Ağzındaki baklayı çıkaran TÜSİAD’ın, oluşma ihtimali içindeki “yeni anayasa”ya bir rapor ile yaptığı müdahaleyi değerlendiren söyleşimizin 2. Bölümü, sermayenin birdenbire ortaya çıkan “özgürlük” arzusunu değerlendiriyor. Savaş ekonomisinin hiç bir zaman içinde olmamış gibi davranan sermayenin, devlet ile sivil toplum ikilemini yaratarak başardığı bu politika, gökyüzüne saldıkları “barış” güvercinlerinin büyüsünü seyreden toplumun, kendi toprağındaki neo-liberal barbarlığı görmesine engel oluyor. Piyasa sömürgeciliğinin kalpazanları, sahte “barış”ın yasalarını vesayet altına almaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de, kendi icat ettikleri ulus-devletin karşısına sivil toplum ve adem-i merkeziyetçiliği koyuyorlar. Savaş ekonomisinin kârlarının yerine, sivil piyasa sömürgeciliğinin kârlarını koymaya çalışarak halkları pazara tehcir etmenin yasal dayanaklarını yaratmak istiyorlar. Suat Parlar bu bölümde “kirli savaş” diye tanımlanan sürecin ekonomik ve politik alt yapısının çıplak gerçekliğini bize anlattı. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)
2. Bölüm
Türkiye’de Askeri Endüstriyel Kompleks
“Kürt hareketine derinlikli bir sınıfsal analiz yapmadan, bu işin sosyo-ekonomik arka planını incelemeden kimlik siyasetleri üzerinden geliştirilen söylemlerin, sivil toplumcu söylemlerden çok fazla farkı yoktur” demiştik. O bölgede geçimlik ekonomiyi yıkan, on milyonlarla ifade edilen canlı hayvan varlığını ortadan kaldırarak kendi kurduğu şirketler vasıtasıyla Türkiye’de gıda piyasasına hükmeden kimlerdir? En önemlisi de “kirli savaş” adı verilen dönem boyunca -ki bunu “düşük yoğunluklu çatışma” olarak nitelendiren bir Genel Kurmay Başkanı da ortaya çıkmıştı- orduya silah satan, müteahhit olarak orduya hizmet veren ve savaş halindeki bir ordunun o anlamda tedarikçi rolüyle sağladığı müthiş imkânlardan yararlanan kimlerdir? Bu soruların cevaplarını vermek çok da zor değildir. Bütün bunları yapanlar, aynı zamanda uluslararası bir mâli düzeneğin Türkiye’ye yerleştirilmesini de gerçekleştiren sermaye gruplarıdır. Bu sermaye grupları sözü edilen “kirli savaş”ın da baş sorumlusudurlar.
Türkiye’de 500 önde gelen şirketin 57 tanesi silah şirketidir. 57 Silah şirketi içerisinde dolaylı veya dolaysız ihracatçı kapasiteyi elinde tutan 17 tanesi, aynı zamanda uluslararası silah tekelleriyle bağlantılıdır. Bu uluslararası silah tekelleri, Türkiye’deki yavru kompradorlara teknoloji aktarımı, kredi sağlama yoluyla ve bir takım patent imkânlarıyla yeni bir pazarın kanallarını açmışlardır. Burada bir askerî endüstriyel kompleks oluşmuştur. Silahlı bürokrasi, bu askerî endüstriyel kompleksin bir ucunda yer alırken, diğer ucunda komprador tekelci büyük sermaye yer almaktadır. Ama bu dünya ölçeğindeki askerî endüstriyel komplekslerle yürüyen bir iş olmaktan öte, dünya malî oligarşisiyle bağlantılıdır. Çünkü sermaye akışını, finansı sağlayan ve bu sayede Türkiye’nin bu “kirli savaşı”nın uzamasına neden olan güç, ağırlıklı olarak dünya malî oligarşisidir. Aynı zamanda da bu malî oligarşi ile birlikte nefes alan Türkiye’deki uzantılarıdır.
Mezarlık “Barış”ı
Türkiye’de PKK, başka bir örgütlenme ya da yapılanma olmasa bile, 90’lı yıllardaki ekonomik sıkışmayı aşmak açısından militer bir birikim rejiminin oturtulması zorunlu olacaktı. Yani mutlaka bir düşman icat edilecekti. Çünkü sermaye, özü ve varoluşu itibariyle sadece ırkçı değil, aynı zamanda dünyanın her yerinde militaristtir. “Barış” denilen dönemler mezarlık barışlarıdır. Bütün mezarlık barışları kısa sürerler. Halklara, devrimcilere, emekçilere, etiketlenen bazı etnik gruplara, ülkelere karşı ve bunlar olmadığı zamanda kendi içlerinde birbirlerini yiyecek düzenekler icat ederek yürütülecek savaşlar bitmeyecektir. Kapitalizmde savaş süreklidir. Savaş kapitalizmin özüdür.
Savaşın ortaya çıkardığı militer birikim rejiminin Türkiye’deki akışı içerisinde, jeo-stratejik önemini sürekli pazarlayan ilkel bir komprador burjuvazi açısından da bu süreklilik vazgeçilmez bir olgudur. Sürekli olarak stratejik önem üreten ve bu anlamda Ortadoğu’nun en büyük ordusuyla övünen bir sermayenin, elbetteki bunu araçsallaştırması da son derece mantıklıdır ve kendi açısından da ekonomik bir rasyonaliteye oturur.
Türkiye’de 80’li yılların sonundan itibaren tesislerinde silahla ilgili elektronik aygıtları üreten, ordu siparişlerinden yararlanan ve peygamberi Soros olan şahsiyetlerin son dönemde Kürtlere sevgi gösterisinde bulunması ilginçtir. Diğer yandan, Türkiye’deki Müslümanlar da bu aşırı sevgiden payına düşeni almaktadırlar. Bunlar üzerinden, Türkiye’nin bireysel atomizasyonunu, yani adem-i merkeziyetçiliğin savunulması ve bunun “açık toplum” adına yapılması gerçekliği de var.
Türkiye’de, Sorosçu, Popperci tezler üzerinden “açık toplum”u savunanların en önde gelenleri, silah sanayisinin, silah pazarının güçlü şirketlerinin sahipleridirler. Üstelik de ihracatçı konuma gelmiş şirketlerinin sahipleridirler. Bu bile, anayasal bir gelişmeden en fazla memnuniyet duyacağını ifade eden Kürt hareketleri açısından hassasiyetle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Cinayet Ekonomisi
Demek ki, neo-liberalizm özü itibariyle bir cinayet ekonomisinin işlerliğine dayanıyor. Bu işlerliği tanımlayan en önemli unsurlardan biri de, dünya malî oligarşisinin sistematize bir biçimde Türkiye’deki “kirli savaş”tan kâr sağlaması olgusudur. Türkiye’nin borçlanmasının da bunlarla yakından ilgisi vardır. Türkiye’deki 500 büyük şirketin son yıllara kadar “faaliyet dışı kâr” adı altında devlete borç vermeleri ve çok yüklü miktarlarda faiz almaları söz konusudur. Türkiye’deki sermayenin finans-kapital boyutu içerisinde elde ettiği devâsa rantlarla varlığını sürdürüyor olması da, gene savaş olgusuyla bağlantılıdır. Böyle değerlendirildiğinde, “üniforma giymemek sivillik midir” sorusu, elbette ki son derece önemlidir. Gelinen noktada, TÜSİAD’ın böyle bir “anayasa tartışma metni”ni önümüze koymuş olması politik tartışma açısından bizlere fazlasıyla alan açmıştır.
12 Eylül 1980’de işçi ücretleri ve maaşların milli gelirdeki payı %32.79’dur. 1985 yılında bu rakam 19.50’ye inmiştir. Bu durum tam anlamıyla bir cinayet ekonomisine işaret etmektedir. Çünkü bu kadar kısa süre içerisinde milyonlarca ailenin hayat standartlarını düşürmek bir yana, sahip olduğu tüm sosyal değerlere büyük bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Ondan sonra da bu saldırganlığı kurumsallaştırmışlardır. Ondan sonra da, yedek iş gücü ordusu ve büyük bir emek rezervi oluşturulması, düşük ücretlere rıza gösteren bir emekçi sınıfının oluşumu sürekli hale getirilerek uygulamaya konmuştur. Neo-liberal politikanın en önemli dayanaklarından biri budur. Diğeri ise, “kirli savaş” ve o düzenekler üzerinden oluşturulan dünya finans sistemiyle bütünleşmesidir. Son olarak da, devlet borçluluğunun, devlet içerisindeki son sosyal uygulamaları da sosyal kurumlaşmaları da ortadan kaldıracak seviyeye gelmesidir.
Verdiğimiz bu rakamlar, belki ilk anda çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Ama şunu söylersek tablo daha netleşecektir: 1980’de çalışan başına kâr, sermayedarlar açısından ortalama 231 bin TL’dır. 1984 yılında çalışan başına kâr 1 milyon 96 bin TL olmuştur. Sömürünün boyutunu düşünün. Nasıl sağlandı bu? Şu şekilde:
- İşkence
- Gözaltı kampanyaları
- İdamlar
- Cezaevlerini toplama kamplarına dönüştürme mantığı
- Toplumu beyinsizleştirme
- Toplumun üzerindeki terörü sürekli hale getirmek
- Bu mekanizmaları yaratma
- Kendi emekçilerine savaş ilân etmiş bir silahlı bürokrasi yapılanması
Giderek bunun adını komprador olmaktan çıkarıp, şöyle de söylemek mümkündür; tekelci komprador burjuvazinin çıkarlarıyla da bütünleşmiş silahlı bürokrasi, bu anlamda bir blok oluşturmaktadır. Bu blokta müteahhit ile taşeron biraraya gelmektedirler. Bunlar artık işgalci bir gücü oluşturmaktadırlar. Bu ülke aynı zamanda işgal ediliyor. Bundan sonra Türkiye’de burjuvaziye işgalci burjuvazi diyeceğiz.
İşgalci Burjuvazi
Sizce ortaya koymaya çalıştığımız bu tabloda herhangi bir etnik ayrım var mıdır? Bence yoktur. Topyekün emekçi sınıflara bir saldırı söz konusudur. Söz konusu bu saldırıdan en fazla etkilenen de bölge olmaktadır. Çünkü geçimlik ekonominin yıkılması bir stratejiye dayanmaktadır. Sadece bir askerî ve güvenlikle ilgili bir strateji değildir söz ettiğimiz. Aynı zamanda malî bir stratejinin varlığını da vurgulamaya çalışıyoruz. Geçimlik ekonomi yıkılmış ve Kürtler piyasaya tehcir edilmeye başlanmıştır. O bölge piyasalaştırılmaktadır. Piyasalaşmayla birlikte, o bölgede bir alt komprador sınıf hızla güçlenmiştir. Bu güçlenme Özal döneminde kurumsal hale getirilmiştir. Bugün de yürürlükte olan koruculuk dahil olmak üzere tüm araçlar Özal döneminde yapılandırılmıştır.
Neo-liberalizmin peygamberi olan Özal, bugün Kürtler’e yönelik şiddeti yaratan mekanizmanın kurucuları, ataları arasında yer almıştır. Ama Türkiye’de çelişkileri “sivil toplum ile devlet” arasına sıkıştırmış olan anlayış, bunun üzerini ısrarla örtmektedir. Bunun üzerini örtmenin faydalarını da görmüşlerdir. Çünkü Kürt politikası, narko-politikle semiren, bu konuda uluslararası istihbarat örgütleri ve Türkiye’deki kirli savaş düzeneğini işleten güçlerle ortak hareket eden bir ilişkiler bütününün içine düşmüştür. Gelinen nokta da, müteahhitlik hizmetleri ve o ilişkiler bütünüyle bağlantılı bazı fonların aklanmasına bağlı olarak kendini geliştiren alt komprador bir yapılanmaya doğru sürüklenmiştir. Ne yazık ki, Kürt hareketleri son dönemde “demokratik cumhuriyet” vurgusunu ön plâna çıkartırlarken bu sınıfsal arka plânı unutturmuşlardır.
Komprador bir Kürt burjuvazisinin ortaya çıkmış olması, çekirdek halinde bulunan böyle bir burjuvazinin “kirli savaş”ın yararlanıcıları arasında olması ve neo-liberal tezlerle bütünleşmeleri gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor. İş öyle bir hale geliyor ki, şunu söyleyebiliyorlar; “Dünya artık küreselleşti. Biz artık bu saatten sonra bağımsızlık da istemiyoruz. Bir Türk devleti olsun ve bu Türk devleti etnik anlamda kendi özerkliğini ilân etmiş, yerelleşmiş bölgesel güçlerle, bu güçlerin meclisleriyle uzlaşsın. Bu temelde yeni bir yapı oluşsun. Bu yapı giderek bölgeye de taşırılsın. Mesela, Kuzey Irak’ta da kendine alan açsın. Bu bölgeselleşme bizim açımızdan yeterlidir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı denildiği zaman bizim aklımıza gelen budur”.
Bu argümanlar, Avrupa emperyalizminin “etnik parselasyon politikası”nın bu bölgeye yansımasıdır. Üstelik de, bunu bir ilericilik kisvesi altında savunabiliyorlar. Oysa ki, bu anlamda bir yerelleşme, yer yer feodal ölçeklere de taşıyan, ilkel, vahşi bir komprador burjuvaziye hukukî, ekonomik iktidarını sağlamlaştıracak yetkilerin devredilmesi anlamına gelir. Bu çerçeve içerisinde ne yaparlar?
Uluslararası sermaye ve küresel şirketlerle doğrudan muhatap olmanın avantajlarından yararlanmayı “ulusların kendi kaderini tayini” gibi yuttururlar.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
E-Kitap: Anayasal Kuşatma ve Sermaye – Yiğit Tuncay & Suat Parlar
İçindekiler