Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Darbe Çifti Geleneği – Suat Parlar

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Darbe Çifti Geleneği – Suat Parlar


Harbiye’nin Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden oldu. Osman Nuri Ergin’in Türk Maarif Tarihi’nde vurguladığı üzere:

Asker Mektepleri bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz’in hal’ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundurmazlar.

Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun “Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş” olduğunu belirtiyor. Ergin, “Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz sanırım” diyor. Prusya genelkurmayının ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi “Goltz Paşa ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur.” İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet’in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa’nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında “Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar hemen kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi.” Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin izler bırakıyordu.

II. Meşrutiyet’e açılan süreçte “Cihet-i Askeriyye”nin durumunu saptamaya Goltz’la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki’nin militer temellerinin kavranması açısından önemlidir.

Harbiye’nin İstibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası “Zadegan Sınıfları”dır. Harbiye’nin bağrında “tufeyli” olarak yerleşen bu sınıflarda Egemenlerin çocukları eğitim görüyorlardı. 1834’de Harbiye’nin açılmasından sonra burada eğitim görüp orduda büyük mevkilere geçenlerin çocukları, “mümtaz bir sınıf” teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat döneminde Yıldız’da “Şehzadegân Mektebi”nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte okumaya başladılar. Bu “mektep” Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, “zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor” gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889’da II. Meşrutiyet’in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, İstibdat İslâm’ına biat eden yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken “Rüus” denilen rütbeler ve “Arpalık” olarak bilinen aylıklar verildiği gibi Paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895’te Harbiye’de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye’de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa’nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa’nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa’nın oğlu Tahir Bey erkânı harp sınıflarına ayrılıyorlardı. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul’da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu.

İttihad ve Terakki’nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru’nun “Padişah üzerinde, bizzat tesiri” sonucunda ve Gülhane’yi tesise memur edilen Rider Paşa’nın çabalan ile açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa’da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul’da bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul’daki mektepten taşman kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. “Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. “Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk ordusuna olan stratejik çıkarları bu alana Alman uzmanların el atmasını getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye’yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya’ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane’de kendilerine birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904’e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa’nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa’nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907’de ise Almanya’dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914’e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya’dan gelen Zelling ve Browning bir “Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi” halini alan Gülhane’yi yönetiyorlardı.

İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, “Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye”ye 1887’de kaydolduğunu belirtiyor ve “müdür-i umumi” Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo “anılar”ında, İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor:

Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.(1)

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih ediyor. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, “hükümet-i müstebidenin” yaptığı baskının, “ufak bir propaganda” ile “bir hareketi milliye ve hürriyet fikri” temelinde “siyaset muhiti” oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu’nda bulunan “tıbbiye-i askeriyye”de arkadaşları ile kurdukları “cemiyet”ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, “o zaman çok sofu olan” Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo’nun “Etnik-i Eterya” komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, “aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup gideceğini hepimiz biliyoruz” diyordu. Temo, “çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik” diyor. İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid(2) Bu toplantıda bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya’ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. Kendisine “cemiyet”in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi’nde Asaf Derviş’in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor:

Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya’da tahsildeyken de peşlerini bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul’da Rider Paşa’dan emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibine Almanya’da hocaları, İstanbul’da Rider Paşa tarafından adım adım takip edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.

Alman askeri heyetinin ordunun genç kadroları üzerinde nüfuzlarını artırma, politik istihbarat edinme gibi işlevleri olduğu biliniyor. Bu askeri heyete ve Alman elçiliğine bağlı çalışan Alman paşaların bilimsel amaçların ötesinde faaliyetler yürüttüğü şüphesizdir. “İttihad-ı Osmanî”nin “kasadarı” Asaf Derviş’in “Rider Paşa tarafından adım adım takip edilmek suretiyle tahsil” gören beş kişilik seçkin grubun içinde eğitimini sürdürmesi kayda değer.

Temo örgütlenmenin çelik çekirdeğine işaret ediyor:

Daha sonra cemiyet, harbiye talebesi ve subaylar arasına, mülkiye mektepleriyle medreselere yayıldı, hatta tekkelere kadar dal budak saldı. Çoğalan partizanların vasıtasıyla mensup oldukları vilayetlere uzanmaya başladı.

“İttihad-ı Osmanî Cemiyeti” yaklaşık beş yıl sonra “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti” adını alıyordu. “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti” önemli bir başlangıç olmakla birlikte, İttihad ve Terakki Cemiyeti çapında siyasi örgütlenmeye sahip bulunmayan bir nitelik taşıyordu. Okuldaki felsefi tartışmalar, politik arayışlar öğrencileri etkiliyordu. Pozitif bilimleri toplumsal olgulara uygulama isteği ve bundan dolayı, “Tıp talebesinin mesleği doktorluk olduğu için siyaset nabzına el uzatmamaları iktiza eder, hâlbuki millet hasta olsa nabzını kimin eline verecek, tabiidir ki doktorların” tarzında görüşler temelinde, Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal yaşamda aktif bir rol oynamayı istiyorlardı.(3) “Biyolojik materyalizmi, dinsel dogmaları yıkarak toplumu ileri götürecek bir itici güç olarak”, benimseyen Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal sisteme büyük tepki duyuyorlardı. Bu dönemde biyolojik materyalizmin yanı sıra, 1889’da “Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye”ye kaydolan Hüseyinzade Ali Bey, Rusya’da popülistlerin en güçlü olduğu Petersburg Üniversitesi’nde 1887 yılına kadar okumuştu. Abdullah Cevdet’in anlatımıyla mektebe kaydolduğu “zaman ulum ve fünun-u Aliyeyi Petersburg Darülfünunda görmüş tam bir sahib-il ilm-ü kemal” olan Hüseyinzade Ali Bey, öğrenciler üzerinde “bir resul tesiri icra ederdi. Evet, o Resulullah değildi, fakat bir resul-ül-hak idi.” Böylece batılılaşmanın yoğun etkilerine açık olan bu okulda, Rusya kaynaklı popülizmin tartışılmaya başlanması ile birlikte mevcut yönetime karşı örgütlenmenin entelektüel kaynakları olgunlaşmaya başlıyordu. Kendilerini, “modernleşme” taraftarı olarak gören bu şahsiyetler, birçok yerde Avrupa’nın üstünlüğünü vurgulayarak, Batı’nm örnek alınmasını “kurtuluş” çaresi olarak sunuyorlardı. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin ilk dört kurucusundan biri olan Abdullah Cevdet, ileriki yıllarda bir tek medeniyet olduğunu onunda Batı’ya ait bulunduğunu, bunun gülü ve dikeni ile birlikte alınmasının tek çare sayılmasının zorunluluğunu açıklayacaktı.

Askeri mekteplerdeki bu kaynaşma, tartışma ve hareketlilik egemenlik partileri ile batılı sefaretler tarafından dikkatle izleniyordu. Hükümet ise gelişmelerden haberdar olmakla birlikte tüm yapıyı çözecek düzeyde istihbarata sahip bulunmuyor, öğrencileri kışkırtacak ölçüde şiddet kampanyalarını uygulamaya koymadan, okulların kurumsal baskı mekanizmalarını kullanmakla yetiniyordu. Fakat 1895’de, saray destekli bir komplo düzeneği içinde “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nden tamamen bağımsız olarak hareket eden ancak Jöntürkler’e yakın olan Osmanlı aristokrasisi mensuplarının da yer alması rejimi sertleştiriyordu. 1895 komplosunu 1876 benzeri koşullar içinde algılayan rejim, harekete geçiyordu. İttihat ve Terakki çerçevesinde yeni bir zemine oturmaya başlayan muhalif Jöntürk hareketinin bu saray darbesi ile bağlantısı bulunmuyordu. O arada sarayda çeşitli egemenlik partileri arasında kıran kırana bir mücadele yaşanıyordu. Hatta Abdülhamit’in saray içinde “La İlahe İllallah Cemiyeti” adı altında bir örgüt kurduğu iddiaları yayılıyordu. Sultan kendisini güvence altında görmüyor ve muhalif egemenlik partilerine karşı tedbir almak zorunda kalıyordu. Bu egemenlik partileri, muhtelif şehzadelerin taraftarları sıfatıyla meşruiyet kazanmaya çalışıyorlardı. Ancak asıl muhalif çekirdeği Babıâli bürokrasisi oluşturuyordu. Sait Paşa’nın planı doğrultusunda, iktidar yetkileri sarayda ve komisyonlarda merkezileştirilirken, Babıâli gücünü yitiriyordu. İşte bu kesim, bir askeri darbenin şartlarını oluşturmak için harekete geçiyordu. Söz konusu “kimseler yapılması düşünülen bir saray darbesinin; en azından önemli bir kısım askeri paşaların desteğinin alınmaması halinde ölü doğacağının da farkındaydılar. Nitekim 1895 başlarından itibaren, saray mensuplarından bir kısmı, eski önemli bürokratlar ve bir kısım paşalar arasında 1876 koşullarını tekrar oluşturma konusunda fikir birliğinin sağlandığı görülüyor.”(4) Bu dönemde, yabancı raporlar, İstanbul’da artan olayların “saraydan destek ve kuvvet alan” hareketler tarafından düzenlendiğine ilişkin tespitler içeriyordu. Dış destek oluşturmak ve 1876 koşullarını sağlayacak planı yürürlüğe sokmak için “risaleler” hazırlanıyor, İngiliz gazetelerine açıklamalar yapılıyordu. 2 Temmuz 1895 tarihli Pall Mall Gazette’de “Yüksek mevkide” bulunduğu anlaşılan bir Jöntürk’ün açıklaması yayınlanıyordu. Bu açıklamaya göre:

Türkiye’deki Müslüman kitle, rejimden bıkmıştır. Ve İngiltere’nin makul ve akıllı bir şekilde müdahalesini memnuniyetle karşılar. Fakat Islahat, İmparatorluğun içindeki her vilayet ve sınıfa kadar yaygınlaştırılmalı ve kaynağın başı olan İstanbul’dan başlamalıdır… Şu an, Türkiye için gerekli olan şey, İngiltere’de güçlü bir hükümetin Türkiye sorununu ciddi bir şekilde ele alması ve ılımlılık ve kararlılık ile en gerekli olan yerde ıslahat için ısrar etmesidir. Fakat Türkiye’deki ıslahat vetiresi İstanbul da başlamalı ve Sultan bu saltanatın ve kendi mevcudiyetinin Avrupa’nın ikazlarını dinlemesine ve imparatorluğun adına yaraşır bir hükümet meydana getirmek için çaba sarf etmesine bağlı olduğuna inandırılmalıdır.(5)

Avrupa’nın tehditlerini arkasına alarak politik güç kazanma ve “ıslahat” adı altında egemenlik sistemi içinde avantajlı konuma geçme anlayışının parlak ifadesi olan bu metindeki formülasyonlar halen geçerliliğini koruyor. Her darbe öncesinde olduğu gibi yönetimi ele geçirme niyetinde olanların ne kadar “ıslahatçı” ne kadar “batıcı” oldukları anlatılırken, bata medeniyeti saplantısının yarattığı yanılsama ölçeğinde mevcut iktidarın müstebit veya diktatörce nitelikler taşımasının, emperyalist ülke devlet ve kamuoylarında infiale yol açacağına inanılıyor. Böylece her darbe girişimi batılı değerlere ne kadar bağlı olunduğuna dair vurgularla başlıyor ve mevcut yönetim şeytanlaştırılıyor. Bu arada, kapitalist sistemin politik, askeri, ideolojik bütünlüğün işleyiş koşulları hükmünü icra ediyor. Eğer darbenin zamanlaması uygun ise bir veya birden fazla emperyalist gücün desteği alınıyor, eğer aksi söz konusu ise girişim yarım kalıyor. Ancak, darbenin başarıya ulaşması mevcut yönetimin de yine aynı güçler tarafından çıkarlarının gerekleri doğrultusunda desteklendiği gerçeğini belirsizleştiriyor.

1895 yılında “üst kademedeki subaylarda” darbe eğilimi güçleniyor ve bu yılın sonunda İngiliz istihbaratı, Rus Elçisinden, “Müslüman İhtilalci Partisi”nin dört albay ile iki general tarafından desteklendiği bilgisini Londra’ya ulaştırıyor. Saray darbesini hazırlayanlar, aradıkları üst düzey askeri lideri buluyorlar. Bu şahsiyet 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinde kazandığı büyük itibarı kullanmasından çekinildiği için “Mısır Fevkalade Komiserliği” görevinde bulunan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dır. Jöntürk grupları tarafından sürekli teklifler yöneltilen Paşa, uzun süre bu çevrelerde bir umut olarak görülüyordu. Paşa’nın damadı Şevki Bey’de Brindizi Kongresi, için Jöntürk grupları ile siyasi pazarlıklar yapıyor ancak bir süre sonra Jöntürkler arası yazışmalarda Gazi Ahmet Muhtar Paşa “ikili oynamak” suçlamalarına hedef oluyordu. İngiltere’nin Mısır’ı işgali sırasında Zaman adlı gazetesiyle Osmanlı devletini şiddetle eleştiren paşanın yayın organı Mısır yönetimi tarafından kapatılıyordu. Jöntürkler Paşa’nın kendileriyle iyi geçinirken, “öbür taraftan Hamid’i okşamak” siyasetini kavrayamıyorlardı. Oysa Paşa, kendilerinin değil, saray içindeki muhalif egemenlik partisinin lideri olarak, 1895 hareketi başarıya ulaşamayınca diğer üst düzey yöneticiler gibi Sultan’a biat ediyordu. Hareketin zayıfladığını gözlemleyince de İttihad ve Terakki ile bağlarını gevşetiyordu.

Gazi Ahmet Muhtar Paşa İngiltere’nin denetimi altında bulunan Mısır’da faaliyetlerini yürütüyor ve tıpkı Mithat Paşa gibi darbe planının en gizli ayrıntıları konusunda bile İngilizlere bilgi veriyordu. (Türkiye’de tüm darbe hazırlıkları içeride gizlilik içinde yürütülürken, destek vereceğine inanılan yabancı merkezlere ayrıntılı bilgi verilir hatta 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde olduğu gibi içinde bulunulan ittifak sisteminin karargâhlarında hazırlanan planlara dayanılır. Türkiye’de bulunan yabancı istihbarat görevlileri, askeri kanallar, yabancı büyük elçilikler başta ABD’ninki olmak üzere, NATO’nun merkez karargâhları darbenin askeri, politik, diplomatik hazırlık süreçlerini, üst düzey askeri bürokrasi ile “demokratik” bir iletişimin “uygar” ortamında hep birlikte geliştirirler)

İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda uzun süre bakan yardımcılığı görevini yürüten ve Türkiye sorunları ile özel olarak ilgilenen Thoms Sanderson’un ev- rakı arasında bulunan ve Lord Roseberg’den gelen 16 Nisan 1895 tarihli mektup, Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve birlikte hareket ettiği saray darbesi plancılarına ilişkin bilgiler içeriyor:

Sevgili Sandersoncuğum,

Bu mektup elbette Lord Kimberley için hazırlanmıştır. Ancak size iletilmesinin daha iyi olacağı kanaatindeyim.

Lord Northbrook dün gece Cromer’den kızgın bir şekilde beni görmeye geldi. Kendisi Kahire’den de bildirdiği, Muhtar ve sanırsam Binbaşı Wintage ile kendisi arasında geçen bir görüşmeyi bana tekrar anlattı.

Muhtar, onda düşüncelerinde de mevcut olan suikastın (fesadın) her an meydana gelebileceği izlenimini bırakmış. Fikrim doğrulayan olaylar meydâna gelmedikçe bir Türk paşanın çok açık bir şekilde konuşup konuşmayacağından emin olmadığım için benim izlenimimde budur. Kendisi sadece Cromer’in raporunda bulunduğunu sanmadığım bir hususu belirtti, bu da Sultan’m tahttan indirilmesi halinde Midhat planındaki çoğunluğunu sürdürebilmesi için, Sultan’ın desteksiz kaldığı sürece yeterli istikrarı sağlayabilecek bir anayasal usulün bir an önce başlatılabilmesi için İngiliz büyükelçiliğinin, onun yerine geçecek tali bir kişinin seçileceğine dikkat etmesi gerektiğidir.

Elbette, önerilen anayasa henüz haber aldığımız görüşme raporunun özünü teşkil etmektedir. Fakat güvence sağlanması bana çok güç gözüken tali şahıs konusuna teması hatırlamıyorum.

Bütün bunları yazmaktaki maksadım, krizin kaçınılmaz olduğudur. Bugün veya yarın bir suikast olabilir. Aynı zamanda aylarca olmayabilirde, fakat Muhtar’m dobra dobra sözleri bunun daha geç değil de daha erken zamanda olacağını düşünmeme neden oldular.

Sanırım Curric, Cromer’in raporuna normal yolla ulaşacaktır. Eğer ulaşamazsa böyle bir suikastın mümkün ve hatta muhtemel olduğunu düşünmemize neden olan hadiselerin bize ulaştığını ve bir çeşit anayasacı parti baskısı ile şimdiki Sultan’ın yerine tali birisini geçirmeyi amaçlayan görünümdeki hareketi anlatan ve bizimkileri doğrulayan herhangi bir bilgisi olup olmadığını soran bir telgrafı bu koşullar altında bugün kendisine çekmelisiniz.(6)

Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Sultan’a suikast, yerine bir başka şahsiyetin getirilmesi ve anayasa önerisini içeren darbe planını İngiliz İstihbarat görevlileriyle paylaşıyordu.

Bu darbe planının uygulanması için Harbiye, Askeri Tıbbiye öğrencileri ve ulemanın harekete geçirilmesi, darbenin iç koşullarını yaratmak açısından zorunlu görülüyordu. Darbeciler el altından verdikleri destekle ve bu hareketlerin kapsamını abartan propagandalar ile ortamı istikrarsızlaştırdılar. Ancak, planın ikinci aşamasının başlatılması için yabancı devletlerin müdahalesi ve Tersane Konferansı tarzında bir gelişmenin ortaya çıkması gerekiyordu. Ermeni olaylarının tırmanması bu tarz bir müdahalenin mümkün olabileceği izlenimini yaratıyordu. Bu arada İngilizler tüm ayrıntıları ile İstanbul’da yapılacak bir donanma gösterisine hazırlanırken, Fransızlar da benzer askeri girişimleri planlıyorlardı. Askeri öğrencilerin “araç” olarak kullanılacağı bu darbe tezgâhı Sultan tarafından bozuluyordu. Darbecilerin bir kısmı başarısızlık üzerine Sultan’a “sadakat gösterilerine” girişirken, diğer kısmı ise İttihat ve Terakki ile ilişkilerini daha da yoğunlaştırıyordu.

1895 yılının ekim ve kasım aylarında hareketin yabancı müdahalesi dışındaki tüm aşamaları gerçekleştiriliyor, darbe beklentisi yoğunlaşıyor, ancak beklenen “hayırlı” yabancı müdahale gerçekleşmediği için darbenin zemini oluşmuyor ve Saray şiddetli bir biçimde olayın üzerine gidiyordu. Yürütülen titiz çalışma sonucunda, cemiyet’in önde gelen 34 üyesi tutuklanıyor, başta kuruculardan Abdullah Cevdet olmak üzere merkezin önde gelen isimleri sürgüne gönderiliyorlardı.

Kısa süre içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul merkez şubesi yeniden oluşturuldu. Bu yeni yapılanmada son derece önemli mevkilerde bulunan asker ve sivil şahsiyetler dikkati çekiyor: Örgüte Müşir Fuat Paşa (1895 darbesinde Seraskerliğe getirilmesi planlanan), Müşir Kâzım Paşa (Merkez Komutanı), Şeyh Abdülkadir Efendi, Şurayı Devlet azası Hakkı Bey, Şeyh Naili Efendi, Necib Paşa (eski sefirlerden) ve Esad Bey (Nafıa Muhasebecisi) dâhil oluyorlar, böylece oldukça önemli mevkilerde bulunan kişileri kapsayan bir merkez komite ortaya çıkıyordu.(7)

Askeri tıbbiye öğrencilerinin önderlik ettiği örgütte, artık mareşaller, yüksek memurlar, ulema temsilcilerinin yer aldığı bir heyetin oluşumu kayda değer. İstanbul merkezi artık saray darbecilerinin denetimindedir. Bu arada rejim karşıtı ulema merkez komitede ağırlıklı bir konuma geliyordu. İstanbul merkezinin dışında Paris, Londra, Cenevre, Mısır’da şubeleri bulunan örgütün yoğun iç tartışmalar yaşadığı biliniyor. Özellikle, Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey’in “aşırı pozitivist tutumları İstanbul merkezince hoş karşılanmıyordu.” 1889’da Bursa Milli Eğitim Müdürü Ahmet Rıza Bey Paris’teki sergiyi görme bahanesiyle geldiği Fransa’da “sürgünler” arasına katılıyor ve kısa sürede İttihat ve Terakki’nin fikri planda en önemli şahsiyetleri arasında yer alıyordu. Jöntürk hareketinin birçok açıdan “baş sima”sı olan Ahmet Rıza (1859-1930) İngilizce bilmesinden ve Kırım savaşında İngilizlerle olan yakın ilişkilerinden dolayı “İngiliz Ali” olarak tanınan Ali Rıza Bey’in oğludur; annesi Müslüman olmuş bir Macar veya Avusturyalı idi. “İngiliz Ali” ilk Ayan Meclisi üyelerinden idi ve vefat ettiği Ilgın’a sürülmüştü. Ahmet Rıza Galatasaray İdadisi’nde okudu ve daha sonra tarım eğitimi için Fransa’ya gönderildi. Paris yıllarında Auguste Comte’un şakirdi olan ve ona pozitivist felsefeyi öğreten Pierre La Fitte’in etkisi altında kaldı (“İntizam ve Terakki” pozitivistlerin sloganıdır ve Ahmet Rıza’nm çıkardığı “Meşveret”in ilkeleri arasındadır. Muhtemelen bu pozitivist etkiyle İstanbul’daki grup, cemiyet’in adını İttihad-ı Osmanî’den İttihat ve Terakki’ye çevirdi.) Ahmet Rıza etkili şahsiyeti ve yaptığı yayınlar dışında imparatorluk içinde çalışan Cemiyet tarafından pek önemsenmiyordu. 1908 hareketinde Paris veya başka yurtdışı merkezlerde bulunan şahsiyetlerin, hemen hiçbir etkileri olmamıştır. Bu harekette ağırlık ordudadır. Ancak örgütlenme çabaları, İttihat ve Terakki adına Avrupa’dan yürütülen yayın mücadelesi, politik propaganda, sürekli ve inatçı bir muhalefet temelinde İstibdat rejimini yıpratan etkenlerdir. Bu birikim, mütevazı ideolojik ve politik açılımları, sürekliliğinin yarattığı ahlaki değerler anlamında rejimin devrilmesine yönelen süreçler bileşkesindeki çizgilerden biridir. Bu noktada, özellikle Ahmet Rıza’nm rejim tarafından satın alınamayan bir şahsiyet olarak bilinmesi moral değerler açısından önemlidir. Ayrıca 1908 hareketinin başarıya ulaşmasını sadece III. Ordunun darbesine bağlamak, yıllara yayılan toplumsal muhalefetin, genç subay kadrolarımn, askeri öğrencilerin, mekteb-i hukuk, mekteb-i tıbbiye, mekteb-i mülkiye gençliğinin, vergilere isyan eden halkın, ezilen ulemanın ve talebe-i ulûm’un mücadelesini yok saymak olur. Cemiyet, 1895-1896 yıllarında “Harbiye ve Askeri Tıbbiye”de büyük bir çoğunluğu taraftan haline getiriyor ayrıca Beyrut, Kıbrıs, İzmir, Midilli, Rodos, Selanik, Şam, Taşlıca, Trablusgarp, Trablusşam, Trabzon’da örgütleniyor, Suriye, Girit, Bulgaristan’da şubeler kuruyordu. Ayrıca Edirne, Erzurum, Adana, Mersin, Ankara, Humus, Hama’da şubeler bulunuyordu. Mamuret el-Aziz, Ankara ve Kastamonu’da cemiyet üyelerinin toplantılarına baskınlar düzenlenmesi kayda değer. Balkan Teşkilatını ise İbrahim Temo büyük çabalar sonucunda kuruyordu. Rusçuk, Varna, Şumnu, İslimiye, Filibe, Yanbolu ve Vidin’de şubeler ve taraftar grupları bulunuyordu.

İstanbul merkezi Paris ile bağlantı kurmadan “bağımsız” hareket ediyor ve üst düzey askeri kadrolar, yüksek memurlar ve ulemaya dayanıyordu. Başkentte cemiyet’i oluşturan grup tam bir egemenlik partisi niteliğindedir. İttihat ve Terakki’nin ilk örgütlenme yıllarında devlet içinde etkili şahsiyetlerin iki kez darbe girişiminde bulunmaları ve bunların cemiyet’le bağlantılarının olması kayda değer. Daha doğuşunda bu muhafazakar egemenlik partilerinin, devrim düşmanı pozitivizmin, popülist yüzeyselliğin, batıperest ilerlemeciliğin izlerini taşıyan hareketin tarihsel ve sınıfsal koordinatları sistemin çelişkiler zembereğinin biçimsizliğini içeriyordu. Sınıfsal konumu itibarıyla İstanbul’daki merkez, tüm sorunların çözümünü bir askeri darbe de görüyor ve bu doğrultuda tekrar harekete geçiyordu. Özellikle askeri kadrolar arasında örgütlenme hızla yayılıp, İstanbul’daki temel kuvvetler içinde yoğunluk kazanınca darbe eğilimi oldukça artıyordu. Avrupa grubunun da temasta bulunduğu Bab-ı Seraskeri, İstanbul merkezinin en güçlü olduğu yerdi. Özellikle Ermeni olaylarının yoğunlaştığı bu dönemde, Avrupa kamuoyundan darbecilerin edindikleri izlenim; yabancı müdahalesi olmasa bile; en azından yapılacak darbenin “büyük bir memnuniyetle karşılanacağı” biçimindeydi. İstanbul merkezi harekete geçiyor ve Galata Mevlevi Tekkesi vasıtasıyla, Veliaht Reşat Efendi ile temas kurularak ondan olumlu cevap alınıyordu. Darbenin planlan hazırdı ve “Bütün iş askerlerin desteği ile darbeyi gerçekleştirmeye kalıyordu”. Darbenin örgütleyicilerinden Sabri Bey anlatıyor:

Hüseyin Avni Beyle benden mürekkeb teşkil ettiğim hey’et-i merkeziye, 1312 (1896) da Müşir Kâzım Paşa’nın kumandası altındaki askeri kuvvetlerle Abdülhamid’i hal’e karar verdiği vakit fedaileri, nazar-ı dikkate almıştı. Zira Abdülhamid mukavemete kalkışırda mabeyndeki Arab ve Arnavud taburlarına milli kuvayı askeriye üzerine ateş açtırmak isterse o vakit bu fedailer kendisini öldüreceklerdi. Heyetimiz buna müttefikan karar vermişti… Veliahd Reşad Efendiyle muhabere edilmişti. Hatta bab-ı Seraskeri’de biat odası bile hazırlanmıştı. Artık Abdülhamid hal edilecek ve Kanun-u Esasi ilan edilecekdi.(8)

Her iki darbe girişiminde de Sultan’ın gerekirse öldürülmesi öngörülüyordu. Gazi Ahmet Muhtar Paşa gibi Müşir Kâzım Paşa’nın başında bulunacağı kuvvetlerinde, Abdülhamit’i öldürmek üzere hazırlık yaptığı görülüyor. Ordunun en üst düzeyinde görev yapmış komutanların bu tutumu padişahlık kurumunun çürümüşlüğünü ve meşruiyetini yitirmişliğini ortaya koyuyor. Nitekim “modernleşme”yi başlatan Osmanlı Sultanlarının kendi sonlarını hazırlayan askeri, siyasi, ideolojik temellerin oluşumuna katkılarının en çarpıcı yönü bu suikast hazırlıklarıdır. Nitekim saltanatın ilgasında bu darbe girişimleri ve daha sonra gerçekleşen darbelerin yarattığı uygun ortamın etkisi vurgulanmaya değer. Ayrıca merkeziyetçi ve “Jakoben” olarak bilinen Ahmet Rıza’nın bu darbe girişimini onaylamaması, bunun üzerine İstanbul Merkez Şubesi tarafından cemiyetten ihraç kararı alınması da not edilmelidir. Cemiyet içindeki askeri kesim, darbe girişimlerini hızlandırıyordu. Sabri Bey, askerlerin darbe için uyguladıkları “aşırı baskıyı” açıklıyor:

Zira Bab-ı Seraskeri Şubesi bizi pek sıkıştırıyor. “Ya ihtilali ilan edin veya çekilin” diyorlar. İhtilali idareye kafi kuvvetleri varmış. Bizim şubede Fuat Paşa, Kâzım Paşa gibi rical-i askeriye var. Serasker Ali Rıza Paşa iki tarafı keser bir kama gibi ihtilale intizar ediyor. Bir gün yaverlerinden Kaymakam Şefik Bey’e: “Bu adamlar muvaffak olurlarsa onlarla beraberim; fakat mağlup olurlarsa vay hallerine! Zira onları fena halde tepeleyeceğim” demiş… Bu Şube ihtilali bizden evvel ilan ederde muvaffak olursa vakıa memleket Abdülhamid’in elinden kurtulacak, fakat bak kimin eline düşecek.(9)

Ordunun başkomutanı başarı durumunda “beraberim” dediği kadroları “mağlup” olmaları halinde “tepeleyeceğini” vurguluyor. Türkiye’de tüm darbe süreçleri, alt kadro askeri ihtilalcilerin ve sivillerin hazırladığı koşulları, yarattıkları muhalif dalgayı denetlemek ya da kendi lehlerine kullanmak isteyen üst düzey paşaların politikası ile karmaşıklaşıyor. Darbeler çift nitelik taşıyor. Toplumsal muhalefetle ilişkili, ülkenin ekonomik koşullarının kötülüğünden payını alan, mesleki statüsündeki düşüşün sorunlarını yaşayan, devletin çözülüşünü gözlemleyen alt kadro subay hareketi, güvenceyi hep üst düzey paşaların sürece dâhil olmasında görüyor. Ancak, egemenlik sisteminin odağında yer alan, politik açıdan sınıf bilinci oldukça gelişmiş, yabancı güçlerin desteğini her türlü girişimin temel koşulu sayan, ülke bağımsızlığını yaratacak ekonomik ve siyasi değişimlere karşı (12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Türkiye’de siyasal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşmasını eleştiriyordu. O dönemin koşullarında tümüyle bağımsızlık programına kilitlenen toplumsal muhalefet, ordu gençliği ve alt kadro subay hareketinin temsil ettiği bu politik uyanış, NATO sistemine bağlılığı vazgeçilmez sayan, ABD olmadan Türkiye’nin varlığını sürdürmesinin mümkün bulunmadığına inanan bu üst düzey askeri bürokrasinin tasfiyeci “darbe” iradesi tarafından bertaraf ediliyordu.) Serasker Ali Rıza Paşa’nın darbe içinde temsil ettiği egemenlik partisi adına kendi darbesini savunmasından Sabri Bey gerekli dersi çıkarıyor ve memleket Abdülhamit’ten kurtulsa bile “kimin eline düşecek” sorusunu soruyor. Darbe çifti uygulaması, siyasi genetiğe bir kez daha işleniyor. Üst düzey askeri kadrolar darbenin hem içinde hem dışında yer almayı çıkarlarına uygun buluyorlar.

Hareketin toplumsal tabanında ki güçler tam bir halk cephesini ortaya koyuyor. Başta Bedevi Şeyhi Naili Efendi olmak üzere ulemanın İstibdat rejimine biat etmeyen kesimi hareketin yanında yer alıyor İngiliz Büyükelçisi Sir Philip Currie, 9 Aralık 1896’da Marki Salisbury’ye gönderdiği raporda darbe hazırlıklarını çözümlerken, Meşveret ve benzeri yayınları okuyan ve “batı özgürlüklerini” esas alan kitle ile kendi tabirince “fanatik ve Avrupa karşıtı” tabakaların; derviş, softa ve ulemanın nasıl beraber hareket ettiğini “anlayamadığını’ bildiriyor. (Türkiye’de, tüm darbe çiftlerinde, halk ve ordunun alt kademeleri ile öğrenci kesimin cepheleşmesi, bunun yükselttiği genellikle adalet, bağımsızlık, eşitlik taleplerini içeren radikal bir hareketin belirginleşmesi hatta direnişe yönelmesi ile bu süreci takiben üst düzey silahlı bürokrasinin darbesi temelinde söz konusu hareketin ezilmesi olgusunun izlerini görmek mümkündür)

Bu arada darbe hazırlıkları ilerliyor ve tıpkı 1895’de olduğu gibi, başta Harbiye olmak üzere, okullarda “huzursuzluk” büyük boyutlara ulaşıyordu. Çeşitli kesimlerden sürgün ve cezalandırmalara hız veriliyordu. 17 Eylül 1896 tarihinde, medrese öğrencileri Saray aleyhinde bir “nümayiş-i milli” girişiminde bulunmuşlar; ancak “cahil askerler ve hamiyetsiz polisler millettaşlarının böyle bir teşebbüs-i âliye-i vatanpervanelerini men etmişlerdir”

Darbenin 1896 ağustosunda gerçekleştirilmesi planlanıyordu. Bu arada, Ermeni sorunu doruk noktasına ulaşıyor ve yabancı müdahalesi ciddi biçimde gündeme geliyordu. Bu temelde, “1896’da Abdülhamit’in Büyük Devletler tarafından tahttan indirilmesine ramak kalmıştı… Aralarından biri ilk hamleyi yapsaydı, diğerleri de hemen yağmaya katılıp Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendilerine düşen payı alacaklardı.(10) Ramsaur’un anlatımıyla:

Komplonun artık çok yaygın bir temele dayandığı ve yüksek makamlarda bulunan birçok görevliyi de içine aldığı göz önüne alınırsa, gerçekleştirilmeden önce ortaya çıkarılmamış olsaydı, darbenin yapılamaması için hemen hiç bir neden olmadığını görürüz.

Ancak bir tesadüfler zinciri neticesinde, cemiyet üyelerinden Numune-i Terakki okulu müdürü Nadir Bey’in ihtiyatsızlığı, girişimin Askeri Okullar Genel Müfettişi Zülüflü İsmail Paşa’nın haberdar olmasına neden oluyor, darbe derhal önleniyor ve sürgünler başlıyordu. Tutuklanan ve sürgüne gönderilecek olanların başında; İstanbul komutanı Kâzım Paşa, Nazım Bey, Polis Müdürü Hüsnü Bey, Jandarma Komutanı Salih Paşa’da bulunuyordu. İki yüksek memur, iki paşa, yirmi iki yaver, saray görevlileri, on beş subay, askeri okullardaki görevliler ve “aşağı tabakalar”dan üç yüz elli kişinin tutuklandığını bildiren İngiliz Elçisi Currie’nin verdiği bilgi sert bir karşı darbenin varlığını ortaya koyuyor. Ayrıca harekette önemli rolleri bulunan Şeyh Naili ve Şeyh Abdülkadir’de tutuklanınca İstanbul merkezi çöküyordu. Fuat Paşa’nın yakalanması ile birlikte üst kademedeki askeri görevlilerle cemiyetin bağları çözülüyor, nitekim artık, bu düzeydeki üst rütbeli personelle bir daha irtibat mümkün olmuyordu. Ancak, alt kadroları en berbat sürgün yerlerine gönderen Sultan, Askeri bir hareketten çekindiği için Kâzım Paşa’yı Arnavutluk İşkodra’ya vali olarak atıyordu.

Cemiyet; bir daha İstanbul merkezindeki kadar üst düzeyde yöneticileri örgüt içinde görevlendirmeyecekti. Emperyalist devletler ise klasik siyasetlerinin gereğini yerine getiriyorlar ve bu hareket karşısında ayakta kalmayı başarmış olan İstibdat rejimine desteklerini sürdürüyorlar, cemiyet üyelerinin başta İngiliz Sefareti olmak üzere “insaniyet namına” yaptıkları yardım talepleri kabul görmüyordu. “Subaylar aracılığı ile gerçekleştirilen bu başvuruya yabancı sefaretler olumlu bir cevap” vermiyorlardı. Batının “özgürlükçü” değerlerin merkezi olduğuna ilişkin yanılsamalar, bu subay kadrolarının dış destek konusundaki talepkar tutumlarına yansıyor, neticede sürgünler için kapağı Avrupa’ya atmak büyük önem taşıyordu. Mülteci koşullarında çürümeye, Avrupa “demokrat” kamuoyunun kendilerinden yana olduğu türünden boş yargılar eşlik ederken, emperyalist politika ve diplomasinin çözümlenmesine dair entelektüel bir çabaya veya pratik bir karşı çıkışa rastlanmıyordu. Darbe, karşı darbe, tasfiye hareketlerinde yumaklanan süreçler, Yeni Osmanlılar ve Jöntürklerin akış çizgisinde günümüze kadar uzanan püsküllü bir mirası oluşturuyordu. Asıl önemlisi Avrupa’ya iltica edenlerin askeri kadrolar olmasıdır.

Mizancı Murat dışında Cemiyet’in merkez komitesi tümüyle askeri personelin denetimine geçiyordu. Tıbbiye mezunları ve öğrencilerinin askeri bir okulda okudukları ve çoğunun rütbesinin doktor yüzbaşı olduğu vakıası kayda değer. İttihat ve Terakki’nin II. Meşrutiyet’e uzanan eylem çizgisinin genel koşullarını kavramak açısından “Fransa’da Müceddidin-i Osmaniyenin Hakikat-ı Hali başlığı altında 1897 Şubatında Hürriyet’te yayınlanan bir yazıdan şu görüşleri aktarmakta yarar var:

Geçen on iki ay zarfında mümtazân-ı zabitan-ı Osmaniye’mizden bir çokları dahi Fransa’ya iltica eylemeleriyle fırka-ı mezküre heyeti, mülki olmaktan ziyade bir cemiyet-ı askeriye şeklini aldı. Tezkardan müstağni olduğu üzere askerler esasen kalem ve mürekkep ehli addolunmazlar. Onlar kılıç ve tüfekten daha iyi anlarlar. Gerek memalik-ı Osmaniye’de ve gerek Fransa’daki zevat-ı askeriyemiz nutk- perdazı ve kalem-i endazı artık o kadar hadim-i amal addetmemeğe ve laf-u güzaf için değil faaliyet için vakt-i enseb geldiğini cidden mülahazaya başladılar.

Cemiyet’te güç büyük çapta eylemler düzenleme taraftarlarının eline geçiyordu. Özellikle Tunalı Hilmi’nin önderlik ettiği grup silahlı eylem çizgisini savunuyordu. Bu grup, Cemiyet içinde özel bir şube kuruyor ve Tunalı Hilmi’nin İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden 1899 yılı başında istifa edip, o tarihten sonra bile merkez yayın organında çalışmasını sürdürmesinden anlaşıldığına göre, varlığını koruyordu.

Bu eylem taraftan gruba karşı çıkan Ahmet Rıza’nın fikirlerine rağmen şiddet çizgisini savunanlar şunları söylüyorlardı:

Evet birader, dökmeli, mutlaka kan dökmelidir. Her yerde terakki ihtilaller eseri, hürriyet kanlar bedelidir. Tabiatın bu bapta vaz etmiş olduğu kanun hiçbir vikaye ile tağyir etmiyor. İşte bu kadar…(11)

Cemiyet içindeki eylem yanlısı bu grup tamamen ayrı bir örgüt gibi davranıyor ve Ahmet Rıza bunları birliği bozmakla suçluyordu: “Burada icraat taraftarı unvanıyla ve daha doğrusu icraat bahanesiyle teşkil eden komite-i müteferrika cemiyetimizi tefrikaya düşürmüştür.” Bu grup, “Osmanlı İhtilal Fırkası” adını kullanıyor, İstibdat yönetimini tedirgin ederek, değişik yerlerde beyannameler dağıtıyordu. Adana vilayetinde üzerinde “Osmanlı İhtilal Fırkası” ve kenarında “Ya hak ya ölüm” ibarelerini taşıyan yarım ay biçiminde bir mühür bulunan beyannameler dağıtılması yönetimi tedirgin ediyordu. “İnkılâbın İhtilalsiz olamayacağı” fikrini savunan “Ezan” adında bir yayın organı çıkaran ve fırka adını kullanan bu cemiyet kanadı, İstanbul’da bombalı saldırılar gerçekleştirmeyi planlıyordu. İbrahim Temo’nun Balkan Teşkilatı da bu gruba destek veriyordu. Ancak, Cemiyet içinde fazla destek bulamayan ve ortaya bir eylem koyamayan komite, planlarını gerçekleştiremeyerek kendiliğinden eriyordu.

İttihad ve Terakki’ye 1896’daki darbenin tasfiyesi sonrasında da askeri kesimin desteği azalmıyor, ordu içinde “Jöntürklüğe olan ilgi büyük artış” gösteriyordu. Ancak “bu artış genellikle küçük rütbeli subayları ihtiva” ediyordu. Cemiyet’in etkili isimlerinden Mizancı Murat Bey’in temsil ettiği çizgiyi savunanlar ise halen “yabancı desteği ve büyük devlet adamları kanalıyla iç darbe tezini gündemde tutmaktaydılar.” Oysa 1896 darbe girişiminde üst düzey askeri görevliler ve yüksek memurlar rejim tarafından sindirilmiştir. Ancak tüm baskılara rağmen Askeri okullarda örgüt, gücünü korumaktadır. Sürgünleri anlatan İbrahim Temo anılarında şunları söylüyor:

1897 Ağustosunda tıbbiyeden, mülkiyeden, bahriye, erkânıharp, piyade, süvari, topçu subayı ve Harbiye’den hatta medrese ve meşahiden pek çok kişiyi ele geçirmiş. Taşkışla’ya tıkmış, bir divan-ı harbi askeri teşkil ederek sorgu altına almış. Biraz sonra bu fedakâr arkadaşlardan yetmiş sekiz kişi Şeref Vapuruyla Ferik Mustafa Paşa nezareti altında Trablusgarp’a sürgün ediliyorlardı.

Egemenlik partileri arasındaki mücadelenin karmaşık komplo düzeneklerinin çarklarına sıkışan genç subay kadroları ve askeri öğrencileri en ağır bedelleri ödüyorlar, tepedeki çıkar savaşının, politik oyunların kurbanı oluyorlardı. Belirli bir dünya görüşleri, mücadele stratejileri ve siyasi programları olmayan bu genç kadrolar İstibdat rejimi tarafından ezilirken, darbenin önde gelen ismi Kâzım Paşa, “hükümdarı devirmek girişiminde bulunan bir asker için oldukça hafif bir ceza” alır (nasıl bir ceza ise) İşkodra’ya vali olarak tayin edilir. (Türkiye’de iç içe geçen darbe süreçlerinde alt kadrolar ve toplumsal muhalefetle birlikte hareket eden ancak girişim açığa çıkarıldıktan sonra üst düzey askeri yöneticilerle bağlantılarından dolayı, işin ucu onlara dokunmasın diye zorunlu olarak himaye edilen şahsiyetlerin varlığı bir vakıadır. Ancak bu süreçlerde alt kadrolarda yer alan unsurlar acımasız uygulamalara hedef olurlar. 9 Mart ve 12 Mart süreçlerinde benzeri gelişmeler yaşanmıştır. Üst düzey rütbelerde görev almış şahsiyetler ilişkilerinin uzandığı noktalar ve sistem tarafından emir-komuta zincirinde düzenlenecek müstakbel darbelerde görev yapacak olanların kendilerini güvencede hissetmeleri adına, bir noktadan sonra soruşturulmaz ve mahkûm edilmezler) Avrupa’daki Jöntürkler, fikir çatışmaları içinde boğulurken, Cemiyet, İmparatorluk içinde yaraları sarmaya çalışıyor, Askeri okullardaki gençler rejime karşı mücadeleyi sürdürmekte kararlı davranıyorlardı. Bu arada, Harbiye’de Cemiyet adına, “Süleyman Paşa Komitesi” “Hüseyin Avni Paşa Komitesi” olarak isimlendirilen kollar kuruluyordu. Bu tarihsel süreklilik vurgusu kayda değer niteliktedir. Bu arada örgüt Askeri Tıbbiye, Topçu Mektebi ve Mühendishane’de tüm baskılara rağmen varlığını sürdürüyordu. Okullardaki örgütlenmeyi kırmak için harekete geçen rejim, “çok şiddetli önlemler” alıyor ve Harbiye’de iki sınıf öğrenci okuldan uzaklaştırılıyordu. (Harbiye’ye yönelik tasfiyeler, 21 Mayıs ve 12 Eylül süreçlerinde de İstibdat Rejimi dönemindeki uygulamanın tarihsel akış çizgisini yankılayacak tarzda tekrarlanıyor ve yüzlerce Harbiyeli okullarından atılıyordu.)

Ancak, 1896 darbe girişiminin tasfiyesi neticesinde merkezde bulunan askeri kadroyu “hayal” etmek bile imkânsız olup, Askeri Okullar haricinde ordudaki hava değişmiştir. Cemiyet’in yayınlarında da bu konu dile getiriliyordu:

Pekâlâ düşünelim. Sultan Aziz’in hal’inde inkılâbı husule getiren kim idi? Asker değil mi? Hâlbuki asker nedir? Adeta devletin ruhudur, onu harici ve dâhili düşmanlarına mukabil fedakarane muhafaza etmekle mükelleftir… Üstümüzde bu belanın bekasına sebeb olan başlıca sınıf askeriye ve bilhassa İstanbul’da bulunan askerdir. Zira Yıldız bunların üstüne istinat etmezse günden güne milletin üzerinde tezayid eden zulme cesaret edemez. Acaba asker bunu bilmiyor mu? Ekseriyet itibarıyla pekala biliyor. Lakin önünü almak işine gelmiyor. Zira adeta Yıldız’ın soygununa müşterektir. Hudut boyunda aç, çıplak millet uğrunda can veren askerle kendileri arasındaki farkı görüyorlar, onu muhafaza etmek istiyorlar. Ama diğer vatandaşları can veriyormuş, sefil oluyormuş, evlatlarını yetim bırakıyorlarmış!…

Lakin sözlerim efrada değildir, mülazımdan müşire kadar zabitanadır.(12)

Ordudan tasfiye edilen genç subayları ve askeri öğrencilerin ağırlıklı olduğu İttihat ve Terakki içinde bu değerlendirmelerin yapılması oldukça önemlidir. “Devletin ruhu” olarak nitelendirilen ordunun İstibdat rejiminin başlıca dayanağı sayılması ve özellikle başkentte görevli bulunan kadroların, İstibdat’ın, sürekliliğine “sebep” gösterilmesi kayda değer.

İstibdat rejiminin ordudan destek almadan “zulme cesaret edemez” vurgusunun yanı sıra, askerin “ekseriyeti itibarıyla pekâlâ” bildiği bu duruma itiraz etmediği ve “adeta Yıldız’ın soygununa müşterek” olduğu açıklanıyor. Ordunun kurumsal varlığını yani “devletin ruhu” olma konumunu “millet” uğrunda “can veren asker” temelinde, ayrı tutan bu yaklaşıma göre, sınıfsal çelişki vurgusu net olmasa da “can veriyormuş”, “sefil oluyormuş”, “evlatlarını yetim bırakıyorlarmış” tarifleri ve “aç, çıplak”, “hudut boyunda” görev yapan neferler değerlendirmesinde yankılanıyor. “Efrad” ayrı tutulurken “mülazımdan müşire kadar zabitan” bu kesimle “arasındaki farkı” görüyor ve bu mesafeyi “muhafaza etmek istiyorlar” görüşü dillendiriliyor. Bu ağır eleştiride, “Üstümüzde bu belanın bekasına sebep olan başlıca sınıf askeriye ve bilhassa İstanbul’da bulunan askerdir” çözümlemesinin tüm batılılaşma, askeri ıslahat süreçlerinin sistemdeki merkezi konumu ile birlikte değerlendirildiğinde bir öfkenin açıklanmasından ötede tespit hükmünde olduğunu düşünmek gerekiyor. 1897 Ağustosundaki darbe girişiminin açığa çıkarılması neticesinde devlet kayıtlarında yer alan resmi bilgilere göre: 7 yüksek düzeyde Şeyh, 106 ileri gelen ulema, 324 talebe ile çeşitli sınıflardan 630 kişi tutuklanıyordu.(13) Rejimin darbesi sonucunda tutuklananlar” işkence görüyorlar, sürülüyorlar” ve bu konuda yoğun bir iç tartışma yaşanıyor. İstanbul’dan yurtdışına gönderilen mektuplarda “Niçin bir şey yapılamıyor” diye soruluyor ve “Avrupa’da oturup feryat etmenin modası geçti,” deniliyordu. (İttihat ve Terakki’nin Avrupa’da bulunan kadroları ülke içinde girişilecek eylemlerin bedelini kendilerine ödetmesi muhtemel bulunan ve İmparatorluktaki büyük çıkarlarına zarar verilmesini istemeyen batılı devletlerin elinde bir koz olduğu şuurunu zaman içinde edinmişlerdi. Emperyalist siyasetler çerçevesinde hem yönetime hem de muhalif hareketlere destek verilmesi esastır. Bu nedenle Ahmet Rıza ve diğer siyasi mültecilerin önemli bölümü, yüzeysel fikir tartışmaları, belirgin bir eylem programına dayanmayan görüşlerin yayınlanmasını bu ülkelerdeki ikametlerini güvence altına alan bilimsel muhalefetlerinin genel tavrına dönüştürüyorlardı. Dolayısıyla, ülke içinde risk taşıyan eylemlerden ve ihtilalci şiddeti içeren görüşlerden uzak duruyorlardı. Asıl büyük bedeli ise Türkiye’deki kadrolar ödüyorlardı. “Avrupa’da oturup feryat etmenin modası” ise geçmiyor ve Emperyalist siyasetin stratejik araçlarından biri olan muhalefete belirli sınırlar çerçevesinde destek vermek adına her zaman için batıda çürütücü mültecilik imkânları insanlara sunuluyor.

Saray’ın sıkı takibi ve soruşturmalar sonucunda talebelerin kurduğu örgüt dışında, resmen Cemiyet’in İstanbul temsilcisi olarak faaliyet gösteren Mehmet Reşit Bey de tutuklular araşma giriyordu. İngilizlerin koruması altında bulunan bazı Jöntürk sempatizanları bile tutuklanıyorlardı. Harbiye’den iki sınıf öğrencinin tard edilmesinin yanında öyle şiddetli baskı tedbirleri uygulamaya konuluyordu ki şehir içinde talebelerin istedikleri gibi dolaşmaları bile yasaklanıyordu. İşte bu ortamda asıl darbe Avrupa’dan geldi ve Mizancı Murat’ın başında olduğu bir grup rejimle anlaşmaya vardı. “Bir gün önce lanet yağdırdıkları Padişahın ayaklarına kapanacak kadar ileriye götürdüler işi.” İstanbul’daki cemiyet bu darbenin etkisinden hiç bir zaman kurtulamadı. İmparatorluk sınırları içinde rejime yönelik muhalefette ciddi bir gerileme yaşandı. Cemiyet’in önde gelen isimlerinden İshak Sükuti 1900 yılında Roma’daki Osmanlı Elçiliğinde tabiplik görevini, Abdullah Cevdet de Viyana’daki elçilikte aynı makamı kabul ederken, “İhtilal” yanlısı Tunalı Hilmi Madrid Elçiliği kâtipliğine getirildi.

İttihad ve Terakki’nin tarihini 1908’de III. Ordudan gelişen harekete dayandıran ana akım tarih görüşü 1895, 1896 darbe girişimleri üzerinde durmadığı gibi 1895-1897 zaman aralığında faaliyetlerin en yoğunlaştığı yerin Suriye olduğu gerçeği üzerinde durmaz. Türkiye-Suriye Komitesi adlı kuruluşun Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılması bu faaliyetleri kolaylaştırıyordu. Ayrıca, 1895’de İstanbul’dan uzaklaştırılarak geçici görevle bölgeye gönderilen Doktor Şer af ed din Mağmumi, burada önemli şubeler kuruyordu. Suriye’de bulunan 5. Ordu personeli arasında cemiyet’in çok sayıda taraftarı bulunuyordu. Bu bölgeden İttihat ve Terakki merkez yayınlarına gönderilen yazılar dikkat çekecek ölçüde fazlaydı. 5. Ordudaki bu durum Sarayın dikkatini çekiyor, “İstanbul’dan şifreli telgrafla Beşinci Orduda mevcut bilcümle ümerayı askeriyenin isimleri” soruluyordu. Mart 1897’de Şam’da bulanan Ahmet Refik Paşa, Beyrut ve Şam’da Cemiyet hakkında yaptığı araştırmanın sonuçlarını İstanbul’a rapor ediyordu. Yapılan soruşturmalarda askerler dışında Kadiri Tarikatı’nın da muhalif örgütlenme içinde olduğu anlaşılıyordu. Bölgedeki ittifak askerlerin yanında “Tarikat-ı Kadiriye’nin kısm-ı azamı” ile “memurin-i hükümetten mutasarrıf, müftü, tahrirat müdürü ve nüfus memuruyla ceza reisi gibi ehemmiyetli memurları” kapsıyordu. İttihat ve Terakki’nin Suriye Şubesine, büyük bir ulema desteği vardı. Bir süre sonra Suriye’de tutuklamalar başlıyordu. Tutuklananlar arasında Haleb Posta Merkez Müdürü Osman Efendi, Haleb Meclis-i İdare Kâtibi Halil Efendi, Hama Müdde-i Umumi Muavini Vasfi Efendi, Dir Mutasarrıfı ile Tahrirat Müdürü Kadri Efendi gibi üst düzey memurlar bulunuyordu. Suriye’de tarikat, ulema, askerler dışında kasaba eşrafı da cemiyet’e dâhildirler. Nitekim Hama’da Azimzadeler ve Geylanizadeler gibi; tarikat bağlantıları dışında, en önemli iki ailenin üyeleri de tutuklanıyorlardı. İttihat ve Terakki tüm Suriye bölgesinde örgütlüydü. Ancak saray durumun rejim açısından vahametini kavrayınca soruşturmalar yoğunlaştı. Önce Halep Kumandanlığı, yaptığı bir araştırma ile harekete katılan subayları tespit etti. Aynı tarihlerde, Adana Şubesine bağlı olarak faaliyet gösteren Cudizade Sabit Hoca adlı fedai yakalandı. Saray bunun üzerine derhal bir divan-ı harp kurulmasını istedi. Beyrut’ta yapılan soruşturma neticesinde burada ve Şam’da faaliyette bulunan üyeler tutuklandı. Bunlar arasında, Ali Suavi vakasına karışmış olan Esad Bey ile askeri personel de bulunuyordu.(14) Tutuklamalar genişletiliyor ve sonuç olarak “subaylar desteğinde ihtilal” planlan yapan çok geniş bir kadro ortaya çıkarılıyordu. Bunlar arasında, şeyhler, üst düzey memurlar, subaylar bulunuyordu. Yapılan tahkikat neticesinde bunların İngiliz temsilcileriyle ilişkileri olduğu ortaya çıkıyordu. Darbe girişiminin toplumsal ve siyasi unsurları ile yabancı desteği arama konusundaki tarihsel özellik burada da kendisini gösteriyordu.

Tutukluların bir kısmı sürgüne gönderiliyor. Özellikle subaylara ağır sürgün cezaları veriliyordu. Böylece İmparatorluktaki en büyük örgütlenme tamamen dağıtılıyordu. Ancak, 1897 Ağustosundaki bu geniş kapsamlı tasfiyeye rağmen Cemiyet 5. Ordudaki varlığını sürdürüyordu. Yabancı basında 5. Ordudaki çeşitli huzursuzluklar ve tutuklamalarla ilgili haberler devam ediyordu. Ayrıca ordu içindeki gelişmeleri Alman askeri uzmanlar da yakından izliyorlar ve Goltz Paşa 1899 Ağustosunda Berlin’e gönderdiği raporda bu bölgede bulunan askeri birliklerdeki Jöntürk hareketine dikkat çekiyordu. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen eşraf, asker, ulema ittifakına dayalı bir darbe girişimi bir daha gündeme gelmeyecekti. Ordunun büyük bir cepheyi seferber ederek rejime karşı harekete geçmesi bir kez daha engelleniyordu. Üstelik rejim büyük tasfiye ve tutuklama kampanyalarını yürütür, subayları, askeri öğrencileri sürgüne gönderirken yine orduya dayanıyor, soruşturmaları İstibdat Paşaları yürütüyorlardı. Devlet içinde bölünme yaşanıyordu. Ulema ulemaya, asker askere, bürokrat bürokrata karşı farklı cephelerde yer alıyordu. Sosyal, siyasal, ekonomik çelişkiler zembereğinin geriliminde boyutlanan krizler tam bir iç savaş ortamını ve bu temelde darbe arayışlarını tetikliyordu. Askerin bu iç savaş ortamındaki konumu tayın edici görülüyordu. “Devletin ruhu” toplumsal muhalefetin çelik çekirdeği olarak değerlendirilen asker için 23 Nisan 1898 Tarihli Mizan gazetesinde: “Asker ile çok uğraşıyorlar. Efkâr-ı münevvere eshabının askerde çok olması hasebiyle İstibdat heykeline vurulacak kazmanın asker kazması yahut çizmesi olacağını unutuyorlar” diye yazılıyordu. Gerçektende merkezde de, taşrada da Cemiyet’e askerlerin katılımında her türlü olumsuzluğa rağmen artış vardır.

1898 yılında, İttihat ve Terakki’nin Cenevre merkezinin hazırladığı ve İstanbul’da bulunan Cemiyet taraftarı subaylara gönderilen “talimat” doğrudan Saray’a yönelik bir askeri hücum planını içeriyordu. Saray’dan bir kişi tarafından verildiği belli olan bilgiler oldukça ayrıntılıdır. Yıldız Sarayı planını içeren belge daha sonra II. Abdülhamit’in özel arşivinde bulunuyordu. 1895’den itibaren süregelen darbeler zincirine eklenen bu girişim de bastırılıyordu. Mekteb-i Harbiye öğrencilerinin de aralarında bulunduğu pek çok asker tutuklanıyordu. Yürütülen “askeri tutuklama kampanyası” bazı sivil görevlileri de kapsıyordu. Bu arada Cenevre merkezi İngilizce ilave yayınlamaya başlıyor ve 1895’ten itibaren müdahale taraftarlarının “gemilerini Boğaz’da görmeyi arzuladıkları süper güce” böylece çağrı yapılıyordu. Bu ilavede yayınlanan yazılarda Sultan taraftarı olmak “İngiliz aleyhtarlığı” buna karşılık Jöntürklük ise “İngiltere destekleyiciliği” olarak sunuluyordu. 20 Kasım 1899 tarihinde İsmail Kemal Bey, İngiliz Büyükelçisi Sir Nicolas O’Conor’dan görüşme talebinde bulunuyor. Elçi ise herhangi bir muhalif ve “Jöntürk” heyetini kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtiyor ancak kendisine sadece bir “sempati ziyareti” yapılacağı güvencesi veriliyor. Bunun üzerine İsmail Kemal Bey’in liderliğinde bir grup yazar, ulema ve devlet memuru ziyareti gerçekleştiriyorlardı. Bu ziyaret “aleni bir siyasi gösteri” olarak yorumlanıyor ve diğer emperyalist devlet temsilcileri tarafından dikkatle izleniyordu. Avusturyalı diplomatlara göre, “İngiliz yanlısı gösteri geniş bir hareketin yalnızca bir parçasıdır. Hareketin arkasında yüksek kademedeki devlet yöneticilerinin desteği vardır ve her an bir “komplo” mümkündür. Bu arada sefaret gösterisinden kısa bir süre önce, “İngiliz taraftarlığı açıkça gözüken” Ali Haydar Mithat (Mithat Paşa’nın oğlu) yurt dışına kaçıyordu.

İsmail Kemal daha sonra İngiltere’de bir askeri darbe planı ile ortaya çıkıyordu. Sultan II. Abdülhamit’in yeğeni ve “Teşebbüs-ü Şahsi” programının öncüsü Prens Sabahattin ile ortak hareket eden İsmail Kemal, hazırladıkları darbe plânını İngiliz makamlarına sunuyordu.


NOTLAR
(1) İbrahim Temo’nun İttilıad ve Terakki Anıları, İst. 1987, s. 12
(2) Temo, age, s.16
(3) Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İst. 1981, s.22
(4) M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jöntürklük, c.l (1889-1902), İst., 2. Baskı, 1989, s. 126
(5) Hanioğlu (1989), age, s. 127
(6) Hanioğlu (1989), age, s. 129-13
(7) Hanioğlu (1989), age, s. 188
(8) Hanioğlu (1989), age, s. 215
(9) Hanioğlu (1989), age, s. 216
(10) E. E. Ramsaur, jöntiirkler ve 1908 İhtilali, Çeviri: Nuran Yavuz, İst., 2. Baskı, 1982, s. 47
(11) Hanioğlu (1989), age, s. 221
(12) Hanioğlu (1989), age, s. 249
(13) Hanioğlu (1989), age, s. 250
(14) Hanioğlu (1989), age, s. 257-259


Suat Parlar, “Osmanlı’dan Günümüze Ordu – Askeri Modernleşme Yoluyla BAYRAKSIZ İSTİLA”, Bağdat Yay., Şubat 2007 İstanbul


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın