Amerikancı Değerlerin Cesaret Oscarları
Türkiye, büyük cüretkârlıklar, büyük cesaretler dönemine girdi gibi görünüyor. Bunun ölçütünü nereden çıkartıyoruz? 1960’lı yıllar boyunca bu ülkede anti-Amerikancılık, anti-emperyalizm yükselen politik ve ahlâki değerlere damgasını vurdu. İnsanların Amerika ile özdeşleşen çıkarları bir biçimde kabul etmeleri, onların moral düşkünlüklerinin neticesi olarak görüldü. Ama gelinen noktada durumun değiştiğini ve değişen durumun Türkiye’ye etkisizlik biçiminde yansıdığını görüyoruz.
Etkisizlik sadece politik tepkisizliğe işaret etmiyor, aynı zamanda solun ahlâki ve sosyal değerlerinde bir çürümeye de işaret ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı, bu yıl verdiği “cesur kadınlar” ödülleri kapsamında, CHP’li bir parlamenteri de listesine dâhil ediyor. Ancak, Türkiye’de bu ödülle başlayan ve daha sonra ABD Büyükelçiliği’nde resepsiyonla devam eden süreç ne bir tartışmaya, ne bir ciddi değerlendirmeye, ne bir tepkiye konu oluyor. Bu bağlamda, tarih bilinci açısından bakıldığında, ABD’nin kendi içindeki muazzam beşeri kriz, bu krizi dünyaya yayması, dünya emperyalist egemenlik sisteminin odağında durması ve dünya yüzeyinde yarattığı katliamlar, soykırımlar, uygarlık tahripleriyle birlikte düşünüldüğünde; bırakınız ABD’nin, Türkiye’nin emekçi halklarına karşı işlediği suçları, tüm insanlık için yarattığı yıkım tablosu gözönünde bulundurulduğunda, hakikâten de ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan böyle bir ödül alınmasının ahlâki ve entellektüel açıdan büyük bir cesaret gösterisi olduğu son derece nettir.
Namusun İsyanı Anti-Emperyalist Olur
ABD’nin gerçekliği bu kadar ortaya dökülmüşken, Amerikan halkı isyan halindeyken bunun yapılması, cüretin ne kadar büyük olduğunun göstergesi. Bunu cüret olarak nitelendirirken, pek çok politik ölçütü Türkiye’nin emekçi mücadelesinden, devrimci gençlik mücadelesinden vermek mümkün. Ben o örneklere girmeyeceğim. Çok gündeme gelmemiş ama gündeme de getirilmesi gereken bir örnekten yola çıkacağım:
1969 yılında Amerikan 6. Filo’su İstanbul’u ziyaret eder ve gençlik büyük bir kampanya düzenler. Devrimciler bunu protesto ederler. Bu protestolar toplum nezdinde o kadar kabul görmüş ve o denli meşru bir biçimde algılanmıştır ki, toplumun kıyısında kaldığı kabul edilen insanlardan da tepki gelir. Karaköy genelevinde çalışan, namusuyla, onuruyla dik duran kadınlar, 6. Filo’nun murdar artıklarını genelevin kapısından içeriye dahi sokmazlar. Oraya bir barikat kurulur. Amerikan Conileri dövülerek oradan atılır. Bu ülke öyle namus, şeref, onur örneklerini yaşamış bir ülkedir. Böyle bir ülkede bırakınız devrimci mücadelenin Türkiye’ye yerleştirdiği, meşrulaştırdığı ve kabul ettirdiği anti-Amerikancı ve anti-emperyalist değerleri, demin verilen örnek bile alınan ödüldeki cüret payının yüksekliğini sadece Türkiye açısından göstermeye yeter.
Kapitalist Soykırımın Anavatanı: ABD
Ancak bunu yeterli bulmayanlar, Amerika’yı halen daha temel beşeri değer ölçütlerinin gelecek vaadeden boyutları bakımından ele alanlara cevap olması açısından, benim “Barbarlığın En Yüksek Aşaması: ABD” adlı kitabımdan sunacağım bir takım bilgiler var. ABD’nin yarattığı beşeri kriz, sistematik ve gizli bir yoksul soykırımından farksızdır. Bu konuda eldeki veriler Amerikan kâbusunun boyutlarını ortaya çıkarıyor.
Her yıl 27 bin Amerikalı intihar ediyor. 23 bin kişi cinayete kurban gidiyor. 85 bin kişi ateşli silahlarla yaralanıyor ve bu yaralanmalar sonucunda hastanelerde yaşamını kaybeden insan sayısı 38 bin. Yine her yıl 13 milyon kişi saldırı, ırza tecavüz, silahlı gasp, hırsızlık, kundakçılık gibi suçların mağduru oluyor. 473 Bin kişi erken denilebilecek yaşlarda tütüne bağlı hastalıklar sonucu hayatını kaybediyor. 125 Bin kişi aşırı alkol kullanımından ölüyor. 6,5 Milyon insan eroin, kokain ve benzeri uyuşturucular kullanıyor. 31 Milyon 450 bin kişi Marihuana kullanırken, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu 37 milyon kişi, diğer bir deyişle; her 6 Amerikalı’dan biri sakinleştirici alıyor. 1 Milyon 800 bin insan trafik kazalarında yaralanırken, bunların 150 bini hayat boyu sakat kalıyor. 45 Bin kişi otomobil kazalarında ölmesine rağmen kitle ulaşımına ayrılan fonlar sürekli azaltılıyor ve otomobil üretimi artarak sürüyor. 1 Milyon 300 bin insan yanlış tedaviler sonucu sakat ya da hasta. 2 Milyon kişi gereksiz ameliyatlara maruz kalıyor ve 10 bin kişi de bu ameliyatlar sonucu ölüyor. 30 Binden fazla çocuk fiziki kötü muamele ya da bakımsızlık yüzünden sakat kalıyor. 2 Milyon 900 bin çocuk ciddi bakımsızlık, psikolojik işkence ve kasıtlı aç bırakma dahil kötü muameleye maruz kalıyor. 5 Bin çocuk anne, baba, büyükanne ve büyükbaba gibi ebeveynleri tarafından öldürülüyor. 1 Milyon çocuk çoğunlukla anne-baba ve öteki büyüklerinin cinsel saldırıları dahil kötü muamele yüzünden evden kaçıyor. 150 Bin çocuk kayıp. Bu çocukların 50 bini sanki yok olmuş. ABD’de aralarında 7 yaşındakilerin bile bulunduğu 2 milyon çocuk günde 10 saatten fazla düşük ücretli tarım, bulaşıkçı, ev hizmetçisi, çamaşırhane işçisi olarak çalışıyor.
Yine her yıl 700 bin kadın tecavüze uğruyor. 2 – 4 Milyon arasında kadın dayak yiyor. Kadın ölümlerinin ikinci, yaralanma ve sakatlanmaların birinci en büyük nedeni; ev içi şiddet. 100 Bini aşkın insan iş koşullarına bağlı olarak karaciğer, akciğer, kanser, verem hastalıklarına yakalanıyor. 60 Bin insan da, havada, suda ve yiyeceklerde biriken toksit çevre kirlenmesine bağlı olarak ölüyor. ABD Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre 80 milyon kişi yetersiz bir gelirle, bunların 35 milyonu ise yoksulluk düzeyinin altında bir gelirle yaşıyor. Bu 35 milyon insanın 12 milyonunun kronik açlık ve yetersiz beslenme sorunu var. Bu kesimde bulunan insanların çoğunluğu yılın belli dönemlerinde aç kalıyor. 2 Milyondan fazla insan evsiz, sokaklarda yaşayıp kaldırımlarda veya geçici barınaklarda uyuyor. 160 Milyondan fazla Amerikalı bir biçimde borçlanmış ailelerin üyesi. Bu insanların önemli bir bölümü zorunlu ihtiyaçları için borçlanıyor. Tam gün işe ihtiyacı olduğu halde 15 milyon insan sosyal güvencesiz, kısa zamanlı işlere mahkum. 40 Milyon kişinin; her 4 kadından veya her 10 erkekten birinin çocukluğunda, özellikle 9-12 yaşlarında çoğunlukla yakın akrabalarının ya da aile dostlarının cinsel tecavüz, tacizine uğradıkları tahmin ediliyor. 4,5 Milyondan fazla çocuğun veya yoksulluk yardımı alan 9 milyon çocuğun yarısından fazlasının yetersiz beslenme sorunu var. 40 Milyondan fazla insanın sağlık sigortası bulunmuyor. Aileleriyle birlikte yaşamak zorunda olan 1 milyon 800 bin yaşlı, zorla eve hapsetme, yetersiz beslenme, dayak gibi sorunlarla karşı karşıya. 1976’dan beri 182 kişinin elektrik, asma ve zehirli gazla öldürüldüğü ve 2500 ölüm mahkumunun kararın infazını hücrelerinde beklemekte olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. 76’dan, 89’a kadar ki rakamlardır verdiğim. Ondan sonra bu ölüm cezası neticesinde ölenlerin sayısı daha da arttı.
Birleşik Devletler’deki kolejler ve üniversiteler halen dünya çapında büyük ilgi görürken, yüksekokulları bitirmeden terkedenlerin oranı %25’e yaklaşıyor. Siyahlar ve İspanyol asıllılar arasında bu oran daha fazla. Bu kişiler hiç bir mesleki eğitim görmüyorlar. Okulu terkedenlerin %50’si işsiz ya da sosyal yardım alıyor. Suç ve kapitalizm, Amerika’nın temellerini oluşturuyor. Toplumsal patoloji, yapısal bir boyut kazanıyor ve burada ben şu tarifi yapıyorum: Amerikan sistemine en çok uyan kavram “ölüm kapitalizmi” oluyor.
Amerika’da her 22 dakikada bir kişi öldürülüyor. Her 5 dakikada bir tecavüz olayı, her 49 saniyede bir silahlı soygun, her 30 saniyede bir silahlı saldırı yaşanıyor. Irkçılık ve sınıfsal eşitsizlik Amerika’yı kemiriyor. Uysal Tom amca, uysal ev kölesi Obama’nın iş başına gelmiş olması, bu pisliğin sadece üzerini örtmeye yarıyor.
Son 20 yılda siyah ailelerin ortalama geliri sadece %1.2 artarken, beyazların ortalama geliri ise %8.7 oranında artıyor. 65 Yaş ve üzerinde 3 milyondan fazla insan kronik açlıkla karşı karşıya idi. Yıl 1990: Bu sayı şimdilerde daha da arttı. Hele krizden sonra, Amerikan Akciğer örgütünün açıklamasına göre; her yıl 50 bin yeni verem vakası ortaya çıkıyor. New York’ta çocuklar arasında tüberküloz oranı ikiye katlanırken, baba Bush’un başkanlık döneminin ikinci yarısında, Amerika çapında %40 artış gösterdi. Yeni rakamları bilmiyoruz.
İlginçtir, 1990 yılının istatistiklerine göre; New York’ta yaşayan beyazların binde 14.8’i, Asyalıların binde 62.1’i, İspanyol kökenlilerin binde 71.4’ü, siyahların ise binde 129’u vereme yakalanmıştır. Irksal eşitsizlik tablosu verem oranlarında dahi kendini gösteriyor. 28 milyon Amerikalı yetersiz kanalizasyon sisteminin sonuçlarıyla karşı karşıya.
Saymakla bitmiyor. Bu oranları, rakamları nereden aldığıma dair kaynakçalar kitabımda zaten veriliyor. Gayet nettir: ABD, ticari, mâli, ekonomik çıkarlara dayalı bir tür rasyonalite tarafından düzenlenen bir “ölüm örgütü”dür. Bu örgüte kâr ve üretim için girilir. Dolayısıyla beşeriyetin özüne dayalı hiç bir meşruiyeti yoktur. İnsanlığın geleceği açısından barbarlık dışında temsili hiç bir değeri yoktur. Yeryüzünün Amerikanlaşması, insanlığın mazisini yitirmesiyle eş anlamlıdır. Dolayısıyla, Amerika’nın verdiği her ödül bizi evrensel intiharın, ölüm ekonomisinin parçası haline getirme doğrultusunda atılmış simgesel değer taşıyan moral bir çöküntünün göstergesidir.
“Neo Gladio”nun Elçilik Karargahları
ABD’nin çürüme ve çöküş sürecini birlikte yaşadığı ve tüm dünyada liderliğini yaptığı kaipitalist sistem, kendi kendini sürekli aşağılamakla kalmıyor, hepimizi de aşağılıyor. Medyanın hipnotize ettiği kültür, ticari bayağılıklarıyla aklımızı ve ruhumuzu istila etmiş vaziyette. Bu insan ruhuna hakaretten başka bir şey değildir. Ölüm gülüşlü “leydi”lerin elinden ödül almak ve daha sonra bu ödülü Amerikan büyükelçisi Riccardione’nin tabiriyle “yeni dostlar”la birlikte kutlamak, bırakınız, Amerika’nın, Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’da, Balkanlarda işlediği suçları; imparatorluk projeleri şu olgularla veya kendi egemenlik alanı içerisinde gerçekleşen beşeri kriz tablosuyla yanyana getirildiğinde bile hakikaten deminden beridir kullandığım eleştirel sözcüklerin dahi yetersiz kaldığını gösteriyor. Ama ne yazık ki, kimse tarafından; ABD Büyükelçiliği’nin “Neo-Gladio” söyleşimizde ortaya koyduğumuz çerçeve içerisindeki rollerine, konumlanışına, evsahibi ülke olarak nitelendirilen ülkelerdeki faaliyetlerdeki rolüne, bu rolün “karşı ayaklanmacı doktrin”le bağlantısına ve bu “karşı ayaklanmacı doktrin”in önemli hukuki kültürel yapılanmaları içerdiğine, “yerli Amerikalılar” başlığı içerisinde değerlendireceğimiz gruplarla, kişilerle, güç merkezleriyle bağlantılarına yönelik açıklıkla sorgulanmıyor.
Burada en basitinden “yeni dostlar”ını ilân eden Amerikan büyükelçisinin, Irak’a emperyalist müdahale sırasında hangi işlerle meşgul olduğu, hangi operasyonel faaliyetlerin içerisinde bulunduğu sorusu sorulmuyor, sorulmalıdır. Türkiye’yi neden bu kadar öğrenme isteği duyduğu sorulmuyor, sorulmalıdır. “Eski dost”larının kimler olduğu sorulmuyor, sorulmalıdır. “Yeni dost” kavramı içerisine yerleştirilenlerin Soros üzerinden “açık toplum” bağlantılarındaki yer ve konumları sorulmalıdır. Bunlar aslında açığa çıkmış bilgilerle cevabı gayet rahat verilecek sorulardır.
Özelleşen “Sol”, Devletleşen Sermaye
Burada aslolan, insan hakları emperyalizmiyle bütünleşmiş, bunun doktriner kavramlarıyla zihni bulanmış “sol”ların, liberalizmin her çeşidinin patolojik yayılmasıyla kendilerini özdeşleştirmeleridir. Serbest piyasa diktatörlüğünü görmeyen veya sadece sözel olarak tepki gösteren “sol”lar bunları görmezden gelme olgusunu artık bir işbölümü çerçevesi içerisinde, sahte muhalefetlerinin, sözde sistem karşıtı hareketler yelpazesinin çeşitli noktalarına monte ediyorlar. Sistem karşıtı hareket, özü itibariyle kapitalist kâr dinamiklerinin işleyişini engelleyen, işlemez hale getiren ve bunun ortadan kaldırılması koşullarını hazırlayan hareket demektir.
Bugüne kadar Türkiye’de “sol”ların bu işlevi yerine getirdiklerine dair en küçük bir emare dahi görmek mümkün değildir. Türkiye’deki darbe uygulamaları, bununla bağlantılı olarak militarist diktatörlük saptamaları, despotça eğilim tespitleri, sadece bir halk üzerinden bir takım pratiklerin “ezen-ezilen” dinamiğine yerleştirilerek, topyekün bir halkın “ezen” kategorisine yükseltilmesi ve onun dışında kalan atomize edilmiş tüm diğer toplumsal unsurların etnik ve mezhebi parselasyona tâbi tutulması, üzerinde durulması gereken olgulardır.
Dikkatimiz bunlar üzerine çekilirken çok uluslu ortaklıklar, uluslararası bankalar, emperyalist sistemin global ölçekte denetim teşkilatları, silah tekelleri, onlarla içiçe çalışan politik ve askerî hizipler, narko-politikle bütünleşmiş temsili sistem mekanizmaları, narko-politikle bütünleşmiş medya tekelleri, finans-kapitalin en kriminal ve kirli unsurlarının Türkiye’de devâsa şebekeler halinde banka sistemini neredeyse tümüyle yönlendiriyor, yönetiyor olması hep gözlerden kaçırılıyor.
Üstelik tüm bunlar yapılırken, insan hakları ihlalleri suçlaması, özellikle evrensel insan haklarının aldatıcı görünümü altında bireylerin sivil özgürlükleri açısından ele alınıyor. Batı kapitalizmi, taammüden tüm bu çelişkilerden, tüm bu pratiklerden soyutlanıyor. Ortada kalan, hangi ülke söz konusuysa o ülkenin “devlet”i oluyor. Ama kimse o devletin arka planındaki sistemden ve o sistemin emperyalist egemenlik ilişkilerinin içerisindeki konumundan söz etmiyor. Oysa Batı’da neo-liberallik yumuşatmasıyla maskelenen müthiş ölçeklerde yoğun bir “yeni devletçilik”ten ve bu devletçiliğin aşırı boyutlara vardığından söz etmek mümkün. Emperyalist global ekonomik sistemin doğası adaletsizlik, sürekli ölçüde kutuplaşma, çelişki üretiyor. Müthiş ölçekte otoriter yapılar üretiyor ve bunu yerli unsurlarla içiçe gerçekleştiriyor. Fakat insan hakları mücadelesi karartması altında açlık çeken halkların barınaksızlığı, cehaleti, hastalıkları, yoksulluğu ya gündeme gelmiyor veyahut da sistemin istediği “sivil toplum” örgüsünün karanlık eliyle gündeme getiriliyor.
Türkiye’nin Egemen Azınlığı: Yerli Amerikalılar
En vahimi, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, ABD emperyalizminin diğerleri gibi dışsal bir faktör biçiminde değil de Türkiye’ye içkin bir unsur olarak kabul görmesidir. ABD, Türkiye’deki özel egemenliğini, özel bağlarla kendine bağladığı, çok özel odaklar aracılığıyla, hattâ ondan daha fazla müthiş ölçekte ürettiği “rıza” ve bu ortak mutabakat üzerinden organik nüfuzuyla sürdürüyor. ABD emperyalizmi, Türkiye’de metabolik bir yapı içerisinde örgütlenmiştir. Öyle ki, tıpkı kan dolaşımındaki oksijen gibi zehiri vücudun her yerine taşıyan bir organizmaya dönüşüyor.
Amerikan tarzı emperyalizm, Türkiye’de egemenliğini öyle organik hale getirmiş vaziyetteki artık, o bir dış işgalci görünümünden çoktan çıkmış durumdadır. Amerikan emperyalizmi artık “Türk malı” özelliği taşıyor “yerli Amerikalılar” sayesinde. Hayatın her alanına rahatlıkla giriyor ve yaygın bir varlık olarak yabancı olmanın yaratacağı tepkilerden kendisini koruyarak, organik hakimiyetini tüm gücünü, tüm dokularda hissettirebiliyor. Bu ölçüde yerelleştiği ve bu yerelleşme ölçüsünde yerli olanın, neredeyse tümüyle tasfiye edebildiği nadir ülkeler arasında Türkiye. Amerika’nın yarattığı yapısal bağımlılık ilişkileri, bu anlamda artık işbirlikçi dahi diyemeyeceğimiz, “yerli Amerikalılar” diyeceğimiz odakların ittifakına ekonomik, politik, sosyal hattâ sistem karşıtı hareketler içerisine monte olmuş güçleriyle, bu bağımlılık ilişkilerini güçlendirmelerine imkân veriyor.
Bu biçimsel bir bağımsızlıktan çok öte ve ne yazık ki, bunun ortaya çıkardığı bir tür değerler sistemi tartışılmaz bir biçimde kabul ediliyor. Bu değerler sistemine bir de “sol” bir elbise, insan hakları elbisesi giydirildiğinde, Amerika’yla ve diğer emperyalist güçlerle organik bir biçimde içiçe geçme, gözlerden rahatlıkla saklanabiliyor. Amerikan tarzı egemenlik, toplumsal yapının, neredeyse tüm hücrelerinde etkinliğini gösterirken, hayat tarzı, bürokrasi, militarizm, kültürel özellikler, hatta toplumun ruhsal şekillenmesinde, en önemlisi medyada tıpkı solunan hava gibi veya içilen su gibi hayatla bütünleşerek varlığını hissettirmeden, neredeyse bir ön kabul gibi yerleşik hale getiriyor.
NATO’nun Çelik Güvercini
Eğer bu olmasaydı, Türkiye sözde en saygın figürler arasında kabul ettiği, idam sehpasına anti-Amerikancı, anti-emperyalist şahsiyetiyle çıkan Deniz Gezmiş’in anısını politik demogojisinin parçası haline getiren bir yapılanmanın üyelerinden ve üstelik önde gelen üyelerinden birini ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan ödül almasını problem haline getirirdi. Yani bu konuda ilk kez mi doğru sorular sorulamıyor ve cevaplar alınamıyor? Elbette değil.
Tıpkı Afganistan’a, ABD’nin “emperyalist soykırım cihadı”nda, Ecevit’in verdiği destekte de olduğu gibi. Ecevit o dönem en azından göstermelik düzeyde dahi olsa, Amerika’nın 11 Eylül saldırısı ile ilgili Afganistan’ı topyekün suçlaması noktasındaki kanıtları tartışmaya dahi açmadı. Tıpkı NATO genel sekreteri gibi, Ecevit de (o zaman başbakandı), ABD tarafından Türkiye’ye iletilen kanıtları inandırıcı buldu. Aynen şunu söyledi: “Kanıtların ABD tarafından inandırıcı bulunması benim için de inandırıcıdır”. Dünyanın başka ülkelerinde bu kadar kolaycı bir biçimde, Amerikan emperyalizminin, Afganistan’daki milyonlarca insanı açlığa mahkum edecek bombardımanın başlangıcını onaylayan başka bir gayretkeşlik görülmedi.
Elbette Türkiye’nin gayretkeşliği bununla da sınırlı kalmadı. Yine Başbakan Ecevit, dünyada eşi benzeri görülmedik bir açıklama yaparak; “Afganistan’da MİT’in istihbarat ağının güçlü olduğunu ve elde edilen istihbaratı ABD ve müttefiklerle paylaşmaya hazır bulunduğunu” bildirdi. Bunun ötesine geçti, Taliban rejimini nasıl devirmeleri gerektiği konusunda ABD’ne akıl hocalığı yapmaya da girişti. Şu öneride bulundu: “ABD kara harekâtına girişmesin, hiç zaiyata gerek yok, bombardımandan sonra Afgan muhalefetini güçlendirsin ve Taliban rejimini bu şekilde devirsinler” dedi. Türkiye, bir başka ülkede rejim değişikliğini bu kadar açık bir biçimde, Ecevit döneminde formüle etti. Artık biz de cüretkâr değerlendirmeler yapabiliyoruz.
Türkiyenin Yeni İhraç Metaı: Sosyal Demokratlar
Türkiye’nin en iyi ihraç metaı sadece militarist kurumları değildir, Türkiye’nin en iyi ihraç metaı “maskeli sol”dur. Dünya üzerinde işçi sınıfı hareketine en fazla ihanet eden ve kendini “sosyal demokrat” tanımlamasıyla değerlendiren şahsiyetlerin de bu kapsamda ele alınması zorunludur. Türkiye’de en iyi ihraç metaı arasında, aynı zamanda “sosyal demokrat” etiketli olanlardan bir uzun liste yapmak mümkün. Özellikle uluslararası sermaye kurumlarında ve dünya güç merkezlerinde bunlardan pek çoğuna rastlamak mümkün.
Nitekim Afganistan’a yönelik emperyalist müdahaleden sonra bölgede görevlendirilen, akademik ünvanlar da taşıyan, Bilderberg’in, yani dünya kapitalist enternasyonalinin en önemli kurumunun 1974’ten itibaren önde gelen katılımcılarından birinden, Hikmet Çetin’den de söz etmek gerekiyor. Hikmet Çetin, temsil ettiği dünya sistemi değerleri bakımından Cumhuriyet Halk Partisi’nin değişmez genel başkanıdır. CHP’nin değişmez genel başkanı Hikmet Çetin, temsil ettiği kapitalist enternasyonal değerleri adına büyük tecrübe ve birikimini Afganistan’a taşıdı. Afganistan ile Türkiye arasında benzerlikler kurmak belki pek doğru olmayacak ama, bir nokta çok önemlidir; dünyanın en önemli bakır yataklarından başlıcasına sahiptir. 1 trilyon dolarlık bakır rezervine sahip olduğu, daha birkaç ay önce ABD’nin önde gelen maden kuruluşları tarafından açıklandı. Sahip olduğu diğer muazzam maden kaynakları ve petrol-doğalgaz boru hatları üzerindeki konumu cabası.
Ama bunlara ilave edilecek diğer konu, dünyanın en nitelikli afyonunun Afganistan’da üretildiği gerçeği. Gözlerden kaçırılan noktalardan biri şudur: Taliban işbaşına gelişiyle birlikte Afganistan’da afyonun üretimini yasak etti. Taliban bu yasağı çok katı bir biçimde uyguladı. Öyle bir hale geldi ki, 185 tona kadar düşmüştü afyon üretimi. 2001 yılının sonlarına doğru ise 3650 tona fırlamıştı. (Birleşmiş Milletler’in 2003’te yayınladığı rapor)
Gırtlağına kadar uyuşturucu ekonomi-politiğinin içine batırıldı Afganistan. Ne ilginçtir ki, Amerikan ordusu, Afganistan’daki savaş beylerini aylığa bağlamakla yetinmedi. Aynı zamanda onlara uyuşturucu işinde yol verdi ve bu uyuşturucunun başlıca güzergahlarından biri Türkiye oldu. Bu, Türkiye’nin en karanlık noktalarından başlıcasıdır. Afganistan’ın temel ihraç maddesi olan uyuşturucu, önce Afgan cihadı sırasında, daha sonra Türkiye’nin desteklediği “Afgan savaş beyleri” ve onların bu kirli faaliyetleriyle bütünleşmiş Batı bankalarına yönelik olarak bir transit ticarete konu oldu. Zaten Amerika neredeyse, uyuşturucu oradadır.
Vietnam savaşında da altın üçgende, Amerika’nın uyuşturucu konusunda nasıl bir altyapı hazırladığını “Kirli İşler İmparatorluğu” adlı kitabımda detaylarıyla anlattım. Orta Amerika’daki uyuşturucu trafiğinde Amerika’nın rolü ile ilgili bilgi benim kitaplarımda fazlasıyla mevcut. Amerika’nın içinde yer aldığı bütün emperyalist müdahaleler aynı zamanda uyuşturucuyla bağlantılıdır. Bu kapsam içerisinde düşünüldüğünde narko-politik tecrübenin, özellikle NATO destekli merkezi planlama faaliyetlerine, diplomatik inceliklere bu bağlamı da katacak kişilikler tarafından yansıtılması doğaldır. Ne garip benzerlikler var. Özellikle, bakırın, kromun, hatta uyuşturucunun yerleşik dinamikler yarattığı, narko-politiğin kahrolası çelişkilerini meydana getirdiği bir bölge; Diyarbakır, Elazığ, Dersim hattının problemlerine, çelişkilerine ve sosyal yapı itibariyle inceliklerine vâkıf olan, bunları askerî-diplomatik stratejilerin bir parçası olarak değerlendirebilecek şahsiyetlerin, Afganistan gibi bir yerde ön plâna çıkarılmalarıdır. O halde başa dönersek, benim söylediğimde çok garipsenecek bir yan yoktur. Türkiye’nin en iyi ihraç metaı sadece militarist kurumları değil, “sosyal demokrat”larıdır.
Kuşak Metafiziği Solu Çürütüyor
Denilebilir ki, gerçek bu ise, neye itiraz ediliyor veya neye tepki gösteriliyor? Elbette bu ödülün alınmasında “yeni dostlar” kavramında itiraz edilecek noktalar yok. Burada temel meselenin ne olduğu ortaya konulduktan sonra, gerçekliğin hakikate dönüşüm sürecinde bu bilinçle bakılması, bizi zaten donanımlı hale getiriyor. Burada itiraz edilen nokta “yerli Amerikalı” unsurlarla, insan hakları üzerinden iş tutan, birlikte yürüyen, onların değirmenine su taşıyanların konumu. İş öyle bir hale gelmiştir ki, CIA ile bağlantıları ayyuka çıkmış bankerlerin, finans spekülatörlerinin kurduğu vakıflarla, onların oluşturduğu enstitülerle çok rahat ve hiç bir eleştiri olmadan, hattâ kınama, tepki görmeden bağlantı kurulabilmekte, işler al gülüm-ver gülüm yürüyebilmektedir. Burada artık “sol”lar açısından bilinç körelmesinin ötesine geçmiş bir durum söz konusudur.
Bugüne kadar onların ruhçuluğunu bağışladık. Hep ruh çağırdık; 68 ruhu, 78 ruhu. Sanki toplumsal mücadelede bir lütufkârlıkmış gibi, kendini kuşaklara aidiyetler çerçevesinde sunmaya dönüşmüştür. Toplumsal mücadeleye bu kuşakların ne kadar büyük armağan olduğunu defalarca anlatma histerisi bir ayin biçimini almıştır. Nasıl büyük bir “demokrasi mücadelesi” verildiğini defalarca vurgulama, bu ayinin tezahürleri arasındadır.
Oysa gerçekte olan, büyük çoğunlukların algılaması anlamında bir devrim mücadelesiydi. Devrim mücadeleleri, tarihsel bilinç bağlamında ruhçulukla birlikte yürümez. Bu anlamda ruh çağırmayı, Türkiye’de sağdan öğrendik diyebilirim. Meşhur “46 ruhu”nun fikir babası Türkiye sağıdır. Ne yazık ki, sol ile sağ bu metafizik ruhçulukla buluşmuşlardır. Böyle giderse 68’le başlayıp, 78’le devam eden belki bir müddet sonra 98’liler, 2008’lilerle açıklanarak ilerleyecek olan yeni bir takım metafizik unsurlarla karşı karşıya kalacağız. İşte bu ruhçuluk, bu “demokrasi cihadı”yla yoğrulma, bu insan haklarını merkeze koyarak sistem karşıtlığını tam da sistemin istediği tarza indirgeme tutumu, beraberinde bilinç körlüğünün ötesinde bir durumu getirdi. Ortaya öyle garip tablolar çıktı ki, bu sistemden darbecilerin yargılanmasını istemeye kadar vardı. Bu sistemden katliamcıların yargılanmasını ve bunun üzerinden adalet talebine kadar vardı. Dolayısıyla, elbette “yerli Amerikalılar”ın faaliyetleri de değneksiz köyde kendine çok rahat alan bulabildi.
Devrim Kaçkınlığı
Böyle bakıldığında, Karaköy’de 1969 yılında Amerikan askerini bulunduğu yere sokmayan, orayı insanlık onurunun bir parçası olarak gören ve adına şu ya da bu denilen kadınlarımızın değeri daha iyi anlaşılıyor. Bu basit bir direniş olmanın elbette ötesindeydi. Toplumsal mücadelenin haklılığı, devrimci mücadelenin ahlaki üstünlüğüne bağlıdır. Sürekli tüm sınıfsal bağlamlarından koparılmış demokrasi ve insan hakları kavramlarıyla yürürseniz, bir müddet sonra kendinizi umulmadık saflarda bulursunuz. Hatta o saflar, o kadar kaba hallere de dönüşür ki, bir bakarsınız; Tan Matbaası’nı yıkan, 6-7 Eylül Olayları’ndaki rolü son derece karanlık olan, Türkiye’de önce Kıbrıs eksenli başlatılan kontrgerilla faaliyetlerini kendi merkezinde yürüten gazete içerisinde, yine adı konmamış ilişkilere giren ve bu gazetenin patronunun çocuklarının kendisine emanet edilecek kadar güvenilen (ki burada devlet bağlantısı içerisinde olması kaçınılmaz) şahsiyetler, bugün Türkiye’de özgürlük mücadelelerinin başındalar. Bu nasıl iştir?
Türkiye’de hiç bir sorun, sorun değil. Soru sorulmaması, sadece dediğim gibi bilinç körlüğüyle bağlantılı da değil. Çünkü gerçekler apaçık. Bu gerçeklerin, hakikate dönüşümü sürecini hızlandırmak gerekiyor. Gerçeğin hakikate dönüşümü, sınıfsal temellere dayalı tarihsel bir bilinç gerektiriyor. Ama kendi içine bükülmüş bir “sol” anlayış, nedense insan hakları, demokrasi, serbest piyasa diktatörlüğü cephesinden kopamıyor. Kendisiyle birlikte Türkiye’yi de sürüklüyor. Bu sürükleniş, tüm bölgeye devrim kaçkınlığının bedelini ödetiyor.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
İlk yorum yapan olun