ABD’nin Irak stratejisi belirlenirken, savaştan sonra ülkede baş gösterecek Kürt ve Şiî ayaklanmalarına destek verilmemesi, “hatta imkân dahilinde önlenmeye” çalışılması kararlaştırıldı. (1)
Kürtler bölgenin şiddet, ihanet, komplo, savaşla örülü tarihinin zembereği içinde yaşadılar her zaman. İran, Irak, Suriye, Türkiye arasında denge kurmak ve bozmak adına emperyalizm tarafından ya desteklendiler veya kurban edildiler. Örneğin, Moskova’da Brejnev ile “başka ülkelerin içişlerine karışmama” üzerinde anlaşmaya varan ABD Başkanı Nixon, daha belgedeki imzası kurumadan Tahran’a uçuyor ve İran Şahı ile Kuzey Irak’taki Kürt ayaklanmasına para ve destek verilmesi konusunda anlaşıyordu. ABD bu dönemde Irak’ı zayıflatmak peşindeydi. ABD’nin Kürtlere yönelik ilgisi 50’li yıllardan itibaren yoğunlaştı. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, 1952 yılının Aralık ayında Washington’a, Türkiye’deki Kürtlerle ilgili oldukça kapsamlı bir rapor gönderiyordu. Büyükelçilikte görevli E.N. Waggoner adlı bir “yetkilinin hazırladığı ve Büyükelçiliğin siyasî işlerden sorumlu müsteşarı Livingston Satterchwaite’in imzasını taşıyan rapor, yerinde yapılan incelemelere dayanıyordu. O dönemde bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden bir başka ülke de İsrail’di.
Albay Kâsım’ın, Irak’ı, Bağdad Paktı’ndan çıkarması ve Nasır ile yakınlaşmasını İsrail tehdit olarak algılıyordu. ABD’nin, Ortadoğu’daki iki jandarması İran ve Türkiye’ye yakınlaşma kararı alan İsrail harekete geçiyordu. 19 Temmuz 1958’de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, İsrail’in Ankara’daki Büyükelçisi Eliahu Sassoon’u makamına çağırıp Tel-Aviv’e iletilmek üzere bir mesaj verdi. Bu mesaja göre Türkiye, iki başbakanın bir araya gelmesini istiyordu. İsrail Başbakanı Ben Gurion günlüğüne:
“Tarihe geçecek günler yaşıyoruz. Böyle bir fırsat kendini bir daha göstermez. Elias, Türkiye’nin, iki başbakanın buluşmasını prensipte kabul ettiğini bildirdi.” diye yazıyordu.
Bu gelişmelere yol açan etken, Irak’ta emperyalizmin işbirlikçisi Kral Faysal ve Başbakanı Nuri Saîd’in devrilmesiydi. Albay Abdulkerîm Kasım önderliğindeki darbe sonucunda, Irak’ta komünistler güçlenirken; Molla Mustafa Barzani, Kasım ile temasa geçerek, Sovyetler Birliği’nden ülkesine dönmek istediğini bildiriyordu. Bu istek, Kâsım’ı oldukça memnun ediyordu; zira komünistler ve Barzanî’nin desteği ile daha da güçleneceği inancındaydı.
Türkiye, Barzanî’nin, Kâsım’a destek vermesi ve bunun karşılığında Kürtlere yeni imkânlar tanınmasından hoşnutsuzdu. Ayrıca, Irak’ta anti-emperyalist darbe, bölgede ABD’nin egemenlik düzenine bir tehditti ve en sadık müttefiki buna katlanamazdı. Bu bağlamda Türkiye, İsrail ile yakınlaşma kararı aldı. Zira, İsrail 1950’lerde Irak’ı zayıflatmak için Kürtlere destek vermişti. İsrail, Irak Kürtlerine silah gönderiyor, bazı yüksek rütbeli Kürt subaylarını İsrail’de gizlice eğitiyordu. MOSSAD’ın Barzanî ile bağlantıları ise dönemin yaygın “söylentileri” arasındaydı. Böylece oluşan ilişkiler ağında İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir’in bulundukları uçak Yeşilköy’e indi. İsrail havayolları El-Al’ın Türkiye’ye seferi yoktu ve Türk hava sahasını sadece transit geçişler için kullanıyordu. Plân gereği El-Al uçağı arıza gerekçesi ile Yeşilköy Havalimanı’na indi. Uçak, arızası giderilmek üzere bir kenara çekilirken, Ben Gurion ve Golda Meir, Ankara’ya bir başka uçakla devam ettiler. Ankara’daki müzakerede Ben Gurion ve Adnan Menderes birçok konuda görüş birliğine vardılar.
Bu arada, 24 Temmuz 1958’de ABD Başkanı Eisenhower’a bir mesaj gönderen Ben Gurion, “Türkiye ile ilişkilerimiz yakın geçmişte bir hayli ilerledi. Bu ilişkiler artık rutin diplomatik temasların ötesine gitmeye başladı” diyordu. Ankara’daki görüşmede, Nâsır’ın Ortadoğu’da etkinliğinin durdurulması, Irak konusu ve Kürtler ele alındı. Bu görüşme sonrası İsrail ile son derece kapsamlı ve gizli ilişkiler dönemine girildi. Adına Trident denilen istihbarat düzenlemesi sonucunda, MOSSAD-SAVAK-MİT işbirliği gündeme geldi. Trident projesi, bu üç istihbarat servisinin bölge konusunda ortak çalışmalar yürütmesi, bilgi alışverişi gibi konuları kapsıyordu. Bu işbirliğinin başlıkları arasında Kürtler de bulunuyordu.
Kürt sorununun bölgedeki baş aktörlerinden birisi de İngiltere’dir. Irak’ta komünist partinin Kürtleri etkilememesi İngilizlerin başlıca politikasıydı. 23 Şubat 1960’da, Irak’taki İngiliz Büyükelçisi Sir Humphrey Trevelyan, Barzanî ile görüşüyordu. Sovyet, İngiliz, Amerikan, Türk, İsrail, Irak, İran politikaları arasında sıkışan Kürtler, 1969’dan itibaren Saddam Hüseyin’in Baas Partisi’ndeki konumunun güçlenmesi ile büyük bir saldırıya uğruyordu. 8 Ağustos 1969’da Musul yakınlarındaki Dakan kasabası yerle bir ediliyordu. Ancak Irak kuvvetleri, Peşmergeler karşısında askerî başarı kazanamıyordu. Irak Komünist Partisi ve SSCB’de, Kürtlere destek verince, Irak kuvvetleri çekilmek zorunda kaldılar. SSCB’nin telkinleri sonucu 11 Mart 1970’de Kürtlere özerklik plânı gündeme geldi.
Bu arada İran, 1969’dan itibaren Barzanî’yi desteklemeye başladı. SAVAK bu dönemde Molla Mustafa Barzanî’ye para yardımında bulundu. Şattü‘l – Arab su yolu, Basra Körfezindeki üstünlük çekişmesi, Irak’ın Şiî nüfusu gibi başlıklarda toplanacak anlaşmazlık konuları, Şah’ın, Kürtlere desteğini getirdi. Bu destek, 1973’ten sonra iyice arttı. ABD, Nixon’un ulusal güvenlik danışmanı ve daha sonra Dışişleri Bakanı olan Kissinger’ın yönlendirdiği bir politika ile Irak’ta, Kürt ayaklanmasına destek kararı aldı. Bu doğrultuda CIA kanalı ile Kürtlere silah verilmesi kararlaştırıldı. İran ile imzalanan gizli protokol ve silah sevkiyatından, dönemin Dışişleri Bakanı William Rogers’ın bile haberi yoktu. Bu konuda onay almak için Kissinger, “40 Komitesi”ne müracaat etti.
ABD’nin yanı sıra İsrail de, Kürtlere yardımda bulunuyordu. Güçlü bir Irak’ı tehdit olarak gören İsrail, İsrail Parlamentosu (Knesset) üyesi Luba Eliav’a göre, Kürtlere 1966 sonundan itibaren gizli yardım plânını uygulamaya koydu. İsrail’in Yediot Ahranot gazetesine bir röportaj veren parlamento üyesi Eliav, Başbakan Levi Eshkol’ün direktifi ile beraberinde bir sağlık ekibiyle Irak’a, İran sınırından geçerek ulaştıklarını ve Hac Umran’da Molla Mustafa Barzanî ile görüştüklerini açıklıyordu. Eliav bu görüşmede, “İsrail’in, Kürt devleti ve halkının kalkınması için askerî, ekonomik ve teknik yardım vermek istediği”ni açıklıyordu.
İsrail ayrıca, Irangate olayında da adı geçen Yacov Nimrodi’yi, 50’lerden itibaren Kürt sorununu izlemek üzere Tahran’daki İsrail Büyükelçiliği’ne atıyordu. 1955’te Tahran’a gelen Binbaşı Nimrodi, İsrail istihbaratı adına bölgedeki Kürt hareketini gözlemledi ve on üç yıl bu görevde kaldı. İsrail adına Kürtlerle 60’larda temas kuran bir başka istihbaratçı ise yine Irangate’de adı geçen ve Türkiye’de de tanınan David Kimche idi. 18 Eylül 1972 tarihinde, Washington Post’da yayınlanan bir makalesinde Jack Anderson: “Her ay, kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi Irak’a gizlice İran sınırından girerek, Kürt lideri Molla Mustafa Barzanî’ye 50 bin dolar veriyor. Bu para, Kürtlerin, İsrail aleyhtarı olan Irak Hükümeti’ne karşı faaliyetlerini devam ettirmelerini sağlıyor” diyordu.
Bu arada Anderson, bir CIA raporuna atıfta bulunuyor ve Barzanî ile İsrail gizli servisi MOSSAD’ın direktörü Zvi Zamir’in ilişkisine değiniyordu. Zamir, bu rapora göre Barzanî’yi, Kuzey Irak’ta bulunan karargâhında ziyaret ediyor ve Irak’tan, İsrail’e kaçmak isteyen Yahudilere yardımcı olmasını istiyordu. Zamir ayrıca Kürtlerin, Irak rejimine askerî saldırılarını artırmasını da talep ediyordu. Barzanî de, İsrail’i 1973’te ziyaret ediyor, bunu başka seyahatler izliyor ve İsrail’in eski başbakanlarından Menahem Begin ile de bir görüşme yapıyordu. Öte yandan İsrail ajanları, İran topraklarında Şah’ın isteği doğrultusunda Kürt kuvvetlerine askerî eğitim veriyordu. David Rockefeller’in yönlendirdiği Şah ve Kissinger ilişkisi temelinde Kürtlere destek kararı alınıyordu.
CIA, MOSSAD-SAVAK’ın yürüttükleri bir operasyon ile Irak’ta Peşmergelere silah yardımı başlatıldı. Molla Mustafa Barzanî’nin oğulları ise Washington, Tahran ve Tel-Aviv’de, İran pasaportu ile mekik dokuyorlardı. CIA, MOSSAD, SAVAK merkezlerinde görülen Barzanî kardeşlerin en büyük destekçisi Şah’tı. CIA, 1972 yılında Irak’taki, Kürt ayaklanmasına İran kanalı ile silah yardımında bulunuyordu. ABD’nin Irak’ta görevli diplomatı Lee Dinsmore’a göre, CIA’nın Kürtlere gizli yardımı aslında 1960’ta başlıyordu. Bu CIA operasyonu ile Irak on beş yıl meşgul ediliyor, askerî ve ekonomik açıdan zayıf düşürülüyordu. ABD eski Dışişleri Bakanı ve NATO eski Başkomutanı General Alexander Haig, 1992 yılında Inner Circles başlığı ile New York’ta yayınlanan anılarında, 60’ların başında, Kennedy yönetimi sırasında İran’a bir askerî heyetin ziyareti sırasında gizlice Irak’a geçerek, Molla Mustafa Barzani ile görüştüğünü açıklıyor. Bu görüşmelerde Barzanî, ABD’den “tanıma, silah ve para” istedi. Haig, ABD’nin daha ileriki yıllarda Kürtlere yardım gönderdiğini vurguluyor.
Kürtlere, CIA vasıtası ile ilk ciddi yardımlar, 70’lerin başında gündeme geldi. 1976’da açıklanan Pike raporuna göre: CENTO’da görevli Amerikalı General Anthony Devery Hunter ile Perkins adlı yardımcısı ABD Hava Kuvvetlerine bağlı bir uçakla Kuzey Irak’a gelip Barzanî’yle görüştüler. Perkins, bu görüşme sonrası yanında dört Amerikalı yetkili ile tekrar bölgeye geldi. ABD, Barzanî’ye 14 milyon dolar yardım önerdi. Ancak bu yardım gizli bir anlaşmanın imzalanması koşuluna bağlıydı. Buna göre: ABD’nin yardımı gizli tutulacaktı. Ayaklanmanın temel hedefi Baas rejimini düşürmek olacaktı. ABD, Kürtlere otonomiyi destekleyecek; ancak daha fazlası talep edilmeyecekti. Kürtler, ABD politikası ile çelişecek bir tutum içine girmeyeceklerdi. İran’daki Kürtler, Barzanî tarafından desteklenmeyecekti. Kürt hareketinde bulunan komünistler tasfiye edilecekti. SSCB ile hiçbir bağ kurulmayacak, Kürt hareketi, komünizme karşı çıkacak, “hür ve demokratik” dünyayı destekleyecekti. Kürt bölgelerinde bayrak kullanılmayacak, hareketin etkinliği ölçüsünde ABD yardımı artacaktı.
ABD yönetimi, Kürt hareketinin sorumlusu olarak Molla Mustafa Barzanî’yi gördüğünü belirtiyordu. ABD Temsilciler Meclisine bağlı İstihbarat Komitesi’nin 19 Ocak 1976 tarihinde yayınladığı ve Komite Başkanı Otis Pike’nin adını taşıyan rapor, 1965-1975 yılları arasında, CIA’nın giriştiği “gizli operasyon”ların hukukî açıdan sorgulanması üzerineydi. Pike raporunda, 1968 Çekoslavakya işgali, Portekiz, Ortadoğu Savaşı, Hindistan’da CIA operasyonları, Yunan cuntasının Kıbrıs’ta giriştiği darbede CIA’nın rolü ve CIA kanalı ile ABD’nin Kürtlere silah yardımı gibi başlıklar bulunuyordu. Aslında gelişmeler 70’lerin başında hız kazanmaya başlamıştı. “1971’de İngilizler, Körfez Bölgesi’ndeki son birliklerini de geri çekince, Şah ortaya çıkan güç boşluğunu Hürmüz Boğazı’ndaki birkaç adayı işgal ederek doldurmaya çalıştı. Aynı yıl Irak, hâlâ İngiliz, Hollandalı ve Fransızların olan Irak Petrol Şirketi’ni ulusallaştırdı. Batılı ülkeler buna ekonomik boykotla yanıt verdiler. Bu da Irak’ı, Sovyetler Birliği ile daha yakın siyasal bağlar aramaya itti. 1972’de Irak ve Sovyetler Birliği bir dostluk antlaşması imzaladılar. Aynı yıl Barzanî’nin Tahran’a çağrılması ve orada kendisine önemli askerî yardım sözü veren Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile buluşması rastlantı değildir.” (2) İran Şahı, Kissinger ile yaptığı görüşmede, Kürtler’in ABD tarafından para ve silahla desteklenmesini istiyordu. Şah’ın plânına göre: ABD’nin Kürtleri silahlandırması isyanı güçlendirecek; Bağdat’daki Baas rejimi zayıflayacak; Irak bazı tavizler vermek zorunda kalacaktı. Körfez bölgesinde İran’ın ağırlığı Irak tarafından kabullenilecek; bu arada Kürtlere yardım kesilerek imha edilmesi sağlanacak, böylece çıkacak iç savaş Irak’ı daha da zayıflatacaktı.
Kissinger’in onayını alan plân, daha sonra “40 Komitesi” toplantısında ABD’nin bir projesine dönüştü. Ancak bu projenin onaylandığı, Nixon’un seçim kampanyası yöneticisi John Connoly tarafından İran Şahına sızdırıldı. Barzanî ise Şaha güvenmiyordu. Ancak, Irak’taki CIA yetkilisinin, C1A Direktörü William Colby’e gönderdiği ve “Pike Raporu”na yansıyan mesaja göre; Mustafa Barzanî, “Şayet davamızda başarıya ulaşırsak ABD’nin 51. eyaleti olmaya hazırım” diyecek kadar da Amerika’ya güveniyordu. Barzanî, Kuzey Irak’ta ABD’nin doğrudan veya dolaylı yoldan devreye girmesi ile elde edeceği özerklik adına, bu ülkenin bölgedeki uydusu olmayı kabul etmeye hazırdı.
ABD ile Barzanî’nin bu sıcak ilişkileri, 1947 yılına kadar gidiyor. Mahabad’da kurulan Kürt devleti yıkıldıktan sonra Tahrana giden Barzanî, burada General Razmara’nın isteği ile ABD Büyükelçisi George V. Ailen ile görüştü. Barzanî, Büyükelçi Ailen, ABD Askerî Ataşesi Albay Sexton’un katıldığı toplantıda, “Büyükelçi Ailen, Barzanî’ye nereye gitmek istediklerini sordu. Barzanî bunun üzerine “ABD’ye gitmek istediklerini” söyledi. Barzanî’nin bu sözleri karşısında bir an şaşıran Büyükelçi Ailen, Barzanî’ye “bütün Kürtleri mi kastettiğini” sordu. Barzanî “evet” anlamında başını sallayınca; Ailen, bunun kolay bir şey olmayacağını açıkladı.” (3)
Barzanî, sıkı bir Kissinger hayranıydı ve ona hediyeler yağdırıyordu. Ancak ne ABD, ne Şah, ne de Kissinger, “Pike Raporu”na göre Kürtlerin kazanmasını istemiyordu. Washington ve Tahran, Irak’ın parçalanmasını değil, Kürtlerin mücadelesini belirli bir düzeyde tutarak, bu ülkenin zayıflatılmasını istiyorlardı. “Pike Raporu”nun yer verdiği 22 Mart 1974 tarihli bir CIA memorandumu: “Biz müttefikimizin (İran) resmî bir otonom hükümet kurulmasına olumlu bakacağını sanmıyoruz. Müttefikimiz bizim gibi, durumun çıkmazda kalmasında yarar olacağı kanısında… Ki Kürtler yarı özerkliği geri vermemekte direnmekle Irak’ı gerçek anlamda zayıflatır. Ne müttefikimiz olan İran, ne de biz, bu durumun şu veya bu şekilde bir çözüme kavuşturulmasını görmek istiyoruz.” İran Şahı, Baas rejiminin o dönemde ikinci adamı Saddam Hüseyin’e gönderdiği mesajda, sınırlar konusunda bir düzeltme anlaşması yapılmasını istiyor ve bu mesajdan Kissinger da haberdar ediliyordu. İran Şahı’nın, sınır düzenlemeleri konusunda Irak’a baskı yapmak için Kürtleri piyon olarak kullanmasını, ABD de genel bölgesel çıkarları açısından destekliyordu. 1974 yılında Irak ve İranlı yetkililer İstanbul’da gizlice toplandılar, ancak bir sonuca varamadılar. 1975’te bu kez İran Dışişleri Bakanı Abbas Ali Halatbarî ile Iraklı meslektaşı Sadun Hammadî arasında yine İstanbul’da gizli bir görüşme yapıldı. Irak, Sovyetlerin yetersiz silah desteği ile Kürt ayaklanmasını bastıramayacağını anlıyor ve İran’a toprak vererek Kürtlere desteğini çözme kararına varıyordu. (4)
Ancak, ABD ve Şah’ın desteği, Peşmergelerin topyekûn bir saldırıya geçmelerini sağlayacak boyutta değildi. ABD ve İran, üç yıl boyunca Irak’a karşı Kürtlere silah sağladılar. Kürt sorunu, Arap-İsrail, petrol, ABD’nin bölgedeki hegemonyası ile bağlantılı karmaşık bir politik zemine oturuyordu. 1975 yılına gelindiğinde, İran-Irak gerilimi tırmanıyordu. Savaş her an patlayabilirdi. İki ülke arasında Cezayir ve Mısır’ın arabuluculuk faaliyetleri hızlandı. Sonrasını Fransa’nın L ’Express gazetesi şöyle özetliyor:
“İnisiyatif çok iyi zamanlanmıştı. Kissinger, o sıralarda Mısır ve İsrail’i Sina Yarımadası’nda birbirinden ayırmaya çalışıyordu. Bu girişimleri büyük bir kuşku ile izleyen Suriye’nin ise, ileride Arap milliyetçiliği bayrağı altında işleri karıştırmaması için izole edilmesi gerekiyordu. Kissinger ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, Irak’m eline batmış olan Kürt dikenini çıkartıp Bağdad’ı bundan kurtardıkları takdirde, müteşekkir kalacak olan Irak’ın, Mısır ile İsrail arasındaki görüşmelere ses çıkarmayacağını plânlıyorlardı. Eşref Mervan adlı bir Mısırlı diplomat, Tahran ile Bağdad’a gönderilerek öngörüşmelere başladı. Tahran, Basra Körfezi’nde elde edeceği bazı toprak tavizleri karşılığında Kürtleri terkedebileceğini duyurdu. Bununla birlikte Bağdad da, İran’a karşı açıkça saldırgan bir politika izlemeyi bırakacak ve Şam’ın tüm itirazlarına rağmen’Sina Anlaşması konusunda ses çıkarmayacaktı.” (5)
Bu arada gelişmelerden dönemin Türkiye’deki ana muhalefet lideri ve CHP Genel Başkanı Ecevit de haberdardı. Or-An’daki evinde ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’i ağırlayan Ecevit’e, Kissinger, İran ile Irak’ın birkaç gün içinde Cezayir’de anlaşmaya varacaklarını bildiriyordu. Türkiye’de Kürt Masası Şefi gibi davranan ve bu konudaki politikanın belirlenmesinde devleti kuran partinin lideri olarak önemli etkiye sahip bulunan Ecevit’in, Kissinger ile Kürt sorununu görüşmesi ilginçtir.
1974’ten itibaren, CIA tarafından sağlanan silahlarla güçlenen; İsrail askerî eğitmenleri, İngiliz balistik uzmanlarınca ve Şah’ın topçuları ile desteklenen Peşmergeler, Barzanî’ye bir “dağ krallığı” kuruyorlardı. Barzanî, Şah’ın himayesinde fiilî bir hükümet kurmuştu. Ancak 1975’te emperyalizm desteğini çekti. “Mart 1975’te Cezayir’deki OPEC Konferansı’nda Şah, Irak’ın güçlü adamı Saddam Hüseyin’le bir anlaşma yaptı. Irak eski bir sınır anlaşmazlığında önemli ödünler verirken, karşılığında Şah da, Kürtlere verdiği desteği geri çekiyordu. Barzanî hareketi İran’a öylesine bağımlı bir duruma gelmişti ki, birkaç gün içinde dağıldı. Yine elli, belki de yüz bin Kürt İran’a kaçtı; geri kalanlar da Irak yönetimine teslim oldular. Irak yönetimi, yeni gerilla eylemlerini önlemek amacıyla tüm sınır boyunca 10-15 km. genişliğinde yerleşimsiz bir güvenlik kuşağı bıraktı. Bu kuşaktaki tüm köyler yıkıldı; halk kamplara ya da ordu tarafından kolayca denetlenecek stratejik köylere yerleştirildi.” (6) Bu anlaşma ile İran Şahı toprak kazanıyor, özerk bir Kürt oluşumu bertaraf ediliyor; Bağdat, SSCB etkisinden çıkarılıyor; en önemlisi Saddam Hüseyin, Ayetullah Humeynî’nin, ikamet ettiği Irak’tan sınır dışı edilmesi kararını veriyordu. Barzanî ise “ekselans” Kissinger’a cevabını alamayacağı bir mektup gönderip, yardım istiyordu. ABD emperyalizmi için Kürt dosyası şimdilik kapanmıştır. Bu arada İran da, Barzanî’nin oğulları KDP için “Geçici Komutanlığı” örgütlerken, Celal Talabanî de KYB’yi (Kürdistan Yurtseverler Birliği) kuruyordu. Molla Mustafa Barzanî ise, Virginia’daki evinde 1979 yılına kadar ABD’nin ihsan edeceği bağımsızlık hayali ile yaşadı ve bu yılın martında öldü.
Ancak Kürtler, ABD emperyalizmi açısından bölge politikalarının bir aracı olarak görülmeye devam ettiler. İran Devrimi sonrası Carter yönetimi, CIA’ya, Kürtlerin devrime karşı nasıl harekete geçirilebileceği konusunda rapor hazırlatıyordu. Oldukça geniş kapsamlı bu CIA raporunda, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin politik tutumları, örgütlenmeleri üzerine de son derece ayrıntılı tespitler yer alıyordu. ClA’nın Kürt Raporu’nun geleceğe bakış bölümünde ise çarpıcı bir öngörü yer alıyordu. Buna göre: “Türkiye Kürtlerinin daha fazla otonomi şeklindeki arzularının gerçekleşmesinde en önemli caydırıcı unsur, Kürt gruplarını birleştirmeye muktedir bir lider yokluğundan kaynaklanmaktadır.” (7)
Bu arada ABD, Türkiye’ye, İran’ın toprak bütünlüğü konusunda güvence verirken; özellikle San Fransisco ve Los Angeles’ta oturan İranlı Kürtler ile temasa geçiyordu. İran-Irak Savaşı’nın gerekçeleri, Kürt sorununun da düğümlendiği Cezayir Anlaşması ile görünür gerekçelerini buluyordu. Bu savaş sürerken 1983 yılında, Kuzey İran’da çıkan Kürt ayaklanması, Mesud Barzanî’ye bağlı Peşmergeler tarafından bastırıldı. Ayrıca, İran’ın Hac Umran’a yönelik saldırısına Barzanî kuvvetleri de katılıyordu. Bu arada Irangate olayı patlak veriyor ve bu komplolar zincirinin sorumlularından emekli Albay Richard Secord’un 1987 yılında Senato Soruşturma Komitesine verdiği ifade, ClA’nın 1975 yılında Kürtlere yaptığı yardımı resmî kayıtlara geçiriyordu. ABD’nin, İran aracılığı ile Kürtlere gönderdiği 16 milyon dolarlık yardımın koordinasyonundan ve CIA adına gerçekleştirilen silah aktarımından, Tahran ABD Büyükelçiliği Ataşe Yardımcısı Secord sorumluydu. (David Kimche, Richard Secord gibi bir dizi isim, Türkiye’de kirli ilişkiler ağının tüm merkezî operasyonlarında tekrar tekrar ortaya çıktılar. “Milliyetçi” liderler, Azerbaycan’la ilişkiler, İsrail kaynaklı operasyonlar, ülkedeki ilgi alanlarıdır.)
Bu sırada Reagan yönetiminin, ABD ile Irak’ın 1984 yılında diplomatik ilişkisi bulunmadığı için bu tür çalışmalarını Bağdat’taki Belçika Büyükelçiliği’nden William L. Eagleton yürütüyordu. Eaglaton, Kürt uzmanı bir CIA görevlisiydi. (“1946 Mahabad Kürt Devleti” adlı bir kitabı Türkçeye de çevrildi.) Arapça bilen ve 1950’de Şam’a tayin edilen Eagleton, 1954-1955’te Kerkük’te bulunan ABD Konsolosluğunda görev yapıyor ve bu dönemde Kürtler üzerine çalışıyordu. Tebriz, Aden, Tunus, Trablus’ta çeşitli diplomatik misyonlardan sonra Irak’a gönderilen Eagleton, 1980-1984 yılları arasında Kürt bölgelerini karış karış dolaşıyordu. Gizlice Türkiye’ye de geçen Eaglaton, 1974-1976 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa İşlerinden Sorumlu Daire’nin başındaydı ve Kissinger ekibindeydi. Bölgenin en çalkantalı dönemlerinde görev yapan Eagleton, 21 Eylül 1984’te ABD Büyükelçisi olarak Suriye’nin başkenti Şam’a iniyordu. ABD’nin Şam Büyükelçisi Eagleton, görevi süresince sık sık İstanbul’da görülüyordu. Bu önemli Kürt uzmanı, daha sonra merkezi Viyana’da bulunan “United Nations Work and Relief Organization” teşkilatında başkan yardımcısı olarak ortaya çıkıyordu. Kuruluşun başkanı ise, 12 Eylül’ün Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’di.
Viyana, Kürt-Irak muhalefetinin merkeziydi. 1990’dan itibaren Eagleton, neredeyse üç ayda bir Kuzey Irak’ı ziyaret etti. Ayrıca 1975’ten itibaren, Iraklı eski bir diplomat olan Kürt asıllı Muhammed Dosky ve Senatör Jackson, ABD’de bir “Kürt lobisi” örgütlediler. Jackson’un çabaları sonucu 3.500 Kürt öğrenci için ABD vizesi verildi. Jackson’un ulusal güvenlik konularında o dönemdeki danışmanı ise Richard Perle idi. 1988 yılının Nisan ayında KYB lideri Talabanî, Washington’a davet edildi ve Dışişleri bürokratları ile görüştü. ABD, İran-Irak Savaşı’nın sonuna iyice yaklaşıldığı bu dönemde, Kürtlerin savunucusu konumunu Sovyetlere kaptırmak istemiyordu. Talabanî bu ziyaretinde, Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Claiborne ile görüşüyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Charles Redman, 1988’de: Irak, İran, Türkiye ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin “ulusal azınlık” olduklarını ima ediyor ve yaşadıkları ülkelerde amaçlarına ulaşmada Washington’un destek vereceğini bildiriyordu.
Körfez Krizi’nin patlaması ile birlikte Talabanî tekrar Washington’a gitti. “Talabanî’nin, Washington’a verdiği mesaj ‘Bize askerî ve malî destek verin; karşılığında biz Saddam Hüseyin’in karşısına 30 bin kişilik bir ordu çıkarırız. İsterseniz onu öldürebiliriz.’ şeklindeydi. Talabanî, bütün bunların altında yatan asıl isteği Washington Times Gazetesi aracılığı ile Bush yönetimine iletiyordu: Saddam Hüseyin sonrası, Kürtler için Irak’ta özerk bölge.” (8) Talabani, Washington’da CIA yetkilileri ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör Claiborne Pell’in Başdanışmanı Peter Galbraith ile görüştü. Talabani’nin, Galbraith’e verdiği bilgiler, Ulusal Güvenlik Konseyi’ne anında ulaştırılıyordu. Bu arada ABD, Kürtlere silah satışına başlamıştı. (ABD Hava Kuvvetlerinden emekli, Albay Jim Mc Donald’ın kurduğu firmanın, Körfez krizi öncesi ve savaş sırasında Kuzey Irak’taki Kürt gruplara silah sattığı ortaya çıkıyordu.)
1990 sonbaharından itibaren Mc Donalds’ın firması, “Saddam Hüseyin’e karşı Kuzey Irak’ta problem” yaratılması amacıyla ve “ABD yönetiminin bilgisi dahilinde” silah sattığını, PBS televizyonunun Frontline adlı programında, 1991 Ekim’inde açıklıyordu. Bu programın diyalogları şöyle gelişiyordu:
Frontline- Hangi tür silahların peşindeydiler?
Mc Donald- Genellikle küçük çaplı silahlar… Yani yarı otomatik silahlar, tabancalar ve bunlarda kullanılacak mermiler…
Frontline- Amerikan ve Alman yapısı mı?
Mc Donald- Genelde değil. Çünkü istediğiniz silahları atabilmek için başka pazarlara gidebilirsiniz. Örneğin, Sovyet yapısı silah almak istiyorsanız, dost ülkelerin yardımıyla, o zamanlar Varşova Paktı olarak bilinen ülkelere giderek silah ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz.
Frontline- O zaman siz Kürtlere Sovyet yapısı silahlar sağlıyordunuz.
Mc Donald- Evet.
Frontline- Ve bu şilahlar da Türklerden geçerek…
Mc Donald- Evet…
Frontline- Kürtlere gidiyordu. Ve bundan da ABD yönetiminin haberi ve onayı vardı, değil mi?
McDonald- Benim bildiğim kadarıyla, evet… (9)
Washington, Kuzey Irak’ta açık bir silah pazarı kurmuştu. MOSSAD’ın, eski SAVAK ajanlarının, CIA’nın ve Türkiye’de bazı birimlerin oluşturduğu uyuşturucu ticaretini de içeren bu düzenek, 90’larda Türkiye içinde büyük bir iç iktidar mücadelesi ve Uğur Mumcu gibi birçok değerli aydının katledilmesini getirecekti. (Mumcu, bu kirli düzenekte kimlerin rol oynadığı konusunda çalışmalar yürütüyordu.)
Bu arada CIA, 1990 Ekim ayında, Irak’a yönelik bir savaşın Kürtler ve Şiîlerin ayaklanmasına, Saddam Hüseyin’in bu topluluklara saldırmasına ve bölgede büyük çaplı bir mülteci krizine neden olacağına dair tespitler yapıyordu. Ekim ayında Bush yönetimine sunulan bu rapor, bölgede bir “Lübnanlaşmanın ortaya çıkabileceğinin ve Irak’ın parçalanabileceğinin işaretini veriyordu. 1991 yılının Ocak ayında, CIA ve yönetime bağlı tüm istihbarat birimlerinin ortaklaşa hazırladıkları “ulusal istihbarat tahmin raporu” da, Irak’ın yenilgisinin mülteci krizi ve iç savaşla sonuçlanacağını bildiriyordu. Mülteci krizinin Türkiye’ye etkileri daha savaş başlamadan ABD raporlarının menzilindeydi. En az 1,5 milyon insanın mülteci olabileceği ve Irak’ın komşularının bu sorunu taşıyamayacağı, ABD’nin bilgisi dahilindeydi. Sadece Irak değil, Türkiye de zayıflatılma sürecine sokuluyordu.
Körfeze emperyalist müdahalede, Şiî ve Kürt ayaklanması temelinde saddam Hüseyin’in devrilmesine yönelik bir öncelik yoktu. Ancak yine de “Voice of Free Iraq” (VOR) adlı “Hür Irak’ın Sesi” radyosu, CIA denetiminde Irak’a yönelik yayın yapıyor ve Kürtleri ayaklanmaya kışkırtıyordu. Bu radyo, CIA yanında Suudî istihbaratı tarafından da destekleniyordu. Müttefiklerin, Kürtlerin yardımına koşacağı vurgulanıyor ve Kürtçe yayınlarda, “Ne yaparsanız, neye karar verirseniz, sizi desteklemeye devam edeceğiz” deniliyordu. Bu arada 9 Nisan 1991 tarihli Washington Post, CIA tarafından Türkiye üzerinden Irak’a binlerce transistörlü radyonun sokulmasına dair bir haber yayınlıyordu. Amaç VOH’nin dinlenmesiydi. Körfez Savaşı’ndan sonra ise ABD, bölgeyi “Lübnanlaştırma” girişimini petrol çıkarları açısından tehlikeli buldu. “Saddamsız Saddam” rejiminden yana olan ABD, iktidarın Sünnî azınlıkta kalmasını istiyordu. Kürt ve Şiîlerin bölgede devlet kurmaları, Amerikan plânlarında yoktu. ABD, Bağdat’taki iktidar tabakasına seslenerek, liderlerini değiştirmelerini istiyordu. Bu arada Celal Talabanî, 27 Şubat 1991’de, yani Başkan Bush’un ateşkes ilan ettiği gün, ABD Kongresi Senato Dış İlişkiler Komitesi ile Paris Kürt Enstitüsü’nün ortaklaşa düzenledikleri “İnsan Hakları” konulu panelde konuşuyordu. Talabanî, Türkiye’deki Kürtlerin sayısına atıfla, kendilerinin de Türkler ile Kürtler arasında bir “konfederasyon” isteme hakkına sahip olduklarını vurguluyordu. Bu toplantıda, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın eşi Daniella Mitterand ile Massachussetts Senatörü Edward Kennedy de konuşmacıydı.
Kürt ve Şiî ayaklanması başladığında, Irak’ı üç parçaya bölecek kurgu hazırdı aslında. Buna göre, güneyde bir Şiî devleti kurulacaktı. 8 milyon nüfuslu bu devlet (Nüfusu Suûdî Arabistan kadar) Irak’ın en büyük ikinci kenti olan Basra’yı kapsayacaktı. Altmış milyar varillik rezervi ile bu bölgede tarım ve ağır sanayi potansiyeline sahip bir devlet olacaktı. Kuzeyde 4 milyon nüfuslu, 20-30 milyar varillik petrol rezervine sahip, rafinerileri ile sanayi temeli olan bir Kürt devleti kurulacaktı. On beş milyar varillik petrol rezervi ile Orta ve Batı Irak’ta ise 3 milyon nüfuslu tarım ve sanayisi olan bir Sünnî devlet planlanıyordu. “Seyreltilmiş nüfus”ları ile bu üç ayrı devletin ABD egemenliğini kolaylaştıracağı açıktı. Ancak şimdilik bu proje rafa kalkıyordu. Çünkü İran, Suriye ve Türkiye’nin tepki göstereceği böyle bir yapılanma hızla bir “Lübnanlaşma” tehlikesi doğurur; bu durum İsrail’in de işine gelmezdi. Ayrıca dinî-etnik temelde yapılanan bu yapay devletler, birbiri ile savaşabilirdi. Bu bağlamda, Başkan Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General Brent Scowcroft’un gizli Suûdî Arabistan ziyaretinde Irak’ın geleceği de görüşüldü. Mart ayı sonlarında yapılan ziyarette Scowcroft, Suûdîleri, Kürtlere yardımdan caydırdı. ABD, Irak’ın parçalanması konusunda; “İran, bu savaştan tek kurşun atmadan kazanan taraf olarak çıkar” tespitini yapıyordu. (Irak’a yönelik günümüzdeki strateji, özünde bu gerekçelerle İran’ı hedefliyor ve bölgede yığınak uzun zamana yayılan bir birikimle, Irak’taki muhtemel parçalanma sonrası İran’ın etkisini şiddetle dağıtmak üzere gerçekleştiriliyor.)
CIA’ya bağlı on bir kişilik bir “paramiliter” grup, Nisan ayında Kuzey Irak’a gizlice gidiyor ve ayaklanmayı yerinde tespit ediyordu. Varılan sonuç; ABD’nin Kürtlere güvenerek Irak içinde faaliyete geçmesinin doğru olmadığıydı. Zira “bölünmüş” Kürt gruplar Saddam Hüseyin’i deviremezdi. Bu arada mülteci krizini çözme bahanesi ile ABD bölgeye güç yığmaya başladı. Sekiz bin beş yüz ABD deniz piyadesi, Kürt mültecileri dağlardan indirip “geçici yerleşim merkezleri”ne götürmek gibi “insani” amaçlarla, Akdeniz’deki gemilerden Türkiye topraklarına çıktı. İncirlik ve Batman üzerinden Kuzey Irak’a yönelik bir “İnsanî” yardım seferberliği başladı. Bölgeye sürekli ABD “yardım malzemesi” taşınıyordu. Bu arada, Irak’a 36. paralelin yukarısında uçuş ve helikopter yasağı getirildi. Kürt ayaklanması bastırıldıktan sonra, ABD uçuşları yasaklıyordu. Ayrıca, “Task Force Alpha” adı verilen 600 kişilik bir ABD “özel kuvvet” timi, Türkiye’nin “izni” ile Kuzey Irak’a girdi. Vietnam, Lübnan, Panama’da da kullanılan bu güç, işgal edilen topraklarda kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilişki kurup, mahallî idare ve hükümete karşı koyma, sabotaj ve kontrgerilla taktiklerini öğretmekle görevliydi. Bu özel birlikte bulunan askerlerin bazıları Kürtçe ve Arapça da biliyorlardı. 11 Nisan’dan itibaren Türkiye’nin güneydoğusunda yabancı asker sayısı 10 bini aşıyordu. Bölgede muazzam bir hava trafiği ortaya çıkıyor, çok sayıda helikopter “yardım malzemesi” taşıyordu. İskenderun limanına yanaşan ABD donanmasına ait gemilerden yüklü miktarda askerî mühimmat ve silah indirilip yardım malzemeleri ile birlikte Kuzey Irak’a gönderiliyordu. Ayrıca ABD kuvvetleri, el-Amediyye yakınlarında bulunan Sirseng Havaalanı’nı onararak, C-130 nakliye uçaklarının inebileceği bir üsse dönüştürüyordu. Bu arada ABD ve İngiliz helikopterleri, İncirlik Üssü’ne, Türkiye dışına çıkarılmak üzere bazı Kürt vatandaşlarını Kuzey Irak’tan getiriyorlardı. ABD, mülteci kamplarında kurduğu konsolosluk masalarında, uygun gördüğü kişilere ABD vizesi veriyor ve bunlar İncirlik üzerinden ABD’ye taşınıyordu. ABD, 24 saat boyunca Irak üzerinde uçan AWACS’lar ve Diyarbakır’da bulunan Pirinçlik Üssü’ndeki “dev kulaklardan istihbarat topluyor, uzaydaki uyduları ile bölgeyi izliyordu. Ayrıca Çekiç Güç kapsamında Silopi’de müttefik askerleri konuşlandırırken, Zaho’da da “Military Coordination Çenter” (MCC) adlı bir askerî koordinasyon merkezi kuruluyordu.
1992 yılında ABD yönetimi, Saddam Hüseyin’i devirme konusunda Kürtlerle ilk kez yakınlaşmaya başladı. Kürtlere, Çekiç Güç’e bağlı bazı yetkililerden, “Seçim yapın. Kuzeyde de facto bir idare oluşturabilirsiniz” mesajları gitmeye başladı. (10) Diğer yandan, ABD’nin politikasını değiştirme işaretleri, İsrail’in de, Kürtlerin silahlandırılması işine tekrar girmesini getirdi. Ayrıca 25 Nisan 1992’de Amerika’nın Sesi Radyosu, Kürtçe yayın yapmaya başladı. Yayın alanı içinde Türkiye, İran, Irak ve Suriye vardı. Bu arada 1992 yılı Mayıs’ında Kuzey Irak’ta, Kürt Parlamentosu seçimleri yapıldı.
Seçimde kullanılacak mürekkep Almanya’dan getirtiliyor, ancak Kuzey Irak’a ulaşması gecikiyor; Talabanî’nin seçimleri izlemek için İncirlik’te bulunan ABD’li yetkilileri araması ve onların devreye girerek Türk Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulunması ile mürekkep Kuzey Irak’a gönderiliyordu. Mürekkebi emperyalizmden Kürt seçimlerinin sonucunda, Barzanî’nin lideri olduğu KDP oyların % 45’ini, Talabanî’nin KYB’si ise % 43,6’sını alırken; % 10,5’luk oy da diğer parti adaylarına veriliyordu.
“1992 yılı, bölgedeki Amerikalı diplomatlar açısından son derece hareketli bir yıl olmuştu. Washington, Kuzey Irak’la ilgilenirken, bir soru üzerinde çok duruyordu: Türkiye’deki Kürtler ne istiyor? Ne yapacaklar?” (11) Öte yandan CIA’ya bağlı Rand analistlerinden Graham Fuller, 1992 Temmuzunda, Paul Henze ile hazırladığı raporda, Türrkiye’nin Kürt sorunu konusundaki tutumu üzerine tehdit kokan şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Şayet Türkiye, tarihî açıdan geri çevrilemeyecek bir hareketi durdurmaya çalışırsa, ortaya çıkacak karışıklık ve bunun yükleyeceği külfet korkunç olur.” ABD’nin tüm bu tehditleri ve Çekiç Güç’ün de facto bir ABD uydusu devleti Kuzey Irak’ta yaratmaya yönelik askerî desteğine rağmen, bu gücün görev süresi, Türkiye’nin stratejik önem pazarlamacısı ebed-müdded gerçek iktidarı tarafından hep uzatıldı.
Bu arada yaptırımlara rağmen Kuzey Irak’a yardım ve para yağdı. Kuzey Irak’ta 2,9 milyon, orta ve güneyde 17,7 milyon nüfus bulunmasına rağmen, UNICEF’in 1996 Eylül ayında Kuzey Irak’ta 39, güneyde ise 45 personeli vardı. UNICEF’in sağladığı 528.063 dolarlık malzemenin sadece 212.527 dolarlık kısmı Güney-Orta Irak’a verilmiştir. Kuzey’in alt yapısı bombardımanlardan zarar görmemiştir. Ayrıca, Kuzey Irak tüm ülke topraklarının % 9’una, nüfusun % 13’üne, ekilebilir arazininse % 48’ine sahiptir. Buna rağmen Dünya Gıda Programı’na bağış yapanlar, yardımların sadece Kuzey Irak’a gitmesini istiyorlardı. Irak’ın, 1996’dan itibaren yılda 10 milyar dolarlık petrol ihraç ederek elde ettiği gelirin BM kontrolünde bir banka hesabında toplanması ve İnsanî yardım malzemesi olması konusunda BM ile Irak arasında anlaşmaya varıldı. 26 Mayıs 1996 tarihli bu anlaşmaya göre; Irak söz konusu hesaptan para çekememektedir. Bu 10 milyar dolarlık gelir, başlangıçtaki 4 milyar dolarlık gelire göre daha dolgun gibi görünse de, bu gelirin % 53’ü, 17,7 milyon nüfuslu Orta-Güney Irak’ın gıda, ilaç ve İnsanî malzeme giderlerine, % 5 ile 10’u BM’in Irak’taki faaliyetlerinin giderlerine ve petrol tesislerinin bakımına, % 13’ü de Kuzey Irak’ta yaşayan 3 milyonluk Kürt nüfusunun gıda, ilaç giderlerine ayrılmaktadır. Kişi başına hesaplandığında Kuzey Irak, Güney-Orta bölgeden % 50 daha fazla yardım almaktadır. Uygulamada, Irak Hükümeti’nin denetiminde olan bölgelerde yaşayan yaklaşık 18 milyon nüfusa, gıda ve insanî ihtiyaçları için petrol gelirlerinin yarısı düşmektedir. Bu petrol geliri, yardım değil, Irak’ın kendi öz varlığıdır. Emperyalist egemenlik, ülkenin gelirlerini uydu bir devleti yaratmakta kullanırken, 1999’da petrole karşılık gıda programına süt ve peynir ekleninceye kadar, Güney-Orta Irak’ta hayvansal protein yoktu. Kişi başına 500 doları bulan petrol gelirleri payı dışında, Türkiye’den gelen tır ve kamyonlardan, Barzanî ve Talabanî’nin hisselerine büyük miktarda “gümrük” geliri de düşüyor ve ayrıca NGO’lar önemli “yardımlar”da bulunuyorlardı.
Kuzey Irak’ta, emperyalist çıkarlar doğrultusunda İsrail benzeri uydu bir devlet tüm altyapısı ve kurumları ile fiilî olarak kurulmuş durumdadır. Bu konuda, İsrail örneği ortadadır; ordusu, istihbaratı, mâliyesi, polisi ile bu devlet ilân edilmeden çok önce tüm kurumları ile meydana getirilmişti. ABD, bölgenin en büyük nüfuslarından birine sahip Kürtlere ilişkin olarak politik arayışlarına, 90’lardan itibaren iyice hız verdi. Bu bağlamda, “1991 sonunda Washington’daki John Hopkins Uluslararası Etütler Okulu’nda yapılan bir Kürt panelinde” sunulan ilginç bir tebliğ dikkat çekicidir. “Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden Mehrdad İzady, Türkiye’deki Kürtlerin gelişimini inceleyen bu tebliğde, Türkler ile Kürtlerin nüfusunun eşitleneceği, bundan 15-20 yıl sonra Türklerin azınlık haline geleceğini ileri sürmüştür. Izady’ye göre ‘… Türkiye Kürtleşecektir.’ ” (12)
ABD’nin 80’lerden itibaren Türkiye Kürtlerine ilgisi artmıştır. Ayrıca, bölgede ABD’nin en önemli stratejik müttefiki İsrail açısından da bu konu önemlidir. Zira, “Kürtler de tıpkı Türkler, İranlılar ve İsrailliler gibi Arap olmayan Ortadoğulu bir ırktır ve İsrail bu duyguyu kendisinin Ortadoğu’daki varlığını güçlendirecek bir nirengi noktası olarak görmektedir.” (13) Bu bağlamda, Kuzey Irak’ta oluşacak ABD, İsrail ve Batı destekli uydu bir devlet; İsrail- Arap çelişkileri açısından, İsrail’e “dost” bir güç ve uzak olmayan gelecekte stratejik bir müttefik olmaya adaydır. Hele Batı çıkarlarını temsil eden “serbest piyasa, demokrasi, insan hakları” koordinatlarına uygun bir biçimde “Kürtleştirilen” bir Türkiye ile birlikte bu ittifak Ortadoğu’da, İsrail’in odağında duracağı yeni düzenin temeli olabilir.
Türkiye, İran, Suriye üzerinde baskı unsuru olan bu uydu devlet, Irak’ın merkezî yönetiminin bu bölgede bulunan petrol yatakları üzerindeki denetimine fiilen son vermiştir. Ayrıca stratejik öneminin maliyetini sürekli artıran ve büyük sorunları olan Türkiye’nin vazgeçilmezlik kurgusu, bu tür bir uydu devlet ile kontrol edilebilecektir. Böylece Ermenistan üzerindeki Türkiye baskısı, Kuzey Irak meşguliyeti nedeniyle hafiflediği ölçüde, ABD’nin Kafkasya’da etkinliği bu ülke ile geleneksel Batı ilişkilerine dayanarak daha da yoğunlaşacaktır. Bu bağlamda Kürt sorunu, Doğu Akdeniz-İç Asya dengeleri ile bağlantılı hale gelmektedir. Kafkasya’dan İskenderun’a uzanacak petrol ve doğalgaz boru hatlarından, Ermeni-Azerî çatışmasına kadar birçok sorun, siyasî coğrafyasının kapsamı genişleyen Ortadoğu eksenine oturmuştur ve hepsi bir biçimde Kürt sorunu ile kaynaşmıştır.
ABD’nin, Kuzey Irak’ta uydu devlet oluşturmaya yönelik çalışmalarında, Çekiç Güç kapsamında Zaho’da oluşturulan MCC (Görev Koordinasyon Merkezi) 1991 yılından 1996’ya kadar çok sayıda peşmergeye maaş ödedi. CIA ve ABD Sivil İşler Birlikleri’ne istihbarat hizmeti veren bu kişiler, Irak Cumhuriyet Muhafızları’nın Erbil’e 31 Ağustos 1996 yılında saldırı başlatması üzerine, ABD tarafından tahliye edildiler. “Pasific Haven” kod adlı bir operasyon ile, ABD Kara Kuvvetleri 322. Sivil İşler ve Psikolojik Harekât Tugayı, toplam 2.075 peşmergeyi, önce Silopi daha sonra Diyarbakır’a getirdi ve buradan aileleri ile birlikte ilk 800 kişilik grup, 16 Eylül 1996’da Pasifik’te bulunan, ABD denetimindeki Guam Adası’nda bulunan üsse götürüldü. 19 Eylül ve 21 Ekim’de aynı üsse diğer gruplar gönderildi. ABD’nin büyük bir askerî yığınağının ve 42 bin askerinin bulunduğu Guam Üssü’nde, peşmergelere kişi başına 1.000 dolar maaş ödenmesi için on bir yardım kuruluşu harekete geçirildi. Peşmergeler, uçağa binerken ABD’li diplomat Frank Ricciardoni, Diyarbakır Havaalanı’nda, aileleri ile birlikte 2.500 kişiyi bulan peşmergelerin, ABD Hükümeti için “doğrudan çalışan görevliler” olduğunu belirtiyordu. ABD Başkanı Bill Clinton, 26 Şubat 1998 tarihinde Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada, Guam’a götürülen ve tüm ihtiyaçları ABD tarafından karşılanan peşmergelerin sayısının 7 bini bulduğunu vurguluyordu. Bu kişiler “mülteci” sayılıyordu. ABD Sağlık ve İnsanî Hizmetler Dairesi’nin, Amerika’ya yılda on bin mülteci kabul edildiğini ve 1996’da yedi bin Kürt mülteci ile bu kontenjanın dolduğunu açıklaması not edilmelidir. Aralarında doktor, profesör, öğretmenlerin de bulunduğu ve CIA için çalışan bu kişiler, 2001’de Kuzey Irak’a döndüler.
Guam Adası’nda, bölgede kurulacak uydu devletin temelini oluşturmak için eğitimden geçirilen bu peşmergeler, Amerikan Kara Kuvvetleri’ne bağlı 322. Sivil İşler ve Psikolojik Harekât Tugayı’nın kontrolünde eğitildiler. ABD FM-41-10 Sivil İşler Operasyonları Talimnâmesi’ne göre sivil işler operasyonu, “Operasyon bölgesinde bulunan askerî kuvvetler ile yerel hükümete bağlı veya hükümet dışı sivil otorite arasındaki ilişkileri tesis etmek ve askerî operasyonları olumsuz etkileyebilecek sivil hareketleri engellemek amacıyla” yürütülüyor. Buna göre, Sivil İşler Birlikleri bulundukları yerde “küçük bir Amerika inşa” etmekle görevlidirler. Postadan bankacılık sistemine, trafikten medyaya kadar, bir devlette olması gereken tüm kurum ve aygıtlarla ilgili olarak, peşmergelere bu birlikler tarafından eğitim verildi. Kuzey Irak’a dönen bu grup, kilit görevlere getirildi. Böylece, uydu devletin bürokratik alt yapısı oluşturuldu. (Saygı Öztürk, Amerika’nın “Guam Peşmergeleri” oyununu açıklıyor, Star, 5 Aralık 2002). Türkiye devleti içinde, bu politikalarla uyumlu bir gücün bulunduğuna ilişkin örtülü ifadeler, Körfez krizi sırasında Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa eden emekli Org. Necip Torumtay’ın satırlarına şöyle yansıyor:
“Kuzey Irak’la ilgili olarak zaman zaman gündeme gelmiş olan bir konu da, Türkiye’nin destek veya himayesinde bir Kürt federasyonu kurulması tezidir. Bununla ilgili olarak da, Türkiye’nin böyle bir tezi desteklemesi halinde Musul ve Kerkük petrollerinden yararlanması ve hatta bir ölçüde bu kaynakları sahiplenmesi söz konusu edilmiştir. Böyle bir düşünce gerçekleştiği takdirde bu, ileride Türkiye’yi Ortadoğu’nun dipsiz sorunları içerisine çekecek ve ülkemizin kanını ve kaynaklarını sömürecek bir bakıma bir olta olacaktır… Irak’tâki Kürt yönetimine Türkiye’nin patronluğu karşılığında Musul ve Kerkük petrollerinden yararlanma vaad veya hayaline gelince; Orta Doğu’yu her şeyden önce zengin bir petrol rezervi olarak değerlendiren Batılı büyük devletlerin, bu petrolün vanasını kendi kontrollerinde bulunduracağı ve gerektiğinde bunu siyasî bir manivela olarak kullanacaklarını dikkatten uzak tutmamak gerekir.” (14)
Körfez Savaşı döneminde Genelkurmay Başkanı olan General Torumtay’ın istifa gerekçesi, Özal politikaları ile anlaşmazlığın ötesindedir. Türkiye egemenlik sisteminin strateji, program, çıkar çelişkilerinin düğümlendiği bir iç çatışmanın sonucudur. Komprador niteliği öne çıkan tekelci sermayenin hırslı dışa açılım politikası ve bu temelde Körfez Savaşına katılımın getireceği askerî, politik, diplomatik sorumlulukları üstlenme konusunda silahlı bürokrasinin önemli bir kesimi bu dönemde hazırlıksızdır.
Körfez Savaşı, bölgede emperyalistleşme stratejisine yönelen Türkiye sermayesinin örgütsel, öznel araçlarının yetersizliğini ortaya çıkardı. Gösterişli ama zayıf burjuva “savaş muhalefeti”, riski en az olan Körfez Savaşı’nda bile etkili oldu (Oysa Suriye bile müttefiklere asker verdi). Günümüzde de ekonomik, sosyal, kültürel temelde hiçbir karşı çıkış olmadan, emperyalistler arası çelişkileri abartmaya dayalı, (her gün yeni güç eksenleri icat eden) emperyalist-kapitalist sisteme karşı olmayan Amerikan kalıp ve yaşam biçimini reddetmeyen bir anti-Amerikancılık yeniden gündemde. (Üstelik üsler ABD tarafından teftiş edilir, İncirlik tüm faaliyetlerini yoğunlaştırırken, kara askeri sayılarına dayalı pazarlıklar Amerika’ya direniş gibi gösterilirken; ABD’nin tüm üs ve tesisleri faaliyetini sürdürürken; ekonomide karar merkezi Amerika’ya devredilmişken; halka karşı egemenlik sistemi yükselen muhalefeti pazarlık kozu yapıyor.)
İçeride militarizm üretmeyi varlık koşulu haline getiren egemenlik sistemi, çıkarları temelinde, ülkeyi ulus-devlet olmaktan çıkarıp etnik devlete dönüştürme ihaneti içindedir. Devlet ile Türklük arasındaki ilişkiyi zorunlu kılan bu yaklaşım, ülkenin dinamiklerini tam da emperyalizmin genel çıkarlarına uygun bir parçalanma noktasına getirmiştir. Bu bağlamda, “Oligarşi karşıtı her kıpırdanışın bölücülük ve teröristlik ilan edilmesinin, uzun da değil, orta boylu bir dönem sonunda ulusun, büyük çoğunluğu kendisini bölmek isteyenlerden oluşan, bölenlerin bölüneceklerden büyük olduğu bir ulus haline gelmesine yol açacak olduğu kesindir. Herkesin bölücü olduğu bir yerde, bölünecek şey de ortadan kalkmış olacaktır.” (15) Türkiye’yi, ulus olarak parçalayıp, egemenlik sisteminin kontrolündeki bir iç savaş ortamına mahkûm edenler, Kuzey Irak’ta emperyalizmin uydusu bir devlet yaratmaya büyük katkı sağladılar. Türkiye-İsrail ittifakı temelinde, iç düşmanı bastırmak için aranan dayanak, Kuzey Irak’ta yeni devletin yolunu açtı. Kirli bir savaşın gizli askerî, siyasî, mafia tarafı olarak İsrail, Türkiye içinde sayısız operasyona katkı sundu. Ülkenin temelleri kirli “kontrgerilla” yöntemleri ile çürütülürken, Türkiye muazzam kaynaklarını emperyalist borç-kredi-askerî yardım kıskacında harcadı ve geleceğini tüketti.
NOTLAR
(1) ABD’nin Kürt Kartı, Turan Yavuz, Milliyet Yay., İst. 1993, s. 19.
(2) Kürdistan Üzerine Yazılar, Martin van Bruinessen, çev: Nevzat Kıraç-Bülent Peker-Leyla Keskiner-Halil Turansal-Selda Somuncuoğlu-Levent Kafadar, iletişim Yay., İst. 1992, s. 191.
(3) Kürtler II – Mehabad’dan 12 Eylül’e, Hıdır Göktaş, Alan Yay., İst. 1991, s. 53-54.
(4) Barzani, Dr. Sıraç Bilgin, Fırat Yay., İst. 1992, S. 283
(5) Yavuz, a.g.e., s. 62-63.
(6) Bruinessen, a.g.e., s. 192.
(7) Yavuz, a.g.e., s. 87-88.
(8) Yavuz, a.g.e., s. 129.
(9) Yavuz, a.g.e., s. 142.
(10) Yavuz, a.g.e., s. 221.
(11) Yavuz, a.g.e., s. 250.
(12) Texas-Malatya, Ufuk Güldemir, Tekin Yay., İst. 1992, s. 402.
(13) Güldemir, (1992) a.g.e., s. 403.
(14) Torumtay, a.g.e., s. 245-246.
(15) Komprador Rejimin Anatomisi, Kadir Cangızbay, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2000, s. 86.
Suat Parlar, “Barbarlığın Kaynağı Petrol”, Anka Yay., İstanbul-2003.