Avrupalı beyaz adam ilk önce Grönland’ı X. yy. da buldu. Büyük bir ihtimalle Kuzey Amerikanın Vinland adını verdikleri doğu kıyılarında bazı noktalara yerleştiler. Ancak fazla tutunamadıkları gibi, bu keşifler Ortaçağın coğrafya bilgilerinde de hiç bir iz bırakmadı. Yeni kıtayı dünyaya tanıtmak şerefi, 1492’de Hint adaları sandığı Antil adalarına ulaşan Kristof Kolomb’a nasip oldu. Bu keşfi geliştirmek ve tamamlamak da yol arkadaşlarına düştü. Floransalı Amerigo Vespucci’nin Güney Amerika kıyıları yolculuğu, keşiş Martin Waldseemüller’e, 1507’de Saint Die’de yayınladığı Batlamyus Atlası’nda Amerika (America) adını ilk defa kullanmayı ilham etti. Yeni zenginlikler ve topraklar peşinde olan Avrupalı beyaz adam, ihtiyaç olarak gördüğü yayılmacılığının kaçınılmaz keşfini gerçekleştirmişti. Evet burası Asya’nın bir ucu değildi. Eski dünyanın bütün anlayışını taşıdığı bu kıtaya “yeni dünya” dedi beyaz adam.
Çok fazla geçmeden İspanyollar ve Portekizler arasında bir gerginlik başlamıştı bile. Tordesillas anlaşmasıyla okyanuslar dahil bütün toprakları paylaştılar. İstila akın akın gelen insanlarla gün geçtikçe büyüdü. Kızılderili yerliler toprakta ve altın madenlerinde çalıştırılıyorlardı. Avrupalı beyaz adam bununla da yetinmedi ve öldürdüğü yerlilerin yerine Afrika’dan köle ticareti yapmaya başladı. Böylece Afrikalı insanlar geri dönüşü olmayan bu acımasız köklü dünya sisteminin dişlileri arasında, ezilenler arasında yerlerini aldılar. Göçler sürdü, İngiliz ve Fransız bayrakları yeni kıtada kendini gösterdi. Kıtaya Kastilya Krallığı’nın ilkelerini getiren İspanyollara karşılık olarak İngilizler 1919’da Jamestown kilisesinde ilk “burjuvalar meclisi”ni topladılar. Kızılderili yerliler boyun eğmeyince, Virginia’daki tütün tarlalarında çalışacak olan köleler, Afrikalı zenciler olmuştu.
1620’de Kıtadaki İngiliz sömürgeciliği genişlemeye başladı. Ülkelerindeki yüksek rahipler sınıfının sömürü ve ahlaksızlığından kaçan bu İngilizler, kendilerini temiz ve namuslu anlamına gelen Puritains tanımlaması ile adlandıran reformistlerdi. Hollanda’dan yola çıkan bu koloninin mensubu olan subaylar, Amerikan İhtilali’nin Yankee kurmayları oldular. Fransızlar Kanada’dan sonra Missisippi’ye kadar indiler. Yeni kurdukları yerlere Saint Louis ve Louisiana adlarını verdiler. Sömürgeleri salt silah gücü üstüne inşa etmişlerdi. Bu toprakları işgal eden İtalyan asıllı Fransız komutan La Salle’ın ölümünün üstüne Louisiana’yı kuran John Law oldu. İskoçyalı John Law, bir ülkenin refahını değiş tokuş araçlarına bağlıyor ve bu aracı kağıt para olarak belirliyordu. Böylelikle Law Merkantilizm doğmalarını son ucuna kadar yürüterek bu dogmaları karşıtlarıyla birleştirdi.
Fransız sömürgeleri silah gücünün yanı sıra, böyle bir yöntemle para ve altına yönelik bir sistem kurdular. İngilizlerden daha yumuşak davranmaya özen gösterdiler. Sömürgelerin kozmopolit olmayışı, kızılderililere “insanca” yaklaşımlarına rağmen on üç İngiliz sömürgesinden daha az bir nüfusa sahiptiler. Göç İngilizlerin sömürgelerine akıyordu. 1758’de Fransız ve İngilizlerin çarpışması Fransa İmparatorluğu’nun Amerika’daki sonu oldu. İlk sömürge bağımsızlık savaşının ardından 7 yıl savaşlarında Fransızlara karşı savaşmış olan Virginia’lı çiftçi George Washington, Yorktown’da İngiliz kuvvetlerini teslim almaya zorladı.
Amerikan İhtilali çok sancılı oldu. Böylelikle Avrupalı beyaz adam başka bir kıtada kendini başka biçimde yaratmanın yollarını bulmuştu. Birleşik Devletler ağırlıklı olarak İngilizlerin hakimiyetindeydi. 1861’de iç savaş çıktı. Güney eyaletleri ile Kuzey eyaletlerinin savaşı sonucunda ortaya çıkan “Azatlık Bildirisi” oldu. Köleliğin kanun dışı bırakılması, köle olarak çalışan insanların yine de garantisi olmadı. Birleşik devletlerin inşa sürecinin işçiliğini onlar yaptılar. Demiryolu yapımında, tarlalarda, kentlerin kurulmasında bütün yükü onlar çektiler. Böylelikle ekonomik faaliyetin bizzat kendi niteliğinden ötürü değer kazandığı yerlerde, burjuvazi daha yoğun bir gelişme göstermişti. Kuzey bölgeleri bu gelişmenin en çok olduğu bölgelerdi. Max Weber’in protestan ahlakı ile kapitalist zihniyet arasındaki bağlantıya işaret edişini hatırlatmakta yarar var sanırım. Kendi yasasını izleyen burjuvazinin yükselişine A.B.D. tipik bir örnektir.
Avrupalı insanın yeni dünya arayışı, sömürgecilik tarihine yeni bir ülke daha eklemişti. 20. yy.’ın başında atlası açıp bakanlar bir önceki yüzyıldaki Avrupa egemenliğini rahatlıkla görebilirdi. Oysaki yeryüzü, güneş sistemlerinin bulunduğu gün, daha doğrusu, sonsuz küçük kavramının ortaya çıkışı ile daralmaya başlamıştı bile. Birdenbire çağı tanımlamaya yarayacak olan buharlı makinenin icadı, uygarlıkları yeniden sınıflandırdı. Fabrikalar madenle işbirliği yapmaya başlamış ve başka türlü bir yaşam anlayışı biçimlenmeye başlamıştı. Yayılmaya başlayan özgürlük tutkusu insanın gelişmesinin habercisi oluyordu. Birçok bakımdan 18. yy.’a yakın ama onun akılcılığına sırt çeviren romantizm, buharın ve yükselmekte olan kapitalizme karşı duygusal tepkisini göstermeye başlamıştı bile. Gerçekçilik ve doğalcılık demir ve altın uygarlığına karşıdan bakmayı yeğlemiş, bilimcilik umut içinde ışık saçarken; olguculuk insanoğlunun aklını mekanikleştirmişti. Öznel idealizm ise tüm zamanlara yayılacak ikamesini gerçekleştiriyordu. Belirsizleşen, iki yana da çekilebilir hale gelen kesinliklerin sarsılmasıyla Avrupa anlıkçılığı (entellektüelizmi) düşüşe başladı.
Bilimde gelişmeler oldu. Artık buluşların ve ilerlemenin ne anlama geldiğini yeniden düşünmek gerekliliği ortaya çıktı. Liberal ekonominin havarileri ve kodaman hisse senedi sahipleri kurtuluş umudunun kendileri olduğunu söylüyorlardı. Bütün bunlara karşılık Lenin’in kaleminden Marksizm kendini dünyaya tanıtıyordu. Rusya’daki devrim sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu ilk deklare eden girişim oldu. Avrupanın hızı kolay kolay sindirilmeye yanaşmamıştı. Akkor lambasını, dinamoyu, sinemayı, telsizi geliştiriyor, otomobil ile uçağı yaratıyordu. A.B.D.’nin kuzeyi bu hızı benimsemişti.
Avrupa’nın yaşadığı bu makineleşme sanatta ve kültür hayatında etkisini bulmuştu. 1910’lu yıllarda fütüristler ortaya çıktı ve makineleşmeyi insanlığın ilerlemesi olarak algılayıp desteklediler. Olguculuk tam anlamı ile zirveye tırmanmıştı. Kapitalist paylaşım savaşı ile birlikte Avrupa’da dışavurumcu hareket kendini gösterdi. Bu sanat akımı, bilimdeki gelişmelerden, kentlerin makineleşmiş boğuculuğundan etkilenen bir kuşağın sesiydi. Geçmişteki sanat akımlarına tepki duyan bu kuşak mekanikçi aklın karşısına sezgici aklı koyuyor ve savaşın acıları içinde hezeyana düşen öznel- idealist bir çizgi izliyordu. Ardından dadaizm geldi. Savaşın yaratığı dehşete karşı anlamsızlığı, akıl dışılığı ve alaycılığı ön plana alan bu ekol geleneksel toplum düzenini ve alışılmış kültür değerlerini yıkmayı amaçlıyordu. Sanatın o güne kadar gelmiş değerlerine sanatla karşı çıkıyorlardı. Dünya sanatına kolaj anlayışını ilk olarak onlar getirdiler.
Amerika’lı sanatçılar ise hala İngiliz sanatının etkisindedirler. Özellikle “Georgian” dönemi şairlerinin yazınsal kaygıları Amerika’da etkilerini göstermiştir. Amerikan sanatı 20.yy başlarına kadar. Avrupadan izoledir. 1913’de New York’da açılan resim sergisinde Avrupa kübistik fütüristik ve mistik işler şok etkisi yapar. Bir anlamda modern Avrupa sanatı ile Amerikan sanatçısının ciddi olarak ilk karşılaşması gerçekleşmiş olur. Böylece modern sanat tartışmaları başlar bu ülkede. Geçmişle bugün arasında kurulan bir yol gibidir bu. Avrupa yazınına baktığımızda birbiriyle ilişki içinde olduğunu görürüz. Bu ilişkiler, sürekli bir birliktelik ve ardı ardına birbirini yıkan değişimler gösterir. Hareket ve yayılma halindeki yazın, yalnızca yayılmakla kalmamış,daha başka yazınlarda yaratmıştır. Amerika, Avustralya, Güney Afrika gibi topraklara yayılmasının yanı sıra, slav yazınını da etkilemiştir.
Amerika kıtasına baktığımızda iki yazınla karşılaşıyoruz; İngiliz- Amerikan ve İspanyol- Amerikan yazını. Bu iki yazın içinden İngiliz- Amerikan yazınına yöneldiğimizde karşımıza ilk olarak, 20.yy’a ait bir şair olan Walt Whitman çıkıyor. İngiliz-Amerikan şiirinin uyak ve koşuk kuralını yıkarak modern şiirin öncülüğünü yapan Walt Whitman, genelde şiirlerinde aşk, yaşama sevinci, demokrasi ve özgürlük gibi konuları işlemiştir. Böylece Walt Whitman, Amerikan sanatına geç gelen realizm akımınında habercisi olur. 1910-1920 yıllarında ortaya çıkan Amerikan realizmi, Amerikan sanatının “rönesans” devri olarak kabul edilir. Bu akımın şairleri o yıllarda “Poetry” adlı dergide toplanırlar. Bu şairler arasında bilimsel maddecilikten etkilenen Edwin Arlington, şiirlerinde sosyal konuları ve işçi sınıfını dillerinden Carl Sandburg, doğaya yönelik lirik ve dramatik dil kullanan gerçek bir realist Robert Frost gibi şairler vardır.
Plastik sanatlarda ise Marsten Hartley’in New york sergisinin ardından Amerikan modern sanatının üzerinde önemli etkisi olan Marcel Duchamp olmuştur. New York’ta ilk otantik American avantgarde grubunu oluşturmuştur ve New York dadaistleri olarak bilinen sanatçıların bir araya gelmesinin öncülüğünü yapmıştır.
I. kapitalist paylaşım savaşının ardından Amerikan edebiyatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Bu dönemde en çok göze çarpan şair T.S.Eliot, Amerikan edebiyatının dünyaya açılışının ilk habercisi olur. Gerçekte Amerikalı olan T. S. Eliot daha sonra İngiltere’ye yerleşerek İngiliz vatandaşı olmuştur. Çağını etkileyen bu şair, şiirde olduğu kadar tiyatro oyunları ve eleştiri yazılarıyla da dikkat çekmiştir. Çağdaş İngiliz-Amerikan edebiyatının önemli görülen şairlerinden Ezra Pound, şiirlerinde eski çağlara göndermeler yapan bir arkeolojiyi yansıtmıştır kendi dizelerinde.
Ezra Pound anti-Amerikancı bir çizgi izleyerek, 2. Dünya savaşında faşist İtalyan radyosundan Amerika’ya karşı propaganda yapmıştır. Sanatçı akıldışılığını “benim düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı ile bağdaştıran şair, yaptığı tuhaf konuşmalardan dolayı bir süre sonra Mussolini’nin sansürcüleri tarafından Amerikan ajanı olduğu gerekçesiyle radyo programı yasaklanmıştır. 2. Dünya savaşının sonlarına doğru Amerika’lılar İtalya’yı işgal edince, Ezra Pound yakalanmış ve bir kampta tutulduktan sonra Amerika’ya götürülerek bir akıl hastanesine kapatılmıştır. Akıl hastanesinde yatan şaire, Amerika’nın manevi değeri yüksek sayılan “Bollingen”yazın ödülü verilmiştir.
Dünya savaşı, Avrupa sanatında ekspresyonizm akımının sanatçılarını bir hayli etkilemiştir. Ardından gelen 2. Dünya savaşı, insanlar üstünde bıraktığı etkilerle birlikte sanatçıları da etkilemiş ve aynı zamanda ekspresyonizme duyulan tepkilerle birlikte dadaizm akımının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Franko dönemini yaşayan ispanya ise, bazı Fransız sanatçılarında içinde bulunduğu sürrealizm akımının odağı olmuştur. Milyonlarca insanın kanda boğulmasına sebep olan yeni sistemin Avrupa’daki kurulma sancıları bir çok sanat akımında ifadesini bulmuştur. Avrupa’nın bu birikimi, Amerikan sanatında kendini farklı biçimde göstermiştir. Sürrealizm etkili ressamlar içinde Arshile Gorky, yapıtlarıyla soyut dışavurumculuğun (Abstract Expressionism) Amerika’da gelişmesine katkısı olmuştur. Böylesine soyut dışavurum dilinin oluşması, Amerikan edebiyatında 2. Dünya savaşı sonrasının özelliği olmuştur. Bu yansıma, e. e. Cummings’de rahatlıkla görülebilir. e. e. cummings şiirsel mantık,biçim, fonetik ve noktalama bakımından İngiliz- Amerikan şiirinden uzaklaşmış, bir kural dışılık içinde kendi kurallarını yaratmıştır. Bu tarz şiirin etkileri ülkemizde gelişen 2. Yeni akımda görülebilir.
I. Yaşanan iki büyük savaştan sonra, uygar acuna, çeşitli yollardan yayılmaya başlayan bu yeni dönem şiiri, İngiliz- Amerikan edebiyatının dışında bütün dünyada etkilerini gösterdi. Bazıları bu tarz şiiri herhangi bir akımın içine sokamadı. Kapalı, karanlık ve görüntü şiirdir diyenler oldu. Anlamlı şiir diyenlere karşılık, anlamsız olduğunu iddia edenler de oldu. Zaten, daha önceleri, sembolistler, sürrealistler, dadaistler ve imgeciler ortalığı yeterince karıştırmışlardı. Yaratılan simgeler öznel, dizeler savruk ve dağınık, denetsiz sözdizimi, sözcük örgüsü, diksiyon çok farklıydı. Aslında bilimde gelişmelere bakacak olursak, görecelik ve belirsizliğin ortaya çıkması ile birlikte felsefede ve sanatın bütün dallarında hayata geçmeye başlamıştı. Önceleri şiirin özünde gözüken bütünün parçalılığı, bu yeni dönemle birlikte kendini öz ile birlikte, biçimde de arıyordu. T. S. Eliot ve St. John Perse gibi şairlerin şiirlerinde bir karmaşıklık, bir güç anlaşılma, ya da anlamsızlık vardı. Ancak genç kuşak ozanlarının benimsediği ve bundan bir akım yaratmaya çalıştıkları şiirin yeni ustaları Amerika’lı e. e. Cummigs ve İngiltere’de doğup büyüyen ama, sonradan Amerika’ya yerleşen Dylan Thomas’dı.
Dylan Thomas’ın ilk kitabına tepkiler büyük oldu. Eleştirmenlerin çoğu şiiri deforme eden bir mantık dışılık ve disiplinsizlik olduğunu söylediler yazılarında. Bu şaşkınlıkla söylenenler doğru olabilirdi. Yine de Thomas’ın şiirleri bir kenara atılamadı. Çünkü bu şiirler anlaşılmadıkları ya da yanlış anlaşıldıkları zaman bile okuyucuyu etkileyebiliyordu. Şiirinde varolan bu belirsizlik, aslında öz olarak şiir sanatı kadar eski konuları işliyordu. Kişisel deneylerini evrenselleştirmede, kendine özgü bir dil, değişik simgeler yaratmış ve yıpranmış olan bu konulara yeni bir nitelik kazandırmaya çalışmıştı. Bu bakımından Thomas’ın diğer ozanlardan farklı yönü hiç bir sınıflandırmaya sokulamayışıdır.
Ve Artık Hükmü Kalmayacak Ölümün
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümünVe artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.Dylan Thomas
20.yy’da yaşanan gelişmeler bir birikimi ortaya koymuş, ancak, sanatın giderek yeniden bir üst kültür yaratacağı korkularını ve tartışmalarını başlatmıştı bile. Bu tepkiler, Amerika’da 1950- 1960 yıllarında bir alt kültür çalışmasını gündeme getirdi. Soyut dışavurumculuğa (Abstract expressionism) karşı reaksiyon olarak Pop art gelişti. Günlük yaşamda sanat, sanatta günlük yaşam tartışmaları yeni yapıtların sergilenmesini sağladı. Plastik sanatlarda Andy Warhol bu tarzın önemli taşıyıcılarından biri oldu.
Kısaca gözden geçirdiğimiz İngiliz- Amerikan şiirinin üstüne bir örtü çekilmek üzereydi. Amerika’da yepyeni bir toplumsal dalga gelmekteydi. Bu toplumsal dalga sanatta kendini başka bir yöne çekecekti.
Bu gelişmeler yıllarca yaşanan korkunç görüntülerin üstüne gençleri sokağa döken hem politik, hem de farklı bir özgürlük hareketinin başlangıcını oluşturuyordu. 1940’lı yılların sonlarında Avrupa ve Amerika’da kapitalist sisteme tepkinin ilk çıkışları başladı. Bu hareketler Beatles’dan Janis Japlin’e, Andy Warhol’dan Allen Ginsberg’e ve Ferlinghetti’ye, Abbie Hoffman ve Jerry Rubin’den, Guy Debord ve “Kızıl Dany”‘ye kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. “Beat Generation” denilen A.B.D.’nde yaygınlık kazanmış olan bu akımın en ünlü temsilcisi Allen Ginsberg’di. Bu sanatçılar, hiçbir arka plan kaygısı duymadan pratik yaşamlarında izledikleri bütün çirkinlikleri yapıtlarına taşımaktaydılar ve toplumlarını kıyasıya eleştiriyorlardı. Allen Ginsberg 1956’da çığlık adlı şiirini yayınlamış ve bu şiir yeni kuşağı etkileyen en önemli şiirlerden biri olmuştur. A.B.D.’ndeki hareketler cinsel konularda sınırsız özgürlük ve uyuşturucuya yönelim göstermesiyle dikkat çekmiştir. Anti-kapitalist tutumları bu gençleri Doğu’nun gizemli dünyasına ve Zen Budizm’e yöneltmişti. Özgürlüğü böyle bir dünyada aramaktaydılar. Amerika’nın keşfinden bu yana gelen “Yeni dünya” anlayışı bir Amerikan kabusuna dönüşmüştü.
Avrupa’daki hareketler genelde bir öğrenci hareketi olarak tanımlandı. Bu bakımından Amerika’daki hareketlerden önemli bir farklılık göstermiyordu. Herbert Marcuse’nin iddia ettiği gibi, yeni bir toplumsal- devrimci özne arayışına tekabül ediyorlardı. Ancak, Amerika’daki hareket anti- militarist bir çıkış yaparken, Avrupa’daki hareketin söylemi böyle bir nitelik göstermiyordu. Bu nedenle Fransa’daki hareketin en önemli eylemi Sorbonne işgali olurken, Amerika’da Pentagon kuşatması olmuştur. Bu hareketler temelde dünya üstüne verilen ulusal kurtuluş mücadelelerinden etkilendiler. Bu yüzden gösterilerinde Che, Mao ve Ho chi Minh posterleri taşımışlardır.
“Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim
17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi- yedi sent.
Kendi kafam bile bir destek değil bana.
İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika?
Al şu atom bombasını da kıçına sok.
Kafam bozuk, Amerika, birde sen üstüme varma,
kafam yerine gelene dek şiir miir de yazmayacağım.
Söyle bana Amerika ne zaman melekleşeceksin sen?
Ne zaman anadan doğma olacaksın?
Ne zaman bakacaksın mezarlıktan Amerika?”A. Ginsberg
(“Amerika” şiirinden)
Alt kültürün savunucularından biri de Ginsberg’in yanı sıra Ferlinghetti’ydi. Beat kuşağının en aydın ozanı olarak gözüküyordu. Şiir sanatı ve sanatın bağımlılığı üstüne şöyle diyor;
“Beat Generation’ının yavruları bana şöyle dediler:
“Hem beat olup, hem de bağımlı olamazsın.”
Haklısın, çok haklısın adamım.
“Yalnızca ölüler ve esrar çekip kafayı bulanlardır
her şeyi boşlayanlar. Bunlar anlaşılmaz kişilerdir.”
demiştir W.S. Burrougs bir kez.
Ama ben onlardan değilim.
Hiçbiri değilim. İşte böyle adamım.
Tüm Beat Generation’ın varoluşçu olduğu hikayesi
üç paralık pırasa gibidir, yapmacıktır,
düzenbazlıktır.”Ferlinghetti
Bütün bunlara bağlı olarak Rock müzik 1960’ların başlarında doğdu. Daha geriye döndüğümüzde İngiltere ve Amerika’da 3000’e yakın halk şarkısını derleyen Cecil Sharp 20. yy. İngiliz müziğine öncü olmuştur. Bu arada, Amerika’da aynı dönemlerde (20. yy. başları) hakim olan müziğin “blues” olduğunu görüyoruz. Rock müziğinin kökeni olan bu müzik türü, Amerika’lı zencilerin ‘sprituals’larından doğmuştur. Bunun yanı sıra iş şarkıları ve hapishane şarkılarının da sprituals’larla içiçe girmesi, yeni bir tür olarak ‘blues’u doğurmuştur. Blues müziği bir anlamda baskı, yoksulluk içinde yaşayan zenci, işçi kesiminin hüzünlü yaşamlarını yansıtır. Ama bu karamsar havanın içinde aynı zamanda komik ve yoğun cinsel temalar da bulunur. Şarkıların içindeki iniltiler dinleyiciyi ruhani bir atmosfer içine sokar. Bu müziğin önce Rock’n Roll’a ve daha sonrada Rock’a yönelmesinde büyük payı olan müzisyen Muddy Waters’dır.
1950’li yılların sonlarında müzikal düzeyde blues’un, felsefi düzeyde beatnik hareketinin etkisiyle oldukça geniş yığınları etkilemeye başlamıştır Rock’n Roll müziği. Başlangıçta Beatles ve Bob Dylan bu müziğin taşıyıcılığını yaparlar. Beatles, İngiltere’de aşk şarkıları söyleyen Liverpool’lu bir grup iken sonradan politize olmaya başlamıştır. Grubun üyelerinden John Lenon, sonradan gruptan ayrılarak solo çalışmaları ile politik bir kanala girmiştir. İngiltere’de sokak çocuğu isyancılığına dayanan Rolling Stones, müzikalite ve üslup olarak birbirinden farklı olan Beatles ile birlikte modern İngiliz müziğinin öncüleri olmuşlardır. Beatles’ın şarkı sözlerinden de anlaşıldığı gibi çizgisi bellidir.
Devrim
Devrimi istediğini söylüyorsun.
Pekala biliyorsun,
biz hepimiz dünyayı değiştirmeye çalışıyoruz.
Bana bunun evrim olduğunu söylüyorsun.
Pekala, biliyorsun biz hepimiz dünyayı
değiştirmeye çalışıyoruz.
Aman harap etmekten bahsederken,
beni hesaba katmayacağını bilmiyor musun?
Bilmiyor musun her şey iyi olacak?
İ-yi, i-yi, i-yi…
Gerçek çözüm bulduğunu söylüyorsun.
Peki hepimiz o planı görürsek sevineceğiz.
Benden yardım istiyorsun.
Peki, biliyorsun yapabildiğimizi yapıyoruz.
Ama insanların nefret etmelerini sağlaman için
para istiyorsun.
Sana tek söyleyeceğim kardeşim, bileceksin.
Bilmiyor musun her şey iyi olacak?
İ-yi, i-yi, i-yi…
Düzeni değiştireceğini söylüyorsun.
Pekala biliyorsun biz senin kafanı değiştirmeyi
istiyoruz.
Bana bunun bir kurum olduğunu söylüyorsun.
Bunun yerine saplantılarından kurtul.
Ama Başkan Mao’nun resimlerini taşıyarak
yürürsen,
seninle beraber hiç kimse, hiçbir şey yapmayacak.
Bilmiyor musun her şey iyi olacak.
İ-yi, i-yi, i-yi…John Lennon ve Paul McCartney
Amerika’ya baktığımız zaman çok farklı bir çizgide yürüyen Bob Dylan’ı görüyoruz. Gerçek adı Robert Allen Zimmerman olan Bob Dylan, 24 Mayıs 1941’de Duluth, Minnesota’da dünyaya geldi. 10 yaşındayken, Chicago’nun güney yakasındaki bir sokak çalgıcısından ilk gitarını satın aldı ve kendi kendine gitar çalıp şarkı söylemeyi öğrenmeye başladı. 15 yaşına geldiğinde piyano ve autoharp çalmaya başladı. Bu yaşında Brigitte Bardot’ya ithaf ettiği ilk şarkısını yazdı. Liseyi bitirdikten sonra girdiği üniversiteden atıldı. Artık Zimmerman soyadını bırakarak ünlü şair Dylan Thomas’ın adını soyadı gibi kullanmaya başladı.
Bir çok folk gurubu ile çaldıktan sonra, gezgin folk şarkıcıları içinde en ünlü olan Woody Guthrie’yi yattığı hastanede ziyaret ederek onunla tanışma imkanı bulmuş oldu. Woody Guthrie bir folk şarkıcısından öte, varolmayan bir Amerika’nın destanının yazarı idi. Düşlediği bu ülkede her çoban, her işçi, her maden arayıcısı, sade fakat şiirsel bir dil ile konuşur, topraklar kendilerininmişçesine yaşar ve korur, tüm haydutlar ganimetlerini güçsüzlere dağıtır ve toplum tüm iyiliklerin, güzelliklerin kaynağı olurdu. Guthrie, Dylan’ı etkileyen bir ozandı.
New York’ta bir çok müzisyenle tanıştı. John Lee Hooker’ın yardımıyla ilk konserini gerçekleştirdi. Konserde yalnızca beş şarkı seslendirdi. Çaldığı parçaların ikisi Guthrie’nin şarkılarıydı. Çaldığı şarkılar arasında kendi bestesi olan “Song to Woody” adlı bestesi, Dylan’ın büyük serüveni için ilk başlangıç noktası oldu. Dylan 1961’de verdiği ilk solo konserinin ardından ilk plak çalışmasını yaptı. 1962 yılında çıkardığı esas albümünün satışları düşük olunca, plak şirketi anlaşmasını bozdu. Yaptığı bu albümde ağırlıklı geleneksel folk şarkılarını seslendirmişti. Bob Dylan henüz kendi müziğini yakalayamamıştı. Dylan bir süre sonra elektrikli enstrümanlardan oluşan grup çalışmalarının ilk denemesini yaptı. Artık müziğin ana hatları belirmeye başladı. Ancak, Dylan’ın en önemli yanı olan, sadece bir müzik adamı olmasının dışındaki dünya görüşünün yansıması problemi vardı. Tek başına müzik onu daraltıyordu. Halk müziği ezgilerinin dışına çıkışı yeni bir alan açmıştı ona. Şimdi ise yakaladığı bu müziğin söylemi de onun sınırları içinde yer almalıydı. Çünkü söz Dylan’ın gerçek kaynağını oluşturuyordu. Aslında o bir ozan sayılırdı. Tek farkı kendi dilini müzikle ifade etmesiydi.
Beklenen ses en sonunda geldi. Dylan sorunlar ve baskılar karşısında sessiz kalan gençliğe sesleniyordu. “Tüm kuralları yıkış ” sloganı ile o güne kadar var olan tüm değer yargılarına, insanların kaderini elinde tutanlara, egemenlere ve kirli savaş tüccarlarına karşı çıkıyordu. Filozofların, ekonomistlerin ve politikacıların cilalı sözlerine sığınmadan kendi başkaldırısının şiiri ile sesleniyordu. Şarkılarında halk müziği ve söylemi kendini hissettiriyordu, ancak evi olmayan silahşör, nehir kenarında atını arayan sarhoş adamın duyguları değildi anlattıkları. İnsanı vahşi topraklar dışında da görerek, New York’un ghettosuna, bürolara, üniversitelere, fabrikalara ve hatta gösterişli apartmanlarda oturan bin bir çeşit insana kadar uzanıyordu. Onun savaştığı, önceden konmuş değer yargıları, din ve ahlak kavramlarına yaslanan büyük sömürücüler ve onların baskılarıydı. Baştan beri çizmeye çalıştığımız “Yeni dünya” illüzyonunun yarattığı tüm yansımalarını görmüştü. Artık Dylan şunu iyi biliyordu, büyük savaşlar görmüş ve ekonomik bunalımı geride bırakmış 1960’lı yılların insanı, yaşadıklarına ve yaşayacaklarına ne kadar duyarsız kalabilir, eli kolu bağlı folklorik kültürün sakızını daha ne kadar çiğneyebilirdi?
Savaşın Babaları
Gelin savaşın babaları
Sizler silahları üretenler
Sizler, savaş uçaklarını yapanlar
Sizler, dev bombaları yapanlar
Sizler duvarların ardına gizlenenler
Sizler masaların ardına gizlenenler
İsterim ki, bilin
Maskelerinizin ardını gördüğümü.Siz, başka bir şey yapmayanlar
Yok etmek için üretmekten başka.
Oynarsınız dünyamla
Küçük oyuncağınızmış gibi
Elime bir silah verip
Menzilimden çıkarsınız
Ve uçuşurken mermiler
Kaçar gidersiniz uzaklara.Eski zamanın Judas’ı gibi
Yalan söyler aldatırsınız.
Bir dünya savaşının kazanılabileceğine
İnanmamı istersiniz.
Ama gözlerinizle bakıyorum
Beyninizle görüyorum
Tıpkı yaramdan akan
Sularda gördüğüm gibi.Siz tetikleri yaparsınız
Başkaları çeksin diye
Yaslanır arkanıza seyredersiniz
Ölü sayısının artmasını
Saklarsınız evlerinizde
Genç insanların kanları
Bedenlerini terkedip
Karışırken çamura.Akla gelmez korkuları
Yerleştirdiniz içimize
Bu dünyaya bir çocuk
Getirme korkusunu.
Doğmamış adsız bebeğimi
Tehdit edersiniz.
Damarlarınızdaki kana
Layık değilsiniz.Bildiğim nedir ki
Konuşuyorum böylesine.
Diyebilirsiniz çok gençsin
Diyebilirsiniz cahilsin
Ama bildiğim tek şey var
Sizden genç olduğum halde
İsa bile bağışlamayacak
Bu sizin yaptıklarınızı.Size bir soru sorayım
Değerli mi paranız
Af satın alabilecek kadar?
Buna inanıyor musunuz?
Umarım kabullenirsiniz
Ölüm kapınızı çaldığında
Kazandığınız paralar yetmeyecek
Ruhunuzu geri almaya.Umarım ölürsünüz.
Ölümünüz yakındır
Soğuk bir öğleden sonra
Tabutunuzun ardından gideceğim
Ve ölüm yatağınıza indirilirken
Seyredeceğim sizi.
Ve bekleyeceğim mezarınızın başında
Gerçekten öldüğünüzden emin olana dek.Master Of War, 1962
Bob Dylan
1963 yılı “protest folk” bombasının patladığı yıl olur. Dylan, dinleyicileri alışılmadık sözleri ve düşünceleri ile şaşkınlığa uğratır. “The Freewheelin’ Bob Dylan” albümü müzik dünyasında büyük yankılar uyandırarak, artık gezgin folk şarkıcılığını aştığını kanıtlamıştır. Dylan artık “protest folk”akımının temellerini atmış ve bir sanatçının sosyal ve politik olayları dikkatle inceyip yorumlamasının gerekliliğini vurgulamıştır. Bu albümde “Blowin in the wind”, “Masters of war” gibi dillerden düşmeyen şarkılar vardır.
Esen Yelde
Nice yol gitmeli ki bir insan
Ona adam denebilsin,
Nice denizlere yelken açmalı ki beyaz güvercin
Gün gelip kumda yatabilsin,
Nice zaman uçuşmalı ki mermiler
Sonsuza dek yasaklana bilsin.
Yanıtı dostum, esen yelde,
Esen yelde yanıtı.Nice zaman başını kaldırmalı ki bir insan
Gökyüzünü görebilsin,
Kaç kulağı olmalı ki adamın
Ağlayanları duyabilsin,
Nice insan ölmeli ki
Bu kadarı da fazla diyebilsin.
Yanıtı dostum, esen yelde,
Esen yelde yanıtı.Nice yıl varolmalı ki bir dağ
Gün gelip denize kavuşsun,
Nice yıl varolmalı ki bir insan
Bir gün özgür bırakılsın
Kaç kez başını çevirebilir ki bir insan
Görmezlikten gelebilmek için.
Yanıtı dostum, esen yelde,
Esen yelde yanıtı.Blowin’ In The Wind, 1962
Bob Dylan
Albümünün kapağında Dylan’ın hayatında önemli yeri olan üç kadından ilki olan Suzie Rotolo ile beraber New York sokaklarında çekilmiş bir fotoğrafı vardır.1963’de hayatının ikinci önemli olan kadını Joan Baez tarafından Forest Hill konserine davet edilir. 14.000 seyircinin izlediği bu konser, Dylan’ın dünyaya açılışı olur. Amerika’daki zencilerin sorunlarına eğilen, savaş karşıtı, enerji dolu ve olgunlaşmış fikirlerin hakim olduğu “The Times They Are A- Changin” adlı albümün her şeye rağmen dili saldırgandır. Albüme ismini veren şarkı başkaldıran Amerikan gençliğinin marşı haline gelmiştir.
Zaman Değişiyor
Gelin insanlar toplanın, nerelerde geziyorsanız,
Kabullenin çevrenizdeki sular yükseldi artık,
Islanacaksınız yakında iliklerinize kadar.
Eğer zamanın sizce biraz değeri kaldıysa
Yüzmeye başlasanız iyi olur.
Yoksa dibe çökersiniz taş gibi,
Çünkü zaman değişiyor.Gelin eleştirmenler yazarlar kalemleriyle bilgeleşen,
Dört açın gözlerinizi, belki de bu son şansınız,
Acele etmeyin konuşmakta, çark hala dönmekte
Ve de henüz bilinmiyor, kimde topun duracağı.
Bu gün kaybeden elbet yarın kazanacak,
Çünkü zaman değişiyor.Gelin senatörler, kongre üyeleri, kulak verin çağrıma,
Durmayın ayak altında tıkamayın kapı ağzını
Çünkü bu gün canı yanan yarın koltukta olacak.
Dışarıda bir savaş var kızışmakta,
Yakında pencereleriniz zangırdayacak,
Duvarlarınız sarsılacak,
Çünkü zaman değişiyor.Gelin analar babalar ülkenin her yanından,
Bırakın eleştirmeyin aklınızın ermediğini,
Oğullarınız kızlarınız kumandanızdan çıktılar,
Sizin eski yolunuz gittikçe yıpranıyor.
Lütfen çekilin yeni yoldan uzatamayacaksınız elinizi,
Çünkü zaman değişiyor.Çizgiler çekildi, lânetler okundu,
Bugün ağırdan giden gün gelip hızlanacak,
Bugün halen varolan yarın geçmişte kalacak,
Düzeniniz yitmekte alelâcele,
Bugün en önde giden yarın sona kalacak,
Çünkü zaman değişiyor.The Times They Are A-Changin,1963
Bob Dylan
1964 yılında çıkardığı albümün ilginç olan bir yönü vardır. Albümde sadece bir tane politik şarkı seslendirilmiştir. Eleştirmenler bu albümün bir empresyonizm zorlaması olduğunu söylerler. Sol kanat müzisyenleri ise Dylan’a ihanet etmiş gözüyle bakarlar. Plak aşk şarkılarıyla dolu olup, protest şarkılardan daha gerçekçi ve etkileyicidir. Dylan eleştirilere aldırmadan yoluna devam ederek bir albüm daha çıkarır.
Bu çalışması uyuşturucu aleminden geçen bir şiirsel dille gerçeküstü anlatımlara varmaktadır. Artık Dylan hızını almış ve bir müzik yıldızı olmanın dışında evrensel bir olay haline gelmiştir. Sol kanat ile arası iyice açılmış, bağlarını tam olarak 1965 yılında koparmıştır. Kendi haline iddiasız kılık kıyafeti ile, yarı beatnik yaşamın içinden sokak ve gazetede her gün görülebilecek bir insan tipolojisi çizmiştir. Gözü açık, duyarlı, kırgın ve kızgın bir dille açık konuşan insanların sözcüsü olarak kendini topluma sevdirmiştir. Artık protest folk müziği yerini protest rock müziğine bırakmıştır. Bob Dylan yenilikçi ve şaşırtıcıdır., yalnız enerjisi ve coşkusu değil, rock müziği içinde değişik bir dil kullanması, gerçeküstücülüğü, izlenimciliği ve kaderciliği tümüyle yeni bir politik bakışın ifadesi olmuştur.
Peşpeşe gelen bu büyük başarıları, sır dolu bir geri çekilme izler. Dylan ansızın ortadan kaybolur. Resmi açıklamalara göre, o motosiklet kazası geçirmiştir. Bazılarına göre ise, CIA tarafından bir komploya kurban gitmiştir. Hatta Dylan diye birisinin olmadığı, ortalıkta Dylan adı verilen bir adamın dolaştığını, bir seçici kurul tarafından seçilen besteleri günün gereklerine göre bir şarkıcıya söyletildiğini ileri sürenler de olur. Buna en büyük kanıt olarak, Dylan’ın müziğindeki sürekli değişimler gösterilir. Oysa Dylan, Woodstock yakınlarında sonradan çok ünlü olacak başarılı bir albümün kayıtları için saklanmıştır. 1975 yılına kadar bodrumda saklanan albüm, o tarihten önce başka müzisyenler tarafından ele geçirilmiş ve seslendirilmiştir bile. Ama, Dylan bu albümü 1975’te piyasaya çıkarır.
1968’e kadar sessiz kalan Dylan sessizliğini bozar. Ancak çıkan şarkılar, bu saldırgan rock şarkıcısının sakinleştiğini göstermektedir. Gerçekte Dylan’ın bu durumu ekonomik sıkıntılarından kaynaklanmaktadır. Kalvinist yaklaşımlar gösteren bu albüm, gizemli Amerika’nın soyu tükenmiş efsanelerini araştıran, Amerikan öncü kavimlerinin özellikle birbirine karışmasının sonucudur. Şöyle söyleyecek olursak, Fransız Protestanlığının içinden çıkan Jean Calvin, dinciliğinin yanısıra, ekonomide ilk anamalcı anlayışı savunarak, emeğin tanrısal bir buyruk olduğunu söylemiştir. Ona göre, uluslararası ticaret genel yoksulluğu azaltır ve faiz dinsel yasalara aykırı değildir. Luther’in dediği gibi, insanlar arasındaki eşitsizlik, Tanrısal düzenin gereğidir ve öyle korunmalıdır. Dylan ise, Amerika’nın keşfinden bu yana gelen tarihi karşısına koymuştur. Sakinliğine gelecek olursak, son soykırımdan zarar görmeden çıkan bir insan görünümünde, Amerika’nın güneşte çatlamış vahşi topraklarında çalışan küçük ve fakir insanların bulunduğu durumu alegorik bir dille anlatmaktadır bu albümde.
Dylan dinleyicisini yine şaşırtarak, arkadan gelen albümünü country rock türünde çıkarmış ve dilini değiştirerek Amerikan dilinde varolan kalıplaşmış çok basit cümleleri kullanmaya başlamıştır. Bütün bu arayışlar, onun kararsızlığında, kötümserliğinde, kendine güvensizliğinde sezilmektedir. Daha sonraki albümlerinde country’nin yanısıra ilahi müziğinin (gospel) karışımı da ortaya çıkmıştır. 1973 yılında Sam Peckinpah’un “Pat Garret And Billy The Kid” adlı filimin müziklerini yapar. 70’li yıllardaki bu dinsel etki, hayatının üçüncü önemli kadını olan Sarah’dan ayrılmanın yıkımı ile daha fazla yükselmeye başlamıştır. İçindeki sevgi, yerini cinsellikten ilahi duygulara bırakmış, sürekli olarak dünya üstündeki ihanetleri vurguluyor ve dünyevi zevklerin yetersizliğinden dem vurmaktadır. Dylan artık, beden ve ruh arasında sıkışmış, ahlâkçı ve İncil’in etkisinde bir sanatçıdır.
Ünlü gitarist Mark Knopfler’in de çaldığı “Slow Train Coming” albümünü yayınlayarak önemli sayılacak bir başarı kazanır. Bu albümdeki tren vurgusu Amerikan folk kültüründe defalarca kullanılan, tanrının bir ifadesidir. Bu albümden sonra “Born Again Christanity” mezhebinin üyesi olduğu açıklanır. Dylan’ın bu ruh hali 1983 senesine kadar sürer. 1983 yılında, içinde yine Mark Knopfler’in ve Rolling Stones grubunun eski gitaristi olan Mick Taylor’unda bulunduğu “Infidels” albümü ile protest rock tarzına döner. Dylan yine eskisi gibi enerji dolu, yeryüzünde yaşayan olaylarla ilgili ve yine insan için kaygı duymaya başlamıştır. 1980 sonrası Dylan için bir geri dönüş olur. “Artık Maggie’lerin çiftliğinde çalışmayacağım.” der.
Bob Dylan’ın üzerinde Amerikan tarihinin tüm etkilerini görebiliriz. Bu etkilere baktığımız zaman, karmaşıklık Dylan’ın müziğinde sentezlenir. Sayacak olursak, onun müziğinde dört ana damar gözükür. Bu dört ana damar; Kuzeyli beyaz (Yankee), Güneyli fakir beyaz (Southern Poor White), çoban (Cowboy) ve zenci (Black) folk müzikleridir. Dylan bu damarların üstünden sıçrama yaparak müziğini oluşturmuştur. Ama müzigin ötesinde Dylan’in en önemli özelligi olan siirsel anlatımıdır. İngiliz- Amerikan edebiyatının derin izlerini gözleyebiliriz onda. Dylan üstünde yapılan incelemelerde ortaya çıkan sonuç hep, onun yapıtlarında karakteristik bir özelliğin bulunmadığı yolundadır.
Bana kalırsa Bob Dylan’in karakteristik yapısı ortadadır. O bir halk şarkıcısıdır. Yapıtlarına baktığımız zaman, Amerika’nın sosyolojik ve kültürel yapısını rahatlıkla görebiliriz. Bir çok farklı kültürün bir araya gelmesinin yarattığı çelişkilerin ve gerçek Amerika’lı insanın arayışı üstünden yapmıştır yolculuğunu. Ancak bu yolculuk esnasında yola ayna tutarak, sadece yansıtan olmamıştır. Sancı duyan, değiştiren, dönüştüren, yaşadığı süreci, sürekli dalgalanan bir ruh haliyle görünenin üstünden sıçrayarak yürümüştür.
Bir ‘Amerikan rüyası’ serüveninden başladığımız yolculuğumuzu, Avrupa’dan geçerek Bob Dylan’la sürdürdük. Şimdi bu yolculuğu yine Bob Dylan’ın bir gazeteciye verdiği cevap ve bir şiir ile bitirmek istiyorum.
B.D. – Şarkılarımın nelerden bahsettiğini biliyorum.
Gazeteci – Nelerden bahsediyorlar?
B.D. – Bazıları dört dakikadan, bazıları beş dakikadan ve bazıları ister inanın ister inanmayın on bir, on iki dakikadan bahseder.
Evet ben bir düşünce hırsızıyım
lütfen, ruhu alan değil
Kurdum ve yeniden kurdum
bekleyenin üzerine
çünkü plajlardaki kum
bir çok şatoyu keser
açık olanın içinde
benim zamanımdan önce
bir sözcük, bir hava, bir tarih, bir çizgi
rüzgardaki anahtarlar ruhumu kaçırmak için
ve avlunun ardından bir rüzgarı kapalı
düşüncelerime vermek için
oturup düşünmek benim işim değil
zamanı kaybedip onu seyretmek
düşünce olmayan düşünceleri düşünmek için
düş olmayan düşleri düşlemek için
yahut da yazılmamış yeni fikirler
yahut kafiyeye uyan yeni sözcükler…
ve kendime onlardan yeni kurallar yapmam
madem ki onlar daha kurulmadılar
ve kafamda şaklayanı bağırırım
bunun ben ve benim cinsimden olduğunu bilerek
ki bu yeni kuralları biz yapacağız
ve eğer yarının insanları
bugünün kurallarına gerçekten ihtiyaçları varsa
öyleyse toplanın hepiniz, savcılar
dünya bir mahkeme olarak
evet
ama yargılananları ben sizden daha iyi tanırım
ve siz onların peşinden koşmakla uğraşırken
biz ıslık çalmakla uğraşırız
mahkeme salonlarını süpürürüz
süpüre süpüre
dinleye dinleye
birbirimize göz kırparak
dikkat
dikkat
sizin sıranız gecikmeyecek“Ecrits et Dessins”
Bob Dylan
Çev: Ali Akay
Fotoğraflar; Gökalp Baykal’ın İmgeYayıncılık’tan “Bir Şarkı Irmağı Bob Dylan” adlı kitabından alınmıştır.
Ekim-1995 tarihli Yeni İnsan Dergisi’nin 27. sayısında yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan olun