Komplo Teorisi Karşıtlarının Komploculuğu
1991 yılından itibaren Türkiye sermaye sınıfı, ülkeyi jeo-politik “ihraç metası” haline getirerek, pazara sürme noktasında bir aşama kaydetmiştir. Bu tarihten sonra kanlı ilmekler, komplolar, suikastler, komşu ülkelerde darbeler birbirini takip etmiştir. Bu süreç içerisinde “düşük yoğunluklu” çatışma adı verilen veya “alan tutma stratejisi” başlıklı bir plan bölgede uygulamaya konulmuş, bunun yansımaları tüm Türkiye’de kendisini göstermiştir. Fakat, kanlı komplo yumaklarının görselliği içerisinde esas halkalar hep gözden kaçırılmıştır.
Temel meselenin Avrasya eksenli olarak; petrol, su, doğalgaz başta olmak üzere muazzam ölçekteki hammadde kaynaklarıyla bağlantısı üzerinde durulmadan, bu kanlı görsellikle yetinme, “komplo teorileri” adı verilen kapsam içerisinde yeni bir bilgi türünü ortaya çıkarmıştır. Bu bilgi türü, yer yer yararlı ipuçlarını içerecek tarzda, söz konusu temellere inme olanağını da veren bağlamlara sahiptir. Zaten insanları “komplo teorisi” yapmakla suçlayanların kendilerinin de bir komplonun parçası olduklarını düşündürtecek yeterli veriler fazlasıyla mevcuttur. Bu komplo ipuçlarından yola çıkarak, 35’lerin “stratejik bombardıman”la öldürülmelerine kadar uzanan süreçte bir takım uğraklara dikkati çekmek istiyorum.
Petro – Politiğe Dayalı Kan Borsası
27 Mart 1993, Cumhuriyet Gazetesi manşetten bir haber veriyor : “Petrole Yeni Körfez: Ceyhan” başlığı atılıyor…
“Eğer Ceyhan projesi gerçekleşebilirse, Türkiye’nin konumu da değişecek. Çünkü, gezegenimizde petrol coğrafyası yeniden oluşuyor. Belki de ulusal sınırlardan daha önemli bir harita çiziyor.”
Ulusalcı, bağımsızlıkçı Cumhuriyet Gazetesi, bu haberi yorumsuz bir heyecan içerisinde verirken, özünde yorumunu da yapmış oluyor. Ulusal sınırların ilgâ edileceğinden söz ediyor. Ama, Ceyhan projesinin heyecanını da satırlarında duyumsatıyor. Türkiye’nin stratejik önemi konusunda anlaşmış olan yönetici seçkinler, bunların ideolojik uzantıları ve bunların çıkarlarını savundukları sermaye sınıfı açısından jeo-politik ve jeo-stratejik önem, Türkiye’nin varlığının güvencesini oluşturuyor.
Petrol coğrafyasında Türkiye’nin yeri, daha sonraki kanlı komplo yumaklarıyla iyice açılıyor. Ortaya, bu siyasi coğrafyanın gördüğü, göreceği en kanlı sahneler saçılıyor. Eğer, bu bağlamda kronolojik bir dizgeye sabit kalmadan meseleyi irdeleyecek olursak: 1995 yılı itibariyle, Öcalan; petrol ve suyun “Kürt sorunuyla iç içe geçtiğini” belirtiyor ve bunun sadece “Ortadoğu’nun değil dünyanın başlıca sorunu” olduğunu bir yabancı gazeteciye açıklıyor. Bunları Novaya Vremya muhabiri olan Makarenko Vadim’e açıklıyor. Açıklık bununla kalmıyor, daha sonra Alman televizyon kanalı ARD ile bir görüşme yapıyor. Bu görüşmede, önceki görüşme gibi yine 1995 yılı içerisinde gerçekleşiyor. Bu görüşmesinde de petrol ve su yollarına dikkat çekiyor, bu hatları açmak isteyen Dünya Bankası gibi kurumları uyarıyor. “Bizim otoritemizi dikkate almak zorundasınız” diyor. “Petrol meselesinin tek taraflı bir çözümü söz konusu değildir, dolayısıyla bizimle de görüşeceksiniz” şeklinde bir beyanat veriyor.
O beyanat aynı zamanda müthiş bir açıklığa da işaret ediyor. Ortadoğu’nun kör düğümü olarak elbette “Kürt meselesi”nden söz ediyor ve bu meselenin odağına da aynen Sivas ve Sivas kavşağını yerleştiriyor. Bu kavşakta teslim alınan bir takım gelişmelerden söz ediyor ve bu kavşak vurgusunu siyasal, kültürel bir çerçeveye oturtuyor. Ama “ petrol ve su” vurgusuyla. Bunlar son derece önemli vurgular.
Sivas – Samsun Hattında Petrol Savaşları
Sivas olaylarını araştırmakla ilgili Meclis araştırma komisyonu, PKK’nın, Sivas’tan Samsun’a yol açmak için, Sivas’a yerleşme amacına karşı bir tertipten söz ediyor. Tüm olgular ve gelişmeler Hizbul-Kontra’yı işaret ediyordu. Hizbul – Kontra’nın bir ucunda Gladio, diğer ucunda ise İsrail isthbaratının etkinliği daha sonra iyice netleşecekti. (Örneğin; İsrail’den alınan kayıp silahlar Hizbul – Kontra tarafından kullanılıyordu.) 2 Temmuz 1993’ün ertesinde, bütün gazete manşetlerinde bildik bir takım ifadeler yer alırken, bir halkanın bilyesi eksik bırakılıyor. Bu da tahrikin başlangıç bölümü. Anlatımlardan varılan sonuca göre; Cuma namazından çıkanları, kendi tahrik odağına çekmek isteyen 8-10 kişilik grup ile akşama doğru oteli ateşe verecek 8-10 kişilik güruh ayrı ayrı kişilerden oluşuyordu. Planlı olarak cami avlusuna gelen ilk grup ile bu tahriki harekete geçirilmiş yığının içinden devralarak oteli ateşe verecek grup birbirinden ayrıydı.
Olayın çeşitli detayları var ama, bu detay son derece önemli. Eylemin organize niteliğine işaret ediyor. Fakat, esas mesele, Sivas-Samsun hattının, petro-politiğin düğüm noktası haline gelmesidir. Sivas Katliamı’nın, Petro-politiğin düğümlendiği bir alan olma niteliği ele alınmadan, bu temele oturtulmadan anlaşılması ve bu noktada yeterince bir bilinç oluşmadan benzeri kanlı olayların tekrar etmesi elbette önlenemez.
Temmuz 1992’de, Banaz’da yapılan Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde konuşan Sivas valisi “bu şenliklerin gelecek yıl Sivas ili genelinde, sonraki yıllarda Türkiye genelinde gerçekleştirileceği”ni söyledi. Valinin bu açıklamasından çok kısa bir süre sonra, Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye Boru Hattı Köprüsü” başlığını taşıyan bir haber yayınladı. Bu haberde, Asya ve Ortadoğu’nun petrol ve doğalgazının Avrupa’ya naklinde kilit ülke olarak nitelendirilen Türkiye’ye dair şunlar söyleniyordu :
“Coğrafyadan kaynaklanan konumu ve güvenliği, Türkiye’yi, Asya ve Ortadoğu petrol ve doğalgazını Avrupa’ya nakledecek boru hatları konusunda vazgeçilmez kilit ülke durumuna getiriyor.”
Bütün bunlar Cumhuriyet Gazetesi’nde bir ülkenin boru hatlarına ev sahipliği yapmasının, onun bağımsızlığın kırıntısına dâhi sahip olamayacağı, tümüyle ulus ötesi şirketlerin hukukunun geçerli olacağı bir ülke haline geleceği konusundaki açıklıkla birarada ele alınmıyor.
Sivas-Samsun hattı, petrol coğrafyasının orta yerine yerleşik bir hat konumundadır. Bu katliamın, petro-politik bağlam dışında ele alınması, tekrarını garantileyecek niteliktedir.
Kanlı Konsorsiyum
Tarihi anımsamaya devam edelim, 9 Mart 1993:
Türk Hükümeti Azerbaycan Devlet Başkanı Elçibey yönetimiyle, Bakü-Ceyhan ham petrol ihraç boru hattının anlaşmasını imzaladı. Bu hattın güvenliği konusunda ilginç gelişmeler yaşandı. Bu imzadan kısa bir süre sonra 17 Mart 1993 tarihinde 1neredeyse 1 hafta sonra) PKK lideri Abdullah Öcalan, Bekaa Vadisi Bar Elias’ta düzenlediği basın toplantısı ile 20 Mart-15 Nisan arasında 25 günlük tek taraflı ve hiç beklenmeyen bir ateşkes ilân etti. Daha sonra 16 Nisan’da yaptığı ikinci basın toplantısı ile bunu süresiz ateşkese dönüştürdü. Bu gelişmeler üstüste gelince, Turgut Özal’a “21. yüzyılın Türklerin Yüzyılı olacağı” konusunda bir beyanat verme imkânı ortaya çıktı. 9 Mart 1993 tarihli anlaşmayı takiben, 17 Nisan 1993’te Özal öldü.
Ardından 25 Mayıs 1993’te, Bingöl – Elazığ karayolunu kesen PKK, 33 asker ve 4 yurttaşı öldürdü. Ateşkes böylece bozuldu. Bu gelişme üzerine, petrol konsorsiyumunun, boru hattının geçeceği bölgeye gönderdiği teknik heyet çalışmalarını yarıda bıraktı. Hattın güvenliği tartışılır hale geldi. Ne ilginçtir, bundan sonra Haziran 1993’te petrol anlaşmasını Azerbaycan adına imzalayan Elçibey, Albay Suret Hüseynov tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle devrildi. 29 Ağustos’ta da, Haydar Aliyev devlet başkanlığına getirildi. Bu tarihten sonra, Azeri petrolleri konsorsiyumu, Rusya’ya yanaştı. Tabi bu konsorsiyum içerisinde dünyanın en büyük petrol şirketleri vardı.
Ekonomi Politiğin Darbesi: Boru Hatlarından Kan Akıyor
14 Ekim 1993 tarihine gelindiğinde ise; Başbakan Tansu Çiller meseleyi görüşmek üzere dünyanın en büyük petrol şirketi olan Chevron’la masaya oturdu. Çiller – Chevron görüşmeleri sürerken, Öcalan bir demeç verdi ve Özgür Gündem’de bu demeç yayınlandı:
“Bakü-Ceyhan petrol hattına izin vermeyeceğiz. Bizimle anlaşma olmadan petrol hatları döşenemez. Döşense de işletilemez.”
Süreci kısaca özetlersek; bir kaç ay içerisine iki büyük katliam, bir devlet başkanının şüpheli ölümü, bir devlet başkanının darbeyle devrilmesi, bir yenisinin iş başına getirilmesi olguları sıkışıyor. Bunu bir parantez olarak kabul edelim ve devam edelim.
Bunlar olurken PKK hiç beklenmedik bir biçimde, 5 Kasım’da Almanya’da, 18 Kasım’da Fransa’da yasaklandı. Alman ve Fransız polisi tarafından Kürt derneklerine operasyonlar düzenlendi. Petrol tekelleri ve bunlardan ayrı olarak değerlendirilmesi mümkün olmayan ABD ve Avrupalı hükümet yönetimleri, PKK üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak Türkiye’yi rahatlatmak istediler. Burada halen daha çözülmesi gereken problem olduğu gayet açık. Çünkü Türkiye PKK’yı bu odaklara karşı bir tehdit olarak kullanıyordu ve dönemin dışişleri bakanı, daha sonra NATO’nun Afganistan’daki valisi Hikmet Çetin; “Bakü-Ceyhan hattı terörden ve diğer nedenlerden dolayı olamayacak” sözleriyle son derece garip bir açıklama yapıyordu.
Bu garipliklerin en azından tarihsel bakımdan açığa çıkmış bir nedenini belki bulmak mümkün. Dünyanın en büyük petrol şirketi Chevron, bu tarihler itibariyle Kazakistan üzerinden Rusya ile işbirliğine girişmiş vaziyetteydi. Chevron, bu anlamda Rus politikasıyla uyumluydu. 17 Kasım 1993’te, Hikmet Çetin’in Bakü-Ceyhan boru hattının gerçekleşmesinin çeşitli nedenler ve terörden dolayı olamayacağı açıklamasının, Rusya kadar onunla işbirliği içerisindeki Chevron’u da rahatlattığını düşünmek garip olmasa gerek.
Bu temelde, petrol, doğalgaz, diğer enerji kaynakları ve Avrasya bölgesinin muazzam ölçüdeki hammadde zenginlikleri düşünüldüğünde, ekonomi-politiğin darbesini daha net görmek mümkün hale geliyor. Kanlı yumaklar; Sivas, 33 erin katledilmesi bu dizge içerisinde yerli yerine oturuyor, anlaşılır hale geliyor.
Buradan, konsorsiyumu oluşturan şirketlere değinecek olursak; dünyanın en büyük petrol şirketlerini görüyoruz. BP – Amocho’yu, Unocal’ı, Lukoil’i, Pennzoil’i, Statoil’i, Rancho’yu, Macdermot’u, yani tam bir kurtlar sofrasıdır söz konusu olan ve bu siyasi coğrafyanın insanları son derece yüzeysel sloganlarla birbirinin karşısında konumlanırken, arka planda petro-politiğin av alanı haline gelmiş bir coğrafyanın kanlı komplolarının kurbanı oluyorlar.
Jeo – Politik Krizin Olağan Kurbanları
Günümüze gelirsek; 35 köylünün “stratejik bombardıman” neticesinde ölümüyle sonuçlanan hadiseden çok kısa bir süre önce, Rusya ile Türkiye’nin “Güney Akım Projesi” konusunda anlaşmaya vardıkları haberi yer aldı. Bu habere her nedense hak ettiği önem hiç bir biçimde verilmedi. “Güney Akım”ın Türkiye ile Rusya’nın düzenleyiciliğinde, Avrupa’ya enerji açısından tekel oluşturmasa dahi, müthiş bir doğalgaz aktarımını gerçekleştirecek olmasının yaratacağı politik, diplomatik, stratejik, hukukî, askerî ve hatta istihbâri konular üzerinde hiç bir tartışma yapılmadı.
Böyle konular zaten parlamentonun gündemine alınmadığı için, en azından resmi düzeyde yapılan açıklamaların dışında, devletin parlamento görüşmeleri üzerinden tutanağa geçirilecek bir takım ön anlaşma metinlerinin bilgisinden de kamuoyu mahrum kaldı. Fakat, bir gerçek kendisini tekrar acı biçimde ortaya koydu. Eğer, bir ülke stratejik boru hatlarının merkezinde kendi jeo-politiğini pazarlar duruma gelmiş ise, o ülke her türlü kanlı komploya açık demektir. Türkiye’nin sürekli stratejik köprü vurgusu çerçevesinde değerlendirilmesi ve bunun büyük övgülerle pazarlanması, bir kez daha Türkiye’yi kanlı komplo yumaklarıyla karşı karşıya bırakmıştır. Güney Akım projesinin imzalanmasıyla bu 35 köylünün öldürülmesi arasındaki bağlantı görmezden gelinemez.
İnsansız hava araçları konusunda Türkiye’nin teknolojik yetersizliği biliniyor. Bu konuda ABD’nin ve İsrail’in devrede oldukları herkesin bildiği bir “sır”. Bu konuda istihbarat paylaşım anlaşmaları yapıldığı herkesin bildiği bir “sır”. Üstelik, İsrail’le güvenlik ve askerî konulardaki anlaşmaların, özellikle de gizli anlaşmaların iptal edilmediği herkesin bildiği bir “sır”. Bundan 2 hafta önce İsrail basınına sızdırılan bilgilere göre; İsrail ve Türk Hava Kuvvetleri’nin ilişkilerini yenileyeceklerine dair bilgiler herhalde “sır” kapsamında değil.
İstihbarat paylaşımı adı altında, Amerikan ve İsrail istihbaratlarından gelen bilgilere bağımlılık, yoğun bombardıman stratejisiyle birleşse de, teknoloji fanatizminin aslında “karşı ayaklanmacı doktrin” bağlamına oturan niteliğini değiştirmiyor. Burada her suçu “iç sistem”den, “içerideki kapitalist sistem” ve onun kompradorlaşmış burjuvazisiyle, bürokrasisinden soyutlayarak emperyalizme atma alışkanlığını da elbette gündeme getirmemeli. Ancak, yine de burada olayın üzerinden günler geçmesine rağmen, “istihbaratı kim verdi” sorusunun formüle edilmesinin anlamsızlığı iyice ortaya çıkıyor. Eğer, Türkiye içerisinde kanlı bir komploda, bir katliamda, bir suikastte, yabancı istihbarat örgütlerinin parmağı varsa, o olay mutlak surette “aydınlatılmayacak olaylar” kategorisi içerisine alınır. Tuğlayı çekerseniz duvar çöker. O bakımdan, Amerikan – İsrail – Britanya istihbaratlarının Türkiye’de operasyonel imtiyazları vardır. Onlarla ilişkinin kamuoyu önünde bozulması istenmez. Fakat, bu hadisedeki soru işaretleri, belki de ilk kez bu mevzuda daha açık bir tartışmayı mümkün kılacak nitelikte.
Söz konusu istihbaratın Amerika’dan geldiği kuvvetle muhtemel. Eğer içeride birileri kurban edilecekse, bu bilgi gizlenecektir. Görünen o ki, bu mesele büyük bir telaş içerisinde adı “milli” olan kurumlara, daha olmadı ordu istihbaratına, daha olmadı başka birimlere yüklenecektir. Çünkü, söz konusu olan Amerika’nın imajının sarsılmaması, Amerikan güvenliğinin zarar görmemesidir. Bu uğurda Türkiye üzerine düşeni yapacaktır. Muavenet Muhribi, Amerika tarafından kasten vurulduktan sonra nasıl konunun açık tartışılması engellendi ve o hadisede bulunan subay, astsubay, erlerin konuşması nasıl önlendiyse, burada da Amerika’yı korumak adına gereği yerine getirilecektir. Güney Akım’a karşı yapılan hamle görmezden gelinecektir.
Sermaye Diktatörlüğünün Tekno – Bürokratik Faşizmi
Türkiye’de son dönemde politikanın ve tarihin hızlandığına şahit oluyoruz. Politika hızlandığı ölçüde bilinç hızlanmıyor. Soru sorulmuyor. Oysa ki, çok kısa bir süre önce dünyanın en büyük petrol yataklarından birinin sahibi olan ülkenin devlet başkanı Chavez, hastalığından ve kendisi gibi başka bazı ülkelerin liderlerinin hastalığından Amerika’yı sorumlu tutmuştu. Amerika’nın belirli işlevsellikler çerçevesinde destek verdiği liderler veya ülkelerle dostluk ya da sevgi bağı ebedi değildir. Amerika’nın sevgilileri yoktur. Amerika’nın çıkarları vardır. Amerika çıkarlarının gereğini yerine getirir. Amerika’nın çıkarları veya daha doğrusu küresel kapitalizmin çıkarları, Yunanistan’da, İtalya’da teknokrat kabineleri zorunlu kılmıştır. Artık, Avrupa’daki eğilim, sermaye diktatörlüğünün teknokrat faşizmi üzerinden halklara kendini dayatma eğilimidir. Bu eğilim bir müddet sonra dünyanın başka yerlerinde de etkisini gösterecektir.
Dolayısıyla, kitlesel oy tabanına istese de, istemese de bir takım paylar vermek zorunda olan; istese de, istemese de kitlelerin basıncını yer yer hisseden, bunun getirdiği dış politika çerçevesi içerisindeki manevra alanlarının daralmasını, en azından kendine açılan alan dahilinde özerk inisiyatiflerle dışa vuran liderlerin, Amerika tarafından çok da fazla tercihe şayan olmadığı bir döneme girdiğimiz aşikârdır. Dünya kapitalizminin işleyişi açısından, son derece önemli dinamik, ekonomik unsurlara sahip Brezilya lideri bile ABD açısından şikayet konusu yapılabilmektedir. Çünkü, büyük kriz dönemlerinde sermaye birikim stratejisinin, emperyalist egemenliğin doğası itibariyle her tür askerî baskı, tehdit, şantaj ve komplo kullanılarak elde tutulması esastır. ABD açısından vazgeçilmez olan politikacı, bürokrat veya IMF başkanında somutlandığı gibi uluslararası teknokrat söz konusu bile değildir.
Siyaset Siyasetten Arındırılırken…
Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, köylülerin ifadesiyle olayın meydana geldiği gece “200’e yakın köylünün Irak’a geçiş yapacağı ve daha sonra geri döneceği” vurgusu son derece önemlidir. Eğer, böyle bir durum vukua gelseydi, “stratejik bombardıman” sonucunda 200 köylü ölmüş olsaydı, bunun ağır bir takım politik sonuçları olması kaçınılmazdı. Bu politik sonuçların ne gibi gelişmelere yol açacağı ise ayrı bir tartışmanın konusu. Ama, artık dünyada alternatif bir siyasi modeli gündemlerine almış durumdalar: Tümüyle sermaye diktatörlüğünün açık zorbalığına dayalı teknokrat kabineler gerçeği.
Cumhurbaşkanının, siyasetin içinde olmayacağına dair açıklamasını son derece önemli buluyorum. Bunun güçlü bir sezginin yanı sıra, dünyadaki genel politik havayı ve eğilimleri yansıtan bir içeriği olduğu bir müddet sonra dünya ölçeğinde siyasetin siyasetten arındırılacağına dair ön bilgilere dayalı olduğu inancındayım. Bu ön bilgiler, devletin başında bulunan şahsiyetin kendini güçlü rezervlerle ve sağlam bir kadroyu arkasına alarak geriye çekmesinde netleşmektedir. Bu güçlü konumuyla geriye çekiliş, elbette küresel kapitalizmin “yeni devlet”çi doğası konusunda açık istihbaratlarla da pekiştirilmiş vaziyettedir.
Türkiye’de krizin zorlamaları neticesinde, sermayenin değişik hiziplerine yönelik olarak, kaynak aktarma mekanizmalarında dış politik bir takım açılımları kullanmak gerekliliği, tıpkı Güney Akım’da olduğu gibi, küresel kapitalizmin işleyişinde halen egemen askerî, diplomatik gücü elinde bulunduran Amerika bakımından ve onunla ortak hareket eden güçler bakımından problem yaratmaktadır. Türkiye’nin, ekonomik sorunlarını çözmek veya jeopolitiğini pazarlamak adına bundan sonra gerçekleştireceği her türlü planda, projede Amerika’nın güçlü bir vetosunu yiyeceği son hadiselerle netleşmiş vaziyettedir.
İstihbaratı veren Amerika’dır: Güney Akım’ın karşılığı 35 insanımızın canı olmuştur. Bundan sonra ekonomik alanda bir takım adımlar atma konusunda, Türkiye’de siyaset kadrolarına verilen çok kısıtlı özerk davranış, tutum, politika belirleme imkânları veto yemiştir. Bundan sonraki süreçte, siyasetin siyasetten arındırılması söz konusudur. En önemlisi, yeteri kadar bilince çıkarılmamış olguların; Sivas’ın, Maraş’ın, Çorum’un, 1 Mayıs’ın, 16 Mart’ın bir dizge halinde temel bağlamlarından koparılarak ele alınması, bunların tekrarlanmasını mümkün kılacak dinamiklerin yerli yerinde duruyor ve hatta daha da şiddetli bağlamlara oturuyor olmasına rağmen yeterince değerlendirilmemektedir.
Ortadoğu Zahmetkeşlerinin Seçimi: Ya birlik Ya Yok Olmak
Korkarım ki, özellikle Türkiye’de Alevi ve Kürt yurttaşlarımızın sorunları algılarken jeo-stratejik, jeo-politik, jeo-ekonomik gerçeklerden kopuk, meseleleri dünya kapitalist sisteminin prizmalarından süzmeden, Ortadoğu’daki gelişmeleri yeteri kadar irdelemeden ele almaları, onlar açısından ideolojik ve politik bir donanımsızlığı beraberinde getirecektir. Özellikle, İran konusunda yaşanacak gelişmelerin Türkiye’deki yansımaları, tıpkı 1978’deki gibi, son derece şiddetli kanlı komplolara kapı aralayacak niteliktedir. Bu konuda uyanık olmaya ihtiyaç vardır. Bunun yanı sıra, kendini bugüne kadar bağımsızlıkçı, anti-Amerikancı bir bağlam içerisinde sunan bir tür küçük burjuva radikalizmi, ırkçılığa savrulmuş vaziyettedir.
Son 35 insanın “stratejik bombardıman” neticesinde ölümüyle ortaya çıkan bu çürümüş küçük burjuva radikalizmi, meseleleri yerli yerine oturtarak, bu konuda Ortadoğu’daki gelişmeleri, Amerikan emperyalizminin rolünü, Britanya’nın, Amerika’yla birlikte Avrasya çıkışını, yaşanan jeo-politik krizin yansımalarını, ilerici, yani sosyalizan bir gözle değerlendirecek yerde, gerici, yani faşizan bir çerçeve içerisinde ele almakta ve Kürt kardeşlerini düşman olarak görmektedir. Oysa söz konusu olan, Türk Mehmetler ile Kürt Mehmetlerin dövüştürülmesidir, savaştırılmasıdır. Kürt Mehmetlerle, Türk Mehmetler dövüşmeden bu muazzam alanın petrolü, suyu, enerji kaynakları, kromu, diğer hammaddeleri yağmalanamaz, çalınamaz, aktarılamaz. O bakımdan, kördüğüm, Türkiye’nin kompradorlaşmış kapitalizmi, onun rejimi, o rejimi yaşatmak için kurulan stratejiler, o rejimin sermayeleşmiş zor ve baskı aygıtlarıdır.
Hem Türkler, hem Kürtler gerçek düşmanları konusunda uyanık olmak mecburiyetindedirler. Bu iki halkın ve onlarla birlikte Farsların, Filistinlilerin, Arapların, Çerkezlerin hiç birinin etnik dile tercüme edilerek basitleştirilecek piyasacı kavramlar üzerinden bir kurtuluşu örgütlemesi mümkün değildir. Şimdi, bütün bu siyasi coğrafyanın zahmetkeşlerinin birlik zamanıdır.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
İlk yorum yapan olun