadığı hiç bir parçalanma faaliyeti gerçekleşmedi. Bütün turuncu devrimlerin arkasında mutlaka bir biçimde Türk egemenlik sisteminin rolü vardır.

“9- Orduyu Askeri inançlar üzerinde odaklaştırmaya paralel olarak, başkent içindeki veya civarındaki birliklerin sayısında köklü bir indirim yap. Onları sınır bölgelerine ya da nispeten uzak ve az nüfuslu başka yerlere yolla.”

Son dönemdeki psikolojik savaş boyutundaki harekâtlarla ilgili, bu değerlendirmeden sonra çok fazla soru işareti kalmaması lazım. Başkent bir müddet sonra askerden arındırılacaktır. Durum bunu gösteriyor. Başkent eksenli olan bu çalışmaların, başkentte yoğunlaştırılmış bu çalışmaların bir stratejik hedefi olduğu görülüyor. Bunun böyle yargı süreci bağlamı içerisinde değerlendirip üzerinden konuşmak abesle iştigaldir. Elalem bu konuda zaten gereğini söylemiş.

“10- Sadakatsizlik göstermesi muhtemel tüm subayları tasfiye et.”

Bu önerinin, herhalde, içtenlikle uygulandığı ülkelerden başlıcası Türkiye’dir. Çünkü, 27 Mayıs’tan bu yana, 21 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, son yaşadığımız süreç müthiş tasfiye süreçleridir. Bunun daha öncesi de var. Bizim tarihsel birikimimizden getirdiğimiz renkler de var tabi. Bunu ben kitaplarımda ve özellikle “Bayraksız İstila” adlı kitabımda fazlasıyla anlattım. Tarihsel dinamiğin önemli olduğunu, kendi belgelerinde de görmek mümkündür. Ama bu konuda bir öneri boyutunda bir soru var. Kime sadakatsizlik? Global emperyalistlere, Pazar diktatörlüğüne, sermayenin oligarşik istibdatına, giderek geçmişte kalmış bir strateji, geçmişte kalmış bir devlet anlayışı, geçmişte kalmış bir ideoloji adına, sermayenin yeni kurumlaşmasına sadakatsizlik. Çünkü son zamanlarda, biliyorsun, sermayenin ne kadar devrimci olduğunu ilan edenı yazarlar oldu. Dünya sermayesi içerisinde, Türk sermayesinin yeni rolünü tarif ederken, onun ne kadar devrimci olduğunu vurgulayıp, bunu da Marks’a dayandırdılar.

Dolayısıyla, sadakatsizlik denildiği zaman olumlayıcı bir değer olarak bunu söylemiyorum. Sadakatsizlik gösterenler, durdukları noktada çok iyidirler de demiyorum. Onların da, nihayetinde Prusya militarizmiyle kaynaşmış milli güvenlik ideolojisi bağlamında iktidarın bir dönem çelik çekirdeğinde yer aldıklarını da unutmayalım. Şimdi şaşkın vaziyetteler. “Nasıl bu şanlı yerleri boşalttık” diye. Onun detayına da birazdan gelme imkânı bulacağız.

Örnek liderleri gösteriyor Huntington; CIA’dan para aldığı kanıtlanan Portekiz Sosyalist parti lideri Soares, onu takip eden Gonzales, Constantin Karamanlis ve Papandreu gibi. Papandreu için, Amerika’da, Kissinger’le beraber yetkili olan isimlerden biri şunu söylüyor: “Papandreu bir orospu çocuğu ama, bizim orospu çocuğumuz”. Amerika’nın “orospu çocukları” vardır. Amerika, kimi zaman “orospu çocukları” listesi çıkartır. Bunu önemli buluyorum. Listeyi dikkatli okumak lazım. Mesela Fujimori; Fujişok’un kurucusudur. Bana sorarsan, Şili’den sonra en acımasız kapitalist şiddeti, ekonomik soykırım düzeyine çıkartıp, daha sonra Amerika’nın gözünden düşen diktatör. Peru’da da “Aydınlık Yol” üzerine gitti. Mesela Alfonsin, Color, Menam bu kuralları genellikle izlemiş liderlerdir. Ayrıca Filipinlerdeki Aqino, o da bir göstermelik turuncu devrimdir. Çünkü Amerika patentlidir.

Huntington’un demokrasi tarifi kapitalistlerin demokrasi tarifidir. Şöyle tarif ediyor:

“Demokrasi sorunların çözülebileceği demek değildir, demokrasi yöneticilerin değiştirilebileceği demektir. Birincisini yapmak imkânsız olduğu içindir ki, ikincisini yapmak demokratik davranışın özüdür. İnsanlar demokrasi, istibdat sorununa bir çözüm olduğunu ama, başka sorunlara mutlaka bir çözüm olmadığını öğrettikleri zaman demokrasi pekişmiş olur.”

Demokrasinin sorun çözmeyle ilgisi yok. Çok net koyuyor. Bu farkı o kadar güzel koyuyor ki, kapitalist demokrasi anlayışı budur işte. İnsanlar istibdat sorununa demokrasinin bir çözüm olduğunu ama, başka hiç bir soruna çözüm getirmeyeceğini bilecekler. Adaletsizlik, eşitsizlik, hürriyetsizlik ve bu demokrasi bayrağını elinde taşıyanlara özellikle öneriyorum, bu metinleri iyi okusunlar. Çünkü burada hakikaten sistemin önde gelen ideologlarından biri açık bir tarif yapıyor ve bu demokrasi anlayışını ben enternasyonal bir demokrasi anlayışı olarak, hepsinin paylaştığı bir anlayış olarak değerlendiriyorum. Burada mülkiyet rejimine dokunacak bütün unsurların bertaraf edilmesi, demokrasinin çözüm kapasitesi olmadığının söylenmesi, sadece sandık demokrasisinin uygulanması söz konusudur.

“Demokrasi siyasal liderlerin değiştirilmesi için düzenli fırsatlar sağlamak suretiyle istikrara katkıda bulunur. Demokratik değişim hemen, daima, ılımlı ve tedricidir. Demokratik sistemler büyük devrimci altüst oluşlara karşı otoriter sistemlerden çok daha bağışıklıdır. Che Guevara’nın dediği gibi; “devrim iktidara ileri olsun olmasın bir tür halk oyu ile gelmiş olan ve anayasal kanuniyetin hiç değilse görüntüsünü sürdüren bir yönetime karşı başarıya ulaşamaz”.”

Che Guavera’yı tanık gösteriyor kendisine Huntington. Bizim açımızdan ne büyük bir yanılgıdır, Che Guavera’nın dile getirdiği. Meşruiyeti bu şekilde tarif etmek açıkçası kapitalist sisteme müthiş ufuklar, manevra alanları açmıştır. Buradan yola çıkarak bunu söylemişlerdir: “Demokratik değişim ılımlı ve tedricidir”. Bu anlamda; “demokratik değişim sayesinde devrimin kürtajı gerçekleştirilebilir, devrimi bir kürtajla ortadan kaldırabiliriz ve büyük devrimci altüst oluşlara karşı otoriter sistemlerden daha bağışık olduğu için biz demokrasiyi savunuyoruz” diyor. Demokrasiyi, devrim jandarmalarının ideolojisi olarak görüyorlar. Devrim jandarmalarının ideolojisi olan demokrasi, böyle bir meşruiyet anlayışına dayandırılırsa sonuç bu olur. Buradan da şu sonuç çıkıyor; dünya üzerinde hiç bir zaman solcular, karşı devrimciler kadar radikal olamadılar. Karşı devrim her zaman soldan daha radikal oldu. Şiddetini her zaman için daha net ortaya koydu. Sisteme böyle bir meşruiyet tanımak olağan hukuk, olağanüstü hukuk, liberal hukuk, liberal olmayan hukuk, burjuva hukuku, faşizm hukuku gibi soyut, özünde saçma değerlendirmelere dayanır. Hukuk tektir: Egemen sınıfın hukuku. Bu geçişleri çok fazla abartmak, sistemin özünü bu anlamda görememek, bir yerlerde gizli saklı olağan bir hukuk olduğunu, bu olağan hukuka geçişler yapıldığını ve onun bir ideal olduğunu varsaymak, bu tip yanılgılara yol açar.

Yiğit Tuncay: Anayasa için böyle tartışmalar olmuyor mu? “Hukuk” dedin de, mesela “27 Mayıs anayasasının diğer anayasalardan daha iyi olduğu” söylenir hep.

Suat Parlar: “İlerici”lik illüzyonuyla taçlanmış bir anayasadır ama, o anayasanın pek çok kurumu Amerika’dan ithal, daha doğrusu Amerika’dan ihraç edilmiştir. Amerikan patentli pek çok devlet kurumu vardır. Oradaki modernleşme, kapitalist modernleşmedir. Bu tip “ilerici”lik illüzyonları, bu tip meşruiyet arayışları, o büyük politik tuzaklara kitleleri hazırladı. Olağan bir hukuk yoktur, olağanüstü bir hukuk da yoktur. Tahakküm hukuku tektir. Bizim “olağanüstü” dediğimiz hukuk, özü itibarıyla olağan hukuktur. Dünyanın dört bir yanında böyledir. Bugün anayasasına olağanüstü hal hukukunu düzenlemeyecek, tek bir hükmü koymayacak kadar akılsız bir egemenlik sistemi bulunamaz. Hepsi mutlaka bu düzenlemeleri yaparlar. Açıkçası deminden beri sözünü ettiğimiz “milli güvenlik” kurumlaşması çerçevesinde değerlendirdiğimiz baskı aygıtları, hep bir kapasite olarak süreklilik olarak varlığını sürdürür. O düzenek geri planda durur. İhtiyaç olduğu zaman, insanlar onun şiddetiyle karşı karşıya gelirler. Dolayısıyla olağan hukuk, olağanüstü hukuk ayrımının hiç bir kıymeti yoktur. Bu noktada da ezilenlerin arayışı olağan hukukla, olağanüstü hukuk arasında olmayacaktır. Sadece evrensel hukuk tekniğini kullanma anlamında, bir hukuk stratejisi izlemekte yarar vardır.

“Seçimlerden çıkan hükümetler; beceriksiz, yiyici, kısa görüşlü, sorunsuz olabilirler. Özel çıkarların egemenliği altında bulunabilirler. Kamu iyiliğinin gerektirdiği politikaları kabul etme yeteneğinden yoksun olabilirler. Bu nitelikler o hükümetleri arzu edilmez kılar ama, demokrasiye aykırı kılmaz.”

Burjuva iktidarının tarifi var burada. Bütün burjuva iktidarları böyledir ve başka türlüsü zaten olamaz. Hele tekelci çağda bunun başka türlüsü hayal dahi edilemez. İhtilaller döneminde belki çok ahlaklı burjuva önderleri, küçük burjuva kökenliler vardır ama; hele bu çağda finans kapital oligarşisinin tüm dünyaya arsızca dayattığı bu çağda, bütün demokrasi vizelerinin oradan, o merkezlerden verildiği bu çağda, hükümetler nasıl başka türlü olacak. İşte Daimler’in dağıttığı rüşvetler. Daha bir çok örnekleri var. Rüşvet, yiyicilik bunlar sistemin olmazsa olmazıdır. Sistem bunlar olmadan zaten işleyemez. Kapitalizm zaten gayrı ahlakidir. Ne ahlaklıdır, ne ahlaksızdır; ahlak dışıdır. Burada tarif edilen burjuva hükümetidir. Bu hükümetin iyiliği, kötülüğü, ahlakı, ahlaksızlığı hiç bir zaman egemenleri ilgilendirmez. Aslolan sandıktan çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır? Seçim üzerinden bir değerlendirme yapılır, meşruiyetin kaynağı olarak sandık görülür. Niye? Devrimi önlemek için. Diğer türlüsü egemenler açısından çok acılı sonuçlar doğurabilir.

Yiğit Tuncay: Seçim süreçleri, arınma süreçleridir.

Suat Parlar: Tabi, bir yanıyla arınma süreçleri. Bu yapı içerisinde gelelim orduya. Peki, ordu ne yaptı? Huntington’un reçeteleri var; “3. Dalga”lar v.s… Çok ilginçtir, bu kitabın çeviri tarihi 90’ların başı, yani 1993. Kitabı çeviren Ergun Özbudun. Ergun Özbudun kim? Şu anda AKP’nin anayasa hazırlıkları ve onun ötesinin en önde gelen ismi. Bundan daha öte bir yoruma ihtiyaç duyan varsa devam etsin. “3. Dalga” konusunda ordunun yaklaşımı nedir? Gayet nettir. Elimizde Radikal gazetesi var. 30 Mayıs 2003 Cuma, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan manşet olan şu sözler: “Asker AB’ye Karşı Olamaz”, “AB Atatürk’ün gösterdiği yoldur”. Aynen şunları söylüyor: “Bu konuda bir hususu daha vurgulamam gerekiyor. Avrupa Birliği konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri haksız bir saldırının hedefi durumuna gelmiştir. Ülke içi ve ülke dışı çevrelerde hiç bir haklı nedene dayanmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin AB’ye karşı olduğu konusunda yaygın kanaatler oluşturulmuştur. Açıkça ifade ediyorum, bu tür iddialar doğru değildir. Bu konudaki silahlı kuvvetlerin görüşlerini büyük harflerle tekrar ifade ediyorum: Türk Silahlı Kuvvetleri, Avrupa Birliği karşıtı olamaz. Çünkü Avrupa Birliği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumuna gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan zorunluluğudur. Bu zorunluluğu aynı zamanda Türkiye’nin sosyal, politik, ekonomik ve güvenlik hedefleriyle de tam olarak örtüşmektedir.”

Bir dönem Yaşar Büyükanıt’ı ulusalcı dalganın önderi olarak görenler, onu neredeyse ulusalcı cephenin komutanı olarak görenler, bunu görmediler mi? O kadar ilginç ki, aynı metinde küreselleşme konusunda eleştiriler var, uluslararası sermaye konusunda ve başka konularda. Zannedersiniz ki, o metni Doğan Avcıoğlu hazırlamış. Niye? Çünkü ordu kamuoyuna bir mesaj. Çünkü henüz daha ikinci başkan, henüz daha kurtlarla birlikte uluma devrinde. Çünkü ordu kamuoyunu arkanıza alacaksınız. O dönem, neredeyse, kendisine Türkiye’de beklenen ikinci büyük lider muamelesi yapılıyordu. Benden başka da bu sürece karşı olanı hatırlamıyorum. Çıkmıştım Flash televizyonuna “yapmayın büyük bir tasfiye geliyor hazırlanın” demiştim. Bunlar o dönemin gazetelerinde yer aldı. Aslolan buradaki çekirdek duruş. Ordunun üst kademesinin neye karşı olup, neye karşı olmadığını belirtmesi. Diğerleri entelektüel jimnastik. Küreselleşme değerlendirmesi, yer yer bazı eleştiriler, Irak harekatına yönelik sözcükler v.s… Bunlar kuru değerlendirmeler. Ama bu tespit olmanın çok ötesinde.

Görüldüğü gibi Büyükanıt jeo-politik ve jeo-stratejik zorunluluğumuz ve Mustafa Kemal’i Avrupa Birliği’ne bağlıyor. Avrupa Birliği kapitalizmi, pasifik eksenli kapitalizmi, ultra sağcılık üzerinden bütünleşme süreçleri, bu bütünleşme süreçleri içerisinde dünyanın en içe kapalı, kontrolü zor, diktatörcesine teknokrat kurumlarının yoğunlaştığı alandır. Avrupa Birliği bürokrasisiyle ultra sağ mantığın, neo-muhafazakarlığın, neo-liberalliğin varabileceği en uç noktadır. Avrupa Birliği’ni ekonomik politik sonuçlarıyla, düzenlemeleriyle, uygulamalarıyla ve külliyatıyla inceleyin bakalım ortaya ne çıkacak? Avrupa Birliği, ulus ötesi Avrupalı şirketlerin çelik çekirdeğinde Almanya’nın yer aldığı bir düzenekle, Avrasya alanında kendi Lebensraun’unu (yaşam alanı) çizmesi, bu ekonomik finansal, sosyal, politik organizasyona ABD’nin onayının sağlanması ama, askeri işlerde ABD’ye meydan okumadan, ABD’yle çatışmadan bu sürecin götürülmesinin adıdır. Avrupa Birliği’ne dahil olan ülkelerin ABD’ye karşı bir askeri alternatif oluşturmak gibibir çabası da yoktur. Bu anlamda kiralık global güvenlik, ABD’nin temsil ettiği, bütün dünyayı tüm kapitalistler için sakin bir yatırım limanı haline getirmeyi, bütün isyanları bastırmayı, hepsini ortadan kaldırmayı hedefler.

Artık yeni feodalleşme çağındayız. Finans oligarşisi feodalleşiyor. “Kent-devlet” derken bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Dünya büyük bir finanstokrasiyle karşı karşıyadır artık. İnsanlığı bekleyen tehlike teokrasi falan değil, finanstokrasidir.  Finanstokrasi şu anda yeni bir feodal gerçeklik olmuştur. Müthiş ölçekte aristokratlaşmış ve dünyanın tepesine gelip oturmuş, dünyanın bütün kaynaklarının aktığı küçücük bir azınlık söz konusudur. Bu azınlığın yarattığı düzeneklerin muazzam hegemonyası söz konusudur. Bize bırakılan seçim, koyun olarak kırpılmakla mezbahaya girip yok edilmek arasındadır. Bunun dışında başka bir seçim, zaten insanlara bırakılmamaktadır. Avrupa Birliği, bu yapılanmanın, bu feodal mali finans aristokrasisinin küresel politikalarıyla uyumludur. Bu yapı içerisinde, bunu Atatürk’ün çağdaş uygarlık seviyesi hedefi olarak değerlendiren bir anlayış var karşımızda. Orduyu ulus-devletin odağında görenlerin, orduyla ilgili değerlendirme yapanların, açıkçası tarihe düşülen bu notlara tekrar bakmalarında yarar vardır.

Kapitalizmin Sivil Orduları

Biz “sivil militarizasyon” dedik. Son zamanlarda, Türkiye’de, TÜSİAD, burjuvazi ve devrimcilik konusunda yazılar yazılıyor. TÜSİAD’ın ne kadar “devrimci” olduğu söylenerek, yeni başkanı övgüye boğuluyor. TÜSİAD’ın başkanı, bir açıklamasında savaş ilan ediyor emekçilere. Diyor ki; “moralimiz çok iyi”. 28 tane dolar milyarderi olan bir ülkeden bahsediyoruz. Elbette moralleri iyi olacak. Ne diyor; “tüm dünyada yaygınlaşan istihdamsız büyüme sürecinin yeniden tekrarlanma ihtimaline karşı iş gücü piyasalarına esneklik sağlamak tek çare gibi görünüyor”. Bu emekçilere savaş ilanıdır. “Ben” diyor,” işgücünü esnek hale getireceğim, hamurlaştıracağım”. Hamuru yoğurursunuz, dilimlersiniz, parçalara ayırırsınız, kesersiniz ve bir kısmını atarsınız. Küreleşmenin işgücü esnekliği, yarı zamanlı iş anlamına gelir. Artık “işçiler tam zamanlı bir işte sosyal güvenceyle çalışma konusundaki ölümcül saplantılarından vazgeçmelidirler” sermayedarlara göre. Onlara uygun görülen statü içerisinde liberal toplama kamplarında, serbest bölgelerde, bir müddet sonra organize tarım bölgelerinde kendilerine sunulan çerçeve kadar köleliği kabul etmelidirler. “Esnekliğin” adı budur. Hamur gibi yoğurulan bir emek gücü. Buna da tabi, en büyük katkı, iş gücü verimi üzerinden, yani Türkiye’nin sendikalarından geldi. Türkiye’de DİSK’in önerdiği tezler meşhurdur. “Kalite kontrol çemberleri”ni burjuvaziden önce, 90’lı yılların başında “işçi nasıl verimli olur, teknoloji nasıl sınıf yapısını değiştirir” gibi çalışmaları Türkiye’nin gündemine ilk olarak DİSK taşımıştır. İşçiler bu konuda incelendiler. DİSK’in bu konuda bir özür borcu vardır. Sınıftan özür borcu vardır. Burada detaylarına girme olanağım yok ama, TÜSİAD bile “esnek işgücü”ne daha yeni cesaret ederken, öncesinde bu formülasyonlar sendikalardan geldi. TÜSİAD’ın “esnek işgücü” konusunda söyledikleri bir savaş ilanıdır, Türkiye’nin emekçilerine. Ve bu şimdi devrimcilik olarak selamlanıyor. Evet, karşı devrimin çok büyük radikal çıkışlarından biridir. Bunun çok büyük bir cüret olduğu inancındayım ve bu cüret devam ediyor.

“TÜSİAD üyelerinin, %10’un istihdamına karşın, Türkiye’de yaratılan katma değerin %50’sini de gerçekleştirdiklerini” söylüyorlar. Bu ülkenin kaynakları yıllardan beridir kapitalistlere nasıl akıtıldı? Kamu kaynakları akıtıldı. Dedelerimizin kemiklerini neredeyse satılığa çıkardılar ve kapitalistlerin cebine koydular. Ne için? Hani refah ve zenginlik yayılacaktı? Hani iş kapısı yaratılacaktı? İstihdamın %10’u onların. Çünkü sömürü oranlarının yükseltilmesi gerekiyor. Kâr oranının düşüşüne karşı teknoloji ve sabit sermaye üzerinden işçi sınıfının ehlileştirilmesi gerekiyor. Çağımız 20-80 toplumları çağı. Yani toplumun 5/1’i iş sahibi olacak ve geri kalan 5/4’ün işi olmayacak. Bunlar kenara itilecek. Kapitalizm ancak yoksulluk ve işsizlik üretirse sağlıklıdır. Bunak kapitalizmin viagrası işsizlik, felaketler ve yoksulluktur. Yoksulluğun varlığı, kapitalizmin bünyesinin sağlıklı olduğunu göstergesidir. Çünkü kapitalizm yoksulluğu gizli olarak kullanır. 5/1 veya 20-80 toplumları çağındayız. Dünyanın 5/1’inin hiç bir zaman işi olmayacak. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Bu savaş ilanını gündeme getirmeleri önemlidir.

Gene TÜSİAD başkanı söylüyor; “Yaşadıklarımız kalıcı olmayan bir değişim sancısı, atlatacağız” diyor. Çok bilinçli. Değişim sancısından söz ediyor. Değişim sancısının başka bir ayağı, önemli bir gelişme daha, İstanbul’da onlarca proje var, bir tanesini söyleyeceğim; “2 milyar dolara İstanbul’un yüzük taşında pırlantalı beşibiryerde inşa ediyorum” diyor bir iş adamımız. “72000 metrekare yeşil alan ve alışveriş merkezleri” diyor. 2 milyar dolarlık muazzam bir proje. İsteyen yeşile doyacak, isteyen boğaza bakacak ama, bedelini ödemek koşuluyla. Gezdiği ülkeleri söylüyor… Dikkat edin gezdiği ülkelere; ABD, Çin, Malezya, Hong Kong, Singapur, İngiltere ve pek çok Avrupa ülkeleri. Hong Kong ve Singapur’un adının geçtiği bu kent-devletlere özellikle dikkatinizi çekerim. Artık İstanbul, Brezilya’dır. Bir ölüm mangaları eksiktir sadece. Özel güvenlik örgütleri henüz daha sokakta yoksulları vurmuyorlar ama, bu eşitsizlik cangılında, bu eşitsizlik ormanında oraya da gelinecektir. Artık kaleler inşa ediliyor. Yeni bir feodalleşme çağındayız. Artık bir zenginin, kaymak tabakadan bir zenginin, bir yoksulla gün içinde karşılaşma ihtimali yoktur. O kadar yalıtılmış durumdalar ki, kendi kalelerine, sitelerine çekiliyorlar. Özel güvenlik örgütleri var artık. Bunun en can alıcı örnekleri Brezilya’daydı. Çünkü Brezilya’da özel güvenlik örgütlerinin vurma yetkisi vardır. Şehir isyanlarını bastırmaya yönelik olarak kontr-gerilla eğitimi de alıyorlar. Zaten çoğu ordudan gelmedir. Model Brezilya’dır. Kent-devlet olgusunda 5/4’ün çöpsülleşmesi ve kalan 5/1’in yeryüzü cennetini bu kaleler içerisinde yaşaması gerçeği vardır. Böyle bir çağa doğru gidiyoruz. Kent-devlet bu anlamı da içeriyor. Bu tarz siteler İstanbul’da daha çok sayıda kurulacak. Milyarlarca dolara kuruluyor. Buralara uzaktan bakma imkanı bile olamayacak. Onun dışında da pek çok bölümü yeni projelerle, bu kentin insanlarına kapatılacak. Port projeleriyle ve milyarlarca dolarlık projelerle burası artık finans, telekomünikasyon, mali işlemler üsleri, global şehirler olarak hizmet verecek. Biz bir megalopolis çağındayız. Egemen kentler ve egemen kentlerin kılcal damarlarıyla bütünleşmiş başka yerellikler. Bu anlamda Türkiye bir araziye dönüşmüştür. Burası ülke değildir. Burası bir kadastrodur. Türkiye bir arazidir. Alınıp, satılabilir metaya dönüşmüştür. Aynı zamanda ultra sağcı Avrupa Birlikçi projelerin ve onun arka planındaki kapitalist ideolojinin Türkiye’yi getirdiği nokta budur. Bunun adını çağdaş uygarlık olarak koyma cüretini de gösteriyorlar. Karşımızdaki yeniden yapılandırma budur.

Bir ikinci bölüm vaadinde bulunalım. Çünkü notlarımız var. Demin sözünü ettiğimiz Britanya kontr-gerilla belgesinden devam edeceğiz ama, bu arada aynı nitelikte bir başka belgeye giriş yapıp, belki bir kaç ana nokta üzerinde durup bugünkü programımızı tamamlayalım.

“FM3-24 MCWP3-33-5

Aralık 2006

Korgeneral David Petraus

ABD Kara Kuvvetleri

Birleşik Kuvvetler Karargahı Komutanı

Korgeneral James F. Amos

ABD Deniz Piyadeleri Muharebe Geliştirme ve Entegrasyon Komutan Yardımcısı”

Gene bir kontrgerilla belgesi elimizdeki.

“Önsöz: Bu el kitabı doktrin boşluğunu doldurmak üzere tasarlanmıştır. Kara kuvvetleri sadece isyana karşı koyma harekatlarına yönelik olarak en son 20 yıl önce bir Sahra talimnamesi yayınlamıştır. Bu tür bir rehberin zemini, tarihi araştırmalarla olmalıdır. Fakat günümüzdeki deneyimler hakkında da bilgi sahibi olunmalıdır.”

Müthiş. Süreklilik vurgusu ve en son “Sahra Talimnameleri”nin 20 yıl önce çevrildiğini biliyoruz. Bu Sahra talimnameleri Türkçeye de çevrildi ve Türkiye’de kullanıldı. Bunların nasıl kullanıldığını, Türkiye’nin insanları iyi biliyorlar. Bunun detaylarına çok fazla girmeye gerek yok ama, süreklilik vurgusu, aynı zamanda Gladio’nun çelik çekirdeğini ortaya koyan askeri stratejinin mekanizmalarını ve özünü de netleştiriyor. Gladio kendi kendine hemen örgütlenmiş, birleşik komite tarafından karar verilmiş ve gerçekleştirilmiş bir yapılanma değil, bu “Sahra Talimnameleri”yle ete kemiğe bürünüyor. Ne deniliyor?

“Tanımlara göre doktrinler kapsam bakımından geniştir ve dünya çapında geçerli olan esaslar, taktikler, teknikler ve prosedürleri içermektedir.”

Küstah emperyalistler. Kibire bakın; “dünya çapında” diyor. Söz konusu olan doktriner kapsamın menzili dünya. Dünyadan daha aşağısı yok. O dünyanın içerisinde bizler de yer alıyoruz. İnsanlar, emekçiler, yoksullar yer alıyor ve bunların hepsi onlar açısından potansiyel düşman. Ne söylüyorlar?

“İsyanların pek çoğu benzer bir gelişim sürecini takip etmektedir. Bu isyanları başarılı bir şekilde bastırmakta kullanılacak taktikler aynı şekilde pek çok durumda birbirine benzerdir.”

Gladio “Cumhuriyetler Birliği” benim tabirimle veya bu konuda “emperyalist tahakküm hukukunun enternasyonal birliği” veya “seçmeci katliam” doktrinini uygulayan mekanizmaların uluslararası şebekesi. Tariflerden tarif beğenebilirsiniz.

Fakat bu isyanların bastırılmasında kullanılan taktik ve stratejilerin ortaklığının vurgulanması son derece önemli. Dünya dilimlere ayrılıyor, ayrıştırılıyor, bölünüyor, parçalanıyor. Etnik, dini, mezhepsel, her türlü ayrım, globalleşmeyle iç içe geçiyor. Ama diğer yandan, bütün baskı kurumlarının, tahakküm araçlarının, askeri strateji üreten merkezlerin ve onların ortaya koyduğu doktrinel belgelerin ve uygulamaların iç içe geçtiğini de görüyoruz. Biz ayrılırken, biz ufalanırken sürekli olarak bize kimlikçilik yutturmacası yapılırken, bir başka noktada müthiş bir stratejik ve politik güç birikiyor ve bu dünya menzilinde gerçekleştiriliyor.

“İsyana karşı koyma harekâtında askeri olmayan pek çok görevin gerçekleştirilmesi, çeşitli ve karmaşık konular hakkında bilgi sahibi olunmasını gerektirmektedir. Bu konular arasında yönetim, ekonomik kalkınma, kamu yönetimi ve hukukun üstünlüğü yer almaktadır.”

Ayaklanmaları bastırma belgesinin içerisindeki araştırma konuları bunlar. Burada bir toplumu vareden toplumsal yapıların hepsi var. Kamu yönetiminden tutun da, “hukukun üstünlüğü” çerçevesi içerisindeki yapıya kadar…

“Türkiye’de yargı alanı veya başka alan, bu konudaki gelişmeler, ulus ötesi ölçekte gerçekleştirilen bir stratejiden bağımsızdır” deme şansına sahip miyiz? Keşke de sahip olsaydık. Derdik ki; “burada parti çatışmaları var, siyasal sistem tıkanıklıkları var, bu işler bu şekilde yürür”. Ama müdahale alanları var. Tekrar emperyalizmi suçüstü tutanaklarıyla birlikte yakalıyoruz. Müdahalenin yönetimini, ekonomik kalkınmayı, kamu yönetimini, “hukukun üstünlüğü”nü kapsadığını görüyoruz. Eskiden bunları gizlerlerdi. Emperyalizm kavramlarını gizlerlerdi. Şimdi gizlemiyorlar. “Bütün bu alanlarda varız, bütün bu alanların düzenlenmesi için çaba sarfediyoruz ve bu bizim karmaşık isyan bastırma görevlerimizin bir parçasıdır” diyorlar.

“İsyan, kurulu bir hükümeti yıkıcılık ve silahlı çatışma yoluyla devirmeyi amaçlayan organize bir harekettir. İsyana karşı koymak, isyanı bastırmak amacıyla hükümet tarafından gerçekleştirilen askeri, para-militer, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sivil faaliyetlerdir.”

Geriye ne kaldı? Burada söz konusu olan hükümet. Partiler hükümeti değil. Söz konusu olan egemenlik sistemini temsil eden temel devlet mekanizmalarıdır. “Yıkıcılık” denildiği zaman kastedilen Gandhi türü eylemleri de içine alan gösteriler. Bunu önümüzdeki söyleşimizde net olarak ortaya koyacağız. Bu metinde Gandhi’nin eylemlerini de inceliyor ve yıkıcılığa örnek olarak veriliyor. İnsanların sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşları, üstelik de bunu şiddet kullanmadan yapmaları bile yıkıcılık. Bir yürüyüş yıkıcılık. Web sitelerini kullanmak yıkıcılık. Bizim şu söyleşiyi yapmamız bile yıkıcılık. Yıkıcılığın tarifi o kadar geniş ki, yıkıcılık olmayan hangisidir diye sorasınız geliyor. Birileri de bize serbestleşmeden, demokratikleşmeden dem vuruyorlar.

Yiğit Tuncay:  İnsan hakları.

Suat Parlar: Söz konusu olan Atina Demokrasisi, zenginler demokrasisi, plüto demokrasisi, servet demokrasisidir. Biz orada yokuz ve biz Atina’nın köleleriyiz. Biz 20-80 toplumlarındaki 5/4’leriz. Diğer 5/1’lik kesim kuzeyde ve batı ülkelerinde dünya nüfusunun %14’ünü temsil eden -ki bunun üst tabakası önemli, orada da sınıf ayırımları var- dünya gelirinin %86’sını alıyor. Şu anda 3 dolar milyarderinin serveti aşağı sahra ağırlıklı olmak üzere 48 ülkenin gayrı safi milli hâsılasına eşit. Böyle değerlendirildiğinde bu dünyada isyan çıkmasından daha doğal, daha insani ne var? Bu dünyada isyan çıkmamasının sorgulanması lazım. Bu dünyada isyan çıkmıyor ise biz zaten insan değiliz, insanlık dışına itilmişiz, alt insan olmuşuz demektir. Bu düzene yönelik girişimler ne olarak değerlendiriliyor? Yıkıcılık ve burada bir doktrin geliştiriliyor. Deniliyor ki; “biz buna karşı koyacağız”. Nasıl karşı koyacaklar? “Askeri araçlar, para-militer, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sivil faaliyetlerle”. Bu sivil faaliyetler içersinde “Pentagon solu” değil, sistemle bütünleşmiş ve aslında askeri stratejinin parçası olan, sonuna kadar askeri-sivil toplum kuruluşları değil, istihbarat faaliyetleri değil, dini liderlerin çalışmaları değildir. Ki sonsuz zenginlikte bir liste çıkarmak da mümkündür.

Egemenliğin verdiği iktidarın kullanımı anlamına geliyor. Hem kaynaklar, hem hedefler, hem stratejiler anlamında. Sormak gerekiyor; nedir para-militer faaliyetler? Bu ülkede para-militer faaliyetlerin ne olduğunu biz 60’lardan ve 70’lerden iyi biliyoruz. Kimse gündemde olmadığını söyleyemez. Bu sefer benim tespitim şudur; 5-10 sene içersinde Türkiye’de bir ölüm mangaları demokrasisi kurulacaktır. Türkiye’de dişinden tırnağına kadar silahlandırılmış özel güvenlik örgütleri -ki bugün sayıları 400 bini bulan eleman potansiyeliyle-  ön plana çıkıyor. Bu milyar dolarlık sitelerin etraflarında örülen çitlerle finans oligarşisinin yeni prensliklerinin kale bekçileri durumunda olacaklardır. Kimse o kalelerin içerisine giremeyecek. Kentlerin kendisi de zaten birer görünmeyen kaleyle sarılacak. Kimseden vize sormayacak ama, yoksulluk en büyük damga haline gelecek. Zaten bir yoksulun tanınırlığı, bir yoksulun işaretlenmiş olması bunu sağlayacak. Kimlikçilik, aynı zamanda yoksulların etiketlenmesinin yeni adıdır. Kimlikçilik, engizisyonun damgalı insanının iş gücünün hiyerarşik çerçeve içerisinde etnik, ırki -kültürel anlamda ırki- özelliklere bağlanmasının yeni adıdır. Bu da “özgürlük” diye yutturuluyor insanlara. Açıkçası öyle bir hale geliyor ki iş, kendilerine bir ilericilik çerçevesi içerisinde yeni süsler takılıp, özellikle kitlelerde meşruiyet kazanmak veya sol içerisinde dolaşmak için geçmişin hesaplaşmalarından da yararlanıyorlar. Mesela Maraş katliamı “linç kültürü”ne bağlanabiliyor. Türkiye’de, değil dünyada en organize kitle kıyımlarından birini kültürle açıklamaya çalışanlar ve bu cüreti gösterenler var. O cüreti saygıyla karşılıyorum, o cüretin eleştiriden muaf olmasını anlayamıyorum. O cürete yanıt verilmemesini anlayamıyorum.

Yiğit Tuncay: “Linç kültürü” diye tarif edilmesi, suçun merkezine halkı koymaktır.

Suat Parlar: Halkı da koymak ve bu görmezden de gelmektir. Ne kadar önemli, deniliyor ki; “isyanı bastırmak amacıyla hükümet tarafından gerçekleştirilen askeri, para-militer, siyasi, ekonomik, psikolojik ve sivil faaliyetlerdir.” Burada söz konusu olan sadece görünür hükümet de değil. Demin söyledim ben, olağan ve olağanüstü ayrımı saçmadır. Demirel açıklamıştır; ‘devlet kimi zaman rutin dışına çıkar’ demiştir. O “kimi” zamanının bir sınırı yok. Sınırı olmadığını da en güzel kendi söylemiştir. Maraş katliamından sonra demiştir ki; “sağcılar bana cinayet işliyor dedirtemezsiniz”. O meşhur lafı o zaman etmiştir. “Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldur”. Kimse bunu ona sormuyor. Para-militerlik olgusu üzerinde durulması gerkiyor, linç kültürü değil. Maraş’ta kontr-gerillanın, para-militer birlikleri vardır. Avcı birlikleri vardır. Bunların artık görülmesi lazım. 16 Mart’ta da bunlar vardı.

Biraz da psikolojik unsur üzerinde duralım. Psikolojik savaş, akademik dünya, medya üzerinden yürütülen bir savaştır. Onların onayı gerekir. Onların ünvanlarından, etiketlerinden yararlanılır. O etiketler, ünvanlar bunun için onlara verilir. Bir tek örnek vereceğim; 16 Mart katliamı, İstanbul Üniversitesi öğrencileri üzerinde uygulandı. İstanbul Üniversitesi’nin öğrencileri öldürüldü. Bugüne kadar İstanbul Üniversitesi bu davalara müdahil olmak için en ufak bir çabada bulunmadı. Bunu kınamadı bile. O bomba üniversiteye atıldı. Global omertanın sessiz suç ortaklığının göstergesi değil midir bu? Bu psikolojik savaş, sessiz komplolar üzerinden yürüyor aynı zamanda. “Hukukun üstünlüğü” vurgusu yapan silahlı bürokrasinin üst kademeleri, aynı zamanda çok görkemli laflar eder görünürken, geri planda sessiz komplonun bir parçası olmuyorlar mı?

Türkiye’de bu örnekleri fazlasıyla görmek mümkün. Her türden psikolojik boyut üzerine örnekler çıkarmak mümkün. Bunun için kimsenin kimseye görev vermesine de gerek yok. Kâr değirmenlerine dayalı sistem, özel mülkiyetçi sistem, zaten bu ideolojiyi salgılıyor, bu mekanizmaları kuruyor. Ama o ideolojinin hangi aygıtlara bağlandığını ve nasıl bir sınıf savaşı stratejisiyle yürütüldüğünü buralardan görüyoruz.

“Ayrıca isyan ve isyana karşı koyma gayri nizami harp olarak bilinen geniş bir çatışma kategorisi içine dahil edilmektedir. İsyancılar mevcut otoriteyi devirmek için ellerindeki tüm araçları kullanmaktadırlar. Siyasi bilgi niteliğinde dini, etnik, ideolojik eğilimler de dahil askeri ve ekonomik karşı isyancılar kurulu, hükümeti idame ettirmek bir başka krizin ortaya çıkma ihtimalini azaltmak amacıyla ulusal gücün tüm unsurlarını kullanmaktadır.”

İsyancılar mevcut otoriteyi devirmek için ne yapıyorlar? “Tüm araçları” diyor. Sayıyor o araçları; siyasi araçlardan, bilgi niteliğinde araçlardan söz ediyor. “Bilgi de bile tekelimiz var” diyor. “Sen o bilgiyi bu sistemi sarsmakta kullanamazsın” diyor. “Bunu ben engellerim” diyor. Bu çok önemli. Bu engizisyonun doğasında bulunan beşeri köpüğün fışkırmasıdır. O zaman başa dönersek, bu bir burjuva düzeni olduğuna göre -Flaubert’e elbette hak vereceğiz- “erdemin birinci ilkesi Burjuvalardan nefret etmektir” tabi. Çünkü bilgiyi bile yasaklıyorlar, “kullanamazsın” diyorlar.

Dini, etnik, ideolojik eğilimler de dahil” diyorlar. Ben buna askeri ve ekonomik olanı da ekliyorum. Dini derken neyi kastediyor? İran’da bu çağın en büyük sosyal devrimlerinden biri yaşandı ve şahı devirdiler. Alın size din. Hamas dinine, Lübnan Hizbullah’ı dinine, Irak’ta direniş motiflerinin müslüman renk taşımasına karşılık olarak “şiddetle bunun ezilmesi gerekir” diyor ve bunu savunuyorlar. “Etnik” dediği zaman kastettiği, kendisiyle çatışma halinde olan yoksul köylülüğe veya kent proletaryasına dayalı hareketler. Mesela ulusal kurtuluş niteliği taşıyan hareketler. Filistin hareketi bunların başındadır. Filistin hurtuluş hareketlerinin marksist cephe örgütleri baştadır. Kürt hareketi içerisinde de  bu tip oluşumlardan söz etmek mümkündür ama, öyle bir eğilimin orada henüz daha kaybolmadığını, onun ortadan kaldırılması için bir Kürt neo-liberal cephesinin, Kürt burjuvazisiyle dayanışma içerisinde olması noktasında çaba sarfedildiğini gözden kaçırmamak lazım.

“İdeolojik eğilimler” denildiği zaman bu “ideolojik eğilimler” zaten ilan ediliyor. Che Guavera, emekçiler, geleneksel küresel pazara karşı çıkanlar hala düşmanlarıdır onların. Bizler serbest pazar tek tanrıcılığına karşı duruyoruz.  Dolayısıyla şunu sormak gerekiyor; Kim isyancı değil? Kim bu sermaye diktatörlüğü otoritesine karşı değil? Neredeyse insanlığın 5/4’ü potansiyel “isyancı” onların tabiriyle. Ama kendi iç metinlerine baktığınız zaman, o bir yerlere koydukları “terör” değerlendirmesini bulamıyoruz. Bu kadar aptal değiller tabi. Ne yapacaklar, bir tekniği mi düşman ilan edecekler? Terör bir tekniktir. Bir taktik bile değil. Bir teknik düşman ilan edilebilir mi? Emperyalizm bu kadar aptal olabilir mi? Kapitalistler bu kadar aptal olabilir mi? Ayrıca da bunun bir değeri olur mu? Dünyanın bütün silah fabrikaları, tüm mayın fabrikaları, uçak fabrikaları, işkence aleti üreten fabrikaları, demir parmaklık üreten fabrikaları, top, tank üreten fabrikaları sizdeyken, “terörist” dediğiniz insanlar kim oluyor? Bir dönem İsrailliler, Filistin’e giden 50 tonluk bir mühimmat yakalamışlardı. Bütün dünyaya yayın yaptılar; “teröristlerin malzemelerine el koyduk” diye. 50 ton mühimmat. Dünyanın en büyük cephaneliklerinden biri İsrail’dir. Helikopterler, tanklar, toplar, imha silahlarının her türlüsü. Düşünebiliyor musun? Kim terörist? Bu sorunun artık daha gür bir sesle sorulması gerekiyor. Bu metinlerin, açıkçası dünyanın gerçek teröristlerini sorgulamak konusunda da bize değerli imkânlar sunduğu inancını taşıyorum ben. Ama ülkemiz açısından bakıldığında, tabi şöyle bir dönemeçteyiz; giderek Avrupa’nın, Meksika’sı haline geliyoruz. Lümpen ulusa dönüşüyoruz. Kürtleri de buna dahil ediyorum. “Ulus” derken bütün zahmetkeşleri, ezilenleri kastediyorum. Kozmopolit olanların zaten ulusu yoktur. Kompradorun niye ulusu olsun? Hiçbir ulusa tabi değil onlar; “başka tanrının çocukları”. Onlar yeni kıtanın görünmeyen sınırlarının çocukları. Onlar fiziki hareket serbestisi kısıtlanmamış, pasaportu cebinde ve bugün Bangkong’da yarın Paris’te olma imkanına sahip bulunanlar. Biz, bu tarihsel mekânlarda yaşamak zorunda olanlarız. Bize dayatılan da son dönemde “lümpen sol” olmaktır. Yani Avrupa’nın, Meksika’sı olmaktır.

Ne yazık ki, tekrar başa dönersek, Türkiye’de ulus-devleti bir dönem savunanların gözdesi olan bir silahlı bürokrasi liderinin Avrupa Birliği konusunda söylemini okuduk. Komprador burjuvazi yurtsever olamaz. Onunla ortak hareket eden ve giderek komprador burjuvazinin taşeronu olarak ulus ötesi şirketlere bağlanan yerel burjuvazinin unsurları da yurtsever olamaz. Bu ülkenin zahmetkeşleridir yurtsever olanlar. Bu noktada onlara itaat eden, onların mülkiyet rejimiyle bütünleşen bürokrasinin üst katmanları da yurtsever olamaz. Buna silahlı bürokrasinin üst katmanları ve diğerleri de dahil. Dolayısıyla onların yer yer direnişmiş gibi görünen bir takım karşı çıkışlarının da iyi algılanması gerekiyor. Bu karşı çıkışlar, Türkiye, Meksika olmasın, kent-devlet çerçevesi içerisinde yeni liberal toplama kampları kurulmasın karşı çıkışları değil. Bizim şanlı ve muzaffer konumumuz yeniden tarif edilsin karşı çıkışıdır. Bunun için belli pazarlıklar da yaptılar tabi. Kimisi kendisini bir anda itibarlı düşüncenin, Avrasyacılığın savunucusu olarak ön plana çıkardı. Kimileri de daha farklı şeyler yaptılar. Fakat yaldızlar çok çabuk döküldü. Çünkü nihayetinde mahkeme önlerinde bir dönem kendileriyle beraber çalışmış insanlara sahip çıkma, onları en azından benimsediğini gösterme moralini ortaya koyamadılar. Bu önemlidir.

Türkiye’de devrimcilere pek çok kusur bulunabilir de, bir özellikleri vardır: Devrimciler, mahkeme kapılarında da, cezaevi önerlinde de, içeride bulunan arkadaşlarının her zaman yanında olmuşlardır, her zaman yüreklerini paylaşmışlardır, bunun için dayak da yemişlerdir. Bunun bedelini yeri gelmiştir en ağır şekilde ödemişlerdir. Türkiye’de belki de en sağlıklı olduğumuz unsurlardan biridir bu. Çok güçlü, çok soluklu bir cezaevi direniş hattının halen daha varlığını, canlılığını sürdürüyor olması çok önemlidir.

Ama ne yazık ki, tekelci sermayenin medyası oraya da el atmış vaziyette. “Sol masalar” kurulurken, özellikle bu süreçten geçmiş olanları kendi meşruluklarını pekiştirme adına getirip bir yerlere yerleştiriyorlar ve söylemek istediklerini onlar vasıtasıyla söyletiyorlar. Bu inanç yağmasına da asla müsaade etmemek gerekiyor. Buna devam edeceğiz.

Yiğit Tuncay:  Evet Suat, “karşı ayaklanma” doktrininin belgeleri, metinleri bayağı yoğun burada. Herhalde bunu ikinci bölümde tekrar ele alacağız. Ne zaman yapalım bunu?

Suat Parlar: En kısa sürede tabi ki. En kısa sürede bunu yapacağız ve bunu takiben krom-politik.

Yiğit Tuncay: Evet krom-politik gelecek arkasından

Suat Parlar: Ortadoğu’nun kesik damarları.

Yiğit Tuncay: Ondan sonra 12 Eylül.

Suat Parlar: Askeri darbeler, 12 Eylül, ordunun yeni kurumlaşması üzerinde durmak gerekiyor. Devam edeceğiz.

Yiğit Tuncay: Teşekkür ediyoruz. En kısa sürede görüşmek üzere.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.

Yiğit Tuncay: En kısa sürede görüşmek üzere…


 Deşifre Eden: Hazal Kelleci


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın