12 Haziran 2011 seçimleri yaklaşırken gündem daha da yoğunlaşıyor. Ama bu yoğun gündemi derli toplu önümüze koyan TÜSİAD’ın “Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu” başlıklı raporu oldu. Bir bakıma, arka odalarda herkesin mutabık olduğu meseleleri ortaya koyan bir metindi bu rapor. Bizim hep “çok parti, tek program” diye adlandırdığımız bu süreçte, toplumun sindirmesinden emin olmadıkları ve düşük dozlarla ülkenin gündemine enjekte etmeye çalıştıkları düşüncelerin yüksek dozda söylenmesi herkesi şaşırttı. “Biz şaşırmadık” desek, yalan olmaz. Bize göre bu program ilk olarak 24 ocak 1980’de yürürlüğe konmuştur. Ardından 1982 Anayasası ile sürdürülmüştür. Ülkemizde yaşananlar ve yaşatılanlarla küçük dozlar halinde enjekte edilerek bugüne dek getirilmiştir bu program. Sistemin sağı-solu bu uygulamalarda üzerlerine düşen görevleri de almıştır. Doz aşımı olarak değerlendirdiğimiz bu rapor ile TÜSİAD ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Bu gelişmeler üzerine Suat Parlar ile biraraya geldik ve bu raporu konuştuk. Geçekleştirdiğimiz bu sohbeti bölümler halinde sizlerle de paylaşacağız. “Anayasal Kuşatma ve Sermaye” ana başlığıyla oluşan bu uzun metnin 1. bölümünü “TÜSİAD Vesayeti” adıyla sizlere sunuyoruz. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)
16 Mart Katliamı’nı düzenleyenlerin yaratmaya çalıştığı
dehşeti; onur, cesaret ve özveri ile göğüsledi. Bedeli amansız
bir hastalık oldu. Onu kaybetmedik, hep yanımızda olacak.
Bu çalışmanın emeği Mehmet İsot’a ithaf edilmiştir.
1.Bölüm
Amerika’nın En İyi İhraç Malı Küreselleşmedir
Totaliter neo-liberal sömürgecilik, Türkiye’de anayasayı rehabilite etme kararı almıştır. Bu bir bakıma hukukun Amerikanlaşması anlamına geliyor. Çünkü küreselleşmenin odağında ABD duruyor. Küreselleşme, Amerika’nın ulusal çıkarlarının dünya düzleminde ideolojik hukuki, politik, ekonomik, askerî ve stratejik unsurlarıyla egemenliğine işaret ediyor. Bu egemenlik tam anlamıyla bir hegemonyayı mümkün kılmasa da, o hegemonyada büyük ölçekte çözülmeler yaşansa da, ‘Amerika’nın en iyi ihraç malı küreselleşme’dir. Dünyada kapitalist sisteme bağlı bütün ulus-devletlerin meşruiyetleri, ekonomik süreçleri, askerî şekillenmeleri böyle bir uyum içerisinde gerçekleştiriliyor.
TÜSİAD’ın En İyi İthal Malı Piyasa Sömürgeciliği
Ama Türkiye’de sistemin yaşadığı bir takım sorunlar ve en önemlisi de halen daha büyük toplumsal mücadelelerin kalıntılarının varlığı “yeni bir anayasa”yı da kaçınılmaz kılıyor. Tıpkı “12 Eylül Anayasası”nı o dönemin tekelci burjuvazisinin toplumdaki bütün önde gelen emek güçleriyle çelişkilerine rağmen zorunlu kılması gibi. Bu zorunluluğun en iyi temsilcisi elbette ki, komprador (işbirlikçi), tekelci burjuvazinin sinir sistemini, beyin gücünü temsil eden TÜSİAD oluyor. TÜSİAD’ın dile getirdiklerini kendi içinde değerlendirmek doğru değildir. TÜSİAD, genel olarak Türkiye’de kapitalist egemenliğin varlık koşullarının sürdürülmesi açısından üzerine düşeni yapıyor. Tıpkı ABD’nin dünya kapitalizminin sağlığından sorumlu olması gibi. TÜSİAD üzerine düşeni yaparak Türkiye kapitalizminin sağlığından kendisini sorumlu tutuyor.
Bu anlamda TÜSİAD’ın dile getirdiği formülasyonlar, taahhütler, temenniler, girişimler tüm çelişkileri içinde barındırmakla birlikte burjuvazinin diğer kesimleri tarafından da paylaşılıyor. Bu kesimlere MÜSİAD, TOB, TİSK de dahildir. Tekelci burjuvazi her ne kadar büyük politik, ekonomik yoğunlaşma ve merkezileşme sağlamış olsa da, diğer sermaye hizipleriyle yer yer bir takım çelişkiler hatta çatışmalar yaşasa da, halen daha Türkiye’de tekil sermayelerin, sektörel sermayelerin ötesinde genel çıkarlar adına düzenlemeler önerebilmektedir. Bunu yaparken de, ilkel hegemonya tasarımından yola çıkmaktadır. Hegemonya, egemen bir sınıfın kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi sunabilme becerisidir.
Anayasa İdeolojik Bir Metindir
Ama TÜSİAD bu konuda büyük bir ilkellik sergiliyor. Türkiye’deki tüm muhalif birikimi reddedercesine “tartışma” adı altında ileriye sürdüğü metinlerin ideolojik olmadığını, anayasa önerisinin hiç bir ideolojik yönünün bulunmadığını kurguluyor ve bu kurguyu da paylaşmamızı istiyor. Oysa ki, anayasalar birinci planda ideolojik belgelerdir. Anayasa temelde ideolojik bir metindir. Toplumda egemen olan sınıfın fikirlerinin politik prizmasıdır. Anayasa siyasal güç ilişkilerine, sosyo-ekonomik koşullara, sınıflara, siyasal fikirlere, teorilere doğrudan doğruya bağlıdır. Bu anlamda TÜSİAD bize, yine tarihsel siciline uygun bir tarzda yanılsamalarla, kurgularla bezenmiş bir metinler bileşkesi sunuyor. Önce sunuyor, sonra geri alıyor, ardından tekrar bu metni savunduğunu ortaya koyuyor. Kendi içinde çatlaklar oluşuyor. Ama ortaya konulan metin Türkiye’de sermayenin, devletin dönüşümünü, daha doğrusu Türkiye kapitalizminin birikim stratejilerinin, birikim rejiminin dönüşümünü zorunlu kıldığı üstyapıyı gayet net bir biçimde ortaya çıkarıyor. Ortaya çıkan bu metin bir toplum felsefesini ister istemez üzeri örtülü de olsa netleştiriyor ve o toplum felsefesinin adı da; “neo-liberal vahşet düzeni” olarak isimlendirmeyi hakediyor.
Sermayeleşmiş Zorun İdeolojik Tetikçiliği: Sivil Toplumculuk
Bu metinleri tartışmaya açarken olgulara, tarihe dayalı TÜSİAD birikimini gözden kaçırmamak lazım. Türkiye’de hayali bir sivil toplum ile devlet arasındaki çatışma kurgusuna dayalı “sol liberal” tezler, bu kurguya dayanarak TÜSİAD’ı “ilerici cephe”nin öncüsü konumuna getiriyor. Türkiye’de özellikle “sol liberal”lere göre, maalesef hayali bir sivil toplum ile devlet çatışması var. Sank o devlet kendisi için işleyen, kendi bilincini taşıyan organik bir bütünlük ve bu bütünlüğün bürokratları zaman zaman bazı kararlar vererek, darbelerle yönetime el koyuyorlar. Yine aynı hayale göre, “ilerici misyon”u taşıyan ve sivil toplum içerisinde “öncü” güç olan burjuvaziyle de çatışma içerisine giriyorlar. Bu tümüyle hakikatlerden, olgulardan uzak bir değerlendirmeyle kampanyaya dönüştürülüyor.
TÜSİAD, 12 Mart Muhtırası’ndan kısa bir süre sonra Türkiye kapitalizminin, daha doğrusu tekelci burjuvazinin önde gelen unsurlarının politik, ekonomik, ideolojik etkinliğini yoğunlaştırmak, merkezileştirmek ve onların devlete el koyma süreçlerini kurumlaştırmak adına ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda da bir darbenin müteahhitliğini yapmıştır. Bütün bunları dünya kapitalizminin jeo-politik, ekonomik, stratejik sorunlarının çözümü adına yapmıştır. Bu noktada ulus devleti vurucu güç olarak kullanmışlardır. Bugün olduğu gibi o dönemde de, sadece Türkiye’de değil Şili’de ve diğer ülkelerde de ulus-devlet, küresel sermayenin birikim ve askerî sorunlarını çözmede önemli rol oynamıştır. Komprador sermayenin vurucu gücü olan ulus-devlet mekanizması, ekonomideki temel düzenlemeleri ortadan kaldırmada ve birikim önündeki tıkanıklıkları gidermede de fiilî bir silahtır. Bu silah sürekli olarak emekçilere karşı kullanılmıştır.
12 Eylül’de de yine müteahhit Türkiye’nin komprador, tekelci burjuvazisidir. Türkiye’de sisteme tehdit sayılabilecek, derinlikli olmasa da yaygın bir emek ve devrimci hareketin varlığı tehlike olarak kabul edilmiştir. Türkiye sermayesini çok ciddi bir birikim krizi vardır. Bu birikim krizinin aşılmasında silahlı bürokrasiyi sonuna kadar kullanmışlardır. Burada silahlı bürokrasi taşeron rolünü oynamıştır. Müteahhit ile taşeronun işlevini birbirine karıştırmak sivil toplumcu tezlerin varoluş şeklidir.
Darbelerin Sınırsız Sorumluları Kapitalistler
Anayasa tartışmaları yapılırken, 82 anayasasının sorumlusunun kim olduğunu net bir biçimde saptamak gerekiyor. Tıpkı o dönemin işkencelerinden, katliamlarından, infazlarından tarihsel, hukuksal olarak ve diğer anlamlarda da sorumlu olan toplumsal sınıf, güç tekelci büyük sermayenin kendisidir. Tekelci büyük sermayenin örgütlenmeleri ele alınmadan bu süreçleri algılayabilmek mümkün değildir. O dönemde Halit Narin gayet net olarak “Bugüne kadar işçiler bizim anamızı ağlattı, sıra onlarda” demiştir. Sermayenin tavrını ifade eden en iyi açıklamanın özeti budur.
İncelediğimiz zaman, Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin 1980’de toplam bilanço kârları 124 milyar iken, 1984’de 655 milyara çıktığını görüyoruz. Bu bile 12 Eylül’ün aslî failinin kim olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu noktada tarihsel sicil üzerinden gidildiğinde, Türkiye’de anayasa önerisinde bulunan TÜSİAD’ın, “12 Eylül Anayasası”nın özünü oluşturan sınıfsal egemenlikle ve çıkarlarla hiç bir çatışmasının olmadığını net bir biçimde ortaya çıkarmaktadır. Fakat sınıf iktidarının restorasyon ihtiyacı yeni bir anayasayı zorunlu kılmıştır.
Neo – Liberal Temerküzün Kurmayları ve Kurbanları
Türkiye’de, 12 Eylül’le birlikte öncelikle askerî vurucu güç kullanılarak devletin tepe noktaları ve o güne kadar belirli bir birikim ile rejim stratejisinde oluşmuş kamusal kurumlar ortadan kaldırılmıştır. Daha önemlisi emek hareketinin mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımların kurumlaşmış biçimleri de tasfiye edilmiş ve o tasfiyeler büyük bir şiddetle gerçekleştirilmiştir. O şiddetten sonraki aşamada da “fikri iktidarda, kendisi cezaevinde” olan anlayışın yedek güçleri, en ilkesiz ve en ülküsüz kesimleri bir vahşet ekonomisinin, yani neo-liberal vahşetin kurulmasında öncü görevini oynamışlardır. Bunların başında da Turgut Özal vardı. Bu anlamda bir geçiş de yaşanmadı. 12 Eylül Özal dönemeciyle Türkiye’de yerleşik hale gelmiştir. Bu anlayış kurumsal anlamda da yerleşik hale gelmiştir. Bu yerleşikliğin en acı faturalarından başlıcasını da Kürtler ödemişlerdir.
Kürt hareketine derinlikli bir sınıfsal analiz yapmadan, bu işin sosyo-ekonomik arka planını incelemeden kimlik siyasetleri üzerinden geliştirilen söylemlerin, sivil toplumcu söylemlerden çok fazla farkı yoktur. Basit bir örnekle bunu açıklamak mümkündür: Yere göğe sığdırılamayan sivil toplumculuğun peygamberi ilan edilen, Türkiye’de üniforma taşımama anlamında sivil olmanın hiç bir sivil değeri olmayan Kimdir? Turgut Özal kendine başdanışman olarak Diyarbakır cezaevindeki zulümlerden sorumlu olan ve bütün o bölgenin sıkıyönetim komutanı olan eski Özel Harp Dairesi’nin başında bulunan kişiyi Çankaya Köşkü’ne taşımıştır. O’nun Çankaya Köşkü’ne taşınmasında tavsiyeler de Koç ve Sabancı’dan gelmiştir. O kişi sürekli olarak Türkiye’nin önde gelen sermayedarlarına saygısını ve sevgisini hep belli etmiştir. Ne hikmetse görüşmeler hep Kıbrıs üzerinden olmuş ve oralarda biraraya gelmişlerdir.
Hukukun Sefaleti
Sadece bu örnek bile 12 Eylül’deki genel kapitalist şiddetin niteliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu noktada TÜSİAD ile kurumlaşan veya diğer sermaye örgütlerindeki güçlerin net bir biçimde 12 Eylül’ün hukuki sorumlusu olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu vurguda ısrar etmemiz şunu beraberinde getirmektedir: 12 Eylül yargılanamaz. Bu sisteme işkence, katliam, yargılı veya yargısız infaz suç olarak duyurulamaz. Kendini devrimci diye tanımlayan hiç kimse bu sistemden adalet dilenemez. Bu sistemden adalet dilenciliği, bu sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir. Bu sistemin yargılanmasının tek yolu, bu sistemdeki sınıfsal egemenliği ortadan kaldıracak bir girişimin parçası olabilmekle ve bunu sonuca ulaştırmakla mümkündür. Bunun haricinde 12 Eylül yargılamalarından söz etmek ve 12 Eylül yargılamalarını, 12 Eylül’den sorumlu olan tekelci sermayenin ekonomik, politik, hukukî iktidarına emanet etmek ikiyüzlülük değil ise, nedir? Bu söylem ile yürümek sistemle bütünleşmenin siyasetidir. Bunun başka bir anlamı yoktur.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
E-Kitap: Anayasal Kuşatma ve Sermaye – Yiğit Tuncay & Suat Parlar
İçindekiler
- TÜSİAD Vesayeti
- “Barış” Kalpazanlığı
- “Kader”in Piyasalaşması
- İnsafın İnfazı
- “Değişim” Barbarlığı
- Anayasalı Şirket Köleciliği