24 Ocak Kararları’nın alındığı günden bu yana kesintisiz bir darbe sürecini yaşıyoruz. Demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi ilkelerine dayanan bu darbe, 30 yılı aşkın bir süredir devletin ve devletçiliğin halka zararlarını anlatarak bir meşruiyet edindi. Bu kadar süreden sonra gördüğümüz ise, devletin ve devletçiliğin sermayeye, seçilmişlere ait olduğuydu. Devletin tüm ekonomik imkanlarının, imtiyazlarının sahibi olan bu sınıf, demokrasiyi ve insan haklarını kendine işletirken, şiddeti ve serbest piyasa ekonomisini halka uygulamışlardır. Artık karşımızda serbest piyasa ekonomisine dayalı yeni bir devletçilik modeli vardır. (Yiğit Tuncay)
Kesintisiz Darbe
Sistem, darbeyi sürekli hale getirmiş durumdadır. Darbe kurumsallaşmıştır. Her gün bu darbelere yenileri eklenmektedir. Darbenin tanımını sadece militarizm üzerinden geliştirmenin anlamsızlığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Darbe parlamentoya odaklanmış durumdadır. Özü itibariyle tüm darbeler, anayasal düzeni askıya almakla işe başlarlar. Bunun çok somut bir örneğini, milletvekillerine özel statü yaratacak tarzda emeklilik hakları veren bir yasanın, apar topar gece yarısı geçirilmesinde görmek mümkündür. Bu sistemin maskesinin düştüğü ender anlardan biridir. Darbenin sadece militarist mekanizmalarla bağlantılı olmadığını bir kez daha görmüş bulunmaktayız. Militarist mekanizmalar içerisine yerleştirilmiş darbenin, sistemin ilkesiz ve ülküsüz unsurları tarafından, zaman içerisinde temsili kurumlara da taşınabileceğinin göstergesi olmuştur bu yasanın kabul edilmesi.
Halka Serbest Piyasa Ekonomisi Seçilmişlere Devletçilik
Anayasal açıdan bakıldığında, sorunun büyüklüğü daha da nettir. Ne diyor anayasa? “Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz”. Bu özü itibariyle bütün anayasaların olmazsa olmazı, temel ilkesidir. Eğer anayasacılık hareketlerini feodaliteye, aristokratik ayrıcalıklara, mücadelenin burjuva anlamı içerisinde kavrarsak, bunsuz bir burjuva anayasasının imkânsızlığını görmüş oluruz. Bu imkânsızlık, aynı zamanda burjuva meşruiyetinin de temelini sağlar. Burjuva sınıfı meşruluğunu bu anayasal ilkelerde bulur. Oysa emeklilik üzerinden yaratılan bu tarz bir imtiyaz sisteminin sürekli kılınması ve bir zümreye bahşedilmesi, söz konusu burjuva meşruluk ilkesinin anayasal sistemden kovulması anlamına gelir.
Bunun sonuçları ise gayet nettir. Eğer, burjuva anayasacılığının temelinde toplum sözleşmesi esası var ise, halk ile parlamento arasındaki sözleşme, bu yasanın çıktığı an itibariyle sona ermiştir. Bunun yarattığı derin bir meşruiyet krizidir. Bu gerçeklerden ortaya çıkan son derece önemli sonuçlarla karşı karşıyayız, ki bu sonuçlar bizi bir takım teorik soyutlamalar yapmaya da götürmektedir.
Serbest Piyasacı Seçilmişlerin “Yeni Devlet”çilik Darbesi
Küresel kapitalizm bir tür “yeni devletçilik” inşa ediyor. Küresel kapitalizmin inşa ettiği bir çerçeveden beslenen “yeni devletçilik”, tüm serbest piyasacı söylemlerine rağmen, küresel kapitalizmin sürekliliğini, krizler karşısındaki güvencesini, toplumsal artıya el koyma mekanizmalarının pekiştirilmesini “yeni devletçilik”te buluyor. “Yeni devletçilik” bir takım kadrolar yaratıyor. Bu kadrolara paylar aktarılması gerekiyor. Nedir bu paylar? Yabancı sermaye tarafından dışarıdan ve sermaye tarafından içeride her yıl daha fazla emilen kâr, faiz ve rantların kaynağı ücretler oluyor. Bu ücretlerden her gün bir büyük dilim koparılıyor, parça parça alınıyor. Bu ücretlerin koparılma süreci darbenin özünü oluşturuyor.
İç ve dış sermayenin kârı, faizi, rantı ne kadar büyürse, öteki etkenler değişmediği sürece de işçinin ücreti, memurun maaşı, emeklinin geliri, zanaatkârın, köylünün, küçük esnafın kazancı o kadar küçülmeye yazgılı hale geliyor. Böyle bakıldığında, “yeni devletçi” kadrolara gerek temsili kurumlar içerisinde, gerek bürokrasi içerisinde bir takım rantlar sağlanıyor. Gelecekleri güvence altına alınıyor, kastlaşıyorlar, zümreleşiyorlar.
“Toplum Sözleşmesi”ni İlga Eden “Yeni Devlet”çilik
Aksi takdirde, parlamenter meşruluğu ortadan kaldıracak tarzda bir parlamentoya kendisi için rant yaratma olanağının verilmesi mümkün değildir. Zümre olacak, bir kast olacak, hattâ feodal imtiyazlarla donanacak tarzda bir aktarımın, yepyeni rant biçimlerinin ortaya konduğunu görüyoruz. Burada söz konusu olan klasik toprak rantından veya ticari rantdan öte, parlamentonun kendi yetkisine, gücüne dayanarak, “toplum sözleşmesi” esaslarını ve meşruluğunu bir tarafa bırakma cüretini göstererek, rant yaratması olgusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu Türkiye açısından önemle üzerinde durulması gereken yeni bir durumdur.
Türkiye’de çok güvenilen ama, özü itibarıyla istatistiklerin nasıl çarpıtılabileceğinin temel verilerini ortaya koyan kurumsal verilere göre; milletvekili emeklilerine aktarılan payın %100 oranları bulması ve “gayrisâfi millî hâsıla”daki büyümeyle, Türkiye’deki refah payının artışıyla açıklanamaz mahiyettedir. İşte bu açıklanamama durumu, işin esrarını ortaya çıkartıyor. O esrar, tıpkı kapitalist toplumun doğasındaki esrar gibidir. Artık değerin bölüşülmesinde tıpkı faiz gibi, kâr gibi, rantın da bir değer taşıması söz konusudur . Burada bir rant yaratılıyor ve o ranta bir zümre tarafından el konulması sağlanıyor. Bunun adı küresel kapitalizme dayalı “yeni devlet”çiliktir.
Türkiye’de plütokrasiyle kaynaşmış olan “yeni devletçi” kadrolaşmadan söz etmek ve bunu çeşitli kurumlarda görmek mümkündür. Bu, Türkiye’nin yeni bir darbe sürecine açılmasının birikmiş olan işaretlerinden sadece bir tanesidir. Bu anlamda, çok önemsenen, sürekli örnek gösterilen Fransız Devrimi’ne ve onu önceleyen felsefeye de bir göz atmak da yarar vardır. Çünkü, ifade özgürlüğü veya herhangi bir burjuva hak söz konusu olduğunda, Türkiye’nin egemenleri, örneklerini Fransa’dan veriyorlar.
Peki, Fransız İhtilali’nin namuslu avukatı Robespierre ne diyor:
“Vekilleri yönetimlerinden kimseye hesap vermek zorunda olmayan bir halkın anayasası yok demektir. Vekilleri kendileri gibi dokunulmaz vekillerden başkasına hesap vermek zorunda olmayan bir halkın da anayasası yok demektir. Çünkü hiç bir cezaya çarpmadan halka ihanet etmek ve başkalarının da ihanet etmesine olanak sağlamak onların elindedir.”
Temsil yoluyla yönetime verilen anlam buysa eğer, açıkça söyleyeyim ki, ona karşı Jean – JacquesRousseau‘nun yağdırdığı lanetlere katılıyorum. Fransa’ya “Ermeni Tehciri” konusundaki tutumundan dolayı lanetler yağdırdığımız bir dönemde, Fransız “burjuva ihtilali”ni olumlayan sözler duyuyoruz. Ki o sözlerin büyük bölümü de haksızdır. Voltaire’den söz edenler, aynı zamanda ırkçı olduğundan hiç söz etmiyorlar. Bu cehaleti bir yana bırakıyorum. Ama, diğer yandan tüm burjuva devrimlerinin anası kabul edilen Fransız Devrimi’nin liderlerinin sözlerine bakıldığında, “toplum sözleşmesi”nin ve bunun anayasal yansımalarının milletvekilleri açısından nasıl ahlâki bağlayıcılıklar taşıdığını net olarak görmek mümkün oluyor.
Çok Partili Tek Programın Seçilmişleri
Bu tabloya göre, Türkiye’de ciddi bir problemle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Parlamentonun kendi yetkisi içerisinde çok uluslu şirketlere, küresel kapitalizme, ayrıcalıklı plütokrat kuruculara rant yaratması başka bir olgudur, parlamenter rant tarzında bir rantın bu şekilde biçimlendirilmesi ve bunun uğursuz bir yöntem haline geleceği noktasında bir izleniminin verilmesi başka bir olgudur.
Bu iki olgu arasına bir çizgi çektiğimiz zaman, küresel kapitalizmin “yeni devlet”çiliğinin kadro mantığını görüyoruz. Bu noktada da “yeni devlet”çilik ideolojisinde buluşmuş olanların, özgürlükten, cumhuriyet erdemlerinden, eşitlikten, halkın haklarından söz etmesi anlamsız hale geliyor.
Benim hep söylediğim, üzerinde hep durduğum bir görüşün kanıtı ortaya çıkıyor. Dünyanın başka parlamentolarında da olduğu gibi, bugün Türkiye’de de parlamentoda tek parti vardır. O bakımdan sorun, basit bir emeklilik imtiyazı elde etme sorununun ötesine geçmiştir. Bunun ideolojik, politik, hukuki boyutları, açıkçası, Türkiye’de politikanın sonunu göstermektedir. “Çürüyüşünü” demiyorum, bu politikanın ölümüdür. Meşruluk gösterisi adına dahi olsa, burjuva politikasının vitrininin düzenlenmesi adına dahi olsa, politikanın sürekliliğinin ortadan kaldırılması ve politikanın “yeni devlet”çiliğe kurban edilmesi, egemen sınıflar açısından çok tehlikeli gelişmelerin başlangıç noktasıdır. Onların önümüzdeki süreçte bu ülkenin emeğiyle yaşayan insanlarına karşı girişecekleri “karşı ayaklanmacı doktrin”e dayalı mücadelelerinin de bir noktada işaret fişeğidir. Cephelerini pekiştirmek adına pervasızca pay dağıtmaktadırlar. Önümüzdeki süreçte bu paylaşımda kendileriyle cephe tutmasını istedikleri kadrolara ulufe vermektedirler.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
İlk yorum yapan olun