İnsanlık tarihi boyunca yaptırımı olan yasalar dışında, merhamete, vicdana veya mantığa dayanan adalet duygusundan temellenen bir hukuk anlayışı da şekillenmiştir. Bu hukuk anlayışını insanlık “insaf” diye tanımlamıştır. Kimi zaman insanlık “insaf” diyerek zorbalığa ve sömürüye karşı ayaklanmış, kimi zaman da “insaf” diyerek kendini durdurmasını bilmiştir. Peki insanoğlu “insaf”a nasıl yabancılaşmaya başlamıştır? Mesela Engels, Adam Smith’i ekonomi politiğin Luther’i olarak tanımlamıştı. Dini ve imanı dünyanın özü olarak gören Luther gibi, Adam Smith’de tam rekabeti insan ve doğanın özü olarak görmüştü. Sonuçta ikisi de kilise kökenliydi. İkisi de “dindar” burjuvazinin tarih sahnesine çıkışına hizmet ettiler. Toplumların ekonomi politiğe dayalı dönemeçlerinde, ahlakı da bu yapısal değişikliklerle yeniden şekillendirilir. Halkların bu değişimlere ikna edilmesi, her zaman metafizik referansları içermiştir. TÜSİAD’ın yeni anayasa tartışmalarında “dindar” sermayeye işaret eden yaklaşımları da gözümüzden kaçmamıştır. Söyleşimizin 4. bölümünde Suat Parlar ile bu konuyu değerlendirdik. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)
4. Bölüm
Suç İçin İyi Olan Kapitalizm İçin de İyidir
Türkiye’de tekelci çeteler konfederasyonu savaş ilân etmiş durumdadır. Bu savaş “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak da değerlendirilebilir. Yumuşak Pinoşeciliğin topluma dayatılması plânının, anayasal çerçeveye büründürülmüş tartışmalarını, formülasyonlarını, savaşın bir biçimi olarak yürütüyorlar. Bunun bir “hukuk” güvencesi çerçevesinde neo-liberal düzenin yerleşmişliğini, engellerden arındırılmışlığını, bu temelde devlette gerçekleşen dönüşümün iyice pekişmesini garanti altına alacağı neredeyse kesindir. Bu kesinlik, adına “seçim” denilen, “seçme düzeni”nden kaynaklanıyor aynı zamanda. Çünkü tekelci düzenlerde “seçim” olmaz, “seçme” olur. İnsanlar “seçim” yapmazlar, sadece önlerine konulan seçilmiş olanları onaylarlar. Bu bir onay mekanizmasıdır. Bu onay mekanizmasının meşruiyetine dayanılarak, halk, daha doğrusu emekçiler kendilerini ezecek olan mekanizmaların meşruiyetini rızalarıyla onaylamış olurlar. Son derece hain ve entrikacı bir düzenektir bu. Bu düzeneğin adına da “demokrasi” denilir.
Aslında çağımızda neo-liberal devletin işleyişinin odağında “karşı ayaklanma doktrini”ne (*) göre şekillendirilmiş bir kurumlar, kurallar, ideolojiler bileşkesi yatar. “Karşı ayaklanma doktrini”, “küresel isyancı” kodlamasıyla; hakları için mücadele eden emekçilerden, öğrencilere, grev yapan işçiden, devrimi hedefleyen kesimlere, örgütlenmiş bir sosyalizm mücadelesini etkin bir biçimde verenlerden, toplumsal kurtuluş programıyla emperyalizmden kopuşu kabul eden ulusal kurtuluşçulara kadar, sömürüyü reddeden bütün kesimleri hedefler. “Karşı ayaklanma doktrini” olmadan, “milli güvenlik ideolojisi” ve onun devletini içeren düzenlerin işletilmesi, yerleştirilmesi, kurumlaştırılması mümkün olamaz.
Özellikle, Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda, kapitalizmin genel şiddeti, mafyatik birikim tarzı, militarizmi, kirli savaşlarda taraf olması, Türkiye’deki iç savaşlarda devrimcilere karşı en kriminal mücadeleleri veren unsurların işverenler arasından çıkması kaçınılmazdır. Çünkü ister istemez kapitalist düzen açısından bir meşruiyet krizi sürekli olacaktır. Bu meşruiyet krizinin giderilme koşulu, ara dönemler dışında “sermayeleşmiş zor”un açık hale gelmesidir. “Sermayeleşmiş zor”, kendisini ağırlıklı olarak iç savaş süreçleriyle, tecritlerle, cezaevlerine yönelik terör kampanyalarıyla ortaya koyar.
Ahlâksız Kapitalizmin Ahlâkı
TÜSİAD bu statükonun ebedileştirilmesi adına formülasyonlar geliştiriyor. Birey odaklı, hiç bir ayrıcalığa yer vermeyen anayasadan söz ediyor. Ki birey ideolojisi neo-liberalizmin köşe taşıdır. “Birey” denildiği zaman akla elbette ki, küresel şirket ve onun çıkarları gelmelidir.
Tüm vatandaşların farklılıklarından bahseden bir anayasa önerisinde bulunuluyor. Eskiden yalan da olsa “fırsat eşitliği”nden söz edilirdi. Artık “fırsat eşitliği”nden de söz edilmiyor. Artık farklılıklardan söz ediliyor. Farklılıklar nasıl bir fırsatı içeriyor? Buna verilecek cevap nettir; fırsatlar değil, koşullar eşit olmalıdır. Eşitsizlik ve mülkiyetle bütünleşmiş düzen mekanizmaları varlığını sürdürdükçe, koşullarda eşitlik elbette ki mümkün olmayacaktır. Eşitlik olmadan özgürlük, bir vahşetin, bir cinayet ekonomisinin adı olur. Eşitsizlik ve mülkiyetin sürekli savaş üretmesi doğaldır. Bu durum konjonktürel değil, yapısaldır.
Dolayısıyla sermaye düzeninden barış, hoşgörü, ahlâk beklemek yerinde değildir. Kapitalizm gayri ahlâkidir. Ne ahlâklıdır, ne ahlâksızdır. Oysa neyin iyi, neyin kötü olduğuna dair politik kararlar alma süreci olarak “etik” dediğimiz evrensel olgu -ki bu anlamda ahlâktan da yer yer farklıdır- kapitalizmin hiç bir temel ideolojik ölçütüyle, varoluş biçimiyle uyuşmaz. Ama bu etik eşitliğe dayalı özgürlükçü bir etik ise tabi. Yoksa burjuvazi de bir “etik” iddiasında bulunuyor.
İnsafın İnfazı
Dünya ölçeğindeki her kriz döneminde yeni amentülerle bezenmiş bir takım yeni dinler ortaya çıkıyor. Çağımızda geçerli olan nedir? “Serbest piyasa” adı altında, piyasa sömürgeciliğini dayatan pazar tek tanrıcılığıdır. Böyle değerlendirildiğinde artık dünyanın hiç bir yerinde müminliğin, kapitalizmin karşısında bir değer ifade etmesi mümkün değildir. Çünkü, dünyanın bütün dinlerinde inananlar, insanların adalet ve eşitlik taleplerinin yüceltilmesi üzerinden inançlarını kurarlar. Bu inanç kurma olanağı artık müminlerin elinden çekilip alınmıştır. Bu bütün dinler için de böyledir.
Neo-liberalizm dinleri asimile etmiştir. Çağımızda neo-liberalizm din asimilasyonu üzerine dayanır. Bu sadece Türkiye için de geçerli değildir. Dünyanın pek çok yerinde neo-liberal vicdansızlığın, küresel ölçütleriyle bütünleşmiş bir yeni dindarlık dalgasıyla karşı karşıyayız. Yeni dindarlık dalgası vicdanı, toplumsal adaleti, eşitlik inancını, kardeşliği reddetme temelleri üzerine dayalıdır. Burada aslolan bireyin kendi özerkliği kodlamasıyla bir takım dinî ayin biçimlerinin, sözde özgürlük simgelerinin, o dinin mümini olmak açısından piyasalaşmasıdır. Yani bir göstergeye dönüşmesidir. Dindarlığın kendine özgü göstergelerini yaratan neo-liberal piyasa sömürgeciliği, o göstergelerin pazarlanmasından hem yeni modalar türetmektedir, hem de bu modalar üzerinden postmodern dindarlık üretmektedir.
Büyük öykülere, büyük birikimlere, büyük tarihsel anlatılara, büyük adalet arayışlarına dayanan dinlerin yerini parçalanmış, soyut “özgürlük” söylemleri almıştır. Kapitalist yabancılaşmanın kendisine dayattığı koşulları kabullenen, dünyayı değiştirme konusunda hiç bir iddia taşımayan, adaletli bir dünya arzusundan bile vazgeçen, kapitalizme zincirlenmiş yeni bir dindarlık türünü ortaya çıkarmışlardır. Bu dindarlık türü, özellikle, çağımızda küreselleşmenin ideolojisi olan neo-liberalizm ile barışıktır.
Neo – Liberal İlahiyat
Bu ölçütlerle neo-liberal ilahiyattan söz edebilmek artık mümkün hale gelmiştir. Bu ilahiyat, özellikle, Türkiye’de ağırlığını hissettirmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında ABD’nin kendi suretinden bir dünya yaratma planında başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü ABD’nde kapitalist vahşeti olumlayan, onaylayan din kalıpları, bir cemaatçilik bütünleşmesi içerisinde Amerikan kapitalizminin meşruiyetinin dayanağı haline gelmiştir. ABD dünyanın en “dinci” topluluğudur. Neo-liberal kapitalizme uyum konusunda, belki de, dünyada en neo-liberal, kapitalist yobazlığı benimseyen ikinci toplum, Türkiye toplumudur. Amerikan imgesinden yaratılmış Türkiye cemaatçiliği, açıkçası, Türkiye’de İslamiyetin yerini almıştır. Çünkü din cemaatçiliği özünde barındırmaz. Cemaatçilik, ancak, Evanjelik kodlara bağlı ve Evanjelik kodlarla Yahudiliğin uyumu üzerinden gerçekleştirilecek bir olgudur. Cemaatçilik İslâmın özüne aykırıdır. Cemaatçiliği bir sosyolojik olgu olarak ve neredeyse enetelektüel zorbalıkla dayatan kesimler, bu anlamda neo-liberalizmin entelektüel tetikçiliğini yapmaktadırlar. Bu tetikçiliği yapanlar karşılığını da bulmaktadırlar.
Dinin büyük metafizikleri, büyük tahayyülleri, büyük açılımları, indirgemeci bir tarzda insanları sadece basit örtünme kodları üzerinden parçalayan yeni bir tür ayrıştırma potasına dönüşmüştür. Bir birleştirme potası değil, ayrıştırma potasıdır. Oysa ki, İslamiyet söze “ey insanlar” diye başlar, “ey cemaatler” diye başlamaz. Bu tarz bölünmüşlükleri ve parçalanmışlıkları kabul etmez. Bu elverişlilik, ekonomik rasyonaliteye bağlanmış bu “yeni dindarlık” biçiminin neo-liberal devlette kadrolarını bulması ve hatta “dindar cumhurbaşkanı” adı altında Özal üzerinden ekonomik rasyonaliteye, serbest piyasaya adanmış bir yeni tür dindarlığın İslâmi biçimler içinde kendisini sunmasıdır. Bu politika gücünü “Türk-İslam sentezi” adı altında 12 Eylül şiddetinden beslenen kaynaklardan almıştır. Türkiye’de İslâmiyeti içinden çıkılmaz sorunlarla yüzyüze getiren bu politikalardır.
İslâmiyet vicdanları yücelten, insan onurunun paylaşımını sağlayan bir metafizik olmaktan çıkmış, pazar tek tanrıcılığının ilahiyatına dönüştürülerek, neo-liberal tezlere kurban edilmiştir. TÜSİAD’ın, cemaatleri kendine ideolojik payanda olarak görmesi ve anayasa önerisinde cemaat vurgusunu ön plâna çıkarması, bireyi cemaatlerle özdeş görmesi, aslında, son derece doğaldır. Önce Türk-İslâm sentezini ortaya attılar. Ki bu Türk-İslam sentezinin Türk kanadı, Aşkenaz Yahudilikten kaynaklanan bir Türkçülükten beslenmişti. İslam kanadındaki sorunları da neo-liberalizmle ehlileştirerek yeni bir sentez gerçekleştirdiler.
Homo İslamicusun İhtişam ve Sefaleti
Buradaki itiraz son dönemde ağırlıklı olarak Seferad Yahudilerinden geldi. Çünkü Seferad Yahudilik çok fırsatçı bir yaklaşımla sadece İsrail’in yaşatılması değil, aynı zamanda Yahudi finans kapitalinin Türkiye üzerindeki görünür ve görünmez bağlarının garantisini sağlamak adına, İslâmiyet çerçevesinde hareket eden, ama neo-liberal amentü’ye yeminli bir takım burjuva grupların gücünü görerek bir sentez arayışına girmiştir. Bu noktayı gören Seferad Yahudiliğin pirlerinden bir tanesi -ki kendisi Sorosçulukla ünlenmiştir-, yeni bir sentez önermiştir. Ne yapmıştır? Sermayeye MÜSİAD’ı işaret etmiştir. Aslında ilân ettiği; “Türkiye’de artık din Soros’un, Popper’in istediği kıvama gelmiştir” demenin bir başka yoludur. “Kapitalist anlamda özgürlükçülük, burjuvazinin ahlâk ve özgürlük tanımazlığının garantisidir” demeye getirmiştir. Diğer işadamlarına “siz geride kaldınız, statükocusunuz, bakın burada neler var” dercesine bir mücadele bayrağı açmıştır. TÜSİAD’ın önerdiği, fakat sonradan arkasında durmayıp geri çekildiği anayasanın ne kadar değerli olduğunu ve nasıl, hangi koşullarda, hangi egemenlik statülerini dondurmak için, bunu bir ilahi düzene dönüştürmek için yapıldığını da kanıtlamış oldu bir bakıma. Çünkü bu anayasal metin adına TÜSİAD ile kavgayı göze almıştır. Bu durum dönemsel bir tartışmanın parçası değildir. Bu durum tamamı ile yapısaldır.
İslâmi kalıplar içerisinde kendini sunan sermaye grupları, dindar bir burjuvaziyi temsil edemezler. Çünkü burjuvazi dindar olamaz. Dindarlık burjuvazinin özünde yoktur. Bunlar asimile edilmiş, kapitalizmle uyumlu hale getirilmiş, emek-sermaye çelişkilerini, dayanışma ağları, cemaat ağları içerisinde eritecek toplumsal bir değişimi hedeflemektedirler. İşçi sınıfının özerk ve politik-ekonomik güç olarak örgütlenmesini bu dindaşlık anlayışı ile engelleyecek, işçi sınıfının sermayeye yeni bir biat kültürüyle eklemlenmesini beraberinde getirecek yeni bir yapılanma arayışı içerisindedirler. Bu durum sol-liberaller tarafından da hararetle desteklenmektedir.
Eğer sözü edilen tarzda bir demokrasi var ise, cemaatçilik, etnik temelde ayrıştırma ve piyasacılık bu demokrasiyle çatışma halinde olacaktır. Kapitalizm, demokrasi ve özgürlüğün düşmanıdır. Bunların bir arada olabilmesi mümkün değildir. Demokrasiye sınıflar üstü bir bağlamda yaklaşmamanın da, aslında ne kadar zorunlu olduğunu gösteriyor. Demokrasi; sınıflarüstü, sistemler üstü bir ideal, bir metafizik değildir.
12 Eylül Anayasası’nda Akademik CIA Parmağı
TÜSİAD bu alanda düşünen ve üreten zihinlerin çalışmalarına bağlıyor süreci. Üreten ve yaratan zihinler 12 Eylül öncesinde de vardı. 12 Eylül öncesinde Tercüman Gazetesi Nisan ayında bir anayasa paneli düzenlemişti. Onun yanı sıra Yeni Forum Gazetesi’nin bir anayasa çalışması vardı. Yeni Forum Gazetesi ve Tercüman Gazetesi’nin anayasa çalışmalarının pek çok unusuru, 12 Eylül Anayasası’na girdi. 11 Eylül 1980 günü de, TÜSİAD Türkiye ekonomisi ile ilgili çok önemli bir rapor yayınladı. Ki bu rapor gözlerden kaçmıştır. Bunların hepsi bir araya toplandığı zaman 12 Eylül Anayasası’nın, daha 12 Eylül Darbesi gerçekleştirilmeden çok önce hazırlandığı anlaşılmaktadır. Bu hazırlıkla birlikte televizyonlara çıkarak “CIA’dan para aldığı”nı itiraf eden ve bunu doğal bulduğunu söyleyen bir profesörün, sözkonusu anayasa hazırlıklarında görev aldığını biliyoruz. Ki o yapının CIA Türkiye masası şefi Paul Henze ile de bağlantıları düşünüldüğünde, CIA Türkiye’de daha önce de bir anayasa yapmıştır.
Şimdi de CIA’nın 3. sınıf teknisyeni olan, 1. sınıf spekülatör, 1. sınıf “açık toplum”cu ve 1. sınıf neo-liberal küreselleşme ideoloğu Soros’un, Türkiye’de “milli” hizmetler de bulunduğunu görüyoruz. “Milli” hizmet kavramını ortaya atan doğrudan doğruya TÜSİAD üyesi bir iş adamıdır. “Milli hizmetlerde bulunmuştur” diyor. Bunu çok bilinçli ve farkında olarak söylüyor. Soros, artık Türkiye’de “milli” ve “yerli” bir olgudur. Yabancı bir olgu değildir. Tıpkı Amerika’nın, Türkiye’de “yerli” bir olgu olarak varlığını kanıtlaması gibi. Dolayısıyla, yıllara yayılan “açık toplum” çalışmaları, fonlanmaları, entelektüel birikimlerin buraya yansıması söz konusu olmuştur. Artık tekelci sermayeye bağlı olan “organik aydınlar” grubu, bir bütünlük arzetmektedirler. Bu “organik aydın” bütünlüğü çok farklı fikir çeşitliliği varmış gibi görünse de, temel noktalarda uyum içerisindedir. Sermayenin amentüsü’nde “demokrasi – insan hakları – serbest piyasa” da uyum içerisindedir. Yani, Pinoşe’nin yumuşak rejiminde uyum vardır.
Notlar
(*) bknz.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
E-Kitap: Anayasal Kuşatma ve Sermaye – Yiğit Tuncay & Suat Parlar
İçindekiler