Şah İsmail Çaldıran yenilgisinden sonra Batı ile Osmanlı’ya karşı bir ittifak oluşturmak amacıyla yoğun diplomatik görüşmeler yürüttü. Rodos’ta üslenen St. John şövalyeleriyle irtibata geçen Şah, onlardan Hospitaliers Tarikatı’nın elinde bulunan Sultan Cem’in oğlu ve Yavuz Selim’in kuzeni olan şehzadenin kendisine teslimini istedi. Şah İsmail, Portekiz Kralı, Macaristan, Çek Kralları ve Habsburg İmparatoru nezdinde girişimlerde bulundu. İsmail bu faaliyetleri sırasında Lübnan dağlarında bulunan Marunilerden de yardım istedi. Ancak Batı, Osmanlı zaferi ile sarsılan Safevilere yardım etmeye istekli olmadı. Osmanlı İmparatorluğu, doğuda yerleşmeden batıya açılımın güvenli bir biçimde gerçekleşmeyeceğini bir kez daha kavradı. Tüm yıkıcı askeri fetihler ve iç tehditler doğudan geliyordu. Osmanlı doğuyu tutamıyordu. Yavuz Selim bu gidişi bir süre durdurdu. Torosların eteklerinden güneye, yukarı Fırat’a, Suriye’ye, Hicaz ve Mısır’a kadar hâkimiyet alanını genişletti. Yavuz Selim Ortadoğu üzerinde yoğunlaştı. Sultan Süleyman ise yüzünü yine Avrupa’ya çevirdi.
Yavuz Selim, doğuya yerleşme siyasetinde Kürtlerle anlaşmaya öncelik tanıdı. Akkoyunlular tarafından baskı altında tutulan Kürtler, başlangıçta Şah İsmail’e taraftar oldular. Ancak Şah’ın siyaseti Kürtleri ezdi. Kendisini kutlamaya gelen on bir Kürt ileri gelenini hapse attıran Şah İsmail, onların yerine kendi adamlarını atadı. Şah, şii Türkmenler dışında kimseye güven duymuyordu. Bu arada Kürtlerin sünni olması da onun açısından sorundu. Tıpkı Akkoyunlular gibi Kürtlere yönelik tasfiyeci bir siyaset izleyen Şah’a karşı Kürtler, Osmanlı’ya döndüler. Osmanlı-İran mücadelesi, şii-sünni örtüsü altında yürütüldü ve tüm bölge halklarını sürükledi. Kürtler ve Ermeniler varolma endişesiyle kendi aralarında taraflara bölünüp birbirlerini tükettiler. Osmanlı-İran savaş atmosferinden yararlanan Kürtler, silahlanarak Safevi güçlerini kendi bölgelerinden kovdular. Bu durum Osmanlının askeri başarısına uygun ortam yaratan koşullardan biriydi. Böylece Musul-Kerkük, Hısn-ı Keyfa, Eğil, Sasun, Palu, Siirt, Meyafirikin Kürt beylikleri bağımsızlıklarını korudular.
Diğer yandan yirmiye yakın Kürt beyi de Safevilerle ittifaklarını sürdürdüler. Bitlisli Kürt Hakim İdris ise Osmanlı Politikasını destekleyenlerin başında geliyordu. İdris söz konusu yirmi Kürt aşiret reisini Osmanlı’ya bağlanma konusunda ikna etti ve Şah İsmail ile olan ittifaklarını çözdü. Çaldıran Savaşı’ndan önce Kürt beyleri ile Osmanlı arasında kararlaştırılan anlaşma zaferle birlikte kesinleşti.
Sultan Selim, Kürt beyliklerinin özerkliklerini tanıdı ve bunu fermanlarla onayladı. Yavuz Selim’in, Kürt beylikleri ile yaptığı anlaşmaya göre; Kürtler, Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak, onların komşu ülkelerle yapacakları savaşlara katılmaya zorunluydular. Anlaşma gereğince beylikler bağımsızlıklarını koruyacaklardır. Kürt emirliklerinde yönetim babadan oğula geçecek veya eskiden beri devam eden geleneklere göre emir seçilecek ve Padişah fermanıyla emirin yetkisi kabul edilecektir. Osmanlılar, Kürt beyliklerini tüm dış saldırılara karşı koruyacaklardır.
Sultan Selim ile anlaşmanın metni Hakim İdris tarafından yazıldı. İdris bu anlaşma metnini Kürt beyliklerine ayrı ayrı imzalatarak Sultan’ın onayına sundu. Anlaşma gereğince Diyarbakır 19 sancağa bölündü. Bunların ll’i doğrudan Osmanlı’ya bağlandı, 8’i ise Kürt beyliklerine bırakıldı. Palu, Eğil, Hazro, Cezire yarı bağımsız idareler ve babadan oğula geçen beylikler olarak ilan edildi. 1514’ten, 1627’ye kadar uzanan zaman çizgisinde Malatya’dan Hakkari’ye, Urfa’dan Beyazıt’e kadar yayılan yörelerdeki önemli beyliklere yukarıdakine benzer haklar tanındı.
Sultan Selim’in siyaseti, Kürt beyliklerini, Osmanlı ittifakına dahil ederek İran karşısında sağlam bir duvar örmek, Türkmen unsurlarını kuşatmaktı. Türkmen sorunu tüm karmaşık sınıfsal, askeri, dini, sosyal çelişkileri ile birikimli etkisini sürdürdü.
Selçuklu, Osmanlı çizgisinde devlet bu sorunu şiddetle baskı altında tutma stratejisi izledi. Türkmen oymaklarının, Safevi Devleti ile birlikte hareket etmesi karşısında, Osmanlı da, Kürt feodallerine dayanma yolunu seçti. 1514-1638 Yılları arasında küçük aralıklarla devam eden Osmanlı-İran savaşlarında, sünni Kürtler Maku’dan, Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız bir kaleler zinciri oluşturdular. Kürtler bu savaşlarda Osmanlı ordularıyla birlikte savaştılar.
Ancak feodal parçalanmışlıkları iyice pekişti. İran’da yaşayan Kürtlerle, Osmanlı topraklarındakiler arasına sınırlar girdi. Doğuda düzenini yerleştirmeden batıda genişlemesi tehlikeye giren Osmanlı, Kürt feodalleşmesini kabullendi. İran ise buna Karabağ’da karşılık verdi. Karabağ Ermenilerine, İran’ın tanıdığı özerklik, Osmanlı saldırılarına karşı bir set işlevi görüyordu. Diğer yandan bu Ermeni özerkliği gelecek yüzyıllardaki Ermeni siyasi hareketlerinin temel ocağını teşkil etti. Karabağ Ermeni Melikleri, Şah Abbas’tan 1603’te Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılmalarını istediler. Bunun üzerine Doğu Ermenistan’ın Karabağ bölgesini Osmanlı’ya karşı bir duvar halinde bırakmak amacıyla buranın idaresi Şah Abbas tarafından Kürt feodallerine verildi. Bu politika Osmanlı padişahlarının İran’a karşı Kürt beyliklerine dayanması siyasetiyle aynıydı.
Sonuçta Karabağ, beş melikliğe bölündü ve bağımsız ilan edildi. Osmanlı-İran çelişkisi, Ermeniler ve Kürtleri stratejik varlıklar haline getirdi. Bu iki güçlü devletin aralarındaki savaşlar, Kürt ve Ermeni feodallerinin toplumsal-ekonomik ilişkiler alanında hâkimiyetlerini güçlendirdi. Bölgede oluşan ittifak ilişkileri kalıcı etkiler yarattı. Ermeni feodalleri İran ile, Sünni Kürt feodalleri ise Osmanlı ile müttefik oldular. Bu arada Kürt parçalanması iyice perçinlendi.
Büyük bir güçle sahnede olan Kürtler, İran ve Osmanlı yanlısı olarak bölünen feodal egemenlerini izlediler. Sünni-şii ayrımı bu konuda görünür ölçüttü. 16. Yüzyılda İran ve Osmanlı İmparatorlukları ile çıkarları temelinde bütünleşen Kürt egemenleri, sultanlık düzeyinde devlet sistemlerinden iyice uzaklaşmışlardı. Siyasi örgütlenmeleri, merkezsiz, ikinci derecede önem taşıyan ve bir büyük güce dayanmayı varlığının güvencesi sayan beylikler biçimindedir. Bu yapılar ayrıca kendi içinde bölümlere ayrılıyordu.
Anadolu Türkmenlerinin, Şii bayrağıyla isyanı ve aslında Safevilerin askeri gövdesini oluşturmasını, şu formülasyon çerçevesinde değerlendirmek doğru olur: “Dini bir kisve altında siyasal protesto, gelişmelerinin belli bir derecesinde bütün halklara özgü bir olaydır.” Türkmenlerin, Şah’a verdiği destek bu “siyasal protesto” mantığı ile kavranabilir. Osmanlı devşirme, kozmopolit merkezi egemenliği açısından bu sorunun şiddet dışında çözümü yoktur. Özellikle II. Beyazıt’ın son saltanat yıllarında patlayan Safevi şeyhlerinden Şah Kulu İsyanı tüm Anadolu’yu sarstı. Şah Kulu’nu izleyenler, “hükümetten memnun olmayan köylüler, aşiretler, çiftlikleri ellerinden alınan tımar erleri, sipahilerdi.” Osmanlı egemenlik ideolojisi, yoksul halk hareketlerini korkunç bir barbarlık olarak tasvir eder. Oysa halk yığınlarının “korkunçlukları”, yoksulluklarından ileri geliyordu.
Osmanlı kaynaklan askerlerin dışındaki Şah Kulu yandaşlarını şöyle anlatır: Görünüşleri korkunçtu. Paçavra çıkınına benzeyen elbiseleri, bağırış ve çağırışları, uzun bıyık ve sakalları, kırmızı saçlarıyla geçtikleri yerler ahalisine dehşet saçıyorlardı. Böylece işe başlayan Şah Kulu, Antalya’dan Sivas’a kadar önüne gelen kuvvetleri silip süpürdü, ortalığı yakıp yıktı.” (1)
Anadolu’da Alevi-Türkmen hareketiyle başlayan ve sonuçları itibariyle uzun yıllar sürecek Osmanlı-İran savaşlarına, Kürt feodallerinin güçlenmesine, Ermeni özerkliğinin ulusal çizgiye varacak biçimde gelişmesine neden olan olguların temelinde Fatih’in müsadereleri ile II. Beyazıt’ın bunu düzeltmeye çalışırken başvurduğu isabetsiz yöntemler vardır. Bazı tekrarları göze alarak; II. Mehmet döneminde hâkim eğilim tımar sisteminin mülk ve vakıf araziler aleyhine gelişmesi ve büyük dirliklerin devşirme aristokrasisine verilmesi yönünde oldu.
Bu arada İstanbul’a sadece Müslümanlar değil, Trabzon’dan Rumlar, Selânik’ten Yahudiler, Ermeniler iskân edildiler. Osmanlı Devleti’nde Fatih zamanında dini esaslara dayalı “milletler” sorununun ilk mayalanmaları başladı. Fatih, Roma Kilisesi ile çatışma halinde olan Gennadius’u Rum Ortodoks Kilisesi’nin Patriği yaparak geniş yetkilerle donattı. Tüm Ortodoks Balkan halkları üzerinde geçerli olan yetkiler medeni hukuk ve ceza hukuku alanındaydı. Burjuva devrimleri döneminde Rum ulusal bilincinin tohumları Fener Patrikhanesi’nde atıldı. Fatih aynı siyaseti Ermeniler ve Yahudiler için de uyguladı. Ermeni Kilisesi’nin başına Fatih’in Bursa’dan getirdiği Patrik atandı. Ermeni Kilisesi de, Ermeni tarihçi Pastırmacıyan’ın vurguladığı gibi “yüzyıllar boyunca ulusal duygunun devamını” sağladı. Fatih, Yahudi din adamları arasından seçtiği Moşe Kapsalı Hahambaşı olarak atadı. Moşe Kapsalı, İstanbul’un Balat mahallesinde oturan dindaşları ve diğer Yahudiler üzerinde vergileri cemaat arasında paylaştırmak da dahil büyük yetkiler elde etti.
Fatih döneminde, Babinger’in yazdığına göre Osmanlı İmparatorluğu, “dindaşlarının Batı Avrupa’daki acıklı durumlarına nispetle gerçek bir cennettir.” (Öncesinde de, Şeyh Bedreddin gibi dünyevi iktidar mücadelesinde büyük bir hareket başlatmış bir ismin en yakınları arasında Yahudiler bulunuyordu. Kendilerini Osmanlı iktidar mücadelesinin tarafı olarak görecek düzeyde siyasi mücadelenin içinde olmaları önemlidir. Şeyh’in yanında önemli bir rol oynamış bulunan Torlak Kemal Yahudi asıllı olup asıl adı Samuel idi. Kemal-Samuel Manisalıydı ve o dönem bu bölgede büyük bir Yahudi topluluğu bulunuyordu. Bedreddin ayaklanmasında, Manisa yöresindeki “kalabalık Yahudi cemaatinden” çok sayıda kişi Torlak Kemal-Samuel ile birlikte hareket ettiler.)
Bizans döneminde İstanbul’da, özellikle Galata’da bulunan Yahudilerin sayısı İstanbul’un fethi sonrasında artar. Fetihten sonra çeşitli yerlerde yaşayan Yahudiler İstanbul’a getirilerek yerleştirilir. Kritovulos, Fatih’in birçok Yahudiyi İstanbul’a yerleştirdiğine dikkat çeker.(2)
Fatih, Hahambaşı’na, Rum Patriği’nden de üstün bir mevki tanır. Yahudiler, istedikleri gibi ticaret yapıyor, Avrupa’dakinden çok daha az vergi ödüyor ve servetlerinin üçte birini de Batı’da olduğu gibi sultana vermek zorunda değillerdi. Bu yüzden Almanya’daki dindaşlarını da Osmanlı Devleti’ne çağırdılar ve yığınlar halinde Avrupa’dan Osmanlı’ya Yahudi göçü yaşandı.
NOTLAR
(1) Çağatay Uluçay, Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu, Tarih dergisi, Mart 1954, Sayı: 9, sf. 2
(2) Kritovulos, Tarih-i Sultan Mehmet Han-ı Sani, Sadeleştiren: Muzaffer Gökhan, İst. 1967, Kitapçılık Tic Yay.
TÜRKLER ve KÜRTLER – Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, Suat Parlar, Bağdat Yayınları, Eylül – 2005, İstanbul