Bugün 16 Mart. Yani ilkbaharın başlangıcı olan Mart ayının tam ortası. Baharın başlangıcı olan bu ay, tüm insanlık tarihinin umutlarını bir şölene dönüştürdüğü tarih. İlkel çağlardan günümüze kadar kutlanan “bahar” bayramının içindeyiz. Tarım toplumlarında, takvim tabiatın insanlığa sunduğu koşullara göre düzenlenirmiş. İlkel toplumlarda, zamanın sıradanlığı, yerini baharın coşkusuyla zamanın kutsallığına bırakırmış.
Toprağın kendini yenilemesiyle beraber, insanlar kendilerinin de yenilendiğine inanırlarmış. Toprağın cömertliğine karşı, cömertçe kutlamalar yapılırmış. Tüm insanlık tarihinin evriminde önemli bir yer tutan bu tarihi olgu, Farsça’da “yeni gün” anlamına gelen “nevruz” olarak adlandırılmış, kent-devletlerden oluşan antik Yunan’da ise “Dionysos Şenlikleri” olarak anılmıştır. Tribal komün toplumunun bütünlüğünü kaybetmesi ile “animizm”den “çoktanrıcılık”a geçiş süreci içinde paralı sınıfın ortaya çıkmaya başlaması yüzünden aristokrasi ile bütünlüğü bozulan köleci sınıfın inanç yapısının bir anlatımı olarak, ruhun kurtarılmasını efendiye ait bedenini terk etmesinde gören bir inanıştır.
Müzik tanrısı olarak da bilinen ünlü Trakyalı ozan ve bilgeliği antik Yunan’a ilk getiren Orpheus; “Alev alev yanmakta ve ışıl ışıl ışıldamakta olan yüce alemin derinliklerine yükselebilmek için önce kendi iç âleminizin derinliklerine gömülmeniz gerekir. Bedenini, düşüncenin ateşiyle eritip yok et. Alev nasıl için için kemirdiği odundan ayrılıp serbestleşiyor ise, sen de maddeden, aynı şekilde kopup, serbestleş. Ve sen de bir ateş ol. Ruhun ancak o zaman Dionysos sırlarına erebilir ve ancak o zaman ezeli – ebedi sebeplere özgü o arı gerçekliğe ulaşabilirsin. Kendi benliğinden vazgeçmeyen ilahi benlikle kontak kuramaz. Sırlar kapısından geçebilmek için önce kendinden vazgeçebilmelisin. Tanrılar diyarına açılan kapı buradadır” demektedir. Mısırlı rahiplerin yöntemini kullanan Orpheus, müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı olan Apollon dininin reformcusu olmuş ve Dionysos kültünün de kurucusu olarak tarihe geçmiştir.
Antik Yunan kent – devletlerinin ekonomisinde önemli bir yer tutan üzüm üretimi, Şarap tanrısı Dionysos adına düzenlenen ritüellerin temelini oluşturur. İlkbaharın ilk ayı olan Mart, insanın yaşam kaynağı olan toprakla olan zorunlu ilişkisinde, ruh dünyasının da yeniden üretiminin temeli haline gelmiştir. Üzümden yapılan şarap ve müzikle kendinden geçen insan, topraktaki madenleri yeniden şekillendirme kudretine sahip ateşle birlikte ruhunu da yenileyebilmektedir. Bu yenileme duygusu, yeniden diriliş olarak nitelendirilse de, aslında bir arınmadır. Toprak, kış mevsiminin uykusundan uyanıp, kendini nasıl arındırıp yeni bir üretim dönemine giriyorsa, insan da aynı şekilde bu arınmayı yaşayıp, aynı şekilde ruhunu yeni bir döneme açmanın coşkusunu yaşar.
Üzüm hem bir ekonominin, hem de insanın kendinden geçişinin, yani ruhunun, bedeninden kopup serbestleşmesinin kaynağı ise, ateş de insanın doğayla yürüttüğü mücadelede kudretli olmasını sağlayan üretim araçlarını yapabilmesine yardımcı olan bir yaşam kaynağıdır. Topraktaki madenleri eritip yeniden şekillendirmeye yarayan ateş, aydınlanmanın simgesi olan meşalenin de insan elinde bayraklaşmasını sağlamıştır. İran mitolojisinde yer alan, acımasız yabancı hükümdar Zanhak’a isyan eden Demirci Kava ve çağının egemenleri olan tanrıların tekelinde tuttuğu ateşi çalıp halka veren Prometheus da halkların baharı olmuştur. Çünkü üretim araçlarının yapımında kolaylık sağlayan ateş, halkları egemenlerin zulmüne karşı savunabilecek silahların yapımında da kudretli kılmıştır. Ateşi eline alan halklar, kendi ruh dünyalarının dirilişine de tanıklık etmişlerdir.
Doğayla böylesine iç içe gelişen insan ruhunun, doğadaki üretim ve o üretimden ortaya çıkan değerlerden çalınıp alınması, egemenlerin en büyük buluşu olmamıştır tabii ki. Çünkü o buluşun temelinde de, halkların baharı özlemi vardır. Yaşam kaynaklarının kudretini elinde tutan egemenlerin tanrı olmasından günümüze kadar, her yeni bir buluş veya buluşu eline geçirmesiyle kudreti artan halkların baharı, ruhunun çalınmasıyla bir arınma ritüeline dönüşmüştür. Egemenler, bir süre sonra halkların baharındaki yeniden dirilişin sembolü olan yaşam kaynaklarından ruhunu söküp aldıkları için, üretim araçlarının bu kaynaklarını halkların eline vermekten çekinmez olmuşlardır. Yaşam kaynaklarıyla üretim araçlarının yaratılmasını ve bu araçlarla doğadan üretilen değerleri çalan egemenler, arınmanın ritüeline dayalı bir ruh dünyası alanı yaratıp, halkların baharını o alan içine tutsak etmişlerdir. Halkların baharının hırsızları, halkların elindeki meşalenin aydınlattığı tarih üzerindeki her yeni adalet arayışının sembolü olmuş buluşlarını tanrılaştırıp, yeni arınma ritüelleri yaratma konusunda da ustalaşmışlardır.
Bugün takvimler 16 Mart’ı gösteriyor. 19. Yüzyılın sonlarına doğru halklar bir kez daha meşaleyi ellerine aldıklarını sanıyorlar. 1789’un rüzgarıyla 1848’e kadar Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Şubat ayında başlayan ve Mart ayında da devam eden ayaklanmalarda, sokaklara metal işçileri ve dokumacılar çıkıyor. Uzun zamandır bir arınmanın ritüeli olmuş halkların baharı, kendi ruhunu hırsızların elinden koparıp alacaklarına inanıyorlar. Ama egemenlerin nöbet değişimi içinde olduğu bu tarih, halkların baharı olan bu şöleni yeni bir egemenlik sistemine dönüştürüyorlar.
Yenilgi politik cehaleti alıyor ama, egemenler değişse de, egemenlik sistemlerinin sürekliliği bâki kalıyor. Halkların yeni bir tanrısı oluyor. Bu tanrının adı “demokrasi. Artık bütün dünya halkları bu tanrının ritüellerini yaşamaya başlıyorlar. Ateşler yeni tanrının ritüelleri için yanıyor. Şaraplar “demokrasi”nin ruhu için içiliyor. Bu ateşin bütün dünyayı yakması için batı merkezli bir egemenlik sisteminin tanrısı için herkes silahlanıyor. Bir tarihsel arınma dönemecinin kıyısına kadar itiliyor halklar. Ateş yeni silahlar için çeliği şekillendirirken, şarabın yerini kan alıyor.
Küresel arınmanın yeni enlemleri ve boylamları şekillendirilirken, bahar bayramını yılbaşı olarak kabul etmiş ve vergi toplama geleneğini bile bu takvime bağlamış Anadolu beylikleri üzerinden kanla yükselmiş bir imparatorluk, İstanbul boğazının sularına gömülüyor 16 Mart 1920’de. Yine 16 Mart 1978’de ise, İstanbul Üniversitesi önünde, gayrı milli olan Gladio’nun, Türkiye’yi 12 Eylül askeri darbesine taşıyan kitlesel katliamlarının ilk halkası olan saldırısı gerçekleşiyor. Tarih hızla akıyor. Bahar kanla yıkandıkça trajediye dönüşmeye devam ediyor. 16 Mart 1988’de de, insanlığın unutamayacağı katliamlarından biri daha gerçekleşiyor. 1980 ile 1988 arasında süren İran – Irak savaşı esnasında bölgeye çizilecek yeni “kader”in bedellerini Halepçe’de yapılan katliamla ödetiyorlar. Ne acı ki, bu insanlık dışı katliamı, ABD, gerçekleştireceği Irak işgalini meşrulaştırabilme gerekçeleri arasında kullanıyor. Yapılan bu katliam üzerine bir çok iddia ortaya atılıyor.
Kuzey Irak’ta artık ayyuka çıkan yolsuzlukların ortaya çıkardığı, Talabani ve Barzani muhalifi “Kürt Goran Grubu”nun, Talabani’yi Halepçe katliamının aktörleri arasında göstermesi bu iddialardan biri oluyor. KYB’den ayrılarak Kuzey Irak’taki siyasi dengeleri değiştiren ve Barzani-Talabani ikilisinin gücünü kıran Goran Hareketi Lideri Noşirvan Mustafa’nın; Halepçe konusundaki her şeyi Talabani’nin bildiğine ve yürüttüğüne dikkat çekerek, Talabani “Keşke birkaç tane daha Halepçe olsaydı, işimiz daha kolay olurdu. Halepçe, Kürt meselesini uluslararası kamuoyunun gündemine taşıdı” diyor.
CIA ve Mossad destekli Talabani ve Barzani, Halepçe’de meydana gelen bu insanlık dışı katliamı yıllarca uluslararası arenada manipüle ederek kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmiyorlar. Oysa Eylül 1980’den, Ağustos 1988’e kadar 8 sene süren İran-Irak savaşında her iki tarafın da kimyasal silah kullandıkları açıkça biliniyor.
Irak, sayısal ve teknik üstünlüğe sahip İran’ın gücünü kırmak için Hardal gazı kullandığını kabul etmiş, fakat sivil halka karşı kimyasal silah kullandığı iddialarını ise hem resmi açıklamalarla hem de Saddam Hüseyin’in kendi açıklamalarıyla reddetmişti.
İran-Irak savaşı döneminde CIA’nın en üst düzey askeri analisti olan Stephen Pelletiere’in “Halepçe Katliamı” üzerine uzman bir grupla bölgede yaptığı çalışmalarda vardığı bulgular, hem ABD’yi hem de İran’ı okka altına sokuyordu. “Olay yerinde yapılan incelemelerde kurbanların çoğunun el ve ayak uçlarında mavilikler tespit edildi. Bunun anlamı bu insanlar siyanür klorür veya hidrojen siyanür olarak bilinen ‘BLOODAGENT’lerle öldürüldü. Irak’ın elinde bu çeşit gazlar yoktu ve üretebilecek kapasitede de değildi. Fakat İran bu silahlara sahipti ve kullandı” diyor.
Halepçe halkı uzun yıllardır Talabani’nin peşmergeleriyle çatışan bir halktı. Yıllar süren çatışmalarda iki taraftan da çok kişi hayatını kaybetmişti. Halepçe dosyası tam olarak açılmadı. Önümüze koyulan iddia; bu katliamı Saddam Hüseyin’in yapmış olduğudur. Bu iddia ise, ABD’nin, Irak’a girmesini kolaylaştırmıştır. Sonrasında ABD, Irak’ı işgal etti ve katliamlar artarak sürmeye devam etti. Ve hala daha devam ediyor. Bütün bu tarihin akışına baktığımızda, 16 Mart gününün tüm bu acıları taşımasına rağmen, “demokrasi”nin varedilmesine sunduğu katkılarının da olduğunu söyleyeceklerin sayısı hiç de az değildir.
“Demokrasi” tanrısı, önümüze yeni bir ritüel türü olarak seçim sistemini koymuştur. Halkların baharı, artık ruhunu bir zarfa koyup, tercih etmesini istedikleri yeni rahiplerinin tapınaklarının üzerine bastıkları “evet” kelimesiyle seçim sandıklarının içine tutsak etmiştir. “Demokrasi” tanrısı da bilmektedir ki, halkların ruhu, korkunun tutsağı olarak seçim sandıklarına zarfla kefenlenmiş olarak atılmaktadır. Arınmanın tarihinde bir olay iki kere ortaya çıkar; ilki halkların baharının trajedisi olsa da, ikincisi ise demokrasinin komediye dönmüş olmasıdır.
İlk yorum yapan olun