İzmir eksenli Anadolu ticaretine Fransız ve İngilizleri takip eden Amerikalılar da erken bir dönemde dâhil oldular. Amerikan “bağımsızlık” savaşı devam ederken, ilk kez Massachussets’in Boston şehrinden bir Amerikalı tüccar İzmir’e yerleşiyor ve bu limanla Boston arasında ticareti başlatıyordu. Bu kişinin sahibi olduğu T.H Perkins şirketi İzmir Limanına getirdiği çeşitli mallar karşılığında afyon, incir ve halı taşıyordu. 18. yüzyılda İzmir’in sömürgeci yayılmanın büyük ticaret zincirine dahil olması ile birlikte bu limana gelen Amerikan gemilerinin sayısında artış olduğu görülüyordu. Bunun üzerine ABD Başkanı Jefferson, 4 Mayıs 1802’de William Steaward’ı İzmir’e konsolos olarak atıyordu. Ancak Osmanlı Devleti ile ABD arasında henüz diplomatik ilişkiler kurulmamış olduğundan Steaward’ın konsolosluğu kabul görmedi. 1803 Kasım’ında İzmir’den ayrılan Steaward ABD Dışişleri Bakanı Madison’a gönderdiği raporda, bölgenin ekonomik ve ticari potansiyelini değerlendiriyor ve özellikle afyon ile kırmızı bakır cevherini vurguluyordu. Steawad’ın ayrılmasından sonra İngiliz Vatandaşı Robert Wilkinson ABD Konsolos vekili olarak görevlendiriliyordu. 1805’de altı 1806’nın ilk yarısında ise beş Amerikan gemisi İzmir’e geliyor, çeşitli ürünler karşılığında afyon ve kuru meyve götürüyorlardı (1). 1809 yılında İzmir limanına gelen ticaret gemilerinin sayısı 20’ye ulaşıyordu. 1806-1812 yılları arasında İzmir’den Amerikan gemileriyle Çin’e taşınan afyon miktarı dört kat artıyordu. Aydın vilayetinde üretilen afyon, Yahudi ve Ermeni aracılar tarafından İzmir limanına taşınıyor, burada Amerikalı tüccarlara satılıyordu. İzmir üzerinden gerçekleştirilen afyon ticareti ağırlıklı olarak Boston ve Salem şehirlerinde kurulu bulunan aile şirketlerinin denetimindeydi. Amerika afyonu iyi tanıyordu. “Bağımsızlık Bildirgesi”ni kaleme alan “kurucu babalar” dan Benjamin Franklin son yıllarında neredeyse tam bir keş haline geliyordu.
Amerikan tüccarları, Osmanlı devleti ile ABD arasında henüz diplomatik ilişki kurulmadığı için çıkarlarını korumak amacıyla 1811’de gayri resmi olarak İzmir’de örgütlendiler. Woodmas&Offley adlı Amerikan şirketinin ortaklarından olan David Offley tarafından İzmir’de kurulan ticaret evi Amerikalı tüccarların bu bölgedeki merkezi haline geldi.
ABD’nin Akdeniz’deki Amerikan ticaret gemilerinin güvenliğini sağlamak amacıyla kurduğu filo, Osmanlı limanlarını bu ülke tüccarlarının faaliyetlerine açıyordu. Osmanlı limanlarını gezen denizci Henry Dearborn, 1819’da yayınladığı kitabında İmparatorluğun ticari potansiyelini anlatıyor ve İzmir üzerinde özellikle duruyordu. Dearborn söz konusu kitapta; daha önce Akdeniz bölgesiyle sınırlı olan İzmir ticaretinin artık tüm dünyaya açıldığını, Karadeniz’i de kapsadığını vurguluyordu (2). 1823’e gelindiğinde İzmir’deki Amerikan şirketlerinin şube sayısı dörde yükseliyordu. İzmir’den özellikle afyon alan Amerikalı tüccarlar rom getiriyorlardı. 1830 yılının ilk altı ayında İzmir’e getirilen bu içkinin miktarı 12 milyon galondu (1 galon 3,7 litre) Bu romlar İzmir üzerinden Rusya ve İran’a gönderiliyordu.
ABD ticareti ile misyoner faaliyetleri iç içe gelişti. American Board of Comissioners for Foreing Missions (ABCFM) 1810’da ABD’nin Massachussets eyaletinin Boston kentinde, Congregational, Presbiterien ve Reformed adlı üç Protestan kilisenin bir araya gelmesiyle kuruldu. Başlangıçtaki amacını, Amerika kıtasındaki Kızılderililer’i ve Katolikler’i Protestanlaştırmak biçiminde ilan eden ABCFM, bir süre sonra “bütün dünyanın Protestanlaştırılması” hedefini açıkladı. 1840’larda ABCFM Osmanlı İmparatorluğu, Çin, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika, Hindistan ve Pasifik Adalarında çok sayıda misyon istasyonuna sahipti.
1818’deki yıllık toplantıda ABCFM’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda misyon istasyonları kurması kararlaştırıldı. Pliny Fisk ve Levi Parsons adlı iki misyoner bu istasyonların açılması işiyle görevlendirildi. Fisk ve Parsons 1820’de İzmir’e gelerek Rumca öğrenmeye başladılar. Amerikan misyonerlerinin, dünya ölçeğinde yürüttükleri faaliyet bu ülkenin emperyalist yayılımının ticari, ideolojik, diplomatik altyapısını hazırlıyordu. Amerikan misyonerleri farklı dinlerden Protestanlığa geçenlere, İngilizceyi, Amerikan görüşlerini ve hayat tarzını aşılayarak Amerikan perver bir kitle yarattılar. Zihin sömürgeciliği yöntemlerini uygulayan ABD egemenlik sistemi, doğrudan sömürgecilik yerine Amerikanperverliğe dayanıyordu. Amerika misyonerleri emperyalizmin keşif kolu olarak ticari yayılmacılığa ve Amerikanperver grupların örgütlenmesine büyük katkı yaptılar.
Dünyanın birçok ülkesinde faaliyet gösteren Amerikan misyonerliğinin 19. yüzyılda en çok odaklandığı iki devlet vardı: Çin ve Osmanlı İmparatorluğu. İç gelişme dinamikleri çürütülen, sömürgeci kapitalist ticaretin kıskacında, komprador şebekelerin güçlendiği, finansal-ekonomik kapasitesi kemirilen bu iki devlet ayrıca afyona dayalı ilkel sermaye birikim düzeninin uluslararası tuzağı içindeydiler. Çin ve Osmanlı ülkeleri muazzam hammadde kaynakları ile pazarların kârını temsil ediyorlardı. Avrupalı sömürgeciler, her iki ülkede de sömürgeci yayılma dalgasıyla birlikte liman kentlerinde kapitülasyon imtiyazlarına dayalı banker-tüccar “cumhuriyetleri” kurmuşlardı. Dolayısıyla Çin ve Osmanlı imparatorlukları misyonerliğin temsil ettiği zihinsel sömürgecilik açısından bulunmaz yerlerdi. 1829 yılında bir Ermeni misyonu kurulmasına karar veren ABCFM İstanbul’u bu misyonun merkezi seçiyordu. 1830’da ise Osmanlı-ABD Antlaşması ile tüm Amerikan vatandaşları gibi Amerikalı misyonerler de “ayrıcalıklı yabancılar” arasına giriyordu.
Washington yönetimi Amerikan vatandaşlarının Osmanlı İmparatorluğu’nda yürüttüğü tüm faaliyetlerde alabildiğince serbest ve güven altında olmasını istiyordu. Özellikle misyonerlerin faaliyetlerinden doğan hukuki sorunların Amerikan çıkarları doğrultusunda çözümünü sağlayacak tıpkı kapitülasyonlardan yararlanan Avrupa ülkelerinin vatandaşları gibi bir statünün peşindeydi. ABD’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerini kapsamaya başlayan gelecek stratejisi açısından Osmanlı devletinde en uygun koşullarda mevzilenme programı vardı. Ayrıca, Amerika İran ile ilişkilerini de İstanbul üzerinden yürütmeyi plânlıyordu. Bu nedenle, Osmanlı devleti ile diplomatik ilişkiler kurulduktan sonra da, İstanbul’da bulunan Amerikan görevlileri İran işlerinden de sorumluydular. Amerikan ticareti, misyonerliği, diplomasisi Osmanlı ülkesine yavaş yavaş sızdı. 19. yüzyılda dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olan İngiltere’nin ABD ile çelişkilerini gözlemleyen II. Mahmut, Amerikalıların antlaşma isteklerine 19 Aralık 1820 tarihli cevabında, “Cumhur-u mezkûr (ABD ile akd-ı muahede-i ticaret olunmakta bir fayda olmadığına ve İngilterelü’nün muğber olacağına nazaran akd-i muahadeyi terk etmek evlâ ve ahsen olduğu gün gibi zâhir olmağla, terk olsun” diyordu (3).
Osmanlı egemenlerinin dış politikası ve ticari siyasetlerinde “İngilterelü’nün muğber,” olmasına neden olacak girişimlerden kaçınılması II. Mahmut tarafından formüle ediliyordu. Padişah, 1830 tarihli bir başka Hatt-ı Hümayun’da da İngiltere’yi merkez alan siyasetini sürdürüyordu. II. Mahmut Reisülküttab Muhammed Hamid Efendi’ye yolladığı söz konusu belgede, ABD ile yürütülen görüşmeler ile ilgili olarak, İngiltere’nin tepkisinin takip edilmesini istiyor ve “şu günlerde” İngüterelünün tavır ve hareketlerine bakılmak” gerekir diyordu. Bu isteğin gereğini daha sonra göreve gelen Reisülküttab Pertev Efendi yerine getiriyor ABD ile antlaşma imzalamadan önce İngiltere Büyükelçisi Gordon’dan söz konusu antlaşmanın ülkesi tarafından nasıl karşılanacağını soruyordu.
Gordon ise cevabında İngiltere-ABD ilişkilerinde bir sorun olmadığını belirtiyordu ve antlaşmaya karşı çıkmayacaklarını vurguluyordu. Oysa Osmanlı Devleti’nin ABD’ye büyük imtiyazlar veren bir antlaşmada gözetmesi gereken temel çıkar, İngiltere’nin bu konuda ne diyeceğinden çok öte boyutlar taşıyordu.
1821’de Mora’da başlayan Yunan İsyanı’na ABD ve Amerikalılar büyük destek veriyorlardı. İsyan Amerika’da “mazlum Hıristiyanların baskıcı Müslümanlara karşı onurlu bağımsızlık mücadelesi,” olarak değerlendiriliyordu. Bu arada Amerikan devlet adamları isyancılar ile mektuplaşıyor ve onlara meşruiyet kazandırıyorlardı. ABD Dışişleri Bakanı Adams, Yunanistan Dışişleri Bakanı unvanını kullanan Alexander Mavrocardoxtos’un 1823 Haziran’ında gönderdiği mektuba verdiği cevapta, Amerikan Halkının Yunanlıların “bağımsızlık” mücadelesini desteklediğini bildiriyor ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması halinde, bu ülkeyi ilk tanıyacak olanlar arasında ABD’nin bulunacağı güvencesini veriyordu.
ABD’de Osmanlı’ya isyan eden “Mora Kahramanları” için Hıristiyan dayanışması seferber ediliyordu. New York, Boston, Salem, New Orleans, Pittsburg kentlerinde Protestan Kiliseleri tarafından bağışlar toplanıyor ve Amerikan ticaret gemileriyle isyancılara ulaştırılıyordu. Bu yardımların yanı sıra Türklere karşı Yunanlıların safında savaşacak gönüllülerde ABD’den Mora’ya gidiyorlardı. Bu Amerikalılardan bazıları Yunan ordusunda general rütbesiyle yer alıyorlardı.
Amerika’nın 1821 Yunan İsyanı’na verdiği desteğe rağmen 1824-1830 yılları arasında, İzmir’den Çin’e yönelik afyon ticaretinde Amerikalı tüccarların adeta tekel kurması kayda değer. Çin’in Kanton limanına akıtılan afyon muazzam miktarlardaydı. Amerikalı afyon tüccarlarının İzmir’den getirdikleri afyon miktarının büyüklüğü karşısında Çinli görevliler Osmanlı İmparatorluğu’nun ABD sömürgesi olduğunu zannediyorlardı. Kendi ordusunu topa tutan, İstibdadını yerleştirmek ve “ıslahat” partisinin mutlakçılığı adına ordu-halk birliğinin sosyal, siyasal muhalefetlerini kanla boğan II. Mahmut, ABD ile anlaşma imzalanmadan önce İngiltere’nin tutumuna öncelik veriyor, bu ülkenin Yunan isyanındaki destekçiliğini hükümranlığına tehdit saymıyordu.
1826’da Yeniçeri ocağını kanlı bir biçimde tasfiye eden ordusuz Sultan 20 Ekim 1827’de İngiliz-Rus-Fransız ortak filolarının girişimiyle, Navarin’de Yunan “bağımsızlığı”na destek gerekçesiyle yakılan donanmayı yenileme kararı alıyordu. II. Mahmut’a bu konuda görüş bildiren Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa ile Mehmet Hüsrev Paşa denizcilik alanında ABD’den yararlanılması gerektiğini vurguluyorlardı. Emperyalistlerden emperyalist beğenme, ıslahatperver Osmanlı egemenlerinin imtiyazı haline geliyordu.
Reisülküttap Muhammed Hamid Efendi ABD’nin savaş gemisi yapımında Osmanlı devletine “yardımcı olması” ile ilgili “gizli” bir maddeyi 1830 Antlaşması’na ekletiyordu. ABD’nin Osmanlı Devleti ile ticaret antlaşması yapma konusundaki girişimleri, Londra Büyükelçisi Rufus King’in Osmanlı Elçisi İsmail Ferruh Efendi ile 1798’de yaptığı görüşmeler üzerine Dışişleri Bakanı Thomas Pickering’e gönderdiği rapora dayanıyordu (4). Bu konuda King’in önerisini dikkate alan Pickering, 8 Şubat 1799’da Lizbon’daki ABD Maslahatgüzarı Willam L. Smith’i İstanbul’a gönderiyor ancak Smith haydutlar tarafından rehin alınıyor ve girişim sonuçsuz kalıyordu.
1800’de İstanbul’a gelen Kaptan Bainbridge, resmi bir sıfat taşımamasına rağmen, Osmanlı devlet adamları ile görüşmeler yapıyor ve iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulması konusunda ısrar ediyordu. Bu arada Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa ile görüşen Bainbridge, Paris’te Benjamin Franklin ile tanışmış olan Paşa tarafından “çok sıcak” karşılanıyordu. Paşa ABD’nin İstanbul’a antlaşma müzakereleri için tam yetkili bir büyükelçi göndermesini talep ediyordu. ABD-Osmanlı Devleti ilişkileri 1820 sonbaharında İstanbul’a ulaşan Luther Bradish adlı tüccarın Reisülküttap Halet Efendi tarafından “sıcak karşılanması” ile yeni bir aşamaya ulaşıyordu. ABD ile olan ilişkilerini dünyanın en büyük sömürgeci gücü İngiltere’nin bu ülkeye yönelik siyasetine göre ayarlayan Osmanlı Devleti, Londra Büyükelçiliği’nden Antonaki Efendi tarafından gönderilen raporla rahatlıyordu. Antonaki Efendi söz konusu raporda İngiltere ile ABD arasındaki ilişkilerin düzeldiğini bildiriyordu (5).
Bradish, Washington’a görüşmelerinin sonucunu bildiriyor ve antlaşmanın gerçekleştirilmesi için 350 bin kuruş (50 bin dolar) talep ediyordu. Bu paranın 200 bin kuruşu, antlaşmanın müzakere ve onay sürecinde Babıâli görevlilerine, 150 bin kuruşu ise Halet Efendi’ye verilecekti.
Parantez içinde Halet Efendi’nin niteliklerine değinmek aydınlatıcı olacaktır. Sultan II. Mahmut’un saltanatının ilk döneminde, onun özel müsteşarı olarak görev yaptı. Devlet işlerinde, memur atamalarında sözü geçen Mehmet Sait Halet Efendi Kırımî (Kırımlı) Hüseyin Efendi’nin oğludur. İyi bir eğitim gören Halet Efendi Fenerli Rumlarla çok yakın ilişkilere sahipti. Mora ihtilâlinde Rumları kayıran Halet Efendi gençliğinde Fenerli Rumların önde gelenlerinden Kalimadaki Bey’in kâtipliğini yapmıştı (6). Halet Efendi 1802’de Paris’e orta elçi payesiyle gönderildi. 1806 yılında İstanbul’a dönen Halet Efendi, II. Mahmut döneminde Sultan’ın “gizli danışmanı” olan görünüşte şehremini (belediye başkanı) İbrahim Rafet Efendi’nin himayesine girdi. Devlet sorunları ile ilgili olarak “gizlice” kendisinden fikir alınan İbrahim Efendi’nin Sultan Mahmut’la gizli haberleşmelerinde aracı Halet Efendi’ydi. İbrahim Efendi’nin tavsiyesi sonucunda Halet Efendi, Bağdat yöneticisi Abaza Küçük Süleyman Paşa ile Kürt Aşiretleri arasındaki anlaşmazlıkları çözmek üzere bölgeye gönderildi. Babanoğulları başta olmak üzere Kürt aşiretlerini örgütleyen Halet Efendi, Bağdat’a yürüyor ve Süleyman Paşa’yı öldürtüyordu. İstanbul’a döndükten sonra hızla yükselen Halet Efendi, Sultan II. Mahmut ile istediği zaman konuşabilen tek insandı.
Halet efendi için halk arasında “devletin kâhyası” deniliyordu. Halet Efendi giderek devletin en güçlü kişisi haline geldi. Sultan’a karşı Yeniçeri Ocağı’nın gücünden yararlanan Halet Efendi, ordunun üst rütbeli komutanları ile çıkar ilişkileri içindeydi. Mevlevi tarikatında da son derece etkili olan Halet Efendi, Galata Mevlevihanesi’nin başına Kudretullah Efendi’nin getirilmesini sağlıyordu. Büyük rüşvet ağı kuran Halet Efendi’ye taşra ileri gelenlerinden servet akıyordu. Yunan isyanı arifesinde ABD’nin İstanbul’a gönderdiği diplomatik temsilcisi Bradish ile müzakereler yürüten Halet Efendi’nin Rumları kayıran tutumu, Amerikan siyaseti paralelindeydi.
ABD yönetimi, Nisan 1823’te George Bethune English’i diplomatik temsilci olarak İstanbul’a gönderiyordu. Türkçe ve Arapça bilen bu Amerikalı “Müslüman” olmuştu. 1823 yaz aylarında İstanbul’a ulaşan English, öncelikle Osmanlı Devleti’nin Avrupa ülkelerine verdiği kapitülasyonları inceliyor ve ABD’nin örnek alması gerektiğini düşündüğü Fransa’ya verilen 1740 imtiyazlarını içeren bir metni Washington’a gönderiyordu (7).
English ABD ile ilişkiler konusunda son derece istekli olan Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa’ya ulaşıyordu. Paşa müzakereler konusunda istekli olmakla birlikte diğer Avrupalı güçlerin müdahalelerinden çekiniyordu. Paşa’nın önerisi sonucunda ABD’nin Akdeniz Filosu Komutanı Komodor John Rodgers ile Ege Denizi’nde görüşülmesi kararlaştırılıyor. ABD Hükümetinin talimatıyla Rodgers bölgeye hareket ediyordu. 6 Temmuz 1825’de Hüsrev Paşa Rodgers görüşmesi gerçekleşiyordu. Rodgers, Paşa’nın “ABD ile ilişkilerin ilerletilmesi konusunda son derece olumlu görüşleri” olduğunu tespit ediyordu. Paşa, ABD’nin İstanbul’a büyükelçi sıfatını taşıyan bir görevliyi “gizlice” göndermesini öneriyordu. Zira “düvel-i muazzama”nın müdahalelerinden çekiniliyordu. Osmanlı egemenleri, dış politika alanında attıkları her adımda düvel-i muazzamayı hesaba katıyorlardı. Babıâli üzerinde sömürgeci güçlerin ayrı ayrı veya birlikte kurdukları baskı, finans, ticaret, diplomasi ilmekleriyle dokunmuş olan egemenlik partileri ile dayandıkları yabancı devlet arasındaki ittifaklara zarar verebilirdi. Bunun sonucunda ise söz konusu egemenlik partilerini temsil edenler, dış baskıya neden oldukları, ince dengeleri sarstıkları ve çıkar ilişkilerine zarar verdikleri için kendilerinden yana olanların bile desteklerini yitirip, başlarından olabilirlerdi. Osmanlı egemenlik sisteminin bu politik yasası, Cumhuriyet’e devrolunan temel yönetim ilkelerinden biridir.
Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa, Enderun’dan yetişmiş ve bu ince politik dengeleri en iyi bilen isimlerden biriydi. Yeniçeri katliamı sırasında donanma ile birlikte İstanbul’a gelen Paşa II. Mahmut’a son derece yakın bir isimdi. İstanbul’a geldiğinde Sultan’ın yeniçeriliğin kökünü kazımak amacıyla eski devri andırır hiçbir işaret ve simge bırakmamak kararında olduğunu tespit ediyordu. Hüsrev Paşa bunun üzerine, Tunus’tan edindiği bir miktar fesi kalyoncu neferâtına giydirerek, selâmlık resmine çıkarıyordu. Sultan Mahmut, bu yeni başlıktan hoşlanıyor ve bunun üzerine eski başlıkların yerine fesin kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Fes, “şapka devrimi”ne kadar varlığını sürdürüyordu. Böylece, Hüsrev Paşa ve Sultan Mahmut ilk “kılık kıyafet devrimi”ni gerçekleştiriyorlardı. 1830’da ABD ile imzalanan antlaşma sonrasında İstanbul’u ziyaret eden Amerikalı Dr. James De Kay, Sketches of Turkey 1831 and 1832 by an American adlı kitabında bu “kıyafet devrimi”ni övgüyle anlatıyordu. De Kay şunları yazıyordu:
“Bugünkü Türk askerinin kıyafeti on yıl içinde meydana gelen genel bir değişimin parçasıdır… Kirli ve insana yürüyen bir mantar izlenimini veren sarık bir daha gelmemek üzere kalkmıştır. Onun yerine asker kırmızı renkli, başa iyi oturan, arkasında zarif bir püskül sarkan bir cap (başlık) giyiyor. Bu başlık ve pantolonların bolluğu bir yana bırakılırsa, bugün Türk askeri Avrupa uluslarının askerlerinden ancak güçlükle ayırt edilebilir.”
Bu metinde sözü edilen cap (kep), sonradan fes olarak tanınan başlıktır. Aslında fes Avrupa’da Fransız devrimi zamanından önce ve bu devrim sırasında yayılmıştı. Muhtemelen Dalmaçya’dan İtalya’ya oradan Fransa’ya daha sonra da Kuzey Afrika’ya geçmişti.
ABD filosunu 1825’te 21 pare top atışı ile karşılayan Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa, Yeniçeri katliamından sonraki askeri “ıslahat”a damgasını vuruyordu. Yeniçeriliğin kanlı tasfiyesinden sonra ideolojik bir kamuflajla, “Peygamber ordusu” vurgusu ile kurulan “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”nin başına Ağa Hüseyin Paşa’dan sonra Hüsrev Paşa getiriliyordu. Muvazzaf ordu Mansure ve Hassa’dan oluşuyordu.
Mısır’da Mehmet Ali Kölemen rejimini kanlı bir biçimde tasfiye ederken Osmanlı’da “ıslahat” adına halklaşan ordu yok ediliyor kölelikten yetişen saray görevlilerinin denetiminde “yeni” ordu kuruluyordu. Bu “yeni” orduyu kuran ve yöneten Hüsrev Paşa’nın kendisi de bir Abaza köleydi. Hüsrev Paşa adeta bir köle çiftliği kurmuştu. (Prens Sabahattin onun yetiştirdiği köle paşalardan birinin torunudur.) II. Mahmut ve Tanzimat döneminin en etkili isimlerinden biri olan Hüsrev Paşa, Mısır’daki rakibi Mehmet Ali’nin tuttuğu yöntemin tersine kölelerden komutan yetiştirme yolunu tuttu. Halktan kişilere subay olma yolu kapatıldı. Kölelerin devlete olan sadakatine güven esastı. Oysa saraydan ve kölelerden yetiştirilen bu kişiler için subaylık bir meslek değil, idarede yükselmek, zengin olmak için araçtı. Hüsrev Paşa’nın başkomutanı olduğu bu ordu Yunan bağımsızlık savaşı ve Mehmet Ali’nin komutasındaki Mısır ordusu ile yapılan savaşlarda döküldü. Talim, eğitim yöntemleri gelişmemiş, köle subaylara dayalı bu orduda seraskerlik yapanlar Reşit Mehmet Paşa gibi Hüsrev’e bağlı köle kökenlilerdi. 1836-1839 yılları arasında Türkiye’de askeri danışman olarak görev yapan ve 1858-1888 döneminde Prusya Devleti Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Helmuth Von Moltke, ordunun “haremden yetişmiş” komutanlarla idare edildiğini yazıyordu. Derebeyliğin ve ayanlığın “sindirildiği” iddia edilen Sultan Mahmut döneminde, merkeziyetçiliği destekleyecek bir ordu ortada yoktu. II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye ettikten sonra, Anadolu ve Rumeli’de kurulan Mansure taburlarına, bulundukları yerlerin ayan ile “vücuh-zade”lerinden alınan kişilere dörtte bir maaşla haftada iki gün üniforma giydirilerek, askerlik talimleri veriliyor, bunlar içinden bazıları binbaşı ve albaylığa kadar yükseliyorlardı. Amerikalılar ordunun dış görünüşünden memnundu. Hüsrev Paşa’nın “kıyafet devrimi” biçimi değiştiriyor ancak “yeni” ordu egemenlik partilerinin denetiminde, köle paşaların yönetiminde militer bir araca dönüşüyordu. Kıyafet konusunu İbrahim Müteferrika’da daha önce ele almıştı (8). Ancak bu “kıyafet devrimi” hakkında dönemin önemli askeri gözlemcilerinden Mareşal Marmont şu oldukça önemli tespiti yapıyordu:
“Yeni kıyafetin alınması ile eski Türk kıyafetinin bütün ağırbaşlılığı yok oldu. Eskiden giyilen o zarif sarıkların, bol çakşırların yerini şimdi biçimsiz uzun ceketler, pantolonlar, yakışıksız başlıklar (fes) aldı. Ancak Ulema, eski kıyafetini alıkoymak imtiyazını sürdürüyor; eski zamanlarda bu ırkı ayıran güzel ve görkemli görünüşü ancak onlar sürdürmektedirler. Diğerleri, düşmüş uluslara özgü sefil ve aşağılık bir manzara gösteriyorlar.”
Aynı Marmont Mısır’da büyük atılımlara girişen Türk kökenli Mehmet Ali Paşa’yı oldukça takdir ediyordu. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın bir Fransız gazetecesine yaptığı açıklamada şu kayda değer tespitlerde bulunuyordu:
“Bir milleti kalkındırmanın yolu ona apolet ve dar pantolon giydirmek değildir. Kıyafet, topal bir insanı dimdik insan yapmaz.”
“Çağdaşlaşma” adına desteklenen bu “kıyafet devrimi”nin ülkenin sınırlı kaynaklarını kuruttuğuna kuşku yok. Ayrıca, bu “devrim” ticaretinin yüklü miktarda kumaş vs. siparişini gündeme getirdiği de not edilmelidir. Hüsrev Paşa Amerikalılarla oldukça iyi ilişkilere sahipti. Bu ilişkilerin temelinde Amerikalı tüccarların vergi sorunları yatıyordu. Bağımsızlığa kadar İngiltere’nin bayrağını taşıyan ABD gemileri % 3 gümrük vergisine tabi bulunuyorlardı. Ancak bağımsızlıktan sonra durum değişiyor ve Osmanlı Devleti, Amerikan bayrağı taşıyarak limanlarına giren gemilerden % 6 vergi almaya başlıyordu. Amerikan tüccarların büyük bölümü bunun üzerine İngiliz Levant Şirketi’nin himayesine giriyorlardı. Amerikalı tüccarların getirdikleri malın değeri üzerinden % 1’lik kısmı Levant Şirketi’ne konsolosluk hizmetleri karşılığında ödüyorlardı. Bu sayede Amerikalılar da İngiliz tüccarların yararlandıkları %3’lük vergi oranına tabi oluyorlardı. Levant Şirketi’nin karşı çıkmasına rağmen İngiltere hükümeti, ABD ile gerginleşen ilişkilerini gerekçe göstererek Amerikan tüccarlarının yararlandığı himayeyi kaldırdı. Bunun üzerine Babıâli Amerikan tüccarlarından % 6 vergi almaya başladı.
Bu gelişmeler üzerine İzmir’de ABD’nin gayri resmi diplomatik temsilcisi olarak bulunan David Offley 1811 Aralığı’nda İstanbul’a geldi ve Babıâli’de görüşmeler yaptı. Babıâli, İngiltere’nin çıkarlarına ters düşecek bir tutum içine girecek durumda değildi. Ancak, Osmanlı egemenlik sisteminin önemli isimleriyle bağlantılar kuran Offley Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa ile ilişkilerini geliştirdi. Hüsrev Paşa ile “samimi bir dostluk” kuran Offley, gümrüğün tekrar eski düzeyine indirilmesini sağladı.
Hüsrev Paşa, II. Mahmut’a sunduğu raporda denizcilik alanında ABD’den yararlanılabileceğini bildiriyordu (9). Yeniçeriliğin tasfiyesi sonucunda kurulan “yeni” ordunun başkomutanı olan Hüsrev Paşa’nın nitelikleri üzerine Von Moltke’nin yazdıkları dikkate değer. Moltke, Hüsrev Paşa için “padişahtan sonra imparatorlukta en kudret sahibi insandır” tespitini yapıyor. Osmanlı ordusunun “ıslahat” adı altında kanlı tasfiyesi sonrasında militer düzenlemenin başındaki bu köle paşalar partisinin liderini Moltke şöyle anlatıyor:
“Hüsrev Paşa otuz beş yıl en yüksek devlet memuriyetlerini elinde tutmanın yolunu bulmuştur ki bu da onun becerikliliğine şan verir. Fakat bir de uzun resmi hayatında yaptığı işleri saymaya sıra gelirse insan onun bütün işinin aslında hemen hemen yalnız, padişahın teveccühünü sağlamak için rakipleriyle mücadeleden ibaret olduğunu görerek şaşar” (10).
Moltke, Osmanlı egemenlik partileri arasındaki şiddetli mücadeleyi ve bunda Sultan’ın konumunu saptıyor. Bu tespitlerden, içten bir yenilikçinin özelliklerine dair ipuçları yakalamak mümkün olmuyor; hesapçı, kurnaz, temsil ettiği egemenlik partisine bağlı bir köle paşanın portresi belirginleşiyor. Paşa’nın Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın yürüttüğü askeri ıslahat programını takip etmek için en az bir gerekçesi olduğunu Moltke’den öğreniyoruz. Moltke “Hüsrev Paşa Mısır’a gönderildiği zaman maiyetinde Mehmet Ali isminde bir tüfekçibaşı vardı ki bunun sonradan hıdiv oluşu paşayı çok üzmüştü” diyor. Osmanlı egemenleri, Mehmet Ali Paşa’yı şiddetli bir rakip olarak algılıyorlardı”. “Islahat” konusunda Mısır’daki gelişmeler büyük bir dikkatle izleniyordu.
Hüsrev Paşa’nıen temel niteliklerini Moltke şöyle saptıyor:
“Sultanın gözüne girmiş ve iki bakımdan kendini onun için vazgeçilmez biri haline koymuştu. Bunlar da payitahtın polis şefi ve ıslahatın koruyucusu oluşuydu.” Hüsrev Paşa, Osmanlı-Cumhuriyet akış çizgisinde “ıslahat koruyucusu”, “devrim bekçisi” nitelikleriyle sivrilen ve özünde egemenlik sisteminin “polis şefi” konumuyla, mülkiyet rejiminin muhafazasını sağlayan silahlı bürokratların yetkin örneğidir. “Yenilik” bu köle paşanın koruyucu kanatları altındadır. Moltke’nin anlatımı, Türkiye’de “modern” devletin, baskı ve müdahale kapasitesinin oluşumunun ilk dönemi hakkında fikir veriyor: Moltke, Hüsrev Paşa için “Payitahtta olan biten her şeyi bilir, her tarafta hafiyeleri vardır ve yeni nizama karşı koymak isteyenler için hiç aman bilmez” diyor. II. Abdülhamit’ten, II. Meşrutiyete ve Cumhuriyet’e akan istihbarat düzeneklerinin “modernleşme”, “batılılaşma” “çağdaşlaşma”, (isteyen bu kavramlardan birini seçebilir) sürecindeki etkinliğinde, Hüsrev Paşa’nın öncü-yenilikçilerden olduğu anlaşılıyor. Bu “yenilikçi” paşa, “yeni nizama karşı koymak isteyenler” için “aman bilmez” bir düşmandır. Moltke, Hüsrev Paşa’nın “yenilikçi” kişiliğine yönelik tespitler yaparken aslında Türkiye’de egemenlik sisteminin dayattığı “ıslahat” veya “devrimler”in kof içeriğine ışık tutuyor. Moltke şunları yazıyor:
“Hüsrev Paşa padişaha Avrupa usulünce talim görmüş askeri bir birliği takdim eden ilk kumandandır. Memleketin ileri gelenleri arasında, eski güzel Türk kıyafetini Avrupa biçimi üniformanın zevksiz ve rahatsız taklidiyle ilk değiştiren de o olmuştur. Bu sebeple ıslahatın en başta gelen koruyucularından sayılmaktadır.”
Köle Paşa Hüsrev, Türkiye’de ilk “kılık kıyafet devrimi”ni gerçekleştiren isim oluyor. “Avrupa biçimi üniformanın zevksiz ve rahatsız taklidi” tarihin akış çizgisinde orduyu merkez alan ve karmaşık finansal, ticari, uluslararası, politik, diplomatik çıkar ağlarından beslenen “ıslahat”-“reform” süreçlerinin özündeki yozluğu simgeliyor.
Köle Paşa, Enderun yetiştirmesi Hüsrev’in nitelikleri Osmanlı egemenlik partilerinin varlık ve işleyiş koşullarına ışık tutuyor. Moltke gibi ihtiyatlı bir kurmayın Hüsrev Paşa’nın özelliklerinden yola çıkarak “paşalar” sistemi üzerine genellemede bulunması kayda değer. Moltke şunları yazıyor:
“Seraskerin (başkomutanın) şahsi hizmetinde yüzlerce ağa, kavas ve seymen vardır. Bunların hiçbirinin bir para bile olsun belirli ücreti yoktur. Fakat herkes büyük paşanın adamlarından birine hediye vermeye can atar. Bu arada paşanın hissesinin de az olmadığını tahmin edebilirsiniz. İstanbul’da herhangi bir iş başarmak isteyenlerden paşaya muazzam paralar akar. Bir vali için payitahtta böyle bir hami kazanmak uğrunda hiçbir fedakârlık çok görünmez. Hüsrev Paşa’nın muvafakati olmadan büyücek hiçbir ticaret muamelesi, hiçbir taahhüt işi sonuçlandırılamaz. Bir Hıristiyan kilisesi yapılacak, ya da sadece tamir mi edilecek, onun bir ferman hazırlaması lazımdır. Orduda yüksek mevkilere terfi edebilmek ona bağlıdır. Karşı konmaz nüfuzu, bir generalin sahasının dışında gibi görünen işlerde de kendini hissettirir. Fakat Türkiye’de asıl olan makamın adından ziyade o makamı işgal eden adamdır. Daha küçük ölçüde olarak imparatorluğun bütün paşaları için de durum böyledir.”
Egemenlik partilerine dağılmış bulunan paşalar, sistemin çelik çekirdeğini oluştururlar. Paşalar sistemi, militer güce, uluslararası ticarete, emperyalist devletlerin desteğine dayalıdır. Finansal-ticari bir olgudur. Hüsrev Paşa’nın nitelikleri aslında sistemin işleyiş koşullarını yansıtır. Çeşitli dönemlerde isimler değişse de egemenlik partilerini temsil edenlerin şu özelliği aynıdır. “(…) Muvafakati olmadan büyük hiçbir ticaret muamelesi, hiçbir taahhüt işi sonuçlandırılamaz.” Yabancı tüccarlar, komprador burjuvazi, “yerli” büyük tacirler bu çarkın dişlilerini sürekli yağlar. Bu “özel bir kapitalizm” türüdür. “Islahat” adı altında sürekli yeni ekonomik-ticari-finansal sömürü araçları, ilişki biçimleri, kurumlar yaratılır. “Islahat” egemenlik sisteminin daha baskıcı, ezici, sömürücü olmasının güvencesidir. Moltke, Hüsrev Paşa’nın kişiliğinde egemenlik sisteminin siyasi genetiğinde bulunan bu şifreyi de tespit ediyor ve şunları söylüyor:
“Serasker Hüsrev Paşa içinden, ıslahatla adamakıllı alay etmektedir. Fakat bu onun için iktidarın vasıtasıdır.”
Bu paşalar sisteminde iktidar güç, servet, itibar kaynağı olmanın ötesinde başlarını korumanın güvencesidir. Bu nedenle, “iktidar, biricik zaptedilmez tutku”dur. Hüsrev Paşa’nın iktidar tutkusu kişisel değildir. Sistemin varlık ve işleyiş koşullarıyla ilgilidir. Dolayısıyla, iktidar söz konusu olduğunda “Bu alanda ona karşı gelmek isteyen herkes kendini sakınmalıdır. Kendi sayesinde olmadan önemli bir mevkie geçen herkesi sade bu yüzden düşman sayar.”
Paşalar sistemi ile bütünleşen egemenlik partileri açısından büyük finans kaynaklarını denetlemek zorunludur. Bu temelde “Hüsrev Paşa’nın nakit olarak hesapsız servet biriktirdiği”ni vurgulayan Moltke onun Batı’yı algılama biçimini de saptıyor. Paşa’nın, Batı karşısındaki tutumu, günümüze akan tarihte temel bir eğilime işaret ediyor. Moltke yazıyor:
“Memleketten geçen mevki sahibi herhangi bir frenkle, kendisinin bütün eski Türk batıl düşüncelerinden nasıl tamamıyla sıyrılmış olduğunu göstermek için, şampanya içer ve bunun bir gazete bendine konu olacağını pekâlâ bilir.”
İçki merkezli bir yaşam zevkinin vurgulanmasının “politik” ve batılı gibi görünmeye ilişkin tutuma dayandığı anlaşılıyor. Egemenler “Türk batıl düşüncelerinden nasıl tamamıyla sıyrılmış” olduklarını sergilemek için “mevki sahibi” bir yabancı ile bir araya geldiklerinde hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bu tutumun vurgulanmasında içki içilmesinin değeri büyük oluyor. Batılı gibi görünme ve “batıl” düşüncelerden kurtulma tutumunu sergilemek egemenlerin davranış kalıplarına oldukça erken bir dönemde yerleşiyor. Diğer yandan bu tutumun batıda bir “gazete bendine konu olacağını” bilmek önemli oluyor. Daha 1830’larda egemenler için Batı tarafından takdir edilmek ve beğenilmek iktidar güvenceleri arasında sayılıyor. Siyasi genetiğe yerleşik bu tutum sömürgecilik ve emperyalizmle sistemsel bütünleşme süreçlerinde yeni çizgiler kazanıyor, sürekli hale geliyor.
Paşalar sistemine dayalı egemenlik ilişkileri ağında evlilikler büyük önem taşıyor. Moltke’nin anlatımı ıslahatperver çürümüşlüğün zirvesi İbrahim Paşa gibi Hüsrev’in de bu tarz evliliklere büyük önem verdiğini gösteriyor. Hüsrev Paşa, kölesi Halil’i Sultan II. Mahmut’un kızıyla evlendiriyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e akan gayri resmi ilişkiler ağında bu tür evlilikler egemenlerin nüfuzunu yayma aracı oluyor. Baskı, zulüm, sömürü teknikleri, kurumları ve teknolojileri “modern”leşiyor, iktidarın işleyiş ilkeleri aynı kalıyor. Binlerce senenin egemenlik ve hükmetme birikimleri, mülkiyet rejimlerinin ihtiyaçları ile uyumlu hale getiriliyor. Ancak sınıflı toplumların kadim çağlara dayanan ideolojik, siyasi, kültürel, dini egemenlik şifrelerinden vazgeçilmiyor.
Hüsrev Paşa’nın “muvafakati olmadan büyücek hiçbir ticaret muamelesi” yapılmadığını özel mektuplarında belirten Prusyalı Von Moltke’nin bu gözlemini, ABD’li tüccarların vergi sorunlarının çözümünde Paşa’nın tutumu doğruluyor. “İstanbul’da herhangi bir iş başarmak isteyenlerden paşaya muazzam paralar akar” tespitini başkente ABD’li tüccarların vergi sorunlarını çözümlemek için gelip Hüsrev Paşa ile samimi ilişkiler kuran Offley’in gerçekleşen taleplerinin ışığında değerlendirmek gerekiyor. Yeniçeri ocağını yani devletin ordusunu kanlı bir biçimde tasfiye eden iradenin temsilcisi, “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”nin başkomutanı, “ıslahatın koruyucusu” Hüsrev Paşa ABD ile gölgeli işlere adını yazdırıyor. ABD Deniz filosu komutanlarıyla gizli görüşmeler yürütüyor. Sultan’a ABD deniz kuvvetlerini öven raporlar veriyor, “eski Türk batıl düşüncelerinden nasıl tamamıyla sıyrılmış olduğunu” göstermek için elinden geleni yapıyor tüm bunlar kurucu bir iradenin temsili eğilimleri olarak geleceğe akıyor.
Hüsrev Paşa on yıl boyunca Osmanlı askeri örgütünün yeniden düzenlenmesini yönetti ve Abdülmecit’in tahta çıkışı ile birlikte sadrazamlık makamına geldi. Egemenlik partilerinin saltanat üzerinden yaptıkları mücadelede gizlice Abdülmecit’in padişah olmasını destekleyen Hüsrev Paşa ikili oynuyordu. Abdülmecit’in güvenini kazanan Hüsrev Paşa, kendisinden daha atılgan, hırslı, batının tam desteğini kazanmış olan Tanzimatçı parti karşısında yenilgiye uğruyordu. Ancak, tarihin akış çizgisinde büyük bir açıklığa denk düşecek tarzda Tanzimat Fermanı onun sadaretinde ilan ediliyordu.
Hariciye Nazırı Reşit Paşa ise Sultan’dan Hüsrev Paşa’nın öldürülmesini talep ediyordu (11). (Devletin dışişleri bakanı başbakanının yok edilmesini devlet başkanı olan sultan’dan istiyordu). Egemenlik partileri arasında yürütülen ve emperyal merkezlerle, uluslararası güçlerin çıkar çatışmaları ile iyice karmaşık hale gelen bu iç savaş sürecinin kirli ayrıntılarının üzeri “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi kavramlarla örtülmüştü.
NOTLAR
(1) Çağrı Erhan, Tiirk-Amerikan İlişkilerin Tarihsel Kökenleri, Ankara, 2001, s. 73-74.
(2) Erhan, age, (2001) age, s. 76
(3) Akdes Nimet Kurat, “Türkiye ile ABD Arasındaki Münasebetlere Dair Arşiv Vesikaları”, Tarih Araştırmaları dergisi, V. Sayı, 1967, s. 287-371.
(4) Erhan, age, (2001), s. 114.
(5) Kurat, age, s. 292.
(6) Abdurrahman Şeref, Tarih Konuşmaları, İst. 1978, s. 24.
(7) Erhan, (2001), age, s. 117.
(8) Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İst. 1978, s. 581.
(9) Kurat, age, s.288
(10) Feldmareşal Helmuth Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Çev.: Hayrullah Örs, İst. 1995, 2. Baskı, s. 41.
(11) Şeref, age, s. 14.
Suat PARLAR, Askeri Modernleşme Yoluyla BAYRAKSIZ İSTİLA, (Osmanlı’dan Günümüze Ordu I), Bağdat Yayınları, 1. Basım, Şubat 2007.
İlk yorum yapan olun