Jöntürkler ve Jönkürtler – Suat Parlar

Jöntürkler ve Jönkürtler – Suat Parlar


Şah İsmail Çaldıran yenilgisinden sonra Batı’yla Osmanlı’ya karşı bir ittifak oluşturmak amacıyla yoğun diplomatik görüşmeler yürüttü. Rodos’ta üslenen St. John şövalyeleriyle irtibata geçen Şah, onlardan Hospitaliers Tarikatı’nın elinde bulunan Sultan Cem’in oğlu ve Yavuz Selim’in kuzeni olan şehzadenin kendisine teslimini istedi. Şah İsmail, Portekiz Kralı, Macaristan, Çek Kralları ve Habsburg İmparatoru nezdinde girişimlerde bulundu. İsmail bu faaliyetleri sırasında Lübnan dağlarında bulunan Marunilerden de yardım istedi. Ancak Batı, Osmanlı zaferi ile sarsılan Safevilere yardım etmeye istekli olmadı. Osmanlı İmparatorluğu, doğuda yerleşmeden batıya açılımın güvenli bir biçimde gerçekleşmeyeceğini bir kez daha kavradı. Tüm yıkıcı askeri fetihler ve iç tehditler doğudan geliyordu. Osmanlı doğuyu tutamıyordu. Yavuz Selim bu gidişi bir süre durdurdu. Torosların eteklerinden güneyde Yukarı Fırat’a, Suriye’ye, Hicaz ve Mısır’a kadar hâkimiyet alanını genişletti. Yavuz Selim Ortadoğu üzerinde yoğunlaştı. Sultan Süleyman ise yüzünü yine Avrupa’ya çevirdi.

Yavuz Selim, Doğu’ya yerleşme siyasetinde Kürtlerle anlaşmaya öncelik tanıdı. Akkoyunlular tarafından baskı altında tutulan Kürtler, başlangıçta Şah İsmail’e taraftar oldular. Ancak Şah’ın siyaseti Kürtleri ezdi. Kendisini kutlamaya gelen on bir Kürt ileri gelenini hapse attıran Şah İsmail onların yerine kendi adamlarını atadı. Şah Şii Türkmenler dışında kimseye güven duymuyordu. Bu arada Kürtlerin Sünni olması da onun açısından sorundu. Tıpkı Akkoyunlular gibi Kürtlere yönelik tasfiyeci bir siyaset izleyen Şah’a karşı Kürtler Osmanlı’ya döndüler. Osmanlı-İran mücadelesi Şii-Sünni örtüsü altında yürütüldü ve tüm bölge halklarını sürükledi. Kürtler ve Ermeniler varolma endişesiyle kendi aralarında taraflara bölünüp birbirlerini tükettiler. Osmanlı-İran savaş atmosferinden yararlanan Kürtler, silahlanarak Safevi güçlerini kendi bölgelerinden kovdular. Bu durum Osmanlı’nın askeri başarısına uygun ortam yaratan koşullardan biriydi. Böylece Musul-Kerkük, Hısn-ı Keyfa, Eğil, Sasun, Palu, Siirt, Meyafirikin Kürt beylikleri bağımsızlıklarını korudular.

Diğer yandan yirmiye yakın Kürt beyi de Safevilerle ittifaklarını sürdürdüler. Bitlisli Kürt Hakim İdris ise Osmanlı Politikasını destekleyenlerin başında geliyordu. İdris söz konusu yirmi Kürt aşiret reisini Osmanlı’ya bağlanma konusunda ikna etti ve Şah İsmail’le olan ittifaklarını çözdü. Çaldıran Savaşı’ndan önce Kürt beyleri ile Osmanlı arasında kararlaştırılan anlaşma zaferle birlikte kesinleşti.

Sultan Selim Kürt beyliklerinin özerkliklerini tanıdı ve bunu fermanlarla onayladı. Yavuz Selim’in Kürt beylikleri ile yaptığı anlaşmaya göre: Kürtler Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak onların komşu ülkelerle yapacakları savaşlara katılmaya zorunluydular. Anlaşma gereğince beylikler bağımsızlıklarını koruyacaklardır. Kürt Emirliklerinde yönetim babadan oğula geçecek veya eskiden beri devam eden geleneklere göre Emir seçilecek ve Padişah fermanıyla Emir’in yetkisi kabul edilecektir. Osmanlılar Kürt beyliklerini tüm dış saldırılara karşı koruyacaklardır.

Sultan Selim ile anlaşmanın metni Hakim İdris tarafından yazıldı. İdris bu anlaşma metnini Kürt beyliklerine ayrı ayrı imzalatarak Sultan’ın onayına sundu. Anlaşma gereğince Diyarbakır 19 sancağa bölündü. Bunların 11’i doğrudan Osmanlı’ya bağlandı, 8’i ise Kürt beyliklerine bırakıldı. Palu, Eğil, Hazro, Cezire yarı bağımsız idareler ve babadan oğula geçen beylikler olarak ilan edildi. 1514’ten, 1627’ye kadar uzanan zaman çizgisinde Malatya’dan Hâkkari’ye, Urfa’dan Beyazıt’a kadar yayılan yörelerdeki önemli beyliklere yukarıdakine benzer haklar tanındı.

Sultan Selim’in siyaseti, Kürt beyliklerini Osmanlı ittifakına dahil ederek İran karşısında sağlam bir duvar örmek, Türkmen unsurlarını kuşatmaktı. Türkmen sorunu tüm karmaşık sınıfsal, askeri, dini, sosyal çelişkileri ile birikimli etkisini sürdürdü. Selçuklu, Osmanlı çizgisinde devlet bu sorunu şiddetle baskı altında tutma stratejisi izledi. Türkmen oymaklarının Safevi Devleti ile birlikte hareket etmesi karşısında, Osmanlı da Kürt feodallerine dayanma yolunu seçti. 1514-1638 yılları arasında küçük aralıklarla devam eden Osmanlı-İran savaşlarında, Sünni Kürtler Maku’dan, Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız bir kaleler zinciri oluşturdular. Kürtler bu savaşlarda Osmanlı ordularıyla birlikte savaştılar.

Ancak feodal parçalanmışlıkları iyice pekişti. İran’da yaşayan Kürtlerle, Osmanlı topraklarındakiler arasına sınırlar girdi. Doğu’da düzenini yerleştirmeden Batıda genişlemesi tehlikeye giren Osmanlı, Kürt feodalleşmesini kabullendi. İran ise buna Karabağ’da karşılık verdi. Karabağ Ermenilerine İran’ın tanıdığı özerklik, Osmanlı saldırılarına karşı bir set işlevi görüyordu. Diğer yandan bu Ermeni özerkliği gelecek yüzyıllardaki Ermeni siyasi hareketlerinin temel ocağını teşkil etti. Karabağ Ermeni Melikleri Şah Abbas’tan 1603’te Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılmalarını istediler. Bunun üzerine Doğu Ermenistan’ın Karabağ bölgesini Osmanlı’ya karşı bir duvar halinde bırakmak amacıyla buranın idaresi Şah Abbas tarafından Kürt feodallerine verildi. Bu politika Osmanlı Padişahlarının İran’a karşı Kürt beyliklerine dayanması siyasetiyle aynıydı. Sonuçta Karabağ, beş melikliğe bölündü ve bağımsız ilan edildi. Osmanlı-İran çelişkisi, Ermeniler ve Kürtleri stratejik varlıklar haline getirdi. Bu iki güçlü devletin aralarındaki savaşlar, Kürt ve Ermeni feodallerinin toplumsal-ekonomik ilişkiler alanında hâkimiyetlerini güçlendirdi. Bölgede oluşan ittifak ilişkileri kalıcı etkiler yarattı. Ermeni feodalleri İran ile ve Sünni Kürt feodalleri ise Osmanlı ile müttefik oldular. Bu arada Kürt parçalanması iyice perçinlendi. Büyük bir güçle sahnede olan Kürtler, İran ve Osmanlı yanlısı olarak bölünen feodal egemenlerini izlediler. Sünni-Şii ayrımı bu konuda görünür ölçüttü. 16. yüzyılda İran ve Osmanlı İmparatorlukları ile çıkarları temelinde bütünleşen Kürt egemenleri, sultanlık düzeyinde devlet sistemlerinden iyice uzaklaşmışlardı. Siyasi örgütlenmeleri, merkezsiz, ikinci derecede önem taşıyan ve bir büyük güce dayanmayı varlığının güvencesi sayan beylikler biçimindedir. Bu yapılar ayrıca kendi içinde bölümlere ayrılıyordu.

Anadolu Türkmenlerinin Şii bayrağıyla isyanı ve aslında Safevilerin askeri gövdesini oluşturmasını, şu formülasyon çerçevesinde değerlendirmek doğru olur: “Dini bir kisve altında siyasal protesto, gelişmelerinin belli bir derecesinde bütün halklara özgü bir olaydır.” Türkmenlerin Şah’a verdiği destek bu “siyasal protesto” mantığı ile kavranabilir. Osmanlı devşirme, kozmopolit merkezi egemenliği açısından bu sorunun şiddet dışında çözümü yoktur. Özellikle Beyazıt II.’nin son saltanat yıllarında patlayan Safevi şeyhlerinden Şah Kulu İsyanı tüm Anadolu’yu sarstı. Şah Kulu’nu izleyenler, “hükümetten memnun olmayan köylüler, aşiretler, çiftlikleri ellerinden alınan tımar erleri, sipahilerdi.” Osmanlı egemenlik ideolojisi, yoksul halk hareketlerini korkunç bir barbarlık olarak tasvir eder. Oysa halk yığınlarının “korkunçlukları” yoksulluklarından ileri geliyordu. Osmanlı kaynakları askerlerin dışındaki Şah Kulu yandaşlarını şöyle anlatır: Görünüşleri korkunçtu. Paçavra çıkınına benzeyen elbiseleri, bağırış ve çağırışları, uzun bıyık ve sakalları, kırmızı saçlarıyla geçtikleri yerler ahalisine dehşet saçıyorlardı. Böylece işe başlayan Şah Kulu, Antalya’dan Sivas’a kadar önüne gelen kuvvetleri silip süpürdü, ortalığı yakıp yıktı.”(1) Anadolu’da Alevi-Türkmen hareketiyle başlayan ve sonuçları itibariyle uzun yıllar sürecek Osmanlı-İran savaşlarına, Kürt feodallerinin güçlenmesine, Ermeni özerkliğinin ulusal çizgiye varacak biçimde gelişmesine neden olan olguların temelinde Fatih’in müsadereleri ile II. Beyazıt’in bunu düzeltmeye çalışırken başvurduğu isabetsiz yöntemler vardır. Bazı tekrarları göze alarak II. Mehmet döneminde hâkim eğilim tımar sisteminin mülk ve vakıf araziler aleyhine gelişmesi ve büyük dirliklerin devşirme aristokrasisine verilmesi yönünde oldu. Bu arada İstanbul’a sadece Müslümanlar değil Trabzon’dan Rumlar, Selanik’ten Yahudiler, Ermeniler iskân edildiler. Osmanlı Devleti’nde Fatih zamanında dini esaslara dayalı “milletler” sorununun ilk mayalanmaları başladı. Fatih, Roma Kilisesi ile çatışma halinde olan Gennadius’u Rum Ortodoks Kilisesi’nin Patriği yaparak geniş yetkilerle donattı. Tüm Ortodoks Balkan halkları üzerinde geçerli olan yetkiler medeni hukuk ve ceza hukuku alanındaydı. Burjuva devrimleri döneminde Rum ulusal bilincinin tohumları Fener Patrikhanesinde atıldı. Fatih aynı siyaseti Ermeniler ve Yahudiler için de uyguladı. Ermeni Kilisesi’nin başına Fatih’in Bursa’dan getirdiği Patrik atandı. Ermeni Kilisesi de, Ermeni tarihçi Pastırmacıyan’ın vurguladığı gibi “yüzyıllar boyunca ulusal duygunun devamını” sağladı. Fatih, Yahudi din adamları arasından seçtiği Moşe Kapsalı Hahambaşı olarak atadı. Moşe Kapsalı, İstanbul’un Balat mahallesinde oturan dindaşları ve diğer Yahudiler üzerinde vergileri cemaat arasında paylaştırmak da dahil büyük yetkiler elde etti.

Fatih döneminde, Babinger’in yazdığına göre Osmanlı İmparatorluğu, “dindaşlarının Batı Avıupa’daki acıklı durumlarına nispetle gerçek bir cennettir.” (Öncesinde de, Şeyh Bedreddin gibi dünyevi iktidar mücadelesinde büyük bir hareket başlatmış bir ismin en yakınları arasında Yahudiler bulunuyordu. Kendilerini Osmanlı iktidar mücadelesinin tarafı olarak görecek düzeyde siyasi mücadelenin içinde olmaları önemlidir. Şeyh’in yanında önemli bir rol oynamış bulunan Torlak Kemal Yahudi asıllı olup asıl adı Samuel idi. Kemal-Samuel Manisalıydı ve o dönem bu bölgede büyük bir Yahudi topluluğu bulunuyordu. Bedreddin ayaklanmasında, Manisa yöresindeki “kalabalık Yahudi cemaatinden” çok sayıda kişi Torlak Kemal-Samuel’le birlikte hareket ettiler.) Bizans döneminde İstanbul’da özellikle Galata’da bulunan Yahudilerin sayısı İstanbul fethi sonrasında artar. Fetihten sonra çeşitli yerlerde yaşayan Yahudiler İstanbul’a getirilerek yerleştirilir. Kritovulos, Fatih’in birçok Yahudi’yi İstanbul’a yerleştirdiğine dikkat çeker(2). Fatih, Hahambaşı’na Rum Patriği’nden de üstün bir mevki tanır. Yahudiler, istedikleri gibi ticaret yapıyorlardı, Avrupa’dakinden çok daha az vergi ödüyorlardı, servetlerinin üçte birini de Batı’da olduğu gibi sultana vermek zorunda değillerdi. Bu yüzden Almanya’daki dindaşlarını da Osmanlı Devleti’ne çağırdılar ve yığınlar halinde Avrupa’dan Osmanlı’ya Yahudi göçü yaşandı.

 Osmanlı’nın Pan Kürdizm Politikası

1865-1875 yılları arasında İstanbul’da sayısız kredi kurumu kuruldu; bunların sadece Osmanlı Devleti’ne borç vermek amacıyla kuruldukları biliniyor; çünkü 1875’de faiz ödemeleri durdurulup, kâr fırsatları ortadan kalkınca çoğu da işten çekildi. Artık Avrupa emperyalizminin genel çıkarlarını koruyan Düyun-u Umumiye devredeydi. 1 Mart 1912 itibarıyla kurumda 8931 memur istihdam ediliyordu. Aynı dönemde Osmanlı Maliye Nezareti’nde ise 5472 memur çalışıyordu. Paruus Efendi kurumun devlet içinde devlet niteliğini şu çarpıcı gözlemle ortaya koyar:

Sözü geçen yönetim her ne denli memurlarını seçme ve azletme konularında bağımsızsa da, hükümete bu konuda yetki verilmemişse de, Düyun-u Umumiye memurları devlet memuru niteliği taşımakta ve devletten emekli maaşı alma hakkına sahip bulunmaktadır. Üstelik kuruluşta çalışan yabancılara bile yine devlet hesabına emekli maaşı verilebilmesi için ayrıca bir sandık kurulmuştur. Görülmemiş, rastlanmamış bir iştir bu. Devlete karşı hiçbir sorumluluğu bulunmayan, özel bir şirkete hizmet eden ve bu şirket çıkarlarını devlete karşı savunma durumunda olanlar, emekli olunca devletten maaş alıyorlar(3).

Uluslararası mali sömürge durumuna düşürülen Osmanlı imparatorluğu alacaklı ülkelere görülmemiş hak ve ayrıcalıklar sağlıyordu. Boşalmış hazineyi doldurmak amacıyla, vergiler alabildiğine artırıldı. Bu durum Kürt bölgelerinde ekonomik koşulları iyice çıkmaza soktu. Oranı belirsiz vergiler Kürt köylüleri mahvediyordu. “Tamamen mahvolmuş köylülerin çoğu ya Kürt derebeyleri, han ve beylerinin yanında ırgat oluyor, ya da ekmek parası kazanmak için büyük şehirlere gidiyorlardı. Doğup büyüdükleri köyleri terk ederken aylar hatta yıllar boyu yabancı diyarlarda derbeder oluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan pek çok Kürt, ülkelerini terk ederek, Tiflis, Bakü ve başka şehirlere gidiyorlardı(4). Örneğin, Tiflis’e Muş bölgesinden çok sayıda Kürt köylüsü göç ediyordu. Abdülhamit yönetimi de durumu değiştirmedi. Öyle ki, Diyarbakır’da bulunan Rus Konsolos yardımcısı İstanbul’daki Büyükelçiliğe gönderdiği raporda “resmi idarenin tamamen çökmüş olduğunu” bildiriyordu. Bu çöküşü hızlandıran unsur ise “hiçbir öğrenim görmemiş, idareci olarak tecrübeden yoksun, ayrıca açıkça rüşvetçi” olan Vali İzzet Paşa’nın yönetimiydi. Vali’nin uygulamaları alt makamlarda bulunanların daha büyük suistimal ve cürümler işlemelerinin önünü açıyordu. Askeri birlikler disiplinsizdi. Halkın doğrudan soyulması sistemli bir hal alıyordu. 1879 Nisanı’nda Diyarbakır bölgesindeki halk, askerlerin ve düzensiz birliklerin keyfi muameleleri üzerine şikâyette bulundu. Ordu içindeki zayıf disiplin büyük ölçüde kışla ve teçhizat yokluğu ve maaşların düzenli olarak ödenmemesinden kaynaklanıyordu.

Doğu bölgesindeki valiler, sık sık İstanbul’dan şu ya da bu ihtiyaçlar için saraya derhal belli miktar para teslim edilmesini isteyen yıldırım telgraflar gönderiyorlardı. Örneğin, Erzurum bölgesinin her tarafını açlığın sarmış olduğu 1880 yılında, Vali, saraya 15 bin Türk lirası isteyen bir telgraf gönderiyordu. Benzer bir telgraf da Trabzon’dan gönderilmişti Hazinenin boş olmasından dolayı jandarma ve polisler uzun süre maaşlarını alamıyorlardı (devlet sık sık kendi memurlarına para yerine, memurların daha sonra tüccar ve tefecilere düşük fiyatla sattıkları poliçeler veriyordu). Onlar, kadıların satın alındıklarını iyi bildiklerinden hırsız ve soyguncuların yakalanmaları için hemen hemen hiç çaba sarf etmiyorlardı(5).

Nüfusun içinde bulunduğu ağır mali durum ve büyük hoşnutsuzluk koşullarında, Batı’nın dayatmasıyla Doğu da “reform” beklentileri yaygınlaşıyordu. 1879’da Harput’a, 1880’de Diyarbakır’a teftiş heyetleri gönderiliyordu. Diyarbakır’a gönderilen ekipte İngiliz diplomatlar da bulunuyordu. İngilizler, kendi stratejik çıkarları doğrultusunda öneriler gündeme getiriyorlardı. 1880’de İngilizlerin Kürt politikalarına uygun olarak Yüzbaşı Norton Muş üzerinden Bitlis’e ulaşıyor, Erzurum’da bulunan Albay Kup ise bölgenin jandarma müfettişliğine atanıyordu. 1879-1880’de Doğu kıtlığın pençesindeydi. 1880 yılı Mart ayında, İstanbul’dan Times gazetesine geçilen bir haberde, “Diyarbakır ve Musul’daki durum oldukça acıdır, Musul bölgesinin nüfusu geçim kaynaklarından tamamen yoksundur” deniliyordu. Kuraklık ekmek fiyatlarını görülmedik boyutlarda arttırıyor, yerel yöneticiler ise durumdan yararlanarak halkı soyuyorlardı. Örneğin, Van’da depolarda bulunan binlerce kilo buğdayın ahaliye borçla satılması için verilen dilekçeleri Hasan Paşa reddediyordu. O, büyük rüşvetler karşılığında buğdayı tefeci ve vurgunculara satıyordu. Yine Harput’ta 30 bin kilo buğday yöneticiler tarafından tefeci ve vurgunculara satılıyor, onlar da dört kat fiyatla pazara sürüyorlardı.

Savaş, kuraklık, kötü yönetim Doğu’yu kemiriyordu. Açlık ve sefalet sonucunda Doğu da salgın hastalıklarda baş gösteriyordu. Örneğin, Hakkâri dizanteriden kırılıyordu. Erzurum’dan bölgeye Osmanlı hükümeti tarafından gönderilen Dr. Lanuani, Hakkâri de açlıktan ölenlerin sayısını 10 bin olarak rapor ediyordu. “Açlık yayılıyor, her tarafta açlık ve hastalıklardan bitkin düşmüş, iskeletleri andıran, hiçbir umudu kalmamış insanlar dolaşıyor, pek çok insan açlıktan öldü” tespitleriyle dolu raporlar bölgede bulunan diplomatlar tarafından merkezlerine gönderiliyordu. Başkale’de açlık ve hastalıktan 10 bin, Beyazıt ve Eleşkirt’te 2-3 bin ve bir o kadar da Midyat, Bohtan ve Cezire’de ölen insan vardı.

Özellikle 1880 yılı başlarında, Akçe değeri ile ilgili düzenlemeler büyük bir tepki yaratıyor ve mali şartları çıkmaza sokuyordu. Bu durumun yarattığı vahim tablo, Kürtlerin ekonomik, sosyal, finansal ve vergiye ilişkin sorunlarını büyük bir titizlikle gözlemleyen Rus diplomatların gözünden kaçmıyor, Diyarbakır’da görevli bulunan Rus diplomat Yakiminski İstanbul’a gönderdiği raporunda şu tespitlere yer veriyordu:

Kürdistan ve Mezopotamya’daki köy sakinleri ve özellikle göçebeler, altın ve gümüşü tercih etmediklerinden kendilerinde bu yarı sahte Türk akçelerinden bir hayli bulunmaktaydı. Aynı şekilde, borsa fiyatının düşürülmesi ile ilgili kanun tasarısının çıkarılacağından daha önceden gizli bir biçimde haberdar olan taşradaki hükümet kasaları, kanunun çıkışına kadar ellerinde bulunan tüm madeni akçeleri değiştirmeyi başarmışlardı. Bu nedenle, paraların borsa fiyatı açıklandığı zaman, artık devlet kasalarında madeni akçe hemen hemen hiç bulunmuyordu. Kasalar, vatandaşlardan yarı değerine, o da sadece, Nisan ayına kadar para almışlardı. Bu şekilde, madeni akçelerle yapılan hilelerden tamamen halk zarar görmüştü(…) Açlık çeken Kürtler, silahlı olarak tahıl ambarlarına saldırıyor, vurguncu memurları cezalandırıyorlardı.”

Asayişi sağlamak için gönderilen birliklerle çatışmalara giriliyor ayrıca tahıl işinden büyük vurgunlar yapanların mallarına el konuluyordu. Örneğin, Mardin’de tahıl vurgunculuğu yapanların depolarına saldıran halk buğdayı paylaşıyordu. Yakiminski raporunda Cezire, Musul, Diyarbakır vs. halkın eşek eti ve ağaç kökleriyle beslenmek zorunda olduğunu bildiriyordu. Biriken öfkenin patlamasından ve genel bir ayaklanmadan korkan Diyarbakır’daki yönetim ise, tahıl ambarları ve vurguncuların evlerini korumaya alıyordu. Ayrıca vergi toplayıcıların muhafızları artırılıyor, açlık içindeki bölgelerden akan Kürt köylü ve göçebelerinin şehre girişi yasak ediliyordu. Anarşi ve açlığa dayanamayan binlerce Kürt, yardım için Rus Konsolosluğu’na başvuruyordu. Rusya sınırlarına yönelen pek çok Kürt köylüsü yollarda ölüyordu. 1877-1880 yıllarında, İran’ın Hoy, Savucbulak, Urumiye bölgelerinde de açlık yaygındı. Buralarda da Türkiye’den göç etmiş açlık içinde kıvranan insan kitleleri görülüyordu. Bu yıllarda, İran’da çocuk ticareti büyük bir yaygınlık kazanıyordu. Dilman şehrinin meydanlarında, Kürtlerin hiç pahasına çocuklarını satmaları alışılmış bir hal almıştı.

1878’de Van, Muş, Bitlis ayaklanmaları baş gösterdi. Bedirhan Bey in oğulları Osman ve Hüseyin Beyler liderliğindeki isyan yayıldı. Cizre isyancıların eline geçti. Siirt, Diyarbakır, Erzincan ve Erzurum’dan toplam 17 tabur isyancıların üzerine gönderildi. Ancak, İstanbul’dan gönderilen Sultan’ın özel temsilcisi, Bedirhan’ın oğulları ile görüşmelere başladılar. Kürt siyasetinin yasası işledi, belirli çıkarlar karşılığında ve her nedense teslimi gizleme konusunda hep yakıştırılan bir uygulama ile sözde “hile” yapılarak yakalanan Hüseyin Bey İstanbul’a gönderildi. Oysa bu feodallerin sistemden kopmak gibi bir programları yoktur. Dünya görüşlerinin özünü kavramak açısından Bedirhan’ın 1867’de Sadrazam Ali Paşa’ya gönderdiği mektupta yer alan satırlar önemli ipuçları içerir: Bedirhan mektubuna “Aciz kullarının maruzatıdır” diye başlar ve ailesinin kalabalık olduğundan bahisle, “Padişahımızın sayelerinde ihsan buyrulan on dokuz bin kuruş aylıkla çoluk- çocuğumu idareden aciz bulunduğum meydanda iken geçenlerde Ağustos tamamıyla mahvolduğu gibi bu defa yapılacak indirim dolayısıyla maaşımın üç bin dört yüz yetmiş kuruş daha azalacağı anlaşılmıştır. Bu sebeple nasıl ve hangi sermaye ile idare edeyim diye bütün bütün hayretler içinde kaldım Çünkü evimde bulunan kalabalık nüfus köle ve cariye değil ki satarak azaltayım Hizmetçi değil ki kovayım. Cümlesi çoluk -çocuğum olup yüz on kişiden fazladır. Bunları bu miktar maaşla nasıl geçindireceğimin endişe ve kaygusu içindeyim. Geçen 1275 yılında da yüzde on bir indirme yapılmış ve maruzatım üzerine Makam-ı Devletleri kulunuzu bu indirimden muaf tutmuş, geçmişlerle beraber maaşım tam olarak verilmişti. Bu kerre de indirme umumi ise de yine kölelerini umum arasında tutmayıp af buyurmalarını yüksek şefkat ve merhametlerinden istirham eylerim.”

Bedirhan, maaşının dışında kendine ait 9 köyden 3’ünü de talep ediyordu. Padişah, otoritesini tanımayan, Kürdistan krallığını hedefleyen binlerce kişilik ordular kuran, yine binlerce Osmanlı askerini öldüren Bedirhan’ı devlet sistemden kopmuş saymıyor ve ona imtiyazlar tanıyordu. Derebeyliğin ekonomik, sosyal, ahlâki görüşlerini yansıtan bu mektubu yazan kişi şimdi “köleniz” dediği otoriteyi kısa bir süre önce aşağılıyordu. Ancak egemen sınıflar arasındaki ortak bilinç ona yapılan muamelenin niteliğini açıklıyor. Büyük bir toprak sahibi ve derebeyi konumuyla isyan etmesine rağmen ciddi bir cezalandırma görmek bir yana genel uygulamaların bile dışında tutuluyor. Mektubun devam eden bölümünde ise imtiyazlı muameleye alışmış bir derebeyinin isyan ettiği devletten inanılması güç talebi yer alıyor:

Oğlum Necip Bey kulları dört yıldan beri Meclis-i Vala mazbata kaleminde çalışmakta, bir hayli bilgi sahibi olmuş bulunmaktadır. Yüksek sayelerinde rütbe-i salise (üçüncü rütbe) sahibi olan oğlum kölenizin, maaşımdan indirilen ölçüde bir maaşla ya da Gümrük veya Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) meclislerinden birine aza olarak çırağ buyurulursa yine bize faydası olacaktır. Sözün kısası, aciz kulunuzun padişahımızın merhametinden başka sığınacak yeri yoktur. Dertlerimi kabul ve lütf ile dinleyecek olan Zat-ı Devletlerinden başka da bir sığınağım bulunmadığından bütün endişe ve ızdırabımla halimi merhametli nazarlarınızın önüne sermek cüretinde bulundum(…) Padişahımız efendimiz hakkında hayırlı dualarıma Zat-ı devletimizin şeref ve şanının yükselmesi hususundaki temennilerime aralıksız devam etmeme imkân bahşedilmesi niyazını arza cesaret eyledi(6).

Aynı Bedirhan, bir süre önce, “Hiçbir sultanı tanımıyorum. Bu sultan kimdir? Neden onun fermanları bana geliyor, ” diyordu. Sadrazama “köleniz”, “kulunuz” diye hitap eden Bedirhan, “Türkiye’ye karşı ortak bir isyan çıkarmak, Kürdistan’ı kurtarmak ve farklı bir bağımsız devlet kurmak için bir Kutsal birlik” oluşturuyordu(7). “Emiri Bohtan Bedirhan” yazılı sikkeler bastıran Bedirhan oğlunun Sayıştay veya Gümrüğe atanması için sadrazamdan iltimas istiyordu! Ailesine verdiği önemi vurgulayan aynı Bedirhan özgürlük ve bağımsızlık vaad ettiği Kürtler’i Nesturi katliamının aracı haline getiren kişiydi. Okuyalım: Üç gün sonra susuzluk onları teslim olmaya zorladı. Bedirhan Bey’in yaptığı teklife ve Kuran üzerine edilen yemine göre köylüler silahlarını ve tüm mallarını teslim edeceklerdi. Anlaşmadan sonra Kürtlerin platforma girmesine izin verildi. Esirlerden silahlarını alır almaz ayırt etmeksizin kılıçtan geçirmeye başladılar. Kılıçlarını kullanmaktan yorulunca da sağ kalanların hepsini aşağıya atmaya başladılar. Burada toplandığı söylenen bin candan yalnızca bir kişi kurtuldu(8).

Şefkatli bir baba olarak Osmanlı otoritelerine mektup yazan Bedirhan “esir ticareti” konusunda da deneyimlidir. Mektubunda maiyetindeki insanları yakınları olduğu için satamayacağını vurgulayan Bedirhan’ın Nesturilere bu konuda yaptıklarına gelince: “Deyir denilen yeri bastıktan sonra dağlar arasındaki nice nice köyleri yağma edip yakmışlardır. Bilhassa Bindesbido ismindeki köyden aldıkları mal ve kitapları götürmüş, kiliseyi tahrip etmişlerdir. Ahaliye zulüm ve işkence yapılmış, birkaç yüz kişi Cizre beyi Bedirhan Bey tarafından esir gibi satılmak üzere götürülmüştür. Mar Şuman denilen patriklerinin anasını, oğlunu da böyle yapacağız diyerek, Diz köyünde iki parça edip ölüsünü Zap nehrine atmışlardır.” Tuhuba’da 1846 yılının Ekim ayında gerçekleştirilen katliamın başında da Bedirhan vardır.

“Kadınlar şefin önüne getirildi ve büyük bir soğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışanların kafaları uçuruldu. F.n güzel köyler, bahçeleri ile birlikte yıkılıp yakıldı, kiliseler yerle bir edildi. Hemen hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin öfkesinin kurbanı oldu.” Bedirhan, katliamları yönetmekle kalmadı kendi elleriyle insanları öldürdü. Tiyari şefi Malik İsmail’i katletti: “Bedirhan Bey ayağa kalktı, Malik’i ona doğru getirmelerini ima eden bir işaret yaparak Zap’a doğru yürüdü. Onun emri ile Hıristiyan şefi nehrin üzerine doğru getirdiler, bir kılıç darbesi ile kopan başı düştüğü suları kızıla boyayarak döne döne gitti. Arkasından gövdeyi de suya attılar(9).

Bedirhan’ın çizdiği lider kompozisyonu talep edilen bağımsızlığın imtiyazlar, mülkiyet rejimi, hukuki temel, sosyal anlayış çerçevesinde sınırlarını çizer. Osmanlı egemenleri, Kürt feodallerinin isyanlarında büyük mali ve insani kayıplara rağmen sistemin işleyişini tehdit eden bir boyut görmediler. Bu nedenle uluslararası diplomasi, devletin dönüşümü, bölgede yeni kontrol araçlarının uygulamaya konulması, Hıristiyan nüfusu dengelemek gibi ihtiyaçlar doğrultusunda Kürt hareketlerini kullanma geleneği oluştu.

Şeyh Ubeydullah Nehri İsyanı’nda da bu tür yaklaşımın izlerini görmek mümkündür. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yarattığı yıkım tablosu Şeyh Ubeydullah Nehri’ye halk nezdinde bir “kurtarıcı misyonu” verilmesini getirdi. Şeyhin konumu yabancı gözlemcilerin dikkatinden kaçmadı. Şeyhin gücünü S.G. Wilson şöyle vurguluyordu: Sultan ve Mekke Şerifi yanında, Sünni Kürtler nazarında en kutsal kişi sayılır. Binlercesi, onu sadece bir aşiret reisi olduğu için değil, Tanrı’nın bir vekili olarak da takip etmeye hazırdı.

Şeyh ile oldukça iyi ilişkileri bulunan misyoner Dr. Cochran’a göre, Şeyh kendini “Kürtlerin sivil kralı olmanın” yanı sıra, İslâm tarihindeki en önemli üçüncü adam olarak görüyordu. Şeyhin nüfusunun zirvesinde olduğu dönem, Sultan 2. Abdülhamit’in İslâm Birliği politikası ve yoğun bir halifelik propagandasının yürütülmesine denk düşüyordu. İttihad-ı İslâm bir kavram ve düşünce olarak ilk defa Yeni Osmanlıların Avrupa yayınlarında kullanıldı ve geliştirildi. 1871 yılına kadar aydın ortamlarında hararetle tartışılan bu konu anılan tarihten itibaren adeta bir “patlama” şeklinde İstanbul gazetelerinden kamuoyuna aktarıldı. Bu tarihten itibaren hızla bir kitle ideolojisine dönüştü. İttihad-ı islâm deyimi ilk kez 1869’da Hürriyet gazetesinde Namık Kemal tarafından kullanılıyordu. İttihad-ı İslâm fikri Abdülhamit’ten çok önce ortaya atılıyor, geliştiriliyor ve Abdülaziz döneminde somut örnekleriyle bir dış politika etkeni olarak var oluyordu(10). Abdülhamit de bu konudaki siyasetini kendinden önce oluşan bir birikime dayandırıyordu.

Fakat İslamcılık başlı başına bir politika olarak 2. Abdülhamit döneminde benimsendi, savunuldu ve çok yönlü olarak yürütüldü: Padişah, Sultan, hükümdar yerine halifenin kullanılışına ağırlık verildi, hilafet makamının itibarı ve tahkimi üzerinde özellikle duruldu, İslâm dünyasının etkili âlim ve şeyhleri İstanbul’a davet edildi, ta Afrika içlerine kadar tarikat mensupları gönderildi, tekke ve zaviyelere olan resmi ilgi çokça artırıldı(11).”

İslâmcılık, İttihad-ı İslâm adı altında 1870 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin hâkim siyasi düşüncesi olmakla birlikte, bir fikir hareketi olarak ancak II. Meşrutiyet sonrasında gündeme geliyordu. 2. Abdülhamit, fikri iktidara taşıyor ancak siyasi bir akım olarak İslâmcılığa izin vermiyordu. Onun İslâmcılığı “Osmanlı hilafetini ve devletini Müslüman unsura yaslanarak ve ondan güç alarak ayakta tutma” biçiminde özetlenebilir. İslâmi düşünce içinde formüle edilen, Ülülemre itaat kaidesi bu bağlılığın temeli sayılıyor ve saray tarafından propagandası yapılıyordu. Buna göre:

Halife (Osmanlı Padişahını göz önünde bulundurarak söylemek icab ederse) Tann’nın gölgesidir. Güneşin yaktığı insanlar nasıl bir gölgeye sığınmak isterlerse, bütün zayıflar ve mazlumlar, haksızlık ve adaletsizlikten, hayatın kötülüklerinden kaçanlar, doğru yolu ve refahı onun idaresinde bulur. Dünya refahına bu yoldan nail olurlar. Bu itibarla padişaha itaat şarttır. İtaatsizlik Allah’ın gazabını o millet üzerine çevirir ve Müslüman topluluğunda bir gedik açılmış olur. Böylece; hükümet emirlerine uymak, sadece siyasal değil, aynı zamanda dini bir ödevdir. Devletin devamı, yüceliği ve selâmeti dini hükümlere itaatle olur(12).

Bu İslâmi vurgular Kürtlerin içinde bulunduğu koşulların üzerini örtüyor ve onların egemenlik sistemine güçlü bağlarla yeniden bağlanmalarını sağlıyordu. 1877-1880 arasında İstanbul’da İngiliz Elçiliği yapan Henry Layard, “2. Abdülhamit halifelik sıfatında ve bununla ilgili otoritesi hususunda özellikle çok hassas idi” tespitini yapıyor(13). Sultan’ın dâhili ve harici siyasetinin en önemli unsurlarından biri halifelik sıfatı idi. Kürtler, Araplar, Arnavutlar ve Çerkezler’le Osmanlı Devleti arasındaki bağların güçlenmesinde halifelik sıfatı yanında “İttihad-ı İslâm” siyasetine dayanılıyordu. Özellikle, İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü destekleme politikalarından uzaklaşmasının meydana getirdiği yeni koşullar Müslüman Birliği’ne dayalı vurguları zorunlu kılıyordu. Devletin dayandığı ana temel olarak Osmanlılıktan ziyade İslâm vurgulanıyordu: 2. Abdülhamit’e göre, imparatorluk İslâm üzerine bina edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın birçok milletini sinesinde toplamış olan bir imparatorluktur. Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, zencilerden ve diğer birçok unsurdan teşekkül etmiştir. Buna rağmen iman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır. Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu üzerinde fazla durmamak, buna mukabil, hepimizin Müslüman olduğumuzu bilhassa belirtmekte fayda vardır. Her zaman her yerde Emir-ül-Müslimin unvanı başta gelmeli, Osmanlı Padişahı unvanı ise ikinci satırda belirtilmelidir. Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası din üzerine kurulmuştur(14).

2. Abdülhamit’in, 1892’de kurduğu Aşiret Mektepleri Kürt ve Arnavut aşiret liderlerinin çocuklarına eğitim vermek için düzenlendi. Bu okullarda müfredat programı dini ilimlere özellikle ağırlık veriyordu(15).

Osmanlı-İran ilişkileri de “İttihad-ı İslâm” siyasetleri ekseninde değerlendirilmeye başlanıyordu. Osmanlı Devleti’nin 1875-1878 dönemindeki yalnızlığı, yenilmişliği onu Müslüman devletlerle yakınlaştırıyordu. Bu arada Rus ve İngiliz emperyalizmlerinin nüfuz mücadelelerine hedef olan İran da Osmanlı Devleti’ne yaklaşıyordu. Sünni-Şii ayrımının etkilerinin bertaraf edilmesi, anlaşmazlıkların en aza indirilmesi, birlik ve beraberlik sağlanması doğrultusunda her iki tarafta da yoğun çabalar gündeme geldi.

Osmanlı Devleti’nin Tahran Sefiri başta İran Şah’ı olmak üzere veliaht ve hükümet üyelerinin her fırsatta kendisine iltifat ettiklerini, İttihad-ı İslâm’ı en üst düzeyde gerçekleştirmek isteklerini dile getirdiklerini rapor ediyordu(16). Osmanlı Sefiri Fahri Bey’i ziyaret eden İran Hariciye Nazırı Mirza Hüseyin Han, iki Müslüman devlet arasında bir İttihad-ı İslâm oluşturulmasının gerekliliği üzerinde duruyordu. 1879 yılından itibaren, İslâm kardeşliği çerçevesinde gelişen Osmanlı-İran ilişkileri İngiltere’nin Kıbrıs’ı işgali, Fransa’nın Tunus’a girmesi ile daha da yakınlaşıyordu. Ancak Osmanlı siyaseti, İttihad-ı İslâm çerçevesinde, Avrupa emperyalizmiyle bir mücadeleye girmenin peşinde değildi. Yapılmak istenen (tıpkı bugün bölge politikası ve İran’la iyi ilişkiler tarzında kendini gösteren ve Batı tarafından inandırıcı bulunmayan anti-emperyalist özden yoksun açıklamalar ile diplomatik söylemlerde olduğu gibi) devletin sahip olduğu bu büyük potansiyelin pazarlık konusu yapılmasıydı. 1857’de İngiltere Hindistan’daki Sipahi ayaklanmasını bastırmak için Osmanlı Sultanı’nın halifelik sıfatından yararlanıyordu. Afrika’ya gönderilen misyonerlerin can güvenliğini sağlamak için de yine Sultan Halife’nin otoritesinden istifade ediliyordu. 1877-1878’de İngiliz-Afgan savaşı sırasında, Osmanlı idarecileri Halifeliğin nüfuzunu İngiltere için kullanmayı teklif ediyorlardı(17).  Osmanlı-İran ilişkileri, stratejik bir manevra olarak görülüyor, siyasal güç ve bunun sömürgelerde yaşayan Müslümanlar açısından taşıdığı olanaklar heba ediliyordu.

Osmanlı-İran ilişkilerinin geliştiği, İttihad-ı İslâm siyasetlerinin derinlik kazandığı bir dönemde Şeyh Ubeydullah’ın harekete geçmesi düşündürücüdür. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi ile Ermenilere tanınan imtiyazlar, bölgede bir Ermenistan kurulacağına ilişkin olarak Kürtler de büyük endişeler doğuruyordu. Bölgeye yönelik bu politikaları varlıklarına yönelik bir tehdit olarak algılayan Kürtler Şeyh Ubeydullah liderliğinde ve “Kürt Birliği” adına örgütlenmeye başladılar. 2. Abdülhamit, Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermeni Devleti’nin şiddetle karşısındaydı. Bu İmparatorluğun Müslüman halkları ile merkez arasına yerleşecek bir tampon anlamına geliyordu ve Doğu’da Hıristiyan bir Ermeni Devleti’nin emperyalizmin desteği ile kurulması Kürtler, Araplar nezdinde Osmanlı Devleti’nin meşruiyetini tümüyle yitirmesi anlamına geliyordu. Ermeni bağımsızlığı’nın tetikleyeceği süreç Müslüman halkların kopuşunu getirecekti.

Berlin Anlaşması hükümlerine karşı 2. Abdülhamit ve Şeyh Ubeydullah’ın tepkileri bir noktada birleşiyordu. Şeyh’in hareketi, bu yönüyle bölgeye yönelik olarak gelişen büyük güçlerin politikaları ve çıkarlarına muhalifti. “Kürt Birliği” siyasetinin formüle edilmesinin arka planında devletin etkisi seziliyordu. İngiliz istihbarat kaynaklan Osmanlı-Kürt işbirliği konusunda net bir tablo ortaya koyamıyordu; ancak Osmanlı Devleti’nin, Şeyh’in Kürtleri harekete geçirme çabalarını desteklediği ve kışkırttığı yolunda şüpheler vardı(18). İttihad-ı İslâm anlayışının sağladığı uygun koşullarda bu tür bir ilişkinin zemini hazırdı. İngilizlerin Tebriz Başkonsolosu Mr. Abbott 13 Temmuz 1880’de merkeze gönderdiği raporda, Osmanlı Hükümeti’ni daha bir yıl önce kendisine karşı silahlanan Şeyh Ubeydullah’a gösterdiği yumuşak tavrından dolayı eleştiriyor ve “Osmanlı Hükümeti, isyan eden şeyhin cezasını vermek yerine, ona hediye yağdırdı ve o da ihtiraslı projesini açık bir dokunulmazlık zırhı altında yürütüyor” diyordu. Abbott’a göre Şeyh, “Osmanlı’daki gerici partilerinin arzularını yerine” getiriyordu ve dikkatle izlenmeliydi. Diğer bir İngiliz görevlisi, Binbaşı Trotter ise, “Osmanlı hükümetinin, bir kere kurulduğunda kaçınılmaz bir biçimde hükümetin karşısına dikilecek bir birliği organize etmek gibi bir delilik yapacağına inanmıyor” tespitini, 20 Ekim 1880 tarihli raporu ile İstanbul’daki İngiliz Orta Elçisi Goshen’e iletiyor. Devletin, “bir kere kurulduğunda” kaçınılmaz bir biçimde “karşısına dikilecek” bir Kürt “organizasyonu” yaratma stratejisi İngiliz emperyalizminin istihbarat raporlarında “delilik” olarak nitelendiriliyor. Ancak tüm İngiliz diplomat ve istihbaratçıları aynı kanaati paylaşmıyorlar. Osmanlı Devleti’nin bir “Kürt Birliği”ni örgütlemesini varlık-yokluk kavgasının bir sonucu olarak değerlendiren İngilizler de bulunuyor. Ama asıl önemlisi, bölgede bir Ermeni bağımsız devleti kurulma ihtimaline karşı devlet bir Kürt hareketi ve örgütlenmesinin önünü açıyor. Bu durum siyaset, strateji birikiminde yerini alıyor. Osmanlı istihbarat servislerinin 2. Abdülhamit dönemindeki yetkinliği düşünüldüğünde bu konudaki faaliyetlerin doğrudan Sultan’a bağlı olarak, örtülü bir biçimde ve İngiliz istihbaratının net bir bilgi edinmesini önleyecek gizlilik kuralları çerçevesinde geliştiğini varsaymak mümkündür. Kürt hareketleri konusunda önemli bir uzmanın vurgularıyla:

Osmanlı İmparatorluğu büyük kayıplara uğradığı bir savaştan yeni çıkmıştı. Yenilgisi gurur kırıcı olan reformlar, daha fazla toprak kaybı yaratacak kadar tehlike arz ediyordu. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı’nın reformları hükümsüz kılmak amacıyla Kürt Birliği’ni desteklemesi anlaşılır görünmektedir(19).

Kürtlerin, Ermeni bağımsızlığı konusundaki tepkileri bu tür bir gelişmeyi anlamlı kılıyordu. Osmanlı hükümetinin, Ermenilere yönelik “reform” adı altındaki imtiyaz siyasetine güvence vermesi zaten bir Kürt isyanını tetikleyecek nitelik taşıyordu. Gerek Osmanlı Devleti’nin şeyh Ubeydullah’ı desteklemediğini savunan Binbaşı Trotter, gerek bunun tam tersini savunan Abbott bir konuda birleşiyorlardı: “Eğer Babıâli kendi çıkarlarını gözetecek kadar akıllıysa, şeyhi yerle bir etme fırsatını yakalamışken kaçırmaz. Yoksa şeyh yurdunda kaldıkça Osmanlı hükümeti için baş belası olmaya devam edecektir.” 19. yüzyıldan itibaren emperyalist Rusya ile “Büyük Oyun” çerçevesinde Kürtleri sürekli olarak Osmanlı’nın askeri şiddet temelinde ezmesini savunan İngiliz emperyalizmi şimdi şaşırtıcı bir politik denklemin karşısındaydılar. İngiliz diplomat ve istihbaratçıları Osmanlı’nın bir ölüm-kalım mücadelesi sonucunda uygulayacakları stratejilerin cüretkâr açılımlarını kavrayamıyorlardı.

Devlet kendi müdahale araçlarıyla bir Kürt sorunu yaratıyordu. Tanzimat Kürdistanı’nı kuran Osmanlı Devleti şimdi de kendi denetiminde bir Kürt hareketi ve sorunu biçimlendiriyordu. Bu süreç değerlendirilmeden günümüzün devlet politikaları, bölge stratejileri boşlukta kalır.

Monsenyör Krimian, 20 Haziran 1880’de Ermeni Patriği’ne sunduğu raporda, “Kürt Birliği”nin oluşumu, amaç ve hedefleri üzerinde duruyor ve bu birliğin kuruluşuna devletin destek verdiğini” vurguluyordu. Krimian, “Merkezi hükümetin teşvikiyle bir Kürt Birliği kurulmak üzere. Hükümet bu yolla, Ermeni sorununu yeni bir sorun, Kürt sorununu ortaya koyarak boğmak istemektedir” diyor. Kürt sorunu Ermeni sorunu ile iç içe gelişmeye başlıyordu. Emperyalist stratejilerin yoğun kuşatmasında, finansal kriz, kışkırtılan isyanlar, Ermeni bağımsızlığının gündeme gelmesi devleti bunaltıyor ve cüretkâr adımlar attırıyordu. Osmanlı Kürt sorununu üstelik Pan-Kürdist bir birlik çerçevesinde biçimlendiriyor. Krimian şunları yazıyor: Osmanlı Devleti, Kürt ırkının prestijini Avrupa nezdinde yükselterek Türkiye’de ve İran’da eş zamanlı isyan benzeri hareketleri kışkırtmaya çalışıyor. Rapora göre, “Birlik özü itibarıyla bir Osmanlı politikasıdır.” Şeyh Ubeydullah doğrudan bir devlet ajanı konumunda değildir. Ancak sistemle ideolojik ortak payda da buluşmaktadır. Rapor da Bedirhan’ın oğlu Bahri Bey’in konumuna ilişkin önemli tespitler yer alıyor.

Osmanlı hükümeti tarafından Hakkâri’ye gönderilen Bahri Bey, Şeyh’e bahşedilen nişanı taşımakla görevliydi. Asıl görevi “açık” olmayan Bahri Bey, bazen hükümet temsilcisi gibi geniş yetkilere sahip bir biçimde davranıyor, bazen de şeyhin aracısı ve destekçisi gibi tutum alıyordu. Bahri Bey, Şeyh Ubeydullah Nehri’nin yanına ulaştığında İran’da bulunan Kürt aşiret reislerini resmi bir şekilde toplantıya çağırıyordu. Osmanlı hükümeti’nin, Şeyh’in yanına Bedirhan Bey’in oğlunu görevli olarak göndermesi ideolojik ortak payda da birleşildiğinin göstergesidir.

Şeyh Ubeydullah 1879 yılında Osmanlı’ya karşı “isyan” etti. Ancak bu “isyan” fazla şiddet içermeyen “ihtiyatlı” bir nitelik taşıyordu. 1877-1878 savaşı ile oldukça yıpranan Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan isyan Kürt hareketlerinin akış çizgisindeki yasaya uygundu, bir dış savaşın yarattığı güçsüzlük ve boşluk temelinde sistemden kopmadan geniş bir özerklik elde etmek. Devlet Şeyh’in faaliyetlerini biliyordu. Van valisi bir yıl önce Diyarbakır’dan şeyhin çalışmaları hakkında aldığı uyarıyı önemsemiyordu. Devletin Kürt isyanları öncesinde aldığı istihbaratları bekle-gör politikası çerçevesinde değerlendirmesi ve müdahaleyi uygun gördüğü zamanlamaya göre yapmasına en önemli örnek Ubeydullah Nehri isyanıdır. Şeyh’in tüm hareketleri bölgede bulunan yabancı diplomatlar Amerikalı ve İngiliz misyonerler tarafından dikkatle izleniyordu. Ubeydullah isyanı, bir köyü yağmalayan Herki Kürtlerinin Gever Kaymakamı tarafından cezalandırılmasıyla başladı. “Artık Osmanlı Hükümeti’ni tanımadığını” bildiren Şeyh bir süre sonra geri plana çekildi ve isyan sonucu ortaya çıkan çatışmalarla ilgisi olmadığını bildirdi.

Şeyh Ubeydullah Nehri isyanına Osmanlı Devleti’nin cevabı sert olmadı. “Merkezi hükümet Şeyh’e karşı çekingen ve babacan bir tavır takındı. Van valisi hem isyan sırasında hem de isyandan sonra ona büyük hürmet gösterdi.” Sadrazam Şeyh’e “dostane” bir telgraf gönderdi ve yerel otoritelerle masaya oturmasını rica etti. Telgraf Van müftüsü tarafından Şeyh’e iletildi. Şeyh’in öfkesini çeken Gever kaymakamı görevinden alındı. Şeyh Van’da büyük bir ihtişamla karşılandı. Şeyh’in, hükümetle yaptığı son anlaşmada kendisine 20 bin kuruşluk maaş talep ettiği, 1879’un 18 Ekimi’nde Binbaşı Trotter tarafından merkeze gönderilen raporda vurgulanıyor. Van’da bulunan İran Konsolosu, Trotter’a yaptığı açıklamada, Şeyh’in çıkardığı isyanda, kendisine Osmanlı Devleti tarafından vaad edilen bir miktar paranın verilmemesini gerekçe olarak gösteriyordu. Bir zamanlar “Kürdistan Kralı” gibi davranan Bedirhan’ın sadrazama yazdığı mektupta ortaya çıkan anlayışın Kürt dini ve dünyevi feodalleri arasındaki genel eğilimi yansıttığı söylenebilir. Şeyh Sait’in “gangster şebekesi” saydığı bir din padişahlığı sisteminin uzantısı olan Ubeydullah’ın Osmanlı Devleti ile pazarlık yapmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu isyan ne gariptir ki şeyh açısından güç kazanma yolunu pekiştirdi. Bağımsız bir Kürt devleti kurma doğrultusunda harekete geçen Şeyh’in taraftarları örgütlenme çabalarını hızlandırdılar. Devlet giderek özerk temellere dayanan bir Kürt hareketini destekledi.

Faaliyetlerinden ve amaçlarından mutlaka haberdar olan Osmanlı hükümeti, ona karşı dostane bir tavır takındı. Çabalarını baltalamak bir yana, ona yardım etti. Görünen o ki, hükümet bu kutsal ve güçlü kişiyi cezalandırmaktan çekindi veya değerli hizmetlerinden yararlanmayı umduğu potansiyel bir müttefik olan Şeyh’i savunmaya ve suçsuzluğunu ifade etmeye devam etti. Bu gerçek de, hiç şüphe yok ki, Şeyh’in hareketinin arkasında Osmanlılar olduğu yolundaki İran görüşünü desteklemektedir(20).

1877-1878 savaşının sonucunda imzalanan Berlin Anlaşması’nın gündeme getirdiği “reform”lar Ermeni bağımsızlığını ve doğu bölgesinde Ermenilerin hak iddiasını mümkün kılacak bir zemin olarak algılandı. Bu durum daha önce birlik ve bütünlük içinde olamayan Kürtleri birleştirdi. Silahlı mücadeleye dayanan “Kürt Birliği” böylece ortaya çıktı. Osmanlı Devleti, Müslüman halkların kopuşunu getirecek bir Ermeni “reform”u uygulamasına karşı “Kürt Birliği’ni destekledi. Doğu’nun İmparatorluktan kopmasını bitirecek bir emperyalist müdahaleye karşı, sağlam temellere dayalı Müslüman dayanışmasını ve bölgede yaşayan Kürtlerden oluşan silahlı bir hareketi araç olarak gören devlet Ermeni sorunu karşısında şiddet sınırları iyi çizilen bir Kürt “sorunu” yarattı. Bu dönemin siyaset ve strateji birikimi devletin çelik çekirdeğine kalıcı yöntemler kazandırdı; Kürtlerin, Ermeni bağımsızlığı ve emperyalist güçlerin Ermeniler başta olmak üzere bölgeye müdahale etmesi sonucunda topraklarını kaybetme korkusundan askeri, diplomatik ve siyasi amaçlar için yararlanılabileceği. Bölgede devletin yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği ve silahlandırdığı (Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kürtlere verilen 20 bin silahtan pek azı iade edildi ve şeyh ayaklanma sırasında bu silahları kullandı) Kürt hareketlerini yeni bir “sorun” başlığı altında Avrupa devletlerine karşı diplomatik bir manevra aracı olarak kullanabileceği ortaya çıktı. Devletin stratejik hafızasına kazınan siyaset ve uygulamalar; “Milli Mücadele” döneminde Kürtleri, Ermenilerin bölgede bağımsız bir devlet kuracağı, emperyalist devletlerin müdahalesi sonucunda topraklarını kaybedecekleri çağrısı ile bir araya getirip ittifak kurmayı sağlıyordu.

Şeyh Osmanlı kuvvetleri ile fazla çatışmadan İran’a yöneldi ve Kürt savaşçıların öfkesi “Şii’lere karşı Cihad coşkusuna dönüştü. İran’da Kürtlere yapılan baskılar Şeyh’in saldırı gerekçesini oluşturuyordu. 1880 yılı ekim ayı başlarında Şeyh’e bağlı Kürt birlikleri İran’a girdiler. Şeyh İran’ı işgal etme hedefini, İngiliz misyonundan Dr. Cochran’a bildiriyor ve onun, “Kürdistan’ın gerçek durumu hakkında İngiliz Hükümeti’ni” bilgilendirmesini istiyordu. Bölgede emperyalist güçler hesaba katılmadan ve onlara haber verilmeden adım atılmıyordu. Devlet çerçevesini kendi çizdiği bir “Kürt sorunu” yaratıyordu ancak liderleri gerçek gücün kim de olduğunu biliyorlardı. Şeyh’in oğlu Seyit Abdülkadir (daha sonra Osmanlı Ayan Meclisi başkanlığı görevine getirilecek, 1925 Şeyh Sait isyanı ile bağlantısı öne sürülerek idam edilecekti) çok sayıda Kürt birliğine komuta ediyordu. Seyid Abdülkadir, 1880 Ekimi’nde Miyandub şehrine saldırıyor, 3 bine yakın erkek, kadın ve çocuğun kılıçtan geçirilmesi emrini veriyordu. Şehir Abdülkadir’in kuvvetleri tarafından yağmalanıyordu. Miyandub’un etrafındaki, Binaz ve Maragha’ya kadar birçok yerleşim kılıç ve ateşten nasibini alıyordu. Büyük bir katliamın sorumlusu olan Seyid Abdülkadir’in İttihat ve Terakki döneminde devletin en önemli kurumlarından birinin başına getirilmesi egemenlik sisteminde ortak ideolojik paydanın göstergesidir.

İran’la, “İttihadı-İslâm” siyaseti çerçevesinde ilişkiler canlanırken, Şeyh’in hareketleri Osmanlı Devleti tarafından örtülü olarak destekleniyordu. İran Şahı karşılıklı olarak ortadan kaldırmaya anlaştıkları asi kabile şeyhinin Osmanlı makamlarınca ele geçirildiğini ancak sınırdan uzaklaştırılmadığını öğrenmişti. İran yönetimini ve halkını tedirgin eden bu durum gereği gibi halledilirse kendisinin birlik için üstüne düşeni yapacağını taahhüt etmekteydi(21).”

Şeyh İran’a karşı kullanılıyor ve bu ülkede de sınırları Osmanlı Devleti tarafından çizilmeye çalışılan bir “Kürt sorunu” oluşturuluyor, Kürtlerin Sünni olmasından yararlanılarak, Şii İran’la ilişkilerde önemli bir koz elde ediliyor diğer yandan Batı’ya “İttihad-ı İslâm” siyaseti ve muhtemel bir Şii-Sünni ittifakı konusunda mesajlar veriliyordu. Ermeni sorunu, emperyalist müdahalede “reform” siyasetleri, Osmanlı-İran ilişkileri, İslâm Birliği, İngiltere ile Rusya arasındaki “Büyük Oyun” finansal kriz, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Doğu bölgesinin ve Müslüman halkların koparılması ihtimalleri temelinde Devlet “Kürt sorunu” başlığı altında yeni bir strateji kurmaya çalışıyor ancak sonuçlar beklenmedik gelişmeler ortaya çıkarıyordu.

Şeyh Ubeydullah Nehri isyanında da emperyalist devletlerin temsilcileri devrededir. Tıpkı Bedirhan Bey’in isyan hareketinde olduğu gibi Şeyh’in çıkışında da Amerikalıların etkinlikleri kayda değer niteliktedir. Şeyh Ubeydullah işgal sırasında Amerikalı misyonerlerle iyi ilişkiler kuruyordu. Misyonerler, Kürtlere yakın olmak ve Şeyhi “cesaretlendirip desteklemekle suçlanıyordu.” ABD ile İran arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasının başlangıcında “Kürt sorunu”nun bulunduğu belirtilmelidir. Ohio, Marietta’dan Kongre üyesi ve aynı zamanda Urmiye’de görev yapan Amerikan misyonerlerinden bayan Sarah J. Shedd’in kardeşi Rufus Robinson Dawes bu konuya özel bir ilgi gösteriyordu. 20 Kasım 1880’de ABD Dışişleri Bakanı Evarts ile görüşen Dawes, Amerikan hükümetinin İran’da bulunan misyonerler için bu ülkeden himaye talebinde bulunmasını istiyordu.

6 Mart 1882’de Kongre üyesi Dawes bir önerge ile İran’da diplomatik temsilcilik kurulmasını öneriyordu. Böyle bir temsilciliğin yaratacağı ticari kazanç olanakları önergede özellikle vurgulanıyordu. İran’ın Amerikan malları için gelecekte önemli bir pazar olacağı belirtiliyordu. Temsilciler Meclisi ve Kongre’de görüşülen tasarı 5 Ağustos 1882’de yasalaşıyor ve S. G. W. Benjamin ABD’nin ilk diplomatik temsilcisi olarak Başkonsolos ve Maslahatgüzar unvanlarıyla İran’a atanıyor ve bu unvan daha sonra Elçi olarak değiştiriliyordu. Böylece, Amerikalı misyonerlerin sözde güvenlikleri ile başlayan “Kürt sorunu” başlıklı gelişmeler bölgeye büyük bir emperyalist gücün daha girmesini sağlıyordu. ABD, 19. yüzyıldan itibaren Kürt hareketlerinin gözlemcisi, kışkırtıcısı, yararlanıcısı konumuyla önemli bir aktör olarak devrededir. ABD Ortadoğu’ya Kürt sorunu ile giriyordu.

Ubeydullah hareketi, Kürtlerin uluslararası yansımalara yol açan siyasi bir sorun başlığı altında değerlendirildiğini ortaya koyuyordu. Şeyh’in İran’a saldırısı ciddi bir uluslararası sorun yarattı. Bu saldırıda Osmanlı toprakları merkez olarak kullanıldığı için Rusya dikkatini iyice yoğunlaştırdı. Osmanlı ve İran’ın içişleriyle yakından ilgilenen Rusya, Şeyh’in hareketini, bölgede kendi hayati çıkarlarını tehdit eden ve statükoyu etkileyen bir eylem olarak değerlendiriyordu. Tüm Kürtlerin birliğini savunan bir hareket, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir süre daha Rusya’ya karşı tampon alarak bütünlüğünü korumasından yana olan İngiltere’yi de harekete geçiriyordu. İran’da ortaya çıkacak boşluğu Rusya’nın dolduracağı kaygısı Avusturya’yı bile diplomatik olarak soruna dâhil ediyordu. 1877-1878 savaşında elde ettiği galibiyetin sonuçlarına yönelik bir tehdit olarak değerlendirdiği Kürt hareketinde, Osmanlı Devleti’nin parmağı bulunduğuna Rusya emindi. Bölgede meydana gelecek karışıklıklardan İngiltere’nin yararlanacağı Rusya’nın temel endişesiydi. Rusya, İran üzerindeki nüfuzunu Kürt hareketinin baltalayacağı inancındaydı. Ayrıca, Rusya açısından, denetimine aldığı Kars ve Ardahan’da yaşayan Kürtlerin hareketlenmesi temel kaygılar arasındaydı. “Kürt Birliği” hareketi ile bütünleşen güçlü bir İslâmcı akımın Kafkasya’da Müridizmi canlandırması da ihtimal dâhilindeydi. Şeyh Ubeydullah Nehri, büyük Kafkas direnişçisi Şeyh Şamil gibi bir Nakşibendi lideriydi.

İran’ın Kürt kuvvetleriyle baş edememesi halinde Kürtlere saldırmak için hazırlık yapan Rusya, bunun İngiltere’nin tepkisini çekeceğini biliyordu. Ayrıca Osmanlı ile başlayacak bir çatışmanın zemininden uzak kalmak için Rusya savaşı gündeme getirecek eylemlere ve kışkırtmalara girişmiyordu.

Rus Dışişleri’nin konuya ilişkin fikirlerini öğrenmekle görevli, St. Petersburg’da bulanan İngiliz diplomatik temsilcisi Plunkett, 3 Kasım 1880’de, Rus Dışişleri Baş Danışmanı Baron Jomini’nin, Türk-İran sınırı boyunca devam eden Kürt hareketlerinin ciddi sorunlara neden olacağını söylediğini yazıyordu. Bu rapora göre, Ruslar, “Kürt Birliği’ni ve şeyhin isyanını “Türklerin Oyunu” olarak değerlendiriyorlardı. Rusya’da yayınlanan “Bereg” gazetesi 7 Kasım 1880 tarihli nüshasında: “Kürtlerin İran’a karşı ayaklanmasında Osmanlı parmağı olamaz mı? İmparatorluk, iç ilişkilerindeki yeni gelişmeleri bahane ederek, Berlin Konferansı’nda Ermenistan için alınan kararları ihlal etmeyi mi umuyor? İstanbul’daki diplomatlar Kürtleri, bir zamanlar Montenegro meselesinde Arnavutları kullandıkları gibi kullanmayı mı amaçlıyorlar?” diye yazıyordu.

Gazete, İran’ın Kürtlere karşı Ruslardan askeri yardım talebini hatırlatarak, Rusya ile İran arasındaki var olan iyi ilişkilerden söz ediyor ve Kürt ayaklanmasının daha ciddi boyutlara ulaşması halinde Rus birliklerinin “İran topraklarındaki çapulcuları ezmek için harekât düzenlemesine izin verileceğini” açıklıyordu.

Bu gelişmeler süresince Rusya ile İngiltere arasında yoğun bir diplomatik trafik yaşanıyordu. Kürt sorunu, Rusya-İngiltere-Osmanlı-İran arasında siyasi, askeri, ticari yönleriyle kapsamlı bir uluslararası niteliğe bürünüyordu. Emperyalist egemenlik stratejilerinden bunalan Osmanlı’nın İslâmi ortak paydanın verdiği güven ile meydana getirdiği Kürt sorunu, Pan-Kürt bir yöneliş çerçevesinde Rusya ve İran’ı harekete geçiriyor, İngiltere ve hatta ABD bölgedeki bu yeni oluşuma dikkatlerini çeviriyorlardı. Şeyh Ubeydullah ile Osmanlı Devleti pek çok ortak noktayı paylaşıyorlardı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, “reform” adı altında emperyalist dayatmaların sonunda patlak veriyordu. Bu savaşı önceleyen İstanbul Konferansı’nda diğer emperyalist güçlerin tam desteğini alan Rus Büyükelçisi Ignatiyef, Babıâli’ye karşı ustaca kullandığı diplomatik manevralarla Osmanlı’yı köşeye sıkıştırıyor ve “reform” adı altında teslim olmak veya tek başına Rusya’ya savaş açmak tercihleri arasında bırakıyordu.

“Reform” emperyalist müdahalenin doğrudan araçlarını simgeliyordu. Doğu’da “reform” başlığı altında gündeme gelen dayatmalar Batı’da Balkanlardaki Osmanlı topraklarından farklı anlamlar taşıyordu. Devletin bu iki bölgeye bakışı aynı değildi. Osmanlı, 19. yüzyılın başından itibaren, Rusların büyük askeri gücüyle desteklenen Balkanlar’daki ayrılıkçı-milliyetçi hareketler sonucunda yitirilen toprakları kabullenmiş gibiydi. Çoğunluğu Hıristiyan olan Balkan halklarının, Rusya ile yakın bağları vardı. Ortodoksluk ve Ortak Slav kökenleri ile emperyalist Rusya’nın müdahaleleri zemininde gelişen hareketler “reform” dayatması temelinde imparatorluktan kopuyorlardı. Ancak, Doğu da bunun karşılığı yoktu. Ermeniler dışında önemli bir Hıristiyan halk bulunmuyordu. Bu bölgeler sağlam bir İslâmi geleneğe dayalı kökleri derinlerde bir Müslüman egemenliğine dayanıyordu. Osmanlı Devleti’ne meşruiyetini sağlayan bölünmez Müslüman anayurdu Doğu’da idi.

Osmanlı için Batı da yitirdiği toprakları, Azerbaycan ve Sünni İran Kürdistan’ını işgal ederek telafi etmek İran’ın güçsüzlüğü düşünüldüğünde mümkündü. Pan-Kürt hareketi denetim altında tutulabileceği inancıyla, Devletin Ortadoğu’da oluşan jeopolitikte yeni bir dayanak yaratma siyaseti ile beslendi. Avrupalı emperyalistlerin mali, askeri, siyasi, diplomatik kıskacından kurtulmak isteyen Osmanlı Devleti Kürtleri kullanarak Doğu’ya açılmak, yerleşmek ve İslâmiyet temeline dayanmak istiyordu. Malazgirt’te Batı’ya açılan Selçukluya destek veren Kürtler şimdi de Avrupa’dan çıkarılan Osmanlı’nın Doğu ya yerleşmesinin aracı konumundaydı.

Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma siyaseti çoğu zaman için olumlu sonuçlar doğurmuyordu. İngiltere, Berlin Konferansı’nda Batum, Ardahan, Kars’ın Rusya’nın elinde kalmasını önleyemiyordu oysa İngiltere bu toprakların alıkonması halinde Osmanlılarla birlikte silahla karşı koyacağına söz veriyor ve karşılığında Kıbrıs’ı işgal ediyordu. İngiltere’nin “reform”lar konusundaki ısrarları Ermeni bağımsızlık taleplerini desteklemekten ve Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar nezdindeki itibarını zedelemekten başka bir işe yaramıyordu. Oysa İngiltere için önemli olan Süveyş Kanalı’nı, Aden ve Hürmüz Körfezini, Akdeniz, Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve İran Körfezi’ni denetim altında tutarak Hindistan’daki sömürgeci çıkarlarını korumaktı. Osmanlı İmparatorluğu’na ise Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile yukarıda belirtilen stratejik alanlardaki artık anlamı kalmayan egemenliği açısından bakılıyordu. Temel sorun İmparatorluğun zamansız çöküşünün bir büyük paylaşımda İngiltere’yi Rusya ile karşı karşıya getireceği kaygısıydı. Kürt sorunu, bu büyük tabloda, Osmanlı Devleti’nin kendine yer bulma çabaları ile birlikte uluslararası temellerde yerini alıyordu. Başından itibaren de uluslararası nitelik taşıyor ve bunu bizzat devlet sağlıyordu.

Osmanlı Devleti’nin bir Kürt siyaseti ve stratejisi uygulaması, İngiliz nüfuzunun azaldığı bir döneme denk düşüyordu. 1879 sonunda, Osmanlı-Rus Savaşından bir süre sonra Babıâli İngiliz önerilerini dinletmiş görünmeyi bırakıyordu. Osmanlı-Rus Savaşı, Müslümanlar arasında Avrupalı güçlere yönelik köklü bir düşmanlık duygusunu yerleştiriyordu. İttihad-ı İslâm siyaseti bu temelde güçlenirken, Osmanlı Devleti Kürtlerle yakınlaşıyordu. İngiltere’nin desteklediği “reform”lar yeni bir parçalanmanın habercisi olarak algılanıyordu. Devletin doğu eyaletlerine dair korkulan yersiz değildi. Emperyalist güçler, görünüşte Osmanlı egemenliğini tanıyor ancak fiilen Bosna, Mısır, Rumeli’de yönetimi ele alıyorlardı. Bu bölgede Osmanlı egemenliği adım adım geriletiliyordu. Osmanlı devletinin finansal krizi, İngiltere’nin tüm kredi taleplerini reddetmesi, İngiltere’nin daha önceki Kürt siyasetlerindeki etkisini kırıyordu. Şeyh Ubeydullah Nehri isyanı, “Kürt sorunu” çerçevesinde emperyalist “reform” dayatmalarına karşı gelişen tepkileri sergileme fırsatı oluyor ve “Ermeni Sorunu” karşısında ileride kanlı gelişmelere yol açacak sürecin başlangıcına işaret ediyordu. Bu konudaki rol dağılımında, Hamidiye Alayları’nın kurulmasıyla birlikte 1915’e akan çizgide Kürtlerin payına düşenleri ise Sultan 2. Abdülhamit belirtiyordu (2. Abdülhamit ve İttıhat-ı Terakki’nin Ermeni Sorunu çerçevesindeki konumlarını kapsayan bir çalışmada bu gelişmeleri ayrıntılı olarak ele alacağımdan tekrarlara düşmemek için söz konusu bölümleri Cumhuriyet’in ilk yıllarını da kapsayacak biçimde kısa tutacağım.)Şeyh Ubeydullah Nehri’de diğer Kürt isyancı liderler gibi hayatı seçti. 1881 de İstanbul’a gönderildi. Bir süre sonra Nehri’ye kaçan Şeyh’in üzerine askeri birlikler sevk edildi, “Şeyh Ubeydullah direnmeyi düşünmedi” ve bu kez Hicaz’a sürüldü. 1883’de Mekke’de öldü.

Jön Türklerin Ütopyası Yoktur

Osmanlı ülkesi coğrafi ve iktisadi birlikten yoksundu. İdari birlik ise temelsizdi. Suriye’nin kapıları Fransa’ya açıktı. Rumeli, bilhassa Selanik Avusturya’nın açık pazarıydı. Yemen’e Osmanlı’nın hâkim olduğu iddia edilemezdi. Hicaz’ın sınırları belirsizdi. “Doğu ve Güneydoğu illeri, mirmiranların (yerli paşaların), şeyhlerin, beylerin, ağaların malıydı. Hatta bunlardan bazıları, mesela Mutkİli Musa Bey kendi derebeyliği halkından İstanbul’a çalışmaya gidenler olsa bile, her yıl belli zamanlarda oraya tahsildarlarını gönderir, haraçlarını orada da toplatırdı.(22)” İmparatorluk “çamurlaşan bir göl” manzarası veriyordu. Adına Osmanlı Devleti denilen durgun suda çamurlaşma egemendi.

Kürt derebeyleri, özel ordularına dönüşen Hamidiye Alayları ile halkı eziyorlardı. Abdülhamit zamanında Mezopotamya’da ne can ne mal güvenliği vardı. Örneğin Musul havalisi tamamen Kürt derebeylerinin denetimindeydi. Özellikle Hamidiye Alaylarının kurulmasıyla feodallerin halk üzerindeki baskıları artıyordu. 19. Yüzyılın sonlarında Kürt aydınlarının çoğu İstanbul’da oturan “aristokrat” ailelerden geliyordu. Bu kesim okullar ve aşiret mekteplerinden yetişmiştir. Resmi açılış tarihi 21 Eylül 1892 olan Aşiret Mektebi, bu tarihten iki yıl sonra faaliyete geçiyordu. Arap ve Kürt aşiret reislerinin çocukları arasından seçilenler bu mektebe alınıyordu. Beşinci yılın sonunda okulda 250 öğrenci mevcuttu. Okulun amacı, “bunların şer’an ve kanunen mükellef oldukları sadakati kalbiye ve vezaifi diniyeleri takviye ve tekid” etmek biçiminde belirleniyordu.

Başlangıçta Arap çocuklarına tahsis edilen okula sonradan Kürt ve Arnavut öğrenciler de alınıyordu. Aşiret Mektebi’ni bitirenler arasından bir bölümü Harbiye ve Mülkiye’ye gönderiliyorlardı. “Bu işte gözetilen maksad: Arap Şeyhleriyle, Kürt ve Arnavut sergerdelerinin çocuklarını okutup onlara rütbeler vererek, maaşlar bağlayarak ve askeri mülki memuriyetlere tayin edilerek, memleket idaresine iştirak ettirilerek bu yüzden çıkmakta olan isyanlardan ve gailelerden kurtulmak olduğu halde (…) şeyhlerle sergerdeler çocuklarını rehine gibi İstanbul’a göndermeye” yanaşmıyorlardı(23).

1898’de Kahire’de “Kürdistan” gazetesi Mikdad Bedirhan tarafından çıkarılmaya başlandı. Mısır’da bulunan Jön Türklerle de teması olan Bedirhan’ın gazetesi Babailerin yayınevinde hazırlanıyordu. Kahire’den Kürt bölgelerine Suriye aracılığıyla ulaşan gazete gizlice dağıtılıyordu. Müslüman değerlerine bağlılığı vurgulayan “Kürdistan” gazetesi özellikle çeşitli bölgelerden Şam’a çalışmak amacıyla gelen “Kürt amele” arasında ilgi görüyor, “okuma yazması olmayan Kürt hamal grupları arasında sesli olarak okunuyordu.”

Mikdad Bedirhan, Kahire’de “El-Ezher”de okuyan Süleymaniye ve Kerkük şehirlerinden gelen Kürt öğrencilerle de bağlantı kuruyordu. Gazete okurları üzerinde baskı bulunduğu, dönemin okur mektuplarında yansıyor.

“Kürdistan” gazetesi, bir süre sonra Cenevre’ye taşındı. Gazetenin başına Miktad Bedirhan’ın kardeşi Abdurrahman Bedirhan geçti. Maarif Nezareti’nde üst düzey bir görevde çalışan Abdurrahman Bedirhan, Avrupa’ya kaçar ve burada “Âdem-i Merkeziyet -Teşebbüs-ü Şahsi” grubu ile temas kurar. Abdurrahman’ın yazıları Prens Sabahattin’e bağlı “Osmanlı” gazetesi ile Ermeni yayın organı “Droşak”da yayınlanır. Jön Türklerin komprador burjuvazinin bakış açısını savunan Sabahattin kanadı “Osmanlı” gazetesini çıkarıyordu. “Osmanlı” ve “Kürdistan” gazeteleri “sıkı bir işbirliği” içindedirler. Abdurrahman Bedirhan aynı zamanda “Osmanlı” gazetesinin aktif bir çalışanıdır(24). Abdurrahman Bedirhan “Teşebbüs-ü şahsi ve Âdemi Merkeziyet” çizgisini destekliyordu. Monarşist görüşlerinden hiç bir zaman vazgeçmeyen ve Osmanlı hanedanından olmadığı halde Prens unvanını kullanan Sabahattin gibi o da 2. Abdülhamit’in yerine geçecek “haksever” bir Sultan’ın sorunları çözeceği görüşündeydi. Kürt feodallerinin baskısını görmezden gelen Abdurrahman Bedirhan, sınıfsal açıdan sisteme bağlıydı. Kürtler üzerindeki baskıyı tüm egemenlik ilişkilerinden, emperyalist kurumlardan feodal zincirlerden soyutlayarak “Türk bürokrat”ların davranışlarına bağlıyordu. Yoksul-zengin Kürtler arasında hiç bir sınıfsal-sosyal ayrıma gitmeden “eğer birleşmezlerse” “bürokrat”ların baskısına uğrayacaklarını belirtiyordu. Bu bağlamda “Kürdistan” vurgusunu ön plana çıkarıyordu. Prens Sabahattin bu görüşler üzerinde oldukça etkiliydi. “Osmanlı” gazetesinin etkisi altına gelişen ideolojik öz “Kürdistan” gazetesine damgasını vuruyordu. Kürt-Ermeni ittifakına ilişkin vurgular “Kürdistan” sayfalarında yer alıyor ancak Ermeni hareketlerinin emperyalist güçler tarafından desteklenmesine ilişkin en ufak bir eleştirel tutum görülmüyordu. “Kürdistan” gazetesi 1908’de İstanbul’a taşınıyor ve başına Süreyya Bedirhan geçiyordu.

Abdullah Cevdet ve Bedirhanlar “Âdem-i Merkeziyet Ve Teşebbüs-ü Şahsi” programının faal destekçileridir. Abdullah Cevdet, kapitalist sermayeyi destekliyordu. “İçtihad”ın ilk sayılarında Azeri petrolcü ve Türkçü yayınların finansmanını sağlayan Tagiyev’i öven Cevdet “terakki ancak teraküm-ü servet ile mümkündür” diyordu. Cevdet, Amerika’yı överken de “müstakil müteşebbislerin önemini vurguluyordu. Sabahattin’de Anglo-Sakson eğitimi temelinde, yerel güçlere bağımsızlık verilmesinin “özel girişimci bir yapıya geçişi’ kolaylaştıracağını belirtiyordu.

Abdullah Cevdet, İngiliz emperyalizminin İspanya ile ilişkilerini örnek veriyor ve “büyük devletlerin yaratmaya çalıştıkları etki alanlarından birisinin içerisine girmek kaçınılmaz olacağına göre bunlardan İngilizleri tercih etmek gerektiğini düşünüyordu.” Cevdet, İngiltere’nin özellikle Ermeni meselesi gerekçesiyle Osmanlı Devleti’ne karşı takındığı sert tutumu Abdülhamit’e bağlayarak, Jön Türklerde oluşabilecek bir İngiliz aleyhtarlığının önüne geçme çabaları sırasında, “Osmanlı” gazetesinin 15 Mart tarihli sayısında:

“İngiltere devleti, dünyanın en medeni olan ve en namuskârâne idare edilen hükümeti olduğundan eski dostluk ve ittihadı teklif edemiyorlar. İngiltere’nin dostluğunu kazanmak için en kısa tarik Abdülhamit’i yolun ortasından kaldırmaktır” diyordu. Abdullah Cevdet İngilizleri “cihanın en büyük kavmi” sayıyordu. Abdullah Cevdet, İngiltere’yi Hindistan’daki isyanı bastırırken sadece “dum-dum” kurşunu kullanmasından dolayı, eleştiriyordu.

“Osmanlı” , “İçtihat” , “Kürdistan” yayınları ortak görüşleri paylaşıyorlardı. Sabahattin, Abdullah Cevdet ilişkileri ise sürekliliğini korudu. 1911 yılında “Hürriyet ve İtilaf” partisine üye olan Cevdet, “İngiliz Muhabirleri Cemiyeti”nin kurucularındandı ve İngiliz mandasını savunuyordu. Cevdet, İttihad ve Terakki liderlerinin cezalandırılmaları ve Avrupa devletleriyle iyi ilişkiler sürdürmesi kampanyasının başındaydı. Mütareke döneminde “İkdam”ın başyazarı olan Abdullah Cevdet kapitalizm ve Anglo-Sakson eğitimi propagandasını sürdürüyordu. Mütarekenin siyasal ortamı onun yıldızını parlatıyordu. Sabahattin taraftarlığını sürdüren Cevdet, mütareke de “Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiliği”ne atanıyordu.

Abdullah Cevdet, Mısır’dan İstanbul’a 1908 Temmuz “devrimi” sonrası döndü. “Osmanlı-Kürt Taavvün ve Terakki kulübü”nün çalışmalarına katıldı. Kahire’de bulunduğu sırada daha sonra Bediüzzaman Said Nursi olarak bilinen Said Kürdi’nin, Meşrutiyet dolayısıyla verdiği hutbeleri İçtihad yayınevinin İstanbul’daki matbaasında bastırıyordu. Said Kürdi İstanbul’daki Kürtlere verdiği öğütlerde, “Türklerin Kürtlerin aklı” , “Kürtlerin Türklerin Kuvveti” olduklarını belirtiyor ve birliğin dışında başka yolların aranmaması gerektiğini savunuyordu. Ancak Said Kürdi’nin görüşlerinde de çelişkiler vardı. O da Sabahattin’in âdem-i merkeziyet düşüncesine övgüler yapıyor, Kürtlük vurgusunu ön plâna çıkarıyordu. Siyasal ve felsefi açıdan Abdullah Cevdet’in uyuşmasının imkânsız olduğu Said Kürdi’ye yardımcı olmasının tek nedeni, bu etnik boyuttu(25). Abdullah Cevdet, uzun vadede Kürtlerin İmparatorluktan ayrılmasını savunuyordu. “Ayrıca Abdullah Cevdet’in Ermenistan ve Kürdistan hakkındaki çeşitli yorumlarının çıktığı Jamanak gazetesinde, Kürtlerin yaşadığı bölgelerinde müstakbel Ermenistan sınırları içerisinde kalacağı iddiasına Kürt tarihinden örnek vererek yaptığı müdafaalar olduğu ve kendisinin bu nedenle etnik ayrılıkçılar tarafından aşırı bir övgüye mazhar kılındığı gözden kaçırılmamalıdır(26).” Jön Türklerin Osmanlı Birliği fikrini savunan etnik milliyetçiler, Türk unsuru etrafında birleşme anlayışına karşı uygun ortam bulduklarında tepki gösteriyorlardı. Meşrutiyet sonrası bir Ermenistan tasavvuruna karşı sert bir şekilde Osmanlı Birliği savunusu ile karşı çıkan Abdullah Cevdet mütareke döneminde ise Kürt bağımsızlığından yana tavır alıyordu. Abdullah Cevdet’in yakın ilişkiler kurduğu İngiliz temsilcilerinden yardım gören “Kürt Teali Cemiyeti” yayın organlarında ayrılık düşüncesini işleyen yazılar yazıyordu, Jin dergisinin 1. Sayısında Cevdet: Kürdler, böyle bir asrın böyle bir kıyametinde uyumak mümkün müdür? Ey Kürt uyan! Diye bağırmaya lüzum görmem. Zira Kürdler uykuda hâlâ, uykuda iseler çoktan ölmüşler demektir. Kürt uyanıkdır ve kendisini asırlardan beri uykuya davet etmiş ve uykuya dalmış Hüdavendleri de uyandıracaktır (…) Biz bir asırda yaşıyoruz ki bir saat uyumuş olmak bir millet için ölmüş olmak demektir. Diyordu. Aynı dönemde “İçtihad’da Kürt milliyetçiliğine dair yazılar yer alıyordu. (Kâmran Ali Bedirhan, Kürtler Tarihi ve İçtimai Tedkikat, İçtihad no: 130, 14Teşrin-i Sani 1918, Karman Ali Bedirhan, Kürdistan’ın Hazâin-i Tabiisi” İçtihad, no: 133, Kanunu-u Evvel 1918) Abdullah Cevdet “âdem-i merkeziyet” konusuyla da teorik açıdan çok, etnik nedenlerle ilgileniyordu. Bu dönemde “âdem-i merkeziyet” konusundaki makaleler ile Türk milliyetçiliği hakkındaki yazılar “İçtihad”da yan yana yer alıyordu. Abdullah Cevdet, mütareke döneminde “Osmanlılık” düşüncesine karşı saldırıya geçiyor ve Osmanlı İmparatorluğu’na “emperyalist” diyordu. Abdullah Cevdet mütareke yıllarında ABD Başkanı Wilson’un ilkelerine dayanarak Batı desteğinde kurulacak bir “Kürdistan”ı savunuyordu.

Cevdet Batı emperyalizmi destekli ayrılıkçılığı şöyle açıklıyordu: “Wilson prensipleri his ve maksada uygun geldiği vakit ve ancak uygun geldiği vakit temsil olunan bir prensip değildir (…) Ekseriyetini Kürdler teşkil eden vilayetlerin Kürdistanlığı mevzubahs olunca da bu prensip tanınmak ve muta ve mer’i bulunmak icab eder. Binaanaleyh Türkler için Arab’ı, Çerkez’i, Kürt’ü, Laz’ı, Ermeni’yi, Rum’u taht-ı tabiyetinde tutmak için masruf-u kuvveti tasarruf etmekten akilâne ve bunun aksini takip etmekten gafilâne bir siyaset olamaz.” (“Milletler ve insanlık” Jin gazetesi, 21 Receb 1338) Abdullah Cevdet Jin, Roj-u Küd, İçtihad, Hetav-Kürt, Serbesti gibi Kürt yayınlarında Batı destekli bir “Kürdistan”ı açıkça savunmasına rağmen, Anadolu hareketinin başarıya ulaşması ile birlikte bu tür düşünceler ileri sürmekten vazgeçiyordu.

Abdullah Cevdet biyolojik materyalizmi savunuyor ve bu görüşlerle İslâm’ı bağdaştırmaya çalışıyordu. Bu bağdaştırmada izlediği örnek Protestanlıktı. Cevdet İslâm’ın Protestanlaştırılmasını ilk formüle edenler arasındadır. Abdullah Cevdet, İslâm dünyasının “modernleşme”sini Luther benzeri reformların gerçekleştirilmesinde görüyordu. “İslâm’ın şartının kaç olduğunu biliriz ve İslâm kelimesinin selâmet kelimesinden başka bir şey olmadığını da bilmeliyiz. Bu asırda selametin şartı daima üçtür ve üç kalacaktır. Birinci şart: Zengin olmak, İkinci Şart kuvvetli olmak. Üçüncü Şart: Alim ve Fazıl olmak” diyordu. Cevdet kapitalist girişimciliğin Osmanlı toplumuna yerleşmesi için İslâm ahlâkının yenilenmesini savunuyordu. İslâm dinine ve kurumlarına en sert hücumlarda bulunan Samuel Smiles’in tezleri “İçtihad” dergisinde, İslâmiyet’in Protestanlaştırılması fikirleriyle birlikte sunuluyordu (İçtihad’ın 62. Sayısı Samuel Smiles’dan tercümeleri içeriyor)

Bu arada İngilizlerin desteklediği Bahailiğin (Kürdistan gazetesi Kahire’de destekli Bahai yayınevinde basılıyordu) Abdullah Cevdet tarafından ön plâna çıkarıldığını görüyoruz. Babilik’ten kaynaklanan Bahailik, Mirza Hüseyin Ali (1817-1892) önderliğinde geliştirildi. Bahaullah adını alan Mirza Hüseyin, 1863’de misyonunu ilân ettiği tarihten iki yıl öncesine kadar Irak’ta Süleymaniye şehrinde yaşıyordu. Bahailik, “evrenselci” bir temelde tüm dinlerin aslında aynı düşüncenin devamı olduğunu savunur. Tek ve birleşik bir dünya devletini savunan Bahailiğin en önemli merkezi Carmel Dağında (İsrail-Hayfa) bulunur.

Bir dünya federasyonu fikrini savunan Bahailik “Aqdas” adlı kutsal kitaba sahiptir. Yezidilik ve Yezdaniliğin simgeleri bu inançta tekrar ortaya çıktı. İbrani kökleri olan Bahailik Londra’dan büyük destek gördü. İlk Kürt yayınevi olan Matbaa el-Kürdi Kahire’de kuruldu ve burada ‘Kürdistan” gazetesi basıldı. Kutsal kitabı Kürtçe olarak da basılan Bahailik için Cevdet: Her din merhamet ve uhuvvet tesisi için gelmiştir. Fakat bir insan hangi dinde doğdu ise o dinde kalmasına hiç mani olmaksızın o insana kendisini din olarak kabul ettirebilecek mahiyette bir din kabul edilmemiştir. Bu din ancak Bahaullah’ın ve oğlu Abdülbaha’nın vaz ve tesis ettiği din-i merhamet ve muhabbetdir(…) Bahaullah’ın tesis, Abdülbaha’nın tanzim ve neyrettiği bahailik akıl ile müteârız hiç bir fikri, hiç bir hükmü ihtiva etmemektedir. diye yazıyordu. Cevdet dinler arası “diyalog”da Bahailiğe sarılıyordu. Meşrutiyet sonrasında İslâm dinine çeşitli yönlerden şiddetli saldırılar yönelten Cevdet, Bahailikten de İslâmiyet’i Protestanlaştırmada bir araç olarak yararlanmayı istiyordu.

Dinin arka plâna geçtiği bir Türk toplumu düşüncesi Abdullah Cevdet’in ütopyasının önemli parçalarından birisidir. Batılılaşma tezleriyle birlikte bu ütopya 1923 sonrası Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisi ile büyük benzerlik göstermektedir(27).

Cumhuriyetin İnkılâpları arasında daha önce “İçtihad”da formüle edilmeyen tek bir örnek bulmak mümkün değildir. Cevdet “Kitaplarında ilk defa kapakta Latin harflerini ve sahifelerin üzerinde chiffre arabe kullandı. Alaturka tartı ve ölçü yerine milletlerarası tartı ve ölçülerin kullanılmasını tavsiye etti. Latin harflerine taraflı oldu. İstanbul’a dönüşünde Sirkeci garından şapka ile çıktı(28).”

Abdullah Cevdet’in batılaşma ideolojisi, kapitalist girişimciliği görüşü, Anglo-Sakson eğitimi anlayışı egemenlik sistemine içerilirken kendisine İkbal yolu kapatıldı.

Kürt milliyetçiliği çizgisinden, Kemalizm’in destekçiliği ve Atatürk hayranlığına kayan Abdullah Cevdet, devletin Ubeydullah Nehri hareketinde yarattığı örgütlenme ve yönlendirme birikimine sistematik bir biçimde Kemalizm savunusunu kattı. Sistemin mülkiyet rejimi, batıcı ideoloji, kapitalist yol, batıya rağmen batı gibi olma prensiplerinde Kürt ve Türk aydınlarının ortak değerleri onu bu noktaya taşıdı. Sınıfsal konumu itibarıyla yükselen dalgaları takip etti ve ideolojik açıdan sistemden hiç kopmadı. İngiliz emperyalizmi, kapitalist sistem ve batıcı ideolojiye bağlılığı kurtuluş reçetesi saydı. Sabahattin, Bedirhanlar, Said-i Kürdi, İttihat-Terakki, Hürriyet ve İtilaf ittifakları ile ilişkileri çizgisinden Cumhuriyet dönemine geçişi sancılı olmadı. Zira toprak rejimi, mülkiyet ilişkileri, batıcı ideoloji ekseninde II. Osmanlı Devleti birikim, kadroları ve kurtuluş programlarıyla bu döneme aktı. Abdullah Cevdet’in bu bakımdan “İçtihad”ın 23 Teşrin-isani 1922 tarihli sayısında, yeni yöneticilerin düşünceleri ile örtüşen bir “prensipler özeti” yayınlamasında yadırganacak taraf yoktur.

“Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının geliştirdikleri Batılılaşma modelinin yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin önemli bir parçasını oluşturduğuna şüphe yoktur. Yeni devletin ideolojisinin özellikle 1908 sonrası oluşan düşünce ortamının bir ürünü olduğu göz önünde tutulursa içinde Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının geliştirdikleri tezlerin ne denli etkili olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir. Siyasal nedenlerle herhangi bir göreve getirilmeyen Abdullah Cevdet istisna tutulduğunda başta Kılıçzade Hakkı Bey ve Celal Nuri olmak üzere önde gelen Batılılaşma yanlılarının yeni devlette önemli görevlere getirilmeleri bu gözlemi doğrulamaktadır. Abdullah Cevdet’in bir tefevvuk olarak gördüğü Batı medeniyeti ile Atatürk’ün ulaşılması gereken hedef olarak ele aldığı muasır medeniyet kavramı aslında birbirlerine fazlasıyla benzeyen olguları ifade etmektedir.(29)” Cevdet, “Avrupa bir tefevvukdur, herkes bu tefevvukun sıfatını tayinde hürdür” diyordu. Abdullah Cevdet’in “garblılaşma” kuramının temelinde Anabaptisler tarafından ortaya atılan “chilizsm”ın etkileri belirgindi.

Cevdet toplumun “seçkin” bir grup tarafından idaresini savunuyordu. Halkı ve özellikle köylülerin eğitimini, kültürel gelişmesini onların yönetilebilir bir toplum oluşturmaları açısından sorunlu görüyordu. Eğitimin tümüyle batılılaştırılmasını savunuyordu. Bolşevizm’e şiddetle düşman olan Abdullah Cevdet servet birikimini toplumu geliştirecek temel mekanizma kabul ediyordu. Abdullah Cevdet’in temsil ettiği fikirler etkilidir:

Elimizde Abdullah Cevdet’e atfedilen, ancak onun da aynı görüşleri paylaşmasına karşılık Kılıçzade  Hakkı Bey tarafından gerçekleştirilen ve Atatürk devrimleri adını verdiğimiz değişimlerin büyük çoğunluğunu içeren bir plân dahi bulunmaktadır ve bu plân oldukça radikal tedbirlere değinmektedir(30).

Hollandalı Katolik din adamı Dozy’nin İslâm Tarihi’ni Türkçeye çeviren Cevdet, 1908’den önce İçtihat dergisini Cenevre’de yayınladığı dönemde, Müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler arasında bir anket açarak kalkınmanın nasıl olacağına ilişkin sorular soruyor ve bir Fransız edebiyatçı: “Kuran’ı kapa kadınları aç” diye cevap veriyor, Abdullah Cevdet ise bir değişiklik yaparak cevabı: “Hem Kuran ı hem kadınları aç” biçimine dönüştürüyordu. 1908 “devrimi” sonrasında peçe ve çarşafa ilk savaşı açan o oldu.

Kendisini üstün gören ve bu üstünlüğünü korumak isteyen Batı kültürünü tümüyle içerme yanlısıydı Cevdet. Sömürgeciliğin askeri, ekonomik amaç ve kurumlarıyla beslenen batılı egemen kültür, diğer kültürlerle ilişkilerini “izin vermek, ezmek, meşrutiyet tanımak, yasaklamak, doğrulamak” üzerine kuruyordu.

Doğu yalnız Batı’yla komşu olmakla kalmayıp, aynı zamanda Batı’nın en büyük sömürgesidir. Batılılaşma yanlısı görüş ile sömürgeci söylem örtüşüyordu. Batılı emperyalistler için serbest ticaretin ilk şartı zayıf bir doğuydu. Bunun için Doğu’nun Batılılaşması, “kuvvetli ve muhteşem Türk” imgesinin yıkılması açısından gerekiyordu. Bu konuda Lamartine açık açık Osmanlı İmparatorluğu’nun kolonileştirilmesini savunuyordu. “Osmanlı İmparatorluğu bir kez parçalanmaya görsün (…) Akdeniz kıyıları mallarımızı alacak, deniz ticaretimizi canlandıracak, uygarlığımızı benimseyecek milyonlarca insanla dolacaktır.” Bu konuda, “üretici güçleri ve endüstri gücünü yeniden yaratılmış bir Doğu’nun yoğun tüketimiyle kamçılamak” gereklidir diyordu Fransız sömürgeciliğinin temsilcisi Lamartine. Ona göre Doğu, Batı’nın kültürel ve ticari egemenliğinde olmalıydı. Uzun vadede bundan yalnız Fransa değil tüm Avrupa, dolayısıyla “insanlık” yararlanacaktı. “İnsanlık” Batıyla özdeş görülüyordu.

Doğu ile Batı arasında serbest ticaret emperyalizmini savunan İngiltere Başbakanı Palmerston’da, ticaretin “bir eliyle uygarlığı, öbür eliyle barışı” doğuya taşıyacağını söylüyordu(31).  Cevdet ise tam bir sömürge aydını konumu ve Osmanlı aydınının anti-kapitalist, anti-emperyalist temelde Batı’ya karşı olmayı zul sayan tutumuyla Fransızca şiirler yazıyor, gerici, Hıristiyan köktenci, ırkçı yazarların kitaplarını çeviriyordu. Cevdet Gustave Le Bon, Emile Boutmy, Dozy, Byron’ı izliyordu. Le Bon’un “melezleşme” kuramını, Türk ırkının üstün bir ırkla karışması noktasına taşıyacak ölçüde Batılaşıyordu(32).

Abdullah Cevdet Siyonizm’i de ilgiyle izliyordu. Jön Türk yayın organlarından İçtihad’da ilk kez Siyonizm konusunda bir makale yayınlanıyordu. Max Nordau’nun yazısının yayın tarihi 1905 Temmuz’udur. Abdullah Cevdet, Viyana’da, Siyonizm’in önemli ismi Theodor Herzl ile buluşuyor bu görüşmelerde ona Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini sağlamak üzere Osmanlı yöneticilerine verilecek rüşvetleri de içeren ayrıntılı bir plân sunuyordu. Herzl’in Avrupa’daki temsilcisi Vambery idi. Vambery’nin Sultan’a yaranmak için Jön Türk yayını olan “Meşveret”in çıkışını Siyonistler adına para vererek önleme önerisini Abdülhamit kabul etmiyordu. Bu arada Jön Türklerin bir iktidar alternatifi olarak belirmeleri üzerine Siyonistler onlarla ittifak kararı alıyorlar ve Avrupa’da ilk ilişki kurdukları isim ise Abdullah Cevdet oluyordu. İngiliz ajanı, Siyonist Vambery Jön Türkler arasındaki faaliyetlerine devam ediyordu.

Sabahattin-Abdullah Cevdet çizgisinin, buluştuğu bir başka isim Said Kürdi idi. El-Ezher benzeri bir üniversitenin Doğu da kurulmasını savunan Said Kürdi’nin yaşadığı bölgenin koşullarını 1880’lerde Van’da İngiliz Konsolosu olan Albay Chermside’in yazdıklarında bulmak mümkündür.

“Albay Chermside yerel koşullara ilişkin olarak gerek Said Nursi’nin arka planının gerekse reform önerilerinin kaynaklandığı siyasi çerçevenin anlaşılmasında büyük önem taşıyan (…) özelliği vurgulamaktadır.’ Konsolos, “Süresi uzatılmış gezim sırasında, hükümetin icra dalında görev yapan yalnızca iki Kürt’e rastladım. Türklerin Kürtlere daha büyük bir dikkat göstermemesi esef edilecek bir husustur (…) yeni yetişmekte olan kuşağın eğitilmesi ve bu kuşak üyelerine Kürdistan’da sivil ve idari görevler verilmesi, Türkler açısından yararlı olacaktır(33).”
diyordu.

Kısa süre sonra Sultan 2. Abdülhamit, Hamidiye Alaylarını örgütleyecek, Aşiret Mektebinin kapılarını Kürt egemenlerin çocuklarına açacaktı. Said Nursi’nin 1896 yılında, Van Gölü kıyılarında bir medrese kurulması ve aşiret üyelerinin burada tam anlamda birer Osmanlı vatandaşı olacak şekilde eğitim görmeleri yolunda yaptığı öneri, Albay Chermside’in bu duyarlılığını yansıtır niteliktedir(34).

Said Kürdi, Mevlâna Halit çizgisi ve Sirhindi’ye bağlıdır. 1908 Jön Türk “devrimi” sonrasında İstanbul’daki Kürt örgütlenmeleriyle temas kuran Said Kürdi tercihini İslâmi çözümlerden yana kullandı. Bu çizgi ile birlikte Bediüzzaman Said Nursi olarak tanındı. Nursi, kişisel olarak İmam Gazali’yi örnek alıyordu. Şeyhler hiyerarşisini, sahip olduktan manevi gücü dünyevi amaçları doğrultusunda kullanan din adamlarını tenkit eden Said Nursi onların asgari ihtiyaçları ile yetinmeyerek halka fazladan zekât yüklemelerini “sömürü” sayıyordu. Şeyhlerin otoriter yapısını reddeden Said Nursi İslâm’a halkçı bir çerçeveden yaklaşıyordu. Kişisel yaşamında mülkiyetten ve dünya nimetlerinden uzak duran Said Nursi toplumsal görüşlerinde Bolşevizm’e ve sosyalizme şiddetle karşıydı.

Said Nursi Bitlis’te Vali Ömer Paşa’nın maiyetine katıldı. (1892-93). Paşa’nın çocuklarına ders verdi. Daha sonra Van Valisi Hasan Paşa’nın çağrısı üzerine bu kente gitti. Burada Valinin maiyetine katılan Said Nursi’nin idari reformun “vitrini” olan Van’daki çalışmaları, temasları ve geliştirdiği projelerin arka plânı İngilizlerin İslâmi ve idari “reform” duyarlılıkları ile paraleldir. Dönemin devlet destekli İslâm örgütlenmesi çerçevesinde Van Valiliği’nde dini danışman olması, Kürtler arası anlaşmazlıklarda uzlaştırıcılık görevini yerine getirmesiyle de bağlantılıdır. Said Nursi’nin nitelikleri kısa sürede dikkati çekti ve sarayın güvenilir isimlerinden Yahya Nüzhet Paşa onu Abdülhamit’in Kuşçubaşısı Mustafa Bey’e gönderdi. Sultan, gizli nitelik taşıyan politikalarını, resmi hükümet kanallarıyla değil, bu tür güvenilir yardımcılar aracılığıyla gerçekleştiriyordu. Kuşçubaşı Mustafa Bey’in oğlu Eşref, İttihat ve Terakki’nin istihbarat örgütünün en önemli isimlerinden biri olduğunda Said Nursi’de yanındaydı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın 1. Dünya Savaşındaki Pan İslamcı propaganda faaliyetlerinde görev alan Said Nursi, böylece devletin çekirdeğini oluşturan bu istihbarat örgütünün aktif görevlileri arasında yerini aldı.

1908 Temmuz “devrimi” sonrasında Selanik’te gördüğümüz Said Nursi, daha sonra Adliye Nazırlığı görevine getirilen 33. Dereceden mason üstadı Manyasizade Refik’in evinde düzenlenen toplantılarda Talat bey, Dr. Nazım, Ali Fethi (Okyar) gibi isimlerle bir araya geliyordu. Bu dönemde çizgiler iç içedir. Güç, karar, finans merkezi ülkenin içinde değil dışındadır. Çatışmaların yoğunlaşmasında “ulusal” emperyalizmlerin çıkarları belirleyicidir. Batıcılık, İslamcılık, Milliyetçilik akımlarının arka plânında kapitalist-emperyalist egemenlik ilişkilerinden beslenen çelişkilerin yansımaları vardır. Said Nursi’nin çalışmaları da bu tablonun bir parçasıdır.

Onu 1909’da patlak veren ve 31 Mart vakası olarak bilinen hareketin önderi durumundaki “İttihat-ı Muhammedi”nin kurucuları arasında görüyoruz. Bu örgüt askeri ayaklanmadan bir hafta önce kuruluyordu. Ayaklanmanın sözcüsü ise Volkan gazetesiydi. 31 Mart hareketinde Mevlanzade Rıfat, Said Nursi, Prens Sabahattin gibi isimlerin desteği vardı. Sabahattin, “siyaset-i hariciyemizin temel taşı daima Fransa ile İngiltere dostluğu olmalıdır” diyordu. “Volkan” İngiliz yanlısı yayınları yapıyordu. 15 Aralık 1908 tarihli “Volkan’ da İngilizlerin âdemi merkeziyetçiliği sayesinde Kıbrıs’ın adeta “küçük bir İsviçre” haline geldiği yazılıyordu. Komprador kapitalizmin, İngiliz çıkarlarının savunucusu Sabahattin’in yolu Mevlanzade Rıfat, Said Nursi gibi önemli Kürt önderleriyle kesişiyordu. Derviş Vahdeti, Mevlanzade, Sabahattin Ahrar Partisindeydiler ve hepsi de İngiltere’yi tutuyordu. Bu çevreden ilgi çekici bir diğer isim de Prens Sabahattin’in kâtipliğini yapan Satvet Lütfi Tozan dır. Fransa’da silah üretimi işi ile uğraşan Tozan, 2. Dünya Savaşı’nda İngilizler adına casusluk yapıyordu. İngiliz hükümeti kendisine yaptığı hizmetlere karşılık Order of the British Empire nişanını veriyordu: böylece Kamil Paşa’dan sonra bu nişanı alan ikinci Türk oluyordu. Anglo-Sakson hayat ve toplum görüşünün üstünlüğüne hayran olan Tozan bu inancını açıkça ortaya kovuyordu(35).

Ahrarcıları İngiltere, İttihatçıları Almanva destekliyordu. Mevlanzade, ayaklanma günü çıkan yazısında “bizi bizden ziyade düşünen” İngiltere vurgusu yapıyordu. 31 Mart olayı çıktığında İngiliz basını ve İngiliz elçiliği ayaklanmayı ellerinden geldiği kadar desteklediler (…) Muhalefetin siyasal tutumunun belki en büyük özelliği ve kuvvet aldığı nokta İngiliz siyaseti idi(36).

Harekât Ordusu İstanbul’a girinceye kadar İngilizler ile Ahrarcılar ortak bir tutum sergiliyorlardı. Bu ayaklanma Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana sonuçlar doğuracak bir hareketti. Dini, propaganda kılıfı olarak kullandı. Mevlanzade, Vahdeti, Said Nursi arasındaki temaslar ise dikkate değer niteliktedir. Said Nursi’nin Volkan ve İkdanida isyan süresince askere “itidal” tavsiye eden yazıları yayınlanıyordu.

Bu hadiseler üzerine Rus donanması Karadeniz’e çıkıyor, İngiliz donanması da Çanakkale Boğazı dışında Beşike’de bekliyordu. İstanbul’da yaşayan yabancıların zarar görmesi bahane edilerek başkentin işgal edilmesi ihtimalini Nazırlar ciddi ciddi tartışıyorlardı(37). Ülkeyi emperyalist askeri müdahalenin eşiğine getiren bu isyan, hayatında beş kez hükümet darbesi ya da ayaklanmaya girişen veya bunu tasarlayan Prens Sabahattin’in ve diğer muhalefetlerin işidir.

31 Mart Vakasının; İngiliz emperyalizmini savunan, komprador çıkarları temsil eden, Arnavut ve Kürt ayrılıkçılığına dayanan kadroların gerçek nitelikleri zemininde tartışılması bir yana bırakılarak dini kılıfı ön plâna çıkarılıyordu. Alman emperyalizmi, Siyonist-Yahudi etkinliği, mason örgütlenmesi ile malul ve Batılaşma yanlısı İttihatçı kesimlerin emperyalizm eksenli bir çözümleme üzerinden 31 Mart’ı değerlendirmeleri zaten mümkün değildir. Bu bakımdan, hareketin, her dönem kullanışlı ve emperyalist çıkarları gölgeleyen, yabancı güçlerin etkinliğini örten “irtica” başlığı ile etiketlenmesi söz konusu oluyordu. Oysa Kıbrıslı Derviş Vahdeti, kapitalizmi savunan, Liberal, İngiliz yanlısı bir din adamıydı. Harekette doğrudan İngiliz parmağı aramak bile gereksizdir. Zira Anglo-Sakson kapitalizminin değerlerini savunan ve aslında İttihatçıların askeri kanadının Almancılığına “muhalif” olan grubun İngiliz taraftarlığı “iman” mertebesindeydi. Bu ayaklanmayı “irtica” basitleştirmesi ile değerlendirmek doğru değildir.” Ayaklanmayı muhalefet düzenlemiş ve başlatmıştır. Muhalefet denince, başta Prens Sabahattin olmak üzere, Kâmil Paşa ve oğlu Sait Paşa, İsmail Kemal ve Müfit Beyler, Mizancı Murat, Mevlanzade Rıfat, Said-i Kürdi (Nurculuğun kurucusu), Derviş Vahdeti gibileri ve bunların buyruğu ve etkisi altındaki siyasal örgütler, yani Ahrar Fırkası ve onun dinsel kolu olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti anlaşılır. Bir de bunlara yardımcı olan güçler vardır. Bunlardan biri, özellikle El İslâm Cemiyeti ve gazetesi çevresine kümelenmiş ulema ve hemen bütün medrese öğrencileridir(38).” 31 Mart ayaklanmasına İngiliz-Alman emperyalizmlerinin Osmanlı ülkesinde şebekeleşen çıkarları da etkili oluyor. Vahdeti ise Harp Divanındaki ifadesinde “31 Marttaki iğtişaşın (kargaşanın) irtica değil, bir fırka kavgasından ibaret olduğunu zannederim” diyordu.

Said Nursi, siyasi teori alanında, Jön Türklerin siyasi dağarcığında yer alan kavramları kullanıyordu. Kişisel açıdan dünya nimetlerine sırt çeviren, dinin bir sömürü aracı olmasına karşı çıkan Said Nursi’de ideolojik açıdan sistemden kopmuyordu. 19. Yüzyıl liberalizmi ile İslâmi görüşlerini kaynaştırıyordu.

31 Mart sonrası onu Van, Urfa ve Diyarbakır’da görüyoruz. Diyarbakır’da kısa süre sonra Jön Türklerin önde gelen teorisyenleri arasına girecek olan ve gençliğinde Nursi benzeri yoğun tecrübeler yaşayan, kendisi gibi Kürt Ziya Gökalp’le tanışıyordu. Bu üç önemli Kürt düşünürden Abdullah Cevdet’in de yolu bir dönem Nursi ile kesişiyordu. 1913 yılında Bitlis’te Kürtler vergi ayaklanmasıyla harekete geçiyorlar, Nursi bu isyandan kısa bir süre sonra Jön Türk gizli servisine dâhil oluyor ve İttifak devletleri safında savaşa katılmanın gerekçelerini ortaya koyan beş cihad fetvasını hazırlayan grubun çalışmalarında yer alıyordu.

Said Nursi II. Meşrutiyet sonrasında kurulan “Kürt Teavvün ve Terakki” gazetesinde de yazdı. Seyyit Abdülkadir, Babanzade İsmail Hakkı, (İttihat ve Terakki hükümetinin Maarif Nazırı oldu), Ahmet Cemil (Asena), Süleymaniyeli Hacı Tevfik gibi önde gelen Kürt şahsiyetleri de bu gazetede yazı yazıyorlardı. Said Nursi “Ben yedi cemiyete bağlıyım. En başta Kürdüm. Bu kutsal isme bağlıyım” diyor ve Kürt Said Nursi’nin kurduğu Nurculuk hareketi zaman zaman soruşturmalara uğramakla birlikte soğuk savaş yıllarında anti-komünist ve anti-sol akımın temel dayanağı olarak zeminini korudu. Cumhuriyet sonrasının biçimsel lâiklik uygulamalarında büyük örgütlenmesiyle, sistem ve devlet içinde kuvvetli bir odak olarak varlığını sürdürdü. Bürokrasi ve politikada önemli bir nüfuza sahip olan Nurculuk içinden bir kesim ayrışarak, küreselleşmeci akımın peşine takıldı. Prens Sabahattin’in komprador kapitalizm ve Anglo- Sakson bağlılığı ile Kürt liderler tarafından desteklenen âdem-i merkeziyet çizgisinin çağa uydurulan biçimleriyle ideolojik sentezde bir tekerrür ortaya çıktı(39).”

Abdullah Cevdet ve Said Nursi gibi kalıcı etkileri olan bir başka Kürt düşünür Ziya Gökalp’tir. Onun milliyetçiliği bir dil ve kültür sorunudur bu anlamda ırk ve etnik köken ayrımlarıyla ilgili değildir. Önemli olan Cevdet ve Nursi gibi sosyal, siyasal, ekonomik, dini çelişkilerin yoğunlaştığı bir bölgeden gelmesi ve bu ortamın biçimlendirdiği derin gerilimleri sistemin ideo-politik biçimlenişine katabilmesidir. Aydın bir insan olan babası Ziya Gökalp’in eğitiminde Batı değerleriyle geleneksel İslâmi değerlerin kaynaşmasına çalıştı. Lisede Fransızca öğrenen Gökalp’in yüzü Batıya dönüktü. Gökalp’in Abdullah Cevdet’le ilişkisi özellikle önemlidir. Gökalp’in İttihat ve Terakki ile bağlantısını sağlayan Cevdet’tir(40). Lisedeki Batıcı öğretmenlerinin getirdiği yaklaşımlarla İslâmi değerler arasında “parçalanmaya uğradığını” yazan Gökalp intihara teşebbüs ediyordu. Bu intihar vakası, pek çok toplumsal sorunun yaşandığı, müstebit bir egemenliğin etkileri altında biçimlenen bir dönemin duyarlılığını yansıtır. 1904-1908 arasında Gökalp, Kürt köylülerinin içinde bulunduğu kötü durumu dile getiren şiirler ve Diyarbakır adlı gazetede bölgenin ekonomik sorunları üzerine makaleler yayınlıyordu.

Gökalp 1910’da İttihat ve Terakki Partisi Genel Merkezi üyesi olarak ticaret burjuvazisinin karargâhı Selanik’e gidiyordu. Ziya Gökalp çok-uluslu imparatorluktan ulus-devlete geçişin psikolojik ve teorik boyutları üzerine ciddi hazırlık çalışmaları yürütüyordu. Gökalp “İçtimai mefkure”sini, “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” diye açıklıyordu. Kapitalizmin emperyalizm çağında milliyetçiliğe ve dinin gerçek beşeri özüne karşıtlığına rağmen Gökalp Avrupa kapitalizminin teknik ve sınai başarılarını savunuyordu. Sömürgelerin yağmalanmasına dayalı sermaye birikim sürecine, köleciliğe, talan savaşlarına, acımasızca sömürülen Avrupa işçi sınıfının ve insanlığın ödediği muazzam bedeller üzerine yükselen bu “başarı”nın tekrar edilmesine emperyalist batının engel olacağına ilişkin bir bilinç Gökalp’te yoktu. Son tahlilde, Batının gerici idealist pozitivizminden bir adım öteye geçemiyordu, kapitalist batı “uygarlığı”nı bir sistem olarak kavrayamayan Gökalp kültürü ve bireyci anlayışı ayırıyor sentezine sadece bilim, teknoloji ve sanayi dâhil ediliyordu. Kapitalizmi liberalizmden ayıran ve kapitalist “uygarlık” için dayanışmacı temelde yeni bir meşruiyet kaynağı oluşturmaya çalışan burjuva düşünürlerinin yanında yer alıyordu. Kapitalizmden vazgeçmeden “daha insancıl ve daha yüce” bir temel sayılan dayanışmacı teorilere yönelen Gökalp çok sayıda Avrupalı düşünürle aynı zeminde buluşuyordu.

Ziya Gökalp tam bir uyum teorisyeniydi. Bir ulusal-kültürle, diğer uluslar ve uluslararası uygarlık biçimleri arasındaki gerilimleri gereksiz buluyordu. Batı’nın dini-kültürel emperyalizmi ile bütünleşen ırkçı ve Avrupa-merkezci yaklaşımı karşısında bu safdillik sömürge aydınlarının ortak tavrıdır. Bu temelde Gökalp’in kozmopolitizmi reddetmesinin de anlamı kalmıyordu. Çünkü savunduğu kapitalist yol, kültürel yayılmacılıkla desteklenen, emperyalist egemenliğin ülkeler arası basamaklı bir sistemi dayattığı dünya ölçeğinde bir kozmopolitizme, dayanıyordu. Gökalp’in siyaset felsefesi ile siyaset teorisi arasındaki zayıf halka onun kapitalizme karşı olmamasından kaynaklanıyordu.

Diyarbakır Ticaret Odası kâtibi olduğu dönemde Peyman ve Diyarbakır gazetelerinde ekonomik sorunlar üzerine makaleler yazan Gökalp’in o dönemde benimsediği görüşlerinden birçoğu 1922-1924’deki fikri olgunluk aşamasında da gündeme geliyordu. Sosyoloji ve siyasete ilişkin yazılarına göre çözümleyici değeri yüksek olmayan siyasal iktisat görüşleri, Türkiye’de ekonomik düşünce ve siyasalların teorik çerçevesine önemli katkılar sağlıyordu(41). Ziya Gökalp sosyalizme kesinlikle karşıydı. Ancak, kapitalizme karşıtlığı yoktu onun kapitalizmde karşı olduğu yön yarara ve dayanışmaya önem vermeyen liberal biçimiydi. Onun dayanışmacı teorisi, eleştirdiği toplumun esaslı bir çözümlemesine elverişli değildi. Savunduğu dayanışmacı toplumun ise kapitalizm reddedilmeden kurulması mümkün değildi. Ziya Gökalp, eşitsizlikler ve adaletsizliklere yol açan kapitalizmin temel özelliklerine karşı çıkmadan, sadece liberalizmin eleştirisiyle yetiniyordu. Kapitalizme karşı olmadan anti-sömürgeci ve anti- emperyalist olunamayacağı, dünya kapitalist sistemine zincirlenen bir ulusalcılığın gerçek toplumsal-siyasal-kültürel bağımsızlığı sağlayamayacağını göremiyordu. Gökalp’in teorisi, “zayıf” temellere dayanıyordu. Çünkü daha gelişkin olan toplumsal felsefesini gerçekleştirmekte yetersizdi. Dayanışmacı mülkiyet anlayışını açıklarken emek gücü, artık-değer gibi kavramları herhangi bir emek- değer teorisine bağlamıyordu. Sermaye birikimini mayalandıran süreci Protestanlığa hatta Kalvinci bir burjuva ahlâk disiplinine dayandıran Gökalp, ahlâkı “batı” burjuvazisinden ideolojik ödünç olarak alıyordu. Gökalp, Tanrı’nın çok çalışan ve çok kazananları sevdiğini söyleyecek ölçüde Kalvinist tezlere bağlıdır. Ona göre, “çok çalışıp çok kazanmak efrâd-ı beşer için bir vazifedir.” Sermaye birikiminin doğurduğu kazançların toplumsal dayanışmayı bozmaması gerekliliğini savunan Gökalp, “lâikleştirilmiş” bir dinsel muhakeme zincirine dayanıyordu. Gökalp, devlet destekli özel imtiyazlara dayanan siyasetler yoluyla İttihatçıların ve Kemalistlerin emperyalizm çağında “ulusal burjuvazi” yaratma ideolojilerinin temelini atıyordu. Ekonomik eşitsizlikler doğuracak bir sürecin lâik dayanışmacı ahlâk ve İslamcı hayırseverlikle yumuşatılacağını vurguluyordu. Devlet özel imtiyazlarla bireyleri zenginleştirirken keskinleşen çelişkilerin “dayanışmacılık” adına yumuşatılması için hayırseverler bağış ve zekâtlarla muhtaç olanlara yardım edeceklerdir. Sosyal Katolikliğin Batıcı ideoloji ile Türkiye’ye akış çizgisinde Gökalp İslâm hayırseverliği ile “dayanışmacı” kapitalizmin sentezini yapıyordu. Kapitalist ruhu, İslâmi meşruiyet temelinde, liberallikten “dayanışmacılığa dönüştürmeye çalışıyordu. Emperyalizm, liberalizm ve kapitalizm konusundaki yazılarında kavramsal bir karışıklık görülen Gökalp, kapitalizmin değil liberal kapitalizmin bireyciliğinin karşısındaydı. Diğer yandan o, devletçiliği devlet sosyalizmi ya da kapitalizm karşıtı sosyalizan bir sistem olarak değil devlet kapitalizmi şeklinde adlandırıyordu. Gökalp anti-liberaldir ama anti-kapitalist değildir.

Toplumsal dayanışma ve kamu yararı zorunluluklarıyla ne denli sınırlarsa sınırlasın, Gökalp özel mülkiyeti ve özel girişimi son tahlilde kutsal sayan bir korporatist kapitalizm taraftarıdır. Yaptığı, liberal modeldeki bencil birey ve grupların çıkarcılığını onaylamamak ve frenlemeye çalışmak, ama eleştirisini hiçbir zaman mantıksal sonucuna yani kapitalizmin ta kendisinin iç mantığına ve sistemik işleyişine kadar vardırmamaktadır. Türkiye’de kendisinden önceki ve sonraki birçokları gibi Gökalp de; Solidarist (dayanışmacı) bir anlayış ve vicdanla kâr maksimizasyonuna yönelmek istemeyecek ve kamu çıkarlarını üstün tutacak bir ulusal burjuvazi sanki olabilirmiş gibi düşünmektedir(42).

Devlet tarafından yaratılan burjuvazi mitosu, İttihatçıların ve Kemalistlerin rehber ideolojisiydi. Birbirinin yerine de kullanılabilen milli tüccar veya milli burjuva’nın yaratılması, giderek bir milli sanayi burjuvazisi’nin yaratılması anlamını taşıyordu. Bu proje ile Levanten ve azınlık tüccar gruplarının işlevleri devralınacak, ulusal ticaret burjuvazisi ulusçu bürokrasinin devlet denetimine, kamu yararı ve toplumsal dayanışmaya riayet edeceğine ilişkin bir beklentinin, Osmanlı’nın sömürge koşullarının çelişkilerini gözlemlemiş kadrolar tarafından safça savunulduğunu düşünmek için neden yoktur. Gökalp’in bu bağlamda, Türkiye’nin ekonomik kalkınması için yabancı sermayeye ve yabancı uzmanlara ihtiyacı olduğunu vurguladıktan sonra bunu “siyasal amaç taşımamaları” şartına bağlamasının Osmanlı aydının pratikleri ile bağdaşamadığı açıktır. 1924’de yazdığı yazılarda “ecnebi sermaye” girişinde sadece “siyasi kayıtlara” dikkat edilmesini savunurken Osmanlı’nın sömürgeleşme süresince ekonomi-siyaset birliğinin işleyişini Gökalp’in kavrayamadığı gibi bir sonuca varılamaz. Bu yaklaşımların temelinde Osmanlı’dan devralınan sistem üzerine kurulan yapının sınıfsal ihtiyaçlarının dillendirilmesi vardır. Gökalp’in anlayışı, kapitalizmin birikim bunalımının yarattığı ve bir süre sonra Batı’dan Türkiye’ye yansıması kaçınılmaz olan gerilimlere yanıttı.

Dönemin Avrupa düşüncesinin devrim korkusu ile beslenen, sınıf savaşımlarına karşı savunma formülü olarak geliştirilen, burjuva toplumunda dengeyi restore etme amacına yönelen teori Gökalp vasıtasıyla egemen ideolojiye içerildi. Her türlü sınıf mücadelesini bastıran, yoksulluğu örten, yolsuzluğu sermaye birikimi süreciyle bütünleştiren, tüm toplumsal kıpırdanışları ezen, sol düşünce ve eyleme kapalı bir düzen içinde gelişme projesi Türkiye’ye uyarlanırken Gökalp teorileri ile bu sürece yön verdi. Gökalp’in felsefesine dayanak yaptığı Durkheim’in teorisi zaten oluşmuş ancak yeniden güçlendirilmesi gereken bir sınıf yapısının meşruiyet krizini çözmeye yöneliyordu. Gökalp ise temel mekanizmaları Osmanlı’dan devralınan, komprador yönleri bulunan, saray geleneğinin olumsuzluklarını taşıyan, spekülasyonu ticaret sayan, yabancı finans-kapitalle bağlantılı ancak yenilik konusunda iddialı bir sınıf egemenliğine meşruiyet kazandırmak peşindeydi. Bunu yapmanın yolu ise yoğun bir ahlâk, ulusalcılık, milli sanayileşme gibi ideallerin keskin vurgularla savunulmasından geçiyordu. Emperyalizm çağında bir “ulusal burjuvazi” yaratmayı bireyciliği reddederek, toplumsal dayanışma sorumluluğu ile hareket eden ahlâklı kapitalistlerin faaliyetleri ile temellendirme ikilemi, Gökalp’in düşüncesindeki eşitlik vurgusu, ırkçılığı kabul etmeyen ulusalcılık, yurtsever yol arayışında büyük çaba, dile özen, Doğu’nun değerlerini anlama çabası gibi pek çok olumlu unsur açısından zayıf halkadır. Ancak, İslâm dinini vatanseverlik duygusunu harekete getirici ve diğer Müslüman halklarla işbirliği ve dayanışmanın temeli olarak değerlendirmesi(43) anti-kapitalist içerik taşıyan tüm hareketler açısından anti- emperyalist bir çizgiye oturmada olmazsa olmaz bir koşuldur ve Ziya Gökalp’in en önemli mirasıdır.

Bir toplum içinde kilit konumları tutmuş olanların kendi konumlarını ve bu itibarla içinde bulundukları sosyal-siyasal-iktisadi yapıyı savunmalarını sağlayan araçlar anlamında ideoloji ile toplumun çerçevesini kırmaya yönelen teorilere ütopya dersek, Jön Türklerin bir ütopyası olmadığı görülür. Jön Türk düşüncesi bu yönüyle (eylemdeki keskinliğe rağmen) muhafazakârdır. Radikalliği dışlayan Jön Türklerin elbette iddialı bir eylem programı vardı. Ancak bu noktada, Osmanlı İmparatorluğu’nu siyasal, iktisadi, sosyal açıdan bataklığa dönüştüren sistemle hesaplaşmaya ilişkin bir ilkesellik yoktur. Jön Türklerin “gizli milliyetçiliği” ise kapitalist-emperyalist sistemin çizdiği mali, sosyal, ideolojik sınırlarla maluldür.

Jön Türklerle Jön Kürtler arasında ideoloji, program, yöntemsel araçlarda ortak paydalar yoğundur. Birbirleriyle ittifakları egemenlik sisteminin çıkarlarını savunmada ortak bilince dönüşüyordu. Etnik anlamda en şiddetli söylemlerde ayrıştıklarında bile feodal güçlerden kopamayan, emperyalist ilişkilerinin temel değerlerine bağlı, en koyu dindarlığı bile ideolojiye dönüştürerek Batıcı modernleşme kalıplarını içeren, kapitalist mülkiyet rejimine taraftar bir ortak paydayı paylaşıyorlardı. Üç tarz-ı siyasette (Batıcılık, İslâmcılık, Milliyetçilik) Kürt kökenli ve ikisi belirli dönemlerde Kürt milliyetçiliğini savunmuş (Abdullah Cevdet, Said Kürdi) Abdullah Cevdet, Said Kürdi, Ziya Gökalp’in etnik nedenlerle dışlanmak bir yana egemenlik sisteminin ideolojik dayanaklarının, programatik temellerinin, kurumsal yenilenmelerinin biçimlenmesinde son derece etkili oldukları açıktı. Muhafazakârlıkları ölçüsünde Jön Türkler ve Jön Kürtler sistemin işleyişi koşulları önündeki engellerin tasfiyesinde benzer prensiplere dayanıyorlardı. Dolayısıyla Batıcı ideoloji ve sömürge aydının açmazlarında ortaktırlar.

Jön Kürtler’in İdeolojik Kökenleri

İstanbul merkezli yürütülen Kürt hareketlerinde küçük burjuva kökenli aydınlar dışında özellikle Seyyit Abdülkadir ile Bedirhanların büyük ağırlığı bulunuyordu. Ubeydullah Nehri’nin oğlu Abdülkadir, 1896 yılında İstanbul’da İttihat ve Terakki örgütlenmesine dâhil oldu. 1895’te Harbiye başta olmak üzere okullarda başlayan huzursuzluk 1896’da büyük boyutlara ulaşıyor ve bir darbe hazırlığı gündeme geliyordu. İttihat ve Terakki’nin İstanbul merkezi bu darbe girişimi için fedai grupları hazırlıyordu. “Kendisinden çekinildiği için; her başvurusunda Saray’dan özel ihsanlar alan Şeyh Abdülkadir aracılığıyla, fedai şubeleri oluşturulmuştur(44).” Ancak bu kapsamlı darbe girişimi saray tarafından önlenir. İstanbul komutanı Kâzım Taşa, Polis Müdürü Hüsnü Bey, Jandarma Komutanı Salih Paşa’nın da aralarında bulunduğu paşalar, saray görevlileri, subaylar, askeri okullardaki görevliler ile birlikte üçyüz elli kişi tutuklanır. Şeyh Naili ve Seyyit Abdülkadir’in bu darbe girişiminde önemli rolleri vardır. Neticede aralarında Abdülkadir’in de bulunduğu yüzlerce insan sürgün ediliyordu. Dönemin yayınlarına göre hareketin başarıya ulaşması halinde meşrutiyet 1896’da ilân edilecektir.

Medine’ye sürülen Abdülkadir 1908 Temmuzu’ndan sonra İstanbul’a dönüyordu. Sürgün sırasında askeri bir darbede ön plânda adı geçmesine rağmen Abdülkadir’e maaş ödeniyordu. İttihat ve Terakki bu başarısız darbe girişiminden sonra çalışmalarını ülke dışına taşıyordu. Bu dönemde hareketin Avrupa kanadına yardımlarda bulunan bir başka Kürt aristokratı da, sonradan İttihat ve Terakki’ye düşman olan, 1919’da Paris konferansında emperyalistlerden “Kürdistan Krallığı” için destek isteyen ve Bogos Nubar Paşa ile birlikte ortak bildiri hazırlayan Kürt Şerif Paşa’dır. Paşa anılarında: “Avrupa”da bilhassa Paris’te inkılâpçı iki parti vardı. Sabahattin Beyefendinin partisi ve Terakki ve İttihad gayretkeşleri… Biz bu iki mücahid partinin her ikisine de gücümüz ölçüsünde yardımı, manen, maddeten iştiraki fazilet bildik” diyor(45). Şerif Paşa, Seyyit Abdülkadir gibi Kürt feodallerinin İttihat ve Terakki ile ilişkilerini, saraya rağmen sürdürmeleri kayda değer niteliktedir. Hamidiye Kürtlerinin örgütlendiği bir dönemde İstanbul’da Seyyit Abdülkadir’in İttihatçı bir askeri darbe içinde ön plâna çıkması yine aynı dönemde merkezi Avrupa’ya kayan harekete Şerif Paşa’nın desteğini aynı zamanda bölgede feodal egemenler arası dengeye Hamidiye örgütlenmesiyle ağırlık koyan sarayın yarattığı çelişkilerde aramak yerinde olur. Hamidiye Kürtleri, İttihat ve Terakki Kürtleri tarzında bir ayrım bu bakımdan anlamlıdır. Bu iki kesim arasındaki sınırlar incedir ve geçişler olağandır. Örneğin, İttihatçılara yardımda bulunduğunu yazan Şerif Paşa, Stocholm Sefarethanesinden gönderdiği 18 Haziran 1899 tarihli jurnalde, Mısır ulemasının vekâletini alan Tunalı Hilmi’nin faaliyetleri üzerine bilgi veriyordu(46).

Şerif 23 Şubat 1899 tarihli jurnalde ise, “Genç Türkler cemiyet-i fesadiyesince şiddetli bir hareket icrası hususunun katiyyen kararlaştırılmış olduğunu” bildiriyordu. Şerifin dönüşü Abdülhamit düzeninin sarsılmazlığını gördüğü ölçüde hızlıdır.

1908 “devrimi” sonrasında Jön Türk faaliyetleri daha da hızlandı. Kürt feodallerinin etkili olduğu “Kürt Teavün ve Terakki” cemiyeti 2. Meşrutiyet’in ilk örgütlenmeleri arasında yerini aldı ve aynı adı taşıyan bir gazete yayına başladı Kürtlerin geri kalmışlığı, okul ihtiyaçları ve Kürt dili, edebiyatı üzerinde araştırmalar yapılmasına ilişkin yazılar bu gazetede yer alıyordu. 25 Eylül 1908’de bu cemiyet Vezneciler’de bir kulüp açtı ve Erzurum, Muş, Bitlis, Musul, Diyarbakır’da şubeler kuruldu. Bu dönemde ayrıca “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti ile Divan yolunda bir “Kürt Okulu” ağlıyordu. 1912 yılında ise yüksek öğrenim gören Kürt gençleri Kürt Hevi cemiyetini kurdular. “Kürt Teavün ve Terakki” feodallerin ağırlıklı olduğu bir örgüttü, oysa “Hevi” aydınlardan müteşekkil bir küçük burjuva kadrodan oluşuyordu. Kürt Hevi Cemiyeti 6 Haziran 1913’de Kürtçe-Türkçe yayınlanan aylık Roji Kürt’ün ilk sayısını çıkarıyordu. Bu yayında Türkiye dışındaki bölgelerden Kürt aydınlarının yazıları da yer alıyordu. Yayınlarda, Jön Türklerle iyi ilişkilerin önemi sürekli vurgulanıyordu. Salih Bedirhan, Kerküklü Necmettin, Süleymaniyeli Abdülkerim, Halil Modanı, Abdullah Cevdet, Aziz Baban, Babanzade İsmail Hakkı derginin yazarlarından bazılarıydı. Dergi Batılı görüşler ve Jön Türklerin etkisindeydi. Sınıflar arasındaki çelişkileri kabul etmiyordu. Eğitim başlıca konu olurken sosyo-ekonomik değerlendirmelere yer verilmiyordu. Kürt gençlerine araştırıcı olmaları, kendi memleketlerinde öğretmenliği, en yüksek mevkileri tercih etmeleri öneriliyordu. Eğitimle her türlü sorunun çözümleneceğine ilişkin abartılı görüşler İttihat ve Terakki yayınlarında olduğu gibi Roji Kürt’de de görülüyordu. Jön Kürtler ile Jön Türklerin görüşlerinin iç içeliğine Roji Kürt önemli bir örnektir:

Bu yıllarda İttihad ve Terakki de, Arap alfabesinin Türkçe için yetersiz olduğu tartışılıyordu. Benzeri tartışmalara Kürtler arasında ve Roji Kürt sayfalarında da rastlamamız ilginçtir. Kürt alfabesi yaratılmasıyla görevli bir cemiyetin kurulmasına gerek görüldü. Abdürrahman Bedirhan 1913’te Roji Kürt’ün 4.sayısında, Kürt alfabesinin geliştirilmesi sorununu konu aldı(…) Yine bir burjuva istemi olan, okullarda ziraat ve sanatın okutulması ve konuya önem verilmesi gerçeği ile ileri Avrupa kültüründen yararlanılmasının zorunluluğundan söz ediliyordu(47). Kürt örgütlenmelerinin ve yayın faaliyetlerinin oluşturduğu “birikim” İngilizlerin desteğini gündeme getiriyor ve Güney Kürdistan’da bazı Kürtçe kitapların yayınlanmasına yardım ediyorlardı. 1915 yılında, Hüseyin Hüsnü Halep’te bir Kürt yayınevi kuruyor, 1925’e kadar “Kürdistan” “Çiyaye Kurmanç” “Botan” Kürtçe-Fransızca Diyarbekir gazetelerini yayınlıyor 1925’de bu yayınevi Bağdat’a oradan da Revanduz’a nakledilerek “Zımane Kurmanci” adını alıyordu. Jön Kürt çalışmaları İngiliz, Alman, Rus istihbaratlarını harekete geçiriyordu. 1. Dünya Savaşı yıllarında Almanlar Kürtlerin arasına misyonerler göndererek onları kazanmaya çalışıyorlardı. Almanların yardımıyla Mahabad kentinde Kürdistan adlı bir dergi çıkarılıyor, Kürtlerin “ari” ırktan olmaları Kürt-Alman yakınlaşması bakımından özellikle vurgulanıyordu.

Jön Türkler içinde Rus kolunun temsilcisi ise Bedirhanzade Necip Paşa’nın oğlu Abdülrezzak Bedirhan’dır. 1908’den sonra İttihat ve Terakki’ye muhalefete geçen Abdülrezzak bir süre Hariciye Nezaretinde çalıştı. St. Petersburg’da bulunan Osmanlı Konsolosluğu’nda çalışan Abdülrezzak bir arada İran’da görev yapıyordu. Sivastopol, Tiflis ve Erivan’da bulunan Abdülrezzak Rusların güvenini kazanıyor ve Kuzeybatı İran’a gönderilerek Kürt aşiretleri arasında çalışması sağlanıyordu. 1911 yılında, Simko İsmail Ağa ile birlikte faaliyetler yürütüyordu.

Abdülrezzak Simko’nun babası ile İstanbul günlerinden sıkı dostluk ilişkilerine sahipti. Abdülrezzak Rusların Kürt siyaseti doğrultusunda 1912-1913 yıllarında İran’ın Hoy şehrinde “Giyandin” adlı bir cemiyet kuruyor, yine onların yardımıyla bir Kürt okulu ile bir hastane açıyordu. Dönemin genel etkileri çerçevesinde kurtuluşu emperyalist güçlerle iyi ilişkilerde bulan Abdülrezzak Rusların, “kafaları ve kalpleri” kazanmada uyguladıkları tipik siyasetin araçlarından birine dönüşüyordu.

Batılaşma ideolojisi ve Avrupa hayranlığı Jön Kürtlerin emperyalist ülke siyasetlerini pervasızca savunmasını getiriyordu. Bedirhan’ın oğlu Halit Seyfullah’da bu kapsam içinde önemli bir örnektir. 1884’de Deraa ve 1890’da Lübnan’ın güneyinde Hasbiye’de kaymakam olarak görev yapan Seyfullah :Bedirhan, Güney Afrika’da İngiliz sömürgecileri ile yerli halk arasında patlak veren Transvaal savaşında, İngiliz kuvvetlerinin 1899’da sıkışması üzerine, müftülükten fetva alarak yardım girişiminde bulunur. Seyfullah, İngiliz Büyükelçiliğine müracaat ederek İstanbul çevresinden toplayacağı dört-beş bin Kürt gönüllüsüyle İngiliz birliklerine destekte bulunma izni istiyordu. Bu girişimi kendi aleyhine yorumlayan, Abdülhamit yönetimi Halit Seyfullah’ı tutukluyordu. Ancak, İngiliz elçisi devreye giriyor ve Seyfullah serbest bırakılıyordu(48).

Jön Türk ve Jön Kürt çizgilerinde İngiltere’ye dayanmak, dönemin en büyük gücü konumuyla desteğini kazanmak, önemliydi. Ayrıca bu temel doğrultuyu İttihatçılara muhalif olan Kürt siyasetçi ve aydınlar da destekliyordu.

İttihat ve Terakki muhalifi Kürt Mevlanzade Rıfat’ta İngilizci bir çizgiyi benimsiyordu. “Fedekâran-ı Millet Cemiyeti” kurucularından olan Rıfat 13 Aralık 1908’de “Serbesti” gazetesini yayınlamaya başladı. Yaptığı şiddetli muhalefet nedeniyle ölümle tehdit ediliyordu. Gazetenin başyazarı Hassan Fehmi Bey, 6 Nisan 1909 günü öldürülürken kendisine kurşun sıkan kişi “al Mevlan” diye bağırıyordu. Mevlanzade Rıfat ve Hasan Fehmi’nin öldürülme karan İttihat ve Terakki tarafından veriliyordu(49). Bunun üzerine Kahire’ye kaçan Mevlanzade Rıfat oradan Atina’ya daha sonra Paris’e geçiyordu. Burada, Şerif Paşa’nın desteğiyle “Serbesti”yi 12 sayı çıkarıyor ancak Paşa ile ihtilafa düşerek gazetenin yayınına ara veriyordu. Paris’ten Kahire’ye dönen Rıfat burada “Serbesti “yi tekrar yayınlıyordu. Mevlanzade ile ilişkilerini anlatan Şerif Paşa onun ihtişamlı yaşama tutkusunu, parasal konulardaki olumsuz tavrını belirtir ve “dikkati celbedecek kadar sefahata nail olduğunu” vurgular. Tarık Zafer Hoca’nın deyimiyle “çok yönlü oynamaya alıştık” Mevlanzadenin tutumu Kürt hareketlerinin birikim çizgisinde sık rastlanan bir kişiliğe işaret ediyor. Rıfat’ın “bitmez tükenmez talepleri”ne değinen Şerif Paşa, onun daha sonra İttihat ve Terakki’nin “himayesi” altına girdiğini ve kendini inkâr eden bir dönek olduğunu açıklar. “Değersiz meddah” dediği Rıfat için, “hüviyetsiz, maddeten derin bir süfliyet çukuruna düşmüş ahlâksız” gibi ağır tabirler kullanır(50). Mevlanzade, Kahire’de “Serbesti”yi 7 sayı yayınlar ve daha sonra Atina’ya giderek Yunanlılardan aldığı yardımlarla “Faruk” ve “Cihad” adlı gazeteleri çıkarır. Daha sonra Türkiye’ye dönen Rıfat 1912’den sonra bir süre daha “Serbesti”yi yayınladı ve Türk Teavün Cemiyeti’ne katıldı. Sonra padişah Vahdettin’in yaveri Tarık Mümtaz Göztepe’nin yazdığına göre bu zevk ve sefahat düşkünü muhteris” San Remo’da Sultan Vahdettin’i de dolandırıyor ve elde ettiği paraları Atina sefahathanelerinde yiyordu(51). Milli mücadele sonrasının 150’likler listesinde yer alan Mevlanzade İngiltere’ye büyük bir hayranlık duyuyordu. II. Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının bu karanlık simasının Kürt siyasetine bıraktığı tek olumlu miras gazetesinin adı olsa gerek.

İttihatçıların açık bir biçimde Türk milliyetçiliğine yönelmelerinden önce tüm Kürt bölgelerinde verilen nutukların sonunda “Yaşasın İttihat ve Terakki” deniyordu. Kürtlerin kitap, dergi, gazete yayınlamalarına, örgütlenmelerine ilişkin bir yasak II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında pek görülmüyordu. 1908 “devrimi” sonrası, Süreyya Bedirhan’ın İstanbul’da çıkardığı “Kürdistan” gazetesini diğerleri izliyor, 1913’de “Hevi Cemiyeti” Yekbun adında, Türkçe-Kürtçe bir gazete yayınlıyordu. “Kürt Hevi Cemiyeti’nin yayın organı olan “Roji Kürt” çıkıyor bu yayının giderlerini ise Seyyit Abdülkadir’in sözünden çıkmayan İstanbul’daki Kürt hamallar ödüyorlardı. Gazete İttihat ve Terakki’ ye muhalefet etmeden kültürel konularla ilgileniyordu.

Yazarları arasında, Abdullah Cevdet, Kürt şairi Piremerd, Bitlisli Kemal Fevzi, Müküslü Hamza Bey de bulunuyordu. Piremerd’in oğlu Nejat ise Abdullah Cevdet’in “İçtihad”ına yardım ediyordu. Jön Kürtler Jön Türklerle ilişkilerinde oldukça dikkatli davranıyorlardı. Osmanlıdan ayrılmak talebi yoktu. Ancak dil, kültür konusunda haklara sahip, İttihat ve Terakki’nin benimsediği biçimiyle “Vilayat-ı Şarkiye” dönemin temel istemleriydi. Dönemin siyasal ve ideolojik koşullarıyla uyumlu bir biçimde bu istemler, “Kürt Teavvün Ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi”nde İttihatçıların tarzına uygun formülasyonlarla yer alıyordu(52).

II. Meşrutiyet sonrasında Kürt yayınları, örgütlenmeleri, kültürel faaliyetleri alabildiğine canlıdır. “Roji Kürt” dergisinde, Kosova Valisi Hüseyin Fikri’nin oğlu Lütfi Fikri’nin yazdığı “Kürt Milliyeti yazısı dönemin fikri gelişmelerine ve siyasi ortamına ışık tutar (Lütfi Fikri, 1895’de Abdülhamit karşıtı faaliyetlerinden dolayı Paris’e kaçmak zorunda kaldı. 1908’de ülkeye döndü ve Dersim mensubu oldu, Daha sonra 1910 sıkıyönetimine karşı çıktı ve İttihat ve Terakki’ye muhalefete geçti. 1925’de İstanbul Barosu Başkanı seçildi. Atatürk’ün muhalifleri arasındaydı) Lütfi Fikri, yazısında: “Bizde Meşrutiyet’in ilanından beri milliyet konularında iki büyük akım görülür. Biri Osmanlı ülkesi sınırları içinde bulunan değişik öğelerin (milliyetlerin) varlıklarını kesinlikle kabul etmemek, diğeri ise tersine o varlıkları kabul ile tümü arasında bir uyum ve dengenin meydana getirilmesine çalışılmaktır. Birinci akım, dört-beş yıllık deneyimle iflâs etti. Zannetmeyin ki bu düşüncenin bugün hızla memlekette pek fazla taraftarı olabilsin. Bugün yazar ve düşünürlerimizden çoğunun, değişik Osmanlı öğlerinin (milliyetlerinin) varlıklarını tümüyle kabul ve onaylamaya meylettiklerini görüyoruz. Artık hiç kimse Arap nedir, Arnavut nedir, Kürt nedir demiyor ve bunların ne demek olduğunu pek güzel anlıyor.” Lütfi Fikri, “milliyetlerin inkârı esasına dayanan bir düşünce ve sistemin” uzun süre dayanamayacağını vurguluyor ve İslâmiyet’in Kürt “ulusal” varlığı açısından engel teşkil eden yönlerini şu genel ifade içinde belirliyordu: “Dikkate değerdir ki bizde milliyetler meselesi anlayışında İslâmlık ve İslâm olmamak yönünden de bir fark görüldü. Değişik Osmanlı milliyetlerinden İslâm olmayanların varlıkları, İslâm olanların varlıklarına oranla çok zaman evvel ve bin kere daha kolaylıkla kabul edilmiştir(53).” İttihat ve Terakki ilk iktidar döneminde bu Kürt canlanışına engel olmuyordu. Kürtlerin yayın ve örgütlenme çalışmaları ise kopuşa yönelik değildi. Ancak yaygın bir örgütlenme faaliyetinin son derece geniş bir ilişkiler ağına sahip, isyan geleneğinden gelen, bürokraside köklü bağlantıları bulunan Bedirhanlara, Seyyit Abdülkadir gibi Ubeydullah Nehri’nin “kutsal” kişiliğini sürdürdüğüne inanılan, İstanbul’da binlerce Kürdün bağlı olduğu, üstelik neredeyse Meşrutiyeti 1896’da getirecek bir darbe girişimine katılan bir isim ile İttihatçı örgüt yapısını bilen mücadeleci aydınlara dayanması sorun yaratıyordu. Örgütlenme faaliyetinin programatik derinliği yoktu ancak yaygın ve yoğundu. 1908 sonrası kurulan “Kürt Kulüpleri”ni 1912’de pek fazla etkinliği görülmeyen ‘Kürdistan Muhipleri Cemiyeti” ve Erzurum’da kurulan “İrşad” izliyordu. İttihat ve Terakki’yi destekleyen geniş bir Kürt kesimin varlığına rağmen muhalefete geçen büyük bir grup da vardı. Karşıt olanlar arasında eski Stockholm Sefiri Kürt Şerif Paşa’da bulunuyordu. “Osmanlı Islahat-ı Esasiye Fırkası”nı kuran Paşa İttihadçılara muhalifti. Kürtlerin İngilizci Mevlanzade Rıfat gibi siyasetçileri ile Said Kürdi’nin kurucuları arasında olduğu “İttihad-ı Muhammedi Fırkası” ise 31 Mart hareketinin öncülerindendi. 1909’da kurulan “Mutedil Hürriyet Pervaran Fırkası” ise Kürt aydınlarından Lütfi Fikri’nin etkisini taşıyordu.

Bu partilerden Kürt Şerif Paşa’nın “Islahat-ı Esasiye-i Osmaniyesi”ne Mevlanzade Rıfat’ta kurucu olarak katılıyor ve Kürtler konusu “Fransız kamuoyunda hayli ilgi” uyandırıyordu. Şerif Paşa, Paris’te İttihatçılar tarafından öldürülmek isteniyor ve iki girişim yapılıyordu. Bu girişimlerin ilkini İsmail Canpolat, ikincisini ise “Osmanlı Talebe Cemiyeti” üyesi Daniş ve arkadaşları organize ediyorlardı. İttihat ve Terakki’nin yayın organı “Tanin”in Paris muhabiri ve “Osmanlı Talebe Cemiyeti” başkanı ise daha sonra TKP’nin önderi olan Mustafa Suphi’dir. 1910’da yine İttihat ve Terakki’ye muhalif “Ahali Fırkası” kuruluyordu. Bu partinin etkili isimleri arasında yine Kürt Beyazıt (Doğu Beyazıt) mebusu Sudi Bey bulunuyordu. 1911’den sonra Kürtler arasında büyük nüfuzu olan kişiler, İttihat ve Terakki’den kopuyorlardı. 1911 yılında kurulan “Hürriyet Pervaran Fırkası” 23 Kasım 1911’de “Hürriyet ve İtilafa katılma kararı alıyordu. “Ahali Fırkası”da aynı tarihte “Hürriyet ve İtilafa katılıyordu. Prens Sabahattin çizgisini temsil eden “Ahrar Fırkası”ndan pek çok kişi “Hürriyet ve İtilafa katılıyordu. (Ahrar 30 Ocak 1910’da kendini feshetti) ancak asıl önemlisi, Prens Sabahattin ve Ahrar’ın görüşleri ile azınlıklara karşı tutumu Hürriyet ve İtilafa içerliyordu(54). Prens Sabahattin çizgisi Hürriyet ve İtilaf içinde bir kez daha Kürt’lerle kesişiyordu. İttihat Terakki karşıtlarının cepheleşmesi Hürriyet ve İtilafın kurulmasından çok önce başlıyordu ve bu doğrultuda birçok siyasi toplantı yapılıyordu. Fırkanın başkanlığına 24 Kasım 1911’de Ferit Paşa getirilirken, Miralay Sadık Bey’de İkinci başkanlık (reis-i sani) görevine seçiliyordu.

Miralay Sadık’ın yeğeni İbrahim Alaattin Gövsa Bedirhanoğullarından Hasan beyin damadıdır. 1924 yılında 150’likler listesine alınan Sadık Bey 1927’de vatandaşlıktan çıkarıldı. 1938’de çıkan affı reddetti ve Türkiye’ye dönmedi. 1940’da o sıralar milletvekili olan yeğeni İbrahim Alaattin Gövsa’ya yazdığı mektup Cumhurbaşkanı İnönü’ye iletildi. Ülkeye dönüşü sağlandı. 23 Şubat 1940’da İstanbul’a geldi ve aynı gün öldü(55). Miralay Sadık Bey Sebataycı idi.

Yeğeni İbrahim Alaattin Gövsa’nın ise Sebatay Sevi’nin hayatı üzerine bir kitabı bulunmaktadır. Milliyet esasına dayanan gayrı müslim azınlıklara ve Kürt, Arnavut, Çerkez, Müslüman topluluklara dayanarak İttihat ve Terakki’ye karşı mücadele eden Hürriyet ve İtilaf, sosyal yapısı itibarıyla İttihat ve Terakki’den farklı değildir. Hürriyet ve İtilafın önde gelen ismi Dr. Rıza Nur, Türkiye’yi Lozan’da temsil eden heyette bulunuyor ve yıllar sonra kendilerine yapılan eleştiriyi şöyle yanıtlıyordu: “İttihatçılarda yani sizinle diz dize oturan Kozmidi gibi Rum yok muydu? Dolu idi. Her Rum bir Kozmidi değil miydi? Adları Karoludu, Petrafi v.s. idi ama ruh ve yürekleri mükemmel Kozmidi idi.  Hepsi de Fener Patrik’inin adamı, Yunan Sefiri ve konsolosunun vasıtası, Atina’nın pervane Başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın) ise bu tespitleri bütünleyecek şu görüşleri vurgular: “Doğrusu aranırsa İttihad ve Terakki Fırkası namı altında Meclis’te birleşmiş mebuslarda fikir ve hissiyat tecanüsü aramak pek boşuna yorulmak olurdu. En koyu, en mürteci hocalardan başlayarak en entrikacı, en haris kimselere, en müteassıp ve menfaat düşkünü adamlara fırka içinde tesadüf olunuyordu(56).” “Hürriyet ve İtilaf siyasi bütünlüğün azınlıklara yeni haklar verilerek sağlanacağı prensibine dayanıyordu. Fırkanın genel görüşüne göre Türkiye’ye bunca iyilikleri sevk etmiş olan İngiltere’nin muaveneti (yardımı) olmazsa yaşayamaz, ciddi hiçbir iş yapılamazdı.” İngiliz sömürgeciliğinin Mısır’daki uygulamalarını savunan eski Jön Türk Mehmet Kadri’nin yazdıkları Hürriyet ve İtilaf ile İttihat ve Terakki’de kadrolaşan Jön Türkler ile Jön Kürtlerin ortak paydaşıydı. Zira “Balkan savaşlarına kadar olan dönemde, Jön Türklerin Büyük Devletler içinde en fazla sırtlarını dayadıkları güç İngiltere’ydi(57).”

Mehmet Kadri ise şu sözlerle bunu teyit ediyordu: “En iyisi Anadolu’ya İngiliz’i getirip, nasihatleri üzere işlerimizi yavaş yavaş düzeltmeliyiz. Himmet ve dirayetine muavenet etmeliyiz, başka çaremiz kalmadı. Hem en sağlam çaremiz budur. İngiliz Mısır’ı ıslah ettiği gibi bizim Anadolu’muzu da ıslah edip terakki ettirirse daha ne isteyebiliriz?  Sonra Allah Kerim, ilerisi Allah’a malum. Biz adam olalım da sonra her şey kolaylaşır. Ben Mısır’da bulundum, işlerini güzel gördüm. Herkeste para var, ticaret yolunda, ziraat ilerliyor, Fellahlar kazanıyor, yüzleri gülüyor. İngilizler sayesinde biz Mısırlıları her şeyden çabuk ve kolay geçeriz.” 1912 tarihli “Serayih” kitabında yer alan görüşler Hürriyet ve İtilafın seçim propagandasında kullanılıyordu. Hürriyet ve İtilafın önde gelen isimlerinden Rıza Nur, “İfham”da “Osmanlı-İngiliz Dostluğu” başlığı altında (daha sonra Lozan’da da kapalı kapılar ardında İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a aynı görüşlerle hitap ediyordu. Rıza Nur tutarlıdır. Lozan’a Hürriyet ve İtilaf üyeliği ile İngiltere’ye olan bağılığından dolayı gönderildiği ihtimal olmanın ötesinde görünüyor.) şunları söylüyordu: “Bir defa iktisat kapılarını İngiltere ve Fransa’ya açarız. İngiltere tebaiyetinde bulunan Müslümanları İngiliz menafiine (menfaatlerine) hadım kılar ve kendisine hiçbir müşkül çıkarttırmayız. İtilaf-ı Müsellese tazyik edebilir bir kuvvet veririz. Bunlar İngilizler ve İtilaf-ı Müselles için pek mühimdir.”

Rıza Nur, İslâmiyet’i İngiltere ve diğer emperyalist güçlerin çıkarı doğrultusunda kullanmayı öneriyordu. Hürriyet ve İtilafa göre devletin İngiliz yardımına ihtiyacı vardı. İngiltere ve müttefiklerinin yanında olursak güçlükler çözülecekti. Fırka, millet seçimlerde oyunu verirken devletin dış politikadaki İngiliz münasebetlerine olan ihtiyacını gözeten dış politikayı desteklemelidir propagandasını yapıyordu. İngiliz emperyalizmini kurtarıcı sağlamak anlayışı 1. Dünya Savaşı boyunca iyice yoğunlaşıyordu. Nüzhet Sabit bu konuda: “Sen, İngiltere, senin mukadderatını, İslâmların ve Türklerin mukadderatından kim ayırabilir. Milyonlarla Müslüman’ın, kim ne derse desin, saadet-i müstakbelesini, refah ve saadetini temin vazife-i tarihiyyesi senindir. Sen bu tarihi vazifeyi elbette ifa edeceksin.” Nüzhet Sabi’ni “Vazife-i İsyan”da İngiliz emperyalizmine verdiği görev yerine getiriliyor ülke İngilizler tarafından işgal ediliyordu.

Hürriyet ve İtilafın, şiddetli muhalefetini sürdürmesi için on beş civarında mebus, farklı isimlerle, gazete imtiyazları alıyorlar, bu yayınların biri kapatıldığında diğeri devreye sokuluyor, tüm bu işler Lütfi Fikri’nin yazıhanesinden yönetiliyordu(58). Gazetelerde baş makale yazanlar arasında Lütfi Fikri, Rıza Nur, Mustafa Sabri Efendi (Mütareke döneminin Şeyhülislâmı, Hürriyet ve İtilaf kurucularından. İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Kuvve-i inzibatiye destekçisi, İngiliz Yüksek Komiserliğine sığındı. Öncesinde ise Hürriyet ve İtilafın 2. Başkanıydı. Mahmut Şevket Paşa öldürülünce Paris’e kaçtı ve Aralık 1911’de Kürt Şerif Paşanın partisinde kurucu ve yönetici oldu.) Rıza Tevfik (Evrensel İsrail Birliği okulu hocası.  Damat Ferit kabinesinde Şurayı devlet reisi. Öncesinde, İttihat ve Terakki’den mebus olarak parlamentoya girdi. Sevr Antlaşmasını imzalayan kurulun başkanıydı. Antlaşmayı imzaladığı kalemi de öğretmenliğini yaptığı Robert Kolej’e 1920’de armağan etti.) bulunuyordu.

Hürriyet ve İtilafın para kaynakları arasında Prens Sabahattin ve Kürt Şerif Paşa başlıca isimlerdir. Kürt Şerif Paşa’nın fırka ile mali ilişkilerini Pertev Tevfik sağlıyordu. 31 Mart vakası ile ilişkisinden dolayı askire tıbbiyeden atılan Tevfik, İstanbul’daki muhalefet gruplarıyla Şerif Paşa’nın mali bağlantılarını kuruyordu. Miralay Sadık’ın Kürt Şerif Paşa’dan dönemin parasıyla 100 bin lira gibi oldukça büyük bir meblağ aldığı iddiası, partiyi karıştırıyordu. Bu son derece önemli muhalif örgütlenmenin Kürt feodalleri tarafından finanse ediliyor olması kayda değer.

Komprador kapitalizmin ruhuna uygun fikirler taşıyan, İngiliz yanlılığını açıkça ortaya koyan, Kürt feodallerinin Batılı merkezlerde yaşayan ve sömürgecilik destekli “Kürdistan krallığı” projelerinin peşindeki isimlerle mali ilişkilere giren Hürriyet ve İtilafın taşra mensupları ise ulema zümresinden ibaretti. Fırka, yeni düzenden hoşnutsuzluğunu, İslâmi biçimler altında sosyal tepkiye dönüştüren dindar insanları örgütlüyordu. Kitlesel dayanak bulma adına mescid-tekke karışımı şubeler kuruluyor ve halkın özünde ezilmekten, sömürüden kaynaklanan tepkileri bu İngiliz emperyalizmi yanlısı örgüt tarafından Müslümanlık adına kullanılıyordu. Ancak bu istismar İttihat ve Terakki ile Fırka arasında ortak noktaydı. İttihatçılarda, paralı vaizlerle propaganda yapıyorlar, Ubeydullah Efendi’nin başına sarık takıyor, sırtına cüppe giydiriyor Anadolu’da dolaştırıyorlar, seyyar müftü Mehmet Fuat Efendi’ye camilerde partiyi öven konuşmalar yaptırıyorlardı(59). Zaten İttihat ve Terakki de Anadolu da ayan ve eşrafa dayanıyor onların değerleriyle hareket ediyordu.

Hüseyin Cahid Yalçın bu konuda “İttihat Terakki’nin taşralardaki ve bilhassa uzak diyarlardaki teşkilâtları, şubeleri oraların nüfuz sahibi kimselerinin elindeydi. (…) öyle merkezlerin tavsiye ettikleri mahalli mebuslar İttihat ve Terakki’nin idealinden çok uzak eşraf ve mütegallibe idiler” diyor. İttihat ve Terakki, devri iktidarında, saltanatı ve hilafeti kurumsal olarak güçlendiriyordu.

Fırka’nın faaliyetleri Babıâli baskınından kısa bir süre önce duruyor Miralay Sadık Bey soluğu Paris’te Kürt Şerif Paşa’nın yanında alıyordu. Birer kadavraya dönüşen Hürriyet ve İtilaf ile Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye birleşiyor bu faaliyetlere Hürriyet ve İtilafçı Gümülcineli İsmail’de katılıyordu. 1. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte Mısır’da bulunan Türklerden 20-30 kadarına İngiliz istihbaratı adına ajanlık teklif ediliyordu. Bunlar arasında Miralay Sadık, Gümülcineli İsmail ile Hürriyet ve İtilaf’dan bazı isimler vardı. Miralay Sadık savaş boyunca İngilizlerden ayda 40 İngiliz lirası maaş alıyor. İsmail ise savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngilizler tarafından Selaniğe gönderilerek burada Türk hükümeti aleyhine bir gazete çıkarması sağlanıyor, bu gazete İngilizler tarafından tayyarelerle Türk ordularının ve halkın üzerine atılıyordu. İsmail, İngiliz, Fransız ve Yunan istihbaratından ayrı ayrı casusluk maaşı alıyordu. Evrenoszade Sami beyle, Süreyya Bedirhan’ın da İngiliz istihbaratına hizmet ettiklerini bizzat Gümülcineli İsmail açıklıyordu(60).

Komprador kapitalizm taraftarlığı ve İngiliz emperyalizmine bağlılık çizgisi Prens Sabahattin’i Atina’ya sürüklüyordu. 1915’de bu kente gelen Sabahattin’i Yunan hükümeti misafir kabul ederek emrine araba tahsis ediyordu. Bir süre sonra Kürt Şerif Paşa ile Gümülcineli İsmail’de Atina’ya geliyorlar ancak Osmanlı hükümeti bu şehrin bir muhalefet merkezine dönüşmesine tepki gösterince Sabahattin Atina’yı terk ediyordu.

Sabahattin emperyalistlere dayanma arayışından vazgeçmiyor yakın çevresinden Ali Galip ve Kemal Mithat’la bağlantı kuran isimler onların aracılığıyla Rus heyetlerine Osmanlı hükümetini devirme plânları sunuyorlardı. Buna göre, Paris’te bir muhalefet partisi kurulacak, ayrıca Cenevre’de Türkiye ile haberleşmeyi sağlayacak bir istihbarat merkezi organize edilecekti. Daha sonra İngiltere ve Fransa’da bulunan Osmanlı savaş esirlerinden de yararlanılarak ordunun da katılımıyla bir silahlı ayaklanma başlatılacak, dışardan gelen kuvvetler Türkiye’ye girince Osmanlı hanedanından bir şehzadenin başkanlığında geçici bir hükümet kurulacaktı. Tüm bu işlerden sonra İtilâf devletleri ile barış yapılacaktı. Ruslar, Türkiye’ye son dönemlerde istihbarat görevlisi sokmanın zorluğundan dolayı, bu muhalif grupları casusluk faaliyetlerinde kullanmayı öneriyorlardı. İşte “teşebbüs-ü şahsi”nin vardığı son nokta budur(61). Bu akış çizgisinde, “Kürdistan krallığı” peşinde karanlık ilişkilere giren Kürt Şerif Paşa gibi feodallerle, komprador kapitalizm yanlısı kesimlerin, darbeci bürokratların, İslâmiyet’i emperyalizmin istismarına açmaya hazır ulema tayfasının, hiçbir değere sadakati olmayan silahşörlerin, yabancı istihbarat örgütlerinin yolu hep iç içedir. Hürriyet ve İtilaf saflarındaki en dikkate değer isimlerden birisi de Ayan (senato) üyesi Seyyid Abdülkadir’dir.

Emperyalizmin Devrim Jandarması: Jön Kürtler

II. Meşrutiyet dönemi, günümüze akan siyasi, fikri, ideolojik yönelişlerin mayalandığı bir ortamdır. Dönemin ilişkiler ağı, bürokratik yapılanma, sosyal-siyasal çerçeveleri iç içe halkalar tarzındadır. Sınıfsal dayanışma, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez, Yahudi, Sebataycı, Rum, Ermeni v.s. varlıklı kesimleri ve feodalleri ortak paydalarda buluşturuyordu. Sınıfsal çıkarlara dayalı yaklaşımlar hızla ideolojik renklere bürünüyordu. Kürt egemenlerinin bu ortamdaki yönelişleri önemli bir kaynakta açıkça tespit ediliyor: “İstanbul’un ve Osmanlı ülkesinin geçirdiği bu karışıklık dalgası esnasında İstanbul’da Sultanlar tarafından birer görev ve maaşla alıkonan saraya mensup Kürt ümera ve paşaları dayanaklarının çökmesiyle ne yapacaklarını şaşırmış durumda kurtuluşu Kürtlük”te bulmuşlar, kişisel kaygılarla birbirine zıt ve muhalif olan bu kişiler, 1908’de hürriyetin ilânından sonra bir Kürt derneği açmışlardı(62).”  Ancak, sınıfsal çıkarlar eksenli bölünmeler bu tür yapılarda etkisini gösteriyordu. “Ümera ve paşaların zıtlıkları” Kürt örgütlerini hızla bölüyordu. Özellikle “kendisini Kürdistan’ın manevi babası ve tarikat şeyhlerinin başında gören Seyyit Abdülkadir” ile Bedirhanlar arasında anlaşmazlıklar vardı. Bedirhanlar, Osmanlı devleti’ne isyan etmelerine ve Mısır modeli bir devlet oluşumuna yönelmelerine rağmen egemenlik sisteminden dışlanmadılar. “Sürgün” adı altında aileden pek çok kişi çeşitli rütbelerle geniş bir coğrafi alanda görevlendirildi. Bu ailenin görüş, ilişki, eylem, siyaset tarzları Kürt politik-sosyal birikiminde günümüze akan kalıcı izler bıraktı. Örneklersek;

Emin Ali Bedirhan’ın oğlu Süreyya Ali Bedirhan 1883’de Suriye’de doğdu. 1908-1909’da “Kürdistan” gazetesini çıkardı. Bu gazeteyi 1917’de Aziz Ahmet müstear adıyla Kahire’de yeniden yayınlıyordu. Mondros Mütarekesinden sonra Kahire’de İngilizlerin denetlediği siyasi koşullarda “Kürdistan İstiklâl Komitesi”ni kurdu ve genel sekreteri oldu. İngiliz istihbaratçı Noel, Süreyya Bedirhan’ın 1919’da Mısır’da oturduğunu, General Didis’in ondan övgüyle söz ettiğini yazar. Süreyya Bedirhan, çalışmalarını emperyalist güçlerin desteğini kazanma esasına göre kurar. İngiliz hayranıdır. “Hararetle İngiliz yanlısı olduğu”, “savaş sırasında onlar için çalışmış olduğu” ve “sınırlı bir İngiliz mandasını kabul etmeye” hazır bulunduğu ve “Kürtlerin nihai bağımsızlığı”nı amaçladığı İngiliz desteği ile buna ulaşmayı hedeflediği İngiliz istihbarat raporlarında da yer alır(63). Süreyya Bedirhan’ın genel sekreterliğini yaptığı Mısır’daki “Kürdistan İstiklâl Komitesi, Ocak 1919’da “bir Kürt devletinin kurulması yolunda İngiliz yardımı için” başvuruda bulunuyordu. Süreyya Bedirhan’ın asıl ilginç plânı, İngilizlerin Ortadoğu’ya egemenliklerini yerleştirme sorunları yaşadığı bir dönemde Avrupa kentlerinden birinde, “gelecekte Yakın ve Ortadoğu’nun alabileceği olası durum”la ilgili bir Kürt kongresi toplamaktı. Ancak bu toplantı gerçekleşemedi (64).

Sevr Antlaşması öncesi yapılan çalışmalar sırasında görüşmelerde bulunmak üzere oluşturulan heyette “Kürdistan Cemiyeti Reisi” Mardini Arif Bey ile “Katib-i Umumisi” Süreyya Bedirhan’da bulunuyordu. Ancak bu isimler Paris’e gidemeyince Şerif Paşa’nın talebi üzerine Fahri Bey gönderiliyordu. 1919’da Süreyya Bedirhan’ın “Kürt istiklâl davası”ndan ne anladığı netleşiyor ve “Süreyya Bedirhan İngiliz, hükümetine yazdığı bir mektupta, dedesi Bedirhan Bey tarafından yönetilmiş olan toprakların kendisine iadesini istiyordu.”

5 Ağustos 1919’da, “Kürdistan’ın yönetici ailelerini kendilerinin temsil ettiğini iddia eden Arif Paşa el-Mardini ile Süreyya Bedirhan” İngiltere’nin politik büro şefi Albay French’i ziyaret ederler, Kürtlere İngiltere’nin “bağımsızlık” yolunda destek olmasını “hiç olmazsa ilk safhada manda yönetimini kabullenmesini” bildirirler(65). İngiliz yetkilileri onları istihbaratçı Binbaşı Noel’e yönlendirirler. Arif Bey, Bağdat Sivil Komiseri tarafından Noel ile görüşmek üzere Halep’e gönderilir.

Süreyya Bedirhan’ın yönetiminde yayınlanan “Kürdistan” gazetesinin 1917-1918 faaliyetleri Kahire’de devam ediyordu. Kürtçe-Türkçe olarak 11 sayı yayınlanan bu gazetenin ilk sayısında, “Bugün Kürdistan gazetesini çıkarıyoruz ki beyimiz Bedirhan Bey’in oğullarının açtığı yolda Kurmancıların haklarını alması ve serbestiyetleri için çalışalım.” deniyordu. İngiliz mandacılığı konusunda Osmanlı aydının genel tavrını paylaşan Süreyya Bedirhan, halen büyük derebeyi Bedirhan’a dayalı bir öncülükle “serbestiyet” vaad ediyordu. Süreyya Bedirhan’ın “katib-i umumisi” olduğu “Kürdistan İstiklâl Komitesi”nin programının 9. Maddesi, “İstiklâle kavuştuktan sonra, hayatı şaibedar olmamış Kürt hanedanından bir zatın Kürdistan’a hükümdar tayin” edileceğini vurguluyordu.

Bu “komite” Sevr Antlaşmasının şekillenmesinde de rol oynuyordu. “Kürdistan İstiklâl Komitesi” , “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti” hep birlikte Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil etmesi konusunda anlaşıyorlardı.

Bedirhanlardan önemli bir diğer isim de Bedirhan Bey’le birlikte Girit’e sürülen en büyük üç oğuldan Ali Şamil Paşa’dır. 1877 Osmanlı-Rus Savaşına, İstanbul’dan topladığı 3 bin Kürt gönüllü ile katıldı ve Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın maiyetinde kaymakam rütbesiyle girdiği çarpışmalar da yararlılıklar gösterdi ve ağır yaralandı. Okuma yazması olmayan ve imzasını dahi atamayan Ali Şamil, bir süre Mekke Şerifi’nin yaverliğini yapıyordu.

1899’da Bedirhan Bey’in oğullarından Hasan, Kamil, Ali Şamil, Emin, Murat tutuklanırlar. Üç ay süreyle tutuklu kalan Bedirhanlar dönemin en önemli hukukçularından, yabancı demiryolu şirketlerinin avukatı Kont Ostrogot’u tutarlar. Ancak mahkemeye bile çıkarılmadan serbest kalırlar. Bizzat sadrazam yaverinin gelip; onları sadaret konağına götürmesi ve affedilmeleri, egemenlik sistemi içindeki büyük nüfuzlarını gösteriyor. 1906’da ferik (korgeneral) rütbesiyle “Üsküdar Ciheti Kumandan Muavini” olan Paşa, aynı yıl İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa’nın öldürülmesinden sorumlu tutularak kardeşi Abdülrezzak ile birlikte sürgün ediliyordu. Ali Şamil sürgün edildiği Trablusgarp’ta ölür. Ali Şamil ve Abdülrezzak ile birlikte Bedirhanlarla ilgili pek çok kişi sürgün edilir. Halite Edip Adıvar, “on iki yaşındaki çocuklar da dahil İstanbul’da tek erkek Bedirhani kalmamıştı. Bunlardan birçoğunun meseleden bile haberi yoktu” diye yazıyor. Adıvar, Ali Şamil Paşa’nın “Bir nevi irsi derebeylik gururu ile başını belaya” soktuğundan söz ediyor. “Zavallı Ali Şamil Paşa” diyerek uzun uzun savunmalarını sıralayan Halite Edip Adıvar’ın annesi Bedrifem Ali Şamil’in eski eşidir. Ali Şamil’in İstanbul’da evlendiği Bedrifem’den Mahmure adında bir kızı olur. Ali Şamil’den ayrıldıktan sonra Bedrifem, Edib adında birisiyle evlenir, bu evlilikten Halide dünyaya gelir. Mahmure ve Halide Edip Adıvar kardeştirler. Halide Edip Adıvar “Mor Salkımlı Ev” adlı kitabında, Ali Şamil Paşa ile ilgili olumlu gözlemlerini yazar. Ali Şamil Paşa ile Halide Edib’in ilişkileri son derece iyidir. Ayrıca Ali Şamil ile Halide Edib’in babası dostturlar. Ali Şamil’in kızı Mahmure’yi Edib Bey kendi kızı gibi büyütmüştür. Halide Edib, Mekke’den dönüşünde kızı Mahmure’yi yanına alan Paşa’nın konağındaki günleri sevgiyle anar. Paşa için, “Oğullarını Kürt kıyafetine sokar, Mahmure abla bir Kürt havası çalar, Paşa başta bir Kürt oyunu oynarlarken bir taraftan ıslıkla havayı tekrar eder, aynı zamanda da benim elimden yakalayarak oynayanların arasına alırdı. Hepimiz bir ağızdan el ele sallanarak hey zeyno zeynoyu söyleyerek, tavandaki avizeleri zangırdatarak, tepinerek döne döne sıçrar dururduk.” Halite Edib Adıvar, “Paşa’nın kardeşleri birbirine zıt zümrelere bağlı idiler ve hep birbirleriyle uğraşır dururlardı. Fakat hepsi memleketinin gerçek ve yurtsever çocukları, aynı zamanda çok nazik davranışlı asil insanlardı” diye yazıyor. Halide Edib’in Kürt kültürüne yaklaşımı son derece olumludur. Bu yaklaşımın diğer Jön Türkler tarafından da paylaşıldığını düşünmek gerekir. Diğer yandan Ali Şamil’in kızı Mahmure Hanıma, ülkeyi terk ederken Bedirhanlardan birinin, “Sen de bizimle gel, Kürdistan’ın kraliçesi” olursun demeleri üzerine onun büyük bir kızgınlıkla “Ben bu bayrağın altında doğmuş bir Türk kadınıyım. Burada yaşadım, burada öleceğim” dediğini yazıyor Halide Edib(66).

Diğer önemli bir Bedirhan da Emin Ali beydir. Bedirhan’ın oğullarından Emin Ali 1851 doğumludur. Süreyya, Celadet ve Kamuran Ali’nin babası olan Emin Ali Adliye müfettişiydi. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Maarif başkanı, Kürt Teşkile-ı İçtimaiye Cemiyeti’nin ise başkanıydı(67).

Emin Ali, özellikle 1919’dan sonra İngiliz işgal güçleriyle iyi ilişkiler kuruyordu. İngiliz istihbarat subayı Binbaşı Noel, 30 Temmuz 1919’da İstanbul’a gelir ve Kürt liderleriyle görüşür. Kendi anlatımıyla: “İstanbul’a varınca Kürt liderleriyle görüştüm, hepsinden önce Şeyh Abdülkadir ve Bedirhan ailesi mensuplarıyla. Yoğun bir araştırmadan sonra, Kürtler benimle birlikte bölgeye gidecek bir komite oluşturmasını önerdiler. Komite şu kişilerden oluşturuldu: Emin Ali Bedirhan’ın iki oğlu, Şeyh Abdülkadir’in damadı Seyid Muin ve Dersim’in makul adamlarından olan Seyid İbrahim.” Noel, Emin Ali’yi fiziksel özellikleri, halk üzerindeki etkinliği, İngiltere’ye karşı tutumu konularında istihbaratçı gözüyle öve öve bitiremez. Noel, “Bedirhan ailesinin saygınlığı Kürdistan’ın bütün bölgelerinde belirgindir” tespitini yapar. Noel onu Diyarbakır valiliği görevine öneriyordu. Emperyalist İngiltere’nin istihbarat subayları arasında Diyarbakır valiliğine atanacak Kürt liderin kim olacağına ilişkin tartışmalar yaşanır. Bu arada İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri bu göreve Emin Ali Bedirhan gibi “etkili” bir ismin getirilmesine karşı çıkıyordu. “Çok gizli” kaydını taşıyan, 11 Kasım 1924 Tarihli “İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı” tarafından hazırlanan rapora göre: Emin Ali ve oğlu Celadet, “İngiliz Yüksek Komiserliği’nde Mr. Ryan’ı ziyaret ederek Kemalistlere karşı Kürtleri ayaklandırmak için Yunanlılarla ilişki kurduklarını açıkladılar, bu amaçla Musul’a gitmek için izin istediler; isyan hareketinin İngiliz bölgesinde hazırlanıp hazırlanamayacağını sordular. Ryan, Musul’a gidebileceklerini ama şu sırada ayaklanmayı başlatmanın uygun olmayacağını söyledi.”

İngiliz emperyalizminin istihbarat ve ordu görevlileri böyle bir ayaklanmayı “yönetme zorlukları”nı belirtmekle birlikte kurulacak bir Kürt hükümetinin “liderliği için Bedirhan ailesinin” mensuplarından birini düşünüyorlardı. İngiliz çıkarlarına uygun ve onların zamanlamaları doğrultusunda bir isyanın nasıl olupta “bağımsızlık” getireceği sorusuna Bedirhanların vereceği yanıt onların feodal hakları gördükleri Kürtler üzerindeki egemenlik tutkularını örtmekten öte bir anlam taşımazdı herhalde. Emperyalist işgalcilerle pervasızca ilişkilere giren bu derebeyi çocukları İstanbul’daki Yunan Yüksek Komiseri ile de görüşüyorlardı. Emin Ali ve Kardeşi Hamid Yunan Yüksek Komiseri Kanellopoulus’u ziyaret ederek destek istiyorlardı. Yüksek Komiser Yunan Başbakanı Venizelos’a Kürtleri desteklemesi tavsiyesinde bulunuyordu. Emin Ali ve Hamid ayrıca Rum Kilisesi mensuplarından Votsis’le de görüşerek birlikte çalışma önerisinde bulunuyorlardı(68). Emin Ali, İngiliz ve ABD emperyalizmlerinin Kürtlere “bağımsız” bir devlet kurma imkânı vereceklerine inanıyordu. 1920 Ocağında bu konuda şunları söylüyordu: “Kürtler arasında iki akım vardır. Hepimiz Sultanın halife olarak kabul edilmesinden yanayız. Fakat onlardan bir tanesi ki bu politik açıdan akımların en güçlüsüdür. Türkiye’den tam olarak ayrılmayı istiyor. Daha oportünist olup Avrupa’nın bizi terk etmesinden ve Türklerin bize karşı harekete geçmesinden korkan diğerleri şimdilik Türkiye sınırları içinde bir otonomiyle yetiniyorlar. Fakat bu sonuncular bir azınlık teşkil etmektedirler. Mademki herkes Bay Wilson’un prensiplerine dayanıyor, neden bunlar Kürdistan’a da uygulanmasınlar” Emin Ali’nin ortaya koyduğu bu siyasi çizgiler günümüzde de varlığını sürdürüyor.

Emin Ali için Türklerin dışında herkesle yaşanabilirdi. 1925’te Diyarbakır’da idam edilen Seyyid Abdülkadir mahkemedeki ifadesinde, “Emin Ali Bey’in Kürdistan muhtariyete kavuştuğu zaman bile Türklerle birleşmek istemediğini ve Ermenilerle birleşiriz, Türklerle birleşmeyiz, dediğini” vurguluyordu(69).

Emin Ali, 20.3.1920’de İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb’e gönderdiği mektuba bir “Kürdistan” haritası da ekliyordu. Emin Ali’nin işbirliği yaptığı emperyalist İngiltere’nin temsilcisi Webb, 19 Ocak 1919’da Hariciye Müsteşar Yardımcılarından Sir Ronald Graham’a gönderdiği mektupta şunları yazıyordu:

“Görünürde memleketi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerini tayin ediyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz; polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işledikleri suçlara aldırmaksızın serbest bırakıyoruz… Demiryollarını sıkıca murakabemizde bulunduruyoruz ve istediğimiz her şeyi müsadere ediyoruz. Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor… Halife elimiz altında bulundukça İslâm dünyası üzerinde ek bir denetleme aracına sahibiz.” İngilizler etkinliklerinden emin oldukları bu dönemde hilafeti destekliyorlar, onların bu tutumuna Türkler yerine Ermenilerle yaşama yanlısı Emin Ali’de sahip çıkıyordu. İngiltere, ABD, İtalya, Fransa arasında yaşanan rekabet ve entrikalara Kürt liderler de tıpkı bu konuda çalışan Türk egemenlerin bir kesimi gibi dahil oluyorlardı.

“Damat Ferit, ulusal akımı ezmek için Diyarbakır, Harput ve Muş Kürtleriyle entrika çeviriyor, daha önce muhalefette iken uzun süre temas halinde olduğu ve Mustafa Kemal’e karşı yardımda bulundukları taktirde, Kürdistan’a Osmanlı koruyuculuğu altında özerklik vaat ettiği İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti’ne güveniyor; Kemalistleri arkadan vurmak amacıyla Ali Galip’i Harput Valisi olarak o bölgelere göndermek ve Kürt önderi Seyyid Abdülkadir’in yardımına sığınmak istiyordu. Bu konuda Damat Ferit ve Seyyid Abdülkadir, Amiral Robeck’le ayrı ayrı görüşüyorlardı. Abdülkadir, Kürt emellerini kabul ettiği takdirde Damat Ferit’e yardıma hazır olduğunu bildiriyordu. Amiral Robeck, Kürdistan ve Anadolu’da ulusal akıma karşı bir akım yaratır ve İngiliz hükümetinin Kürtlerle meskun ülkelerini kışkırtmayacak olursa, buna taraftar görünüyor, ama Kürtler arasındaki ayrılıkları bildiğinden bu konuda kuşku duyduğunu belirtiyordu(70). Kürtlerin tümü üzerinde denetim kuracak bir siyasi iradenin yokluğunda, ortaya çıkan hareketlerin bir süre sonra İngiliz sömürgeciliği açısından tehlike oluşturacağı düşünülüyordu. 1919-1920’de Kuzey Irak’ta patlak veren ve İngilizleri sıkıştıran büyük ayaklanma bu konuda İngilizlerin kuşkularının doğru bir tahlile dayandığını gösteriyor. Kürtlerin Türklerle ortak hareket edeceğine ilişkin öngörülerini, Nisan 1919’da Amiral Webb İngiliz hariciyesine aktarıyordu. Webb, Kürt feodallerinin İngiliz çıkarları ile bütünleşerek Türklerden kopacaklarından emindir ancak Ermenilerin gözetildiğine ilişkin bir izlenimin bu işbirliğini bitireceği inancındadır. “En önemli Kürt önderlerinden bazılarının Türklerle bağlarını kesinlikle koparmalarını sağlamak kolay olacaktır; yeter ki çıkarlarının Ermeni çıkarlarına kurban edildiği korkusundan kurtarılsınlar” diyordu Webb. Bu arada Kürtlerle İngilizler arasındaki ilişkiler, İstanbul Hükümetini kaygılandırıyor, Damat Ferit 27 Nisan 1919’da Ryan’ı görüyor ve onunla Kürt sorununu konuşuyordu. Bu gelişmelerin uzantısında 1919 Mayısında, merkezi İstanbul’da olan “Kürt Teali Cemiyeti” kuruluyordu. Bu “cemiyet” , Kürtleri ayrı bir “ulus olarak niteliyor” , “Kürdistan’a Kürt sivil memur atanmasını sağlamak amacını güdüyordu. Bu akımın önderleri Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır ve Harput’un Kürdistan sınırları içinde bulunduğuna inanıyorlardı(71).”

2 Ocak 1919’da İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiserliği’ne “Kürt Komitesi” adına bir dilekçe veriliyordu. Molla Sait, Mustafa Paşa, Emir Bedirhanzade Emin Ali’nin imzaları bulunan bu dilekçede, Kürtlerin tarihinden söz ediliyor, bağımsızlık ve kendi kaderini çizme talepleri vurgulanıyordu. Sivas, Konya, Halep, Ankara, Adana illerindeki nüfusun bir kısmının; Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır ve Musul’daki “ezici çoğunluğun” Kürt olduğu ileri sürülüyordu. Talepler ise şöyle sıralanıyordu: 1) Kürtlere sınırları coğrafi olarak saptanmış bir ülke verilmelidir; 2) Müttefiklerin Arap, Ermeni, Asuri, Keldani v.b. küçük azınlıklara yaptıkları muameleden Kürtler de yararlanmalıdır; 3) Kürtlere İngiliz mandası altında özerklik verilmelidir(72). Hürriyet ve İtilafın finans kaynağı, komprador kapitalizmle feodal gericiliğin kaynaştığı hareketlerin destekçisi, gerici Şerif Paşa’da, Paris’te yayınladığı bir kitapçıkta, gelecekteki Kürt devletinin sınırlarını şöyle çiziyordu: Kafkas sınırından batıya, Erzurum, Erzincan, Kemah, Arapkir, Besni; güneyde Harran, Erbil, Kerkük, Süleymaniye Sina hattından İran sınırında Ağrı Dağı’na kadar.

İngiliz istihbaratçısı Binbaşı Noel bu dönemde Kürtler arasında iki çizginin varlığını tespit ediyordu. Emin Ali Bedirhan’ın görüşleriyle çarpıcı bir benzerlik gösteren bu tespitlere göre: “Şu anda Kürdistan’da iki hakim eğilim var. Birincisi İslâm Birliği, ikincisi ulusal sorun. Ulusal düşüncenin yaygınlaşmasının İslâm birliği düşüncesinden daha çok yararımıza olduğu aşikârdır. Ancak Türkler, İslâm birliği düşüncesinin yaygınlaşmasını daha çok istiyorlar. Bunun içinde Türklerin elinde, İzmir sorunu gibi güçlü bir propaganda aracı vardır. İtilaf devletlerinin Yunanlıların İzmir örneğinde olduğu gibi Ermenileri de Kürdistan’a getirip Kürtleri onların boyunduruğuna sokacağına inandırılmalardır(73).” Noel, “İslâm Birliği”nin Türklerle Kürtleri yakınlaştıracağından hareketle Kürt milliyetçiliğinin “yaygınlaşmasını savunuyordu. Son derece dikkate değer bir gözlem yapıyor ve “İstisna dönemlerin dışında genel olarak Kürtler pek öyle muhafazakâr Müslüman değildirler. Ancak İslâmiyet onları etkilemiştir.” diyordu. Bizim ulaşabildiğimiz kaynaklar içinde “Ilımlı Müslüman” kavramını ilk kullanan Batılı, İngiliz istihbaratçısı Noel’dir. Kürtler üzerine değerlendirmelerinde Noel: “Eğer gerçek anlamda eğitim ve öğretim imkânına kavuşurlarsa Kürtlerin ılımlı Müslüman olmalarında ümit var” tespitini yapıyordu. Noel, bir organik hâkimiyet planı çiziyordu. “Eğitim ve öğretim” imkânlarını İngiliz emperyalizminin belirlediği bir projenin, Kürtleri, “Ilımlı Müslüman” yapmasının, jeopolitik anlamını ise Noel şöyle vurguluyordu: “Güçlü bir hükümet ve yaygın bir eğitim imkânı sağlanırsa hem gelişme sağlanır hem de Kürtlerin Irak ve siyasi Kafkaslar arasında çok güçlü bir tampon olması ümidi vardır.” Noel, “Ilımlı Müslüman” bir Kürt varlığının 1917 Bolşevik devrimi sonrasında Sovyet Rusya’nın güneyden kuşatılması ve Kafkas’lardan Ortadoğu’ya yönelecek bir devrimci dalgaya karşı “tampon” görevi üstlenebileceğini savunuyordu. Noel Rusya konusunda ise “Rus İmparatorluğu’ndaki yeniden yapılanmayı asla gözden uzak tutmamamız gerekir. Geçmişteki Kürt ulusal hareketlerine Rus İmparatorluğu güçlü biçimde destek vermiştir” diyor ve Bolşevik Rusya’nın, “Kürdistan’a yönelik emellerinin önüne geçilmesi” açısından “Kürt sorununa bir an önce çözüm” bulunmasını İngiliz çıkarlarının “güvenliği açısından gerekli” buluyordu. Kürt milliyetçiliğinin geliştirilmesini Müslümanlık ortak paydasına sahip Türk-Kürt işbirliğini bozmasının ön koşulu sayıyordu. Noel’e göre, İslâm Birliği politikası ve Ermenileri “cahil halk nezdinde” propaganda konusu yapan Türk önderlerin Kürt aydınlarıyla ilişkileri ise kesikti. İşgal olgusu karşısında İngiliz istihbaratçının “cahil” dediği Kürt halkı Anadolu’da, Irak’ta, İran’da emperyalistlere karşı direniyordu ve Türkler Milli Mücadelede bu gücü seferber etme başarısını gösteriyorlar, halkı örgütlüyorlardı. Kürt derebeyleri, İngiliz istihbaratı destekli Kürt feodal-milliyetçileri, komprodor kapitalist program ve partilerde faaliyeti muhalefet sayan politikacılar ise “cahil” halktan kopuyorlar, İngiliz emperyalizmine bağlanıyorlardı. Noel, “İngilizlere sempati duyan İstanbul’daki Bedirhaniler ve Seyyid Abdülkadir gibi Kürt eşrafı Türklerin bu propagandasını engellemeye çalıştı. Çünkü bu propagandanın cahil halk içinde etkili olabileceğini ve bununda daha sonra Kürtleri Avrupa karşısında zor duruma düşüreceğini görüyorlardı” tespitini yapıyordu. Noel’in “Kürtleri Avrupa karşısında zor duruma” düşürecek “propaganda”lar belirlemesi somut olgularla ilişkileri bağlamında soyutlandığında günümüze akan bir siyaset tarzının temel prensiplerinden birini oluşturuyor. Kürt egemenleri, Avrupa ile ilişkilerinin, “cahil” halkın emperyalist güçlerin Anadolu’da ve Ortadoğu’da kurmak istedikleri düzeni bozacak eylemlere girişmesinin endişesini taşıyorlardı.

Kürt milliyetçiliği mayalanırken, Jön Türk muhafazakârlığının yanı sıra, anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-feodal bir öze sahip bulunmayan programıyla, Batıcılığı, emperyalist mandacılıktan “bağımsızlık” talep etmekle, toplumun en gerici feodal artıklarının aracı olmakla ve Batılı istihbarat kuruluşlarının komplo düzeneklerinde dokunan iplere bağlanmakla maluldür. Emperyalizm çağında anti-kapitalist olmadan tutarlı bir anti-emperyalist tavrın ortaya konulamayacağı, gerçek bir bağımsızlığın ve halkçı temelde bir ulusalcılığın bu ölçüler ekseninde hayata geçirileceğine ilişkin net bir duruş Kürt milliyetçilerinde yoktur.

Dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki Wilson’cu prensibin bir “halkla ilişkiler” çalışması olduğunu kavrayamayan Kürt egemenleri kendilerine yeni bir devlet verecek emperyalist programlara bağlanmakta sakınca görmüyorlardı. İngiliz istihbaratçısı Noel, Kürtleri sadece Bolşevik Rusya’ya karşı “tampon” olarak değerlendirmiyordu, “günlüğü”nde, “İngilizler için en güvenilir polis teşkilatının ve devlet memurlarının Kürtlerden oluştuğu ispatlanmıştır” diyordu. “Cahil” Kürtlerin propagandaya açık olmaları ve Türklerle işbirliğini vurgulayan Noel, İngiliz sömürgeci ligiyle ittifak yapan derebeylerine zincirlenmiş olanların iş ortaklığından memnundur. Noel, feodal kültürün baskısıyla sisteme başkaldırmayan Kürt işçileri de övüyor ve onları diğer milletlere mensup işçilerden ayırıyordu. Bu anti-Bolşevik istihbarat uzmanın bölgede yaşayan işçilere bakış açısı şöyledir: “Dünya Savaşında Kürt işçi gruplarının çalışma verimleri ve çalışmaların olumlu sonuçlan, Arap ve Acem işçilere kıyasla çok daha iyiydi” Bu yaklaşım, Kürt emekçilerin ağır sömürü koşullarında tepkisizliklerinin ve en ağır biçimde çalıştırılmalarına rağmen duruma itirazsız baş eğmelerinin övgüsüdür.

Noel, emperyalist egemenlik ilişkilerinin bölgeye yerleşmesi açısından en uygun özelliklere sahip halkın Kürtler olduğunu yazıyor ve şunları vurguluyordu:

“Kürtler yeni uygarlığa ve çağdaş gelişmeye uyum sağlamakta çok yeteneklidirler. Ve bu bağlamda Kürtler, Türklerden, Araplardan ve Acemlerden çok daha üstündür.” Bölge halklarını “yeni uygarlık” yani Ortadoğu’ya yerleşen emperyalist egemenlik ilişkileri karşısındaki tutumlarına göre bölen ve basamaklandıran bu anlayışa göre: “Kürtler için kurulacak çağdaş ve güçlü bir hükümetin dünyaya sağlayacağı yarar, diğer bütün doğu milletlerininkinden daha fazla olur.” Bu “çağdaş”lığın emperyalizme tabi, Ortadoğu’nun petrol kaynaklarını sonuna kadar Batılı güçlere başta İngiltere olmak üzere açan, kölece işçileşen, Sovyetlerin güneyden kuşatılmasına katkı sağlayan, “tampon” konumuyla bölgede devrim jandarması görevini yerine getirmek temelinde değerlendirildiği açıktır. Noel’in “dünya” derken Batı-merkezli bir anlamı kastettiği, sömürge halklarını, köleleştirilen köylüleri, dünya işçi sınıfını bu kavramın dışında tuttuğu, Sovyet devriminin temsil ettiği değerlere karşıtlık ekseninde Kürtlere verilmesini istediği görevler açısından net biçimde ortadadır.

Noel, Türk Kürt “farklılık”larını sürekli ön plâna çıkaran bir yaklaşım içindedir. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, tarihsel bağların üzerini örterek ırk temelli ayrımları vurguluyor ve “Hiç unutulmaması gerekir ki Kürtler ırk olarak Alidirler ve Türklerden çok farklıdırlar” diyordu. Emperyalizm karşısında birlik içinde bir Kürt-Türk cephesi üstelik 1917 Bolşevik Devrimi koşullarında İngiltere’nin kâbusudur. Noel, “Kürtlerin din faktörünün dışında, bütün özellikleri ile Türklerden çok farklı oldukları”nı belirtiyor ve Kürt milliyetçiliğinin desteklenmesini savunuyordu. Noel, “hiç bir adetlerinin Türk adetleriyle benzeşmesini istememişlerdir” derken yüzlerce yılın ortak değerlerini inkâr ediyordu. Noel, “Savaş sırasında Kürtler, Türklerin yanında bizimle savaşmayı kabul etmediler ve savaşmadılar. Gerçektende savaşta önceleri bize yardım ettiler ve yerli ordumuzda askerlik yapıp hizmet ettiler” diyordu. İngiliz emperyalizminin “yerli” ordu örgütlenmesine bazı aşiret liderlerinin katılmasını Kürtlerin “ulus” konumuyla Türklerden ve diğer bölge halklarından soyutlanmasında bir araç olarak değerlendiren Noel çelişkileri ve çatışmaları körükleyecek bir fikri hazırlık içindedir. Bu Kürt uzmanı istihbaratçının günümüze akan birikimde görüş ve fikri hazırlığının emperyalist stratejik rezervde muhafaza edildiği görülüyor. Yaşadığı dönemde Kürtler konusundaki tezlerini kabul ettiremeyen Noel’in; “Ilımlı Müslümanlık” Rusya’nın “tampon” konumuyla güneyden bir Kürt devleti ile kuşatılmasına ilişkin jeopolitik program, Kürtlerin emperyalistlerin güveneceği bir devrim jandarmasına dönüştürülmesi, koordinatlarını emperyalistlerin belirlediği bir Kürt milliyetçiliğinin İslâm Birliği temelinde bölge halkları arasındaki ilişkileri eritecek biçimde örgütlenmesi önerisi artık açık bir gündemdir. Bu konuda ABD’nin Kürt sorunundaki rolünün köklerine Noel ışık tutuyor: “İngiliz subaylarının çok azının Doğu vilayetlerinde yaşayan halkın yaşam tarzı, sorunları ve dertleriyle ilgili bilgileri vardır. Ancak Amerikalı misyonerler, savaş öncesinden bu alanda bulunduklarından dolayı bu konulardaki bilgileri daha çoktur.”

Edward Noel, aristokrat bir aileden geliyordu. Farsça, Arapça, Rusça, Kürtçe biliyordu. İngiliz istihbaratının bu parlak ismi 1918 Şubatı’nda Kafkasya’da görevliydi. Cengeli devrimcilerinin lideri Küçük Han’a bir ara esir düşen Noel, hatıra defterine şu ilginç notu yazıyordu: “Kafkasya’nın işgalinden ve Karadeniz’den Tamirlere kadar yeni devletlerden bir kuşak oluşturmak gibi heyecanlı bir oyundan uzak kalacaktım(74).” Rusya’da yaşanan devrim ve iç savaş İngiliz stratejilerini “Büyük Oyun”un yeni bir aşamasını hazırlamaya yöneltiyordu. Türkmenistan’ı ele geçirmek ve Kafkasya’yı yeni Sovyet devletinden koparmak, muazzam petrol kaynaklan olan bölgeyi bir sömürgeye dönüştürmek için plânlar yapıyordu. İngiliz Hindistanı’nı savunma kisvesi altında, Kafkasya’da bir hareket noktası oluşturmak, karşı-devrimci güçlerin yardımıyla Baku Sovyeti’ni devirerek Kafkasya’yı denetim altına almak, Hazar Denizi ve çevresinde üslenmek amacıyla İngiliz birlikleri hareke geçiriliyordu. Bu misyonun istihbarat operasyonlarında görev alan Noel, daha sonra oluşturacağı, Kürtlere yönelik İngiliz stratejisini, Sovyet Rusya’nın güneyden kuşatılmasıyla bağlantılı, geniş koordinatları olan bir Avrasya jeopolitiğine göre ele alıyordu. Kürtler “Büyük Oyun”un bir piyonu olarak değerlendiriliyorlardı. “Büyük Oyun”da ise İngiltere, Rusya, Almanya ve bölgeye yeni giren ABD’nin çıkarları karşı karşıya gelirken Fransa’da etkili bir konum edinmeye çalışıyordu. İngiliz emperyalizmini kurtarıcı olarak gören ve milliyetçilik koordinatlarını Batılı güçlere göre belirleyen Kürt siyasetçiler, Winston Churchill’in (kendisi bugün Kürt kitlelerinin tüm gösterilerinde yapmayı bir adet haline getirdikleri “Zafer işareti”nin mucididir. İngiliz mandası altında yıllarca yaşayan Filistinlilere oradan diğer Ortadoğu halklarına yayılan bu işaret günümüzde hangi zaferi simgelediği belli olmadan kullanılıyor) şu sözlerine yansıyan sömürgeci bilinci kavrayamadılar: “Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünya’nın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapımızda olur.(…) Gücümüz bizi ötekilerin üstüne yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz.” Bu çerçevede Rusya’da Bolşevik devrim, Batı’nın içişlerine yönelik derin ve uzun vadeli potansiyel bir tehdit olarak değerlendiriliyordu.

Kapitalist düzenin tüm varlığına yönelik bu meydan okumanın etkisiz kılınması amacıyla kuşatılması plânlanıyordu. Kürt milliyetçilerinin “bağımsızlık” bekledikleri Wilson, Bolşevizm’in en katı düşmanları arasındaydı ve Churchill ile aynı görüşleri paylaşıyordu. Wilson’un “kendi kaderini tayin” ilkesi, sömürgeci güçlerden, koruma, yönlendirme ve yardım alması gereken “aşağı bir uygarlık düzeyindeki insanlara” uygulanmayacaktı. Wilson, savaşa girmeye karar verdiğinde Amerikan emekçilerinin desteğini sağlamak için ilk hükümet propaganda ajansı olan “Creel Komisyonu”nu kuruyordu. Bu propaganda aygıtının çalışmaları daha sonra kapitalist “halkla ilişkiler” endüstrisinin temelini atıyordu. Wilson, “propaganda cephesinin büyük başkumandanı” olarak niteleniyordu. Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” halkla ilişkiler teorisinin önde gelen ismi Walter Lipmann tarafından formüle ediliyor ve ABD egemenliğinin Ortadoğu’ya girişinde araç olarak kullanılıyordu.

Wilson prensiplerinin Kürtler arasında yarattığı dalgalanma kayda değer:

“Mazlum milletleri özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşturacak, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un 14 maddelik prensiplerinden Kürtlerin de yararlanmaya çalışma arzusuyla Diyarbekir’de Hevi Cemiyeti mensubu gençlerin girişimiyle 1918 tarihinde Kürt Teali Cemiyeti adıyla bir dernek kuruldu. Derneği kurmak için Kara Cami denilen yerde büyük bir kalabalık toplanmış, cami avlusu ve çevre sokaklar hınca hınç dolmuştu. Bütün halk derneğe ilgi gösteriyor, tanınmış kimselerden Cemil Paşazade Kasım Bey, Bekir Sıdkı Bey, Şeyh Ahmet Gülşeni, ulemadan Haco Hamdi gibi kimseler tarafından da destekleniyordu(75).” Diyarbakır’da “Kürt Teali Cemiyeti”ne kitlesel bir katılım olurken merkezi İstanbul’da bulunan “Kürdistan Teali Cemiyeti”de faaliyetlerini sürdürüyordu.

Kürt feodalleri, siyasi hareket geleneklerinde temel bir ilkeye dönüşen politik yasaya uygun davranıyorlardı: Savaş koşullarından yararlanarak özerk hatta bağımsız bir alanda düvel-i muazzamaya dayanarak egemenliklerini tesis etmek Milliyetçilik, feodal işbirlikçi kesimler ve komprador kapitalizmin temsilciliğini yapan güçlerin denetimi altında kitleselleşme aracıydı. II. Meşrutiyet’ten Mütarekeye akan çizgide yaşanan politik canlanma da dikkate değer örgütlerden biri de “Kürdistan Teali Cemiyeti”ydi. Bu örgütte, İttihat ve Terakki’nin duruma hâkim olduğu dönemde istihbarat örgütü “Teşkilat-ı Mahsusa”da görevli olan ve Müslümanlığını ön plâna çıkaran Said Nursi’de kurucuydu.

“Mondros Mütarekesi’yle savaş sona erince İstanbul’da” bulunan Kürt liderler, “Kürdistan’ın ulusal bağımsızlığını elde etmek amacı ile Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla siyasi bir cemiyet kurmuşlardı. Bu cemiyetin kurucuları olan Bediüzzaman Molla Said, Müküslü Hamza, Botkili Halil Hayali Beyler faaliyete geçerek, cemiyete üye kaydetmekteydiler. İstanbul’da kalabalık Kürt aydınları ve önde gelenleri milli davaya ilgi göstererek cemiyete girmiş, çalışmaya başlamışlardı.(76)” “Kürdistan Teali Cemiyeti” yönetim kurulu şu isimlerden oluşuyordu:

Birinci Başkan: Şemdinanlı Seyyit Ubeydullah’ın oğlu (Ayan meclisi üyesi) Seyyit Abdulkadir,
Birinci Başkan Vekili: Bedirhan Emin Ali,
İkinci Başkan Vekili: Süleymaniyeli eski Dışişleri Bakanı Said Paşanın oğlu Tümen Komutanı Fuat Paşa,
Genel Sekreter: Emekli Tümen Komutanı Hamdi Paşa,
Muhasip: Seyyit Abdülkadir’in oğlu Seyyit Abdullah,
Üye: Dersimli Miralay Halil Paşa,
Üye: Miralay emeklisi Bedirhani M. Ali,
Üye: emekli askeri kaymakam M. Emin Bey,
Üye: Ulemadan Hoca Ali,
Üye: Medrese hocası Arvaslı Şefik,
Üye: Tercüman gazetesi Başyazarı Babanzade Şükrü,
Üye: Babanzade Fuat,
Üye: Fethullah (tüccar)
Üye: Prof. Mehmet Şükrü (Sekban).

Cemiyet yönetim kurulu üyesi seçilen bu kişiler İstanbul’da bulunan işgâl güçlerinin ABD, İngiliz, Fransız komiserlerini ziyaret ederek taleplerini iletiyorlardı. ABD siyasi komiseri ile yapılan bir toplantıya Seyyid Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan, Prof. Mehmet Şükrü’nün yanısıra “kavmiyetçiliği” İttihatçıların güçlü zamanında reddeden Said Nursi’de bulunuyordu(77). ABD komiserinden “Kürt milli haklarının sağlanmasına yardımcı olması” isteniyordu.

Wilson’un, ABD’nin emperyalist stratejisini meşrulaştırmak ve Ortadoğu’ya nüfuzunu yaymakta bir araç olarak formüle ettiği prensipler Kürt aydınlarının başlıca program temeliydi. Genel havaya uygun olarak, savaştan önce “Hevi”nin genel sekreterliğini yapan Memduh Selim bu konuda şunları söylüyor:

“Büyük savaşın başgöstermesine kadar ve Büyük savaş sırasında en önemli iş olmak üzere kültür ve hayır işleriyle uğraşanlar, artık dünyanın kabul ettiği maddeleri de Kürtlerin yaşam programına aldılar. Çünkü meydanda bir Wilson prensipleri vardı ve çünkü her büyük devlet, özgür olmak ve özgür olarak yükselmek isteyen her ulus, hak tanımak ve hakla yönetim yapmak iddiasını güden her hükümet ve Osmanlı Hükümeti de, bu prensipleri esas kabul edip açıkladılar.(78)”

ABD emperyalizmi “özgürlük” getirecekti ve Kürtler de tıpkı önemli Türk aydınları gibi bu inançla Amerika’yı kurtarıcı olarak görüyorlardı. (Türk aydın ve siyasetçilerinin Wilson prensipleri ve ABD karşısındaki durumlarını, “Barbarlığın Kaynağı: Petrol” adlı kitabımda ayrıntılı olarak yazdığım için bu konuya tekrar değinmiyorum.)

Jön Kürtler ve Rus Emperyalizmi

II. Meşrutiyet döneminin canlı siyasi koşullarında ortaya çıkan ilk Kürt örgütü “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti”dir. (Kürt Yardımlaşma ve İlerleme Derneği) “Cemiyet” Kürt bölgelerinde de şubelere sahipti. Kürtler açısından bir diğer önemli gelişme de 1890’lı yıllardan itibaren bazı Kürtçe kitap ve gazetelerin basılması ve yaygın olarak dağıtılmasıydı. Daha önce yayınlanan Mevlâna Halit’in divanı ve Ermeni harfleriyle yazılıp yayınlanan Kürtçe bir alfabe ile bir kaç Kürtçe İncil’den sonra, basılan bu yayınlar ilk Kürtçe kitaplardır. Yusuf Ziyaeddin Paşa’nın el-Hediye’L-Hamidiyyc Fi’L-Lugat’L-Kürdiyye’si (1894, 1895), Ehmede Hani’nin Elifbaye Kurmanci’si (1909) ve Kürtçe Sarfü Nahv gibi kitaplar buna örnek verilebilir(79). Jön Kürt akımının mayalanmasında bu yayın ve örgütlenme faaliyeti yanında İttihat ve Terakki’nin ilk kurucuları arasında yer alan Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Lütfi Fikri gibi Kürt aydınların rolü önemlidir. Ayrıca Seyyid Abdulkadir’in de o yıllarda İstanbul’da sayıları binlerle ifade edilen Kürt hamallar ve işçiler üzerindeki feodal nüfuzunu “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” tarzı örgütlenmelerdeki konumunu güçlendirmede kullanması söz konusuydu(80). Bedirhaniler ile Abdülkadir, feodal egemenliklerini özerk temellerde kuracakları bir Kürdistan ekseninde birbirleriyle mücadele halindeydiler. Bu nedenle başlangıçta İttihat ve Terakki’ye dayanmayı zorunlu görüyorlardı. “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti”nin beyannamesinde de “Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünün korunması uğruna fedakârlık” edileceği vurgulanıyordu. Ancak “Kürt kavminin yüzyılın gereksinmelerince ve ayrıca maarifçe ilerlemesi, mutluluğunun sağlanması” ile “herhangi bir kavmin diğer bir kavim üzerine hiçbir çeşit ayrıcalığa sahip olmaması temennisi”ni, “Vilayetlere geniş yetkilerin verilmesi” talebi izliyordu. Diğer konularda ise, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayımladığı siyasal programın içerdiği maddelere” dayanacağı bildiriliyordu. Görüntüde İttihat ve Terakki’den kopuş taktik bir gereklilik olarak savunulmazken arka plânda başka bir yaklaşım geçerliydi.

Abdülaziz Yamulki’nin anlatımıyla: “İnkilâb-ı idare ile beraber zimam-ı idareyi ele alan İttihat ve Terakki Hükümeti, en basit bir tarzda Kürt meselesini ortadan kal’etmeyi kendine bir prensip edinirken İstanbul’da pek kuvvetli bir surette teşekkül eden Kürt Terakki ve Teali Cemiyeti, (yazar Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetini kastediyor) pek mutantan bir surette teessüs ederek Kürt İstiklâli’ne hazırlanan fikirleri coşturmuştu” İttihat ve Terakki’nin iktidarın tüm iplerini ele geçirmesi için oldukça uzun bir zaman gerektiriyordu dolayısıyla “Kürt İstiklâli”ne hazırlık yapan örgütlenmelerin bir baskı döneminin ürünü olduğu söylenemez, bu temelde Yamulki şunları söylüyor: “Kürdistan Teali Cemiyeti hiçbir şahsi gaye takib etmeksizin mesa-i vakıasını Kürt milletinin dini ve içtimai ve tarihi olan âmal-ı milliyesinin husulüne ve Kürdistan’ın âher bir millet veya devlet tarafından istilaya uğramasına hasr etmiş olduğunu beyan ile maksadım bütün Kürdistan rüesasına tebliğ eylemişti.” Kürt feodallerini muhatap alan bu iki Kürt örgütlenmesi iki büyük derebeyi partisinin geçici bir uzlaşmasının ürünüdür. “Kürt istiklâli”nden anladıkları feodal imtiyazları temelinde dönemin emperyalist güçlerinin desteklediği bir krallık ve meşrutiyettir. İlk Kürt örgütü daha çıkışında en büyük emperyalist güce dayanmayı bir zorunluluk olarak görüyor ve bu konuda Kürt egemenlerinin zayıflığını giderecek bir dış destek bulmak adına “hürriyetperverlik” meşrulaştırmasıyla emperyalizme sığınıyordu. Yamulki’nin anlatımıyla: “Bu Kürt Cemiyeti ân-ı teessüsü ile beraber o zamanki İngiltere devletinin ezhan-ı aleme aksettirdiği hürriyetperverliğe olan temayülünü nazar-ı dikkate alarak hemân Büyük Britanya hükümdarına bir telgraf çekmişti.”

Kürt milliyetçiliğini İttihat ve Terakki çerçevesinde gelişen Türk milliyetçiliği’ne tepki olarak değerlendirmek eksik ve tek yanlı bir tutumdur. Tanınmış Kürt muhalifi Veteriner Nuri Dersimi 1911’de bile (İttihat ve Terakki’nin baskıcı Cemiyeti) çalışmalarından şöyle söz ediyor: “Her hafta Cağaloğlu’ndan Doktor Abdullah Cevdet Bey7in ziyaretine giderdim Arapgirli yani Dersimli bir Kürt münevveri olduğundan Dersimlilerle temas eder ve ziyaretlerini büyük bir zevkle karşılardı. Mumaileyh Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti 1326 hicriden beri tesis ettiği ve arkadaşlarından Bedirhan lîmin Ali Bey ve Muhammed Şerif Paşa ve Ubeydullah el-Nehri evladından Şeyh Abdülkadir efendilerle çalışmakta olduğunu bildirmiş olduğundan bütün Dersimlileri mezkur cemiyete kayıt ettirmek (suretiyle) İntisap bedellerini ve aylık kayıtlarını makbuz mukabilinde Abdullah Cevdet’e teslim ettirirdim(81).”

Kürt feodalleri ve aydınları egemenlik sisteminin İdeolojik, politik, sosyal, sınıfsal paydalarında ortaktırlar. Bu bakımdan geçişler kolaydır. Abdullah Cevdet Kürt milliyetçiliğini, ittihatçılığı, Atatürkçülüğü, Batılaşmayı gönül rahatlığıyla savunabiliyordu. Aynı şekilde, Ziya Efendi’nin (Gökalp) bu konudaki geçişlere örnek oluşturan faaliyetleri, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti gazetesinin 6.sayısının 50 sayfasında Diyarbekirli Pirinççizade’ye verilen cevabında şöyle yansıyor: “Mektubunuzu aldık. Kürtlerin gelecekteki mutluluğuna, aralarında maarifi yaymaya yönelik emelleri ve ciddi yurtsever çalışmaları takdire değer.

Seyyidlerin kâmillerinden ve Kürt erdemlilerinden Aktepeli Şeyh Abdurrahman Efendi’nin Kürt diliyle bir tarih yazmakta olduğuna, saygı değer Edip Ziya Efendi’nin de on yıllık araştırmalarının ürünü olmak üzere hazırladığı Kürtçe atasözleri ile dilbilgisini ve bir Kürtçe sözlüğü yakında yayımlayacağını, yörenin erdemli kişilerinden Hanili Salih Bey’in de bu konuda harcadığı çabalara ilişkin olarak verdiğiniz müjdeler için cidden teşekkür ve bu yüce himmetler özellikle tebrik olunur.” Ziya Gökalp 1909’da Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi’ne katılıncaya kadar Kürtçe üzerine çalışıyordu. 1909 yılında Diyarbakır’da yayınlanan “Peyman” gazetesinin 12. sayısında yer alan Kürtçe yazı Ziya Gökalp’e aittir. Ziya Gökalp’in Kürtçe gramer çalışmaları 1962 yılında Musa Anter’de bulunuyordu. Anter bu konuda, “Barış Dünyası” adlı derginin 1962 Eylül tarihli 6. Sayısında, “Nitekim Ziya Gökalp merhum da aynı kanaate varmış ve çalışmalarıyla bugün elimizde olun şu kıymetli eserleri vücuda getirmiştir: Kürtçe Gramer, Kürt aşiretleri üzerine sosyolojik tetkikler ve birçok makale ve etütler.” Anter yıllar sonra anılarında aynı konuya değinir ve bu eserlerin artık elinde olmadığını vurgular:

“Halil Hayali Bey, ölümüne yakın kendisindeki çalışma notlarını bana verdi. Bunların içinde paha biçilmez vesikalar vardı (…) Ziya Gökalp’in kendi eliyle yazdığı Kürtçe grameri ve kendisinin Kürt dili üzerine araştırmaları vardı. Fakat maalesef, 1972 tevkifatında, kütüphanemle birlikte bunlar da Diyarbekir Örfi İdare Mahkemesine getirildi; tümünün müsaderesine karar verildi. Aftan sonra kitaplarım için yaptığım başvuruda hepsinin yakıldığını bana bildirdiler(82).” Ziya Gökalp’de, “elsine-i Kürdiyye’den Kırmanç lisanında tekellüm ve tahrire de iktidarım vardır” diyor ve bu konularda “gazetelerde bazı ilmi ve edebi makaleler” yazdığını belirtiyor(83).

Ziya Gökalp’in bu çalışmalarda birlikte olduğu isim Halil Hayali: Bitlis’in Mutki kazasının Modan aşiretine mensuptur. Said Nursi’yi kendisine örnek alan Halil Hayali, “Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi” muhasebeciliği görevindeydi. Zinar Silopi (Kadri Cemil Paşa) onun Ziya Gökalp’le bağlantısını şöyle anlatıyor: “Halil Hayali, Kürt milletinin her türlü yoksunluğunu görerek, milletinin derdine çare aramak ihtiyacını duymuş: Kürt dilinin gramerini kaleme alarak bir de sözlük hazırlamıştı: 1900 tarihinden itibaren İstanbul’da bulunan Halil Hayali, Kürt gençleriyle tanınmış ve onlarla milli meseleler etrafında dertleşmek suretiyle milli duygularının gelişmesine çalışmıştır. Tesadüf sonucu (…) aslen Çermik kazası Zazalarından olup Diyarbekir’de oturan Tevfik Efendi’nin oğlu Ziya Efendi ile tanışmıştı. Ziya Efendi Türkleşince Ziya Gökalp lakabını takınıp Türk ocağı ve Türk Yurdu kurucuları arasına girdi. Halil Hayali, Ziya Efendi (Gökalp) ile birlikte Kürtçe’nin gramerini kaleme almışlar, bir de sözlüğünü yazmaya başlamışlardı. Ziya Efendi bir de okuldan çıkarılınca Diyarbekir’e dönmeye mecbur olduğundan bu yazılmakta olan eserleri de beraberinde Diyarbekir’e götürmüştü(84).” Halil Hayali “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti”nin yanı sıra “Kürt Neşrii Maarif Cemiyeti”nin de kurucuları arasındadır. (Bediüzzaman) Said Kürdi, “iki Mekteb-i Müsibetin Şehadetnamesi” adlı kitabının 44.sayfasında Halil Hayali için, (sadeleştirilmiş haliyle) şunları yazıyordu: “İşte milli onurun bir örneğini size takdim ediyorum ki o da Mutkili Halil Havali Efendi’dir. Milli onurun her alanında olduğu gibi dilbilimi alanında da derinleşmiş ve dilimizin esası olan alfabesini ve gramerini hazırlamış (…) Hakikat, Kürdistan madeninden böyle bir onurlu cevhere rast geldiğinden, bizim istikbalimizi onun gibi umut vaat eden birçok cevherler ışıklandırmaktadır. İşte bu kişi (…) gelişmeye muhtaç dilimize dair bir temel atmış olduğundan, onun yolunu izlemeyi ve bu alandaki çalışmaları daha da geliştirmeli onur sahiplerine tavsiye ederim.”

Zinar Silopi (Kadri Cemil Paşa) Halil Hayali’nin Kürt milliyetçiliğindeki rolünü şöyle vurguluyor: “Mem u Zin divanında, Kürtler ve Kürt vatanı hakkında yazdığı beyitlerle büyük bir Kürt milliyetçisi olduğunu herkesin kabul ettiği (…) büyük şair Ahmede Hani’den sonra Kurmançi lehçesiyle yazan Kürt yazarlarının hepsinden fazla Halil Hayali. Kürt milliyetçiliği duygu ve düşüncesini yaymaya çalışan kıymetli bir zattı(85).”

(Ehmede Hani, 1651’de Hakkâri’nin Han köyünde doğdu. Kendi imkânlarıyla açtığı medrese, Kürt çocuklarına eğitim veriyordu. İlk Arapça-Kürtçe sözlüğü yazdı. Sufi olan Hani, yoksul halkın sorunlarına eğiliyor ve eserlerini Kürtçe yazıyordu. Nubara Biçukan adlı yapıtında “mevki sahipleri için değil, yoksul Kürt çocukları için yazdım” diyordu(86). Eseri, Kürt edebiyatının en önemli köşe taşlarından biri olarak kabul edilir.)

Ziya Gökalp, Kürt milliyetçiliğinin önde gelen şahsiyetlerinden Halil Hayali’nin dışında Hanili Salih Beyle de yakın dostluk ilişkisi içindeydi. Bir süre Maden Müftülüğü yapan Salih Bey bir zamanlar Gökalp’in en yakın arkadaşları arasındaydı. 1925 Kürt isyanı sırasında “Mücahidin Reis-i Evveli” sıfatıyla Kürt askeri kuvvetlerinin en önemli liderlik mevkiinde bulunan Salih Bey daha sonra Diyarbakır’da “İstiklâl Mahkeme”sinin kararıyla asılıyordu(87).

Bu olaylar ışığında; Türk milliyetçiliğinin ideolojik gelişiminde en büyük rolü oynayan Ziya Gökalp’in bu yönelişinden önce Kürt milliyetçiliğinin sosyal, siyasal ve kültürel ortamında bulunduğu, bu doğrultuda dil, sosyoloji alanında çalışmalar yaptığı ve bu faaliyetlerde Halil Hayali gibi önemli Kürt milliyetçileriyle ortak hareket ettiği görülüyor. Türk milliyetçiliğinin büyük ismi Gökalp’in kişisel tarihi, Kürt milliyetçiliğinin Türk milliyetçiliğine tepki olarak ortaya çıktığına ilişkin tezlerin eksik ve tek yanlı niteliğini ortaya koyuyor.

“Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” faaliyetlerinde bir “hayır” cemiyeti boyutunu aşan siyasal çalışmalar içindedir. Adem-i Merkeziyetçiliği savunan cemiyet, Kürtlerin “ihtiyaçlarını bilen” mebusların seçilmesi için çalışmalar yürütme kararı alıyordu. Diğer yandan ‘Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” aynı adı taşıyan gazetesinin 7.sayfasında cemiyetin bir banka kurmaya karar verdiği ilân ediliyordu. Cemiyet hükmünü tüzüğün 17. Maddesiyle düzenliyor Musul, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Bağdat, Hınıs’ta şubeler açıyordu. 17 Aralık 1908’de kurulan Bitlis şubesi en güçlü Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti şubesiydi. İttihatçıların “Bitlis kulübü”nün 90 üyesine karşılık Kürt Teavün’ün 680 üyesi bulunuyordu. Bir süre sonra üye sayısı binlerle ifade ediliyordu. Bitlis şubesi “yeterli ölçüde düzenli yarı-askeri örgüte” sahipti ve “Vilâyetin bütün bölgelerine kendi temsilcilerini” gönderiyordu. Bu arada şubenin on kişilik bir “savaş komitesi” bulunuyor ve askeri eğitim çalışmaları yapıyordu(88).

Kürt milliyetçiliği gelişirken, Rusya’da Kürtlere karşı daha cesur bir politika izlemeye başlıyordu. Bu politikanın ana hedefleri, Kürtleri kazanmak ve onları Türk ve İran yönetimlerine karşı ayaklandırmaktı. “Kürt milliyetçiliğinin yükselişi Rusların yapmak istedikleri faaliyetler için beklemedikleri bir fırsat sundu. Ruslar da bu fırsatı kaçırmadı ve akıllıca kullandılar. Milliyetçi Kürt hareketi iyice teşvik edildi. Hoşnutsuz Kürt liderleri Ruslardan yardım almaktan ve barınak sağlamaktan hiç çekinmediler. Kürt milliyetçiliği bazı Kürt liderlerinin Rusya yanlısı faaliyetlerini örtmek için uygun bir zemin sundu. Önceki dönemlerde ihanetle eş tutulan benzer faaliyetler” bu dönemde Kürtlerin gözünde belirli bir kahramanlık ve kutsallık taşımaya başladı(89).”

Ruslar, İran Azerbaycan’ını işgal ettikten sonra kontrol altına aldıkları Urmiye ve Maku gibi merkezlerden Kürt bölgelerine yayılmaya başladılar. 1910 yılından itibaren Rus faaliyetleri hız kazanınca çok sayıda Kürt aşiret reisi Rusya’nın desteğini talep etti. Barzan Şeyhleri, Nehrili Seyitler, Caf Aşireti liderleri, Süryani Melikleri Ruslarla temasa geçiyorlardı. 1909 yılında ise Abdülrezzak Bedirhan St. Petersburg’a bağımsız bir Kürt devleti projesi ile geliyordu.

Bedirhanzade Hüseyin, Süleyman, Kamil, Hasan Beyler 1912’de Cizre’den İstanbul’da bulunan Dr. Abdullah Cevdet’i “Kürdistan’ın geleceğini etraflıca düşünmek için” genel bir toplantıya çağırıyordu(90). Yusuf Kâmil Bedirhan ve yeğeni Süleyman Bedirhan aynı günlerde bağımsız Kürdistan için propaganda yapıyor, Rusya’dan siyasal ve maddi yardım sağlamaya çalışıyorlardı. Aynı kişiler, Rusya’nın Van’daki Konsolos yardımcısına, “bütün aşiretlerin Kürdistan’ı Rusya’ya katmak amacıyla Türkiye’ye karşı isyan etme konusunda anlaşmaya vardıklarını bildirmiş ve Kürtler bir yardım ümit edebilirler mi sorusunun yanıtını bilmek istediklerini söylemişlerdir(91).” 1913 yılında, Siirt sancağına bağlı Şirvan’da toplanan Kürt reisleri, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilân etmeleri halinde Rusya’nın bunu himayesine almaya hazır olup olmadığını ve Kürtlerin silah, cephane sağlamasına destek verip vermeyeceğini öğrenmek üzere Kamil Bedirhan’ı Tiflis’e gönderme kararı alıyorlardı(92). Emperyalizmin sömürgeci himayeyi meşrulaştıran “manda” sistemini, hukuki çerçevesiyle 1. Dünya Savaşı sonrasında gündeme getirdiği düşünüldüğünde bu konuda Kürt feodallerinin yaklaşımının niteliği daha iyi anlaşılır. Bu arada, aynı yıl Şeyh Mahmud Berzenci federatif bir Kürt devleti kurulması için “1913 baharına doğru Cezire’nin tam selahiyetli hükümdarları haline” gelmiş olan Kamil ve Hüseyin Kenan Bedirhan’la ilişki kuruyordu.

Kürt milliyetçiliği, yavaş yavaş tekkelere de sızıyordu. Burada, şeyhler arasında güçlü destekçiler kazanıldı. Tekkelerin Kürt milliyetçiliğine açılması bir dönüm noktası oldu. Bu odaklardan yayılan fikirler Kürtler arasında hızla kabul görüyordu. Çünkü bu fikirler artık şeyhlerin tartışılmaz otoritelerinin ve “kutsallıklarının damgasını taşıyordu. Ayrıca şeyhlerin dini önder olma özellikleri ve nüfuzları, hükümetin müdahale ve baskılarından tekkeleri koruyan bir tür dokunulmazlık sağlıyordu. Kürt feodallerinin önemli bir bölümünü oluşturan Şeyhler aynı zamanda birer ateşli milliyetçiydiler. Onların, kırsal Kürt kitlelerle iç içe olması özdeşleşmelerini kolaylaştırıyordu. Ayrıca Jön Türklerin hedeflediği “seküler” devlete karşı Şeyhler İslâm Devletini savunuyorlardı. Kürtlerle iyi ilişkileri olan İslâmcı politikaları savunan, Halife-Sultan 2. Abdülhamit’in Jön Türkler tarafından devrilmesi de tepki gerekçeleri arasındaydı. Bu çerçevede dini ve ulusal gerekçeler birleşiyor, Cumhuriyet’e akan çizgide köklü bir muhalefet birikimine yön veriyordu. Jön Türklerin Halife’ye karşı tutumları İslâm karşıtlığı olarak algılanıyor ve Kürtlerin kutsal saydıkları bir mit yıkılmış oluyor böylece Kürtlerle Osmanlı hükümeti arasındaki en güçlü bağ zedeleniyordu. Diğer yandan, Abdülhamit’in devrilmesi Hamidiye Kürtlerini zayıflatıyordu. Jön Türklerin idareyi merkezileştirme çalışmaları neticesinde oluşan tepkilerin Kürt milliyetçiliğine akması kolaylaşıyordu. Jön Türklerin askeri ve diplomatik yenilgileri, Osmanlı otoritesinin zeminini tahrip ediyor, merkezden kopma konusunda siyasal manevra alanını genişletiyordu. Yenilgilerin beslediği kargaşa ortamı, “Kürtlerin ayrılma ihtiraslarını kamçılamıştı.” Emperyalist çıkarların çatışma zembereğinde bulunan, yolsuzluk ve rüşveti önleyemeyen, Osmanlıyı oluşturan çeşitli milliyetlere verdiği sözleri yerine getiremeyen, iç siyasi çatışmaları önleyemeyen İttihat ve Terakki, yönetimi tümüyle ele aldığı 1913’den sonra baskısını daha da artırınca, Kürtlerin muhalefeti iyice büyüyordu. Jön Türklere yönelik ilk isyan işareti 1908’de Abdülhamit’i destekleyen Said Berzenci tarafından Süleymaniye’de başlatıldı. Bunu “Milli Aşiret Konfederasyonu”reisi İbrahim Paşa’nın 1909’daki isyanı izledi. Bu isyandan sonra en önemli ayaklanmalar, Barzan Şeyhi Abdüsselam ile 1913’de Bitlis’te patlayanlardı. 1914’de Barzan Şeyhi Abdüsselam’ın başkaldırısı Musul Valisi Süleyman Nazif’in sert politikaları ile ezildi ve Şeyh Musul’da idam edildi. Bitlis isyanının liderleri olan Molla Selim ve Seyyit Ali (Seyyit Ali Kâmuran İnan’ın dedesidir.) 1913’te Ermeni “Taşnak” Örgütü yöneticilerinden rahip Vartan ile Ermeni-Kürt birliği konusunda anlaşıyorlardı. Molla Selim, 1913’te Seyyit Ali adına Vartan Varabet ile yaptığı görüşmeden sonra bir kez daha “Taşnak” liderlerinden Rupen, Görün ve Vartan’ın katılımıyla yeni bir toplantı yapıyordu. Bu toplantı da “Taşnak” liderlerine şunlar öneriliyordu.

1) Bu ülke Kürtlere ve Ermenilere aittir.
2) Bu ülkenin geniş özerkliğe sahip olması şarttır.
3) Ülkeyi Ermeniler ve Kürtler idare etmelidir. Bu toplantılar sonucunda “Kürt ve Ermeni birlikleriyle, bütün Doğu illerini bağımsız ilân ederek oraların iki yerli ulusu tarafından idare edilmesini sağlamak(93).”

İsyan liderleri sadece “Taşnak” ile değil Ruslarla da anlaşıyorlardı. “Taşnak” Rus müdahalesini sağlayacak bir Ermeni katliamına yolu açıyordu. İsyanda Rus parmağı vardı. Bunun en somut delili isyan bastırıldıktan sonra Şeyh Selim’in Rus Konsolosluğuna sığınmasıdır. “Doğrudan Rus müdahalesi için uygun ortam yar atmak üzere yöredeki Rus konsolosu tarafından planlanan ve arkasından Ermeni katliamının geleceği Bitlis isyanı” neredeyse “şans eseri” bastırıldı(94).

Kürt şeyhlerini en kanlı komplo yumaklarıyla Rus ve Ermeni “Taşnak” işbirliğine yönelten nedenler üzerine Erzurum Milletvekili Mustafa Durak Bey’in TBMM’nin 1923’te gizli bir oturumunda konuşurken söyledikleri fikir veriyor. Polis müdürlüğünden gelme Mustafa Durak Bey şunları söylüyor: “Efendiler, Kürdistan havalisine dair bir iki söz söylemekliğime müsaade buyurunuz. Kürdistan ahvali gayet nazik ve gayet fena ve gayet mühimdir. (…) Efendiler, 1329’da (1914) Kürdistan’da ve Kürdistan’ın ufak bir yerinde bir isyan zuhura geldi. İşte Bitlis mebusları burada. Bende o zaman orada idim. (…) Mela Selim İdam edilirken bir şey söylemişti, pek acıdır. Ne çare, memleketimizin derdidir, söyleyeceğim. Bunu bendenize söyledi ve bir arkadaşım da orada idi. Demişti ki: “Ey Türkler, beni idam edecekseniz ediniz. Fakat memleketimizdeki idareden utanmıyor musunuz? Bu kadar yerleri verdiniz, ne kadar yerleri şuna buna hibe ettiniz. O vakit ki idareyi hepiniz bilirsiniz. Bunda bizim bir kusurumuz var diye söylemiyorsunuz. Ne zararı var, Bitlis’i de bize veriniz; ne olur? (…)

Bendenizin bu söz o gün bugün hiç kulağımdan gitmiyor. Mela Selim’e bu sözü söyleten idaresizliktir. Baştan ayağa böyledir. Memleketteki idaremize güvenecek hiç bir yerimiz yoktur(95).”

Bitlis isyanında Rusya’nın Kürt hareketindeki kolu Abdülrezzak Bedirhan ile Yusuf Kâmil Bedirhan’ın da önemli rolleri vardı. Yusuf Kâmil, İstanbul’a gönderilirken yolda kaçıyor ve daha sonra Tiflis’e geçiyordu. Emperyalist Himaye peşindeki Kürt feodallerinin Rusya partisine mensup Yusuf Kâmil, 1914 Haziranı sonlarında, İstanbul’da Büyükelçi Yardımcısı olarak görev yapan Yakuşev’e, “Bütün Kürdistan Rusya’nın himayesini arıyor, onunla en samimi şekilde işbirliği yapmak istiyor” diyordu.

Kürt örgütlenmesinde, 1908’de kurulan “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti”ni, 1910’da “Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti, 1912’de “Hevi” yine aynı yıl kurulan “Kürdistan Muhibban Cemiyeti” , “Kürdistan Teşrik-i Mesai Cemiyeti” ile “Kürt İrşad ve İrtika Cemiyeti” izliyordu. 1913 yılında Simko’nun da yardımıyla Hoy’da Abdülrezzak Bedirhan’ın başkanlığında “Gihandin Cemiyeti” kuruluyordu.

1912 Şubatı’nda Erzurum’da yapılan bir toplantıda Abdülrezzak, tüm muhalefet güçlerini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Kürtlerin genel ayaklanmasını örgütleme önerisini gündeme getiriyordu. Bağımsız bir Kürt krallığının kurulması amacıyla Osmanlı yönetimine karşı ayaklanma hazırlamak için gerçekleştirilen faaliyetlere Abdülrezzak, Hüseyin, Hasan Bedirhan’ın yanı sıra bazı Kürt Şeyh ve ağaları da katılıyordu. Erzurum’da bir ayaklanma komitesi kuruluyordu. Bu komitenin kurucuları arasında Yüzbaşı Hayreddin’de bulunuyordu. 1912’de yine Rus kaynaklarına göre bölgede “İrşad” adlı gizli bir Kürt örgütü vardı. Yüzbaşı Hayrettin aynı zamanda “İrşad” üyesiydi. Bu örgütün sorumluları arasında, Sibki Aziz Bey, Şeyh Osman Efendi, Selim ve Bekir Efendi bulunuyorlardı. Van, Diyarbakır, Urfa’da “İrşad ın kolları vardı. Örgütün sorumluları, Siirt, Beşiri ve Garzan’da para topluyorlar ve o sıralarda devlet yerine “İrşad”a vergiler akıyordu. Erzurum’da adı geçen ayaklanma komitesi ile “İrşad” iç içeydi.

Emperyalist Batı’nın Kurduğu II. Osmanlı Devleti

III. Napolyon rejimi ile yakın ilişkiler kuran Yahudi finans kapitali muazzam bir mali güç oluşturuyor, tüm devletlere borç veriyordu. “Babilli” olarak bilinen ve kürt Yahudilerle atasal akrabalık ilişkileri olan bir kesim 1820’lerde Irak’tan Batı’ya göç ediyordu. Bağdat’ta yaşayan bu Yahudi Kürtler arasında bulunan David Sassoon (Şeyh Sassoon bin Salih’in oğlu) 1828’de ailesiyle birlikte İran ve Bombay’a göç ediyor ve buralarda “Bağdati” veya “Babilli” olarak bilinen Yahudilerin tarihi varlığını oluşturuyordu. Bu grup daha sonra Britanya Şanghay’ına ve ABD’de San Francisco’ya taşındı. Ailenin adı olan Sassoon (Kürt aşireti Sasun/Sason dan gelmektedir) bunların kürt kökenlerini ortaya koyar. Aile 1860’da kurulan “Evrensel Yahudi Birliği” veya “Evrensel İsrail İttifakı”nın finansına büyük katkı sağladı. 1863’te İttifak (Alliance İsrailile Universelle) ilk temel eğitim okulunu Bağdat’ta açtı. İttifak daha sonra 1903-1913 yılları arasında Kirmanşah, Hemedan, Hanekin, Erbil (antik Adiabene’nin) ve Kerkük’te de okullar kurdu. 1908’de ise Bağdat’ta Albert Sassoon Koleji açıldı. Yahudi ve Yahudi olmayan pek çok Kürt bu okullara devam etti. Kürtlerin Irak’ta iyi eğitilmiş ve tahsil görmüş bir vatandaşlar kesimi oluşturmasında bu okullar önemli işlevleri yerine getirdiler. İttifak Irak’ta 1948 yılına tadar yürüttüğü eğitim ve kültür faaliyetleri ile Yahudi çıkarlarına bağlı sağlam bir Kürt çekirdeği örgütledi.

Alliance (Alliance) Israilete Üniverselle” salt Yahudi birliğine ilişkin çalışmalarla yetinmiyor, Siyonist ilkeler doğrultusunda eğitim veren okul şebekeleri kuruyordu. Bu tam bir Yahudi misyonerlik örgütüydü. Bu kuruluş zamanla Siyonizm’in karargâhına dönüştü. Siyonizm’in felsefi, politik, kültürel ilkelerince ittifak okulları büyük roller oynadılar. Edirne’deki “Alliance Israilete” okulu da bu genel tablonun içindedir. Burada okuyan Yahudi çocuklara Siyonist ilkeler aşılanıyor ve bunlar, adeta şovenist bir inançla yetiştirilirken, “Türk” çocukları da benzer etkilerden paylarına düşeni alıyorlardı. “Filozof” diye bilinen Rıza Tevfik de bu okuldan yetişmiştir. İbranicenin yanı sıra özellikle Selanik’te konuşulan ancak Rumeli’de de yaygın olan İspanyol kırması Musevi dilini de öylesine öğrenmişti ki, Rıza Tevfik bunları konuştuğu zaman kendisinin Türklüğü kanıt gerektiriyordu. Edirne “Alliance Israilete Üniverselle” okuluna daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderine hükmeden, İttihat-Terakki’nin sivil kanadının lideri Sadrazam Talat Paşa, Türkçe öğretmeni olarak atandı. Böylece “Alliance Israilete’de kökleşen Siyonist ilkelere dayalı etkilere müstakbel Osmanlı başbakanı da açılmış oldu. “Rüştiye’yi bile belirli zorlamalarla bitiren bir kişinin böyle bir okula Türkçe öğretmeni olarak atanması ilgi çekicidir… Posta- Telgraf idaresinde küçük bir memur olan (…) Talat Efendi açısından Alliance’ın açtığı ufuk çok önemliydi. Bir kere kendi çevresinde duyamayacağı, öğrenemeyeceği bir dizi değer yargısını bu okul ortamında elde etmişti… Alliance Israilete Talat’ın gelecekteki kişiliğinin oluşması açısından yadsınamayacak bir yere ve role sahip (…) Alliance Israilete Talat’ı yaratan eğitim odaklarından biridir(96).” Talat Paşa’nın yanı sıra Celal Bayar’da Alliance okullarında eğitim gören Türk büyükleri arasındadır. “Babil” tefeci-bezirgân Kürt Yahudilerinin finanse ettiği bu okullar en önemli dönemeçlerde başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış iki ismin yoğrulmasında belirleyici roller oynadılar. Değerli bir kaynak Alliance okulları ve Yahudi Birliği’ne ilişkin şu bilgileri veriyor: “Bu cemiyet 1860’ta birkaç Yahudi tarafından teşkil edilmiştir. Bilhassa Rusya, Türkiye, İran ve Şimali Afrika sahasındaki Yahudileri fikren ve terbiyeten yükselterek garp Yahudileri seviyesine çıkarmayı, Şark memleketlerinde Yahudi’ye bir taarruz olursa derhal Avrupa siyasi kuvvetlerini harekete geçirerek medeni efraki lehlerine kullanmayı maksat edinmiştir… Bu cemiyeti hep Yahudi kuvveti besler. Meşhur milyarder Rothschild ile Baron Hirsch bu cemiyetin en büyük iki velinimetidir. Mamafih cemiyet bütün Yahudilerin yardımını temine çalışır (…) İstanbul başta olduğu halde erkek mekteplerinden başka kız mektepleri ve kız sanayi atelyeleri de ihdas etmiştir. Edirne, İstanbul, Bağdat, Halep, Şam, Selanik, Hemedan, Şiraz, İsfahan, Tahran, Tunus, Cezayir, Trablus. Ne müthiş bir şebeke değil mi? Alliance aynı şehirlerde erkek çırak mektepleri de açmıştır. Hele Rothschild namına Kudüs’te açılan müessese ne kadar Yahudi’yi hayata hazırlar (…) Bunlardan başka cemiyetin ayrıca Yafa’da meşhur bir ziraat mektebi ile Tunus’ta bir de çiftlik mektebi vardır(97). Bu okullarda Fransızca eğitimi veriliyordu. Ancak Alliance 1876’da Galata’da bir de Alman-Yahudi Okulu kurdu. Yahudiler büyük “sadakat” beslediklerini iddia ettikleri Türkiye’de sömürgeciliğin yükselen dili olan Fransızcayı öğreniyorlardı. Osmanlı’nın mali esaretinde Paris’i karargâh seçen Yahudi bankerler ipleri ellerine geçiriyorlardı ve tütün rejisi başta olmak üzere tüm emperyalist ticari-iktisadi kuruluşlarda Fransızca konuşuluyor ve yazışılıyordu.

Abdülaziz dönemi, Osmanlı Devleti’nde muazzam servetlere sahip Yahudi bankerlerin gücünün arttığı bir devirdi. Bu bankerlerin en önemlisi Abraham Kamondo idi. Abraham Kamondo ve kardeşi Isac’ın kurdukları banka Kırım Savaşı süresince Osmanlı Devleti’ne borç verdi. Abraham Kamondo Reşit Paşa’ya son derece yakındı ve Osmanlı vatandaşı olmamasına rağmen özel bir imtiyaz biçiminde gayrimenkul mülkiyeti edinme hakkını elde ediyordu. Bu hak sayesinde İstanbul’da çok sayıda bina yaptıran Kamondo servetine servet katıyordu. Başkentin en zengin mülk sahibi Kamondo idi. 1867’de Kamondo ailesinin ileri gelenlerine devlet nişanlar takıyordu. Kamondolar Alliance Israelite’nin Osmanlı şubesini yönetiyorlar ve Paris’teki karargâhla yakın temas içinde bulunuyorlardı. Abdülaziz döneminde Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik Yahudi ilgisi yoğunlaşıyor ve yabancıların mülk edinmelerinin önündeki engellerin kalkması Erez İsrail projesini canlandırıyordu. İttifak’ın kurucularından Charles Netter, 1867’de örgüte, Doğu ülkelerinden Yahudi “kutsal” topraklarına (Erez İsrail) göç sağlamak ve buralarda tarımsal yerleşim birimleri kurma önerisini götürdü. Örgüt, aynı yıl Netter’i Erez İsrail’i ziyarete yolluyor ve bu girişimlerin sonucunda, Yafa civarında 2600 dönümlük bir arazi üzerinde Mikveh İsrail okulu kuruluyordu. Kamondolar ve Yahudilerin en büyük destekçisi III. Napolyon Fransa’sının elçisi Bouree’nin çalışmaları sonucunda çıkarılan yabancılara mülkiyet hakkı tanıyan ferman ittifakın oldukça işine yarıyordu. Yine 1869 yılında İttifakın kuruluşuna en çok yardım edenlerden Baron Hirsch, sahibi olduğu Doğu Demiryolu Şirketi’ne, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayacak bir demiryolu hattının imtiyazını alıyordu. Kırım Savaşı’ndan itibaren Batı’ya zincirlenen Osmanlı Devleti, Yahudi finans kapitalinin aracılığıyla tam bir mali sömürgeye dönüşüyordu. Avrupalı Yahudiler, Osmanlılardan imtiyaz ve toprak koparırken karşılığında yüksek faizli borç işini organize ediyorlardı. 1867 yılı bu bakımdan tam bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Sultanı Avrupa’nın ayağına gidiyor, Erez İsrail projesi gündeme geliyor, yabancılara mülk satışı kabul ediliyordu. Yahudilerin Erez İsrail’e 1880’lerde Rothschild’lerin desteği ile başlayan göçünün alt yapısı bu dönemde başlıyordu. Fransa, ayrıca mason örgütleri kanalıyla da ağırlığını hissettiriyordu. Tanzimat, mason Reşit Paşa’nın öncülüğünde gelişirken Avrupa mason örgütleri Osmanlı’yı kuşatıyorlardı. Fransa ve İtalya’nın Büyük Doğu Locaları İmparatorlukta çok etkili hale geliyorlardı. Osmanlı Devleti’nde 1863’te kurulan “Doğu’nun Birliği” locasına çok sayıda Müslüman ve bu arada Osmanlı Ordusu mensuplarından üyeler dâhil oluyordu. Fransa’da Büyük Doğu Locası Yahudi bankerlerin gözbebeği III. Napolyon’un 1852 darbesini destekliyorlar ve bu kirli rejimin arkasında duruyorlardı. Rejim de Yahudi-Mason finans kapitalini himayesine alıyordu. Osmanlı’nın Namık Kemal başta olmak üzere Ali Suavi’den, Ziya Paşa’ya uzanan ve tamamına yakını mason olan muhalefeti ise bu kirli rejimi destekliyor, Fransa’yı “Kâbe-i Hürriyet” sayıyordu. Fransız emperyalizmi, Batı’nın şaşmaz siyaseti gereği hem iktidarı hem de muhalefeti denetleme stratejisi izliyordu. Aziz gelinceye kadar Fransa’da bulunan Yeni Osmanlı muhalefeti onun seyahati ile etkisizleştiriliyordu.

Tanzimat tam bir kirli ilişkiler yumağının adıdır. Ülkenin merkez bankası işlevleri Osmanlı Bankası kuruluncaya kadar Kamondoların elindedir. 1853-1856 Kırım Savaşı süresince devleti neredeyse Kamondolar finansa ettiler. Savaş servetlerini görülmedik ölçüde artırdı. Avrupa Yahudi finans şebekeleri ile ortak çalışan Kamondo arada sırada devlete “ihsanlar”da da bulunuyordu, önceleri Bahriye Nezareti, bugün ise Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olarak kullanılan binayı Kamondo “bağış”lamıştır. Kamondo, Tanzimat şebekesinin başında bulunan Mustafa Reşit Paşa, 1859’da Emirgan’daki yalısının hamamında fenalaşıp öldüğünde kapısında bekliyordu (!)

Kamondo Avrupa çapında bir banker idi ve borç, alacak meselelerinde finans kapitalinin geçerli kurallarından hiç taviz vermeyen bir tabiata sahip idi (…) Bu sebepledir ki, Mustafa Reşit Paşa’nın dostluğunu kazanmıştır Ama bir bankerin koca bir devletin beş defa sadrazamı olmuş bir ünlü kişinin hamamının kapısında ne işi olabilirdi?(98)

Osmanlı egemenlik sisteminde “İngiliz Parti”sinin mensubu sayılan Reşit’in rakibi olan “Fransız Partisi”nin desteklediği Ali ve Fuat Paşa’lara da kibarca “mali danışmanlık” yapan, yani borç veren Kamondo Reşit’den de alacaklıydı. Kamondo’nun bağlılığı değil, çıkarları vardı. Osmanlı egemenlerinin “iftihar” nişanları ile ödüllendirdikleri, “spekülasyona ve istismara dayanan” muazzam bir servetin sahibi olan Abraham Kamondo’ya İtalya Kralı Viktor-Emmanuel Kont unvanı veriyordu. 1854’de Hasköy’de Fransızca eğitim veren bir okul kuran Kamondo servetini “pervasızca” sergilemekten kaçınmıyordu.

Yahudi çevreleri bile onun bu lüks teşhirine tepki gösteriyorlardı. İstanbul’da zenginlik ve lüksün teşhirinde “Kamondo kadını” deyimi ortaya çıkaracak kadar ileri gidiyorlardı(99). 1870’lerde İstanbul’dan ayrılan Kamondo, 1873’te öldü. İstanbul’a getirilen cenaze Osmanlı Devlet adamlarının eşliğinde ve askeri törenle Hasköy’de defnedildi. Yahudilerin Osmanlı ülkesindeki etkinlikleri sadece uluslararası şebekelerinin gücünden kaynaklanmıyordu. Bu durumun kökleri derindir. İstanbul’da ilk matbaa 1494’de Yahudiler tarafından kuruldu. Bunu 1510’da Selanik’te, 1554’te Edirne’de, 1605’te Şam’da, 1646’da İzmir’de kurulan Yahudi matbaaları takip etti. ‘Fakat Yahudiler özellikle banka ve ticaret alanlarında olağanüstü faal olmuşlardır. Kapüsenler tarikatından olan ve 17. yüzyılın ikinci yarısında 18 yıl Türkiye’de ikamet eden Michel Febvre bu konuda şöyle yazmaktadır: Onların olağan işleri banker olmak, para değiştirmek, onları kırpmak ve tağşiş etmek, tefecilik yapmak, ipekle altın tel yapanlar, eskileri alıp onları tamir ettikten sonra yeniymiş gibi bir daha satmak, gümrüklerde çalışmak, simsar, yeni pazar müteşebbisi olmak, hekimlik, eczacılık tercümanlık yapmaktır. Bunlardan başka meslek icra etmemektedirler, çünkü bu meslekler en çok gelir getireni ve en az yorucu olanlarıdır (…) Bir olgu kesindir bu da başkent Yahudilerinin -tıpkı İmparatorluğun diğer kentlerindekiler gibi- maliye ve ticarete ilişkin her şeye büyük yatkınlıklarının olmasıdır. Bu yatkınlık bir yandan Osmanlı yönetimiyle yabancılar, diğer yandan da yönetimle her kökenden tacir ve tüccarlar arasındaki aracılık mesleklerine karşı da vardır. Yahudiler yalnızca gümrük mültezimleri olmakla kalmamakta, aynı zamanda komisyoncu, mal gözcüsü, koruyucusu, değer biçicisi, muhasebeci olmaktadırlar (…) Türkler ve yabancı tüccarlar arasında hiçbir önemli aile yoktur ki, hizmetinde ya malların bedelini tayin edip kalitesini kestirmek, ya da tercüman olarak hizmet etmek veya olan her şey hakkında fikir vermek üzere bir Yahudi bulunmasın. Onlar kentte olan her şeyi, herkeste neler bulunduğunu, bunların miktar ve niteliklerini tam zamanında ve tüm ayrıntılarıyla söylemesini o kadar iyi bilmektedirler ki, onlardan ticaret için aydınlanmaktan başka bir şey yapılamaz(100).” Yabancı tüccar, kendisiyle Osmanlı makamları arasında aracılık yapan Yahudilerle ilişkisi içindedir. “Bazı Yahudilerin mali güçleri o kadar büyüktü ki, para darlığı çeken yabancı tüccarlar, fahiş faizlerden yakınarak da olsa bunlara başvurur, borç para alırlardı. Bu yerel avantajlar sayesinde Yahudiler yavaş yavaş uluslararası ticarete koyulacaklardır (…) Temsilci ve akrabalarını yerleştirdikleri Venedik’te Livorno’da, İngiliz ve Hollandalıların da desteğiyle, Batı Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında büyük bir ticari aracılık örgütü oluşturmuşlardır. Böylece, zamanla aracı durumundan çıkan Yahudiler, uluslararası ticaretin asıl unsurları durumuna gelmişlerdir(101).” Ancak bu tablo tüm Yahudilerin varlıklı olduğu anlamına gelmez. İstanbul’un Balat semtinde oturan Yahudiler son derece yoksuldu ve kendi Hahamlarının istismarıyla karşı karşıyaydı. Çok sayıda Yahudi tütün işçiliği, hizmetçilik, seyyar satıcılık yapıyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Yahudi toplumunda sınıfsal kastlaşma iyice belirgindi. İzmir’de pek çok Yahudi mevsimlik tarım işçisiydi, İstanbul’da tütün işlerinde çalışan Yahudi emekçiler arasında çocuklar da bulunuyordu. Selanik ve Bursa’da da Yahudi emekçiler düşük ücretlerle çalışmak zorundaydılar. Seyyar satıcı, sucu, ayakkabı boyacısı vs. olarak çalışan birçok Yahudi bulunuyordu. Ancak onların ne siyasi ne de iktisadi yaşamda hesaba katılması mümkündü. Gücü ve iktidarı Yahudi finans firavunları temsil ediyorlardı.

Sultan Aziz’in ziyareti ise tüm bu gelişmeler açısından büyük kırılma noktası oldu ve La Presse gazetesinin 1 Temmuz 1867 tarihli sayısı şunları yazdı: “Bugün ne büyük değişiklik! Bütün dünyanın dikkati, emektar Hıristiyan Avrupa’nın üstünde toplanıyor. Avrupa artık dünyanın merkezi ve dayanağı haline geldi. Doğu biziz! Aydınlık biziz!”

1840-1870 yılları arasında, çok sayıda yeni bölge dünya kapitalist sistemine ekonomik ve siyasal ilişkilerle bağlandı. Himayecilik etkinliğini yitirirken, İngiltere tüm pazarların, hammadde kaynaklarının açılmasını savundu, ulaştığı konum bunu gerektiriyordu. Uzak bölgeleri birbirine bağlayan yeni ulaşım ve iletişim araçları gelişiyordu. “İngiliz kapitalizminin belirgin özelliği, dünya piyasası üzerindeki denetimiydi. On dokuzuncu yüzyıl dünya piyasası, Napolyon savaşları sırasında ve savaşların hemen ardından gerçekleştirildiği andan Birinci Dünya Savaşı sırasında ve savaşın hemen ardından yıkıldığı ana kadar İngiliz özel girişimlerinin ve İngiltere hükümetinin birlikte denetim altına aldığı bir İngiliz buluşuydu (…) İngiliz sermayesinin kendiliğinden genişlemesi, daima, önemli bütün dallarını yabancı ya da sömürge mallarına ve pazarlarına bağımlı kılan bir dünya piyasası sürecinde yer almıştır. Yurtiçi yatay ya da dikey bütünleşme lehine bu tür mal ya da pazarlardan kopmak, o da bütünüyle mümkünse, İngiliz özel girişimlerini temel kârlılık kaynağından, İngiliz hükümetini de temel güç kaynağından yoksun bırakabilirdi.

Denetim, İngiltere’nin 19. yüzyılda dünya piyasası ile olan ilişkisini anlatabilmek için yeterince güçlü bir sözcük değildir. Aslında piyasadan arz ve talebin karşılaştığı yeri anlıyorsak İngiltere dünya piyasası idi; çünkü dünya üreticileri ile tüketicileri arasında başlıca aracılar, İngiltere’nin yönetim kurumları ile özel girişim kuruluşlarıydı. Dünya üreticilerinin (tüketicilerinin) piyasalar (mallar) için giriştikleri rekabet yoğunlaştıkça İngiliz özel girişimlerinin mal kaynaklarını (piyasaları) birbirinin yerine ikame etmeye açık seçenekleri çoğalıyor ve dolayısıyla dünya piyasasını denetim altına alma gücü de artıyordu. İngiliz özel girişimleri, Amerikan imalatçılarının olduğu gibi hiçbir zaman halk için üretmekten bıkmamışlardı; çünkü bütün dünya İngiliz özel girişimleri için çalışmıştı.(102)” “Liberal virüs” bulaşıcı idi. Avrupalı ve Amerikalı devletler serbest ticareti benimsediler. İngiltere’nin etkisi altındaki dünya ticaretine daha yoğun katılım hedef haline geldi. Ancak bu serbestliğin faturasını merkezi emperyalist güçler değil, İran, Çin, Osmanlı İmparatorluğu gibi devletler ödüyorlardı. Bu ülkeler “Serbest Ticaret” anlaşmalarının kıskacına alınırken, Çin pazarları afyon ithalatına savaş ve katliamla açılıyordu. Bu büyük küreselleşme dalgası sonucunda 1800-1830 yılları arasında 300 milyondan 400 milyon sterline çıkan dünya ticareti 1840-1870’ler döneminde ise beş kat artıyor ve 2, 8 milyar sterlini aşıyordu. Yine, 1870’e gelindiğinde İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İskandinavya’da kişi başına düşen ticaret hacmi 1840’lara oranla dört beş kat artıyordu. 1855-1870 yılları arasında yılda ortalama 29 milyon sterlin sermaye ihraç eden İngiltere’nin 1873’teki yurtdışı yatırımları 1 milyar sterlin gibi muazzam bir rakama ulaşıyordu. 1850’lerden itibaren İngiltere tarafından ihraç edilen sermayenin büyük bir kısmı demiryollarına ve benzeri alanlara yatırıldı. Bir kısmı ise resmi ve özel kanallardan borç olarak verildi. Böylece İngiltere pazarlarında fazla mal birikmesi önlendi. 1850-1870 yılları arasında 100 bin milden fazla demiryolu inşa edildi. Oysa 1850’ye kadar tamamlanan demiryolunun uzunluğu 23 bin mildi. Demiryollarının ve ona koşut olarak gelişen telgrafın 19. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanan en önemli yenilikler sayıldığı belirtilmelidir. Demiryolu ağının İngiltere ve Avrupa’da yaygınlaşması eski ticaret merkezlerinin önemlerini yitirmesine ve sermayenin büyük firmaların denetiminde merkezileşmesine yardımcı oluyordu. Kapitalist küreselleşmede telgrafla iletişim büyük açılımlar sağladı. 1848-1860 yılları arasında Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın tamamına yakın bir bölümü bu iletişim ağının parçası haline geldi. Artık herhangi iki nokta arasında bir saat içinde iki bin kelimelik mesajlar geçilebiliyordu. Atlantik Okyanusu altına kablo döşenmesi dünya ekonomisi için haberlerin toplanması ve dağıtılmasındaki hız ve kapsam açısından görülmedik bir ortam sağlıyordu. Demiryolları ile birlikte telgraf, savaş biçimini değiştiriyor, ülke içi denetim araçlarına büyük etkinlik sağlıyor, dünya kapitalist sisteminin talepleri doğrultusunda genel devlet yönetiminin gücünü artırıyordu.

Bir yandan dünya ekonomisinin iç bağları bu temeller üzerinde sağlamlaşırken, bir yandan da bu sistemin sınırları büyüyor ve yeni bir işbölümü biçimleniyordu. Bu yeni düzenleme ile tarımsal ve hammadde üretimi İngiltere ve Avrupa’nın dışına çıkıyor, Afrika’ya, Amerika’nın Kuzeyi’ne, Avrupa’nın çevresine kayıyordu. Tarihi, coğrafi ve siyasi koşullara bağlı olarak Batı Avrupa’nın bir bölümü, özellikle Fransa’nın kuzeyi, Belçika ve Almanya’nın kuzeybatısı ile İngiltere kapitalizm temelinde ekonomik önceliklerini oturtabildiler. Bu bölgeler, kaynaklarını zamanın en kârlı üretim dalları olan yeni kömür yataklarının işletilmesi, demir işleme ve pamuklu dokuma ile elektrik ve kimya üretiminde yoğunlaşırdılar. Bu yeni ve kârlı üretimin yapıldığı, finans işlemlerinin merkezi olan bölgenin kalbi ve beyni İngiltere idi. En fazla sanayi malı üreten, en büyük ölçekte ticaret yapan, parası tüm dünyada kabul gören ülke İngiltere idi. İngiltere’nin lideri olduğu Avrupa dünya sanayi üretiminin beşte dördünü gerçekleştiriyordu. Öteki uçta ise giderek daha fazla satış için tarımsal ürün yetiştiren ve hammadde üretiminde uzmanlaşan ve bunları Batı Avrupa’ya gönderen bölgeler vardı. ABD, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi bölgeler bu niteliklere sahip olmalarına rağmen merkez ülkelerle kısa sürede eşit siyasal, ekonomik koşullara ulaştılar. Diğer yandan, Rusya ve Avusturya imparatorlukları dünya ekonomisine katılımları sonucunda siyasal olarak zayıflamış olsalar da büyük bir potansiyeli temsil ediyorlardı. Bu iş bölümü tablosunun karşı kutbunda ise belirli hammadde ve yiyecek üretiminde “uzmanlaşma” zorunda bırakılan sömürgeler bulunuyordu. Koloni yerleşimi, dolaylı egemenlik, pazar güçleri, bu ülkelere yerleşen Avrupalı azınlığın yapısal konumu ve yerli sınıfların çıkarları bu bölgelerdeki faaliyetlerin oluşumunda etkin oldular. İşbölümünün kazandığı biçim onlara “uzmanlaştıkları ürünlerde zaman zaman rekabet olanağı sağladı (Osmanlı’da pamuk, afyon vs.). Sömürgeci ülkelerin talepleri doğrultusunda üretim ve ihracatlarını artırdıkları dönemler oldu. Ancak bu bölgelerle sömürgeci-emperyalist ülkeler arasında oluşan egemenlik ilişkileri ve toplumsal koşulların eşitsiz gelişimi onların atılımlarını geçici hale getirdi ve ekonomik faaliyetlerini çeşitlendirmelerini engelledi. Sonuç olarak söz konusu ihracat artışlarından çıkar sağlayanlar Avrupalı yatırımcılar, kapitalistler ve üretim, ticaret ağını örgütleyen aracı sınıflar oldu.

Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ilk yıllarından itibaren kapitalist dünya ekonomisinin sömürüsüne açılırken giderek sistemin uç bölgesi haline geldi. 19. yüzyılın ilk yetmiş beş yılında Osmanlı dış ticaret hacmi dört kat arttı. Buna ek olarak yine 19. yüzyılla birlikte yoğunlaşan yabancı sermaye akışı 1870’lerin başında 30 milyon pound sterlini aştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ticari ilişkileri, Yakın Doğu ve Asya’dan hızla Batı Avrupa ve ABD’ye kaydı. Özellikle 1870’lerde İngiltere’nin Osmanlı ticaretindeki payı yükseldi. 1830-1832’de Osmanlı ihracatının %13, 3’ü İngiltere’ye yapılırken bu oran 1870’lerin başında %27’ye yükseldi. 1830-1832’de yine bu ülkeden ithalat %19 iken, yine 1870’lerde %30’a çıktı. Pamuk, yünlü tekstiller, tarım ve tarım dışı makineler, kömür, demir, gaz Osmanlı ithalatının çoğunu oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu tahıl, pamuk, ipek, afyon, çeşitli meyve ve yemişler gibi tipik uç bölgelere özgü ürünlerini ihraç ediyordu. Avrupa sanayi ürünlerini çekmeye devam eden Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın son çeyreğinde kapitalist ekonominin motoru haline gelen uluslararası sermayenin de etki alanı içine girdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist dünya ekonomisine katılımı, İmparatorluğun toprak bütünlüğünü tehlikeye atan, siyasal egemenliği iyice çürüten ve uzun vadede Osmanlı varlığının devamını zorlaştıran süreçlerin birikimli etkisini tetikledi. Tanzimat egemenlerinin korumadık veya merkantilizm eğilimleri hiç yoktu. Avrupa devletlerinden siyasi korunma görme adına “liberal virüs”e kapıları sonuna kadar açtılar. Ruslara karşı daha canlı bir tampon, daha iyi yönetilen bir imparatorluk, hukuki ve sosyal gelişme ise İngiliz malları için daha iyi pazar koşulları ve yabancı sermaye için daha büyük güvence anlamına geliyordu. Dolayısıyla Batı sömürgeciliği Tanzimat siyasetine büyük destek veriyordu. Bu siyaseti biçimlendiren iç baskılar ancak sağlam bir mali taban oluşturabilirse anlam taşıyabilirdi. O kaynak da ancak Avrupa finans çevrelerinden edinilebilirdi. İmparatorluğun mali güvenliği, içeride Yahudi, Rum, Ermeni, Levanten tefeci-bankerlere dışarıda ise “Babil” usulü çalışan Yahudi finans firavunları şebekesi ile sömürgeci güçlerin mali merkezlerine terk edildi. Bu nedenle, Osmanlı Devleti’ne verilen diplomatik destek ve bununla birlikte yürüyen “reform”lar imparatorluk aygıtının etrafında örülen ve bu aygıtın gerçek işleyiş koşullarını adeta gizleyen bir ağ olmaktan öte değer taşımadı.

1838’de İngiltere, yine aynı yıl Fransa, Hansa Alman Birliği, ABD, Sardunya ile 1839’da, İsveç, Norveç, Hollanda, Belçika, Prusya 1840’da, Danimarka ve Toskana ile 1841’de yapılan serbest ticaret anlaşmaları, Osmanlı ticaretini “dünyanın en liberal ticareti” durumuna getirdi. Bu anlaşmaların içerdiği liberal ilkeler sonucunda, Osmanlı Devleti’nin dış ticaretini denetlemesini ve bu ticaretten vergi almasını gittikçe zorlaştırdı. Yabancı ticaretle sınırlı kalacağı belirlenen anlaşmaların kapsamları genişledi. Yabancı ürünler %5 verginin ödenmesinden sonra imparatorluk içinde serbest dolaşıma kavuşurken, yerli ürünler, Müslümanlar tarafından nakledildiğinde çok çeşitli vergi yükümlülükleri gündeme geliyordu. 1830’ların anlaşmaları devlet düzeninin içerideki meşruluğunu zayıflatıyordu. Anlaşmaların uygulanması ve “reform” önlemleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun, yabancı devletlerle birlikte gayrimüslim tebasını koruduğu ve kolladığı izlenimini güçlendirirken özellikle Müslüman halkların tepkisini büyütüyordu.

Yabancı tüccarlar gayrimüslim tüccarlarla birlikte çalışıyorlar, ancak doğrudan bir ticari ağ kurmuyorlardı. İltizam ayrıcalıklarını satın alan özellikle Batı Anadolu gibi zengin bölgelerde ticareti düzenleyen mali fonları sağlayanlar İstanbul’da bulunan özel bankerlerdi. İmparatorlukta düzenli bir mali ortamın bulunmaması bu firmalara incelikli spekülasyon ve faizcilik yoluyla muazzam servetler kazandırıyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı yönetici sınıflarının kısa dönemli borç ihtiyaçlarının artmasıyla Baltazziler, Ralli, Zarafi, Düzlüoğlu ve Rodoconaçi gibi bankerlerin serveti büyük rakamlara ulaşıyordu. Bu aile şirketlerinin çoğunun Avrupa’yla da kopmaz ticari ve mali bağları vardı. Örneğin, Ralli kardeşlerin 1865’te Londra, Mançester, Marsilya, İstanbul, Tebriz, Odesa, St. Petersburg’da büroları vardı. Özel şirketler sahip oldukları kaynakları bir araya getirerek İstanbul’da merkezileşen mali kurumlar teşkil ediyorlardı. Osmanlı hükümetinin resmen tanıdığı bu özel bankerler 1840’ların başında bir birlik oluşturdular. Seksen üyeli bu kuruluşun etkinliği arttıkça üye sayısı azaldı ve tekelleşme ile 1850’lerde on sekize düştü. 1845’te “İstanbul Bankası”nın kuruluşuyla başlayan süreçte bu mali hanedanlar işbirliği yaptılar. Önde gelen yerel mali hanedanlar “Paris Credit Mobilier” ve “Societe Generale” gibi Avrupalı önemli finans grupları ile iç içe geçen bir yapı oluşturuyorlardı. Nakit sermayenin bu biçimde merkezileşmesi iltizam ayrıcalıklarının sürekli İstanbul’daki aynı şirketler tarafından satın alınması demekti. Mültezim, İstanbul’da beratını satın aldıktan sonra ya doğrudan doğruya öşür toplaması için kendi adamlarını gönderir veya bir dizi aracı müteahhit bulurdu. Hükümetten yerel öşür toplama belgesi alan müteahhitler, genellikle bölgelerini parça parça bölüp kârla başkalarına devrederler. Elde edilen ayni veya nakit ürün yerli müteahhide borç vermiş olan sarrafa avansı karşılığında geri ödenir. Bu işlemler yoluyla, zaten ticaret yapan ve borç para veren sarraflar, yaşadıkları bölgelerde mültezimlik ve aşar toplayıcılığını da üstlenmişlerdir. Vergi toplayıcısı ile sarrafın farklı kişiler olduğu yerlerde ise, vergi toplayıcısı İstanbul’da ve eyaletlerde işleyen karmaşık bir borçlanma ağı ile sarrafa bağımlıdır. Bu işlerde dolaşan sermayeyi ellerinde tutanlar, ülkenin ticari etkinliklerinde belirleyici bir rol oynuyorlardı. Hükümet ise bu mali çevrelere bağımlıydı. İstanbul’da kurulan yapısal mali ağ, yerel ekonomileri Galata, hatta Avrupa piyasasındaki dalgalanmalar karşısında alabildiğine zayıflatıyordu. Bu finans şebekesi muazzam bir güce sahipti. Örneğin, 1848’de Boğazların güneyinden Mısır sahillerine kadar uzanan alanın tüm gümrük gelirleri İstanbul’da bir Ermeni sarrafa iltizama verildi. Çoğunluğu Bursa’da olmak üzere ona bitişik bölgelerin öşürünü ise bir başka Ermeni sarraf satın alıyordu. Tüm 17. ve 18. yüzyıl boyunca İzmir afyon komisyonculuğunu aynı Yahudi ailesinin üyeleri yürüttüler. Ticaret ve para işlemleri yanında aynı aracı şirketler tarım, tekstil, değirmencilik, buharlı gemi işletmeciliği alanlarına da yayılıyorlardı.

Osmanlı ülkesindeki ekonomik etkinliği kurdukları kredi ağıyla denetleyen bu finans şebekeleri siyasal güç üzerinde büyük nüfuza sahiptirler. İstanbul’da sarraflar yüksek bürokratların sırdaşlığını yapıyor, mali işlerinde danışmanlık görevini yürütüyor ve borç sağlıyorlardı. Yerel yöneticiler üzerindeki, etkileri de çok fazlaydı. Devlet memurlukları 1870’lerde bile para ile alınıp satılıyordu. Dolayısıyla yüksek bürokrasinin de yerel yöneticilerin de bankerlere ihtiyacı vardı. Ancak en önemlisi devlet hazinesinin bankerlere olan büyük borçları idi. Devlet Galata bankerlerine borçluydu. İstanbul’da merkezileşen finans şebekesi İzmir gibi liman kentlerinden akan tefeci-tüccar sermayesini de işletiyordu. Bu nedenle gerek Sultan Abdülaziz, gerek Sultan Abdülmecit, İzmir ziyaretlerinde zamanlarının çoğunu Hıristiyan kesimde geçiriyorlardı. Zira onlarla para bağlantıları vardı. 1850’de Abdülmecit İzmir’e geldiğinde şehirde bir gün kalıyor ve zamanının çoğunu Bornova’da Ermeni bir sarrafı ziyaretle geçiriyordu. Aynı şekilde, 1863’te İzmir’e gelen Sultan Abdülaziz Müslümanlarla ilgilenmiyor, beş günlük ziyaretinin önemli bölümünü İngiliz sermayedar Whitaller ailesi ve Baltazziler’le geçiriyordu.

Büyük bunalım sırasında Osmanlı İmparatorluğu öteki uç bölgeler gibi kâr transferleri ve borç ödemeleri yoluyla uluslararası düzeydeki finans kapital birikimine katkıda bulundu. Yirminci yüzyıla girildikten sonra, dünya pazar koşulları geliştiğinde, imparatorluk gene geniş dış ticaret kesimiyle görece açık bir ekonomi olmayı sürdürdü. Bürokratik merkeziyetçiliğin uluslararası finans kapital kalkanı altında yeniden güçlendirilmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya ekonomisi içindeki konumunda değişiklik yaratmadı.(103)

Ancak süreç yerel güç ilişkilerinin değişimini getirdi. Aracılar, yani gayrimüslimler etkinliklerini yitirdikçe yerlerini Müslüman burjuvazi aldı. Müslüman burjuvazi mülkiyet ve egemenlik ilişkilerini değiştirmedi; tam tersine gayrimüslim sermayenin rollerini üstlendi. Ancak bu aktör değişimi 1908 ve 1923 dönemeçlerinde “ulusal” siyasetlere geçiş olarak ideolojik bir yüceltme ile yanılsamaları besledi. 1870’lerden sonra, 19. yüzyıl başlarında oluşan uluslararası sermaye ile iş bölümü ilişkilerine Osmanlı egemenleri finans kapitalle işbirliği yaparak sahip çıktılar. Bu gelişme uzun vadede gayrimüslim aracıların ekonomik ve siyasal etkinliklerinin bir bölümünü yitirmelerine neden oldu. Aracıların yeri göreli olarak gerilerken emperyalist kurumlaşma finansal, diplomatik, kültürel açılardan çok daha sağlam araçlarla sisteme yerleşti. Bu tür aracılık alanlarının geliştirebileceği tüm birikim dinamikleri süreç içinde emperyalistlerin denetimine girdi. Diğer yandan, emperyalist güçler ve merkez sermaye grupları İmparatorluğa bürokratik merkeziyetçiliği dayattılar ve kurumlaştırdılar. İmparatorluğun son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yılları için o çok eleştiri konusu yapılan “sivil toplumun olmayışı” Osmanlı’nın klasik kurumlara dayalı “despot” bir Yakındoğu devleti olmasına değil, kapitalist-emperyalist dünya ekonomisinin egemenlik ilişkilerinin dönemsel birikimine dayanıyordu. Bu topraklarda varlığını sürdüren gayrimüslim veya Müslüman burjuvazi etiketli gelişme dinamikleri ve sermaye birikim süreçleri kapitalist-emperyalist küreselleşme dalgasının gerekleri doğrultusunda şekillendi. Yerel aracılar kârlarını azamileştirme peşindeki kapitalistlerdi. İmparatorluğun uluslararası iş bölümündeki konumundan yararlanırken yer yer yabana kapitalistlerle de rekabete giriyorlardı. Ancak 1870’lerden itibaren tüm dünyada ve Osmanlı’da onlarca etkisini duyuran emperyalizm tüm özerk gelişme dinamiklerini bertaraf etti. Uluslararası finans kapital Anadolu’nun kırsal kesimini etkileyen örgütlülüğü ve kurumsallaşması ile İmparatorluğa boylu boyunca yayıldı. Ancak bu süreç farklı sınıfların ve çıkar gruplarının çelişkileri, ittifakları, kavgaları ile şekillenen bir toplumsal, siyasi, ekonomik çerçevede ve kapitalist dünya ekonomisinin belli bir aşamasındaki koşullar tarafından belirlendi. İmparatorluğun, kapitalist-emperyalist dünyanın bir uç bölgesine dönüşümü son derece karmaşık bir çelişkiler zembereğinin gerilimli süreçleriyle gerçekleşti. (Cumhuriyete miras kalan bürokratik merkeziyetçilik de 19. yüzyılda kapitalist-emperyalist sistemin egemenlik ilişkilerinin biçimlendirdiği dönemin koşullarında oluştu. Cumhuriyet Osmanlı İmparatorluğu’nun değil Osmanlı Devleti’nin kalıtı üzerine kuruldu. Aslında Osmanlı Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu bir ve aynı değildir. Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir yapı olan Osmanlı Devleti, İmparatorluğun kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşmesi ve bu süreçte sömürge koşullarına biçimsel bir siyasi bağımsızlıkla bağlanmasının ürünüdür. Kapitalist- Emperyalist sistem, içi tümüyle boşaltılmış, kof bir “kadim” Osmanlı İmparatorluğu devleti yerine 19. yüzyıldan itibaren yeni bir devlet kurmuştur. Cumhuriyet, İmparatorluk temelleri tahrip edilmiş ve emperyalist Batı tarafından kurulmuş olan 2. Osmanlı Devleti’nin mirasçısıdır.) Bu arada herhangi bir Avrupa devletinin Osmanlı İmparatorluğu’nu tek başına denetleyecek gücünün olmaması, üzerindeki egemenlik rekabetini şiddetlendirirken, bulunan dengeci çözümler, “reform” ve batılılaşma süreçlerinin getirdiği kurumlar da tezahür etti. Mali esareti, kültürel, hukuki, sosyal tutsaklık izledi. Tek bir gücün açık işgaline karşı gösterilecek direnç, Osmanlı’yı “uygarlaştırma” misyonuna adanan düvel-i muazzama ile çözülmeyi durdurmak isteyen güçlerin mutabakatı ile emperyalist egemenliği gizleyen bir toplumsal-siyasal-ekonomik programa dönüştü. Düvel-i Muazzama’nın çelişkilerinden yararlanarak ayakta kalma yeteneğini gösteren ünlü Osmanlı diplomatik yeteneği safsatası, herhangi bir Avrupa gücünün doğrudan idari egemenlik kuramamasından kaynaklandı. Bu koşullarda ortaya çıkan 1908 ve 1923 hareketleri ise Batı’ya rağmen Batı gibi olma hedefinden kopmadıkları ölçüde kapitalist-emperyalist egemenlik ilişkilerini yenileyecek dinamikleri beslediler. Osmanlı’nın bağımsızlığı biçimseldi. Hele 19. yüzyılın son döneminde uluslararası finansal kapital, Osmanlı maliyesi ve önemli üretim etkinliklerine Düyun-u Umumiye İdaresi (Osmanlı Genel Borçları) ile doğrudan el koyduktan sonra bir Osmanlı bağımsızlığından söz edilemez. Düyun-u Umumiye Osmanlı’yı adeta uluslararası bir sömürge derecesine indiriyordu. Önde gelen tüm Avrupa devletleri kurumun yönetim kurulunda temsil ediliyordu. Düyun-u Umumiye uluslararası sermaye ile hükümetler arasındaki ikili ilişkileri düzenliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamında ve orada yatırılmış fonların güvenceye alınmasında uyuşan rakip güçlerin ortak çıkarlarına hizmet eden Düyun-u Umumiye küresel kapitalist işleyişin ilk ve yetkin örnekleri arasındadır.

Sonuçları vahim olan misyoner akımının faaliyetleri bu tabloyu tamamlar. İmparatorlukta yabancı misyon okulları çok erkenden yayılmaya başlamıştır. Örneğin Cizvit faaliyeti 16. yüzyıla, kapuçinlerin çalışmaları 17. yüzyıla kadar uzanır. “Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı okullar ne yönetim ne de program açısından Osmanlı maarif sistemiyle hiçbir bütünleşme kuramamışlardır. Hatta bunların bazıları uzun süre ruhsatsız çalışmıştır. Yabancı okullar Fransa, İngiltere, ABD, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya tarafından kurulmuştu (…) Okulların Osmanlı coğrafyası üzerindeki dağılımı ilginçtir. Daha çok uluslaşma sürecine giremeyen veya geç giren bölgelerde kurulmaktadırlar… İmparatorluğun eğitim hayatında en faal unsur Amerikan misyon okullarıydı… 19. yüzyılın başlarında bazı halde ruhsatsız olarak faaliyete geçen okul ve yetimhanelerin sayısı 20. yüzyılın başında 400 civarındaydı. Amerikan misyonerleri etkin bir sosyal hizmet bütününü de okulla birlikte getirmişler. Ermeni ve Hıristiyan Arap nüfus arasında Protestanlığı yayabilmişlerdir(104). ABD’li misyonerler Doğu ve Güney Doğu Anadolu, Ege, Orta Anadolu, Suriye, Lübnan, Mezopotamya’da yoğun bir faaliyet içindeydiler. Bunun Kürt sorununun başlangıç aşamalarında ne tür gelişmelere neden olduğuna değineceğiz. Bu faaliyetler karşısında Osmanlı yöneticilerinin tutumuna gelince: Yabancı devletlerin misyonerleri, ülkenin her yanında sayısız okul ve sosyal kurum açarken, Babıâli bürokrasisi hayırhah davranmasa bile engel olamamaktaydı, ama herhangi bir yerdeki halk kendi ihtiyacına yönelik bir çırak veya ebelik okulu veya çobanlık ve tarım teknisyen kursu açmak isterse buna kolay izin verilmeyeceğine şüphe yoktu(105).

Osmanlı Devleti’nin mali tutsaklığı kültürel, sosyal, siyasal, diplomatik teslimiyetinin koşullarını hazırladı. 1854’te Kırım Savaşı ile başlayan dış borçlanma olgusunun fikri hazırlığı daha eski tarihlere dayanır. 1783 yılında yine Kırım’la ilgili bir nedenle dış borç fikri gündeme geldi. Bu tarihte Kırım’ın Rusya tarafından ele geçirilmesi üzerine patlak veren Osmanlı-Rus savaşı Osmanlı Devleti’ni mali kaynak arayışına soktu. Bunun üzerine 1784’te ilk defa yabancı bir ülkeden borçlanılması fikri ortaya atıldı. Dönemin defter emini Hasan Efendi ile Süleyman Fevzi Efendi’ye rapor hazırlatıldı. Hasan Efendi borç alınabilecek devletler olarak Fransa, Hollanda ve İspanya’yı önerdi. Buna karşın Süleyman Fevzi Efendi borç alınacak devletin Müslüman olması gerektiğini savundu(106). Fas’tan borç istendi daha sonra 1788’de Cezayir’den 1 milyon kuruş talep edildi. Ancak para yerine Fas, Cezayir ve Tunus’tan özür beyanı geldi. Bunu 1789’da Hollanda (Flemenk) ve İspanya’ya yapılan borç talepleri izledi ancak bu girişimlerden de sonuç alınamadı. Bu arada 1840^ Calata bankerlerinden J. Alleon ve T. Baltacı’nın kurduklan İstanbul (Dersaadet) Bankası’ndan borç alındı. Söz konusu bankanın kaynakları aslında Avrupa sermaye piyasalarına dayanmasına rağmen bu borç iç borç sayıldı. 1854’den Osmanlı maliyesinin iflâsını ilân ettiği 1875 yılına kadar süren dönemde, 16 borçlanma yapılarak 241.913.000 Osmanlı lirası borçlanılırken, borç tahvillerinin satış fiyatlarının yazılı fiyatlarının altında kalması nedeniyle ele geçen tutar sadece 127.571.000 Osmanlı lirası oldu. Böylece 1854-1875 döneminde hem Osmanlı hazinesine giren fon miktarı borçlanılan rakamın çok altında kalırken, tahvillerin gerçek faiz oranları yazılı değerlerinin oldukça üstünde gerçekleşti.

Dış borçlanmalar büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki siyasal çıkarlarını korumada da önemli bir etken olmuştur. Borç tahvillerinin Avrupa sermaye piyasalarına girebilmesinin ilgili hükümetin iznine bağlı olması, borcu veren ülkeye borçlanma işlemi üzerinde önemli bir denetim gücü sağlıyordu. Mesela İngiliz Hükümeti, 1860 borçlanması tahvillerinin Londra’da satışa arz edilebilmesi için gerekli olan iznin, ancak, Osmanlı Devleti’nde taşınmaz mallarla ilgili mülkiyet haklarının yabancılara da tanınması şartıyla verilebileceğini belirtmiştir. Fransa da Osmanlı Devleti üzerindeki dış borçlanmalarının doğurduğu siyasal gücünü sürekli hissettirmiştir. Mesela 1860Mı yıllarda Lübnan ve Suriye’deki bazı dini gruplar arasında çıkan çatışmalar sırasında, Osmanlı Devleti’ne siyasal baskı uygulayarak, uzun vadede kendi idaresine almayı plânladığı bu bölgelere sınırlı bir özerklik verilmesini sağlamıştır(107).

Bu tabloya rağmen korkunç bir israf, lüks, debdebe gündemdedir. 17 Mayıs 1869’da muhalif Yeni Osmanlıların yayın organı olan Hürriyet gazetesi Avrupa hükümdarlarının yıllık tahsisatlarını açıklar. Buna göre: Rus Çarı 26.572.225 frank, Belçika Kralı 4.301.400 frank, İspanya Kraliçesi 12.087.500 frank tahsisat alırken Osmanlı Sultanı’nın tahsisatı 30.000.000 franktır. Ali Suavi devletin yüksek bürokratlarına “kefen soyucu”lar diye saldırır. Yine, Hürriyet’in 25 Ekim 1869 tarihli nüshasında yer alan bilgilere göre: Fransa İmparatoriçesi 1869’da İstanbul’a geldiğinde 400 bin kese harcanıyordu. Tiyatroya gitme ihtimali karşısında tiyatrocu Naum’a 80 bin lira ihsan ediliyordu. Kraliçenin dindar olduğu bilindiğinden, eğer Beyoğlu’nda kiliseye gitmezse, misafir olarak kaldığı Beylerbeyi sarayında gider denilerek sarayın içinde 100 bin altın liraya özel olarak bir kilise inşa ettiriliyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı sermayenin kölesi olması, köylünün sömürülmesini insafsız vergiler olmadan da kuvvetlendiriyordu. Bu yıllarda el sanatkârlarının, küçük memurların ve ufak rütbeli, kara ve deniz subaylarının durumu da kötüye gidiyordu. Çünkü ekonomik durumu düzeltme yolları arayan hükümet, karşılıksız kâğıt para basımını gün geçtikçe daha çok artırıyordu. Bu da, paranın değerinin düşmesine ve pahalılığın olağanüstü artmasına neden oluyordu. Görgü tanıkları, bu yüzden geniş halk kitlelerinde hoşnutsuzluğun arttığını belirtiyorlardı. Irk ve inanç ayrımı olmaksızın bütün Türk halkı, öteden beri yeteneksizliklerini bildiği yöneticilerin egemenliğinden artık kurtulmak istiyor ve son sabrını da yitiriyordu. Kuşkusuz, Anadolu’daki Müslümanlar ayaklanmaya hazırdılar.(108)
1861’de Bosna-Hersek’te köylü ayaklanması oluyor, 1866’da Girit’teki isyanı, Bulgar başkaldırısı izliyordu.

Osmanlı’yı Misyonerlerin İşgali ve Tanzimat Kürdistan’ı

Reşit Paşa Cezire şehri üzerine topçu ateşi açılmasını emrediyor ve bunun sonucunda şehir yerle bir oluyordu. Bu şiddetle sorunun bir an önce kontrol altına alınmasında Rusya ve İngiltere’nin baskılarının da rolü vardır. Gelişmeleri gözlemleyen Rusya bir süre sonra İran’ın da isteğiyle Mir Muhammed önderliğindeki Kürtlere karşı tavır alıyordu. İran Kürtleri üzerinde de etkili olacak bir hareket bölgedeki dengeleri alt üst edebilirdi. Ruslar İran’ın isteklerine olumlu yaklaşarak silah ve malzeme taleplerini karşıladılar. Kürtlere karşı İran tarafından yaklaşık 10 bin asker harekete geçirildi.

Kürt hareketinin bastırılmasıyla İngiltere de ilgiliydi. İngilizler bu yönde oldukça aktif davranmışlardır. Onlar Türkiye ve İran’ın harekâtlarını koordine etmek istemişler, her nasıl olursa olsun Türk-İran anlaşmazlığını çözmeye çalışmışlardır. Bu amaçla İngiliz temsilcileri, Reşit Paşa ve Emir nizam arasında ilişki kurmakta aracılık yapmışlardı. İranlı kumandan, Reşit Paşa ordusuyla birlikte hareket etmek için rıza göstermişti. Bu niyet Tebriz’deki İngiliz misyonundan Yüzbaşı Şiil’e bildirilmişti. Temmuz 1836’da Şiil, Tebriz’den Reşit Paşa’nın kampına gitti.(109)

İngilizler, Osmanlı-İran saldırısının düzenlenmesinde önemli roller oynadılar. Ancak tüm bu kuşatmalara, şiddetli saldırılara rağmen asıl büyük sonuç alıcı darbeyi hazırlayan her zamanki gibi Kürtlerin kendi ihanetleri oldu. Osmanlı ordularına “kılavuz rolü oynayan” Kürt önderleri savaşın Kürtlerin aleyhine dönmesini sağladılar. “Önderlerin ihaneti Kürt bölgelerinin fethedilmesini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.” Cizre Emiri Bedirhan Bey de dâhil pek çok Kürt derebeyi yeri geldiğinde Osmanlı ordusu saflarına katılmaktan ve Osmanlı ceza müfrezeleri ile birlikte, isyan eden diğer Kürt beylerine karşı savaşmaktan geri durmuyorlardı. Bu Kürt beyleri Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurup onlardan aldıkları rütbe ve yetkilerle bölgelerinde güç kazanıyorlardı.

19. yüzyıl başlarında Hindistan ticaretinin yolu İngilizlerin çalışmalarıyla yönünü Basra’ya çeviriyordu. Böylece İngilizler ticari güçlerini yoğunlaştırdıkları Basra’dan Aşağı Mezopotamya ve Kürt bölgeleri ile doğrudan ilişkilere geçmeye başladılar(110). Bu ticari ilişkilere daha sonra Ruslar ve Fransızlar da girdiler. 19. yüzyılda “Hasta Adam”ın Avrupalı emperyalistlerin denetimleri altında varlığını sürdürmesi ancak fazla güçlenmemesi stratejisi yürürlükteydi. Hindistan yolu üzerindeki topraklara hâkim olan zayıf bir Osmanlı idaresi, sömürgeci güçler açısından tercih edilen bir durumdu. İngiltere ile Rusya henüz büyük bir paylaşım savaşına girecek koşullara sahip değillerdi. O nedenle Kürt Emirlerinin Osmanlı yönetiminden ayrılıp bağımsız bir konuma geçmelerinin meydana getireceği belirsizlikler tüm Ortadoğu’da karışıklıkların ateşini fitilleyebilirdi. Avrupa’nın sömürgeci siyasetleri açısından bu elverişsiz koşullar yaratabilirdi. Diğer yandan İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, ABD bölgenin jeopolitik unsurları yanında yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile de yakından ilgileniyorlardı.

Osmanlı yönetimi üzerinde geniş bir etkiye sahip olan Avrupa devletleri yörede gelişen siyasi ve toplumsal olaylarda direkt söz sahibi oldular. Çoğu zaman da istekleri doğrultusunda Osmanlı yönetimini yönlendirdiler. Bu ticari ilişkilerin Avrupalıların veya Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerin eline geçmesiyle beraber bunların yöredeki etkinlikleri de artmaya başladı. Avrupa ve Amerikalılar, misyonerleri sayesinde bölgeyi daha yakından tanıma fırsatı buldular. Bu bölgede yaşayan ve Avrupalıların her zaman ilgisini çekmiş olan gayrimüslim halklarla ilişkileri de bu devirden sonra gelişmeye başladı. Bölge genelinde Müslüman Kürtler çoğunlukta olmakla beraber Ermeni, Asuri, Keldani, Süryani gibi halklarda kayda değer bir nüfusa sahiptiler. Ayrıca bazı yerlerde Müslüman Kürtlerden sayıca daha da fazlaydılar. Fakat Sünni Kürtler siyasi açıdan tarihsel bir üstünlüğe sahiptiler(111).

II. Mahmut’un Batılaşma siyasetleri ile yönetimi merkezileştirme stratejileri iç içe gelişti. 19. yüzyıldan itibaren, Kürt Emirlikleri ile Osmanlı Devleti arasındaki çelişkiler bu temelde kesinkinleşiyordu. II. Mahmut’un stratejisi doğrultusunda Kürt Emirlikleri ile yapılan anlaşmalar ve onlara tanınan haklar tek yanlı olarak feshedildi. Sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı siyasi coğrafyası ve Ortadoğu’da yoğunlaşan etkinlikleri, bunun sonucunda değişen dengeler, Osmanlı Devleti’nin Kürt siyasetini değiştirmesine neden oluyordu. Yavuz Selim döneminden itibaren Osmanlı Devleti ile Kürt Emirlikleri arasında gelişen ittifak son buluyordu.

Hıristiyan misyonerler oldukça erken tarihlerden itibaren Kürt bölgelerinde faaliyet gösterdiler. 1683 yılında Bitlis’te Cizvitlerin bir misyonu bulunuyordu. İtalyan Rahip Maurizio Garzoni Bitlis’te Kürtler arasında 18 yıl yaşıyordu. 1858’de ise Amerikalılar yine Bitlis’te bir Protestan misyonu kuruyorlardı. İlk dilbilim çalışmaları, sözlükler ve İncil’in Kürtçe’ye çevrilmesi bu misyonerlerin ürünleriydi. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreği misyonerliğin altın çağıdır. Zira bu çağ aynı zamanda kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü çağdır. Bu dönemde araçsal görev üstlenen mekanizmalardan başlıcası misyoner dizgesidir. Sömürgeci ve emperyalist çıkarların aracı olan misyonerlik önemli ve ulvi bir amaç gibi ortaya konulur. Misyonerliğin özü dindir. Başlıca araçları ise okul, matbaa, kitap, hastane vs. modern kurumlardır. Misyonerler, bu kurumların, içinde derece derece yer aldığı, iyi işleyen, etkin bir sisteme dayanarak iktisadi- siyasi çıkarların siyasal-kültürel etki ve yayılmanın, bir aracı olarak hizmet veriyorlardı. Sömürgeci ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda Modern Misyonlar Dönemi 1793 yılında Misyoner William Carey’in Hindistan’a ayak basmasıyla başlar. Misyonerlik faaliyeti modern dönemde tüm uhrevi görünümüne karşın dünyevi bir içerik taşımaktadır. Osmanlı ülkesine pek çok İngiliz, Fransız, Amerikalı misyoner geliyordu. Ancak Kürt bölgelerinde özellikle İngiliz ve Amerikalı misyonerler yoğun faaliyetler yürütüyorlardı(112). Osmanlı topraklarına modern zamanlarda ayak basan ilk Protestan misyoner, 1815 yılında Mısır’a gönderilen İngiliz Church of Missionary Society’e bağlı bir papazdır. Onu, 1820 yılının 15 Ocak’ında İzmir’e ayak basan Pliny Fisk ve Levi Parsons adlı Amerikalı misyonerler izledi. Bu iki misyoner American Board of Commissioners for Foreign Missions adlı Amerikan misyoner örgütünün elemanlarıdır. Kısaca BOARD ve ABC FM olarak anılan bu misyoner örgütü ABD’deki misyoner örgütlerinin en kıdemlisi ve büyüklerinden birisidir. BOARD’ın yapısı ve işleyişi iyi belirlenmiş, katı bir örgütsel dizgesi vardı. Protestan misyoner örgütlerinin dünyayı aralarında paylaşmalarında Osmanlı İmparatorluğu esas itibarıyla ABD’nin payına düşüyordu. ABD 19. yüzyılın son çeyreğinde diplomatik çerçevede Osmanlı Devleti ile daha fazla ilgilenmeye ve Doğu Sorunu’na bulaşmaya başlıyordu. Bunda misyonerlerin oldukça büyük payı vardır. Çünkü ABD’nin politik olarak ve diplomatik yollardan her türlü ilişkisi az ya da çok misyonerlerle ilintiliydi(113). 1880 tarihinde ABCMF’in faaliyetlerini özetleyen rapora göre: “Misyoner faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır.” Amerikalı misyonerler, İngiliz Büyükelçileri ve Konsolosları ile oldukça iyi ilişkilere sahiptirler. İngiliz Büyükelçisi Canning, “Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalmasına” çalıştığını, “çünkü bu İmparatorluğun kaderinin Avrupa’nın çıkarları ile çok yakından ilgili” olduğunu söylüyordu. Oysa Canning’in çabalarının arka planındaki gerçekliği ABCMF’nin dış ilişkiler sekreteri Anderson şu sözlerle açıklıyordu: Bütün bunları, Tanrı sayesinde, İngiltere’nin Hindistan’da bir İmparatorluğa sahip oluşu ve oraya engelsiz ulaşmak ihtiyacının ilahi gerçeğine borçluyuz. Ermenistan’da Bir Turdan Notlar (Notes of Tour In Armenia) adını taşıyan ve Amerikalı misyoner Tillman C. Trovvbridge tarafından yazılan metinde ise, Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal ise, bir nedeni de dinseldir (İslâm). Türkler Hıristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur. (…) diye yazıyordu.

Ancak Müslüman halkların bu Hıristiyanlaştırma politikasına direnişleri net bir biçimde ortaya çıkınca emperyalizm Batılaşma ve bu temelde merkeziyetçiliği yani sömürge kurum, hukuk ve kültürünün “reform”lar yoluyla dayatılmasını esas alıyordu. Amerikalı misyonerler Ermeni, Kürt, Asuri, Keldani nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelere akıyordu. Antep misyonerlerin tabiriyle 1848 yılında “İŞGAL EDİLMİŞTİ.” Musul 1850’de, Arapkir 1853’te, Maraş, Halep, Sivas, Harput 1855’te, Urfa, Antakya, İzmit 1856’da, Diyarbakır 1857’de, Mardin, Bitlis ise 1858’de, Adana 1863’te “İŞGAL EDİLDİ”; yani buralarda misyoner okulları kuruldu.

ABD Ortadoğu’da şebekeleşen misyoner ağı ile kendine ekonomik-sosyal, kültürel bir hayat alanı yaratıyordu. 1900 yılına gelindiğinde Anadolu’da Amerikan misyoner dizgesi içinde 417 okul bulunuyordu. ABD’nin çalışmaları misyonerlerle sınır değildi. 1829’da imzalanan Osmanlı-ABD ticaret anlaşmasını takiben Osmanlı ülkesinin dört bir tarafında Amerikan Konsoloslukları açılıyordu. 1832’de ilk konsolosluk İzmir’de açılıyor. Bunu 1911 yılına kadar 80 yılda 45 konsolosluğun açılması izliyordu. ABD’nin, milli mücadele yollarında kurtuluş çaresi olarak görülmesinin ve Sivas Kongresi’nin gizlenen manda başvurusunda bu yaygın, köklü ve yerleşik mekanizmanın büyük etkisi vardır.

Emperyalizmin aracı olan misyoner faaliyetleri, Osmanlı ülkesini ağ gibi saran konsolosluklar, “reform” adı alında sömürgeleşme ve Ortadoğu’ya yerleşen Avrupalı emperyalistler ve ABD misyonları Kürtler üzerinde ciddi baskılar oluşturdu: “Batı’daki Hıristiyan dindaşlarından giderek daha fazla yakınlık ve yardım gören yerel Hıristiyanlar hızlı bir şekilde daha eğitimli, kozmopolit ve zengin hale geldiler. Bu ölçüde artan bir servet doğal olarak, yerel Kürt yöneticilerin daha fazla vergi toplama tutkularını ateşleyecekti. Fakat yükselen eğitim düzeyi ve kozmopolitçilik aynı zamanda Hıristiyanların bu keyfi vergilere boyun eğme olasılığını geçmişe oranla biraz daha azaltıyordu. Bu iki süreç doğal olarak birbiriyle çatıştı. Bir azınlık olan Hıristiyanlar, daha önceden yaptıkları gibi, yerel Müslüman yönetimleri ve Kürt beyleri karşısında, Batı’daki büyük Hıristiyan devletlerden yardım isteyecek ve zaman zamanda bu yardımı alacaktı.”(114)

Batılı Hıristiyan misyonerlerin 19. yüzyılda gelişiyle birlikte bölgede yaşayan halklar arasındaki çelişkiler keskinleşiyordu. Batılı Hıristiyan İmparatorluklar, Müslüman kardeşlerine karşı ayaklanmaları için yerel Hıristiyanları etkin biçimde destekleyip, silaha sarılmaları durumunda, onlara askeri yardım gönderecekleri gibi boş vaatlerde bulunarak onları kızıştırıyorlardı. Tüm bu entrikalar, Hıristiyanlara yardım etmek için değil, yerel Müslüman yönetimleri zayıflatma amacı güdüyordu.(115)

19. yüzyıldan 20. yüzyıla akan çizgide patlayıcı bir ortamın tüm bileşenleri hazırdı ve dini-etnik kavga, Ermeni, Türk, Kürt, Asuri, Arap halkaların oluk gibi kanının akıtılmasıyla sonuçlanıyordu.

Ekrad beyliklerinin yeniden “fethinin” ilk aşaması 1839 yılında sona erdi. Birçok bölgede Osmanlı yönetimi kuruldu. Artık Kürt bölgelerininyöneticileri merkezden atanmaktadır. Ancak Tanzimat bölgeye çürüme koşullarını yerleştirdi. Derebeylerinin yerine, “kendi görevi için ödediği parayı fazlasıyla kısa sürede geri göndermek için çalışan, İstanbul’dan atanan kurnaz şarlatanlar geçmiştir.” Rüşvet, iktidar hırsı, sömürgeci güçlerle işbirliği, misyonerliğe göz yumma ülkeyi parçalamaktadır. Dönemin devlet adamlarından Halet Efendi, bürokrasi içindeki mücadeleyi anlatırken, “İktidar sadece bir kişinin sığabileceği bir minare külahına benzemektedir; bu adam, düşmemesi ve merdivenin kırılmaması için hiçbir şey yapmadan oturmak zorundadır” diyordu. Tanzimat Kürt bölgelerini de çarkın dişlilerine dâhil eder. Çark ise şöyle döner: Unvanlar hemen hemen belirli bir miktar karşılığında satılır. Diğer bir paşa görevi için daha fazlasını ödeyemediği durumda herhangi bir Ermeni bankere müracaat eder, bu banker bölgedeki gelirlerin bir kısmını alarak paşaya gerekli olan paraları getirir; bu durumda şanssız bölge bir değil iki çapulcu tarafından tehdit edilir. Bu yağmadan kendine düşen hisseyi alanlar hiçbir şekilde paşanın işlerine karışmaz; halkın şikâyetleri Sultan’ı da etkileyemez, çünkü alınan paranın bir bölümü hareme girer, buradan yıkılmaz bir gelenek olan rüşvet çıkar.

Bu gözlemler Rus diplomat Bere/.in’e aittir. Yabancı diplomatlar Osmanlı bürokrasisini, sınıfsal yapısını, halkın sorunlarını, orduyu sürekli izler, rapor haline getirir ve merkezlerine aktarırlar. Berezin’de Kürt bölgelerinde bulunan bir diplomat olarak Osmanlı Devleti’nin tüm zayıflıklarını dikkatle inceler. Tanzimat’la binlikte bölgeye gönderilen yöneticiler kanlı faaliyetleriyle ünlenirler. Bağdat Paşalığı’na atanan Muhammed Paşa acımasızlığı siyaset haline getirir. Paşa, suçluları “kazığa oturtur.” İsyanları nasıl bastırdığı Rus diplomatı Berezin’in raporlarına yansır:

Öldürülen isyancıların kesilen kulaklarını şehir kapılarında bırakmıştır; Birecik’in halkı eğer bir daha isyana kalkışırsa onların hepsini kazığa oturtacağına aht etmiştir. Yöneticilere karşı en küçük bir direniş için bile köylere ceza müfrezeleri gönderiliyordu.

Bağdat egemeni Muhammed Paşa, “reform”ların özünü doğru kavrıyordu. Bu “reform”lar süreci Batı tarafından destekleniyordu ve kaynak da doğrudan Avrupa ve Petro döneminde benzer süreçler yaşayan Rusya değil, Mısır’dı. “Reform”lar konusunda Mısır’dan yardım isteniyor, orada yapılan denemeler taklit ediliyordu. Batıdaki çekilişi ile gözlerini Doğu’ya çeviren buradaki tarihsel zayıflığının bilincinde olan Osmanlı, Mısır’daki gelişmeleri neredeyse ay farkı ile takip ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopacak ölçüde güçlenen bir Mısır, Müslüman model konumu ile Batılılaşma’da prizma işlevi görüyordu. Mısırlı egemenler, Osmanlı yöneticilerinin kendilerine yetişme planlarını elbette biliyorlardı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, II. Mahmur’a karşı yargısında oldukça sertti: Babıâli, uygarlığı yanlış tarafından almıştır; bir ulusa apoletler taktırıp dar pantolonlar giydirerek yeniden doğuş işine girişemezsiniz; elbiselerinden başlamak yerine… Halkının zihinlerini aydınlatmaya çalışmalısınız.

Moltke’de mektuplarında bu “reform”ların ordu ile ilgili yönünü yazar: En talihsiz eser, Rus ceketleri, Fransız düzenlemeleri, Belçika silahları, Türk başlıkları, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve her ulusun uzmanlarıyla Avrupa modeline dayanan bir ordu yaratılmasıydı.
İşte bu tabloda işin özü değişmez.

Muhammed Paşa önemli bir örnektir. İktidarı altındaki bölgelerde yaşayan halkın kötü durumu, keyfi yönetim ve rüşvet çarkı o kadar açıktır ki, merkez bazı “gemleyici” tedbirler almak durumunda kalır. Ancak bölgede oluşturulan kurullarla da durum düzelmez. Bu koşullar Kürt derebeylerinin arkasındaki halk desteğini arttırırken, Osmanlı düzenine yönelik büyümektedir. Çok geçmeden, merkezi Bohtan olan yeni bir hareketlilik başlar. Bu hareketliliğin önderi Bedirhan Bey’dir.

1835’te “Hâkime Kurdistan” (Kürdistan Beyi) olarak anılmaya başlayan Bedirhan giderek güçlendi ve yörede etkinliğini artırdı. Kürt aşiretleri içinde otoritesini güçlendirirken, Yezidi Kürtlere ve Nesturiler’e ağır baskı uyguladı. 1843 ve sonraki birkaç yıl boyunca Bedirhan ve Hakkârili Nurullah Bey’in adamları 20 bine yakın Nesturi’yi katlettiler.

İngilizler ve Amerikalı misyonerler bölgedeki Nesturi (Asuri) topluluklar arasında faaliyet gösteriyorlardı. Örneğin J. Joseph adlı Amerikalı misyoner, “Nesturiler ve Müslüman Komşuları” adlı bir kitap yazıyordu. Amerikan misyonerleri Smith ve Laurie 1830’da bölgeyi ziyaret ediyorlardı. Bu misyonerler Nasturiler (Asurlular) arasında faaliyet gösteriyorlardı. 1840’lara kadar Hakkâri bölgesinde Kürtlerle Nesturiler arasındaki ilişkiler dostçadır. Ancak bu ilişkiler misyonerler ve Batılı diplomatların faaliyetleri sonucunda yıkıldı. Misyonerler Kürtlerle Asurluları birbirine düşüren entrikalar düzenlediler. Amerikalı misyoner Perkins, 1836’da Nesturi’lerin dini lideri Mar Şamun’a “Mahkemeler ve ızdıraplar, siz ve halkınız bu topraklardaki Müslüman baskısını uzun süre çektiniz. ABD’deki Hıristiyan din kardeşlerinizin kalplerinde sempati ve ilgi uyandırdınız” diyerek kışkırtıcı bir tutum içine giriyordu. Bu arada İngiliz misyoner

Grand 1840’da Hakkâri’yi ziyaret ederek Nurullah Bey’le görüşüyordu. Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerin Nesturilere yoğun ilgileri Kürt yöneticileri kuşkulandırıyordu. Misyonerler, Avrupalıların Nesturilere her türlü desteği vereceğini belirtiyorlar, onları bağımsızlık için kışkırtıyorlardı. Misyonerlerin cesaretlendirdiği Nesturiler Kürtlerle silahlı çatışmalara girdiler. Nesturiler ile Hakkâri Kürtleri arasındaki ilişkiler, 1842’de Grand’ın Nesturi köylerine yeni geziler yapması, bölgeye misyoner merkezleri kurulması için harekete geçilmesi ve ABD’den gelen misyonerlerle birlikte içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Amerikalılar, 1835’dcn itibaren bölgede büyük bir hızla çalışıyor, Ermeni ve Nesturi cemaatleri için okullar, sağlık kurumları açıyorlardı. İstikrar geri gelmemek üzere bozuluyordu. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri Müslümanlar açısından tehlikeli sonuçlar doğuracak bir dizgenin ilk aşamasıydı. Ainsworth adlı misyonere bir Kürt beyi, “siz bu ülkeyi almaya gelenlerin habercisisiniz” diyordu.

Kürtlerin tepkilerini bilmesine rağmen Grand, Tiyari bölgesinde büyük bir misyoner merkezinin yapımına girişiyordu. İnşaat haberi anında yayılıyor ve Kürtler Avrupalıların Hıristiyanlığı yaymak için büyük bir kale kurduklarına inanıyorlardı. Amerikan misyonerlerinin Kürdistan’ın vahşi dağlarında görülmesi garip ve beklenmeyen bir gelişmeydi. Hu gelişme Kürtlerin aklında derin kaygılar ve şüpheler uyandırdı.(116)
Üstelik misyonerlik hizmet binası, Kürtler arasında “kale” olarak bilinen bir yapının yanına kuruldu. İngiliz diplomat Layard’ın merkeze ilişkin gözlemi işin kışkırtma boyutunu ortaya koyuyor: Binalar bütün vadiye hâkim bir tepenin zirvesinde bulunmaktadır. Kesinlikle daha az gösterişli ve nispeten daha mütevazı bir yer seçilmiş olmalıydı; aralarında yerleşmeye geldikleri bu aşiretlerin karakterlerini şahsen bildikleri halde böyle bir düşüncesizlik yapmaları şaşırtıcıdır.

Daha 1842-1843’de Kürtler, Nesturiler, Ermeniler arasında yoğun faaliyetler yürüten İngiliz, Amerikalı misyonerler gerçekliği bu halkların adına yazılan sorunların köklerine ışık tutuyor. Osmanlı Devleti ise yabancı misyonerlerin gelecekte doğuracağı sonuçları öngörmek şöyle dursun bölgede yaşanacak çatışmaların Kürt emirlerini ve Nesturileri zayıflatacağına ilişkin garip umutlar taşımaktadır. Misyonerler, Osmanlı yönetim organlarının etkisinin güçlenmesinden yanadırlar. Zira Osmanlı Devleti, onların bölgeye girişin kolaylaştıran, Müslüman Kürtlerin etkinliğini kıran bir politik araç olarak görülmektedir. Misyoner Grand, Mar Şamun’a, Kürtlerin Nesturilere yönelik bir saldırıda bulunmaları halinde Osmanlı Devleti’nin Batı’nın Hıristiyan devletleri karşısında sorumlu olacağını bildiriyordu. Nesturi Patriği, Britanya’dan askeri müdahale talebinde bulunan mektuplar yazıyordu. Diğer yandan, Musul Valisi, Kürtler ve Nesturilerin çatışmasını kışkırtan bir tutum içindedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu iki halkın vuruşturularak zayıflatılması siyasetinde Batılı devletlerin telkinlerinin etkili olduğu düşünülmelidir. Olayların mantığı, kale biçiminde bir merkezin inşa edilmesinden, Nesturilere Kürtlerin saldırması durumunda Batı’nın askeri güvence sözünün verilmesine uzanan çizgide içinde diplomatlar ve misyonerlerin yer aldığı bir komplo örgüsünü ciddi bir varsayıma dönüştürüyor. Üstelik Musul valisinin kışkırtıcı tutumu Nesturi katliamından önce Amerikalı misyonerler tarafından bilinen ve yazışmalarında sık sık değinilen bir konudur(117). Mar Şamun, Protestan Amerikalı Misyonerler, İngiliz Anglikan misyonerlerle kuşatılıyordu. Mar Şamun, İngiliz misyoner Becer’i Kürtlerle ilişkilerin iyice gerginleştiği 1842 yılı sonlarında kabul ediyordu. Becer, Hakkâri Kürt Emiri’ne karşı kışkırttığı Nesturi Patriği Mar Şamun ile görüşmesini misyon merkezine gönderdiği mektupta anlatırken: Hakkâri’nin Kürt emiri Nurullah Bey Nesturilerin bağımsızlığını gasp etmişti, eğer biz zamanında Hıristiyan nüfusa yardım etmeseydik o zaman bu halkı barbar Kürtlere boyun eğmiş olarak görürdük.

Sömürgeci güçlerin böl-parçala-katlettir-yönet anlayışının açık tezahürüdür bu mektup(118). Becer Nesturiler arasındaki faaliyetlerini sürdürürken, Kürtler de isyan hazırlığı içindedirler. Bedirhan, düşmanımın düşmanı benim dostumdur formülasyonunu Nesturilerle ortak isyan zemini için yeterli görüyor ve Mar Şamun’a Osmanlı’ya karşı ortak hareket öneriyordu. Bedirhan’ın bu amaçla gönderdiği elçileri Mar Şamun İngilizlerin telkini ile reddeder. Bedirhan ise Osmanlı-İngiliz ilişkilerini, Amerika’nın bölgede gelecek için oluşturmaya çalıştığı ve Hıristiyanlar üzerinden yürütmeyi planladığı müdahale araçları yaratma stratejisini, Nesturilerin kurban seçilmesini kavrayamıyordu. Kürt dağlarının Hindistan yolu ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz-Ortadoğu-Asya bağlantılı stratejisindeki konumu ile Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun tampon olacak kadar bir güce sahip bulunmasına ilişkin uluslararası siyaset, derebey bakışının sınırlarını aşıyordu.

İngiliz misyonerler, Mar Şamun’u her durumda İngiltere’nin yardım göndereceğine ve Kürt emiri ile anlaşma yapmamasının gerekli olduğuna inandırdılar. Mar Şamun, Bedirhan’ın elçilerini kabulünde bu toprakların artık Osmanlılara değil İngilizlere ait olduğunu söylüyordu. Bu görüşme sonrasında Patrik kendi konağı üzerinde İngiliz bayrağını dalgalandırır. Patrik bu davranışıyla, Kürtlere kendisini İngilizlerin savunduğunu ve Nesturilere yönelik bir saldırı olması halinde Kürtlerin karşısına Avrupa’nın dikileceğini gösteriyordu(119). Bu davranışlar sonucunda Kürtler ile Nasturiler arasındaki ilişkiler iyice gerginleşiyordu. Her türlü kışkırtmayı yapan misyonerler ise Bedirhan ve Nurullah beylerin hazırlıklarını biliyorlardı. Grant Nurullah Bey’e müracaat ederek, Nesturilere saldırılması halinde Kürtler ile Nesturiler arasındaki anlaşmazlığa karışmayacaklarını ancak misyoner evlerinin, binalarının ve malvarlıklarının korunmasını istiyordu. Grant’ın Nurullah Bev’in yanından ayrılmasından sonra Kürt birlikleri Nesturilere saldırdı.

Nesturilere yönelik ilk katliam 1843’te Haziran ayında meydana geldi. Tiyari ve Diz topluluklarının yanı sıra çok sayıda Nesturi topluluğu katledilmekten kurtulamadı. Bedirhan’ın kuvvetlerine, Hakkâri bölgesinden sorumlu olan Erzurum valisi de destek veriyordu(120). Van’dan Revanduz’a ve Dicle’den İran sınırına kadar olan bölgeden toplanan güçlerin sayısı 70 ile 100 bin arasındaydı. Nesturiler bu katliamda 10 bine yakın insanlarını kurban verdiler. Bu katliamlardan sağ kurtulan Nesturi, Yakubi, Yezidi kadın ve çocukları tutsak alınıp Diyarbakır-Musul bölgesinde köle olarak satıldılar(121). İngiliz Büyükelçisi Canning’in girişimleri sonucunda, bazı esirler serbest bırakıldılar. İngiltere, bölge halklarının birbirini katlettiği komplolar düzenlemekten geri kalmazken “uygar” ve “insan hakları”na bağlı devlet olma gereğini de böylece yerine getiriyordu. Oysa Nesturilerle Kürtlerin daha önce iyi olan ilişkilerinin bozulmasında ve Kürtlerin Nesturileri katletmesinde, bölgeyi sömürgeci stratejilerin av alanı ilan eden İngiliz, Amerikalı misyonerlerin ve Batılı devlet temsilcilerinin kışkırtmaları önemli bir etkendir. Diğer yandan İngiltere, Fransa, Rusya’nın Osmanlı ne/dinde ki temsilcileri Bedirhan Bey’in ve Kürtlerin bertaraf edilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Hatta İngiliz diplomatlar aşiretlerin kışkırtılması, din adamlarının nüfuzunun kullanılması, Kürtler arasındaki düşmanlıklardan istifade edilmesi gibi konularda daha sonraki yıllarda da sık sık kullanılan araçlar formüle ediyorlardı. İngiltere’nin Musul Konsolosu 19 Eylül 1846’da İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği’ne yazdığı raporda şunları vurguluyor: Kürtler dağlı Hıristiyanlar aleyhinde her türlü muameleye başlamışlardır… Bedirhan Bey’de istiklâl mevkiinde başıboş bırakılmamalıdır. Hükümet-i seniyye, Bedirhan Bey’in kuruntuya dayanan kuvvet ve kudretine aldanarak kendisine bazı mertebe müsaade ile muamele etmektedir. Bedirhan Bey’in aleyhtarları ile düşmanı pek çoktur. Şeyhler buradan uzaklaştırılır, Pinyarıiş, Zibari vs. Kürt aşiretleri hükümetçe ele alınırsa, bunlar Bedirhan Bey’i bu dağlardan pek çabuk atarlar. Tuhub, Cilo, Baz Nesturilerinin elinde birkaç bin tüfek vardır. Bu tenkil hareketinde onlardan da istifade edilebilir.(122)

Avrupalı diplomatlar “Kürt tehlikesi” konusunda ittifak halindedirler. Musul’daki Fransız Konsolosu da hemen ertesi günün tarihini taşıyan ve İngiliz Konsolosu ile mutabakat sonucu hazırladığı belli olan raporda şunları yazıyordu: Hükümet-i Seniyye, birkaç yıldır Kürt asilerini terbiye etmeye çalışmışken, hepsinin kuvvetlisi olan Bedirhan Bey hakkında hâlâ bir tedbire başvurulmamış olması gariptir. Hatta Devlet-i Aliye’nin bu tereddüdü korkuya hamledilmektedir(…) Şimdiye kadar bağımsız olan Kürt beylerini hükümetin zorla itaat altına alacağını İstanbul gazetelerinde okumuştum. İsmail Paşa’nın idaresinde tasarlanan hareketin Bedirhan Bey’i de kapsamı içine almasını arzu ederim.(123)

Konsolosun bu raporundan sonra Fransız Büyükelçisi 3 Kasım 1846’da Sadrazam Ali Paşa’ya gönderdiği yazısında, Sadrazam Ali Paşa ile yaptığı görüşmeye atıfta bulunuyor, “Devletin şan ve itibarının, menfaatlerinin muhafazası bakımdan, işin yumuşaklıkla değil, zor kullanmak suretiyle bastırılması lüzumunu” vurguluyor ve “Bedirhan’ın ortada durması devlet için bir utanç sebebidir. Onun kirli vücudundan Kürdistan’ı temizlemek lazım gelmektedir” diyordu(124). Bölgede bulanan Rus Konsolosu da bir an önce, “memleket için çok korkulu sonuçlar” doğuracak Bedirhan Bey hareketinin ezilmesi gerekliliğini kendi elçiliğine bildiriyordu.

Fransa tarafından desteklenen İngiltere, Babıâli’ye yönelik protestosunda Nesturilerin yok edilmesine bir son verilmesini ve Bedirhan’ın etkisiz hale getirilmesini talep ediyordu. Babıâli’ye iki gücün de eğer gerekirse yardım vereceği söylenir. İki büyük gücün destek ve inayetini arkasına alan Babıâli sonunda Bedirhan’ı ezmeye karar verdi. Bu, uzun zamandır tasarladığı bir hareketti(125).” Ancak bu iş kolay değildi. Uzun yıllar boyunca birçok Kürt lideriyle ittifaklar geliştiren Bedirhan Bey, Cezire’de bir tüfek ve levazım fabrikası kuruyordu. Bedirhan Bey’in Ermeniler ile de oldukça iyi ilişkileri vardı. “Bedirhan Bey’e göre, Ermeni ve Kürtler kan kardeşiydi. Onun Ermeniler ve Kürtler arasındaki evlilikleri ödüllendirdiği de belirtilir. Ordusunda Ermeniler önemli bir güç oluşturuyor, danışmanları ve ordu komutanları arasında Stephan Manoglyan, Oganes Çalktıryan ve Mir Marto gibi Ermeniler bulunuyordu ki bunlardan Manoglyn İstanbul’daki İtalyan okulunda öğrenim görmüştü. Fransızca, İtalyanca ve Türkçe bilmekteydi.(126)

Bedirhan Bey de, Mısır’daki “reform” gelişmelerini takip eden Mir Muhammed gibi Avrupa’ya öğrenciler gönderiyor, bunların silah konusunda eğitim görmesini tercih ediyor, barut üretimi için fabrika kurduruyordu. Van Gölü’nde gemi işletmeciliği için projeler geliştiren Bedirhan Bey, asıl ağırlığı güçlü bir ordu kurmaya veriyordu. Bedirhan Bey’in topraklarına yerleşmek için temel koşul her yeni gelen kişinin at, silah, kılıç ve tüfek sahibi olmasıdır. “Bedirhan Kürdü” tabiri iyi silahlanan ve onun ordusuyla birlikte savaşanları kapsıyordu. Bedirhan, 1838’de diğer bir Kürt beyi olan Sait Bey’e karşı düzenlenen saldırıda Osmanlıların yanında yer alıyordu. 1839’da Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim’in ordusu ile Nizip’te yapılan savaşa da Osmanlı ordusu ile birlikte katılan Bedirhan, binlerce askerlik bir güce komuta ediyordu. Onun Osmanlı Devleti’nin en katı merkeziyetçilik politikalarını uyguladığı bir dönemde gücüne güç katması söz konusudur. Bölgedeki Osmanlı yöneticileri onun desteğini elde etmek için değerli armağanlar gönderiyorlardı. Bu dönem boyunca Bedirhan Bey nüfuz alanını Musul, Sincar, Viranşehir, Siverek, Diyarbekir, Siirt, Van, Urmiye, Mehabad, Revanduz arasındaki geniş bölgeye yayıyordu. Diğer Kürt beyleriyle Osmanlılara karşı “Kutsal İttifak” kuran Bedirhan, 1839’da Nizip yenilgisinin yarattığı boşluktan yararlanıyordu. Mısır’ın Osmanlılar için Doğu’da yarattığı tehlike Kürt derebeylerinin bağımsızlık hareketlerini tetikliyordu. İngiliz, Amerikalı misyonerlerin faaliyetleri, Nesturilerin kışkırtılması, Mısır’ın askeri harekâtı, Kürt beylerinin Avrupa güçlerinin bölgedeki faaliyetlerinin sonunda topraklarını yitirecekleri bir noktaya geleceği beklentisi, Osmanlı’nın merkeziyetçilik iddialarının Kürt dağlarına bayındırlık, refah değil katliam getirmesi isyanları tetikliyordu. Bedirhan Bey bu koşulları iktidarını perçinlemekte kullanıyordu. Osmanlı Devleti’nden bağımsız hareket ediyor, Emirliğinde mutlak yönetici olarak Avrupalı temsilcileri karşılıyordu. 20. yüzyılın Kürt isyanlarını tarihsel siyasal, sosyal, askeri köklerinden kopuk olarak değerlendiren anlayış, Avrupa sömürgeciliğinin beslediği çelişkiler zembereğinde Bedirhan’ın binlerce kişilik bir ordu ile bağımsız bir “krallık” aşamasına gelmesinin sonuçları üzerinde durmaz. Oysa Bedirhan, her nedense İngiliz Albay Rich tarafından, sultanın fermanıyla Cizre’de ziyaret edildiğinde, “Hiçbir sultanı tanımıyorum. Bu Sultan kimdir? Neden onun fermanları bana geliyor? Ben burada ev sahibiyim ve misafirimin bana neden geldiğini elindeki fermandan değil, kendisinden öğrenmek isterim” diyordu(127). Tanzimat süreci, Müslümanlık temelinde birleşen Kürtlerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiyi eritiyordu. Tanzimat öncesinde ve sonrasındaki gelişmeler, Kürt bölgelerine, Avrupa devletlerinin Osmanlı tebaası Hıristiyanların askeri güvencesi olmaları tarzında yansıyordu. Sömürgeci bu güçler büyük katliamların olacağını bile bile Hıristiyan halkları kışkırtıyor, yüzyılların biriktirdiği hassas toplumsal-idari dengeleri, askeri harekâtların bir an önce yapılarak dağıtılması doğrultusunda Osmanlı Devleti’ni zorluyorlardı. Sonuç olarak 1847’de Bedirhan’ın üzerine 30 bin düzenli ordu askeri, 15 bin milisten oluşan oldukça önemli bir güç gönderildi. Kürt siyasetinin şaşmaz yasası Mir Muhammed isyanındaki gibi işledi, Bedirhan’ın yakını ve en önemli komutanı Emir İzzeddin Şir Osmanlı saflarına katıldı. Böylece ordu Cezire’yi işgal etti. Bedirhan, Evrah kalesinde sekiz ay boyunca Osmanlı ordusu ve Emir İzzeddin Şir’in birleşik güçlerine karşı koydu. Ancak yeğeni İzzeddin Şir’in ihaneti ile askeri gücünün önemli bir bölümünü yitiren Bedirhan Bey, teslim oldu. Yine Kürt siyasi hareketlerinin şaşmaz bir yasası işledi ve Bedirhan da Mir Muhammed gibi elde silah direnerek ölümü seçmedi. İstanbul’a gönderilen Bedirhan Bey daha sonra iki yüz kişilik maiyetiyle birlikte Girit’te Kandiye’ye sürüldü. 1856 yılında ayaklanan Giritli Yunanlıların bastırılmasında önemli roller oynayan Bedirhan’ın bu hizmeti karşılığında İstanbul’a dönmesine izin verildi. Önder teslim olur ancak halk direnmeye devam eder. En kötüsü ise bölgede baş gösteren kolera salgını sonucunda Osmanlı ordusunun dörtte üçü ile halktan binlerce insanın ölümüdür.

Bedirhan Bey’in isyanı devletin bu konudaki uygulamalarını anlatan önemli bir kaynakta şöyle aktarılıyor: Tanzimat’ın uygulanmasında en büyük tepki hiç şüphesiz Cizre ve Hakkâri yöresinden gelmiş, yılların biriktirdiği sorunlar, Diyarbakır Eyaleti’nde yeni yönetimin yürürlüğe konmasından bir süre sonra, bölgede hükümete karşı büyük bir isyan çıkmıştı. Ayaklanmanın önderliğini yapan Bedirhan Bey’in yenik düşerek esir alınmasından hemen sonra bölgede Tanzimat uygulama alanına konmuş ve oluşturulan yeni eyalete Kürdistan adı resmen verilmişti. Bedirhan Bey isyanı, bu dönemde hem imparatorluğun içinde ve hem de dışında büyük yankılar uyandırmış, bastırılmasından sonra Abdülmecit’e Meclis-i Vala tarafından Kürdistan Fatihi unvanı verilerek olayın önemi vurgulanmak istenmişti(128).

Osmanlı Sultanları artık “Fatih” unvanını Müslümanların yaşadığı bölgelerin, sömürgeci Avrupa Devletleri’nin baskı ve destekleri ile fethi neticesinde almaktadırlar. Kirli bir sömürgeci ağın yerli egemenlerle birlikte kurulması olan Tanzimat, en büyük tepkiyi Kürtlerden görürken, buna verilen cevap “Kürdistan Eyaleti”nin kurulması oluyordu. Osmanlı Devleti’nin “Kürdistan ‘ı kurduğu bu dönemi eski bir dışişleri bakanı şöyle değerlendiriyor: Tarihimizde genellikle “büyük kurtarıcımız, Batılılaşmanın müjdecisi” olarak sunulan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları, aslında, emperyalist yayılmasının birer aracı fonksiyonundadır. Bu fermanların, özellikle 1856’dakinin temel niteliği, Batı kapitalizminin çıkarlarına uygun üst yapı kurumlarım Osmanlı memleketinde bina etmektir. Tanzimat’ın, Batı’ya yaranmak için Hıristiyan tebaaya tanıdığı haklar, aslında, Hıristiyanların küçük bir zümresi olan işbirlikçilerin Av rupa’daki efendilerine daha rahat hizmetlerini sağlamak için kaleme aldırılmıştır.(129)

İşte bu temelde kurulan Tanzimat Kürdistan’ının özelliklerine ilişkin olarak yazılanlara devam edelim: Bedirhan Bey isyanının bastırılmasından kısa bir süre sonra bölgede yeniden bir idari düzenlemeye gidilmiştir. Diyarbakır Eyaleti, Van, Muş, Hakkâri Sancaklarıyla Cizre, Bothan ve Mardin kazalarından oluşan Kürdistan Eyaleti’ne çevrildi(…) Kürdistan Eyaleti yeniden fethedilmiş bir bölge gibi kabul edilerek, atanacak memurların güvenilir ve bilgili kimseler olmasına özen gösterildi(130). Burada “hangi özen?” sorusunu sorduğumuzda aldığımız cevaplara gelince: Cizre bölgesinde Tanzimat’ın uygulama alanına konulmasında büyük zorluklarla karşılaşıldı. Kaymakamlığa getirilen Mustafa Paşa’nın mukataaları yerli Kürt ileri gelenlerine ihale ettiği, mültezimlerin hâsılatın yarısını isteyip, mal olarak ödenmesini kabullenmedikleri, çok fazla fiyatla bedel aldıklarını görüyoruz. Örneğin, Musul’da bir haneden 50 kuruş vergi alınmakta iken, Cizre’de 85 kuruş istendiği, üstelik kaymakamın halka angarya iş gördürdüğüne ilişkin sayısız şikâyetler vardır. Oysa Cizre daha kısa süre önce büyük acılara mal olan bir isyanın merkezidir. Tanzimat sanki halkın refahı, güvenliği, hakları ile temelden bağlantılı bir düzenin adı imiş gibi yorumlanarak bölgeye “özen” gösterildiği vurgulanıyor. Oysa uygulamanın sonuçları şöyledir: Bölgedeki göçebe aşiretleri denetim altına alma ya da yerleştirme çabaları olmuşsa da başarı elde edilememiştir. Özellikle aşiret reislerine maaş bağlanarak, kendilerine kaza müdürlerinin yaptıkları görevler verilerek, aşiret halkını vergi verme ve askere alma yükümlülüğüne alıştırma girişimleri, olumlu sonuç vermemiştir.(131)

Tanzimat, bu bölge için feodal büyük birimlerin parçalanarak, daha küçük, Osmanlı ve emperyalist güçlerin stratejilerine sorun çıkarmayacak, sırtını devlete dayayan yeni beylik ve ağalıkların kurulması, askerlik (önce 15 daha sonra 7 yıl) ve ağır vergiler anlamına geliyordu. Ayrıca temel uğraşları hayvancılık olan göçebe aşiretler hangi kaynaklarla ve yeni geçim olanaklarıyla yerleştirilecektir. Devlet derebeylerini aylığa bağlar, mülk ve güçlerine dokunmazken, “çok geniş bir alanı kapsar biçimde oluşturulan Kürdistan Eyaleti, kısa süre sonra bazı değişikliklere uğradı. Hakkâri Sancağı 1849 Aralığında eyalet haline getirilerek, yeni yönetim biçiminin buralarda uygulanmasına çalışıldı. “İran’la Türkiye arasında hareket eden aşiretlerin bölgeyi yayla biçiminde kullanmaları da “büyük bir problem” olarak kabul ediliyordu. Sanki halkın başka geçim kaynağı varmış gibi bunun önüne geçilmeye çalışılıyor ve “Bu sorun Hakkâri ve Kürdistan Valileri’yle Anadolu Ordusu nu uzun yıllar uğraştırıyordu.”(132)

Bu sözcüklerin olağanlığı bölgedeki sistemin özünü ortaya koyuyor: “Kürdistan Valiliği”, “Anadolu Ordusu” özellikle başında Müşir (mareşal) rütbeli bir görevlinin bulunduğu bu ordunun bölgede kaldığı ve göçebe aşiretler dâhil pek çok sorunla uğraştığı görülüyor. Osmanlı Devleti, bu Tanzimat Kürdistan’ında egemen sınıf olarak ağalara, beylere, şeyhlere dayanıyor ve onları hem askeri hem siyasi olarak destekliyordu. “Kürdistan Eyaleti”nin kurulmasına ilişkin olarak 20 Cemayizelevvel 1263 (1847) tarihli “Sadaret Arizası”ında şunlar yazılıdır:

Sırf Padişahımız efendimizin eseri olarak eşkıya elinden kurtarılan ve belki de bu suretle yeniden fethedilen Kürdistan bölgesinin geleceğine dair Anadolu Ordusu Müşir Paşa hazretlerinin bazı mütalaa ve ifadeleri bulunmakta idi(…) Müşir Paşa’nın evvelki ifadesine göre(…) Hususiyle Kürdistan’ın kalbinde bulunduğundan ve bu suretle Anadolu Ordusu’nun yumruğu, mütemadiyen nezaret altında tutulması icap eden Kürtlerin tepesinde bulunacağından dolayı, Ahlat’ın bundan sonra Anadolu Ordusu’na merkez ittihaz edilmesi lüzum ve keyfiyeti(…) bir kere de Askeri Şura’da müzakere edilerek neticenin, Zat-ı Şahane’ye danışıldıktan sonra icabına bakılmasına karar verilmiştir(…) Paşa, teshir edilen [zapt ve istila edilen) Kürdistan havalisinde emniyet ve asayişin temini, düzenin kurulması için burada özel ve bağımsız bir idareye bağlı tutularak başına dirayetli bir zatın getirilmesini, yani Diyarbekir eyaletiyle Van, Muş, Hakkâri sancaklarıyla Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarından büyük bir eyalet kurmasını teklif etmektedir. Kürdistan’da daimi nizamın tesisi, ordu ile mülkiye işlerine memur olarak zatların müşterek himmetlerine bağlıdır(…) Padişahımızın muvaffakiyet-i seniyeleri neticesi bir takım derebeyleriyle zalimlerin elinden kurtarılan Kürdistan havalisinin daimi nizamının tesisi, ahalinin saadet, refah ve asayişinin lazım eden olduğuna, bununda havalinin bir idare-i mahsusu altına konulmasıyla hasıl olacağı bilindiğine göre bu yerlerin bir eyalet ittihaz olunarak Padişahımız efendimizin buraların hakiki fatihi olduklarını hatırlatmak üzere Kürdistan Vilayeti diye adlandırılması uygun görülüyordu(133). Bu “ariza”da bölgeye başlangıçta yüklü masrafların yapılacağı ancak bir süre sonra “hazine faydası”na bir farkın ortaya çıkacağı belirtiliyordu. “Ariza”da “Bilhassa Kürdistan eyaletinin beklenen idaresi ve nizamı kökleştikten sonra Padişahımız efendimiz sayelerinde pek çok şeyler hâsıl olacaktır” vurgusu yapılıyordu.

Osmanlı Devleti, “Anadolu Ordusu”, “idare-i mahsusu”, “yumruk”, “Askeri şurada müzakere”, başlıklarında özetlenen ve “Kürdistan’ın fethi” sonucunda kurulan “Kürdistan Vilayeti” siyasetleri ile bölünme, parçalanma doğrultusundaki ilk adımları atıyor. Derebeyliğin, “zalim” bir düzen olduğunu tespit ediyor, ancak büyük derebeylerinin gücünü kırarken yüzlerce küçük derebeyi yaratıp “idare-i mahsusu”yı bunlara dayandırıyordu. Tanzimat Kürdistan’ına yönelik siyaset, strateji ve uygulamalar günümüze akan çizgide önemli bir birikim oluştururken, Kürt sorunu başından itibaren sömürgeci egemenlik ilişkileriyle bütünleşen Osmanlı egemenlerinin öncülüğünde uluslararası bir nitelik taşıyordu. ABD ve İngiltere’nin 19. yüzyılda mayalanan Ortadoğu stratejilerinde belirgin bir yer tutmasına rağmen, Soğuk Savaş ittifaklarının sözde “dostluk” çemberinde Kürtlere yönelik siyasetlerinin uzun geçmişi ve kışkırtmaları unutturuluyordu. Tıpkı bizzat Osmanlı Devleti’nin “Kürdistan Eyaleti” kurması gibi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Bedirhan Bey’i bertaraf etmesi o kadar önemli görünüyordu ki, bir yüzünde Evreh Dağı’nın resmedildiği, diğer tarafından ise “Kürdistan’ın Madalyonu” yazılı bir madalya bile bastırıldı. Bu çatışmaların sona ermesini müteakip Osmanlı-İran sınır görüşmelerinin İngiltere ve Rusya’nın gözetiminde gerçekleştirilmesi dikkat çekicidir. 1847 yılında Erzurum Antlaşması temelinde, Osmanlı ve İran Devletleri sınırların tespiti için bir komisyon kurdular. Bu komisyona, Rusya’dan Albay Çirikov ile İngiltere’den Yarbay Williams da katıldılar. İngiliz temsilcisine, “ticari ilişkiler için yeni kanallar açılması” talimatı veriliyordu. Sınırda yaşayan halkın çıkarlarını güvenceye almak ve sosyal düzenlemeler yapmak bahanesiyle, İngiliz sömürgeciliği doğrudan müdahale ediyordu. Yarbay Williams’a bölgenin doğal kaynaklarını, coğrafi özelliklerini, Kürt aşiretlerinin durumunu, geleneklerini inceleme görevi veriliyordu.

19. yüzyılın 3()’lu 40’h yılları boyunca Kürt Emirlikleri’ne yönelik büyük askeri harekâtlar düzenlendi. Bölgede yeni bir yönetimin temelleri atıldı. Kürtler üzerinde canlandırıcı etki yapan Mısır örneğinin belleklerden kazınması için büyük şiddet uygulandı. 1840’ların sonunda Bitlis, Bohtan, Revanduz Kürt emirleri başta olmak üzere büyük derebeyleri sürgün edildiler. Ancak, Sultan hükümeti Doğu bölgelerinde otorite kuramıyordu. Halka uygulanan baskılar onların derebeylerine olan bağlılığını artırıyordu. Nüfuzlu Kürt önderleri kovulmuş ancak bölgede sosyal, siyasal, askeri bir boşluk doğmuştu. “İdare-i Mahsusa” büyük bir vergi yükünü halkın sırtına yüklüyor ve ağır bir ekonomik tahribat tablosu ortaya çıkıyordu. Batılı ve Rus diplomatlar, misyonerler, istihbaratçılar bu koşulları dikkatle izliyorlar, kaydediyorlardı.

Diyarbekir ve Mardin’de halk köylerini terk ederek dağlara çekiliyordu. Bu konuyu araştıran Becer’e köylüler şunları söylüyorlardı: “Ne yapabilirdik ki? Ovada kalıp köyler kursak, bağlar yapsak, tahıl eksek, sürüleri ürünsüz toprağa salsak, ağır vergiyi ödesek, çalışmalarımızdan hiçbir fayda görmeyecektik. Fakir düştük ve eşi benzeri görülmedik bir baskıya uğradık. Ezenler, bizim şikâyetlerimizden rahatsız olduğundan bizi suçlu ilan ediyorlardı. Köylerimizi yıkıyor, toprağı işleyecek aletlerimizi alıyor, bizi ya öldürüyor ya da köle yapıyorlardı. Ne yapabilirsin? Evlerimizi boş bıraktık ve hiçbir baskıya uğramadığımız dağlardaki kardeşlerimizin yanına sığındık. Kaderimiz böyleymiş.” Musul Valisi Muhammed Paşa, Ortaçağ derebeyliğinin gelenek çizgisinde yer alan uygulama ve vergilendirme usullerini, pırıl pırıl bir Tanzimatçı olarak sürdürüyordu. Zulme dönüşen vergileri ödeyemeyen halkın üzerine yağma saldırıları düzenleniyordu. 1850 yılında Muhammed Paşa komutasındaki Osmanlı birliklerinin Omeryan (Cebel Tur bölgesi) köyünde yaptıkları katliam buna örnektir. Katliamın nedeni neydi? Halktan vergi toplayan mültezimler, onu yönetime vermeyip zimmetlerine geçiriyorlar, ancak bu görevlilerin cezalandırılması yoluna gidilmiyor. Halktan yeniden vergi isteniyordu. Halkın bu duruma itiraz etmesi karşısında ceza birlikleri köye giriyor, mallar yağmalanıyor, evler yıkılıyor, insanlar katlediliyordu.

Kırım Savaşı’na gidilirken cephe gerisini sağlama almak isteyen Osmanlı açısından koşullar elverişsizdir. 29 Eylül 1854’te, Kırım Savaşı’nın başlamasından önce Rusya-İran arasında tarafsızlık anlaşması imzalanıyordu. İran, Kürt aşiretlerinin Rusya sınırlarına yağma saldırıları yapmasını önlemeyi taahhüt ediyordu. Rusya Kırım Savaşı öncesinden itibaren sağlam, iyi hesaplanmış bir Kürt stratejisi belirledi. Ayrıca Ermeni ve Gürcüleri de yanına çekecek planlar hazırladı. Rusya, Kafkasya’daki askeri harekâtlara hazır değildi. Tek mevzi Türkiye sınırı yakınlarındaki Aleksandropol’dü. Bu nedenle Ruslar bölgede yaşayan halkların desteğini kazanma siyaseti izlediler. Ruslar, daha 1853 yılından itibaren Kürt gönüllülerden müfrezeler kurdular. Cafer Ağa’nın komutasında 500 Kürt’ten oluşan müfreze ile Ahmet Ağa’nın yönetiminde bulunan 100 Yezidi atlı, Albay Loris Melikov’a bağlıydı. Kürt gönüllüler Rusya için sadece askeri değil, politik önemede sahiptiler. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen binlerce Kürt Osmanlı ordularıyla omuz omuza Ruslara karşı dövüşüyordu. Zilan, Hayderanlı, Sipkani, Milyanli, Cemaldinli, Biziki aşiretlerine mensup Kürtler daha savaşın başında Osmanlı ordusuna katıldılar. Ancak Rusların askeri başarıları üzerine Kürt birlikleri hızla Osmanlı ordusunu terk ettiler. Osmanlı ordusu ile birlikte savaşan Beziki, Cemaldinli, Milyanli aşiret reislerinin de aralarında olduğu on dört Kürt şefi Aleksandropol’e gelerek Ruslara bağlılıklarını bildiriyorlardı. Ruslar Kürtler konusunda yıllar süren dikkatli ve titiz çalışmalarının meyvelerini devşiriyorlardı. Otokrat Rus Çarlığı’nın yetenekli diplomatları Kürt ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, etnografik, coğrafi özelliklerini inceliyor, ilk Kürdoloji çalışmalarını yapıyorlardı. Tıpkı Britanya, ABD, Fransa gibi Rusya’nın da 19. yüzyılda temelleri atılmış ciddi bir Kürt çalışmaları birikimi, diplomatik-askeri pratikler toplamı vardır.

Kürtler ise vergi, askerlik, ekonomik yıkım, büyük emirliklerin tasfiyesinin bölgede yarattığı anarşi, aşiret kavgaları temelinde parçalanıyor ve bu durum sömürgeci Rusya’nın desteği ile yeni bir isyanı gündeme getiriyordu. Bedirhan Bey’e ihanet eden İzzeddin Şir (Yezdanşir) bu isyanın önderiydi. Osmanlı yönetimi Yezdanşir’in beklentilerine karşılık vermedi. Yezdanşir’in ayaklanmasına büyük destek veren Kürtler programlı bir bağımsızlık talebinin peşinde olmaktan ziyade yönetimden hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Sadece Kürtler değil, Doğu’da yaşayan tüm Osmanlı halkları bu isyana katılmaya hazırdılar. Ruslar gelişmeleri dikkatle izliyorlar ve bu isyan ortamından azami ölçüde yararlanmaya çalışıyorlardı. “Kürdistan Eyaleti” valisi Osman Paşa’nın yönetimi isyanı tetikliyordu. Hem Ruslar hem de Osmanlı’nın müttefiki Avrupalılar bu konuda ortak görüşe sahip bulunuyorlardı. Tanzimat Kürdistan’nındaki isyan için Avrupa basını: “Bölge halkından sürekli haraç alan saçma bir yönetim, kötü niyetli bir iktidar ve adaletsizlik halkı huzursuz etmiş ve onu isyana hazırlamıştır” diye yazarken, Rus komutan Lihutin ise “Paşanın rüşvetçiliği, adaletsizliği ve baskısı sadece Kürtlerde değil, aynı zamanda Kürt reisin yönetiminin Paşa’nın yönetiminden daha iye ve kolay olduğunu gören Nesturilerde de genel bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır.” tespitini yapıyordu.(134)

Yezdanşir isyanı Musul’dan İran’a kadar geniş bir alana hızla yayılıyordu. İsyanın merkezi Kürt başkaldırılarının stratejik merkezi olan Bothan ve Hakkâri’ydi. Yezdanşir kısa sürede Bitlis’i de ele geçiriyordu. İsyanı tetikleyen koşullar sadece Kürtler veya Nesturiler için geçerli değildi. “Aynı zamanda büyük bir hoşnutsuzluk duyan Türk halkının omuzlarında da ağır bir yük vardı.” İsyan hızla yeni bölgelere sıçradı. Bu arada Bedirhan Bey’in oğulları da bir ordu oluşturdular ve isyana katıldılar (Bedirhan Bey’in 96 çocuğu vardı. Öldüğünde ise geride 21’i kız 21’i erkek toplam 42 çocuğu kaldı). Yezdanşir, 1855’te Van Glü’nün güney bölgesini ele geçirdi. Aynı yılın ocak ayında Musul’da isyancıların denetimine girdi. Burada bulunan mermi fabrikası isyancıların eline geçti. Musul Yezidileri de Yezdanşir’e katıldılar. Yine Yezidilerin lideri Hüseyin Bey 5 bin kişilik Osmanlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Siirt’i işgal etti. Osmanlı ordusu Rus cephesinde olduğu için isyan bastırılamıyordu. 1855’te Avrupa gazetelerinin muhabirleri Osmanlı yöneticilerinin isyanı bastıracak güçte olmadıklarını “kaygıyla” bildiriyorlardı.

Dünyanın belli başlı tüm önemli güçlerinin katıldığı İngiliz, Fransız, Rus, Osmanlı ordularının karşılaştığı bu Dünya Savaşı (Kırım Savaşı) provasında Kürtlerin isyanı Avrupa tarafından dikkatle izleniyordu. Haberlerin birinde “Bütün Suriye ve Mezopotamya Bağdat’a dek düzenli ordulardan tamamen yoksun… Halk isyan ediyor” deniyordu. 1855 Ocağında Bağdat’tan Yezdanşir üzerine gönderilen Osmanlı ordusu Siirt yakınlarında bozguna uğradı. Şubat ayında isyancıların ordusu 100 bin kişiyi buluyordu. Yezdanşir Osmanlılara karşı savaşmak üzere isyancıların Ruslarla ittifakı için görüşme önerisinde bulunuyordu. Yezdanşir isyancı güçlerin Rus ordularıyla Bitlis yakınlarında birleşerek Erzurum’a hareket etmelerini öneriyordu. Yezdanşir bu önerileri içeren beş mektubu Rus karargâhına gönderiyor ancak Rus ordusunun bölgeyi terk etmesi sonucunda önerileri adresine ulaşamıyordu. Şubat ve Mart’ta isyan daha büyük boyutları ulaştı. Yezdanşir Van’ın teslimini istedi. Bu arada isyan Erzurum ve Beyazıt’a kadar yayıldı. Osmanlı kuvvetlerini peş peşe gelen başarısızlıkları üzerine İngilizler devreye girdiler. Musul’da bulunan İngiliz Konsolosu Yezdanşir’le de temas kurdu. Çevresi hızla boşalan Yezdanşir Osmanlı yöneticileriyle bazı anlaşmalar yaptı. Vaatlere ve İngiliz Konsolosu’nun “şeref” sözüne inanan Yezdanşir, karargâhından ayrıldı ancak yine çevresindekilerin ihaneti ile yakalanarak İstanbul’a gönderildi. Kürt hareketlerinin şaşmaz yasası, Mir Muhammed, Bedirhan Bey isyanlarında olduğu gibi hükmünü icra etti ve önce Kürt cephesi içinden bölündü, liderin yakınında olanların ihanetiyle çözülme geldi. Lider silahlı ve ölümüne bir direniş yerine diplomasiyi yeğledi ve teslimiyetin koşullarını bizzat hazırladı. Bu aşamadan sonra isyanı çözmek zor olmadı ve Osmanlı birlikleri kısa zamanda duruma hâkim oldular.

Devr-i Hürriyet’te Açlıktan Ölenler

Büyük Mirlerin isyanlarının bastırılması sonucunda askeri, politik, sosyal güçleri eridi. Aşiretler arasındaki çatışmalar keskinleşti. Osmanlı Devleti’nin atadığı valilerin arabuluculuk yapmalarına imkân yoktu. Bölgede yasaları ve düzeni hâkim kılamıyorlardı. Aşiretsel birlikler bozuldu, yeni alt aşiret birimleri ortaya çıktı. Birkaç lider, kendi bölgelerinde (örneğin Şırnak’ın aşiret mensubu olmayan ağalan ve Miran şefleri) politik ve ekonomik alanda güçlerini artırdılar. Ancak hiçbiri Mir’lik görevini üstlenemediler. Birbirine rakip çok sayıda aşiret reisi vardı. Kürt bölgelerinde karmaşık toplumsal örgütlenmeler olan Emirlikler yerlerini hızla daha basit sosyal yapılara yani aşiretlere bıraktılar. Emirliklerle birlikte aşiret konfederasyonları parçalandı. Alt düzeylerde bir toplumsal yapılanma aşiret ağaları ve köy ağalarını ön plana çıkardı. Bu parçalanma, Arazi yasalarının toprak sorununu ağırlaştırması ile perçinlendi. Şeyhler, köy ve aşiret ağaları toprak mülklerini alabildiğine genişlettiler. Emirlikler yıkılır, toprakta mülkiyet düzeni alt üst edilirken sosyal parçalanma hızlandı. Aşiretsel ekonominin komünal özellikleri geriledi. Aşiretler içinde tabakalaşma süreçleri hızlandı; böylece aşiret ağaları, zamanla toprak ağaları oldular ve aşiretin sıradan üyeleri üzerinde olağanüstü bir güç elde ettiler. Yeni bir yaşam tarzı yeni bir sınıfı ortaya çıkardı: kentli toprak ağaları. Kentli toprak ağaları ile köyde kalan toprak ağaları arasında yeni bir tür ittifak sistemi gelişti. Aşiret ve köy ağalan buldukları her türlü dış güç kaynağını ustaca değerlendirdiler. Bunlar sadece maiyetlerinde çok sayıda insan bulundurmakla kalmıyor, hükümet memurlarıyla, nüfuzlu kişilerle de bağlantılar kuruyorlardı. Ayrıca dış güç kaynağı olarak devletin yanı sıra dini de kendi yararlarına kullanmaya çalışıyorlardı. Politik ve ekonomik güç kazanmak sadece aşiret politikalarıyla değil dinle bütünleşerek sağlanmaktadır. Kürt bölgeleri bu anlamda İmam, kutb, gavt, bab, şeyh, seyyitlerle doludur. Emirliklerin çözülmesi şeyhlerin gücünü alabildiğine artırdı. Aşiretler arası çatışmalarda saygınlıkları dolayısıyla ideal arabulucular olan şeyhler, derviş tarikatlarına dayanırlar. Kürtler arasında Nakşibendi ve Kadiri tarikatları en önemli dini örgütlenmelerdir. Bu tarikat yapılanmasının vardığı noktayı 1925’de başkaldıran Şeyh Sait şöyle ortaya koyuyor: Nakşibendi Şahı Kürdistanı’mızda bir gangster şebekesi kurmuştur.(135)

14. yüzyılda “Nakşibendi Şahı” unvanı ile Kürdistan’da tarikatını kuran din adamına izafeten Şeyh Said’in yaptığı vurgu önemlidir. İlişki ağları, mafya benzeri bir yapılanma ile bir “gangster şebekesi”ne (şirkete gangster) benzetilen bu örgütlenmede hiyerarşik ilkeler temeldir. Yeterince merkezileşmeyen bu tarikat örgütlenmesinde göreceli olarak bağımsız bölgesel merkezler bulunuyordu. Aktif çalışan üyeler ağı, finansmana katkıda bulunan geniş bir müridler kitlesi hem Nakşibendi hem de Kadiri tarikatı için karakteristiktir. Ancak Şeyh Sait’in Nakşibendi tarikatı için yaptığı “gangster şebekesi” benzetmesinde aslolan örgütsel yapının özellikleri değildi; onun kast ettiği, bu şeyhlerin kırsal kesim insanlarının çoğunu maruz bıraktıkları, boyun eğme ve acımasız sömürüdür. “Bazı şeyhler haydutlardan çok az farklıdırlar. Küçük ağalar üzerinde uyguladıkları güç pek büyüktür. Ve onları kendi isteklerini yerine getirmeye zorlarlar.” Bu şeyhler arasında dünyevi nedenlerle yoğun rekabetler yaşanır. Örneğin, Herki-Oramar bölgesinde Barzan, Bame, Şemdinan şeyhlerinin adamları yıllarca birbirleriyle çatıştılar. Tarikatların örgütsel çatısından öte aslolan “kutsal bir adam olarak” şeyhin rolüdür.

Müridin mürşide mutlak itaati ilişkileri merkezileştiriyordu. Şeyhe gösterilen saygının artmasının neticesinde, kendisine atfedilen kutsallık kardeşleri ve oğulları arasında da paylaşılıyordu. Yetki ve sıfatların babadan oğula geçmesiyle din padişahlıkları, uhrevi hanedanlıklar kuruldu. İcazet, babadan-oğula geçen mistik kutsallığı sahte bir mürşid-mürid ilişkisi temeline oturttu. Etki, güç ve zenginlik bir kuşaktan diğerine aktarılır. Şeyhlik statüsü miras olarak devredilir. Kadiri, Nakşibendi tarikat şeyhleri kendilerini peygamber soyuna dayandırdıkları ölçüde bu hanedanlıklarını olağan görürler. Kadiri Şeyhi olan Berzenciler konumlarına dayanarak büyük miktarlarda toprak ve güce sahiptiler. Yine Kuzey Irak’ta yaşayan Talabani şeyhleri sahip oldukları büyük toprak mülkiyetini korumak için İngilizlerle işbirliği yapıyorlardı. Talabani Şeyhi Ali, 1920’lerde Kerkük’te oturuyor ve gücünü ailenin aşiretsel yapısından çok dinsel etkinliğine dayandırıyordu. Dini statü ile aşiretsel “soyluluk”un iç içe geçmesinin ne belirgin örneklerinden biri Talabani şeyhleridir.

19. yüzyılda Kürt bölgelerindeki büyük karışıklık ve politik değişikliklerde, Emirliklerin dağılmasıyla birlikte etkileri artan şeyhlerin rolleri önemlidir. İngiliz Doğu Hint şirketi yöneticilerinin 1808-1821 döneminde Kürt bölgelerinde yaptığı incelemeleri Avrupalı kâşif, arkeolog, diplomat ve misyonerlerin çalışmaları izledi. Özellikle misyonerler kale-benzeri binaları, yaygın örgütlenmeleri ile bölgenin Müslüman Kürt ahalisinin kaygılarını besliyordu. Nesturiler, Ermeniler, Keldaniler gibi yerli Hıristiyan grupları kışkırtan Batılı misyonerler bunlarla açık bir çıkar birliği içindeydiler. Sonuç, olarak Kürtlerle diğer Hıristiyan gruplar arasındaki mesafe açıldı. Bu koşullarda açıktır ki dini liderler, Hıristiyan karşıtı bir yaklaşımı körükleyerek nüfuzlarını artırdılar.

Bu gelişmeler, yukarıda açıklanan varı-bağımsız Kürt Emirliklerinin özellikle Alman subaylarının Osmanlı ordusuna yardımlarıyla yıkılmasıdır. Emirlikler, pek çok çatışan küçük reisin yönettiği aşiretlere bölündüler. Mir’lerin sert ve güvenilir yönetimlerinin yerini, Osmanlı kanun ve nizamları değil aşiretlerin cinayet ve kan davaları aldı. Osmanlı idaresi yüzlerce yılda oluşan dengeleri ortadan kaldırdı, sosyal yapıyı dağıttı ve ortaya çıkan sorunları şiddet, sürgün, idam siyaseti ile çözmeye çalıştı. Ortaya derin bir sosyal, siyasal, beşeri kriz tablosu çıkıyordu. Bu krize halkın ortak cevabı dine yönelmek oldu. Şeyhler, idari olmayan, genellikle aşiret örgütlenmesinin dışındaki saygın konumlarıyla etkinliklerini arttırdılar. Bölgede çatışan güçler arasında arabuluculuk yapacak konumda olanlar sadece şeyhlerdi. Botan, Hakkâri, Baban ve Soran Emirliklerinin tasfiyesi, alanı onlara açıyordu. Bu dönemde, neredeyse tüm önemli politik liderler ya şeyhlerdi ya da şeyh ailelerinden gelenlerdi. Bu şeyhlerden Şeyh Seyyid Taha, Kürtlerin dini duygularını kullanarak ve Hıristiyanlara karşı kışkırtarak Botan’da ciddi bir etkinlik elde ediyordu. Bedirhan’ın yakalanmasından sonra Nehri’ye kaçtı. Şemdinan Mir’i Musa Bey’in yanına sığınan Seyyid Taha, Osmanlı egemenliğine resmen girmeyen son Mir olan Musa’nın tüm etkinliğini eline geçirdi. Taha’nın oğlu Ubeydullah zamanında, tüm dünyevi ilişlerin yönetimi şeyhin denetimine girdi. Bu arada Seyyid Taha halifesi Abdurrahman Barzani’yi Zibari topraklarındaki Barzan köyüne gönderdi ve o zamandan beri Barzan şeyhleri ile Zibari ağaları düşmandırlar. Sadece Nakşi tarikatı değil Kadiri Berzenci Ailesi’de politik gücünü, Baban Emirliği’nin yıkılışından sonra elde ediyordu. Ancak, güçlü liderliklere sahip büyük aşiretler arasında ve bütünüyle feodal alanlarda (Diyarbekir ve Erbil ovaları) ayrıca aşiret çatışmalarının az olduğu yerlerde şeyhlerin büyük etkinlikleri olmadı. Bu arada aşiret-dışı, sömürülen, horlanan, yoksul köylüler (miskenler) tarikatların aktif destekçileri oldular. Topraksız veya çok az toprağı olan, lümpen proleter ve küçük zanaatkâr kesimler arasından adanmış müridlerin sayısı fazladır. Ancak bu kesimlerin şeyhler üzerinde önemli bir etkisi yoktur. Aslında, tüm şeyhler aristokratiktir. Onlar daha çok aşiret reisleriyle ilgilenmeyi tercih ederler. Bu reislerin yönetilmesi tüm aşiret üzerinde etkinlik anlamına gelir. Büyük şeyh, Ubeydullah Nehri oldukça güçlüydü. Çünkü pek çok reis ve böylece tüm aşiret ona bağlıydı. Aynı durum Şeyh Mahmut Berzenci içinde geçerliydi. Şeyhler sık sık, aşiret reislerinin kızlarıyla evlenirlerdi; şeyh açısından bu durum yüksek statüsünün onayı anlamına geliyordu. Bu ilişkiler temelinde kurulan ittifaklar üçüncü tarafa karşı birlikte tavır almayı sağlıyordu(136). Gücünü ve ittifaklarını kuran şeyh, müridler ağı temelinde politik, ekonomik, diplomatik, askeri nüfuz elde edebiliyordu. Böylece tarikat örgütlenmesi sınıfsal bir egemenlik aracına dönüşüyordu. Tarikatların tabanını oluşturan “miskenler”in ise esamesi okunmuyordu. Çünkü şeyhler aynı zamanda kendi bölgelerinde en büyük toprak ve sürü sahipleri konumunda bulunuyorlardı. Osmanlı’nın toprak yasaları konusunda gerçekleştirdiği “reform”lar var olan mülkiyet rejimini, egemenlik yapısını, dini-sosyal imtiyazlar sistemini, feodal parçalanmayı güçlendirdi. Osmanlı tapu kayıtları “reform”u ağalar, şeyhler, zengin tüccarlar ve yerel yöneticilerin, büyük bir iktisadi güç elde etmelerinin önünü açtı. Tapu memurlarıyla ilişkiye geçen bu kesimler, büyük miktarda araziyi kendi adlarına kaydettirdiler. Şeyhlerin elde ettikleri araziler, müridlerin toprak bağışlarıyla önemli miktarlara ulaştı. Dini amaçlarla toprak bağışı destekleniyordu. Vakıfların sağladığı imkânlarla birlikte Şeyhlerin zenginliği görülmedik boyutlara ulaştı. Örneğin, Kadiri Berzenci Şeyhleri, Süleymaniye çevresinin en zengin toprak sahipleri oldular. Zenginlik beraberinde politik gücü de getiriyordu. Şeyhlerin konumunu egemenlik sisteminin bütünü ile ilişkileri ekseninde değerlendirmek gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplumsal yapı dönüşümü, kapsamlı bir arazi yasası veya eyalet mevzuatı gibi yasalarla yönlendirilemeyecek ve örgütlenemeyecek bir aşamaya geliyordu. Osmanlı devlet örgütü tek iktidar kaynağı değildi. İmparatorluğun dünya kapitalist ekonomisiyle bütünleşmesi sürecinde bazı gruplar etkinliklerini genişletiyorlardı. Bunlar arasında yerel eşraf, vergi toplayıcılar, tüccarlar ve sarraflar en önemlileriydi. Özellikle sarraflar tüm tarım vergisi işlemlerini kapsayan gayri resmi kredi ağını ve imparatorluk ticaretinin önemli kesimini denetim altında tutuyordu. Bu gruplar hükümetin klasik merkeziyetçiliği kurma girişimlerini işlemez hale getiriyorlardı. Şeyhlerde bu yapının bir parçasıydı. Emirlerin gücünü yitirmesi sonucu ortaya çıkan boşluğu devlet değil onlar dolduruyordu. Kürt bölgelerinin en nüfuzlu yerli liderleri olan şeyhler aynı zamanda büyük toprak mülkiyeti çıkarlarının da temsilcisi haline geldiler.

19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun, “Güneydoğusu’nun her tarafından Kürt bey ve şeyhleri zulüm uyguluyorlardı(…) 19. yüzyılın ikinci yarısında, Kürt feodallerinin toprak mülkiyetlerinde gözle görülür bir büyüme meydana geldi. Toprak mülkiyetinin büyümesi, tımar mirasları, devlet topraklarının satın alınması, Müslüman olmayan komşu halkların çekilerek göç etmeleri ve dahası, zayıf, küçük toprak sahiplerinin topraklarının zorla gasp edilmesi sayesinde meydana geliyordu.(137)” Topraksız köylüler ekonomik olarak feodallere bağımlılık içinde bulunuyorlardı. Kürt bölgelerinde ortakçılığın bir türü olan marabalık yaygındı. Sistemin niteliğinde bulunan faizcilik maraba türü ilişkilerde özellikle belirgindi. Bu usulde, en ağır kira koşullarıyla, üretim araçları, tohum, toprak vs. köylüye veriliyor, karşılığı mahsulün 2/3’ünün feodale ödenmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Köylülerin alabildiğine sömürülmelerinde çıkarı olan feodal, geçici olarak köylüye inek, azıcık buğday ve arpa borç verdiği durumlarda kendisini “velinimet” olarak görüyordu. “Velinimet” feodale olan borç, yoksul köylüyü ona karşı sürekli bir ekonomik bağımlılığa sürüklüyordu. Maraba feodale mahsulün büyük bir kısmım vermenin yanı sıra devlete olan vergileri de (ödüyordu. Ayrıca feodal ve ailesi köyde yaşıyorsa marabanın ailesi, ona hizmetçilik etmek zorundaydı. Feodal, borçluyu azarlama, dövme, hatta topraklarından kovma hakkına sahip bulunuyordu. Feodal için angarya çalışma yürürlükteydi. Köylülerin feodale tam bağımlılığını gösteren pek çok örnek verilebilir. Hosan köylüleri 1893 yılında feodalleri Muhammed Ağa için çalışmışlardı: “30 kişi mahsulü toplamış, 50 kişi üç gün boyunca yol yapmış, 450 kişi buğdaylarını ambara taşımış, 150 kişi evini inşa etmiş, ayrıca köylüler kendisine çuha ve inşaat malzemeleri temin etmişlerdi.”

En amansız biçimde köylüleri sömüren Kürt feodalleri, zamanlarını görkemli ziyafetlerde ya da avlarda geçiriyorlardı. Kürt ağa, bey ve şeyhleri ihtişam içinde yüzerken sömürdükleri Kürt ve Ermeni köylüler perişan durumdaydılar. “Ermeniler gibi Kürtlerin de büyük bir kısmının kışlık evleri, yarısı yeraltına gömülü kulübelerdir. Damlı bu evler kar örtüsünden güçlükle ayırt edilmekte, evin üstünü de etraftaki gibi otlar kaplamakta, ilkbahar ve yazları her iki yerde de aynı çiçekler açmaktadır. Eğer, bütün evlerin yanı başlarında yükseltilmiş olan ahırların tezek piramitlerini görmesen, bir köyden geçip o köyün farkına varmamışsın demektir. Nüfuzlu Kürt şeyhlerinden kimileri ise, mermerden inşa edilmiş büyük, görkemli evlere sahiptir.” Kürt bölgelerinde meta-para ilişkilerinin yaygınlaşması köylülerin durumunu daha da kötüleştiriyordu. Pazar ve ticaret ilişkileri bulunan birçok feodal, köylüleri, borçlarını ayni değil, para olarak ödemeye zorluyorlardı.

Tefecilik Kürt köylülerini kasıp kavuruyordu. Ürünün şehir pazarlarına taşınmasındaki zorluklar, köylüleri aracı-tefecilere başvurmak zorunda bırakıyordu. Tefecilerin elinde oldukça büyük fonlar birikiyordu. Vergi yüküyle ezilen, yoksullaşan ve sürekli talana muhatap olan köylü, artık vergisini ödeyemiyor ve gelecek yıl için tohum saklayamayacak duruma düşüyordu. Bu nedenle, büyük faiz oranları ile tefecilere borçlanıyor ve bağımlı hale geliyordu. Vergilerin sayısı ve miktarı ise sürekli artıyordu. Temel vergi olan aşar resmi olarak tahıl, kuru ot, sebze ve meyvelerin %10’u biçimindeydi. Ancak bu oran sürekli aşılıyordu örneğin 1867’de aşar oranı %15, 1868-1870 yıllarında %12, 5’tu. Aşar, doğrudan devlet tarafından değil aracı-tefecilerce toplanıyordu. Türkiye’de en büyük aşar aracıları arasında Osmanlı Bankası da vardı. Büyük aşar mültezimleri kendi bölgelerini belli bir karşılıkla daha küçük aracılara devrediyorlardı. Bunlar arasında ise ağalar, beyler bulunuyordu. Köylüler, aşarı toplayanı ve onun adamlarını da besliyorlardı. Ayrıca, değişik bölgeler için farklı emlak vergileri toplanıyordu. Erzurum’daki Rus Konsolosu vergi sorunlarını incelediği raporunda, “Ermeni ve Kürtlerin büyük bir çoğunluğu bu vergilerin anlam ve hesabını bilmemelerine rağmen ödemektedirler” diye yazıyordu. Bu bilgisizlikten yararlanan tahsildarlar halkı soyuyordu. Vergilerin toplanmasında, köylerdeki nüfus ve mallarda meydana gelen azalma dikkate alınmıyordu. Bu nedenle, köylüler, ölmüş olan veya göç edenlerin vergilerini ödememek için yerlerini yurtlarını terk ediyorlardı.

“Kamçur” hayvancılıkla uğraşanlardan alınan ağır bir vergiydi. Bu vergiye koyun, keçi, büyük baş hayvanı olanlar tabi tutuluyordu. Başlangıçta her on baş hayvan için bir hayvan vergi olarak alınıyordu. Daha sonra bir baş hayvana 3 kuruşluk nakdi bir vergiye dönüşen kamçur bu işle uğraşanları mahvetti. Bu sorunları takip ederek merkeze rapor eden Erzurum’daki Rus Konsolosu kamçur vergisi ile ilgili olarak şunları yazıyor: “Koyun al, oğlak al, param yoktur” köylünün bu sözüne tahsildarın cevabı: “Ben senin oğlağını ne yapayım, o derisiyle birlikte üç kuruş etmez. Para ver, hazır para.” Rus konsolosluk raporları, 1870’lerin başında sadece Erzurum Vilayeti’nde Kamçur’dan elde edilen gelirin 10 milyon kuruş olduğunu gösteriyor.

Hayvancılıkla uğraşan yerleşik Kürtlerin pek çoğu, Kamçur vergisi yüzünden bulundukları köyleri terk ederek göçebeliğe dönüyorlardı. Muş ovasında bulunan Norşin köyünde 400 haneden geriye 50 hane kalmıştır. Yine Erzurum’dan vergi sistemi üzerine merkeze rapor gönderen Rus konsolosu, Kürt köylülerinden sayıları kırka ulaşan değişik türde vergi, gümrük, parça alındığını bildiriyordu. Örneğin, tuzdan, balıkçılıktan, inşaat malzemesinden, şehire gönderilen ağaçlardan vs. vergi, gümrük alınıyordu. En ağır vergi (karagümrük) taşınır gıda maddeleri üzerindeki vergiydi. Bu gümrük vergisi kıtlık dönemlerinde dahi uygulanıyor ve açlıktan kırılan bölgelere ekmek ve benzeri gıda maddelerinin ulaşmasına engel oluyordu. Karagümrük, bölgeler arasındaki ekonomik bağların bütünleşmesini önlüyor ve yerli ticareti tahrip ediyordu.

Köylüyü yıkıma sürükleyen sadece vergilerin oranı değil, toplanma tarzı ve zamanlamasıydı. Vergiler yılın belirli dönemlerinde değil resmi idarenin takdir ettiği zamanlarda toplanıyordu. Bir yıl içinde aynı verginin birkaç kez toplandığı oluyordu. Kürt köylüsü tıpkı Türk köylüsü ve Anadolu’da yaşayan diğer köylüler gibi hem devlet hem feodal, ağa, bey, mültezim, tefeciler tarafından sömürülüyordu. Emperyalist Avrupa ise sömürgeci ilişkiler çerçevesinde bu uygulamaları teşvik ediyor, Osmanlı egemenlik sisteminin halka karşı baskısını destekliyordu.

1873’de, geçinebilme koşulları ortadan kalkan ve ağır vergilerden bunalan çok sayıda Kürt göç ediyordu. Bu durumda vergi ödemeyenlerin yerlerinin doldurulması gerekliydi. Yarı-göçebe Kürt aşiretlerinin, zorla yerleşik yaşama geçirilmesi kararlaştırıldı. Yeni iskân siyaseti Erzurum, Kars, Muş, Beyazıt sancaklarında ciddi kargaşalıklar yarattı. İskân siyaseti, verginin yanı sıra yıllar süren askerlik anlamına geliyordu. Kürt aşiretleri, ayaklanmaya veya Rus, İran sınırlarına geçmeye hazırlanıyorlardı. 1873 Mart ayında Erzurum Rus Konsolosu Obermiler, İstanbul’a büyükelçi Ignatiev’e gönderdiği raporda; “burada Türk kuvvetinin asla başa çıkamayacağı bir fırtına gözükmeye başlıyor” diye yazıyordu. Ruslar Osmanlı vergi sisteminin Kürtler üzerindeki baskısını sürekli izliyorlar ve stratejilerinde bu konuyu özellikle hesaba katıyorlardı. Dolayısıyla, Konsolos’un tespitleri boşuna değildi ve Kürt aşiretlerinin büyük bir “fırtına”ya yol açacak ölçüde ağır bir vergi yükünü omuzladıkları gerçeğine dayanıyordu. 19. yü/yılın son çeyreğinde Kürtler sadece Kars Sancağı’nda hazineye her yıl 720 bin kuruş veriyorlardı. Osmanlı egemenlik sistemi her zamanki gibi sorunlara çözüm bulmak yerine Kürt aşiretlerini birbirine karşı kışkırtma, şiddet, siyasetlerini uyguladı. Kürtler her zamanki gibi kendi çıralarından çıkan kuvvetlerin desteği ile bastırıldılar. Osmanlı Sultanı’na “bağnazca bağlı” Kürt İsmail Paşa Eğil, Botan, Cizre ve başka bölgelerde acımasız yöntemlerle insanları ezdi.

Rusya ile Osmanlı arasındaki ilişkiler 1875’ten itibaren iyice gerginleşti. Aynı yıl Bosna-Hersek’te, çok geçmeden Bulgaristan’da ayaklanmalar başladı. Rusya, İngiltere, Avusturya-Macaristan’ın dâhil olduğu çelişkiler yumağında balkanlar zayıf halkaydı. Balkan isyanlarının dalgaları Kürt dağlarında da yankı buluyordu. Saray, ülkenin doğu bölgelerinde durumun denetimden çıkmasını önlemeye çalışıyordu. Balkanlar ve Doğu’da yıllardır ciddi çalışmalar yapan Rusya, halkın devlet ile olan çelişkilerini ustaca kullanıyordu. General Yavor Ignatiev 23 Kasım 1876 tarihinde şu tespiti yapıyordu: Kafkas idaresi, Kürtlerle dostluk ve yakınlık sağlamak, önceki savaşlarda olduğu gibi, onlarla gizli ilişkiler kurmak zorundadır. Aksi takdirde İngilizler, resmi Türk idaresini teşvik ederek, savaşkan Kürt nüfusunu bizim aleyhimize çevirebilirler.

1877-1878 Osmanlı-Rum savaşı, Kürtleri, İngiltere, Rusya, Osmanlı stratejilerinde hesaba katılan bir güç olarak yeniden gündeme getirdi. Bu savaş sırasında baş gösteren Dersim ayaklanması da öncekiler gibi isyan edilen sistemden kopmayı değil savaştan yararlanarak özerklik alanını genişletmeyi hedefliyordu. Bu dönemde, “Dersim, patlamak için elverişli anı bekleyen bir barut fıçısına benziyordu.” Bu isyanı bastırmak amacıyla 4. Osmanlı ordusu bölgeye gönderiliyordu. 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin Doğu’da giriştiği her savaş Kürtler tarafından iç savaşa dönüştürülüyor. Feodal liderler bu durumdan yararlanarak konumlarını pekiştirmek istiyorlar ve dönemine göre çok büyük kuvvetler kullanılarak bu başkaldırılar bastırılıyordu. Osmanlı-Mısır, Osmanlı-İran, Osmanlı-Rus, savaşları ile Kırım Savaşı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları büyük Kürt isyanlarını tetikliyordu. Kürt feodaller tüm bu savaşlarda karşı tarafla ilişki kuruyorlar ancak cephe her seferinde içinden parçalanıyor, liderler ise kopamadıkları düzene teslim oluyorlardı. Halkın sosyal, ekonomik perişanlığı ise katmerlenerek sürüyor, toprak, vergi, askerlik sorunları birikiyordu. Önceki savaşlarda olduğu gibi 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında da asıl taraflardan biri İngiltere’dir.

İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki savaş hazırlıklarını dikkatle izlemekteydi. Kırım Savaşı döneminde, Yezdanşir yönetimindeki Kürtlerin Türklere karşı ayaklanma olayının tekrarından korkan İngilizler, Ruslarla savaş için Kürdistan’daki kaynakların seferber edilmesi yönünde her türlü tedbiri almaya çalışıyorlardı. Bu amaçla, Türk hükümetinden, nüfuz sahibi olan bütün Kürtlerin yerlerinden uzaklaştırılmalarını ısrarla istiyorlardı.(138)

Bu konuda, Erzurum’daki Rus Konsolosu Obermeiler daha 1873 yılında şunları yazıyordu: Bugün, Kürt sorunundaki esas rolü Türkler değil, İngilizler oynuyor. Benim İngiliz meslektaşım, hoşgörülü Türklerin iyi niyetlerine rağmen, bir Kürt ayaklanmasını bastırmaya dair tam talimat sahibidir. Kürt sorununun oluşumunda İngiliz emperyalizminin rolünü kendisi de sömürgeci bir konumu paylaşan Çarlık diplomatları net bir biçimde saptıyorlar. “Büyük Oyun”un aktörleri olan İngiliz ve Rus emperyalistleri Kürt hareketlerini en ince ayrıntısına kadar izlerken Osmanlı Devleti onların çıkar stratejilerinin çatışma noktalarında halkı kendine iyice düşman edecek siyasetlerin takipçisi oluyordu. İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Elliot’un talimatıyla, Erzurum’daki İngiliz Konsolosu tüm Kürt bölgelerini geziyor, Osmanlı için tehlikeli bulunan etkili Kürt liderleri hakkında bilgi topluyordu. Kürt liderlerinin bölgeden uzaklaştırılmasını dayatan İngilizler, Osmanlı yöneticilerinin “iyi niyetlerine rağmen” halkla arasını açıyorlar ancak bu liderleri kendi taraflarına çekmek için de çaba gösteriyorlardı. Üstelik İngiliz siyaseti devamlı müdahale imkânı verecek tarzda Nesturi ve Ermenileri kışkırtmaktan geri durmuyordu. İngiliz diplomasisinin, Kürt liderlerin bölgeden sürgün edilmeleri talebine Osmanlı idaresi direniyordu. Ancak İngiltere’nin şiddet öneren siyasetleri galebe çaldı. Oysa Rusya izlediği politika ile Kürtler ve Ermeniler üzerinde daha olumlu etkiler bırakıyordu.

Osmanlı-Rus savaşı öncesinde başlayan büyük kriz, koşulları iyice ağırlaştırdı. 6 Ekini 1875’de Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın “Tenzil-i Faiz” kararını açıklaması Osmanlı Devleti’ne yeni bir yön verdi. Bu kararla, Babıâli iflasını ilan ediyor, borcunu, hatta borcunun faizini ödeyemeyeceğini bildiriyordu. Bu kararın arkasında Rus siyasetinin ve Büyükelçi Inatiyef’in bulunduğu iddiaları vardır. Sadrazam ise “Rusya Partisi”nin üyesidir ve Mahmut Nedimof diye anılmaktadır. Osmanlı Bankası karara karşıdır. Bu karar Rusya’nın işine gelmekle birlikte Rusya’nın böyle önemli bir konuda tek yanlı teşviklerle sonuç alması mümkün görünmüyor. Dünyada 1873’den itibaren yoğunlaşan bir kriz vardır ve Osmanlı ile aynı anda Güney Amerika’da birçok ülkede borç ödemelerini durdurduğunu ilan ediyordu. Rus siyasetinin asıl başarısı, Avrupa’nın kriz korkusunu, o güne kadar finans çevrelerinin hiç ilgilenmedikleri Sırp ve Balkan olaylarıyla birleştirmektir.

Londra ve Paris borsalarına yüksek ölçülerde borçlu olan Rus Çarlığı bu mali merkezlerin hassas noktalarını oldukça iyi kavrıyorlardı. Osmanlı yöneticileri ise sarraf düzeyini aşmayan para piyasası bilgileri ile Avrupa borsalarının karmaşık işleyişini kavrayamıyorlardı. Daha 1860’larda “kaime”nin değerini sabit tutmak için borsanın kapısına zaptiyeler diken bir anlayış söz konusuydu. Babıâli, Bosna-Hersek ve Bulgar isyanlarının finansal sonuçlarını hesap edecek durumda değildi. Dolayısıyla Rusya’nın kışkırtmaları, Osmanlı hisselerindeki düşüşü krizin de etkisiyle tetikliyordu. Finans çevreleri -ihtilalci kışkırtmalar- diplomatik girişimler-kriz-iflas ilanı Sultan Aziz’i tahtından ederken Osmanlı- Rus savaşı, Balkan ve Kürt ayaklanmaları mayalanıyordu. 1875 yılı başında Galata’da 50 franktan muamele gören Osmanlı hisseleri Ağustos ayında 43 frank’a düşüyordu. Bunda Nisan’da başlayıp 24 Temmuz’da yayılan Hersek ayaklanmasının rolü etkiliydi. Rusya finansal kriz ve isyan silahını oldukça iyi kullanıyordu. 31.08.1875’de Osmanlı Devleti’nin Sırbistan’ı işgal edeceği söylentileri üzerine borsada panik çıkıyordu. 01.10.1875’de Bulgar ayaklanması patlıyor, 05.10.1875’de ise Galata’da büyük bir kriz baş gösteriyordu. 06.10.1875’de ise “tenzil-i faiz” karan ilan ediliyordu. Bu arada Osmanlı Bankası karara karşı çıkarken İstanbul Bankası bu kararı destekliyordu.

Özellikle Fransa’da karar büyük yankı buluyor ve gazetelerde “borcunu ödemeyen Osmanlı Devleti parçalanmalı” manşetleri görülüyordu. (Journal des Debats) 15.10.1875 tarihli Times gazetesi de bu görüşe katılıyor ve “Osmanlı devleti parçalanmalı, Tunus’ta yapılan uygulamaları (mali kontrol)” iddiasını dillendiriyor ve 21.10.1875’de Galata’da büyük panik yaşanıyor, sarraflar tüm Osmanlı hisselerini piyasaya sürüyordu. 25.10.1875’de ise İngiltere ve Fransa’da Osmanlı hisse sahipleri toplantısı yapılırken eş zamanlı olarak “Türkiye reformları yapamıyor, Hıristiyanlara baskı yapıyor” haberleri arka arkaya çıkıyordu. 11.11.1875’de İngiliz Başbakanı Disraeli: “Türkiye tarihinin en kritik dönemindedir, Hıristiyanların Müslüman baskısından şikâyeti var” açıklamasını yapıyordu. Borsa oyunları, finansal kriz, isyan, kışkırtılan ihtilaller, Osmanlı-Rus-İngiliz eksenli komplolar yumağı, basın kampanyaları emperyalizmin av alanı Türkiye’nin parçalanma sürecinin işaretlerini veriyordu.

09.12.1875 tarihli Times gazetesi, “abartma bile olsa insan İstanbul’da yirmi dört saat kalınca pek yakın ve nihai yıkılışı hissediyor. İstanbul’a daha uzun süre sahip olamayacaklarına, Avrupa’da fazla sağlam bir tutamakları bulunmadığına herkes gibi Türklerin kendileri de tam anlamıyla inanmış durumdalar” diye yazıyordu(139). 29.11.1875’de Times gazetesinde yayınlanan yazıda, Türkler artık Avrupa’da daha uzun kalamazlar, Asya’ya döneceklerdir. Ignatiyef Rusya’nın İstanbul üzerinde emelleri olmadığını, sadece reformları istediğini söylüyor. Oysa Rusya’nın İstanbul’a inmesini kimse durduramaz. Öyleyse neden hep birlikte işi çözümlemiyoruz? Hıristiyanlar Müslüman boyunduruğunda hâlâ kalabilirler mi? Diye soruluyordu. Bu arada Mısır Hidivi Süveyş Kanalı’nın 400 bin hissesinden kendisine ait olan 176.602 hissesini İngiltere’ye satıyor ve Yahudi bankerler bu alım satım işinde Disraeli’ye gerekli kaynağı sağlıyorlardı. 10.12.1875’de Times’da yayınlanan başyazıda ise, Mısır’da arazi hakkını almakla İngiltere’nin “törensiz şekilde Türkiye’nin paylaşılmasını” başlattığına ilişkin tespit yer alıyordu. 1876 Nisanı’nda Babıâli’nin borç sorununu çözmek için başlattığı çalışmalar üzerine Rusların yönetiminde Mayıs’ta gerçekleştirilecek Bulgar ayaklanması erkene çekiliyordu.

Mali iflas, Balkan isyanları, diplomatik kıskaç, finans çevrelerinin baskısı ile savaşa sürüklenen Osmanlı Devleti 1877-1878 sonrasında hızla yeni krizlere sürükleniyordu. Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında yoğunlaşan bu kriz 1881’de Muharrem Kararnamesi’nin ilanı ile Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasını getirdi. Bu kurum Fransız, İngiliz, Alman emperyalizminin ayrı ayrı çıkarlarının ötesinde, Avrupa emperyalizminin genel çıkarlarını savunuyordu. Süreç şöyle işledi: Kartopuna benzer bir durum meydana gelmişti. Avrupa’dan daha fazla borç sağlandıkça Türkiye’de harcamalar artıyordu. Hükümet borç vereceklerin peşindeydi, devamlı artan saray borçları içi borçlanmayla ödeniyor ve doyum noktasına gelindiğinde iç borçlar dış borçlara dönüştürülüyordu. Borçları, Galata sarraflarından Fransız rantiyelerine devret! Ülkedeki tahvil sahipleri yerine Midlans’deki İngilizleri geçir! Para bulmak kolay, hayat güzel, o halde borçlanalım habire borçlanalım.(140)

Batılı bankerler Osmanlı devletini borçlanmaya zorluyorlardı. İş öyle boyutlara varıyordu ki bir borcun reddinden ötürü merkezi Londra’da bulunan bir bankerlik kuruluşu sadrazam düşürüyordu.

Pan Türkizm’in Akıl Hocası: Siyonizm

19. yüzyılda milliyetçilik akımları Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişiyor, 20. Yüzyılın ilk yıllarında alabildiğine güçleniyordu. Türkler çeşitli ulusların “milli” ideolojileri yanında en sona kaldılar. Türkler Ziya Gökalp’in deyimiyle “Osmanlı bayrağı altında şuursuz bir hayat” geçiriyorlardı. O kadar ki milli marşları bile yoktu. 1908 Temmuzu’nda Hürriyetin İlânını Fransız Milli Marşını (Marsailles) çalarak kutluyorlardı. Meşrutiyeti ikinci kez ilân ettikleri halde Türkler Osmanlılık fikrine bağlıydılar. Oysa Osmanlıcılık tüm unsurlar’ birarada tutacak nitelikte değildi. Balkan Harbi Türk milliyetçiliğinin yükselişini getiriyordu. “İttihat ve Terakki’nin Türkçülük akımı bu savaşın dumanlar içinde sanki fışkırdı. Ben varım diyemeyen Türkler bu sözleri Balkan Harbi sonunda söyleyebildiler ve milletleşme platformuna erişebildiler. Milliyetçilik akımı artık bir iç dinamik niteliği kazanmıştı(141). Milliyetçilik giderek İttihatçıların ideolojisi haline geliyordu. Aslında, imparatorluk ülkesindeki çeşitli milliyetçilik akımları, sürekli çatışıyordu. Ancak yönetimin milliyetçi (Türkçü) görünümü Araplar ve Kürtler başta olmak üzere tepkiyle karşılanıyordu. “Balkar Harbi döneminin koşulları içinde milliyetçiliğin ideolojik işlevi özellikle İttihatçılar tarafından bir imparatorluğu yıkılmaktan kurtaracak kadar güçlü ve etkir bir tedbir olarak görülmüştür. (…) Burada Ziya Gökalp Bey’in önerdiği model ile karşılaşılacaktır. Merkez-i Umumi’den topluma doğru baktığı zaman içinden çıkılmaz bir kargaşayı nasıl birleştirici bir inanç sistemi ile kurtarabileceğin araştırması onu fikir planından eylem planına doğru itecektir.

İlk önerisi imparatorluğun içindeki Türklerden başka toplumları, millet yapan ne varsa onları Türklere de kazandırmak olacaktır (…) Bu andan itibaren İttihatçı yöntemi Ziya Gökalp Bey Türkleştirecektir.”(142)

Ziya Gökalp, Kürt milliyetçiliği çerçevesi içinde gerçekleştirdiği çalışmalar esnasında milli bir ideolojinin temel dinamikleri konusunda oldukça önemli bir düşünsel birikim edinmişti. Diyarbakır’da yayınlanan “Peşman” gazetesinin Ağustos 1909 tarihli sayısında Ziya bey, İttihat ve Terakki Kongresi’ne gitmeden önce son yazısını Türkçe-Kürtçe yazıyordu. “Peyman”ın müdürü, başlıca yazarı Ziya Bey söz konusu yazısında(143) “Kürtlerin yalnız bir derdi vardır, o da cehalettir. Bu derdin dermanı okumak yazmak ve dünyayı öğrenmektir. Bundan böyle Kürtçe kitaplar yazılacak, Kürtçe gazeteler neşr olunacak. Mekteplerde Kürt lisanıyla ilim ve marifet öğrenilecek. O zaman Kürtler de zengin o1acaklar, bahtiyar olacaklar. İyi yaşamak usulünce agâh (haberdar) olacaklardır. Gökalp milli bir kimliğin oluşumunda dilin önemini, Kürt milliyetçiliğini Osmanlıcı ideoloji ile örten bir aydın ortamı içinde kavrıyordu. İntihar teşebbüsü sonrasında tedavisini gerçekleştiren Dr. Abdullah Cevdet’de bu konuda oldukça birikime sahipti.

İşte Türk milliyetçiliğine geçen Ziya Gökalp dil-kültür çalışmalarında böyle yöntemsel bir hazırlığa sahipti. 1909’da İttihat ve Terakki Kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılan Ziya bey burada “Genç kalemler” grubuna dahil oluyordu. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi isimlerin yer aldığı bu topluluğun “birleştikleri tek nokta dilde Türkçülüktü”. Ancak Türkçülüğün en önermli ideoloğu Ziya Gökalp’in dil-kültür gibi milli kimliğin kuruluş unsurları konusundaki ilk çalışmaları Kürt milliyetçi ortamında gerçekleştirmiş olması onun başlangıçta Osmanlıcı olduğuna ilişkin ana akım tezlerle örtülemez. Ayrıca Kürtlerin milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinden sonra ve ona tepki olarak gündeme getirdiklerine ilişkin yaklaşımların da yukarıda açıklanan olgular çerçevesinde eksik olduğu açıktır. Diğer yandan “ayrılıkçı milliyetçiliğe ve merkezden uzaklaşma eğilimlerine karşı açık tepki Türk milliyetçiliği için önemli zemin oluşturdu. Hem kısa bir süre önce yitirilen toprakların telafisine yard edebileceği amacıyla Asyalı Türk gruplara bilinçli yönetimle hem de ülke içindeki yoğun bir Türkleştirmeyle İmparatorluğun Afrika ve Avrupa’daki kayıplarını dengelemenin bir yolu olarak bu durumdan kurtulma arayışında sıkıntılar içindeki bir kaç Jön Türkçü lider Pantürkçülük seçeneğini giderek artan bir şekilde desteklemeye başladı.(144)”

Bu yönetimin etkili isimlerinden biri de İttihat ve Terakki Merkez-i Umum; üyesi Halil (Menteşe) Beydir. “Mebusan Meclisi Reisi” Halil Bey 19 Mayıs 1914’te Osmanlı Mebusan Meclisi Reisliğine seçilmesi üzerine yaptığı konuşmada: Bu yüce kürsüden milletime sesleniyorum. Hürriyetin ve anayasanın beşiği Sela nik’i, yeşil manastırı, Kosova, İşkodra, Janina’yı o güzel Rumeli’nin tamamın unutmamanızı tavsiye ederim. Öğretmenlerimizden, gazetecilerimizden, şairlerimizden ve tüm aydınlarımızdan şimdiki ve gelecek nesillere dersleriniz, yazılarınız ve moral etkinizle, sınırların ötesinde hürriyete kavuşması gereken kardeşleriniz ve kurtarılacak bir vatan parçası olduğunu hatırlatmanızı istiyorum.

Halil Bey’in (kendisi AP’li bakan, milletvekili Nahit Menteşe’nin babasıdır) içinde bulunduğu ortamın niteliği üzerine şu gözlemler önemli vurgular içeriyor: Osmanlı Mebusan Meclisi 17 Aralık 1908’de açılıyor, 126 seçim bölgesinde gelen Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi, Sırp, Ulah temsilciler yer alıyordu.

“Bu meclis sanki bir Bâbil Kulesi idi. Çünkü oraya toplanan milletvekillerinin çoğu birbirini anlamıyordu. Vakıa bu mebuslar Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gelmişlerdi, ama hakikatte bir Osmanlı milleti yoktu (…) Çünkü bunları dilleri başka, dinleri başka, emelleri başka idi. İşte hakikat böyle olduğu hale İttihat ve Terakki Cemiyetindeki idealistler, bütün unsurları -Eski Tanzimatçılar gibi- yine Osmanlı bağı ile bağlamak hülyasında idiler. Fakat çok geçmede bu bağın pek çürük olduğunu onlar da anlamışlardır. Serfice mebusu Boşo, bir gün müzakere esnasında kendisinin Osmanlılığının, Osmanlı Bankası’nın Osmanlılığı kadar olduğunu onların yüzüne bağırmıştı. İttihatçılardan bazıları (bu mecliste bulunan Müslümanları olsun İslâmiyet bağı ile toplu bulundurabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat bu bağ ile de ne Arapları ne de Arnavutları bir noktada birleştirmek mümkün olmayacağı anlaşılıyordu. Esasen İstanbul’da, daha Mebusan Meclisinin toplanmasından evvel tesis edilen Arnavud Kürt ve Arap cemiyetlerinin gösterdikleri faaliyetin şekli ve manası ileriyi görenleri pek ziyade düşündürmüştü… Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek hususundaki emeli cidden samimi idi. Ve bu emelin hüküm ve tesiri altında olmalıdır ki Millet Meclisinde “Biz Türküz” demeye cesaret edemiyorlardı.”(145)

Bu çerçevede Türk milliyetçiliği hızla örgütlendi. 1910 Kasım’ında Selanik İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği toplantıda, Türkler arasında vatanseverliği yerleştirmek, Türk olmayan toplulukların uluslaşmalarını durdurmak amacıyla İmparatorluktaki tüm okullarda Türk dilinin kullanılması kararlaştırılıyordu. Ayrıca, Türkler ve yurtdışından gelen Müslümanların özellikle daha önce kaybedilen Bosna-Hersek eyaletlerinden olanların demiryolu hatları boyunca iskân edilmeleri hüküm altına alınıyordu. İttihat ve Terakki, çözülüşün bilinciyle Türkçülüğe daha çok sarılıyordu. 1911 Eylül-Ekim ayları arasında yapılan Kongreye Pan Türkçü yöneliş hâkim oluyordu. Alınan kararlara göre: Türk dilinin evrensel gelişimi sağlanacak. Bulgaristan, Romanya, Bosna ve Hersek’te Türkler örgütlenecek, İttihat ve Terakki Komiteleri aracılığıyla bağlantı kurmaları mümkün hale getirilecek, özellikle Rusya ve İran gibi ülkelerde İttihat Terakki şubeleri oluşturulacak, Müslüman ülkelerden gelen delegelerle yılda bir kez İstanbul’da toplantı yapılacaktı.(146)

İttihat ve Terakki’nin “Türk ve Müslüman soydaş gruplara yönelme politikası bir kez daha Eylül-Ekim 1913’teki yıllık toplantısında onaylandı.” Bu dönemde ve daha sonra, 1. Dünya Savaşı sırasında İmparatorluğun her yanında kültürel ve ekonomik Türkleştirme politikası daha da yoğunlaştırıldı. Pan Türkçülük, İslâmi bir kılıf altında siyasi bir araç olarak kullanılıyordu. Hareketin etki alanında Kıbrıs’ta vardı. O zaman Britanya sömürgesi konumunda bulunan Kıbrıs’ta, İngiltere’ye karşı Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer alan “Yeni Türk Partisi” adıyla etkili bir örgüt kuruluyordu. 1914’te kurulan partiye üye Türkler, Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu ile yeniden birleşmesi için ısrarlı bir faaliyet yürütüyorlardı.

İttihat ve Terakki Hindistan, Afganistan, Kafkasya, Mısır’a ajanlar gönderiyordu. Diğer yandan Enver Paşa siyasi ve askeri bir ülkü olarak Pan Türkçülüğü benimsiyordu. 1948’de basılan “Les Noyers de L’Altenburg” adlı kitabında bir dönem Fransa’da Kültür Bakanlığı da yapan Andre Malraux, aslen Alsaclı olan babasının İstanbul’da Alman Elçiliğinde altı yıllık görev süresin Enver’in en yakın arkadaşı ve en güvendiği dostları arasında yer aldığını anlatıyor. Malraux’un anlattığına göre babası Turan fikrini bir “takıntı” haline getiriyor ve bu konuda Enver’le işbirliği yapıyordu. Trablusgarp savaşından önce bile, Enver, Çarlık Rusya’sındaki Türki gruplar arasından Müslüman eylemcileri Jön Türkler çerçevesine katıyordu. Enver o zamanlar, başkenti Semerkant olmak üzere eski imparatorluğun yerine bir başka imparatorluk kurulması halinde, batıdaki toprak kayıplarının önemli olmayacağını vurguluyordu. Balkan Savaşı sonrası Enver Paşa’nın ajanları Afganistan, Buhara Emirlikleri ve Rus Türkistan hanlıklarıyla ilişkiye geçiyorlar, bu arada Malraux’un Babası da böyle bir görevle Afganistan’a gönderiliyordu.

Yahudi Moiz Kohen’in (Tekin Alp) yazdığına göre Enver, 1912’de Selanik’ten İstanbul’a yerleştiğinde, İsmail Gaspıralı, Fatih Kerimof ve Arif Kerimof gibi tanınmış Türkçü eylemcilerle ilişki kuruyordu. Pan İslâmizm ve Pan Türkçülüğü iyi hesaplanmış bir stratejinin kurucu unsurları haline getiren Jön Türkler, özellikle de Enver Paşa Almanlardan bu konuda yoğun teşvik görüyordu. Alman emperyalizmi hem Rusya’yı zayıflatmak hem de “orta Asya’nın muazzam kaynaklarından pay koparmak amacıyla Pan Türkizm ve Pan İslâmizmi kullanmak istiyordu.

Türkçü akımı besleyen fikri kaynaklar, Balkan Savaşı sırasında ve sonrasında büyük bir etkinliğe ulaşıyorlardı. Türkçülüğün en önemli savunucularından “Türk Yurdu” 1911 yılından itibaren Yusuf Akçura tarafından yayınlanıyor ve 1913’te diğer tüm benzer yayınları gölgede bırakıyordu. 11 Nisan 1913’ten itibaren yayın yaşamına giren “Halka Doğru” ise bir başka önemli Türkçü yayındı. Bunların yanı sıra “Türk Dili” , “Turan” , “Büyük Duygu” , “Türk Sözü” gibi yayınlar da önemli sayıda okur kitlesine ulaşıyordu. Ziya Gökalp, “bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran, Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz uyruğuna mensupturlar: Bundan dolayı, Türkçülükteki yakın mefkuremiz (Oğuz Birliği) yahut (Türkmen Birliği) olmalıdır. Bu birlikten maksat nedir? Siyasi bir birlik mi? Şimdilik, hayır! Gelecek hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkuremiz Oğuzların yalnızca kültür ve birleşmesidir(…) Harzem, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri, Türk etnografyası itibarıyla aynı uyruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin bütününe Oğuzistan (oğuz ili) adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi, bu büyük ülkede yalnız bir tek kültürün hakim olmasıdır (…) Türkçülerin uzak mefkuresi, Turan namı altında birleşen Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir(147).” Bu görüşler, Osmanlıcılıktan Türkçülüğe oradan da Pan Türkçülüğe akan çizginin son noktasını içeriyor (Günümüzde Kürtlerin yaşadıkları ülkelerin sınırlarına bağlı kalarak “konfederalizm” kapsamında birliğini savunan görüşlerin hiç bir özgün yanı olmadığı ve bu konunun Gökai tarafından Türkçü içeriğiyle sayfalar dolusu anlatıldığı ortadadır.)

1908-1914 döneminde 3 milyon kilometre karelik imparatorluk yüzölçümünün 1, 1 milyon kilometre karesi yitiriliyordu. Bu toprakların bir kısmı Rumeli’yi kapsıyordu. İmparatorluğun en zengin vilâyetleri Rumeli’de bulunuyordu. Bu toprakların yitirilmesi Jön Türklerin ideolojik bakış açılarını derinden etkiliyor ve faaliyetlerinin ağırlık merkezi, Doğu’ya kayıyordu. Bir zamanlar Abdülhamit rejimine karşı ülkenin her yanında milliyetçi gruplarla işbirliği yapan ittihat ve Terakki, özellikle 1911 yılında yapılan “gizli kongre” sonrasında bu gruplarla olan ilişkilerini koparmaya başlıyordu. “1911 yılında Dahiliye Nazırı sıfatıyla Mebusan Meclisinde konuşan Halil (Menteşe) bey: “Hükümet, Osmanlıları Türkleştirmek suretiyle yahut başka bir surette, bütün kavmiyeti unutturarak bir kavim haline getirmek üzere teşebbüslerde bulunmak ve bu suretle icraatta bulunmayı bu memleket için bir mazarrat (kötülük) bir tehlike telakki eder” diyordu. Resmi ideoloji, Osmanlıcılık ve İttihad-ı Anasır (unsur birliği) olarak açıklanıyordu. Boşo gibi mebuslar milliyetçiliklerini açıkça sunabiliyorlardı ancak İttihatçılar için “Vatan-ı Umumi” ideolojik bağlayıcılığa sahipti. Ancak “Halil Bey bu sözleri derin bir romantizm üslubuyla söylediği sıralarda, İttihat ve Terakki, aslında milliyetçi politikasını başlatmıştı. Osmanlılık İttihatçılar için her biri merkeze pamuk ipliği ile bağlı -aslında kopmuş yapay birliği sürdürmek amacıyla hiç de gerçek ve içten olmayan resmi bir ideoloji olmuştur (…) İttihat ve Terakki, parlamento içi ve dışı çalışmalarıyla, bir kadroya gitmiştir. Osmanlıcılık, devleti korumak için bir maskeydi o kadar(148).”

İttihat ve Terakki’nin bir yüzü Türkçü-milliyetçi diğeri ise İslâmcı idi. Ancak gerçek yüzü Türkçü-milliyetçi olanıdır. İslâmcı akım bir siyasi gereklilik olarak değerlendiriliyordu ve İttihatçılar açısından zoraki nitelikteydi. İttihat ve Terakki, bir meşruiyet kılıfı olarak muhafaza etmek istediği saltanatın ideolojik tabanı olan İslâmcılıktan vazgeçecek durumda değildi. Ayrıca dönemin koşulları gereği her parti başarıya ulaşmak için İslâmcı olmak zorundaydı.

Ancak merkezde Türkçü-milliyetçi ideoloji duruyordu. Fuat Köprülü “Türklük, İslâmlık, Osmanlılık” başlıklı makalesinde, “Osmanlılık’ın birçok unsurdan oluştuğunu belirttikten sonra, bu unsurların birleşimini bir daireye benzetir, dairenin merkezinde Türklük, merkezin etrafında İslâmlık, dışa yakın yerlerinde ise Hıristiyan unsurlar bulunur” diyordu(149). Köprülü de tıpkı Gökalp gibi ulusal kimlikten yoksun olan merkezdeki unsurun, kendi kimliklerinin linçine sahip diğer unsurların ayrılıkçı hareketlerini önleyemeyeceği inancı) “Osmanlılığı tecezzi ve inhilâlden kurtarmak ancak Türklerin de milli bir mefküreye malikiyetleriyle mümkün olacaktır” diyordu.

Ziya Gökalp’te, Balkan Savaşı yenilgisinden sonra “Türk Yurdu” dergisinde “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı bir yazı dizisinde dokuz makale yayınlıyordu. Gökalp, “Osmanlılıktan maksat devlet ise zaten her Osmanlı tebası bu devletin bir ferdi idi. Yok bundan maksat lisanı Osmanlıca olan yeni bir millet yaratmak idiyse Osmanlıca Türkçe’den başka bir şey olmadığı için bu yeni millet başka nam altında bir Türk milleti olacaktır” diyordu. Gökalp, adı geçen makale dizisinin altıncısını “Cemaat Medeniyeti” başlığı ile yayınlıyor ve dilde merkeziyetçi eğitimi savunuyordu: “Cemaat mekteplerinde, hususi lisanlarda, dini ve kavmi tarihlere istinaden tahsil gören gayr-i mütecanis zekâlardan nasıl olur da mesela İngiliz medeniyeti gibi mütecanis (uyumlu) bir irfan husule gelebilir.” Ziya Gökalp, “milli mefkure”nin yanı sıra etnik gruplar arası (beynelanasır), uluslararası (beynelmilel) ve dinler arası (beynelümem) ideallerin de gerekli olduğunu belirtiyor ve Türklük (milli), İslâmiyet (beynelmilel), Osmanlılık (beynelanasır) ve Beşeriyet (beynelümem) prensiplerini savunduğunu vurguluyordu. Gökalp, Diyarbakır’da çıkardığı “Peyman” gazetesinin 1909 Temmuz sayısında ABD’yi Osmanlılık için bir model olarak gösteriyordu Amerikalıların çok çeşitli etnik kökenlere sahip bulunmalarına rağmen Amerikalılık bilinci taşıdıklarını vurguluyordu(150). Gökalp dört yıl sonra ise ABD’yi değil İngiltere’yi Osmanlılık için “medeniyet” modeli olarak değerlendiriyordu. 1913’ten sonra İttihat ve Terakki tek başına iktidardı. “Osmanlıcılıktan Türkçülüğe kaydırdığı ideolojisi de tekti ve resmileşmişti.”

İttihat ve Terakki’nin Türkçü ideolojiye yönelmesi kolay olmadı. Öyle ki, Yusuf Akçura gibi tanınmış bir Türkçü, Osmanlıcı ideolojiye bağlılığı nedeniyle İttihat ve Terakki’ye muhalefet ediyordu. Akçura’nın “Jön Türklerle temel anlaşmazlığı ulusal sorun konusundaydı. Osmanlıcılık iktidarın resmi ideolojisi olmaya devam ediyordu; ırk, din, dil farlılıklarından bağımsız, ortak bir Osmanlı tabiyeti temeline dayalı İttihad-ı Anasır fikri, hala siyasetçilerin temel ülküsüydü. Trablusgarp savaşı sırasında, Akçura yazdığı makalelerde ve 1911’de yeniden yayınladığı Üç Tarz-ı Siyaset’te, bu bakış açısının saçmalığı karşısında kendi düşüncelerinin doğruluğuna yeniden dikkat çekiyordu(151).” Ulusal sorun konusundaki anlaşmazlık Yusuf Akçura’yı, 1912 yazında, İttihat ve Terakki’ye muhalif bir partinin saflarına kadar götürüyordu. Akçura, “Milli Meşrutiyet Fırkası”nın kurucuları arasına katılıyordu. Arkadaşı, Türkçü Ahmet Ferit (Tek) partinin başkanıydı. Partinin başlıca kurucuları arasında İktisatçı Mustafa Zühtü ve o sıralarda milliyetçi fikirleri savunan geleceğin TKP lideri Mustafa Suphi’de bulunuyordu. Mustafa Suphi Ahmet Ferit’in “İfham” gazetesi yazı işleri müdürüydü. Kurucusu olduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası” açıktan açığa Türkçülük yapan ilk milliyetçi partiydi. İktisadi sorunlara da milliyetçilik açısından eğilen parti yer yer devletçiliği savunuyordu(152). Suphi 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa suikastı sonrasında Sinop’a sürülenler arasında bulunuyordu. Bir ara İstanbul’a dönen Suphi tekrar Sinop’a gönderiliyor bu ikinci sürgünden bir kaç ay sonra Rusya’ya kaçıyordu. Bu dönemde Durkheim okuluna bağlı tipik bir “burjuva sosyologu” olan Suphi, İtalya’nın Trablusgarp saldırısına karşı anti-emperyalist tutum alıyor ve bunu milliyetçi bir temele dayandırıyordu. Asıl ilginç nokta onun bir Türk-İslâm masonluğu kurmak idealidir. Bu konuda Ahmed Bedevi Kuran şunları yazıyor: “Suphi bir Türk ve İslâm farmasonluğu teşkilini, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beynelmilel farmasonluğuna karşı milli bir farmasonluk kurumunu tecrübe etmek istedi (…) Bunda takip edilen gaye perde arkasında siyası roller oynamak ve hükümetin sukutunu (düşmesini) mümkün kılacak kuvvetli bir teşekkül vücuda getirmekti.(153)” Bu dönemde ateşli bir Türk milliyetçisi olan Mustafa Suphi de diğer önemli milliyetçiler; Ziya Gökalp, İsmail Gaspıralı, Ömer Seyfeddin, Hüseyin Cahid Yalçın gibi masondur(154). Suphi, 1912 yılında yayınlanan “Hak” gazetesinde Mehmet Fuat (Köprülü), Celal Nuri (İleri), Cenap Şahabettin gibi önemli isimlerin yanında maliye konularında yazılar yazıyordu(155).

Suphi’nin de kurucusu olduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası” Osmanlıcılık politikasını resmi olarak sürdüren İttihat ve Terakki’ye muhalefet ediyor ve Türk unsuruna dayalı bir milliyetçiliği savunuyordu. “İtihat’da sosyal yönü ağırlıklı, halkçı temelde yazılar yayınlanıyordu. (Türkiye’nin ilk açık Türk milliyetçiliğini benimseyen partisinde daha sonra TKP genel sekreteri olan Mustafa Suphi’nin kuruculuğu tarihin ironileri arasındadır). Bu bilgilerinde ortaya koyduğu gibi Kürt, Arap, Arnavut milliyetçilikleri saldırgan, baştan plânlanmış bir Türk milliyetçiliğinin 1908 Temmuz “devrimi” sonrasında ortaya koyduğu ideoloji ve uygulamalara tepki olarak gelişmiyordu. İttihat ve Terakki İktidara ancak 1913’te tam anlamıyla yerleşiyordu ve partiye Türk milliyetçiliğini açıkça savunan Yusuf Akçura, Ahmet Ferit gibi isimlerden ciddi bir muhalefet yükseliyordu. İttihatçı siyasetler diğer milliyetçilikleri daha da ateşleyecek uygulamalara Balkan Savaşı sonrasında girişiyordu. Öncesinde, parti tam anlamıyla Türkçü bir ideolojiye dayanmıyordu ve Osmanlıcı çizgisini henüz bırakmıyordu. Bu anlamda isyan birikimi dil çalışmaları, İstanbul ve Kürt bölgelerinde örgütlenmesi, yayınları ve pek çok aydınıyla Kürt milliyetçiliği, Jön Türkler ölçeğinde devlette kadrolaşamamakla birlikte güçlü, köklü bir akımdı. Hatta bazı alanlarda Türk milliyetçiliğini önceliyor ve saflarında yetişen önemli aydınlar milli kimlik alanındaki yöntemsel birikimleri ile Türk milliyetçi ideolojisinin gelişimine katkıda bulunuyorlardı.

Türk milliyetçiliği çalışmalarını besleyenler arasında Yahudilerin da dikkate değer katkıları vardır. Türkçülük akımının gelişmesinde ilk temelleri atanlar arasında Arthur Lumney Davids (ölümü: 1836) başta gelir. Davids, 1832’de yayınlanan “The Grammar Of the Turkish Language” (Türk Dili Grameri) adlı kitabında eski Türk dilleri üzerinde duruyordu. Davids kitabını II. Mahmut’a ithaf ediyordu.

Macar Yahudisi Arminius Vambery (1831-1913) Türkoloji alanındaki en önemli isimler arasındaydı. İngiliz İstihbarat servisinin ajanı olan Vambery Sultan Abdülhamit’e de hizmetlerini sunuyordu. “O araştırmalarıyla dikkatimizi Orta Asya’ya çekerek, tarihimizi milattan en az iki bin yıl öncesine değin” uzatıyordu(156). Türkçü ideoloji ekseninde dikkatler sürekli olarak Orta Asya’ya çekiliyor, Araplar ve Kürtlerden hızla kopuş gerçekleşiyor, Arap mensuplar başta olmak üzere Siyonizm Osmanlı Meclisi Mebusanında gündeme getiriliyordu. Chester projesi Meclisi Mebusan’da görüşülürken, mebuslar “hangi iş var ki Siyonizm parmağı dönmesin” diyorlardı(157). Orta Doğu’nun Müslüman halklarından koparak, Orta Asya’ya yönelişin ideolojik alt yapısını hazırlayanlar arasında Yahudi “Türkçüler” başı çekiyordu. Vambery, Doğu’ya gidildikçe Türk dilinin daha da sadeleştiğini savunuyordu. Vambery, Türklerle Moğollar arasındaki ırk ve dil bağlarında ısrar ediyordu. Vambery, İngiliz emperyalizminin hararetli bir savunucusu ve ajanıydı.

Orta Asya’da, ingiltere ile Rusya arasındaki “Büyük Oyun”a ilişkin siyasi yazılar yazıyor bu arada da Türk dili ve kültürünü araştırıyordu! Vambery’nin ingiliz emperyalizminin ajanı olmasını stratejik bir programın işlevsel uzantısında değerlendirmeyen ama akım tez sahipleri hiç bir soru sormadan onun Türkçülük hareketinin düşünsel atmosferinin gelişmesine katkılarını şükranla anarlar.

Diğer önemli bir Yahudi Türkoloji uzmanı Leon Cahun’dur (1841-1900) Fransız Yahudisi Cahun’un Jön Türklerle ilişkisi 1860’lara kadar uzanıyordu. Introdııction al’Historie dL’Asia (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabında, Avrupa’ya medeniyeti getirenlerin Turan ırkına mensup olduklarını yazması, Batı’nın ideolojik, politik, askeri, iktisadi baskısıyla zihin yorgunu bir duruma düşen Osmanlı-Türk aydınları üzerinde büyük bir etkiye sahip olmasını sağlıyordu. Yahudi Türkoloji uzmanları ve Şarkiyatçıların çalışmaları Osmanlı Türklerinin dikkatini Orta Asya’ya yöneltiyordu. Yukarıda değindiğimiz Arthur Lumbey Davids’in”yazdığı “Türk Dili Grameri” ise Türkçe yayınlanan ilk sistematik gramer kitabı olmasının yanı sıra bir tarih çalışması niteliğine de sahipti(158). Yahudi Türkoloji uzmanları, Türkleri dil, kültür, tarih açısından binlerce yıldır tüm birikimini içerdikleri Orta Doğu ve Anadolu’dan koparıp Orta Asya’yı işaret ediyorlardı.

Bu Yahudi şahsiyetler arasında en önemlisi Moiz Kohen (Tekinalp)dir. 1883’de Serez’de doğan Moiz Kohen Selanik’te Aliyans Israilete (Evrensel İsrail Birliği) ve Hukuk mekteplerinde okudu. 1906 yılında Selanik’te “Yeni Asır” gazetesinde “muharrir”liğe başlıyordu. Gazetenin kurucusu ve sahibi Fazlı Necip, Sabetaycı ve masondu. 1908’de İttihat ve Terakki komitesi tarafından Selanik’teki propaganda faaliyetini yönetmekle görevlendiriliyordu. Fazlı Necip, Veritas Locasına mensup bulunuyordu(159). Moiz Kohen (Tekin Alp) kendi anlatımıyla: “Ziya Gökalp’in ilhanı ve irşadı ile resmi makamların direktiflerini takip ederek hars ve kültür sahalarında mühim vazifeler deruhte ve bu cümleden olarak milli intibahın ilk hamlesi olan Türkçülük, Yeni Hayat ve Yeni lisan cereyanlarına büyük bir gayretle iştirak ettim” diyor. Kendisi de mason olan Gökalp, yine Veritas Locasına mensup olan Fazlı Necip’in “muharriri” mason Moiz Kohen’i “irşad” ederek “Türkçü” faaliyetlere yönlendiriyordu. Kohen, 1916’da “İktisat Derneği” adlı bir cemiyet kuruyor ve hükümetten maddi destek görüyordu. Üç erkek kardeşinden biri Haham olan Moiz Kohen’de Hahamlık eğitimi almıştı. 1909 yılının Aralık ayında Hamburg’da yapılan “Dünya Siyonist Kongresi”ne katılan Moiz Kohen Osmanlı Devletinin güçlendirilmesinin Yahudilerin yararına olacağını savunuyordu.

Bu Siyonist Türk milliyetçisi, Türkiye’nin çelik çekirdeğinde iktisadi, mali, ideolojik güçleriyle yerleşik bir Yahudiliğin tıpkı geçmişte olduğu gibi devleti kontrol edeceği bilincini taşıyordu. Yazılarında Tekin Alp adını kullanan Moiz Kohen, Kemalist akımın en hararetli savunucuları arasında yerini alıyordu. 1936’da İstanbul’da “Kemalizm” 1937’de Paris’te “Le Kemalizm” adlı çalışmalarını yayınlıyordu.

Nesini Masliyah ve Dr. Samuel Abrevava ile 1928’de “Milli Hars” derneğini kuruyordu. Bu derneğin kurucuları arasında “Cumhuriyet” gazetesinin sahibi Yunus Nadi de bulunuyordu. 1934’de Hanri Sarişno ve Marçel Franco adlı iki Yahudi arkadaşıyla birlikte “Türk Kültür Cemiyeti”ni kuruyor ve böylece “Türkçülük”, çalışmalarına yeni bir halka ekliyordu. “Türk Dili Kurumu” üyesi olan Moiz Kohen aynı zamanda büyük bir tüccardı ve tütün ihracatı yapıyordu. Bu “Türkçü” Yahudi, Fransa’nın Nice kentine yerleşiyor ve 1961’de burada ölüyordu. Kitapları: “Teşebbüs-ü Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet” (Selanik, 1909), “Turan” (İstanbul, 1914), “Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler? Büyük Türklük: En Meşhur Türkçülerin Mütalaaları” (İst.1914), “Türkismus und Pantürkismus” (YVeimar, 1915), “Türkleştirme” (İstanbul, 1928), “Kemalizm” (İstanbul, 1936), “Le Kemalizm” (Paris, 1937), “Türk Ruhu” (İstanbul, 1944)

Siyonist-Mason Moiz Kohen; “Turan” adlı kitabında Orta Asya’yı hedef gösteriyordu. Kohen: Turan yaşıyor, fakat Çinli pençesi ve Kus çizmesi altında yaşıyor, turan, esir ve mahkum, Turan hakir ve mazlum! Onu bu halde bırakmak, Turanlık için en büyük zillettir. Gözünü açmış, milletini tanımış her Türkün en birinci, en mübrem, en mukaddes vazifesi, vazife-yi milliyesi onun imdadına koşmak ve onu Çin ejderi ve Rus kartalının kanlı tırnaklarından kurtarmaktır” diyordu. Orta Asya ve Kafkaslardan İstanbul’a akan “Türkçü” ve Pan Türkçü” aydınların en etkili olanlarından “Yusuf Akçura’nın mensubu olduğu Volga Tatarları, XIX. Yüzyılın ortalarında, Rusya Türkleri arasında özel bir yer işgal ediyordu. (…) Tatarlar bir ulus oluşturuyorlardı, ama gerçek bir ulusal topraktan yoksundular. Sık sık Yahudilerle karşılaştırılan, diasporadaki bir ulus durumundaydılar.(160)

Türklerin İslâmiyet önccsi geçmişi, Asya’daki kökenleri, dinleri Yahudi Türkçülerin ilgi alanıydı. Ulus bilinci denildiğinde akla bu köklerin gelmesini sağlayacak olan bir düşünsel birikimin hazırlanmasında Yahudi Türkçüler büyük rol oynuyorlardı. Bu doğrultuda, Orta Asya ve petrol sorunlarıyla iç çatışmalara gömülmüş Baku’lü aydınlar da önemli çalışmalar yapıyorlardı. Panislavizm’i iyi incelemiş bu aydınlar, “Çarlık İmparatorluğundayken büyük bir bölümü güçlü, iyi eğitilmiş ve temelde Rus burjuva/isine oldukça yakın olan Türk burjuvazisinin birer parçasıydı. Ama siyasal iktidardan yoksundular ve aşağılanıyorlardı. Osmanlı topraklarına göç ettiklerinde ise dinin, dilin ve yüksek kültürlerinin sayesinde, Osmanlı seçkinlerine çabucak entegre oldular. Aralarından bazıları, Jön Türk devriminden sonra üst düzeyde kimi siyasal görevler bile üstlendi (…) Rusya da ulusal sorunun kurbanları olarak yaşarken, Osmanlı topraklarında bu soruna efendi gözüyle -sorunu çözecek güce sahip efendi gözüyle- bakar oldular.”(161)

Moiz Kohen’in görüşlerini geliştirdiği ortam bu özellikleri taşıyordu. Fan Türkizm ve Türkçülüğü kılıf olarak kullanmaya eğilimli Siyonist akım, güçlü finans kapital bağları, mason etkinlikleri ve anlayış birliği içinde çalışacağı Orta Asya ve Kafkasya kökenli aydınlarla birlikte Türklük konusunda cüretkâr koordinatlar belirliyordu. Türk dili, grameri, tarihi, hedefleri, kimlik unsurları tanımlanırken bu konuda Yahudi Türkoloji uzmanları, Şarkiyatçılar ve “Türkçe’lerin etkileri belirleyici oluyordu. Bu kimlik içinde Yahudiler, Sabetaycılar hatta siyonistler için büyük bir siyasi, ekonomik, kültürel rezerv bulunuyordu. Egemenlik sistemine, Selanik ortamının tüm güç ilişkilerini kültürel, ideolojik, finansal boyutlarıyla içermenin verdiği güvene dayanan Moiz Kohen: “İnkılap hareketi sayesinde Türklük yükselmiştir ve gittikçe yükselecektir. Türklük muhiti içinde yaşayan anasırlar (unsurlar, Türk olmayanlar) bundan sonra artık kuvveyi cazibesine mukavemet edemezler, Türklük cazibesine teslim-i ruh etmekten başka bir şey yapamazlar.” diyordu. Siyonist mason Moiz Kohen’in koordinatlarını belirlediği hangi Türklüktü? Jeopolitik geleceğinin temel yönlerinden uzaklaştırılan, kardeş toplumlardan koparılan, ilk aşamasında Rusya-Çin düşmanlığı ile bütünlüklü Turan programı ile “Büyük Oyunun” ikinci aşamasında Anglo-Sakson ittifakına bağlanan, Anadolu birikiminin muazzam bir güç kaynağı olan etnososyal temellerini sorun yumağına dönüştüren, bölenin tüm zenginliklerinden koparılan, ideolojik kuşatma altında bir Türklüktü bu. Anglo-Sakson emperyalizminin Avrasya stratejileri ekseninde Anadolu’ya yayıldığı ve devleti, Batıcı sömürge ideolojisinin kapıkulları ile teslim aldığı, Tanzimat’la başlayan ve iç savaşa göre tanımlanan ulusal kimlik parçalayıcı, dağıtıcı, eritici içerik taşıyordu. Diğer yandan bu parçalayıcı dinamiklerin erken ayırdına varan Çarlık emperyalizmi halkları kışkırtıyor, Alman ve Fransız emperyalistlerine ise bir sürecin yarattığı dehşet tablosundan çıkarları adına yararlanmak kalıyordu. Pan Türkçülük ile Türkçülük arasındaki ayrım çizgileri siliniyor ve milliyetçilik: kültürel, tarihsel unsurlara dayanıyor havası yayılırken; jeopolitik çıkarların gizli gündemleri, emperyalist çelişkiler, uluslararası finans kapital siyasetleri, siyonist ve masonik etkiler ekseninde temelleniyordu.

Pan Türkçülüğün hedefleri ve yöntemlerini avrıntılı bir şekilde Avrupalılar ilk kez Tekin Alp’in 1912’de Paris’te basılan 35 sayfalık bir makalesiyle öğrendiler(162). Bu makale, imparatorluğun genel durumunu Pan Türkçü bir görüş açısıyla değerlendiriyordu. 1914’de yayınlanan Türkler Bu Muharebede Ne kazanabilir adlı kitabı 1915’de Almancaya 1916’da İngilizceye çevriliyordu. “Pan Türkçülüğün Avrupa’da ka/andığı anlamda bekli de büyük ölçüde Tekinalp sorumlu olurken(…)Imparotorluk içinde Pan Türkçü propaganda ve Pan Türçülükle Türkçülüğün yakın birlikteliği (…) Türkiye’ye göçen sayısız Dış Türklerle önemli bir yayılma gösterdi.”(163)

Emperyalist egemenlik ilişkilerinin zorunlu kıldığı sorumluluklar hızla bir ulus inşa süreci gerektiriyordu. Balkan Savaşına kadar İngiltere’ye dayanan ve onu model alan Jön Türkler bu savaşın yenilgiyle sonuçlanması üzerine Almanya ile işbirliğine gidiyorlardı. Emperyalist egemenlik ilişkilerine ideolojik, ekonomik, askeri, finansal açıdan zincirlenmek yetmiyordu kolektif sorumluluğu taşıyacak ortak bir irade gerekiyordu. Emperyalizm meşrutiyetini çürümüş bir Osmanlıcılık idealine dayandıran kadroları muhatap kabul etmiyordu. Bu noktada ulus inşa süreci hızlanıyor ve Batıcı ideolojinin birikimine dayalı, kapitalizm yanlısı, uygarlığı Avrupa ile özdeş gören güvenilir kadrolar “kurtarıcılık çözümlerini kendilerine açık tutulan yoldan giderek ortaya koyuyorlardı. Bu süreç: teorik anlatımı kolay olmakla birlikte çelişkili, amansız şiddet içeren, doğrultusu emperyalist egemenlik ilişkileri tarafından belirlenmekle birlikte her daim kontrol edilemeyen bir nitelik taşıyordu. Ancak bu Türk milliyetçiliği ekseninde kolektif, sorumluluğa ihtiyaç vardı bu Avrasya jeopolitiğinde “Büyük Oyun” un dengeleri, finans kapitalin küçülen bir imparatorluk karşısında tahsilat zorunlulukları, emperyalistler arası çelişkilerin keskinliğinde bir tehlike bölgesine dönüşen imparatorlukta sınıfsal-siyasal patlamaların denetimi açısından sorunluydu. Çağın bu zorunluluğunu kavrayan Ziya Gökalp şunları yazıyordu: Tarihte bu acıklı hâle bir ikinci misal gösterilemez: Dışta Avrupa Türkiye deki rezaletlerden dolayı yalnız Türkleri suçluyor, içte Müslüman olan ve olmayan bütün kavimler sarayın istibdadından, memurlar zulmünden, hükümetin yolsuzluğundan ancak Türk kavmini mesul tanıyordu. Hâlbuki Türk Kavmi “Ben varım” demiyordu. Ortada yöneltilen bir mesuliyet yükü vardı ki onu kabul eden bir omuz yoktu. Türkler milli bir vazife üzerine almamış kendi başına fertlerden ibaretti. Milli vicdana, milli bir mefkureye sahip olmayan bir kitleden ahlâk, milli şeref, fedakârlık beklemek saçma bir şeydir. İşte yaratılıştan gayet soylu olan Türklerin topluluk olarak bu derece soysuzlaşmaları ancak “kendini tanımamak” ve milli mesuliyetini bilmemek, hatalarından ileri geliyordu. Evet, Avrupa haklı idi. Abdülhamit hükümetinin zulümlerinden hesap vermeye borçlu olan Türklerdi. Meşrutiyetten sonra da hangi parti iktidarda bulunursa bulunsun, hatalarından Türkler mesuldü.(164)

Ziya Gökalp emperyalizmi, komprador kapitalizmi, finans kapitalin kollarını, imparatorluğu 720 şubesi ile ağ gibi saran Düyunu Umumiye’yi, feodal- saltanatçı işbirlikçileri sorumlu saymıyordu. Ziya Gökalp; “irşad” ettiği Moiz Kohen, Sabetaycı parti kodamanları, Bakülü petrolcü Tagiyef’in (Barbarlığın Kaynağı Petrol adlı çalışmamada Tagiyef’in finans ettiği önemli Türkçü yayınlar ve liderlere ilişkin bilgiler bulunuyor) desteklediği aydınlarla birlikte yaptığı Türkçülük tanımının ölçülerini hızla Pan Türkçülüğe açıyordu. Kendi anlatımıyla “bu derece soysuzlaşmalarımı kabullenemediği Türklere toprak sorununu çözme, uluslararası finans kapitalden kurtulma, feodal güçleri devirme konusunda hiç bir program önermeden Yahudi uzmanların yıllardır ısrarla gündemde tuttukları Orta Asya yollarını işaret ediyordu. “Milli mesuliyet” Avrasya jeopolitiğinde yeni roller anlamına gelirken, siyonizm-masonizm- batıcı ideoloji ile bulamaç olmuş bir milliyetçilik daha doğuşunda emperyalizm tarafından yedekleniyordu. Anti-kapitalist ve anti-emperyalist bütünlük temelinde kurulmayan bir milliyetçiliğin bölücü, eritici, kendi topraklarını ateş çemberine çeviren özelliklerini bu dönemde yaşananlar bir kez daha kanıtlarken, günümüze akan püsküllü bir mirası biçimlendiriyordu. Emperyalizm çağında anti-kapitalist ve anti-emperyalist temele oturmayan milliyetçilik, yeni sömürgeciliğin egemenlik ilişkilerinde gayrı milli bir hale dönüyor, batı çıkarlarının bekçisi, devrim jandarması, iç savaş körükleyicisi nitelikler kazanıyordu. Bu arada emperyalist güçler, komprador kapitalistler, işbirlikçi feodal unsurlar, bunlarla bütünleşen büyük bürokrasinin yönettiği ve yönlendirdiği tüm kanlı oyunlar ise başta Ermenilere yapılanlar olmak üzere, Gökalp’in “milli mesuliyet” kapsamı içinde Türklerin sorumluluk hanesine yazılıyordu. “Avrupa haklı idi (…) Türkler mesul.”

Gökalp, uluslararası mason örgütlenmesini, Siyonistlerin Türkçü etkinliklerini, kapitalizmi “gayrı milli” bulmuyordu. Sosyalizm içinse şunları yazıyordu: “Türklerin milli menfaatleri için bugün elverişli olmayan bir fikir varsa, hiç şüphesiz sosyalizmdir. Çünkü milliyet fikrinin düşmanıdır.”(165)

Türkçü ve Pan Türkçü akımın mayalanmasında Selanik’in toplumsal- siyasal-ekonomik konumu belirleyicidir. Yahudiler ve Sabetaycılar bu kentin siyasal, ekonomik yaşamında son derece etkiliydiler. Mason localarında da ağırlıkları vardı. 1904 yılı itibarıyla “Veritas” locasında üyelerin tümü Yahudi’ydi. Selanik’te Sabetaycıların üç kolu vardı: Karakaşlar, Kapancılar ve Yakubiler. Bunlar arasında Türkçe yaygın olarak kullanılıyordu… “Dış evlilikler yapılamadığı için cemaat üyeleri kan bağı olarak her zaman Yahudi karakterlerini muhafaza etmekteydiler”(166) Sabetaycılar, İttihat ve Terakki, Mason locaları ve tarikatlarda son derece etkiliydiler. Ayrıca, Selanik’te Sabetaycı eğitim kurumları cemaatin geleceği açısından parlak imkânlar sunuyordu. Bu çalışmalarda en önemli isim; bilgin bir Kabbalist ve din adamı olan Şemsi Efendi idi (Şimon Zwi). Çok sayıda taraftara sahip bulunan Şemsi Efendi Selanik’te ilkokul seviyesinde bir kurum meydana getiriyordu. “Aslında onun esas ve birincil amacı Sabetaycı hareketin doğumundan itibaren Ladino’yu ana dil olarak benimseyen bir topluluğun kaderini değiştirmekti.”(167) Hemen hemen hiç bir cemaat üyesinin Türkçe konuşamadığı koşullarda, kapalı dini yapı süreklilik kazanıyordu. Şemsi Efendi, bu dışa kapalılığa son verilmesinin zorunluluğuna inanıyordu. Sabetaycı cemaatin eğitim yoluyla birleştirilmesi ve söz sahibi olması temel amacıydı.

Sabetaycıların Türkçe eğitime açılmaları, eğitim hamleleri, masonik etkinlikleriyle birlikte büyük bir dinamizme imkân verdi. Tıpkı Yahudiler gibi Sabetaycılar da “Türkçü”lüğe dayalı ideolojiyi ve Türkiye’yi asıl bağlılıklarını yitirmeden büyük bir egemenlik aracına dönüştürmeye çalışıyorlardı. Bu yönde Batıcı ideolojiye açık olan Şemsi Efendi’nin katkıları yadsınamaz. “Sadece cemaat üyesi kişilerin kabul edildiği” Şemsi Efendi Mektebi’ne Sabetaycıların “Kapancılar” kolu destek veriyordu. “Kapancı”lar Batı ile sürekli ticaret ilişkilerine sahip bulunuyorlar ve ilerlemenin ilk koşulunun gelişmiş eğitim kurumlan olduğuna inanıyorlardı. “Kapan” ve karakaş” gruplarını birleştirmek için büyük çaba sarf eden Şemsi Efendi dönemin en önemli Sabetaycı kabalistleri arasındaydı. “Oğan” , “Ağa” “Hoca” olarak adlandırılan Sabetaycı din adamları kurdukları okullarda bilgilerini genç kuşaklara aktarıyorlardı. Şemsi Efendi de bu din adamları topluluğunun üyesiydi. Şemsi Efendi 1885’de “Fevzi Sıbyan” olarak bilinen okulun kuruluşunda da önemli rol oynuyordu. Fevziye Mektebi, daha sonra İstanbul’da kurulan “Mekteb-i Terakki”ye göre daha cemaatçi bir yapıdaydı. Şemsi Efendi bu okulda “Akaid-i Diniye” hocası olarak görev yapıyordu. Yani Şemsi Efendi, Batılı eğitim kalıplarının benimsenmesinden yana olmakla birlikte bunu Sabetaycı cemiyetin daha güçlü ve birleşik hale gelmesinde bir araç biçiminde değerlendiriyordu. Onun, “Akaid-i Diniye” hocası olması, Sabetaycı dini kuralları gençlere aktarma amacından kaynaklanıyordu. Şemsi Efendi, döneminin sadece büyük bir eğitimcisi değil, siyasi yönleri de olan ve Sabetaycı cemaatin kollarını birleştirerek, örtülü Kabalistik inancın gerekleri doğrultusunda harekete geçirmeye çalışan bir din adamıydı.

Şemsi Efendi ile Osman Efendizade olarak da bilinen Sabetaycı İsmail Hakkı birlikte çalışıyorlardı. İsmail Hakkı Efendi, Hayem Şalom adında bir Hahamın okuluna devam ederek dini eğitim alıyor daha sonra Fransızca öğreniyordu. İsmail Hakkı Efendi; önce Selanik’te Suratlar mahallesinde tek odalı bir vakıf mektebi kuruyor daha sonra Şemsi Efendi ile birlikte aktar önü mevkiinde eski bir mescidi okula dönüştürüyorlardı.

Mithat Paşa Selanik’i ziyareti sırasında bu okulu geziyor ve diğerlerine nazaran bu Sabetaycı eğitim kurumunun yöntemlerini beğeniyordu.(168) Haham eğitimi almış, dönemin en büyük Kabalistikleri arasında sayılan Şemsi’nin ve İsmail Hakkı’nın açtıkları okul Müslümanların tepkisini çekiyor, konu Mithat Paşa’nın önüne geliyor, o bu davada Şemsi Efendi ve arkadaşlarını destekliyor, kullanılan yöntemler Şehrin “Terakki mektebi”ne yerleşmekle kalmıyor, İstanbul’a aktarılıyordu. İsmail Hakkı bir süre sonra Şemsi’den ayrılarak yeni bir okul kuruyor ve bu okulda öğrencilere Türkçe konuşmayı yasaklıyor eğitim Fransızca yapılıyordu.

Şemsi’de okulda ilginç usuller tatbik ediyordu. Türkiye’de ilköğretim kurumlarının temelinde, Sabetaycıların Selanik’te kurdukları okullar vardır. “Türk Maarif Tarihi”nin yazarı Osman Nuri Ergin bu konuda: “Türkiye iptidai (ilk) mektepleri durumlarını bu Selanikli muallim ve mürebbilerin hizmetlerine borçludurlar” diyor.

Şemsi Efendi, Sabetaycı inanca sonuna kadar bağlı, Kabalistik bir din adamıdır, Batı usullerinde bir eğitimi cemaatinin birliği ve gücü adına savunuyordu. Buna rağmen onun gerçek dünya görüşünün üzeri “lâik” , “batıcı” gibi süslemelerle örtülüdür. Selanik’te Müslümanların eğitim kurumları dinci, lâiklik karşıtı sayılırken, Sabetaycı-Kabalistık dincilerin okullarını lâik eğitimin merkezi saymak, Batılaşma ideolojisinin Doğulu olanı ilkel, çağdışı, akıl ve bilim dışı değerlendirirken, kökeninde Judeo-Hıristiyan dünva görüşü olmasına karşın Batı dan akan tüm fikir ve kurumların lâik, akılcı, bilimsel sayılması anlayışının tezahürüdür.

1913’de nüfusu 157.889 olan Selanik’te 61.439 Yahudi, 39.956 Rum ile 45.867 Türk ve diğer milletler yaşıyordu. Yahudiler alabildiğine varlıklıydı ticaretin, sanayinin, sosyal hayatın ipleri ellerindeydi. Bu durumda Türk-Müslüman kesimin içe kapanıklığını, varlığını koruma ihtiyacını egemenlik ilişkilerinin dışında başlı başına bir gericilik olgusu biçiminde değerlendiren görüşler tek yanlıdır.

Şemsi Efendi mektebini ideal bir lâik eğitim merkezi olarak görmek onun kişilik özellikleri, cemaat bağları, aldığı eğitim ve hedefleri düşünüldüğünde yanlıştır. Bu yanlışlık basit bir değerlendirme hatasından kaynaklanmayıp, Atatürk’ün bu okulda eğitim görmüş olmasıyla bağlantılı ideolojik bir kurgudur. Onun Nutuk’ta da sözünü ettiği Şemsi Efendi’nin üzerindeki etkisini değerlendiren önemli bir uzmanın yazdıkları konunun boyutlarını gösteriyor: Mustafa’nın babası öldükten sonra Şemsi Lfendi’yi ülküleştirilmiş bir baba olarak algılamış olması ve kendisini onunla özdeşleştirmeye girmiş olması muhtemel görünüyor. Hu doğru ise, ülküleştirilmiş baba Şemsi Efendi’nin kişiliğinde varlığını sürdürmüştür.(169)

Daha 18. Yüzyılın başında dünya pazarıyla bütünleşen Selanik, geleneksel bir yönetim merkezi, ordunun bir kalesi ve Güney Balkanların ticaret odağı konumundaydı. Sınai büyüme, kentleşme, bankacılık faaliyetleri Avrupa beğeni ve alışkanlıklarıyla bütünleşiyordu. Selanik ekonomisi Yahudi, Rum ve Sabetaycıların denetimindeydi. Müslüman cemaati Selanik ekonomisinin en yoksul unsuruydu. Bazı Müslümanlar dükkân ve kahvehane işletiyorlar ya da arabacılık, hamallık yapıyorlardı. Bir kaç büyük toprak sahibi dışında varlıklı Müslüman yoktu. Selanik’in en zengin Yahudi ve Hıristiyan tüccarlarının, konsolosluklarının korumasından yararlanmak ve vergiden kurtulmak amacıyla yabancı yurttaşlığına geçmeleri geleneksel bir uygulamaydı.

Sabetaycılarla birlikte Selanik Ticaret Odası’nı denetliyorlar ve çıkarlarını korumak için yabancı konsoloslukların da desteğiyle yerel yetkililere, hatta Babıâli’ye bile baskı uygulayabiliyorlardı. Ticaret Kulübü, meslek kuruluşları ve mason locaları ekseninde örgütlü bir büyük burjuvazi ağırlığını hissettiriyordu.

Selanik masonlukla, İttihat ve Terakki’nin kaynaştığı kentti. İttihat ve Terakki, bu kentte bulunan dokuz locadan özellikle ikisiyle -Risorta ve Veritas- ile iç içeydi. Veritas’ın üyelerinin tümü Yahudi idi. Talat Paşa bu locaların ikisine birden üyeydi. İttihat ve Terakki, Selanik’te adı geçen iki loca içinde gelişmiştir. Mahfile (locaya) kabul edilen üyeler arasından seçilenler Cemiyet’e de alınıyordu. Mason üyelere “liebeveyn kardeş” (ana baba bir), olmayanlara da “licb kardeş” (baba bir) deniliyordu.(170) Ülke dışı haberleşmeler bu localar vasıtasıyla yapılıyordu. Selanik’te mayalanan bu akım tüm Osmanlı ülkesinde yükselen dalgaya binerek, bir süre sonra iktidarı elde ediyor, Türk milliyetçiliğinin koordinatlarını belirliyordu. Bu akımın öncü ismi Ziya Gökalp, mason locasına dâhil oluyor, “birader” Moiz Kohen’e “Tekinalp” adını veriyor “İktisadiyat Cemiyeti”ni kurduruyor, kapitalist ideolojiye bağlı “İktisadiyat Mecmuası”nı neşrediyordu. Bu “cemiyet”te Ziya Gökalp, Moiz Kohen’den başka Ahmet Nesimi ve Yusuf Kemal Tanpirşek’te görev alıyorlardı.(171) Mason localarının İttihatçıları desteklemesi, Türkleri de destekledikleri anlamına gelmiyordu. Yahudilerin ağırlıklı olduğu Makedonya-Risorta ve Veritas localarında Türkler aleyhindeki akım alabildiğine güçlüdür.

İttihatçılar ateşli bir eylem hattına ve ölesiye özveriye sahiptirler. Programları sığ burjuva çıkarlarını savunmaya dayalı, kapitalizmle uzlaşan niteliklerine rağmen komitacı (kendi deyimleriyle çeteci), namuslu, arkadaşlarına bağlı, verilen görevi ölümüne yapmaya azimli bir anlayışa sahiptirler. Cemiyetin her üyesi fedai sayılır ama asıl fedai kadronun ayrı bir statüsü vardır.

Bu çelik çekirdek kadronun Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık ve başka doktrinlerle ilgileri sınırlıdır. Onlar ateşli eylem adamlarıdır. İttihat ve Terakki’nin adıyla bütünleşen bu insanlar, verilen emri yerine getiren militanlardır. Yöntemleri ihtilalci ve Jakobendir. Bu yönleri her ihtilalci, devrimci hareketin olmazsa olmaz koşuludur. Ancak bu eylem çizgisi ne yazık ki ideolojik olarak sistemden kopamamıştır.

İttihatçılık özünde Balkanlılıktan doğma bir kavramdır. Derinliği yoktur. İttihatçılar bu kavrama bir kurtarıcılık fikri, masonluk ve tarikatçılığı zerk ediyorlardı. Felsefeleri, dünya görüşleri ve ideolojilerinin oluşum sürecini incelediğimiz İttihatçılar, Türk milliyetçiliğinin temel düşünsel birikiminin Selanik eksenli biçimlenmesinde büyük rol oynadılar. Kalıp Türk milliyetçiliği iken özü bir tür Selanik milliyetçiliği oluşturdu. Makedonya komitacılığı, Selanik masonluğu, Sabetaycı gündem, Türkçülüğü siyasi rezerv sayan Siyonizm Anadolu’nun merkezinde şebekeleşti ve Türkiye’nin muazzam birikimini, Avrasya jeopolitiğinde bir tampon kordonu derekesine indirirken zayıflığının bilinciyle abarttığı millet söylemine rağmen emperyalizme dayandı. Bu doğrultuda kurucu ideolojinin masonizme ve doğal olarak onu temellendiren eşitsizlikçi Mısır-Ibrani- Yahudi temellere dayanması, kapitalizmin Türkiye’nin genel doğrusu ve yönü haline getirilmesi ile birlikte egemenlik sistemine yeni bir biçim veriyordu.

Masonluk başlangıcında bir ara totalitarizme karşı özgürlükçü ve liberal bir görüşü temsil etmesine karşın, giderek sosyalizm ve işçi sınıfı karşısında kapitalizmin ve onun son aşaması olan emperyalizmin savunuculuğunu üstlenmiş bir inanıştır. Sözlüm anlamıyla Mason duvara, yani işçi demektir ama çırak, kalfa, usta gibi işçi sınıfını belirleyen ve emekçi tabakaların deyimlerini bol bol kullanan masonluk, işçi sınıfının, emekçilerin değil, tam tersine bunları sömüren kapitalizmin ve burjuvazinin kendi arasında oluşturduğu bir dayanışma örgütüdür. İşçi sınıfından bir bireyin, ileride sınıf değiştirip atlamayı amaçlayan ya da kapitalizmin sömürü çarkına yararı olmayacak birinin masonluğa alınabilmesi, girebilmesi hemen hemen söz konusu değildir.(172)

Masonlar kendi kararlarıyla aralarından atmadıkça, bir mason kendi iradesiyle masonluktan çıkamaz. Olsa olsa masonluk deyimi ile “uykuya yatar” ya da yatırılır, “düzensiz” ilân edilir. Bu da masonluktan çıkma değildir. Çünkü gerektiğinde tekrar “uyandırılacaktır” veya masonizmin karmaşık uluslararası kapitalist çıkar şebekeleri tarafından ebediyen uyutulacaktır. 1908 yılında Masonların Akasya adlı dergilerinde bir başka niteliğe vurgu yapılıyor: Yahudisiz hiç bir mason locası yoktur. Yahudi havralarında hiç bir mezhep mevcut değildir. Orada farmasonlarda olduğu gibi yalnız semboller vardır. Bundan dolayıdır ki İsmail Mabedi bizim tabii müttefikimizdir. Ve bu sebepledir ki Masonlar arasında geniş miktarda Yahudiler vardır.

Mason localarının kuzeyinde ışık olmamasının nedeni, her locanın Mescid-i Aksa’da ki Süleyman Mabedi’nin bir örneği sayılması ve bu mabedin yeryüzünün Kuzey yarım küresinde bulunmasındandır. Masonluğun kavramsal birimi Yahudiliğe dayanır. Büyük anarşist düşünür ve siyasetçi Bakunin, “Vaktiyle burjuvalar uluslararası ve evrensel dehşet bir birlik kurmuşlardı. Bu birlik farmasonluktu” diyor.

Masonluk Osmanlı ülkesine Batı’dan ithal malı olarak geliyor ve temellerini önce yabancılar daha sonra da azınlıklar atıyordu. Türkiye’ye özgü bir masonluk, bir Türk masonluğu yoktur. İstanbul’da ilk mason locası 18. Yüzyılda Sultan İÜ. Sait Çelebidir. Kendisi 1732’de İsveç’e, 1741’de Fransa’ya elçi olarak tayin ediliyor, 1755’te Sadrazam yapılıyordu. İlk Türk masonu devşirme kökenlidir ve Osmanlı hanedanı mensuplarından Sultan Murat’ın kardeşi Şehzade Nureddin, Şehzade Kemalettin ile Sultan Abdülhamit’in yeğeni “Teşebbüs-ü Şahsi”ci Sabahattin masondular. Atatürk’ün yakın arkadaşı, Başvekil Ali Fethi Okyar, yine Başvekillerden Rauf Orbay, Celal Bayar, Hasan Saka, Dr. Refik Saydam mason idiler. İttihatçıların gözde isimleri Resneli Niyazi, Talat Paşa, Cemal Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Dr. Nazım, Emmanuel Karasu, Ziya Gökalp, Cavit Bey ilk akla gelen masonlardır. Ömer Seyfettin, Dr. Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, İsmail Gaspıralı, Mustafa Suphi tanınmış masonlardır.(173)

Atatürk’ün Dış İşleri Bakanı, Menderes’in Dış İşleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu’nun kayınpederi Dr. Tevfik Rüştü Aras, dönemin CHF Genel Sekreter ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhuriyetin ilk İçişleri Bakanlarından Cemil Uybaydın, yine Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından ve eski yaverlerinden milletvekili Cevat Abbas Güner masondurlar. Diğer tanınmış masonlar arasında, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ankara valisi Nevzat Tandoğan, Dr. Lütfi Kırdar, Ahmet Ağaoğlu, CHP Genel Başkan Vekili Hilmi Uran, Ünlü Milli Eğitim Bakanlarından Dr. Reşit Galip, İstiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçlarından Necip Ali Küçüka, CHP Genel Sekreterlerinden eski İttihatçı Memduh Şevket Esendal, Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi, vardır.

II. Meşrutiyetten günümü/e akan ideolojik, politik, diplomatik, ekonomik olaylar zincirinin arka plânı kapitalist enternasyonalin irade, yöntem ve güç birliğini yansıtan masonizmle bağlantılı olarak irdelenmelidir (günümüzde kurumsal anlamda etkinliğini yitiren görünür masonluktur. Oysa masonizm bir örgütlenme tarzı, ideoloji, yöntemler demeti olarak aynı zamanda gizli örgüt yapısıyla başka kapitalist enternasyonal örgütlerine -Bilderberg, Triletaral Komisyon, CFR, Round Table, Mont Pelerin v.s. içerilmiştir). Olgusal bir örnekle bu bahsi kapatıyorum: Masonlar Atatürk’ün hastalığı ile birlikte faaliyetlerini yoğunlaştırıyorlardı. Atatürk’ün hastalığının ilk belirtileri 1936 yılı sonunda açığa çıkıyordu. Sağlık durumu 1937’de bozuluyor, kesin teşhis ise ancak 1938 başında konabiliyordu. 1938 yılı Temmuz/unda hastalık ciddiyet kazanırken, Atatürk’ün hekimi Prof. Fissinger, “Dâhiliye vekili Şükrü Kaya’ya her türlü ihtimalleri göz önüne alarak hazır bulunması lüzumunu açıkça söylemişti.”(174) Fissinger Atatürk’ün durumuna ilişkin olarak Şükrü Kaya’ya bilgi veriyor. Diğer yandan bu konuda bilgi sızdırılmıyor. Atatürk sonrasına hazırlık yapan güçler bu konuda titiz davranıyorlar. Atatürk’ün sağlığı hakkında halkın bilgi sahibi olma hakkını savunan Ahmet Emin Yalman’ın gazetesi üç ay kapatılıyordu. Nadir Nadi, Şükrü Ka- va’nın 22 Ekim 1938’de basına bilgi verdiğini yazıyor ve “hastalığın affetmez türden olduğu aylardan beri duyuluyordu (…) o günlerde Babıâli’nin çenesini Atatürk’ten sonra kimin Cumhurbaşkanı olacak dedikodusu yoruyordu. Celal Bayar, “duyuyorum ki, mecliste aleni kapalı gruplaşmalar oluyor(175) (…) buna Şükrü Kaya da dâhil oluyor” açıklamasını yapıyor.(176) Başvekil Bayar’dır ve kendisi gibi mason olan Şükrü Kaya ile birlikte hareket etmektedir. İnönü bu konuda: “Şükrü Kaya, Meclisi yeniden intihap ettirmek için ciddi teşebbüs aldı. Başvekil de buna taraftar idi” diyor.

Seçimin yenilenmesi plânı şununla ilgiliydi: İnönü ABD’ye Büyükelçi olarak atanacak ve böylece mebusluktan ayrılacak, dolayısıyla Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali ortadan kalkacak Şükrü Kaya’nın yolu açılacaktı…

İsmet İnönü ile uzun zamandır ihtilaf halinde olan devrin ünlü şahsiyeti… Şükrü Kaya’nın Atatürk’ün ölümünden epey sonra ülkenin yolu üzerinde belirgin fikir ve arzuların sahibi olduğu ısrarla söylenen ve rivayet sınırını aşan olaydı.(177)

Cumhurbaşkanı adayları olarak ismi dolaşanlar: Mareşal Çakmak, “Fethi Okyar, Celal Bayar. Bir aralık ve sonraları Dr. Aras ve bilhassa Şükrü Kaya” idi yani Çakmak hariç tüm adaylar 33. Dereceden masondu. İnönü Kaya’nın girişimlerine ilişkin olarak, “Şükrü Kaya, Hasan Rıza Soyak, Dr. Aras ile beraber bir vasiyet koparmak veya uydurmak için çok çırpındılar. Son ana kadar bu ümidi muhafaza ettiler. Atatürk’ten koparamadılar. Şifahen uydurmaya H. Rıza teşebbüs etti. Celal Bayar kabul etmedi.”(178) Bayar, Atatürk’ün Hasan Rıza Soyak’a sözlü bir vasiyet açıkladığına inanmıyor böylece vasiyetle sonuç elde etme imkânı ortadan kalkıyordu. Kendisi de mason olan ve bir süre Şükrü Kaya grubu ile ortak hareket eden Bayar, ordunun ağırlığını İnönü’den yana koyduğunu öğreniyordu. Ordu, bürokrasi, CHP kadroları ve TBMM’de Başvekillikten ayrılmasına rağmen İnönü gücünü koruyordu. Diğer yandan, İnönü’ye karşı bir suikast hazırlandığı söylentileri yayılıyordu. Recep Zühtü’nün İnönü’yü vuracağı haberleri üzerine İnönü’nün Ankara’daki evi Refik Saydam ve yine bir mason olan Nevzat Tandoğan’ın tedbirleriyle korunuyordu. İnönü’nün tespitleri, çarpıcıdır ve Atatürk’ün ona yönelik bir suikasti önleyemeyecek ölçüde kuşatıldığının açıklamasıdır. İnönü anlatıyor: Atatürk’ün hastalığı Ağustostan itibaren ağır istikamet aldı. Bundan sonra Atatürk’ün bana karşı muamelesinde şu noktalar karakteristiktir: -İstanbul’a gelmemi istemiyordu, temasa gelmekten katiyen çekiniyordu. (…) Lozan gününde kimseye bir kelime yazdırtmadılar. Kendisi telefonla çok muhabbetti şeyler söyletti. Sonra haber aldığıma göre bunları yazı ile göndermek düşüncesinde idi. Hasan Rıza bu şekli ile iktifa etti. (…) Teşrinisani günleri beni İstanbul’a götürmek için Şükrü Kaya ve onun tertibinde ansızın bir fazla gayret belirdi. Ben de candan istiyordum, l akat Şükrü Kaya tertibindeki bu gayret yakın arkadaşlarımın dikkatini çekti. Katiyen bırakmadılar. Onlar haklı ve isabetli çıktılar. Şükrü Kaya İstanbul’a son anda beni götüremediği için pek hiddetli idi. (…) Benim İstanbul’a gitmediğimin tek sebebi Atatürk yalnız bununla müteselli oluyordu. Benim burada (Ankara) kalmam onu bahtiyar ve minnettar ediyordu. Benim burada kalmamı sıhhatim için kendi arzu ettiğini her vesile ile söylüyordu.(179)

Atatürk kuşatma altındaydı ve devletin kurucularından İnönü’ye yönelik suikast hazırlıklarını seziyor veya biliyor önleyemiyordu. Masonlar ikiye bölünüyor, bir kısmı İnönü’yü destekliyordu. Diğer yandan, Falih Rıfkı Atay’ın yazdığına göre: Gene son zamanlarda kendisini sevenler İsmet İnönü’ye karşı bir suikast tehlikesini önlemek için tedbirler almışlardı. O zaman ki F.mniyet Umum Müdürü, bir tehlike sezildiği vakit, İnönü’yü kaçırmak ve gizlemek tertiplerini dahi düşünmüştü. Çankaya’daki İnönü köşkü sıkı koruma altındaydı.(180)

Atatürk kuşatılıyor, İnönü’ye suikast hazırlıkları ayyuka çıkıyor, Şükrü Kaya önderliğinde güçlü bir mason grup ortak hareket ediyor, Atatürk siyasi bir vasiyete zorlanıyordu. Bu durumda şu tespitler haklılık kazanıyor: “Masonlar, halin icabı olarak bir müddet uyumayı uygun bulmuşlar, fakat kendi kendilerini kapatmanın mensupları arasında uyandıracağı aleyhte tesirlerden kurtulmak için kapatılma kararını temin etmişlerdi. 1935 yılı Eylül ayında Yüksek Mason Şurası son genel kurul toplantısını yaparak, “masonluk aleyhindeki bazı cereyanlar dolayısıyla hâsıl olan vaziyeti görüşerek, kati lüzum görüldüğü takdirde Yüksek Şura’nın bütün mahfillerin bir müddet için uykuya girmesi” ve bunun içinde “bu uykuya girişin ne zaman ve suretle yapılacağının tayini selâhiyetinin Amir-i Hâkim’i Azam ve müteakip dört vazifedar ile İdare Encümeninin üç munzam azasına bir komisyon halinde, müştereken tevdiine” karar veriyordu. “Atatürk adına kapanmalarını masonlara tebliğe memur Şükrü Kaya bir Masondur ve bu kararı tebliğ için çağırdıkları da kapanma kararı almaya selahiyet verilen heyettir. Yani masonlar, uyumaya karar almış, sonra da kendilerini mazlum hale sokarak istedikleri gibi uyumuşlardır.”(181) Ayrıca “Türk Mason Cemiyeti”nin yani dolaylı olarak ilk üç dereceyi kapsayan mason localarıyla “Türkiye Büyük Locası”nın kapatılması, yasalar önünde hukuki bir görüntüsü olmayan “Yüksek Şura”nın kapatılması anlamına gelmiyordu. “Yüksek Şura” eylemsiz kalmakla birlikte varlığını sürdürüyordu. Ayrıca masonlar faaliyetlerini “gizli” olarak yürütüyorlardı. Atatürk hayatta olduğu dönemde, “Amir-i Hâkim-i Azam” Dr. İsmail Hurşid’in ölümü üzerine bu göreve Dr. Nureddin Ramih getiriliyor, masonluğun resmen yasak olduğu dönemde 16 Mason 33. dereceye yükseltilerek “Yüksek Şura” üyeliğine getiriliyordu. Büyük Locayı “uyandırmaya” hazır “Yüksek Şura” çalışmalarını gizlice yürütüyordu.

Bu bilgiler, dönemin egemenlik ilişkileri, güç odaklan ve yönetim araçlarının tek liderde toplanmadığını çeşitli çıkarları temsil eden grupların kıyasıya iktidar mücadelesi verirken sadece lideri bir simge olarak ön plana çıkardıklarını ortaya koyuyor. Devletin kurucularından ve iki numarası İsmet İnönü’ye suikast hazırlıkları, Atatürk’ün kuşatılması, kapitalist enternasyonalin gizli örgütleriyle bağlantılı güçlerin nitelik, eylem, programlarının gizli kalmış yönlerine dikkati çekecek niteliktedir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde Türkiye’de şebekeleşen çıkar odaklarının “denge oyunu”nun gereklerine uygun hareket eden ve herhangi bir batılı güçten ziyade genel çıkarlara ideolojik, diplomatik, politik bağlılığı “bağımsızlık” güvencesi sayan kurucu liderlerin yavaş ve sistematik ölümlere kurban edilmediğini, kurtulanların ise “bıçak sırtı” kurtulmadıklarını kesin olarak, mutlak hakikat budur diye kim söyleyebilir?


NOTLAR
(1) Çağatay Uluçay, Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu, Tarih dergisi Mart 1954, Sayı: 9, sf. 61.
(2)Kritovulos, Tarih-i Sultan Mehmet Han-ı Sani, Sadeleştiren: Muzaffer Gökhan, İst. 1967, Ki­tapçılık Tic Yay.
(3)Parvus Efendi, Türkiye’nin Mali Tutsaklığı, (Haz.) Muammer Sencer, İst. 1977, May Yay., s., 75.
(4)Celîl (1998) age., si. 50.
(5)Celîl (1998) age., sf. 52.
(6)Malmîsanij age., sf. 67-68.
(7)Celîl (1992) age., sf., 129.
(8)Austen Henry Layard Ninova ve Kalıntıları, Belgelerle Türk Tarihi dergisi, Eylül 1968, sf. 140-159.
(9)Hacer Yıldırım Foggo, Kırmızı Püskül, 1843-1846 Nesturi Katliamı, İst. 2002, Çivi Yazıları Yay., sf. 56.
(10)Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İst., 1991, İletişim Yay., sf. 33.
(11) İsmail Kara, Türkiye de İslamcılık Düşüncesi, c. I., 2. Baskı, İst. 1986,  Risale Yay., sf. 28-29.
(12) Tarık Zafer Tunaya, İslâmcılık Akımı, İst. 1991, Simavi Yay., sf. 46.
(13)Azmi Özcan, Pan-İslâmizm, Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914),  İst. 1992, TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, sf. 70-71.
(14) Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, 5. Baskı, İst. 1987, Dergâh Yay., sf. 180.
(15) Jacob M. Landau, Pan-İslâm Politikaları, İdeoloji ve Örgütlenme, Çev: Nigar Bulut, İst. 2001, Anka Yay., sf. 79.
(16)  Dr. Cezmi Eraslan, 2. Abdülhamit ve İslâm Birliği, İst. 1992, Ötüken Yay., sf. 132-133.
(17) Eraslan age., sf. 203
(18) Jwaideh age., sf. 162.
(19) Jwaideh age., st. 163.
(20) Jwaideh age., sf. 170.
(21) Eraslan age., sf. 137.
(22) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’da Enver Paşa, İst. 1983, Remzi Kitabevi, c. I., sf. 130.
(23) Ergin age., sf. 1188.
(24) Celil age., (1992) sf., 221.
(25) Hanioğlu (1981) age., sf. 315.
(26) Hanioğlu (1981) age., sf. 318.
(27) Hanioğlu (1981) age., sf. 341.
(28) Hilmi Ziya Ülken, Türkiye de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2. Baskı, İst. 1979, Ülken Yay., sf. 243.
(29) Hanioğlu (1981) age., sf., 405.
(30) Hanioğlu (1981) age., sf., 367.
(31) Jale Parla, Efendilik-Şarkiyatçılık-Kölelik, İst 1985, İletişim yay., sf. 54-55.
(32) Ülken age., sf. 250.
(33) Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, Çev: Metin Çulhaoğlu, 3. Baskı, İst. 1993, İleti­şim Yay., sf. 85.
(34) Mardin (1993) age., sf. 85.
(35) Cemal Kutay, 2. Dünya Harbinde Belgrad’ı Kurtaran Türk, İst. 1963, Büyük Keruza Matbaası.
(36) Prof. Dr. Sina Akşin, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, Ankara 1999, İmge Kitabevi, sf. 267, 268.
(37) Süleyman Şefik Paşa, Hatıratım, 31 Mart Vak’ası, Çev: Hümeyra Zerdeci, İst. 2004, Arma Yay., sf. 1982.
(38) Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İst. 1987, Remzi Kitabevi, sf. 128-129.
(39) Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1975, Yeni Asya Yayınları, sf. 86.
(40) Taha Parla, Ziya Cökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İst. 1989, İletişim Yay., sf. 22.
(41) Parla age., sf. 105.
(42) Parla age., sf. 110.
(43) David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876 1908), Çev: Rekin Ertem-Fahri Erdem, İst. 1979, Kervan Yay., sf. 155.
(44) M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türk­lük, (1889-1902), c. I., 2. Baskı, İst 1989, İletişim Yay., sf. 216.
(45) Şerif Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları, İttihat ve Terakkiye Muhalefet, İst. 1990, Nehir Yay., sf. 24-25.
(46) Hanioğlu, (1989) age., sf. 313.
(47) Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, 2. Baskı, İst., 1991, Fırat-Koral Yay., sf. 46.
(48) Malmisanij age., sf. 148.
(49)Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, İst. 1989, Hürriyet Vakfı Yay., c. III., sf. 416.
(50) Şerif Paşa age., sf. 61.
(51) Mevlanzade-Rıfat, İttihat Terakki İktidarı ve Türkiye İnkılâbının İç Yüzü, İst. 1993, Yedi İklim Yay., (içinde)
(52) Kutlay age., sf. 105.
(53) Malmisanij, Yüzyılımızın Başlarında Kürt Milliyetçiliği ve Dr. Abdullah Cevdet, Uppsala 1986, Jina Nû Yay. sf. 55.
(54) 31 Mart Olayına Değin Sabahattin Bey ve Ahrat Fırkası, A.Ü. SBF dergisi, Ankara 1973, No: 3, c. 27, sf. 541-560.
(55) İlhami Soysal, 150’likler, Kimdiler, Ne Yaptılar, Ne Oldular, 3. Baskı, İst. 1988, Gür Yay., sf. 37.
(56) Meşrutiyet Hatıraları, Hüseyin Cahit Yalçın (1908-1918) Fikir Hareketleri, (içinde s. 124), 1936, sf. 309.
57 Foroz Ahmad, İttihat ve Terakki, (1908-1914), Çev: Nuran Ülken, İst. 1971, Sander Yay., sf. 39.
(58) “Hürriyet ve İtilaf Fırkasını Destekleyen Matbuat’ Tarih ve Toplum, s. 42, Haziran 1987, sf. 9- 14.
(59) Ali Birinci, “Hürriyet ve İtilaf Fırkası, II: Meşrutiyet İçinde İttihat ve Terakki’ ye Karşı Çıkanlar, İst. 1990, Dergah Yay. sf. 124-125.
(60) Birinci age., sf. 219.
(61) Birinci age., sf. 220.
(62) Doza Kürdistan, Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi),Haz: Mehmet Bayrak Ankara 1991. 2. Baskı, Özge Yay., s., 28.
(63) Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, İst. 1992, Doz Yay., sf. 88.
(64) Dr. Kemal Mazhar Ahmed, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan ve Ermeni Soykırımı, Çev: Mustafa Düzgün, Stockholm, 1986, Kürdistan Yay., sf. 46.
(65) Doç. Dr. Mim Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in “Kürdistan Misyonu” (1919), İst. 1989, Boğaziçi Yay., sf. 73.
(66) Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev, 3. Baskı, İst. 1970, Atlas Kitabevi, sf. 82-83, 106-107.
(67) Malmisanij (2000) age., sf. 130-131
(68) Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Ankara 1986, Öğretmen Yay., c. III., sf. 529.
(69) Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, Ankara 1993, Öz-Ge Yay., sf. 146.
(70) Dr. Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, c. I., 2. Baskı, Ankara 1987, TTK Yay., sf. 213.
(71) Sonyel age., sf. 29.
(72) Sonyel age., sf. 27.
(73) Edward William Charles Noel, Kürdistan 1919, Binbaşı Noel’in Günlüğü, Çev: Bülent Birer, İst. 1999, Avesta Vay., sf. 147.
(74) Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, Çev: Mehmet Harmancı, İst. 1995, Sabah Kitapları, sf. 350.
(75) Silopi age., sf. 53-54.
(76) Silopi age., sf. 56.
(77) Silopi age., sf. 57.
(78) Memduh Selim, “Kürt Kulübünde Bir Söyleşi” Jin dergisi (1919, 18 Haziran, No: 21), Çeviren ve sadeleştiren: M. Emin Bozarslan, Uppsala 1988, Deng Yay., sf. 914-915.
(79) Malmisanij, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve gazetesi, 2. Baskı, İst, 1999, Avesta Yay., sf. 15.
(80) Malmisanij, Bitlisli Kemal Fevzi ve Kürt Örgütleri İçindeki Yeri, İst. 1993, Fırat Yay., sf. 42-43.
81 Vet. Dr. Nuri Dersimi, Hatıratım, Stockholm 1986, Roja Nü yay., sf. 26.
(82) Musa Anter, Hatıralarım, İst. 1990, Doz Yay., sf. 67.
(83) Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, İst. 1960, Diyarbakırı Tanıtma Der­neği Yay., c. II, sf. 193.
(84) Silopi age., sf. 29-30.
(85) Silopi age., sf. 31.
(86) Medeni Ayhan, Kürdistanlı Filozof Ehmede Xani, Ankara 1996, sf. 10.
(87) Rohat, Ziya Gökalp’ in Büyük Çilesi, İst. 1992, Fırat Yay. sf. 48.
(88) M.S. Lazarev, Yeni ve Yakın Çağda Kürt Hareketi, Uppsala 1991, Jina Nû Yay., sf. 78.
(89) Jwaideh age., sf. 233.
(90) Hanioğlu (1981 )age., sf. 322.
(91) Malmisanij, Kürt Talebe-Hevî Cemiyeti, İst. 2002, Avesta Yay., sf. 30.
(92) Celile Celil, 19. Yüzyıl Sonu-20. Yüzyıl Başı Kürt Aydınlanması, Çev: Arif Karabağ, İst. 2000, Avesta Yay., sf. 137.
(93) Malmisanij (2002) age., sf. 33.
(94) Jawaideh age., sf. 219.
(95) TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. IV., 2. Baskı, Ankara 1985, Türkiye İş Bankası Yay., sf. 153.
(96) Tevfik Çavdar, Talât Paşa. Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, 2. Baskı, Ankara Yay., sf. 29-30-31.
(97) Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, İst. 1977, Eser Kültür Yay., c.1.11., sf. 804-805.
(98) Haydar Kazgan, Galata Bankerleri, İst 1991, TEB Yay., sf. 24.
(99) Bir Osmanlı Banker Ailesi: Kamondo’lar. Tarih ve Toplum, 1999, s XIII, sf. 101.
(100) Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yansında İstanbul Çev.Mehmet Ali Kılıçbay, Enver Özcan, Ankara 1990, TTK Yay., c. I., sf. 60.
(101) Mantran age., c. II., sf. 197.
(102) Gıovannı Arrıghı, Uzun Yirminci Yüzyıl, Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, Çev: Recep Boztemur, Ankara 2000, İmge Yay., sf. 428-429.
(103) Reşat Kasaba, Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Ekonomisi, Çev: Kudret Emiroğlu, İst. 1993, Belge Yay., sf. 94.
(104) İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İst., 1983, Hil Yay., sf. 140-141.
(105) Ortaylı age., sf. 119.
(106) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Sadeleştiren: Dündar Günday, İst. 1993, Üçdal Neşri­yat, c. II., sf. 646- 651.
(107) Coşkun Çakır, Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi, İst. 2001, Küre Yay., sf. 74.
(108) Yuriy Aşatoviç Petrosyan, Soın/et Gözüyle Jön Türkler, Çev: Ayşe Hacıhasanoğlu-Mazlum Beyhan, Ankara 1974, Bilgi Kitabevi, sf. 33.
(109) Celil age.sf. 112.
(110) Ethem Xemgin, Kürdistan Tarihi, İst. 1997, Doz Yay., c. III. (İçinde)
(111) Sinan Hakan, Mükûs Kürt Mirleri Tarihi ve Han Mahmud, İst. 2002, Peri Yay., sf. 31-32.
(112) Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İstanbul 1999, İletişim Yayınları, sf. 58-68
(113) Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları, İst. 1989, Arba Yay., sf. 22.
(114) Izady age., sf. 127.
(115) Izady age., sf. 127.
(116) Jwaideh age., sf. 137.
(117) Jwaideh age., sf. 138.
(118) Celil age., sf 141.
(119) Celil age., sf. 142.
(120) Jwaideh age., sf. 138.
(121) Ehud R. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti, 1840-1890, Çev: Y. Hakan Erdem, İst. 1994, Tarih Vakfı Yurt Yay., sf. 13.
(122) Kemal Burkay, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan, Coğrafya, Tarih, Tdebiyat, İst. 1992, Deng Yay., sf. 329.
(123) Burkay age., sf. 330.
(124) Burkay age., sf. 331.
(125) Jwaideh age., sf. 140.
(126) Malmîsanij, Cizre Botanlı Bedirhaniler, 2. Baskı, İst. 2000, Avesta Yay., sf. 51.
(127) Celil age., sf. 128.
(128) Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıla­rı, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 194.
(129) İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 6. Baskı, İst. 1977, Cem Yay., sf. 241.
(130) Çadırcı age., sf., 195.
(131) Çadırcı age., sf., 196.
(132) Çadırcı age., sf., 196.
(133) Nazmı Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Türk Beylikleri, Ankara 1982, Türk Kültürünü Araştır­ma Enstitüsü Yay., sf. 106-110.
(134) Celil age., sf. 162.

(135) Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, Çev: Remziye Arslan, Ankara, Özge Yay., sf. 248.
(136) Bruinessen age., sf. 277.
(137) Prof. Dr. Celile Celil, Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev: M. Araş, İst. 1998, Peri Yay., sf. 25.
(138) Celîl (1998) age., sf. 38.
(139) Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, 2. Maskı, İst. 1987, Gür Yay., sf. 110-114.
(140) Donald C. Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi, Düyun-u Umumiye, Çev: Ali İhsan Dalgıç, İst. 1979, Doğu-Batı Yay., sf. 40.
(141) Tunaya (1989) age., sf. 310-311.
(142) Tunaya (1989) age., sf., 315.
(143) Ülken age., sf. 298.
(144) Jacob M. Landau, Pan Türkizm, Çev: Mesut Akın, İst. 1999, Sarmal Yay., sf. 72-73.
(145) Halil Menteşe’nin Anıları, İst. 1986, Hürriyet Vakfı Yay., sf. 12-13.
(146) Landau age., sf. 74.
(147) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İst. 1977, Kadro Yay., sf. 22-27.
(148) Tunaya (1989) age., sf. 305-307.
(149) Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çev: Tansel Demirci, İst. 1994, İletişim Yay., sf. 101.
(150) Şevket Beysanoğlu, Ziya Gökalp’in İlk Yazı Hay ah (1894-1909), İst. 1956, sf. 105.
(151) Françoıs Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura (1876 1935), Çev: Alev Er, Ankara 1986, Yurt Yay., sf.  56.
(152) Türkiye’de Sol Akımlar  I (1908-1925), 1. Baskı, Ankara, 1967, Bilgi Yay sf. 102.
(153) Ahmet Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele, İst. 1956, Baha Matbaası, si. 550-561.
(154) İlhami Soysal, Dünyada ve Türkiye’de Masonluk ve Masonlar, 4. Baskı, İst. 1988, Der Yay., sf., 7-8.
(155) Kerim Sadi, Türkiye’de Sosyalizm Tarihim Katkı, 2. Baskı, İst. 1994, İletişim Yay-, sf. 551.
(156) Mim Kemal Öke, Vambery-Belgelerle Bir Devletlerarası Casusun Yaşam Öyküsü, İst. 1985, Bil­ge Yay-, sf. 180.
(157) Tunaya (1989) age.; sf. 363.
(158) Heyd age., sf. 13.
(159) Paul Dumont, Grattd Orient de France arşivlerinde Osmanlı İmparatorluğu XIX. Yüzyıl Ortası ile 1. Dünya Savaşına Yakın Dönemde İstanbul’da Fransız Obedyansı’na bağlı Mason Locaları, Çev: Dr. Rıfat İnsel, İst. 1984, Mimar Sinan Yay., sf. 70-71.
(160) Georgeon age., sf. 12.
(161) Georgeon age., sf. 15-16.
(162) J.M. Landau, Tekinalp, bir Türk Yurtseveri, İst. 1994, İletişim Yay. (içinde).
(163) Landau (1999) age., sf. 55.
(164) Ziya Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, İst., 1974, Türk Kültür Yay., sf. 36.
(165) Gökalp (1974) age., sf. 56.
(166) Ilgaz  Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, Türkiye Sabetaycılığı, 6. Baskı, İst. 1999, Belge Yay., sf. 56.
(167) Zorlu age., sf. 115.
(168) Ergin age., sf. 470. ,
(169) Vamık Volkan, Norman Itzkowitz, Ölümsüz Atatürk, İst. 1998, Bağlam Yay., sf. 56.
(170) Kuran age., sf. 422.
(171) Kâzım Nami Duru, İttihat ve Terakki Hatıralarım, İst. 1957, Sucuoğlu Matbaası, st. 71.
(172) Soysal (1988) age., sf. 23.
(173) Soysal (1988) age., sf. 7-9.
(174) Asım Arar, Son Günlerinde Atatürk, İst. 1958, Selek Yay., sf. 44-45.
(175) Nadir Nadi, Perde Aralığından, İstanbul 1979, 3. Baskı, Çağdaş Yayınları, sf. 7.
(176) Tercüman gazetesi, Celal Bayar, Atatürk ve İnönü’yü Anlatıyor, 16.8.1981.
(177) Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, İst. 1981, Boğaziçi Yay., sf. 22.
(178) Hürriyet gazetesi, İnönü’nün Hatıra Defterinden Sayfalar, 13.1.1974.
(179) İnönü age., Hürriyet 1.2.1974.
(180) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst. 1980, Bateş Yay., sf. 500.
(181) Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de Masonluk Meselesi, İst 1977, Cihat Yay., c. I., sf. 218.


Türkler ve Kürtler, Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, 1. Basım, Eylül 2005, Bağdat Yayınları.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın