Yiğit Tuncay’la Söyleşi

Yiğit Tuncay’la Söyleşi


“Akıntıya Karşı”nın ilk sayısında tiyatro oyuncusu ve yazar Yiğit Tuncay’la Nazım’ın ölüm yıldönümü vesilesi ile “Nazım ve toplumcu-gerçekçi sanat” üzerine bir söyleşi yaptık. İlk sayımızda bizleri yalnız bırakmadığı ve attığımız bu ilk adımı sağlamlaştırmamızı sağladığı için kendisine çok teşekkür ederiz.


Yiğit Tuncay 1969 doğumludur. 1978 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Çocuk Oyunları Bölümü’nde tiyatro yaşamına başladı. Pek çok tiyatro topluluğu içerisinde yer almıştır.

Yeditepe Oyuncuları’nda yazar, yönetmen ve oyuncu olarak görev almıştır. İstanbul Sanat Tiyatrosu’nda da oyun çalışmaları yapmıştır. 1989 yılında Dostlar Tiyatrosu salonunda kurduğu “Genç-Seyirci Tiyatrosu” adlı toplulukta Mayakovski’nin şiir ve yaşam kesitlerinden kendi sahneye uyarladığı “Pantolonlu Bulut” adlı oyunu 7 yıl boyunca sahnelenmiştir.

Bir süre Doğu Berlin’de birtakım araştırmalar yapmak için bulunan Yiğit Tuncay, 1998 yılında, daha önce kurduğu “Genç-Seyirci Tiyatrosu” adlı topluluğun adını değiştirip “Halk Sahnesi Oyuncuları” olarak hem tiyatro çalışmalarını devam ettirmiş, hem de bu oluşumu bir tiyatro atölyesine çevirerek tiyatro eğitimi üzerine de eğilmiştir.

Dostlar Tiyatro’sunun oynadığı “Sivas 93” adlı belgesel oyunda da görev almıştır. Yazarlık ve özellikle de edebiyat ile olan yakınlığı yine bu yıllara yayılan yayınlanmış birçok çalışmayla kendini göstermiştir. Bu çalışmalar şiir, şarkı sözü, dergilerde yayınlanan birçok makale ve yine sanat üzerine inceleme-araştırmalardır.

Akıntıya Karşı: Öncelikle; sizce Nazım’ın dünya çapında bu kadar sahiplenilir olmasının, ona verilen değerin giderek artıyor oluşunun sebepleri nedir? Ve son birkaç yıldır egemenlerin Nazım’ı sahiplenmesi sizce nereye oturuyor?

Yiğit Tuncay: Nazım’ın dünya çapında sahiplenilmesi, kendi ulusal kimliğine büyük katkılar sunmuş bir sosyalist şairin, diğer ulusların da bu mücadelelerine bir örnek oluşturmasıyla doğrudan ilişkilidir. Çünkü bir sosyalistin kendi ulusal kimliğine ve değerlerine olan eğilimi, bağımsızlık tutkusudur aslında. O’nun bağımsızlık sevdası ve “insanın, insana kulluğu”na karşı duyduğu öfke, şiirinin hep merkezinde olmuştur. Bu iki ilişkiyi doğru algılamış olması, evrensel bir dilin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ama Nazım’ın esas olarak dünyada tanınması, 1950’lerdeki Sovyet dış politikasıyla bağlantılıdır. O yıllarda “barış” örgütleri Sovyetler Birliği ile paralel faaliyet sürdürüyorlardı. Nazım, Barış Konseyi’nin Moskova üyesi olarak Sovyet dış politikası gereği bu alana kanalize ediliyor. Görevli olarak Avrupa’ya gidiyor ve bu seyahatler vesilesiyle tanınmaya başlıyor.

Şiirlerinde kendi topraklarının emekçilerinin köylerden kentlere kadar olan serüvenlerini anlatımındaki oluşturduğu dil, yerel ve evrensel arasındaki bağlantıları kuran niteliktedir. Günümüzde kapitalizmin bayraksız istilası karşısında çaresiz kalan halkların tüm kesimleri, küresel istilaya karşı duydukları kaygılardan dolayı, Nazım’ın bağımsızlık sevdasına sarılma ihtiyacı duyuyorlar. Ama bağımsızlığın kapitalizm ile barış içinde olamayacağını da görmüyorlar. Nazım kendi şiirlerinde bağımsızlık ile kapitalizmin uzlaşmaz çelişkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kuvâyi Milliye Destanı’nın giriş bölümünde Kurtuluş Savaşı’na girmiş bir halkın portresini çizerken, aynı zamanda bu bağımsızlığın tam anlamıyla gerçekleşmesinin emeğin kurtuluşuyla mümkün olabileceğine vurgu yapar. Zaten kendisi de Kuvâyi Milliye hareketine katılmak için İnebolu’ya genç bir ulusal kurtuluşçu olarak gittiğinde, orada tanıştığı Kurtuluş Gazetesi’ni çıkaran Sadık Ahi ve arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerden dolayı bu gerçekliğe ikna olmuştur. Umarım Nazım’ın şiiri, kapitalizm ile barış içinde yaşamayı düşünen bağımsızlık sevdalılarına bir turnusol kağıdı olur.

Bugün Nazım’dan bir intikam alırcasına tüm mirasının bankalara teslim edilmesinin, Nazım açısından herhangi bir sakıncası yoktur. Nazım ve onun taşıdığı düşünce böylelikle yenilmiş anlamına gelmez. Çünkü Nazım, ortaya koyulan cumhuriyet projesinin oluşturmaya çalıştığı ulusal kimliğin en büyük şairidir. Türkiye egemenleri, bu sürecin ortaya çıkardığı birikimi dünyaya ifade etmek istediklerinde bulabilecekleri en iyi örnek; sosyalist bir şairdir. Bu aynı zamanda bağımsızlık savaşında sosyalistlerin ve sosyalizmin ne kadar önemli bir role sahip olduğunu da gösterir. Bugün halk yine böyle kaygılar içinde olduğu için, yeniden Nazım’a sarılmak ihtiyacı duymuştur. Burjuvazi için bir bağımsızlık meselesi yoktur. Üstelik bugün burjuvazi için tüm sınırların ortadan kaldırılması sorunu vardır. Bugün halkın sermayesi olan devlet, burjuvazi için bir engeldir. Burjuvazi bu engeli ortadan kaldırmak için bir özgürlük illüzyonu kampanyası başlatmış ve demokrasicilik oyunu oynamaya başlamıştır. Toplumun tüm kesimlerini ikna edebilmek için, geçmişin yasaklarını ortadan kaldırmakla beraber geçmişin görece olan “sosyal devleti”ni de tasfiyeye girişmiştir. Sermaye; yasaklayan devleti yasaklayıp, yasakladıklarını da serbestleştirmiştir. Sermaye, serbest piyasanın “özgürlükçülüğü”nü göstermek adına bu oyunu oynamaktadır. Peki Nazım özgürleşmiş midir? O ne kapitalizme karşı herhangi bir tavrı olmayan ulusalcıların elinde özgürleşir, ne de serbest piyasacıların “özgürlükçülüğü”nün peşine takılmış beynelmilel demokratların elinde özgürleşir.

Akıntıya Karşı: Nazım’ın toplumcu-gerçekçi anlayışı ve edebiyatımızda açtığı yeni pencere konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yiğit Tuncay: Nazım Hikmet, kendi yaşamı içinde bir şairin başına gelebilecek en zor olanı yaşamıştır. Öncelikle bir egemenlik sistemi, başka bir egemenlik sistemine dönüşmüştür. Ama daha da önemlisi, bu değişimle birlikte alfabe de değişmiştir. Nazım hem bunlarla boğuşmakta ve hem de hapislik hayatı içinde estetik yöntemini oturtma gayreti içindedir. Bu oluşum sürecini bir yandan da, adeta bir halk üniversitesine dönüştürmüştür. Bu zorluklar içinde, toplumcu gerçekçi estetiğin bir başlangıç noktası olması ötesinde bir şiir kurmayı başarmıştır. Bugün için bile çok ileri bir estetiğin tohumlarını atmıştır. Nazım’ın şiiri, Anadolu köylüsünün çarıklarından, Haydarpaşa Garı’na inmesine ve kentlerdeki emekçi insanların hayatlarına, İspanya’ya, Roma’ya, Çin’e, Küba’ya kadar uzanan bir şiirdir. Tüm dünyayı gezen bu şiir, her zaman sınıf mücadelesinin izini sürmüştür. Böyle bir estetiği kurabilmek kolay bir iş değildir. Ama hiçbir zaman görünen gerçeğin ardındaki hakikati aramaktan vazgeçmemiştir.

Şiir gibi duygu istismarına açık bir alanı, akıl ve duygu ilişkisini çok iyi bir dengeye oturtarak kullanmasını bilmiştir. Sınıfsal açıdan taraf olan bir şairin, eleştirdiğimiz idealizmin batağına düşme ihtimali çok fazladır. Nazım, yeri geldiğinde taraf olduğu halkını da ağır eleştirmekten de çekinmemiştir. Nazım’ın bütünüyle şiirinin içine giren biri, rahatlıkla bir dünya görüşü edinerek o şiirin içinden çıkabilir. Onun şiiri bir halk akademisi kadar sistematiğe sahip, dünya görüşünün, düşünmenin ve yaratmanın birbirinin ayağına dolanmadığı bir yürüyüşe sahiptir. Ve en önemlisi de, toplumculuk adına bireyin dünyasını ezmeyen ve bireyin dünyası adına topluma karşı kayıtsız kalma tuzağına düşmeyen bir estetik kuramının habercisi olmuştur.

Akıntıya Karşı: Nazım’dan sonra toplumcu-gerçekçi anlayışın gelişimi ve bugününe dair eleştirileriniz nelerdir?

Yiğit Tuncay: Toplumcu gerçekçi estetik, kendini sınıfsızlık üzerinden temellendirse de, sınıflı bir dünyada yaşadığımız gerçeğinin bir sonucu olarak işçi sınıfından yana bir tavır alır. Yani kendini bir sınıf üzerinden tarif etmek zorunda kalır. İşçi sınıfı, sömürünün olduğu bu dünyada, sömürülenlerin en gelişmiş halidir. Çünkü tarihin akışı kentlere doğrudur ve sanayileşen dünyada tüm sömürülenlerin kapitalizmde varacağı nokta burasıdır. Dolayısıyla tüm sömürülenlerin öncüsü olabilecek bir bilince sahiptir. Bu nedenle, toplumcu gerçekçi estetik devrimcileşen bir işçi sınıfının bakışının ekseninde bir estetik kurar. Toplumcu gerçekçi estetiğin kendi kimliğini tarif ettiği nokta burasıdır. Bunun dışındaki yerel, yöresel ve başka kimlik tarifleri, kendi estetiğinin sadece biçimsel malzemeleridir. Bu kimlik tarifleri, toplumcu gerçekçi estetiğin düşünme sistematiği olamaz. Bilimsel sosyalist bir dünya görüşüne sahip olan düşünme yöntemi, sınıfsal temele dayanmayan kimlikleri, kendi düşünme yönteminin temelinde hayatın gerçekliklerini bir ifade şekli olarak gösterir.

Zaman geçtikçe, çok ileri noktalara kadar gelmiş olan sanatımız gerilemeye başladı. Mesela yöresel olmayan ifade biçimleri halk sanatı olmamakla suçlanmaya ve dışlanmaya başladı. Kendi yöresine, kendi mezhebine, kendi kimliğine ait olmayan ifade biçimleri küçük burjuvalık suçlamasıyla cezalandırılmaya başlandı. Bir başka kesimde, işçi sınıfını idealize etmeyen anlayışları da sınıf düşmanlığı ile nitelendirdiler. Oysa ki, toplumcu gerçekçi estetik kendini mutlak bir özdeşleşme üzerine şekillendirmemelidir. Mesela Marks, kendi ürettiği bir ürünü vitrinde görüp ve cebinde onu alacak parası olmayan işçinin, kendi ürettiğine yabancılaştığını tespit etmiştir. İşçinin sömürüldüğüne dair bir gerçekliği fark etmesi durumu yaşanır bu anda. Bu yabancılaşmanın yaşandığı an, bir olumsuzluktur. Ama bu olumsuz durum, işçinin sistemle özdeşleşmesine de bir mesafe koymaya başladığı andır. Bu olumsuz yabancılaşma, olumlu bir yabancılaşmaya dönüşür. Artık o işçi, özdeşleşme içinde olduğu sisteme karşı eleştirel bir mesafe koymaya başlar. Marks’ın tespit ettiği bu durum, toplumcu gerçekçi estetikte bir yönteme dönüşür ve o yabancılaşma, özdeşleşmeye karşı bir efekte dönüşür. Böylelikle, toplumcu gerçekçi estetik, özdeşleşmeye dayanan doğalcı (naturalizm) ve gerçekçi (realizm) akımların etkisinden de kendini kurtarmış olur.

Dolayısıyla, toplumcu gerçekçi estetiğin tarafı olduğu sınıf kimliği ile eleştirel mesafesini zedelemeyecek şekilde bir özdeşliği inşa etmesi gereklidir. Çünkü nihai hedefi sınıfsız toplumdur ve bu hedefe yürürken kendi estetiğini de buna göre şekillendirmelidir. Ben toplumcu gerçekçi estetiğin bütünüyle bu tuzaklara düşürülerek bir alay konusu haline gelmeye başladığını görüyorum. Bu zihniyette üretilen bir estetik, kimilerinin duygularını kışkırtmaktan öteye gidemezken, kimilerinde de mizah konusu haline gelmiş bir “düşmüş akıl” durumundadır.

Akıntıya Karşı: Bir tiyatrocu olarak, tiyatroda toplumcu-gerçekçiliği nasıl değerlendiriyorsunuz? “Sloganlaşmaya” sebep olduğu yönünde eleştiriler var. Bu eleştirilere dair tutumunuz nedir?

Yiğit Tuncay: Bugün için sloganlaşmaya savrulan tiyatro pratikleri amatör gruplar arasında var. Profesyonel tiyatroda ise, bu estetik anlayış çok gerilemiş biçimleriyle uygulanıyor. Bunun nedeni de, siyasal gerilemedir. Amatör gruplar bu konuda çok fazla deneyim ve bilgiye sahip olmadıkları için bu durumun içine düşüyorlar. “Düşüyorlar” diyorum, çünkü sloganlaştırma seyircinin duygularını kışkırtmaya yönelik bir ifade biçimidir. Bu ifade biçimi popülist bir düşüncenin ürünüdür. Aynı Türkiye’deki pop müziğin slogan üzerine kurulu olması gibi. Bugün Türkiye pop müziğinin nakaratı slogandır. Bugün siyaset arenasına bakarsanız eğer, orada da şarkı sözleri gibi bir dille konuşulduğunu görürsünüz. Çünkü hep duyguların kışkırtılmasına dayalı bir anlayış hakimdir. Artık akıl hiçbir geminin yanaşmadığı terk edilmiş ıssız bir liman gibidir. Oysa ki, toplumcu gerçekçi tiyatro bir zamanlar bu akıl ve duygu karşıtlığını aşmış, ikisi arasındaki diyalektik ilişkiyi bir dengeye oturtmayı başarmıştı. Bu pratik binlerce teorik metin bıraktı arkasında. İnsanlık bu gelişmeyi yaşamışken, şimdi tümüyle başa dönmüş gibi bir görünüm sergiliyor.

Sloganın yeri tiyatro binaları değildir. Tiyatro binaları düşündüğümüz, tartıştığımız, öğrendiğimiz, araştırdığımız mekanlar olmalıdır. Zaten sloganı sokaktan alıp tiyatro binasına sokarsanız eğer, bu siyasal anlamda bittiğinizin göstergesidir. Slogan; araştırdığınız, düşündüğünüz, analiz ettiğiniz bir gerçekliği konsantre edip söyleme biçiminizdir. Sloganlarınızın da eskimemesi için, durmaksızın araştırmanız gerekmektedir. Dünyayı değiştirmek için tiyatroya gitmezsiniz, dünyayı değiştirmek için ipuçları almaya tiyatroya gidersiniz. Dünya tiyatroda değiştirilmez, dünya sokakta değiştirilir. Ayrıca burjuvazinin toplumcu gerçekçi sanata bu eleştiriyi getirmeden önce kendisine bakmalıdır. Bugün onların müzik endüstrisi durmadan slogan üretiyor ve bu sloganların üzerinden para bile kazanıyorlar.

Akıntıya Karşı: Augusto Boal, 2009 yılı Dünya Tiyatrolar Günü’nde  yayınladığı bildirgesini “Yurttaşlık toplumda yaşamak değil, toplumu değiştirmektir.” diye bitirmiştir. Bu söz üzerinden yola çıkarsak; kültür merkezlerinin, Devlet Tiyatrolarının kapatıldığı veya kapatılması yönünde kararlar alındığı, oyunların yasaklandığı, sanatçıların yalnızlaştırıldığı bir ülkenin sanatçısına düşen görev nedir?

Yiğit Tuncay: Öncelikle sanatçının, sanatın bir sektöre dönüştürülmesi gerçeğine karşı çıkması lazım. Bugün sanatçılar “marka olmak”, “kariyer sahibi olmak” gibi kavramlarla konuşuyorlar ve kendi sanatlarının sektöre dönüşememesi gibi hayıflanmalarda bulunuyorlar. Büyük kapitalist kuruluşlar olan holdinglerin reklam yüzleri ve sesleri olup, sonra da 1 Mayıs’ta “Yaşasın Sosyalizm” pankartları arkasında yürüyorlar. Böyle sanatçıların ürettiği sanatın halk üzerinde ne kadar inandırıcılığı olabilir sizce? Ortalıkta bir kavga taklidi oyunu oynanıyor bence. Sanatçı önce kendi adını ak bir kağıt üzerine yazmalıdır. Gündemdeki çelişkilerin durumuna göre pragmatist tutumlar alan zanaatkarlar ordusu, kendi tarihsel değerlerini bile bugün ayaklar altına almıştır. Kamboçya’da binlerce insanı “ölüm tarlaları”na süren Pol Pot gibi, sermaye de serbest piyasanın “rekabet tarlalarına” sürmektedir bu zanaatkarları. Zanaatkarlar kendi yaşam tarzlarına müdahale olmadığı takdirde hiçbir şeye itiraz etmezler. Çelişkilerini kendi yaşam standartları üzerinden tarif etmektedirler.

Diğer yandan, bugün gelinen noktada Türkiye’nin yapısal değişimini yürüten hükümetin bu girişimleri çok normaldir. Bundan farklı bir şey beklemek de mümkün değildir zaten. Ama ben bu yapısal değişim programında tüm partilerin görev aldığını düşünüyorum. Hükümette herhangi bir değişiklik olacak olursa eğer, programı yürütecek başka bir partinin de kendi rengini vererek uygulamalar yapacağına eminim. Ama Türkiye’nin yapısal değişim programı aynı kalacaktır ve tüm partilerde bu konuda hemfikirdirler. Biri sopayken, diğeri havuç olacaktır. Çünkü bu yapısal değişim programı küresel bir merkezden yürütülüyor ve bu program esas tehlikedir. Bu programın karşısında durabilecek sanatçıların varlığı çok önemlidir. Bu programın üzerini örten “ucube”liklerin örtüsünü aralayabilecek bir sanatın gücüne her şeyden daha çok ihtiyacımız var bugün. Bu da ancak politik bir sanatın inşa edilmesiyle mümkün olur.


Kültür ve Sanatta AKINTIYA KARŞI – Güncel Siyaset ve Edebiyat Dergisi – Haziran 2011 – Sayı: 1


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın