Son günlerde Türkiye’nin gündemini Amerikalı bir yazar belirledi. Bu yazarın söyledikleri, Amerika’nın ülkemizde ne kadar içsel bir olgu olduğunu gösteriyor. “Demokrat” Amerika’nın bu yazarının söylediklerini okurken, Türkiye’de gazetecilere ve yazarlara yapılan adaletsizliklere tavır almasını sevinçle karşıladım. Ama Türkiye’de yapılan adaletsizlikler sadece gazeteci ve yazarlara mı yapılıyordu? Ayrıca bu adaletsizlikler Türkiye için yeni bir olgu muydu? Bir de son dönemlerde moda olan “1990 sonrası Türkiye’de yaşananlar” cümlesiyle başlayan çok yazı okuyup, çok konuşma dinledim. Sanki Türkiye’de faili meçhuller, soruşturmalar, tutuklamalar ve tümüyle adaletsizlikler sadece 1990 sonrasında yaşandı. Belli ki, birileri için sadece 1990 sonrası sorumluluk duygusu veriyor. 1990 sonrası birileri için bir milat. Tarih sahnesine çıkıp “akılcı yanlışlamacılık”larını tüm dünyaya egemen kılabilecekleri bir başlangıç.
Modernist Kapitalizmin Total Kimlikleri Olan Ulus-Devletler
Kapitalizm, bizim gibi ülkelere yukarıdan aşağıya indirilmiş bir olgudur. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin evrelerine bakarsanız, ilk önce karşınıza çıkacak başlık “modernleşmek” olacaktır. Modernizm ve kapitalizmin gelişmesi birbirinden ayrı düşünülemeyecek olgulardır. Batı dünyası bu süreci totaliter bir uygulamayla gerçekleştirmiştir. Sömürgeci (kolonyalizm) olduğu dönemlerde açık işgalleriyle büyük katliamlara imza atmıştır. Bu katliamlarda sadece sömürme amacının ötesinde halkları kendine benzetmeye çalışmıştır. Her geri çekilişinde ise işbirlikçiler yaratarak kendi topraklarına dönmüştür. Modernlik sürecine girdikten sonra da, “açık işgal” etme tarzını, “gizli işgal” etme tarzına dönüştürerek “yeni sömürgecilik” yöntemini keşfetmiştir. Günümüzde ise “yeni sömürgeler”in yeniden sömürgeleştirme sürecini yaşamaktayız.
Modernizm, sanayileşme ile birlikte sürüklenen bir olgu olduğu için, kentlerde oluşan toplu üretim kampları olan fabrikalara doldurulması gereken ücretli kölelerin gerçekliğini ortaya çıkardı. Tarım ve toprak rantına dayalı dağınık Batı dünyası, barınma ve karın tokluğuna dayalı yaşayan halkları fabrikalara toplamaya başladı. Dağınık bir iş gücü olan halklar, merkezi ve seri üretime dayalı olan bu yeni ekonomi biçimi ile derlendi, toparlandı. Merkezileşen ekonomi ile birlikte, merkezileşen bir kimlik de tanımlandı. Sanayileşen ve merkezileşen Batı dünyası, bu süreci kendi tekelinde tutarak bir modernizm dalgası yarattı. Üretimin ve sanayileşmenin bir gereği olarak da, dünyanın geri kalanına düşen ise hammadde ihtiyacını karşılayan coğrafyalar olmak kaldı. Yeni olan bu ekonomik model, tüm kültür alanına da etki eden bir modernizm modası yarattı. Devasa üretici güçler yaratılan bu süreçte, aç gözlü modern devletler, hem kendi aralarında paylaşım savaşları yarattılar, hem de hammadde kaynağı olan coğrafyaları yeniden derleyip, toparladılar. Bir de bütün bunların üzerine mali sermaye gerçeği ortaya çıktı.
Faust’un Ruhunu Çalan Mephisto
Dünyanın üzerinde bir hayalet kol geziyor. Kapitalizm hayaleti. Faust postuna bürünmüş bir Mephisto gibi. Kendi celladını da yaratmış olan bu hayalet, celladının çelişkilerinden yararlanarak onun ruhunu çalmayı başarmıştır. Üstelik sanayi devriminden sonra Avrupa’nın üzerinde gezinmeye başlayan Faust, Mephisto’nun celladı olarak büyük korku yaratmıştır. Mephisto, celladının önüne modernizmin tüm hazlarını sermiştir. Büyük katliamlar yaratarak elde ettiği zenginlikleri Avrupa’da Faust’un önüne seren Mephisto, Avrupa kıtasının dışında yarattığı vahşetin bir sonucu olarak, Doğu’da Faust’a yenilmiştir. Yenilmiştir ama, bu çok uzun sürmeyecek bir yenilgidir. Kendini izole ederek ve Mephisto’nun da kendini lokalize eden bir “barış içinde birlikte yaşama” fikrine kapılan Faust, aynı kendi çarmıhını sırtında taşıyan İsa gibi “son akşam yemeğini” yemek zorunda kalmıştır.
Kapitalizmin kuşatması altında karşıtına göre şekillenmek zorunda kalan reel sosyalizm, çok uluslu yapısına rağmen total bir kimlik tanımlamasıyla çağına uygun modernist bir yapılanma yoluna gitmiştir. Kapitalizmin, reel sosyalizmin yayılmasına karşı geliştirdiği “ileri demokrasi” stratejisi, karşı bir strateji olarak SSCB’nin geliştirdiği “ilerlemeci demokrasi” politikasında kendini gösterir. Modern devletlerin kapalılığı, dolaşımı zorlaştırıcı etkisi ve dünyanın genelinde sahip olunması gereken geniş bir pazarın, ucuz emeğin varlığından dem vuran sermaye, SSCB’nin, Doğu Bloku’nun çözülmesini harekete geçişin tarihi olarak belirledi. Bu tarihin öncesinde küresel bir kapitalizm gerçeği olmadığını söylemek de doğru değildir. Bunu söylemek, Fransız İhtilali öncesinde kapitalist ilişkilerin olmadığını söylemeye benzer. Sermaye, daha önce derleyip, toparladığı ekonomi modeli olan modern devlet biçimlerini kendi içinde bir çözülme süreci içine soktu.
Demokrasi Postuna Bürünmüş Kapitalizm
Batı dünyası bu süreçte ulus-devletlerini bir parçalanma içine sokmamıştır. Batı dünyası, çözülmeyi, bireyin haklarının önüne geçen sözde toplumsal faydaya dayalı ekonomi modelini tersine çevirmek biçiminde yaşamıştır. Sözü geçen birey hakları, aslında devletler karşısında küçümsenen şirketlerin haklarıdır. Yeniden yapılandırabilmek için, ulus olmak ruhu ile ikna ettikleri emek güçlerinin yarattığı bir sermaye birikimi olan modern kapitalist devletin, şirketlerin de baskısıyla çözmeye başlarlar. Bu çözülme uzun bir zamana yayılan bir süreçtir. Giderek büyüyen bir dalga olan bu çözülme, sosyalist bloğu da yıkmıştır. Batı dünyasının çözülme süreci, karşıtlarının parçalanmasına neden olmuştur. O parçalanma geniş bir coğrafya üzerine oturan devletler bütünlüğünün parçalanması olmuştur. Bunlar da zaten sosyalist bloğun oluşturduğu bütünlüklerdir.
Bu coğrafyalar aynı zamanda çok ciddi hammadde kaynaklarının olduğu topraklardır. Wilson’un prensiplerinden biri olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” maddesi tam anlamıyla hayata geçmiştir. “İleri demokrasi” başlığı altında prensipler oluşturan Wilson, kendi “demokrasi” anlayışında devlete zaten sınırlı bir rol vermiştir. Bu sınırlı rol, günümüzde devletin üretim ve ekonomiden elini çekmesi biçiminde hayata geçmeye başlamıştır. Devlet, ekonomide belirleyici olan şirketlerin (yani bireylerin) güvenliğinin garantörü olarak varlık göstermelidir. Herkesin “bireyin özgürlükleri” söyleminden anlaması gereken model budur.
Modern kapitalist devletin oluşma sürecinde merkezileştirilen bir kimlik olan uluslaşma, güvenlik modelini de bu ruha göre şekillendirmiş ve sözde “toplumsal fayda”ya dayalı bir “fedakar yurttaş” anlayışını geliştirmiştir. Bunu yasalarla bile belirlemiştir. Buna itiraz edenler “vatan hainliği” suçlamasından kaçamamışlardır. Ama sözde “toplumsal fayda”ya dayalı bir ekonomi modeli ile ikna edilmiş yurttaşların, total kimliğinin de çözülmesi ve parçalanması gerekmektedir. Bu da total ulus kimliğinin güvenlik modelinden, sektöre dönüştürülen bir güvenlik modeline dönüştürülmesiyle mümkün olacaktır. Ordulaşmış halkların yerine, sivil toplum önermesi ile güvenliğin belli merkezlere bağlı bir profesyonelleşmiş müdahale stratejisine dönüştürülmesi söz konusudur. Bu halkın kendi güvenliğini sağlama haklarının elinden alınmasıdır.
Bireyin Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Devlet artık bir şirket mantığına oturtulup yasaları uygulayan bir mekanizma olacak ve yurttaşlar da, bu şirketten hizmet alan müşteriler olarak hayatına devam edecektir. Bütün bunlardan anlaşılan şey, kapitalizmin devletsiz varolamayacağı gerçeğidir. Başından beri ele aldığımız mantık çerçevesinde oluşturulacak yasaların karşısında eşit olabilmek ne kadar mümkündür? Eşitlik ilkesi temelinde oluşturulmuş olsa da, eşitsizlik içinde yaşayan halkların bu yasalar karşısına eşit bir şekilde çıkabilme şansı nedir?
Modern kapitalist devletin oluşumu bilimden, felsefeye, sanata ve edebiyata kadar yansıyan bir kültür yaratmıştır. Bizler Türkiye’de yaklaşık olarak 30 yıldır bu kültürün çözülüşünü yaşıyoruz. Serbest piyasanın pazarlarına sürülen halklar, bir rekabet kültürünün içinde zaten total bir kimlik oluşturamayacaklardır. Sınıfsal konumlanışların yerini rekabet kültürüne uygun olarak mikro milliyetler alacaktır. Sürekli bir çözülüş ve parçalanma içinde postmodern kültürün bir gereği olarak insanlar kendi antropolojik serüvenlerine yönlendirileceklerdir. Atomun parçalandığını keşfettiğimiz günden beri, aslında ilişkisizmiş gibi gözükenlerin ilişkisini kurmayı ve parçaların bütünlüğünü görmeyi öğrenmiştik. Ancak öyle bir noktaya geldik ki, bütünü parçalamaktan ve parçalar arasına boşluklar, kopukluklar koymaktan zevk almaya başladık.
Totaliter modern kapitalist devlete karşı ekonomik anlamda bireysel girişimci olarak kafa tutmanın efsaneleşmiş olaylarından biri yine 1990’lı yılların başında gerçekleşmişti. 1992 yılının Eylül ayında Soros Fon Yönetimi Şirketi’nin sahibi George Soros, İngiliz Pound’una karşı büyük bir mücadeleye girdi. Özgür bireysel girişimci Soros sahip olduğu servet ile Amerika’nın en büyük zenginleri arasında sayılırdı. Fakat, karşısındaki rakibiyle parasal güçle mücadele edebilmesinin hiç bir imkanı yoktu. Ona karşı kullanabileceği en etkili silahı, sahip olduğu spekülasyon yeteneğiydi. Tecrübeli para yöneticisi, büyük başarılar yanında bazı hatırı sayılır kayıplar da yaşamıştı. Bu da, mağlubiyet nedir bilmeyen şanlı rakibine karşı onun bir avantajıydı. Peki, bunlar İngiliz emperyalizminin en büyük temsilcisi konumundaki İngiliz Merkez Bankası’yla tek başına savaşmakta yeterli olacak mıydı?
Soros’a göre İngiliz ekonomisi kötüye gidiyordu ve tuzağa düşmüştü. Aşırı değerlenmiş olan Pound devalüasyon baskısı altındaydı. Fakat İngiltere, Avrupa kur Mekanizması’na (ERM) girdiği için Pound’u devalüe edemiyor ve 2.95 Alman Markı seviyesinde tutmak zorunda kalıyordu. Soros, İngiltere’nin kendi isteğiyle para anlaşmasını terk ederek Pound’u devalüe etmesi gerektiğini yoksa buna mecbur kalacağını iddialı bir şekilde öne sürdü. Aynı zamanda gerekli spekülatif pozisyonları almaktan geri kalmadı.
İngiltere Merkez Bankası başkanı ve hükümet, bu iddiaya sert bir şekilde yanıt vererek; Pound’un değerini düşürmeyeceklerini kesin bir dille ilan ettiler. Önlem olarak da İngiliz Merkez Bankası piyasadan 3 Milyar Dolar Sterlin satın aldı ve faiz oranlarını 5 puan yükseltti. Bu şekilde Pound’u yatırımcı gözünde cazip kılmaya çalıştılar.
Soros, bunu İngiliz Merkez Bankası ve hükümetinin ümitsiz son bir çırpınışı olarak yorumladı ve Sterlin’e karşı aldığı pozisyonu daha da arttırdı. 14 Eylül Salı günü her zamanki vaktinde yatağına yatmıştı. Ertesi sabah saat 7’de sahip olduğu fonun yöneticisi onu aradı ve kendisi uykuda olduğu sırada düzenlediği para operasyonundan 985 Milyon Dolar kar ettiğini söyledi.
Soros ne yapmıştı; henüz pahalı iken 10 Milyar Pound borçlanmış, bu parayla Alman Markı satın almıştı. Tahminleri doğrultusunda Pound’un değeri Alman Markı karşısında gerileyince elindeki Alman Markı’yla ucuzlamış olan Sterlin borcunu ödemiş ve büyük kar elde etmişti. Aslında operasyon basit gibi görünüyordu, fakat zor olan İngiliz Merkez Bankası’na aykırı gelmekti. İzleyen üç hafta süresince Pound yanında İtalyan Lireti gibi diğer dövizlerden kazandıklarının toplamı 2 Milyar Dolar’ı buluyordu.
Soros’un finansal kehaneti aynen gerçekleşmiş ve İngilizler, ERM’den çekilerek Pound’u devalüe etmek zorunda kalmıştı. Bu, Pound’un 1967 yılından bu yana ilk devalüasyonuydu. 15 Eylül 1992 tarihi, mağrur İngilizler tarafından “Kara Çarşamba” olarak adlandırıldı. Aynı olay, George Soros’u bir efsane haline getirdi. O’na, “İngiltere Merkez Bankasını yıkan adam” payesi verildi. İsminin etrafında destanlar oluştu. Artık her lafı piyasaları dalgalandırıyor, beyanatlarıyla fiyatlar çıkıyor veya iniyordu. Böylelikle totaliter bir kimlik olan modern kapitalist devlete karşı, bireysel girişimci kendi kaderini tayin etmişti.
“İleri Demokrasi”nin Şahinleri
“İleri demokrasi” stratejisinin muciti Wilson’un prensiplerini dünya üzerinde uygulamanın iki yolu vardır. Bu iki yolun ne olduğunu anlayabilmek için 90’lı yılların başında “tarihin sonu”nu ilan eden Fukuyama’nın kişiliğine bakmak yeterlidir. “Tarihin Sonu” kitabının yazarı ve Irak savaşı mimarlarından Francis Fukuyama, 1990 sonrasında küresel bir serbest piyasa yaratılabilmesi ve “gecikmiş kapitalizm” sorunlarını da çözmek için, güç kullanmaktan yana bir tavır izliyordu. Böylelikle kapitalizmin küresel pazarına tehcir edilecek halkların direnişlerine karşı zor kullanılacak ve açılan geniş pazarlarda Amerikan hegemonyası tesis edilecektir.
ABD Başkanı Bush’un etrafında toparlanan bu “yeni muhafazakarlar” (neo-con), “Soğuk Savaş”ın sona eriş biçiminden sonra, bütün totaliter rejimlerin, dışardan gelecek “küçük itme”yle çatırdayabilecek kadar çürük olduğuna inanıyorlardı. Bu aynı zamanda savaş sanayisinin ekonomik imkanlarını da genişletecek bir süreçti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra çeşitli neo-con yazarlar, ABD’nin, gücünün küçük bir kısmını dünya üzerinde kurduğu “lütufkâr hegemonya”sını tesis etmekte kullanarak, bütün gücünü, dünyanın en tehlikeli devletleri olarak nitelenen “haydut devletler”i hizaya getirme konusunda yoğunlaştıracağını ifade ediyorlardı. Amerika, kendi dayattığı “yeni dünya düzeni”ni algılamakta güçlük çeken ve “milli” duygular da taşıyan eski işbirlikçilerini, halkların gözleri önünde infaz ederek bir “demokrat” kimliği edinmek istiyordu. Fukuyama, savunduğu bu politikayı daha sonra “idealist Wilsonculuk” olarak görmeye başladı.
Bu süreçte “neo-muhafazakarlar”ın, yani Bush’un politikalarına karşı çıkan bir cephe oluştu. Bu cephe finans sektörünün duayenlerinin başı çektiği bir cephedir. ABD’nin, Irak işgalinin doğru bir yöntem olmadığını ve Bush’un ABD’yi bir felakete sürüklediğini haykırdılar. Büyük kampanyalar örgütleyip, Bush’u devirmek için çok büyük paralar akıttılar. Üstelik bunu dünyanın genelinde anti-Amerikancılarla, anti-Bushçuları aynı cephede birleştirerek yaptılar. Neo-liberaller, vahşi kapitalizmin, kapitalizmin varlığını tehlikeye düşüreceğini anlatmaya çalıştılar. Bunun totaliter kapitalizmin bir devamı niteliğinde olduğunu savundular. Kapitalizmin bekası adına, gerekirse kendi hırslarını da dizginlemesi gerektiğini söylediler.
Irak işgalinin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra Fukuyama, bu muhalif cephe ile yakın görüşleri savunmaya başladı. ABD dış politikasına ciddi eleştiriler getirmeye başladı. Artık Afganistan ve Irak’ta büyük hatalar yapıldığını ifade ediyordu. Neo-Muhafazakâr düşünceyi terkettiğini ve neo-muhafazakâr politikanın tarihin tozlu raflarında, başarısız ideolojiler arasında yerini alması gerektiğini ifade ediyordu. Şahinlerle yollarını ayırdı ve güç kullanımı yerine kalpleri ve akılların kazanılmasını öneriyordu. Fukuyama yazdığı yeni kitabında şöyle diyordu:
“Irak savaşının başlatılışının üçüncü yıldönümüne yaklaşırken, tarihin, bu müdahaleyi ya da bunu canlı tutan fikirleri hoş karşılamasının ihtimal dışı olduğu gözleniyor. Irak’ın ve Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi projesini dayatanlar, herkesten çok Bush yönetiminin içindeki ve dışındaki neo-con’lardı (yeni-muhafazakârlar).
Irak’ta rejim değişikliğini propaganda eden kararlı sesler olmakla taltif edilen (veya suçlanan) aktörler bunlardı. Ancak önümüzdeki aylarda ve yıllarda en fazla eleştirilecek ve sarsılacak şey, neo-conların idealist gündemleridir.
Eğer ABD, Irak’ta uğradığı hezimetten sonra, dünya sahnesinden çekilecek olsaydı, bu büyük bir trajedi olurdu; çünkü Amerikan gücü ve etkisi, dünyada açık ve daha demokratik bir düzenin tesis ve temin edilmesinde kritik öneme sahiptir. Neo-conların gündemlerindeki problem, amaçlarında değil, bu amaçları gerçekleştirmek için başvurdukları aşırı militer araçlarında gizli. ABD’nin dış politikasının ihtiyaç hissettiği şey, sığ ve ikiyüzlü gerçekçilik değil, araçların amaçlara daha fazla uygun olmasını sağlayan “gerçekçi bir Wilsonculuk”un formüle edilmesidir.” (After the Neocons: America at the Crossroads – Neo-Conlardan Sonra: Amerika Yol Ayırımında)
Aslında neo-conlar Wilsoncu olarak adlandırılmış olsalar da, Wilson’un kendisi, “Milletler Cemiyeti”nin oluşturulması yoluyla “demokrasi”yi desteklemeye çalışmıştı. “Kuvvet politikası”nın aşılıp onun yerine “uluslararası hukuk”un geçirilebileceği hayali, bugün Amerikan liberal enternasyonalistler ve birçok Avrupalı tarafından paylaşılmaktadır. Neo-conlar bu bağlamda, “uluslararası hukuk”un kuralını uygulayamayacak veya saldırganlığı önleyemeyecek kadar zayıf olduğu konusunda “gerçekçiler” ile hemfikirdirler; uluslararası adaletin hem bir hakemi, hem de uygulayıcısı olarak Birleşmiş Milletler’i son derece eleştirmektedirler.
Fukuyama, sonradan bütün bu politikaların yanlış olduğunu söylese de, Irak işgalinin ülkeyi getirdiği noktanın tüm bölgeye bir model oluşturduğunu da bilmektedir. Sonraki gelişmeler bu modelin etkilerini göstermiştir.
Anti-Kapitalist Olmayanın Mumu Yadsıya Kadar Yanar
Türkiye 24 Ocak Kararları’nı uygulamaya koyabilmek için 12 Eylül’ü yapmak zorundaydı. 12 Eylül, Türkiye’yi “yeni dünya düzeni”ne hazırlayacak süreci başlattı. Bu süreç, içerideki tüm güçlerin yüzünü AB’ye döndürdü. Çok ciddi boyutlarda bir ittifak ve güç yedeklenmesi sağlanmıştı. Bu ittifak İslam kimliği taşıyan bir partinin iktidara gelmesiyle çatırdamaya başladı.
Türkiye’nin siyasi fay hatlarının kırılmaya meyilli bu yapısına kitaplarında sürekli değinen Huntington, “Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen” adlı kitabında Türkiye’yi de bir konu çalışması olarak ele alıp incelemişti. Huntington, siyasi iktidar tarafından halkın değiştirilmesinin hedeflenerek iktidar yollu gerçekleştirilen bir değişimin ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağı konusuna eğilmişti. Türkiye’de Atatürk döneminde yaşanan toplumsal değişim ve bu değişimin ürünü kurumsal yapılanma sürecini “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında da ele almıştı. Kitabında Türkiye’ye ayırdığı sayfalarda, Türkiye’nin çağdaşlaşmaya direnim gayretleri nedeni ile “bölünmüş ülke” statüsü kazandığını söyleyen Huntington, siyasal değişimin Türkiye gibi bir ülkede çok tehlikeli olduğuna ve bu gibi uygulamaların “bölünmüş ülke”ler ortaya çıkaracağına işaret etmişti. Huntington, her ne kadar çağdaşlaşma yanlısı olsa da, bunun doğal bir süreç içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirtiyordu. Türkiye’yi, Atatürk devrimleri ile çağdaşlaşma çabalarına karşı direncin halen sürmekte olduğu bir coğrafya olarak tanımlıyordu. Bundan dolayı, kendisinde bıraktığı izlenimin “bölünük” bir ülke olduğunu söylüyordu. Huntington bu yaklaşımlarıyla, belki de uygulamaya dökmek istediği bir Batı ve Konfüçyus-İslamcılık ittifakı karşıtlığını müstakbel müttefiklerine göstermek çabasındaydı.
Türkiye, kırılan bu fay hatları ile 28 Şubat’ı da yaşadı ve bu süreçten AKP doğdu. AKP iktidara gelirken AB politikasına bağlılığını ve neo-con siyasete uzaklığını ilan etmişti. Obama’yı iktidara getiren neo-con karşıtlarının gözdesi olmayı başarmıştı. Başta neo-liberaller olmak üzere, bir kesim AKP’nin politikaları etrafında toplandılar. Bu sürece ilişkin olarak Ruşen Çakır’ın yazdığı bir yazıdaki düşünceleri, yaratılan siyasi atmosferi çok net olarak anlatmaktadır:
“Türkiye bugün Amerika’da yaşananı 2002 seçimlerinde yaşadı. Daha sonra kendisi de ‘zenci’ metaforunu kullandığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, Erdoğan Türkiye için Obama’nın ABD’de başkan olmasına eşdeğerde bir gelişimin sonucu olarak ve büyük bir zaferle başbakanlığı elde etmişti. Siyasi yasaklıydı. 2002’de Meclis’e bile girememişti ama önüne konulan engeller kalktı ve sonunda başbakanlığa kadar yükseldi.” (Vatan Gazetesi, 03.12.2011)
Haziran 2011 seçimlerinin öncesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları bir oy toplama propagandası olarak değerlendirildi. Elde edilen başarının ardından gelen uygulamalar, seçim öncesi yapılan konuşmaların sadece bir propaganda olmadığını göstermiş oldu. “Yetmez ama evet”çiler ile “hayır”cılar olarak ortaya çıkmış kamplaşma, bir anda farklı bir ittifakın habercisi gibi oldu. Seçim öncesinde birbirilerine “CIA ajanları”, “faşistler” gibi suçlamalarda bulunanlar, tekrardan bir anti-AKP cephesinde buluşma sinyalleri vermeye başladılar. Çok daha ilginç olan ise, bu ve bölgedeki tüm gelişmelerin AKP’ye özgü bir mesele olarak algılanmasıdır. Bütün bu gelişmeler, ABD, İngiltere ve İsrail ele alınmaksızın algılanamaz.
Dini Demokrasi Olanın Kıblesi Neresidir?
Bu tarih kapitalizmin miladıdır aslında. Tekliğinin ve belirleyiciliğinin sıkıntısını kendi içinde karşıtlıklar yaratarak yolunu açacaktır. İktisadi krizlerini politik açılımlarla, politik sıkıntılarını iktisadi açılımlarla zamana yayacaktır. Eski karşıtlıklarla şekillenmiş olan politik ve iktisadi tüm yapılanmalar gözden geçirilecektir. Bu yüzden kapitalizme bu tarihlerden sonra gelen ağır eleştiriler, yine sermayenin kendisinden gelmiştir. Bunlar kapitalizmin yaşayabilmesini sağlamak için duyulan kaygılardır aslında. Bu “akılcı yanlışlamacılık”lar, kapitalizmin “doğrulanabilirliği” açısından zorunludur onlar için. Ama bu “doğrulanabilirlik” bilimsel bir “doğrulanabilirlik” değildir. Aslolan eleştiriyel bir süreklilik içinde “akılcı yanlışlanabilirlik”in doğrulanmasıdır. Bir bakıma kainatta kaotik bir düzen olduğuna dair bir önerme ile “görecelilik”i mutlaklaştırır. Metafiziğin yadsınması bile çok dar bir tutumdur. Zaten bilimsel “doğrulamacılık”la, kapitalizmin doğrulanabilmesi mümkün müdür? Sermaye, politikanın ve iktisadın diline bu “aklı” hakim kılabilmek için savaş verir.
“Anti-Bush”çu Paul Auster’in 2007 yılında Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajındaki söyledikleri, bir dönemler çok moda olan “ideolojiler bitti artık” diyen bir ideolojinin tekrarından ibaret. Ne tesadüftür ki, bu röportajı gerçekleştiren Yasemin Çongar. “İdeoloji, romanın hayatını bitirir” diyen yazar, daha önce “ideolojiler bitti” diyen diğer yazarlar gibi kendi ideolojisinden bahsetmeye başlıyor:
“(…) Sinagoga, kiliseye, camiye gitmeyen bazılarımız kendisine demokrasiyi din olarak seçti. Benim dinim de demokrasidir. Demokratlar, bireyin değerini ve ona saygıyı içselleştirirler. Demokratlık, yasalar karşısında eşitliğe inanmaktır; herkesin ayrı bir ruhu, ayrı bir iç dünyası olduğuna inanmak, herkesin hayatının değerli olduğunu bilmektir.
Roman da o noktada başlar. Roman, özü gereği demokratiktir; merkezinde bireyin özgürlüğü vardır. (…)” (21 Şubat 2007, Milliyet Gazetesi)
İdeolojisini net bir biçimde ortaya koyan Paul Auster; “ Demokratlık, yasalar karşısında eşitliğe inanmaktır” derken, kendi söylediği cümlenin “yasaların eşitlik ilkesine göre düzenlenmesi gerektiği” cümlesiyle aynı anlama gelmediğini ve hatta taban tabana zıt olduğunu gayet iyi bilmektedir. Bu önemli ayrıntıyı kaçırmayacak kadar zeki olduğunu hepimiz biliyoruz. Politik bir geçmişe sahip olduğunu da söyleyen yazar, romanlarında bu yola başvurmadığını söylüyor:
“(…) İdeolojilerin, siyasi tavırların emrindeki yazar, romanın hayatını, iç demokrasisini de bitirir. Yaşamaz; popüler olur, konuşulur ve unutulur. Gençken bu konuda büyük kararsızlık yaşadım. Siyasetle iç içeydim; Vietnam Savaşı’na karşı hareketin parçasıydım, ama yazar olmak istiyordum. Her ikisini birden yapmanın modelini aradım.
Marksist model, sosyalist gerçekçilik çok kötü bir seçenekti; romanı öldürüyordu. Gerçeküstücülerin denediği, avant-garde yaklaşıma ise saygı duydum, ama başarısız oldular. Üçüncü model, siyaseti roman üzerinden yapmamaktı; sonunda onu seçtim. Yine de romanlarımda siyasi referansları hep korudum. (…)” (21 Şubat 2007, Milliyet Gazetesi)
Ne kadar başvurmadığını söylese de, bir postmodern yazar olarak konumlanışı ile zaten bir ideolojik tavır içindedir. Modernizm ve onunla bağlantılı ulus-devletlerin inşası süreci nasıl kapitalizmin bir icadı ise, bugün postmodernizm adına benimsenen her konum da, çok uluslu kapitalizmin bir icadıdır. Kapitalizm akılcı bir yöntem olarak kendi varoluşunu “bilimsel doğrulama”ya başvurmadan, “akılcı yanlışlama”yı benimseyerek sağlar. Çünkü “bilimsel doğrulama” spekülasyonu kaldırmaz. Ama “akılcı yanlışlama” spekülasyona alan açar.
“Sinagoga, kiliseye, camiye gitmeyen bazılarımız kendisine demokrasiyi din olarak seçti. Benim dinim de demokrasidir. Demokratlar, bireyin değerini ve ona saygıyı içselleştirirler.” diyen Paul Auster, total kimlik altında ezilmekten korkan bir birey olarak, kendi antropolojik serüvenini demokrasinin garanti altına alması gerektiğini düşünüyor. Tüm dünyayı kuşatan kapitalizmin rekabet kültürünün büyük felaketlere yol açmaması için kopuklukların ve boşlukların arasına konulması gereken bir hava yastığı gibi olan demokrasiyi, dini olarak tanımlıyor. Her dinin mezhepleri vardır ama, kıbleleri aynıdır. Bireylerine kadar rekabete indirgenmiş ve parçalanmış bir dünyada demokrasinin yasalarını da kendi dininin kutsal ayetleri olarak görüyor. Serbest piyasayı zorunluluk olarak halklara dayatan bu düzen, gerek bunu sopayla, gerek ise havuçla yaparken totaliter olmuyor mu? Ayrıca bunu uygulamak için çaba harcayanlar bir post-jakoben konumlanış içinde değiller mi?
Bizim coğrafyamız kanlı senaryoların platosu gibidir. Bu kanlı senaryolardan biri olan Hrant Dink’in katledilmesinin ve Orhan Pamuk gerginliğinin olduğu süreçte birdenbire bu röportajın yapılması çok ilginç geldi bana. Auster’in, Kontrgerillanın milli bir olgu olmadığını bilmemesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Daha önce de söylemiştim; Amerika bizim topraklarımızda içselleşmiş bir olgudur. 2007’deki röportajda “Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesine” vurgu yapıyor Paul Auster. Ama o röportajda Mustafa Kemal Atatürk’ten hiç bahsetmiyor. Çünkü röportajın yapıldığı tarihte, henüz daha AKP, neo-liberallerin desteklediği bir parti konumundadır. Ama 30 Ocak 2012 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında Mustafa Kemal Atatürk’ün “olağanüstü bir lider” olduğunu söylüyor. Yani yine tam zamanında ortaya çıkartılıyor Paul Auster. Yine aynı röportajda Amerika’nın gelecek seçimleri üzerine şu yorumu yapıyor:
“Bakın, şimdiden söylüyorum, seçimlere daha 11 ay var ama Obama kazanacak. Cumhuriyet Parti hiç bu kadar uzlaşmasız, yetişkinlikten uzak hatta bir çocuk gibi davranan tavırda olmamıştı. Cumhuriyetçi adaylar çok zayıf: Mitt Romney’in açık zaafları ortada, kimseye hitap etmiyor. Obama açık farkla kazanacak. Önemli şeyler yaptı. Hayatımda gördüğüm hiçbir başkanın yapmadığı kadar… En zoru deniyor. Otomotiv sektörünü kurtardı. GM, Chrysler batma noktasına gelmişti. Devlet bütçesiyle kurtardı onları ve para bütçeye döndü. Ama kimse bu konuda Obama’yı övmüyor. Daha dün Kanada ve Teksas arasındaki petrol hattını bloke etti, Kongre’ye acil bir karar için müdahale etti. Belki herkes saldıracak Obama’ya bu müdahale için ama çevrecilik açısından doğru bir karardı.” (Hürriyet Gazetesi, 30 Ocak 2012)
Belli ki, Auster, Türkiye’de de tekrardan bir Obama arayışı içinde. Obama’nın varlığı, Auster’in aklından Batı emperyalizminin tüm vahşetini silmiş görünüyor. Türkiye’nin durumu bu bütünlüğün bir sonucudur. Bütünüyle emperyalist kapitalizmle hesaplaşmadan, hesap sormaya kalkışmak, yazarın düşüncelerini çok iyi ele veriyor bence. Paul Auster bir yazar olabilir ama, aydın olduğunu söyleyebilmek çok zor gözüküyor. Gerçek bir aydın tavrını, yine Batı dünyasının hatırı sayılır yazarlarından biri olan ve “hepimiz katiliz” demekten kaçınmayan Jean Paul Sartre’ın yazdığı şu satırlarda görüyoruz:
(…) “Türdeş bir dünyada olmadığımızı biliyoruz; köleleştirilmiş halkların hâlâ bu dünyada olduğunu, ayrıca bir tür sahte bağımsızlık kazanmış halklar, egemenliklerini kazanmak için savaşım veren halklar ve tam özgürlük elde etmiş, fakat sürekli emperyalist saldırganlık tehdidi altında yaşayan halklar olduğunu da biliyoruz. Bu ayrımlar sömürgecilik tarihinden, diğer bir deyişle baskıdan kaynaklanıyor. Anavatan bazı yerlerde birkaç feodal yöneticiyi maaşa bağlamakla yetinirken, bazı yerlerde bölerek ve yöneterek baştan sona sahte bir yerli burjuvazi yaratıyor; başka yerlerde ikili bir oyun oynuyor: Sömürgeye yeni yerleşimciler getiriliyor ve aynı zamanda sömürülüyor. Bu yüzden Avrupa bölünmeleri ve karşıt grupları artırmış, sınıflar ve hatta bazen ırkçı önyargılar yaratmış ve sömürgeleştirilmiş toplumları katmanlaştırmak ve katmanlaşmayı yoğunlaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. (…)
(…) Sömürgeci olduğumuzu çok iyi biliyorsunuz. Pençelerimizi önce altın ve madenlere, sonra “yeni kıtaların” petrolüne geçirdiğimizi ve onları eski ülkelere geri getirdiğimizi de biliyorsunuz. Bunun müthiş sonuçlarına tanık olarak saraylarımız; katedrallerimiz ve büyük sanayi kentlerimiz yeter; fiyatların birdenbire düşmesi tehlikesi olduğu zamansa sömürge pazarları hemen bu darbeyi yumuşatır ya da başka yere yöneltirdi. Zenginliğin kaymağını yiyen Avrupa insanlık konumunu yurttaşlarına de jure (doğal hak) olarak verdi. Bizim için insan olmak demek, sömürgeciliğin suç ortağı olmak demektir, çünkü istisnasız hepimiz sömürge talanından yararlandık. Cocteau Paris’ten rahatsız olur hale geldi -“sürekli kendisinden söz eden bu şehir”. Peki Avrupa farklı mı? Ya Avrupa’dan üstün canavar Kuzey Amerika? Laf, laf: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, yurtseverlik ve bilmem başka neler. (…)
(…)Yüksek düşünceli insanlar, liberaller ya da yumuşak kalpliler, bu tutarsızlıktan şok olduklarını söyleyerek protesto ettiler, fakat ya yanılmışlardı ya da dürüst değillerdi, çünkü bizde ırkçı bir hümanizmden daha tutarlı hiçbir şey yoktur. Çünkü Avrupa insan olmayı ancak köle ve canavar yaratarak başarabilmiştir. Bir yerlerde yerli bir halk oldukça bu sahtekârlık ortaya çıkmadı; insan ırkı nosyonunda, en gerçekçi uygulamaların kılıfı olarak hizmet gören soyut bir evrensellik varsayımı bulduk. Okyanusun diğer yanında, bizim sayemizde belki bin yıl sonra şimdi bulunduğumuz konuma gelebilecek aşağı bir ırk vardı; kısacası biz seçkini insan türüyle karıştırdık. (…)
(…) Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve kanıtı çürütülmez yapan gerçek de bu. Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. Fakat bunun bir yararı var mı? Evet, çünkü Avrupa ölümün eşiğinde. Fakat diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyor ve onun aşırılıklarını onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi değilsiniz. Çünkü öncüler sizdendi; onları deniz aşırı ülkelere yollayan sizdiniz, onlar da sizi zenginleştirdiler. Çok fazla kan dökerlerse onlara sahip çıkmayacağınız yolunda uyarı yaptınız. Fakat sahip çıkmamanız şuna benzer: Her devlet diğer ülkelerde ajitatörler, ajan-provokatörler ve casuslar besler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmaz. Bu kadar liberal ve bu kadar insancıl olan, kültüre bu kadar abartılı ve yapmacık bir ilgi duyan siz, siz sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş görünüyorsunuz. Marks’ın dediği gibi “utanç devrimci bir duygudur”. (…) bknz.
İlk yorum yapan olun