16 Mart Katliamı – Cem Alptekin & Sevim Ertemur

16 Mart Katliamı – Cem Alptekin & Sevim Ertemur


16 Mart Katliamı Davası’nın Avukatı Cem Alptekin ile Sevim Ertemur’un gerçekleştirdiği röportaj…


Olayın olduğu tarihte İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi Cem Alptekin. 16 Mart 1978 günü son dersleri boş olduğu için merkez binadan erken çıkıp toplanma yerleri olan Süleymaniye’ye geçerler. (Okula hâkim olan sağ görüşlü öğrenciler yüzünden topluca gelip gitmektedirler.) Hava kapalı ve pusludur. Orada son dersteki arkadaşlarının gelmesini beklerken büyük bir patlama duyarlar. Önce gök gürültüsü sanırlar. Ama acı haber Süleymaniye’ye de ulaşır. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde öğrencilerin üzerine “bomba atılmış, hemen ardından da öğrenciler silahla taranmıştır”…

Av. Cem Alptekin

Beyazıt’a doğru koşarlar, arkadaşları dört bir yana düşmüş, yerler kan gölüne dönmüştür… Hemen yardıma koşarlar, yaralı arkadaşlarını hastanelere taşırlar. Saldırganların peşine düşmesi gereken polis de her nedense hastanededir. “Hastanede zanlı aranır mı? Yaralı arkadaşlarımıza zanlı muamelesi yaparak, onları gözaltına almak için her türlü baskıyı reva gören bir polis uygulamasıyla karşılaştık” diye anlatıyor o günü avukat Cem Alptekin…

Yıllar sonra “Kontrgerillanın Türkiye’yi 12 Eylül askeri darbesine taşıyan kitlesel katliamlarının ilk halkası” olduğu ortaya çıkan “16 Mart katliamı”nda yedi arkadaşları, Hatice Özen (1957), Cemil Sönmez (1956), Baki Ekiz (1956), Ahmet Turan Ören (1955), Abdullah Şimşek (1956), A. Hamit Akıl (1954), Murat Kurt (1954) ölmüş, 41 arkadaşları da (resmi kayıtlara böyle girmekle birlikte 100’e yakın) yaralanmıştır. Olayın duyulması üzerine başka üniversitelerden de akın akın öğrenciler İstanbul Üniversitesi’ne gelir. O güne kadar ülkücülerin elinde olan okulu işgal ederler. Gece boyu eylem sürer, amfilerde konuşmalar yapılır, katliam protesto edilir. Ertesi gün de binlerce öğrenci, Beyazıt’tan Gülhane’ye yürür ve cenazelerini morgdan alır…

DİSK 20 Mart 1978 günü “Faşizme İhtar Eylemi” adı altında ülke genelinde iş bırakır. DİSK yöneticileri, katliamın aydınlatılması, sorumluların cezalandırılmasi için sürecin takipcisi olduklarını açıklarlar…

Hrant Dink olayında olduğu gibi, 33 yıl önce 16 Mart katliamında da “solcu öğrencilerin üzerine bombanın atılacağı” İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne günler önceden ihbar edilmiş, resmi yazıyla tüm birimler uyarılmış. Ama hiçbir tedbir alınmamıştır. Akabinde olaydan 15 gün sonra katliamı kimlerin yaptığına dair İstanbul Valiliği’ne sayısız ihbarda bulunulur. Ama bu ihbarlar (biri hariç) dikkate alınmadığı gibi emniyet kendi içindeki ihbarcılarla hesaplaşmakla meşguldür. Emniyet, katliamla ilgili bilgi ve belge vermemeye kararlıdır, mahkemeleri oyalamayı yıllarca da sürdürür… İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nı harekete geçiren tek ihbar ise (olay yerinden silahıyla kaçarken görülen ülkücü Sıddık Polat’a ilişkin) bir hukuk fakültesi öğrencisine aittir.

Katliamın ilk iddianamesi, 1 Aralık 1978’de İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca ülkücü militan Sıddık Polat ile aralarında MHP’nin ve ÜGD’nin İstanbul’da önde gelen isimlerinden, aynı zamanda hepsi de Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Mehmet Gül, Kazım Ayaydın, Orhan Çakıroğlu ve Ahmet Hamdi Paksoy hakkında TCK 450. maddeden idam cezası istemiyle hazırlanır, dava açılır. Takip eden günlerde, 18 Nisan’da Malatya, 3-4 Eylül’de Sivas katliamları yapılır, 9 Ekim’de Ankara’da Bahçelievler’de Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve arkadaşları yedi TİP’li öğrenciyi evlerinde öldürür.  24 Aralık 1978’de ise bu kez faşistler Kahramanmaraş katliamını yaparlar. Bunu üzerine Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilir. 16 Mart katliamının dosyası ise 15 Ocak 1979’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce ‘görevsizlik’ kararı verilerek İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’ne gönderilir. 1 yıldan fazla süren yargılama sonunda, 30 Mayıs 1980’de 1 No’lu İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi, Polat dışında tüm sanıkların “delil yetersizliğinden” beraatine karar verirken Sıddık Polat’ı “eylemin icrasını kolaylaştırmak”tan 10 yıl hapis cezasına mahkûm eder.

Polat’ın avukatı temyize gider ve Askeri Yargıtay 3. Dairesi 5 Aralık 1982’de kararı, sanık lehine bozar. Dosya tekrar İstanbul 1 No’lu Askeri Mahkeme’ye gelir. 8 Ağustos 1984’te mahkeme kararında ısrar edince, dosya bu kez Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gider. O da sanık lehine kararı bozunca artık yapılacak bir şey yoktur. 4 yılı aşkın tutukluluktan sonra Polat da, “delil yetersizliği”nden beraat eder ve 13 Şubat 1985’te karar kesinleşir…

Ancak Sıkıyönetim Mahkemesi, gerekçeli kararında çok önemli bir saptama yapar. Bu saptamaya göre, 16 Mart katliamı, Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak mukateleye (çatışmaya) teşvik amacı ile işlenmiş siyasi saikli bir eylem olup bu nedenle bu tür bir eylemlerde, yargılamanın adiyen adam öldürmeyi yaptırıma bağlayan TCK’nin 450. maddesine göre değil, siyasi saikli eylemleri yaptırıma bağlayan TCK. 149. maddesine göre yapılması gerekmektedir. İşte bu saptama, 1988’de davayı yeniden gündeme getirerek 1995’te yeni delillerle bir kez daha açılmasını sağlayan avukat Cem Alptekin ve arkadaşlarının hukuk mücadelesine ışık tutacaktır.

Gizli bir el, adeta ihbarların umursanmamasını sağlamış, görevini yapmak isteyen polisleri, soruşturmaları engellemiş, daha sonra ülkede yaşanacak pek çok olayda olduğu gibi yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen bu katliamın da üstünün örtülmesini sağlamıştır… Ama  katledilen öğrencilerin arkadaşları. okullarını bitirip meslek sahibi, çoğu da avukat olmuştur. Onlar bu dosyanın “faili meçhul” olarak kapanmasına izin vermeyecektir, vermezler de…

Katliamın 10. yıldönümüne doğru toplanırlar, neler yapabileceklerini konuşurlar ve kapatılan dava dosyasını incelemeye alırlar. Ortaya bir gerçek çıkar: Pek çok karanlık, araştırılması gereken ve üstü örtülen nokta varken hepsinden önemlisi de ortada örgütlü bir suç varken dosya kapatılmıştır…

Cem Alptekin ve Hilmi Hanta’nın da aralarında bulunduğu genç avukatlar, bir komisyon oluşturarak dosya üzerinde çalışmaya ve konuyu kamuoyuna taşımaya karar verirler.

“Mevcut karartmaların üzerini açacak yeni ve ciddi delillere” ihtiyaç vardır. Katliamın 10 yılından yani 16 Mart 1988’den itibaren basın aracılığıyla kamuoyunun önüne çıkıp katliamla ilgili bilgisi olanlara ve tanıklara çağrıda bulunurlar, yeniden davayı açabilmek için destek isterler. Bıkmadan, usanmadan bu çağrılarını sürdürürler.. Ve nihayet, 1992 yılında çağrıları karşılığını bulur. İsot ailesi çıkıp gelir… Önce ailenin en küçük oğlu Mehmet Şakir İsot’la görüşürler. İsot ailesi önceleri çok tedirgindir. O güne kadar çaldıkları tüm kapılar yüzlerine kapanmış; gereğini yapalım diyen çoğu kişiye veya gruba da onlar güvenememişler. Anlattıkları hikâye ise korkunçtur: Mehmet Şakir’in ağabeyi Zülküf İsot katliama katılan ülkücülerden biridir. Hatta abla Remziye Akyol’a göre bombayı atan kişidir. Sürekli evlerine gelip giden polis Mustafa Doğan, Sıddık Polat ve Latif Aktı da bu işin içindedir. Zülküf İsot’un pişmanlığını anlayan örgütün onu, Aktı’ya öldürttüğünü söylerler. Avukatlar bu tanıklıklar ışığında 1992’de suç duyurusunda bulunurlar. Dava ancak 3 yıl sonra 1 Haziran 1995’te açılabilir; çünkü Emniyet, Mustafa Doğan’ın kimliğini bir türlü bildirmez. Bu arada daimi arama yazılarının altında, olay yerinde görevli olup “kaçan faillerin” yakalanmasına engel olduğu iddia edilen ve daha sonra Terörle Mücadele’den sorumlu müdür yardımcısı olan Reşat Altay’ın imzası vardır. Altay taltif edilerek 1. Şube’ye atanmıştır ve 20 yıl gibi uzun bir süre de burada müdür olarak kalmıştır… Sonrasında Tokat, Antep, Bursa, Kırklareli emniyet müdürlükleri yapmıştır… Altay’ın Susurluk kazasından sonra ortaya çıkan Abdullah Çatlı ile telefon görüşmeleri (ki, Çatlı’nın 16 Mart’da kullanılan TNT’leri temin ettiği de iddia edilmiştir.) ve Hrant Dink’in öldürüldüğü tarihte, cinayetin organize edildiği Trabzon’da  emniyet müdürü olması da oldukça dikkat çekicidir…

Dava, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Mustafa Doğan ve Latif Aktı hakkında  “yedişer kez idam ve 41 kez 20 seneden az olmamak üzere hapis cezası” istemiyle ve yine adiyen adam öldürme iddiasıyla açılır, sürerken de peş peşe ilginç gelişmeler olur. Toplum Polisi Müdür Vekili Murat Naipoğlu’nun, solcu öğrencilerin üzerine 7-8 gün içinde bomba atılacağı istihbaratını gerekli yerlere bildirdiği ve hiçbir önlem alınmadığı görülür… Eylemi yöneteceğine dair adı geçen Özgür Koç’un adı da kayıtlardan silinmiştir. Bu isim de avukatların titiz çalışması sonucunda ortay çıkartılır ve ek iddianameyle (olaydan tam 19 yıl sonra) Koç da davaya dahil edilir.

‘Tam bir kontrgerilla eylemi’

16 Mart katliamının “saf, orijinal bir kontrgerilla eylemi” ve 16 Mart davasının da “Türkiye’nin tek kontrgerilla davası” olduğunu ifade eden avukat Cem Alptekin, ayrıca bu eylemin “12 Eylül’ün işaret fişeği” olduğunu vurguluyor. 16 Mart’a giderken en önemli şeyin Kenan Evren’in 1 Mart’ta Genelkurmay Başkanı olmasının ve devir teslim törenine de NATO komutanlarının katılmasının dikkat çekici olduğunu belirtiyor. Ardından ekliyor: “16 Mart’ta dünyada, özellikle de Ortadoğudaki siyasi gelişmeler de dikkat çekicidir: Örneğin, İtalya’da Hıristiyan Demokratların lideri Aldo Moro, Komünist Parti’yle ittifak görüşmesine giderken kaçırılıyor, IMF ve Dünya Bankası kıskacına giren Başbakan Ecevit, SSCB’yi ziyaret ediyor, Ortadoğu’da ise İran’da halk hareketi ile Filistin direnişi karşısında sıkışan ABD ve İsrail’in bölgedeki operasyon faaliyeti artıyor. Malum, içerde de 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi için bir hazırlık var. Yani her şey yeni bir darbenin hazırlığı açısından uygun şartları gösteriyor.”

Bir önemli olay da, 16 Mart 1978 sabahı İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Polis Ekipler Amiri Başkomiser Uğur Gür’ün otomobiline, bombalı ve silahlı saldırı yapılıyor Edirnekapı’da… İstanbul Üniversitesi’nde solcu öğrencileri korumakla görevli her zamanki ekip bu nedenle oraya kaydırılıyor, öğrenciler korumasız kalıyor. Üniversitede o gün göreve getirilen Kumkapı Birliği’nin başında ise komiser muavini Reşat Altay bulunuyor. Ve öğlen 13.45’te ortamdan şüphelenen öğrencilerin tüm itirazlarına rağmen polis, öğrencileri ana kapıdan dışarı korumasız çıkmaya zorluyor. Ama her nedense Altay’ın başında bulunuduğu Kumkapı Birliği ana kapıdan dışarı adım atmıyor. Dışarıda, okulun daimi kadrosundaki yedi polis memuru ise öğrencilerle meydan arasında tedbir alırken o sırada Çınaraltı tarafındaki merdivenlerde toplanan ülkücü grubun “Beyazıt komünistlere mezar olacak” diye slogan atması üzerine bu grubun önüne doğru geri çekilince katliam gerçekleşiyor. Tamamen korumasız kalan öğrenciler atılan bombayla parçalanarak dörtbir yana savruluyor. Dışarıda görev yapan 7 polisten şaşkınlığını atıp kaçanların peşinden koşmak isteyenleri de Kumkapı Birliği’nin başındaki Altay engelliyor…

16 Mart katliamı Alptekin’e göre bir “işaret fişeğidir…” Velhasıl bunun ardından da sırasıyla diğer cinayetler, katliamlar, Doğan Öz’ün, Abdi İpekçi’nin, Kemal Türkler’in ve daha birçok aydının öldürülmesi, Bahçelievler katliamı, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya… Türkiye inanılmaz bir çemberin içine alınıyor ve 12 Eylül’le tamamlanıyor bu süreç. Tablo bu…

“Bunun sıradan bir faşist eylem olmadığını, sivil paramiliter unsurların da kullanıldığı operasyonel bir eylem olduğunu biliyorduk. Bunun arkasında uluslararası bir organizasyon olduğuna dair çok ciddi emaraler vardı. Bütün mesele bunu yargı önünde delillendirmek ve mahkemeye kabul ettirmekti… İşte biz bunu başardık. Bir şey daha gördük biz o tarihlerde, maalesef Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren o siyasi cinayet ve katliam davalarının hiç birinde meslektaşlarımızın kontrgerilla arayışına tanık olmadık” diyor Alptekin. Adam öldürme iddiasıyla açılıp öyle de sonuçlandırılan bu davaların hiç birinin, kontrgerilla davasına dönüşmesi için gayret, cesaret ve niyet gösterilmediğini öne sürüyor. Ve ekliyor:

“Biz hiçbir zaman ‘Arkadaşlarımızın katillerini bulalım, yalnızca onlardan hesap soralım’ diye yola çıkmadık. İşlenen suçtaki profesyonelliğe, zamanlamaya, arkasındaki organize güce, devlet içindeki uzantılarına ve yarattığı toplumsal infiale baktığımızda, bu eylemde kullanılan tetikçilere ulaşmak bizi hiçbir zaman tatmin etmezdi, edemezdi… Ancak bu yargı sistemi içinde (deşifre edebileceğimize yürekten inansak bile) kontrgerillayı mahkûm ettirebileceğimize inanacak kadar da saf olmadık. Bizim amacımız devletin hukuk dışı işleyen bu rutinini yargı önünde delillendirerek teşhir etmek ve kamuoyuna kontrgerilla gerçeğini tüm çıplaklığıyla anlatabilmekti. Biz de bunu (büyük bedeller ödeme pahasına) önemli ölçüde başardığımızı düşünüyoruz. Biz böylece; bir yandan yedi canımızın anısını canlı tutarken Türkiye’de ‘hukuk devleti’ ve adalet isteyen çevreler için mücadele çıtasını yükseltmiş ve onları samimiyet sınavına zorlamış olduk.”

‘Kilometre taşı oldu’

Avukatlar alalade bir cinayet davası gibi TCK 450. maddeden açılan davayı “kontrgerilla davasına dönüştürme” gayreti içine girerler. Bunun için de ellerinde dayanak yapabilecekleri çok önemli bir karar vardır. Bunun için de ellerinde dayanak yapabilecekleri çok önemli bir karar vardır, “Her ne kadar mevcut yargılama sırasında faillere ulaşılmamışsa da..” der Sıkıyönetim Mahkemesi, “bu eylem sıradan bir cinayet eylemi olmayıp gayri muayyen kastla Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlı mukateleye teşvik amacıyla işlenmiş siyasi bir eylemdir…” Bu kararın çok isabetli ve ciddi bir karar olduğuna dikkat çekiyor Cem Alptekin. Ardından da ekliyor: “Biz bu yargı kararından ve o aşamada toplanan diğer delillerden yola çıkıp, bu eylemin TCK’nin 149. maddesi ile yaptırıma bağlanan bir eylem olduğunu, sanıklara bu suçla ilgili ek savunma hakkı verilmesi gerektiğini, ayrıca 1 Mayıs ve Bahçelievler katliamı, Abdi İpekçi cinayeti ve 12 Eylül’de açılan Ankara ana MHP davasının dosyalarıyla fiil ve fail irtibatının olduğunu belirtip celbini talep ettik mahkemeden ve bu taleplerimizi kabul edince davamızın seyri ve niteliği o gün itibarıyla değişmiş oldu.”

Bu dava “bir kilometre taşı” Alptekin’e göre. Çünkü bu dava artık bir “kontrgerilla davası olmuştur”. Türkiye’deki önemli davaların dosyaları da, 16 Mart katliamının delilleri arasındadır artık… Çıkar açıklama yaparlar­;  bu, benzeri davalara giren meslektaşları için de bir mesajdır.

‘Delil toplayamaz hale geldik’

Ancak dava bir kontrgerilla davasına dönüştükten sonra müdahil avukatların üzerlerindeki baskı dayanılmaz hale gelir. Bu arada Susurluk kazası da olmuştur. Mahkemede sundukları delil nedeniyle haklarında Adalet Bakanlığı’nın izniyle soruşturmalar açılır. Avukat Cem Alptekin sanık sandalyesine oturtulur. Adalet Bakanlığı ise savcılıklara bu tür delillere karşı dikkatli olunması konusunda “talimatlar” gönderir. Avukatlar artık hiçbir delil toplayamaz hale gelirler… Bu arada Susurluk kazasında yeni kanıtlar ortaya dökülür. Katliamda kulanılan TNT’yi sağladığı öne sürülen Abdullah Çatlı başta olmak üzere, Baki Tuğ, Oral Çelik, daha birçok tanınmış ismin de aralarında bulunduğu 20’yi aşkın kişi hakkında yeni delillerle birlikte “16 Mart’ın failleri’ olarak suç duyurusunda bulunurlar savcılığa. Savcılık soruşturma başlatır, ancak 1998 yılında “zamanaşımı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verir.

Bu kez de, devlet içindeki suç örgütünün kesintisiz faaliyeti açısından zamanaşımı süresinin dolmayacağı savıyla, bu tür eylemlerde zamanaşımı kavramını kamuoyunda ve yargı önünde tartışmaya açarlar: “Zamanaşımı süresi, suç örgütünün varlığı, faaliyetinin sona erdiği güne kadar işlemeye başlamaz. Devlet içindeki suç örgütü olan kontrgerillanın varlığı ve faaliyeti sürdüğü sürece -ki, eldeki tüm kanıtlar bunu göstermektedir- bu örgütün yargılandığı bir davada zamanaşımından da söz edilemez. Mevcut mevzuat da buna izin vermez” derler.
Alptekin; kontrgerilla eylemlerini sıradan, münferit eylemlermiş gibi her birini tek tek ele alıp 450. maddeye sokarak gerçeğe ve adalete uzak duran adalet sisteminin, ancak sol örgütleri yargılanırken, kesintisiz suç örgütü faaliyetini yaptırıma bağlayan TCK. 146 ve devamı maddelerin hatırladığına da dikkat çekiyor.

“Bu kadar çifte standartlı hukuk uygulamasının bizim ülkemizde olduğunu, yargı önünde adalet bu çifte standardı deşifre etmek bir yana kontrgerillanın cinayet ve katliamlarını yargı önünde deşifre etmekten aciz hukukçuların ve hukuk aymazlığının da yine bizim ülkemizde” olduğunu belirten Alptekin, 16 Mart davası gibi davlarda zamanaşımının bitmeyeceğini, çünkü örgütlü eylem olduğunu vurguluyor.

Sanık sandalyesinde

Bu gelişmeler sürerken İstanbul Barosu’nun Susurluk Komisyonu’nda görev alan Alptekin bu komisyona gelen, bir dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ile dönemin Ülkü Ocakları Başkanı Lokman Kondakçı arasındaki telefon görüşmesinin bant çözümünü, özellikle 16 Mart katliamıyla ilgili bilgiler ve isimler içermesi nedeniyle, aldıkları ortak karar sonucu mahkemeye delil olarak sunar. Ancak belgenin arşivinden alındığını ileri süren MİT’in suç duyurusu üzerine Adalet Bakanlığı’nın izni ve Beyoğlu 1.Ağır Ceza Mahkemesi’nin son soruşturma kararı ile hakkında İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’de dava açılır. Kendi deyimiyle, “Alt katta 16 Mart davasında adalet ararken, üst katta adalet aradığı için hesap vermektedir…”

Avukatlar üzerlerinde kurulan bu baskı ve yargının önünün tıkanması nedeniyle, durumu protesto amacıyla 16 Mart davasının duruşmalarından çekilirler. Bu arada Alptekin’in yargılandığı davada Mahkeme,  “Gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla sunduğu hiçbir belge ve bilgiden dolayı avukat hakkında dava açılamaz” diyerek beraatine karar verir, ama ilginçtir ki, duruşma savcısının beraat mütalaasına rağmen İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ferzan Çitici bu kararı, hiçbir gerekçe göstermeden temyiz eder. Karar usulden bozulur. Alptekin bu kez hem 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, hem de “terörle mücadele edenlerin isimlerini ifşa ettiği gerekçesiyle” DGM de yargılanır. Her iki mahkemeden de yine beraat kararı çıkar. Çitici, 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını yine gerekçesiz olarak temyiz eder… Ve Yargıtay’da 8 sene ‘yatan’ dosya ‘zaman aşımından’ düşer…

Makul süre aşıldığı için AİHM’e başvuran Alptekin Türkiye’yi mahkum ettirir. Şimdi de, “aklanma hakkı”nın elinden alınmış olması nedeniyle AİHM’e başvurmak üzeredir…

Dava avukatsız sürüyor

16 Mart davası uzun bir dönem avukatsız sürer, bu süre içinde dava da hiçbir gelişme olmaz, duruşmalar hep aynı ara kararların alındığı bir rutine bağlanmıştır artık. Ancak avukatlar  davadan ve duruşmaları izlemekten hiç vazgeçmemişlerdir. Ve  iki kez müdahele etmek zorunda kalırlar. Bir gün bakarlar ki, Alptekin hakkında son soruşturma kararını veren Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, 16 Mart davasının görüldüğü mahkemenin başkanlığına atanmıştır. Hemen “tarafsızlığına gölge düştüğü” gerekçesiyle reddi hakim talebinde bulunurlar. Bu talep mahkemece reddedilse de, Başkan Neylan Teke davadan çekilmek zorunda kalır. Bu durumu Alptekin, “Yargının ne ölçüde bağımlı hale geldiğinin kamuoyunca da anlaşılması için bir girişimdi bizimkisi aslında, ama Mahkeme başkanı da sorumluluktan kurtulmuş oldu bir anlamda” diye değerlendirir.

İkinci müdahalelerini ise Hasan Fehmi Güneş’in tanık olarak İstanbul’da dinlenmesi için yapıyorlar. Ancak hayal kırıklığına uğruyorlar. Eski bakanla ilgili hayat kırıklıklarını Alptekin, “Bir bakan görüşme yapıyor ve görüşmeyi doğruluyor, ama bu bilgileri yargıya da aktarmıyor. Bu bilgileri kendinde tutuyor ve tanıklığına ihtiyaç duyulduğunda hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyor. Üstelik tanıklığına başvuran ve kendisinin de varlığını itiraf ettiği kontrgerilla gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışan avukatlara tepki gösterip, sinirleniyor …” sözleriyle dile getiriyor.
Yargılamaya bir de, katliamın 30. yılında davanın zaman aşımından düşürülmesi tehlikesi baş gösterince son iki duruşmada müdahale ediyorlar. Bu davanın mevcut mevzuata göre zamanaşımına uğrayamayacağını bir kez daha anlatıyorlar. Karar 20 Ekim 2008’de veriliyor. Yargının 16 Mart davasını  “zaman aşımı” gerekçesiyle ortadan kaldırdığı gün ilginç bir tesadüfle Ergenekon davası başlamaktadır… Cem Alptekin, kamuoyuna, “Yargı gerçek gladyo davasını bitirdiği gün çakma gladyo davasına başlamıştır” yorumunu yapıyor…

Emniyetçilere ‘ihmal’den gözlerden uzak yargılama

16 Mart katliamını 9 gün önceden “7 Mart 1978 tarih, 1.D.2.12780” koduyla haber veren istihbaratın belgesi katliamdan tam 22 yıl sonra ikinci dava sürerken ortaya çıkmıştı. Müdahil avukatlarının ısrarı üzerine mahkemeye gelen dosyada, dönemin İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkilileri Şükrü Balcı, Süreyya San, Toplum Zabıta Müdür Yardımcısı Vural Beşcan, üniversitede güvenlikten sorumlu Başkomiser Behzat Yılmaz Peker, komiser yardımcısı Zihni Okur, Başkomiser Mehmet Şirin, Komiser Vedat Cem ve Reşat Altay’ın katliam öncesi ulaşan istihbaratı “araştırma emrini vermeyerek, araştırmayarak ve gerekli önlemi almayarak” TCK’nin 230. maddesi uyarında “görevlerini ihmalden” İzmit 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandıkları da ortaya çıktı. Müfettişlerin hazırladığı fezlekede, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Balcı ve 1. Şube Müdürü San’ın aralarında bulunduğu polis müdürleri “görevlerine kayıtsız kalmak”la, Kumkapı Birliği’nden Komiser Yardımcısı Altay ise “saldırıya uğrayan öğrencileri koruması gerekirken üniversite kapısında terk etmekle” suçlandılar. Kamuoyunun gözünden uzakta İzmit 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanan sanık emniyetçiler beraat etti. Sanık emniyetçiler hakkında verilen tek ceza İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin önerdiği, disiplin cezası niteliğindeki ‘ihtar’ cezası oldu.

Aklama müessesi oluşturmuşlar’

Türkiye’nin ilk ve tek kontrgerilla davasının, “derin devlet”le hesaplaşma iddiasındaki Ergenekon davasının başladığı gün (20 Ekim 2008) zamanaşımından düşmesi kamuoyunda büyük yankı yaratmıştır. Medyada çıkan haberlerin ardından birçok köşe yazarı da zamanaşımı konusunu köşesine taşıyarak tepki gösterir. Bazıları da 16 Mart davasının bu şekilde sonuçlanmasının Ergenekon davasına zarar verdiğini yazıp çizer. Türkiye’de Ergenekon üzerinden derin devletle hesaplaşıldığı algısı yara almıştır. Tam bu aşamada dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin girer devreye… Şahin, bu karardan rahatsız olduğunu açıklar. Beyazıt’ta yedi öğrencinin öldürüldüğü olaya “bizzat tanıklık ettiğini, hatta yaralı bir öğrenciyi ambulansa kadar taşıdığını” anlatarak “Bu davanın zamanaşımına uğramamasına izin vermem” der. Zamanaşımı kararı veren yargıçlar hakkında idari soruşturma açılır. Adalet Bakanlığı müfettişleri inceleme sonucu, sorumlu buldukları yargı mensupları hakkında rapor hazırlarlar ve konu HSYK’ye taşınır. Gelişmeler kamuoyuyla da anında paylaşılır hep. Ancak her nedense, HSYK’nin yargıç ve savcıları “oybirliğiyle akladığına” ilişkin haber medyanın yoğun gündemi arasında kaybolup giderken, konu üzerinde kimsenin sesi çıkmaz. HSYK’de Adalet Bakanı ve müsteşarının da olduğuna dikkat çeken ve “demek ki aklama müessesesi oluşturmuşlar” yorumunu yapan Alptekin, şunları söylüyor:

“Oysa; 16 Mart dava dosyasında ihmal veya suiistimal o kadar açıktır ki; orada özellikle bizim duruşmaya katılmadığımız yalnızca son birkaç senenin duruşma tutanaklarına bakıldığında bile; iddia makamı hiçbir talep ve mütalaada bulunmadan, hiçbir delil toplanmadan, başkaca hiçbir işlem yapılmadan, mahkemece yeni hiçbir karar alınmadan duruşmaların hep aynı ara kararlarla talik edilerek, davanın zamanaşımına kadar bir rutine bağlandığını açıkça görürsünüz. Bunu görmek için hukukçu olmaya dahi gerek yoktur…”

Bu arada Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 1 Şubat 2010’da davayla ilgili temyiz incelemesini sonuçlandırır ve İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yedi öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan katliama ilişkin verdiği “zamanaşımı” kararında hukuka aykırılık bulunmadığına hükmeder.

‘Bu dava tarihe gömülemez’

Peki, 32 yıl sonra bu dava tarihe mi gömüldü?.. Alptekin’e göre bu davanın tarihe gömülmesi mümkün değil. Bir, hukuk tekniği açısından, ikincisi ise “kararlılığımız açısından” diyor Alptekin ve ekliyor:

“Biz yargılama sırasında kontrgerillanın bir fotoğrafını çektik. Yargı önünde bu örgütü delillendirip deşifre ettik. Ancak Türkiye’nin de dahil olduğu uluslararası sistemin hücrelerine nüfuz etmiş, üstelik de zamana uyum göstererek, yeniden yapılanmayı ve yeni kodlarıyla her daim emperyalizme hizmet etmeyi başarmış olan Gladyo’nun Türkiye ayağını, kontrgerillayı bugün için yargılayıp mahkûm edebilecek maddi ve moral donanıma ve siyasi konjonktüre sahip değiliz. Diğer taraftan, bizim gibi ülkelerde devlet içindeki kurumlarda ve ‘sivil toplum’ alanında örgütlenmiş, tıkır tıkır işleyen kendi hiyerarşisi ve hukuku ile halkı birbiri aleyhine silahlı çatışmaya sevk etme ve hükümetler devirme gücüne sahip olan organize suç örgütlenmesi var. İşte Türkiye’nin bu örgütle hesaplaşması gerekiyor. Bugün olmasa yarın bu mutlaka gerçekleşecek… Ve burada en büyük görev de biz hukukçulara ve barolar gibi, görece bağımsız hukuk kurumlarına düşüyor. Ancak hukuk camiası da bu konuda hiç iyi bir sınav vermiyor. Biz ise hani şu, ‘bir tek tuğla çekilirse yıkılacağı’ söylenen o duvarla uğraşıyoruz. Amacımız ise malum; o tek tuğlayı yerinden oynatmak…”

Emperyalizm tasfiye edilmeden gladyonun tasfiye edilmesinin mümkün olmadığını ifade eden Alptekin, “Bu sürecin, dünyada yeni doktrin ve kodlarla araştırmacı-yazar Suat Parlar’ın da isabetle saptadığı gibi, neo-gladyo aşamasına geçtiğini ve faaliyetine daha güçlü bir şekilde devam ettiğini” öne sürüyor.

‘Ergenekon süreci politik’

Ucu açık bir Ergenekon süreci yaşanıyor ve herkes, her olay bu davanın içine ilave edilmeye çalışılıyor. En sonra araştırmacı gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklandığına dikkat çektiğimizde sözlerini şöyle sürdürüyor Alptekin:
“Türkiye’de bugün siyasi iktidarın savcılığına, muhalefetin de avukatlığına soyunduğu; her iki taraftan medya kalemşorlarının ve hukukçuların katılımıyla taraf teşkilinin de sağlanarak, hukuk kurumlarının (özellikle de baroların) da alet edildiği medya mahkemeleri kurulmaktadır. Her akşam TV’lerde (ister Ergenekon yandaşı ister karşıtı olsun) hep birlikte hukuk cinayetleri işlenmektedir. Daha iddianamesi hazırlanmamış şüphelilerin gizli olması gereken soruşturma bilgilerinin medyada çarşaf çarşaf yayımlanıp tartışıldığı; yargılamalarının bu bilgiler üzerinden medya aracılığıyla yapılıp, hükümlerinin de medya aracılığıyla verildiği, politik ve ‘özel’ bir soruşturma/yargılama sürecinden geçiyoruz.”

Yaşanan süreçte 16 Mart katliamı da Ergenekon’a bağlanabilir mi sorusu karşısında, “Hukuk mücadelemiz boyunca hiçbiz zaman siyasete kurban etmedik bu davayı” diyor ve ekliyor:

“Ergenekon süreci her şeyden önce ideolojik, politik bir süreç. Yargılamadan önce başlayan, yazılmış kitaplarıyla, siyasi iktidarın angajmanlarıyla birlikte ortaya konulmuş, belirli bir hedefi olan bir proje. Ola ki Türkiye’de bir gladyo yargılaması yapmaya niyetlenmiştir savcılarımız. Biz bunu  önemseriz. Bizim açımızdan önemli olan; Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihsel süreç içinde emperyalist sistem adına darbeler yapmış, hükümetler devirmiş, halkı birbirine kırdırmış ve psikolojik savaş yürütmüş devlet içindeki örgütlü yapıyı ayakta tutan duvardan bir tuğla koparmaktır.”

‘Hesaplaşmaya çalıştığımız örgütler farklı’

Derin devlet yapılanmasının devam ettiğini belirten Alptekin’e göre: “Ergenokon’dan suç unsuru, suç faaliyeti, her şey çıkarabilirsiniz. Yani masumlar da çıkar, suçlular da çıkar, her şey çıkartabilirsiniz ama gladyoyu asla çıkaramazsınız.” Çünkü diyor Alptekin: “Gladyoyu arayan bir iddianame değil o. Bu proje başka bir proje, başka bir amaca hizmet eden bir proje. Eğer bir gladyo hesaplaşması yapacaksanız 12 Eylül’le hesaplaşacak…”

16 Mart davasının avukatı Cem Alptekin’e göre özetle, “Ergenekon başka bir projeksiyon, başka bir plan…” Alptekin, ısrarla da vurguluyor: “Biz işlevini tamamlamış bir örgütten bahsetmiyoruz. İşlevini sürdüren, tarihsel süreç içinde yerli yerine oturtabildiğimiz.. biz bunun raporlarını yazdık Susurluk Komisyonu’nda, 1997 yılında basın toplantısıyla açıkladık ve ilginçtir 500 sayfalık bu raporu İstanbul Barosu yönetimine teslim ettik. Daha sonra komisyon lağvedildi ve o rapor da hiçbir zaman kamuoyuna sunulmadı.”

Yargıda hukuk zafiyeti

Ya Yargıtay’ın zamanaşımını onaylaması?.. Alptekin, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin son kararında ve mahkemenin bu kararını tereddütsüz onaylayan Yargıtay’ın kararında ciddi bir hukuk zafiyeti yaşandığına dikkat çekiyor:

“Mahkeme son kararını verirken 16 yıllık bir yargılama sürecinde daha önce almış olduğu ara kararları ya görmedi ya da görmezden geldi. O ara kararlarda öncelikle davanın bir suç örgütünün yargılandığı davaya dönüşmüş olduğu gerçeği var. Bu konuda birçok benzeri dava dosyası mahkemece celp edilmiş ve aynı nedenle sanıklara da ek savunma hakkı verilmiştir. Nitekim, bizim bu davada zamanaşımı tezimiz de mahkemenin bu ara karalarına dayanmaktadır. Hal böyle olunca mahkeme zamanaşımının dolmadığına ilişkin tezimizi reddetse bile; maddi olayı tarife yönelik önceki ara kararları gereğince ‘suç örgütü’ ihtimalinden vazgeçip geçmediğini, geçtiyse bunun gerekçesini ayrıntılı şekilde açıklamak zorundadır. (Aynen ilk 16 Mart yargılamasında sıkıyönetim mahkemesinin yaptığı gibi…) Yargıtay ise en azından bu gerekçenin ortaya konmamış olması nedeniyle bu kararı usulden bozmak zorunda idi. Oysa bunların hiçbiri yapılmamıştır. Şimdi ortada gerekçesiz bir mahkeme kararı ve yine gerekçesiz bir Yargıtay kararı vardır. Bu durum ise artık iç hukukumuza dahil olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesindeki ‘adil yargılanma’ ilkesine tamamen aykırıdır…”

AİHM’ye başvuru hazırlıkları sürüyor

Yeniden yargılamanın iadesinin yolunu açmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracaklarını, bunun için teknik çalışmalarının sürdüğünü belirten Alptekin, AİHM’ye bu taleple ilk kez gidileceğini söylüyor. Abdullah Öcalan’ın yargılanması sürecinde Avrupa’nın da baskısıyla uyum yasaları kapsamında sanık lehine ‘yargılamanın iadesi’ konusunda yapılan değişikliğe ve bu kararın çok yerinde bir karar olduğuna dikkat çekiyor. Ancak bu düzenlemenin eksik olduğunu, “ek bir yargılamanın iadesinin zarar gören müdahil lehine de yapılabileceğini, yapılması gerektiğini” vurguluyor. AİHM’nin kararları esasa girip tartıştığında, daha önceki ara kararların bile karar öncesi tartışılmadığını, bu nedenle de zamanaşımı kararının ‘hukuksuz verilmiş bir karar’ olduğunu göreceğini kaydediyor. Avrupa’nın göbeğinde gladyoyla hesaplaşacaklarını ileri süren avukat Alptekin, “Apo davasında yeniden yargılanmanın hükümleri değişmişse bu olayda da müdahiller lehine aynı sürecin işlemesi, işletilmesi gerekiyor. Bunun olmaması için hiçbir neden yoktur. Eğer olmuyorsa bunun sorumluluğu tamamıyla Avrupa Birliği, dolayısıyla AİHM’de olacaktır. İşte hesap sormaya, orda gladyoyu yargılamaya gidiyoruzdan kastımız budur” diyor. Eğer AİHM bu yolu engelleyecek bir tavır koyarsa yani ters bir karar alırsa, o zaman AİHM’nin “yargılama hukuku, hukuk anlayışını, güvenilirliğini”  tartışmaya açacaklarını belirtiyor ve “sözleşme ihlallerinde devletleri zorlayacak kararlar alan AİHM kontrgerillanın, gladyonun yargılanmasının önünü açacak en önemli düzenlemeyi yapmakta zafiyetli davranıyor, diyebileceğiz” diye konuşuyor.

Cem Alptekin, son zamanlarda siyasi katliamlarda ya da olaylarda “insanlık suçu” kavramının sık sık dile getirilmesine de tepkili… Bunu çok sakıncalı buluyor. Ona göre bu, “Gladyoyla hesaplaşmamanın ilk adımları…” Son sözleri ise “Tüm ipuçları incelendiğinde Hrant Dink süreci de gladyonun operasyonlarından biri bizim nazarımızda” oluyor…


Sevim Ertemur, Cumhuriyet Gazetesi /16 /17 /18 Mart 2011


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın