Gazetelerde şu haberi okuduk: “Abdullah Öcalan’ın önerisiyle düzenlenen ve Avrupa, Irak, Suriye, Türkiye’den 48 din adamının çağrıcısı olduğu Demokratik İslam Kongresi, dün Diyarbakır’da toplandı.” Haberin devamında ise; “Öcalan kongreye, İmralı’dan gönderdiği mesajla katıldı. Öcalan’ın mesajı HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken tarafından okundu. Öcalan katılımcılara “Mümin kardeşlerim” diye seslendi ve “İlla güncel bir İslami tanımlama gereği var ise, bunu ‘Kültürel İslam’ olarak belirlemek, herkesi içermesi nedeniyle doğruya daha yakındır. Kültürel İslam ile kastedilen hem gerçekleşmiş hem de anlamını sürdüren İslam toplumudur” demiş.
“Kültürel İslam” önerisinin kendi mantığı içinde mükemmel bir şekilde eleştirisini Ali Şeriati yapmıştır. Bu konu çok eski bir tartışmadır. Oradan, buradan eski tartışmaları okuyup, piyasaya sürmenin alemi yok. Bizim açımızdan bakıldığında ise; “kültürel İslam” önerisi, kültürel sosyalizm, kültürel Marksizm anlamına da gelir.
Kültür kelimesi toprağı işlemekten gelen bir kavramdır. Yani bir üretim biçiminin doğrudan karşılığıdır. Üretim biçimi şu anda dünya üzerinde ne ise, doğrudan kültürü de odur. Ki bu akıl önermesi, insanı felsefi varoluş noktasına çekip, var olan üretim biçimiyle barışık yaşamanın mümkün olduğunu ve bunun sizin yaşam tarzınızı etkilemeyeceğini önermektir. Günümüzde en tipik örneği AKP’nin yarattığı kültürdür. AKP’nin kültüründe Rezidanslarda oturup, jiplerle gezmenin İslamî yaşayış tarzına ters düşmemesi söz konusudur.
Ortaçağda bu tartışmayı İslam dünyası, İmam Gazali ve İbni Rüşd arasında izlemişti. İmam Gazali insan aklına karşı şüphesini dile getirip, kendi makamının, ününün ve şöhretinin kölesi olmaya başladığını söyleyip, her şeyi bir kenara bırakıp tasavvufa dönmüştür. İbni Rüşd ise, insan aklı ile Allah’ın vahiyleri arasında, yani gerçek yaşam ve inancın arasında bir uzlaşma sağlanabileceğini iddia ediyordu. Böylelikle insan aklına dayalı fetva kurumu da meşrulaşmış oluyordu. Bu tüm ortaçağın Tanrı devleti için bayağı faydalı oldu. Çünkü Tanrı kelamı ile Kral ya da Padişah kelamının çelişkiye düşmesi durumlarını çözümlüyordu. Kral veya Padişah artık Tanrının yeryüzündeki temsilcisiydi.
Bu dönem ekonomisi toprağa dayalı bir ekonomiydi. Ama topraksız olanlar, aristokrasinin toprak sahipliği ve gücü karşısında eziliyordu. Bu ekonomi biçimine karşı savaşabilecek tek yöntem vardı, o da; paradan para kazanılabilinen bir ekonomi biçimi. Bu fikri de sarayın çevresindeki topraksız zanaatkarla keşfetti. Yani nam-ı diğer burjuvazi. Ama mesele bununla da bitmiyordu. Çünkü bunun yanında bir de toplumsal meşruiyet gerekiyordu.
Toprak zengini aristokratlar, paradan para kazanan bir ekonominin güçlenmesine karşı “Tanrının faize haram” dediğini halka yayıyorlardı. Burjuvaların bir kesimi bu zihniyetle mücadele edebilmek için tanrıtanımazlık akımını keşfettiler. Yani ateizm bir burjuva akımı olarak tarih sahnesine çıktı. Ama tüm bu çatışmanın sonucunda galip gelen burjuvazi, orta yol bularak hem Tanrının varlığının, hem de dünyanın gerçekliğinin insan aklında birlikte varolabileceğini Fransız İhtilali’nden sonra kabul ettirdi. Yani “var saydığını yok sayıp, yok saydığını da var sayan” bir düalizm, ikilik modeli buldu. Felsefi ya da kültürel din önerip, piyasanın koşulları ile barışık olunabileceği fikrini benimsediler. Böylelikle bir toplumsal meşruiyet sağladılar. Çünkü zaten ekonomi bu noktaya gelmişti. Yani üretim biçimi bunu dayatıyordu. Burjuva devrimi bu eksende bir kültür yarattı.
Peki Abdullah Öcalan bu kadar eski bir meseleyi neden yeniymiş gibi ortaya sürüyor? Kürt halkının ortaçağda yaşamakta olduğunu mu söylemek istiyor? Ama o topraklarda tüm ekonomik ilişkilerin kapitalist olduğunu biliyoruz. Feodalizmin sadece bir ahlak anlayışı olarak varolduğunu da biliyoruz. Bu duruma bir çok iktisatçı “gecikmiş kapitalizm” tespiti yapmıştır. Yani bütün ekonomik ilişkiler kapitalisttir ama, büyük toprak sahibi olanların varlığı (yani aşiretlerin) ve bunların sert bir sömürü biçimini sürdürüyor olması, ister istemez zaten İslamı bir kültüre indirgemiştir. Ne kadar kapitalist ekonomi biçimi orada varolsa da, kapitalizmin en ilkel şeklinin varlığını sürdürebilmesi felsefi bir İslam ve İslam öncesinden gelen gelenek-göreneklerin bir garip harmanının benimsenmiş olmasına bağlıdır. Ama belli iddiaları olan cumhuriyetin de bu düzene karşı üç maymunu oynaması da gözardı edilmemelidir.
Abdullah Öcalan’ın önermesi, Fransız İhtilali’nden bu yana düalist yapısıyla bir toplumsal şizofreniyi üretmiştir. Ruhu, maddenin önüne koymasıyla bu bilim dışı zihniyet, kameranın ilk icat edildiği dönemdeki gibi nesneleri baş aşağı görüp, gösterme çabasındadır. Bu anlayış iflas etmiş bir düşüncedir. 1800’lü yıllarda bu iflası haber veren bir sürü çalışma vardır.
Kültür, üretim biçiminden ve ona bağlı üretim ilişkilerinden ibaret bir kavramdır. Ama bu gerçekliği saptıran fikirler, kültürü kendi aklından koparıp, bir “araçcıl akıl” noktasına getirme önermeleriyle toplumları şizofreniye sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Şu anda toplumlar zaten bu anlayışın bunalımını yaşamaktadır. O yüzden içinden çıkamadıkları bir buhrana sürüklenmişlerdir. Hayat, yani üretim biçiminin gerçekliği ve insanların inandıkları arasındaki uzlaşmaz çelişkinin, gerçek akıl ve yapay bir akıl birlikteliği ile formüle edilmesinin sonuçları tekrar bir toplumsal bunalımı doğuracaktır. Toplumların önünü açamayacak eski meseleleri yeniymiş gibi önermenin tek bir açıklaması vardır, o da; gecikmiş kapitalizmin daha “ileri” bir kapitalizm olarak bir an önce hayata geçirilmesi talebidir.
İlk yorum yapan olun