Bir Roma İmparatoru: Fatih Sultan Mehmed – Suat Parlar

Bir Roma İmparatoru: Fatih Sultan Mehmed - Suat Parlar


II. Mehmed (Mehmed-i sânî; bilinen adıyla Fatih Sultan Mehmed kısaca Fâtih, Avrupa’da tanınan adıyla: Grand Turco (Büyük Türk) veya Turcarum Imperator (Türk İmparatoru); 30 Mart 1432 – 3 Mayıs 1481), Osmanlı İmparatorluğu’nun yedinci padişahı. İlk olarak 1444–46 yılları arasında kısa bir dönem, daha sonra 1451’den 1481 yılında ölümüne kadar 32 yıl boyunca hüküm sürdü.

II. Mehmed, 21 yaşında İstanbul’u fethederek 1000 yıllık Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’na son verdi ve bu olay birçok tarihçi tarafından Orta Çağ’ın sonu Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edildi.[6] Fetih’ten sonra Fethin Babası anlamına gelen Ebû ‘l-Feth, daha sonraki dönemlerde ise “Çağ Açan Hükümdar” ve “Kayser-i Rûm” (Roma İmparatoru) unvanları ile anıldı.

Fatih, İslâm Peygamberi Muhammed’in bir hadisine nâil olduğu için günümüzde Türkiye ve İslam dünyasının geniş bir kesiminde “kahraman” olarak kabul edilmektedir.

27 Receb 835 (30 Mart 1432) Pazar günü şafak vaktinde, devletin başkenti olan Edirne’de, II. Murat’ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Hüma Hatun, tarihçi Babinger ve yazar Lord Kinross’a göre gayrimüslim bir köledir. Yine Babinger’e göre, ölümünden sonra Acem efsanelerindeki cennetkuşu hümadan esinlenilerek Hüma Hatun olarak adlandırılmıştır.

Mehmed iki yaşına kadar Edirne’de kaldıktan sonra 1434’te sütninesi ve küçük ağabeyi Alâeddin Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed’in Rum sancakbeyi olduğu Amasya’ya gönderildi. Burada ağabeyi Ahmed’in erken yaşta ölmesi üzerine Mehmed altı yaşında Rum sancakbeyi oldu (İnalcık’a göre şüpheli). Diğer ağabeyi Alâeddin Ali ise Manisa’da Saruhan sancakbeyi oldu. İki yıl sonra babaları II. Murat’ın talimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan sancakbeyi oldu.

Mehmed’in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar hırçın bir çocuk olan Mehmed’in eğitilmesi kolay olmadı. Sonunda babası heybetli ve otoriter bir alim olan Molla Gürani’yi görevlendirdi. Anlatılana göre Murad, Gürani’ye bir değnek vermiş ve Mehmed itaatsizlik ederse kullanmasını söylemişti. Molla Gürani Mehmed’e, dersini dikkate almayan bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebi bir cümleyi inceletmiş, Mehmed durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır.

Şehzade Mehmed’in medrese kökenli hocalarının yanı sıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) sarayında İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve saraydaki başka İtalyanlar onun Avrupa tarihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzade Mehmed’e çok-kültürlülük kazandırmıştır. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan II. Mehmed’in şehzadelik yıllarına ait olan karalama defterinde Latin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed’in Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca bilmesi bu dönemdeki münasebetlerine dayandırılmaktadır.


Akkoyunlu Hükümdarı, Uzun Hasan

Sadrazam Mahmud Paşa’nın henüz gücünü muhafaza ettiğini kaydeden Babinger, “o sırada koşullar Mahmud Paşa’yı (sultanın) cezalandırmasına el vermiyordu, yoksa bunu mutlaka yapardı” kaydını düşüyor. 11 Ağustos 1473’te Uzun Hasan komutasındaki Türkmen ordusu, Hıristiyan ve devşirme askerlerin büyük çoğunluğunu oluşturduğu Osmanlı kuvvetlerine yeniliyordu. Osmanlı ordusu ateşli silah üstünlüğünü kullanıyor ve Akkoyunlular’a ağır kayıplar verdiriyordu. Esir alman binlerce Türkmen “korkunç bir biçimde öldürüldü. Geri dönüş yolculuğunda, her gün 400 tanesi öldürüldü.”

Sadrazam Mahmud Paşa, Sultanın daha ileri gitmesini engellememiş olsa idi kayıpların daha büyük olacağı açıktır. Ancak, Fatih Mehmed daha sonra kararından pişmanlık duymaya ve sadrazamı suçlamaya başladı. Anadolu, devşirme vurucu güce dayalı Roma İmparatoru Fatih Mehmed tarafından fethedilirken Türkmen varlığı iyice ezildi. Türkmen egemenlerinin bir kısmı satın alındı. Örneğin, Türkmen kalesi Şebinkarahisar’ın kumandanı Darab Bey, kaleyi Fatih’e teslim etmesi karşılığında, Edirne yakınlarındaki Çirmen’e sancak beyi tayin edilerek “ödüllendirildi”. Orduya ise Müslüman Türkmenlerin ezilmesi sonucunda elde edilen “son derece zengin ganimetler paylaştırıldı.”

Bu arada “zafer şenlikleri” düzenlenmesini emreden Sultan, Karahisar’dan tüm “Anadolu sakinlerine” hitaben yazılmış “Uygurca” bir “yarlık” (ferman) ile Uzun Hasan’a karşı kazandığı “zaferi bildiriyor” ve savaşın ayrıntılarını açıklıyordu. 30 Ağustos 1473 tarihli bu “Uygurca” ferman, Türkmen askeri ve politik varlığının, Osmanlı emperyal egemenlik sistemi içinde eritilmesinde önemli bir dönemecin ilânı niteliğindedir.

Savaş, iktidar mücadelesi, darbe girişimleriyle yumaklanan süreçler bileşkesi, emperyal kurumlaşmada büyük mesafeler kaydeden Osmanlı düzeninde egemenler arası kavgayı şiddetlendiriyordu. Anadolu’ya Osmanlı askeri ve politik düzenini yerleştirmenin Türkmen güçlerini denetim altına almakla bağlantılı olduğunu bilen Sultan hemen başkente dönmüyordu. Amasya, Ankara, Kütahya’ya giden Sultan uzun süre Anadolu’da kalıyor, oğullarını “payelere boğuyor”du. Başkentte Cem’i tahta geçirmeye çalışan üst düzey yetkililer şiddetle cezalandırılıyordu.

Mehmed II’in Edirne 1451’de tahta çıkışı.

Emperyal egemenlik çarklarının kirli düzenekleri kurulurken bu süreç kendi çelişkilerini, ideolojisini, ahlak anlayışını, iktidar felsefesini ve şahsiyetlerini ortaya çıkarıyordu. Bu bağlamda, şehzade Mustafa’nın “ani ölümü” ve bununla ilişkili olarak ileri sürülen iddialar önemli ipuçları sunuyor. Sultanın “gözde oğlu” Şehzade Mustafa’nın ölümü ile ilgili ayrıntıları maiyetinde bulunan Gian Maria Angiolello’nun anlattıkları sayesinde öğrenmek mümkün oluyor. Babinger, Angiolello’nun yazdıklarına dayanıyor ve Şehzadenin “ölümünün babasını ne kadar perişan ettiğini” aktarıyor. Ayrıca, hanedanda yaşanan bu “trajedinin”, “Sadrazam Mahmud Paşa’nın hızla ortadan kaldırılmasıyla bağlantısı olabilir” notunu düşen Babinger, bu ölümün “arka planını” ve “etkilerini bilmiyoruz” vurgusunu yapıyor.

Şehzadenin ölüm nedeni “hala bir sır” niteliğini koruyor. Mustafa, üvey kardeşi Bayezıd’ın görev yeri olan Amasya’ya dönmesinden sonra maiyetiyle birlikte savaş meydanından ayrılıyor Kayseri, Aksaray, Niğde ve Bor üstünden Konya’ya yani Karaman Valisi olarak yaşadığı şehre gidiyordu. 1473 Eylül ayının sonlarında oldukça sağlıklı görünen Şehzade, “Beyşehir gölünde yelkenliyle geziyor ve arkadaşlarıyla birlikte sık sık ava çıkarak, bölgedeki Rumlarla Ermenilerin yaptığı şarapları içerek vakit geçiriyordu”. Bu arada Babinger, “eğlenme tarzı Hıristiyan halkın pek poşuna gitmiyordu, çünkü sarhoş olunca her türlü fesatlığı yapıyordu” bilgisini aktarıyor.

Karamanlıların direnişi halen devam ediyor ve Kayseri’nin kırk kilometre güneybatısında bulunan Karahisar kalesi Pir Ahmed’e bağlı kuvvetlerin elinde bulunuyor, Taşeli’deki diğer müstahkem yerlerle birlikte Osmanlı karşısında tutunmaya çalışıyorlardı. Şehzade Mustafa, kendine bağlı üst düzey askeri görevlilerden Koçi Bey’i Karahisar’ı almakla görevlendiriyordu. Onun yola çıkmasından kısa süre sonra hastalanıyor, bu ani rahatsızlığı takiben, inişli çıkışlı günler birbirini izliyordu. Karahisar kumandanı kaleyi Koçi Bey’e teslim etmeyi reddederek ancak Şehzade Mustafa ile anlaşma için görüşebileceğini bildiriyor (veya Şehzade’ye böyle aktarılıyor) bunun üzerine oldukça hasta olan Mustafa yola çıkıyor. Ancak durumu kötüleşince Konya’ya geri götürülüyor. Bu arada Sultan, Gedik Ahmed Paşa komutasında 30 bin askeri Karaman üzerine gönderiyordu. Sultan’ın “gözdesi” Mustafa’nın “ani” rahatsızlığı komplolarla kuşatılan Sultan’ın karşı cephe saydığı güçlere yönelik şiddetiyle aynı dönemde gelişiyordu. Fatih, özel hekimi Yahudi Jacopo (Jakobo)’yu oğlunu tedavi etmesi için bölgeye gönderiyordu.

Şehzade Mustafa, Bor yakınlarında sıcak bir banyodan sonra iyice rahatsızlanıyor ve ölüyordu. Mustafa’nın Ölümünü gizleme kararı alan “danışmanlar” onun cesedinin bulunduğu arabaya İsmail adındaki adamını oturtuyorlar ve “efendisinin sesini taklit etmesi” emrini veriyorlardı. Böylece altı gün süren yolculuk boyunca Mustafa’nın hayatta olduğu havası yayılıyordu. Oysa Konya’da “valinin öldüğü haberi çoktan yayılmıştı” Tüm bu tedbirlerin amacını ise Babinger şöyle açıklıyor: “Yeni Osmanlı yöneticilerini desteklemeyen halkın ayaklanacağından korkuluyordu.” Bu tür bir isyana karşı Osmanlı ordusu hazırlıklıydı. Gedik Ahmed Paşa komutasında binlerce asker Meram’da ordugâh kuruyordu. Ölüm haberini Sultan’a vermeye kimse cesaret edemiyordu. Hoca Sinan Paşa “kara yas giysileri giyip Sultan’ın yanına gitti.” Fatih onu görünce, ne olduğunu hemen anladı ve Angiolello’ya göre, üç gün üç gece boyunca büyük bir teessürle ağladı, “umutsuz” bir biçimde göğsünü, başını yumrukladı.

Fatih’in Anadolu seferi sırasında Bizans soylusu Has Murad Paşa’dan sonra Şehzade Mustafa’nın ölümü ile bir biçimde ilişkilendirdiği sadrazam Mahmud Paşa’yı katlettirmesi, başkentte yoğunlaşan iktidar mücadelesinin boyutlarını ortaya koyuyor. Şehzade Mustafa 1474 Haziran’ında öldü, Mahmut Paşa ise 18 Temmuz 1474’de idam edildi. Şehzade Mustafa’nın şahsiyetine dair bilgiler bu çerçevede önem kazanıyor.

Babinger’in anlatımıyla:

Güvenilir yazarların söylediğine göre Mustafa başka erkeklerin haremlerine her zaman saygı göstermeyen biriydi. Daha 1465’de Venedik’e ulaşan bir raporda, Mustafa’nın o zaman ki Rumeli beylerbeyinin karısıyla birlikte olduğu söylenmişti. Gedik Ahmed Paşa’nın karısı da (İshak Paşa’nın kızlarından biriydi) şehzadenin gözüne girince boşanmıştı. Mustafa’nın bir süreliğine Rumeli beylerbeyi olan Mahmud Paşa’nın karısıyla da birlikte olduğu söyleniyordu.

Şehzadenin bu özelliklerini Uzunçarşılı da kaydediyor:

Şehzade Mustafa… Aynı zamanda mahir bir silahşör olup kadınlara fazla düşkündü. Mahmud Paşa’nın zevcesini, paşanın bir seferde bulunmasını fırsat bilerek iğfal etmiştir; Bundan dolayı Mahmud Paşa kendisine düşman olmuştu. Bundan dolayı şehzadenin Mahmud Paşa tarafından zehirlettirildiği de rivayet edilir.

Aynı “söylenti” konusunda, Babinger daha net bir biçimde, “şehzadenin ölümünü Mahmud Paşa’yla ilişkilendiren bir söylenti yayıldı. Ama Angiolello’nun da gösterdiği gibi azledilmiş vezir tamamen suçsuzdu” kaydını düşüyor.

Sefahat ve içki âlemlerine düşkün, devletin en üst makamlarında bulunan görevlilerin eşlerini bile “iğfal” etmekten çekinmeyen Fatih’in “gözdesi” Mustafa, onun portresinin yanında Mustafa Necati Paşa’nın Netâyic ül-Vukuât’ta “berş ve afyon gibi keyf verici zehirleri kullandığından bunların etkisi” altındaki Bayezid ve bu şahsiyetler galerisinde Fatih’in kız kardeşiyle ilgili olarak Babinger’in aktardıkları:

Angiolello’nun anlattığına göre (Dimetoka) oradaki eski Bizans kalesinde Sultan Mehmed’in sürgüne gönderdiği bir kız kardeşi yaşıyordu… Angiolello’ya göre, Mehmed’in kız kardeşi sadist bir deliydi.

Bir keresinde, sağ kalıp kalmayacaklarını anlamak için yirmi köle kızın kafasını kestirmişti: Şimdi bile, gücünü kardeşininkiyle kıyaslamak için kelleler uçurmak istiyordu. Ayrıca fahişenin tekiydi. Arzularını tatmin etmek için genç köleler satın alırdı. Sonra kendisini suçlamasınlar diye onları öldürtürdü. Babası Sultan Murad bile son vasiyetinde onu görmezden gelmişti. Bu yüzden kardeşi Mehmed’e bağlı kalmak, ona itaat etmek zorundaydı. Büyük Türk Eğriboz seferini kazandıktan sonra ona kız kardeşini hatırlattılar. Kız kardeşi onu kendisini serbest bırakmaya ve Konstantiniyye imparatorları Palaiologoslar’dan olan Esebeg (İsa Bey) adlı kölesiyle evlendirmeye ikna etti. Palaiogos ailesinden çok sayıda “mühtedi” çıkmıştı ve bunlar devletin en önemli makamlarında görevlendiriliyorlardı.

Sultan’ın kız kardeşiyle evlendirilen Palailogos ailesi mensubunun İsa adını taşıması kayda değer. Ayrıca, sultanın kız kardeşinin öz mü yoksa üvey mi olduğu psikolojik çözümlemeler bakımından önemlidir. Ancak aslolan bu şahsiyetlerin ruhsal sorunları veya davranış bozukluklarının emperyal iktidar çarklarıyla iç içe geçmesi ve hükmetme olgusunun tezahür biçimlerine dönüşmesidir. Bu kişilik özelliklerinin iktidar süreçlerinde etkili olan ve bireyleri aşan sınıfsal çıkar şebekeleşmeleri tarafından sonuna kadar kullanıldığı kuşkusuzdur. Böylece emperyal egemenlik düzeni yerleşirken, Osmanlı yönetici sınıfları Bizans birikiminin akış dinamiklerinden beslenmekle kalmayıp, bu tarz bir politik yapının komplo düzeneklerini, sosyal alışkanlıklarını, saray merkezli yaşam tarzından kaynaklanan zehirli ahlakî ortamını da içeriyorlardı.

Elbette tüm bu unsurlar sadece Bizans’a özgü değildir ve benzeri tüm egemenlik sistemlerinde varlıklarını tespit etmek mümkündür. Ancak Osmanlılar hem Anadolu Selçukluları üzerinden hem de doğrudan ilişkiler tarzında bu çürüyen yapıyla temas halindeydiler. Bizans Osmanlı açısından “tarihin Ölü eli”ni değil tarihin canlı elini temsil ediyordu. Dolayısıyla Bizans’ın çözemediği politik, ekonomik, askeri sorunlar yumağı üzerine temellenen kurumsal düzeneklerin çelişkileri, hayatın uç noktalarında dolaşan şahsiyetlerin alışkanlıklarını besleyen ilişkileri ve çıkar ağlarını sürekli kılıyordu. Bu bağlamda, emperyal iktidar çarklarının kıyıcı ve acımasız düzenine uyum sağlamaya çalışan Osmanlı egemenleri kendilerine özellikle eski Bizans soylularını, Yahudi hekimleri, İranlı gizemcileri, batılı tüccar, zanaatkâr ve sanatçıları daha yakın buluyorlardı.

Emperyal düzeneklerin oluşum sürecinde kanlı gösterilere ihtiyaç vardır. Özellikle, aynı dinden ve etnik temellerden olan “düşman” unsurlar hiçbir hoşgörüden yararlanamazlar. Emperyal gelişme süreçlerinin “uzun dalgaları” boyunca iç iktidar mücadeleleri, kanlı komplo düzenekleri, yeni sınıfların üretim kaynaklarını ele geçirme kavgası şiddetlenir. İç ve dış düşman ayrımları silinir. En yetkili makamlarda bulunan şahsiyetlerin bile güvenliği yoktur. Bu dönemeçlere şekil veren liderler, sistemin güç merkezleri karşısında özerk bir konumda bulunuyor gibi görülürler. Oysa onların mutlak gibi görülen yetkileri temsil ettikleri egemenlik ilişkilerinin politik, askeri, ekonomik akış çizgisinde biçimlenir.

Söz konusu yetkinin temel ölçütü ise sistemin varlığını garanti edecek ölçüde kıyıcılığa bağlıdır. Her ne kadar dönemin bilim, sanat ve din değerleriyle cilalansa da emperyal sistemlerin iktidar çarklarının dönüşü büyük bir şiddetle sağlanır. Hele dış düşman olarak görülen iç politik ve askeri alternatif kanla boğulur. Bu emperyal egemenlik ilkesinin işleyiş dinamikleri açısından Fatih Mehmed dikkate değer bir eylem birikimi oluşturmuş ve politik genetiğin şifrelerine kazımıştır. Emperyal egemenlik düzeneklerinin Bizans birikimi üzerine temellendirilmesi Müslüman devletlere ve Anadolu halkına karşı yoğun bir mücadeleyi zorunlu kılıyor, büyük şiddet gösterileri politik fırsat olarak değerlendiriliyordu. Bu konuda, Babinger’in anlattığı bir örnek önemli ipuçları sunuyor:

Başkumandanlarından biri Nasuh Bey adlı bir Arnavut, elleri arkasından bağlanmış halde sultanın huzuruna getirildi. Son derece saygın biri olduğu söylenen Nasuh Bey’in, Doğu Anadolu’da Uzun Hasan’ın ülkesinin yakınında toprakları vardı. Birileri onu Sultan’a karşı ayaklanıp Uzun Hasan’ın tarafına geçmeyi planlamakla suçlamıştı. Yalnızca bu suçlama, Mehmed’in Nasuh Bey’in kendisinin ve bütün ordunun gözleri önünde parça parça edilmesi emrini vermesine yetti. Ellerinden ve ayaklarından tutulan Nasuh Bey, kısa bir palayla doğrandı.

Floransa cemaati 8 Ağustos 1470’de Papa’ya gönderilen bir mektupta Fatih için onun asıl isteğinin “yalnızca İtalya ile Roma’yı değil, bütün dünyayı ele geçirmek” olduğunu bildiriyordu.

Fatih, Roma ve daha sonra “evrensellik” iddiasını yitirerek belirli bir siyasi coğrafyaya kapanan Bizans’ın yayılmacı dönemindeki emperyal “rüya”nın taşıyıcısı idi. Bu hedefin önüne dikilen tüm engelleri, din, dil, inanç, etnik kimlik farkı gözetmeden “eşit” biçimde yok etme azmini taşıyordu. Sultan’ın “evrensel” imparatorluk iddialarına batıdan da destek vardı. 1465 Kasım’ında Trabzon’dan gelen Trapezuntios, İstanbul’da Sultanla görüşüyor daha sonra 18 Mart 1466’da Roma’ya gidiyordu. Babinger, “bu tuhaf ve kuşku uyandırıcı yolculuğun asıl nedenleri belirsizdir” diyor. Trapezuntios görünüşte bu yolculuğu Papanın isteği doğrultusunda ve “Türkiye’deki durumu incelemek” amacıyla yapıyordu. Ancak bu şahıs Roma’da tutuklanıyor, üzerinden bazı belgeler çıkıyordu. Bu belgelere göre Trapezuntios, Sultan’a “Batı’daki” gelişmeleri ve halkın huzursuzluğunu” bildiriyor, onu “İtalya’yı bir an önce fethetmeye teşvik” etmekle kalmayıp Fatih’e “Romalıların ve dünyanın imparatoru” unvanını uygun görüyordu.

Sultan’ın sarayında bazı “işler” yapan ve “armağanlara boğulan” bu karanlık şahsiyet üzerindeki belgelere rağmen Castel Sant Angelo’da kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra Papa II. Paulus tarafından serbest bırakılıyordu. Trapezuntios’un üzerinde bulunan belgeler arasında biri, 25 Şubat 1466’da Galata’da diğeri Roma’da Fatih’e hitaben yazılmış iki mektup bulunuyordu. Trapezuntios bu mektuplarda Sultan’ın Keyhüsrev, Büyük İskender ve Sezar’dan daha “yüce” olduğunu belirtiyor; askeri zaferlerini övüyor onun tüm hükümdarlardan daha büyük olmasının gerekçelerini açıklıyordu. Trapezuntios’a göre: Yeryüzünde “tanrının yardımıyla bütün insanları tek bir din ve imparatorluk çatısı altında toplamayı en kolay başarabilecek” kişi Fatih Mehmed’tir; İstanbul’un fethinden sonra sultanın bu ilahi seçilmişliği daha keskin çizgilere bürünmüştür.

Trapezuntios şunları yazar:

Mehmed II ve yılanlı sütun, Hünername 16. yy.

Onun meşru Roma imparatoru olduğundan kimse şüphe duymasın. Çünkü imparatorluğun başkentini elinde bulunduran kişi meşru imparatordur. Roma İmparatorluğu’nun başkenti ise Konstantiniyye’dir. Bu yüzden bu şehir kimin elindeyse meşru imparator odur. Ama siz bu tahtı insanlardan değil, Tanrı’nın yardımıyla savaşarak aldınız. Bu yüzden, meşru Roma İmparatoru sizsiniz… Roma İmparatoru olan kişi ise bütün dünyanın imparatorudur.

Emperyal egemenlik düzeneklerinin içerilmesi sürecinde bu tip şahsiyetler sadece Fatih’in değil diğer önemli dönemeçlerde, iş başında olan yöneticilerin çevresinde de öbekleniyordu. İlahi seçilmişlik konusundaki bu ideolojik desteğin hükümdarların moral kapasitesine katkı sağladığına kuşku yok. Bu tür katkıların yüceltici etkileri ve iktidar psikolojisinin ölçüsüz şiddetini besleyen yönleri, elbette “düşman” ile işbirliği “söylentisi” üzerine Nasuh Bey gibi üst düzey görevlilerin parçalatılmasından, sadrazamların boynunu vurmaya, büyük şehirleri yakıp yıkmaktan, kitlesel tehcirlere kadar her türlü uygulamaya alan açan bir manevi ortamı, imparatorluk imtiyazı haline getiriyordu.

Emperyal egemenlik düzenekleri kendi askeri, politik, idari kadrolarını ve “danışmanlar” ile ideolojik alanda çalışan bir tür “organik aydınlar”ını yaratıyordu. Sultan, 1465’deki “durağanlık” döneminde sistemin yerleşme sürecindeki çelişkiler üzerine kafa yoruyor mimariden, felsefeye kadar pek çok alanda kapsamlı çalışmalar yürütüyordu. Fatih özellikle stoacıları ve Aristotelesçileri tercih ediyordu. Sultan’ın “öğretmeni” Trabzonlu Georgios Amirutzes bu felsefi akımlar konusunda ona rehberlik ediyordu. Amirutzes oğulları Mehmed ve İskender’i Müslüman olarak yetiştirdi. Eski efendisi Komnenoslar’dan uzun yaşayan Amirutzes yeni koşullara çabuk uyum sağladı ve Fatih’in maiyetine dâhil oldu. Oğulları ise hızla Arapça öğrenerek İslâmlaştılar. Amirutzes, Sultanın imparatorluk kurgusunu destekleyecek çalışmalar gerçekleştirdi.

Babinger bu çalışmaları şöyle özetliyor:

1465 yazında Sultan, kendini ihtiyar Amirutzes’in rehberliğinde coğrafi çalışmalara adadı. Pek çok şeyin yanı sıra Ptolemaios’un diyagramlarının el yazmasını da çalıştı. Bu el yazmasında dünyanın sözde tarifi ve haritası vardı. Bu eserde bulunan çok sayıdaki kısmi haritadan genel bir izlenim elde etmek güç olduğundan, onları birleştirmek daha mantıklı göründü. Amirutzes bu zor işin üstesinden gelerek, Oikoumene’nin (insanların yaşadığı dünyanın) tamamını temsil eden tek bir harita yaptı. Dünyayı fethetmek isteyen Sultan, bu Mapa Mundi’den fazlasıyla hoşnut kalmıştı şüphesiz. Amirutzes’in oğullarından biri haritanın üstüne Arap harfleriyle ülkelerin, şehirlerin ve kasabaların isimlerini yazdı. Haritacılar cömertçe ödüllendirildi ve yazmanın Arapça çevrisini yapmaya teşvik edildi. Kendilerine karşılığında büyük para ödülleri ve unvanlar vaat edildi.”

Fatih’in İstanbul Ortodoks Patrikhanesi lideri II. Gennadios ile görüşmesini betimleyen bir tablo, 1454

Bizans düzeni İslami renk altında varlığını sürdürürken kaybettiği “evrensellik” iddiasını canlandıracak büyük emperyal liderini bulmuştu: Fatih Mehmed.

Amirutzes’in oğlu Mehmed’e, Sultan tarafından Kitab-ı Mukaddes’i Arapçaya çevirme görevi verildi. Hıristiyanlık öğretisine “büyük ilgi” duyan Sultan, emperyal düzeneklerin ideolojik meşruluk kalıplarına uygun olarak İslâmi ölçütlere bağlıydı. Ancak ne bu bağlılık ne de Hıristiyanlık öğretisine duyduğu ilgi onun politik ve askeri amaçlarının dışında soyut bir inanç olarak değerlendirilemez. İlahi seçilmişlik kurgusundan beslenen bir emperyal düzen anlayışının temsilcisi olarak Sultan’ın konumu dinlerin ötesindedir.

Bu noktada Babinger’in şu tespiti çarpıcıdır:

Sultan’ın Hıristiyanlık öğretisine büyük ilgi duyduğuna şüphe yoktur ama buna dayanarak onun Hıristiyan olmayı düşündüğünü farz etmek, onu tamamen yanlış anlamaktır. Temelde dinsel bağları olmayan bir insandı. Onu mutlaka çok yakından tanıyan oğlu Bayezid, babasının dinsiz olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Katolik inancı hakkında genel bir bilgi sahibi olmak istediyse, bunun nedeni Hıristiyan zihniyetini anlarsa Batılı düşmanlarıyla daha etkili savaşabileceğini düşünmesiydi kuşkusuz…

Birbirinden çok farkı kültürlerin, çağların ve milletlerin fikirleri ve bakış açıları zihninde birbirine karışmıştı. Fatih Mehmed, emperyal egemenlik dönemecinde bulunan Osmanlı devletinin politik, askeri, ideolojik çelişkilerini usta bir yöneticinin parlak yeteneklerinden öte Bizanslı, Batılı, Balkanlı kadrolara dayanarak çözümlüyordu. Örneğin, 1465 yılındaki politik gelişmelerden söz eden Babinger, Venedik’e verilen bilgilerden yola çıkarak; “O sıralar Mehmed’in devlet şurasında birkaç İtalyan vardı. Aralarında Floransak, Cenovalı, Ragusalıların da bulunduğu bu İtalyanlar ona önerilerde bulunuyordu. Sultan’ın o yılın sonlarına doğru Bosna’ya bir kral atamasında bu danışmanlarla yaptığı bir görüşmenin etkisi olabilir.

İstanbul’dan gönderilen haberlerde, seçilen kişiden Kral Matthias olarak söz ediliyor. Söylenene göre, son Bosna kralının zamanında bir baron iken, (Matthias) sonradan Müslüman olmuştu.” Floransa, Cenova, Ragusa ve Venedikli büyük tüccarlar Bizans’ı sömürgeleştirmişlerdi. Kendi aralarında çelişkiler ve rekabetlere rağmen bu sömürgecilik sisteminin işleyiş koşullarında anlaşıyorlardı. Sultan’ın bu büyük tüccar gruplarını politik bir güç olarak hesaba katması ve Balkanlarla ilgili gelişmelerde önerilerini uygulamaya koyması dikkate değer niteliktedir. Ayrıca, Balkan egemenlerinin Müslümanlığı; emperyal devlet ideolojisinin bir taahhüt kalıbı olarak algılandığına ilişkin Matthias’ın konumu emsal gösterilebilir. Zira Kral Matthias bir süre sonra tekrar Hıristiyanlığa dönerek, Fatih’e karşı Macar kralı ile ittifak kurdu; Müslümanlığa politik ve ideolojik olarak ihtiyacı kalmadığında derhal reddetti.

II. Mehmed’in ünvanı, onun fetihten kaynaklanan politik ve ideolojik gücün bilincinde olduğunu gösteriyor. Ondan öncekiler kendilerini eşitler arasında birinci konumuyla “bey” saygınlığı çerçevesinde nitelendiriyorlardı; Mehmed ise artık Sultan, Han, Hakan olarak anılıyordu. 1453 sonrasında ise artık bey unvanını tamamen bırakıyordu. Fatih Mehmed, 1453’de Konstantinapolis’in fethine dayanarak, Roma’nın doğal varisi konumunu benimsiyordu. Bizans’ın coğrafi varlığının anahtarı ele geçirilmekle kalınmıyor, Ortodoks mevcudiyetin üzerine emperyal düzenekler oturtuluyordu. Bu arada dikkat çekici bir durum; Rus devletinin gelişim ve meşrulaştırılması sürecinde İstanbul’un fethine ilişkin vurgulardır. Rus Çarlığını yücelten egemenlik ilahiyatının temel önermesine göre: Fetih, Bizans’ın “Katolik Kâfirlerle” tekrar birleşme konusundaki istekliliğine verilen “İlâhi” bir cevap niteliğindeydi. Rus İmparatorluğunun önde gelen dini ve politik teorisyenleri, 1453’te Roma mirasının Konstantinopolis’ten 3. Roma olan Moskova’ya geçtiğini savunuyorlardı. İlahi seçilmişlik kurgusu tıpkı Osmanlılar da olduğu gibi Rus egemenlerinde de mevcuttu:

1520’lerde (bu kavram) ilk iki Roma’nın (Roma ve Konstantinopolis) Tanrı’nın cezası olarak düştüğü anlamına gelmekteydi… Başka bir deyişle, Hıristiyan Ruslar Tanrı’nın son seçilmiş insanlarıydılar. (1)

Osmanlı, Rus, Habsburg imparatorlukları Roma mirası konusunda hak iddia ediyorlardı. Bu iddia, ideolojik ve politik gerekçelerin dışında özellikle Osmanlı egemenlik sistemi açısından sağlam temellere dayanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Rönesans ve Reform süreçlerinin etkinlik döneminde Avrupa’nın üçte birinden fazlası üzerinde denetim sahibiydi. Ayrıca, kapitalist birikimin finansal merkezlerini temsil eden şehir devletlerinin hem en önemli ortağı hem de başlıca rakibi Osmanlı egemenlik sistemidir. Cenova, Venedik, Papalık devletlerinin diplomatik, askeri, ticari varlıklarının temel dinamikleri Osmanlı ile bağlantılarına ve nihai olarak “işbirliği” yapmalarına bağlı bulunuyordu.

Osmanlı imparatorluğu “Avrupa” işlerinde etkiliydi. Katolik Avrupa’nın dikkatini dağıtarak Protestan “isyanı”nın etkili olmasını sağlayan askeri ve politik konumuyla Osmanlı, Batı’nın “üstünlüğü” nü temsil ettiğine inanılan siyasal ve sosyal birikimin harcını karıyordu. Roma İmparatorluğu’na dayandırılan ve İslami renklerle cilalanan Osmanlı’nın özellikle şehir devletlerinde biçimlenerek, sömürgeci ve emperyalist dönemeçlere akan kapitalist finans ve ticaret düzeneklerinin işletilmesindeki rolü kayda değer.

Venediklilerin, Osmanlı egemenleriyle “işbirliği” 1453’de İstanbul’un fethinden hemen sonra başlattığı “müzakereler”de ortaya çıkıyor. Daha sonra Osmanlı’nın Doğu Akdeniz’de bulunan Venedik kolonilerini ele geçirmesine rağmen onların ticari imtiyazlarına dayanarak “telafi” ettikleri bir uzlaşmalar zinciri hükmünü yürütüyordu. Venedik sömürgeciliğinin, 4. Haçlı Seferi sonucunda Bizans’a dayattıkları “ticari imparatorluk” 16. yüzyılın ortalarında artık Osmanlı renkler taşıyordu. Şehir devletlerinin kıyasıya rekabetleriyle şekillenen bu sömürgecilik temel dinamiklerini kıramayan Osmanlı sadece çıkar çatışmaları ölçeğinde manevra alanına sahip olmakla yetinen bir anlayışı politik ilkeye dönüştürüyordu. Bizans’tan devralınan bu sömürge zincirleri, İmparatorluğun coğrafi genişleme alanına içerilerek varlığını sürdürüyor, şebekeleşen çıkarlar devlet içinde çürütücü etkileriyle yerleşik hale geliyordu. Batının diplomatik, askeri, dini ve ekonomik çelişkilerinden yararlanarak egemenlik sisteminin hükmettiği alanların coğrafi genişlemesine dayanan bir mali ve askeri yapıya “ebed müddet” süreklilik kazandırmak politik genetiğin değişmezleri arasında yerini alıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu, ticari kapitalizmin mayalandığı şehir devletlerinin birikim rejimlerine büyük olanaklar sağlamanın ötesindeki dönüşümlere de alan açtı. İngiliz, Fransız, Felemenk (Hollanda) sömürgeciliğinin büyük deniz aşırı imparatorluklarına açılan süreçler bileşkesinde bu güçlerin kurumsal yapılarını geliştirdikleri alanlar Osmanlı denetiminde bulunuyordu. İngilizler, İstanbul, İzmir ve Halep’in yanı sıra Kuzey Afrika’da (Tanca ile Cezayir başta olmak üzere) ticari stratejilerine uygun ilk kurumsal denemelerini gerçekleştiriyorlardı. İngilizler, denizaşırı yerleşimin yarattığı sorunlar, düzensizlikler ve kazançlar üzerine özellikle Kuzey Afrika’daki Osmanlı topraklarında önemli tecrübeler biriktirdiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun denetimi altında bulunan Doğu Akdeniz’in önemli merkezlerini “fethetme” tarzında bir askeri girişimin yerine “taklit” ve “uyarlama” yöntemlerini seçen İngilizler, Roma-Bizans-Osmanlı emperyal birikiminin işleyiş dinamiklerini içeriyorlardı.

Osmanlı egemenlik sistemi, Bizans’ın coğrafi yayılım alanının zirvesini teşkil eden döneme özgü yüzölçümüne oturdu. Bizans düzeninde haneden sorunlarının çözüm biçimleri, dini ve etnik renklerle karmaşık bir yapı teşkil eden bölgelerin yönetim sistemleri üzerine biriken deneyim, Osmanlı egemenlik sistemine içerildi. Venedik’le sürekli savaşlar, ticari ve politik antlaşmalar temelinde ise, bu şehir devletinin hükmettiği denizaşırı imparatorluğun işleyiş dinamikleri, Osmanlı düzenine uyarlandı. Toprak temelinde gerçekleştirilen fetihlerin bir imparatorluk dizgesi çerçevesinde politik oluşuma dönüştürülmesi ve denizaşırı emperyal yerleşme ölçütleri konusunda Venedik deneyimi, Osmanlı yönetim bilincine aktı.

Osmanlı’ya müteakip ortaya çıkan Avrupa İmparatorlukları, başta Britanya olmak üzere bu büyük emperyal birikimden alabildiğine yararlanıyorlardı. Osmanlı iktidarının sunduğu olanaklar batılılar açısından sadece büyük servetler elde etme, ön sömürgeciliği temsil eden liman kentlerine yerleşme ve dinsel pratiklerini kısıtlamasız uygulama temelinde yaygın ticari bağlar kurmalarının yanı sıra yönetimde görev almaya kadar uzanıyordu. Cenevizliler, Venedikliler, İngilizler, Felemenkler, Güney ve Güneydoğu Asya ile Amerika’ya sömürgeci yayılmalarında kullandıkları deneyimleri İstanbul, İzmir, Halep gibi Osmanlı şehirlerinde kurdukları ticari birimlerde ediniyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğunun da ön sömürgeci nitelikteki liman şehirlerine yerleşen ticari kapitalistler, finansçılar, fırsatçı işadamları egemenlik sisteminin güç ilişkilerine hızla uyum sağlıyorlardı. Osmanlı liman şehirlerinde Anglikan İngilizler, Katolik Fransızlar, Yahudiler ve farklı görüşlere sahip Hıristiyanlar kendi ibadet, ifade tarzlarını yaşatıyor bu temelde kalıcı iş birlikleri, çıkar ağları yaratabiliyorlardı. Avrupa politika, ticaret ve askerlik alanlarında yabancıların çalışmasını “onaylamazken” Osmanlı imparatorluğu böyle kadrolarla doluydu. Örneğin; Alvise Gritti hem bir Venedik dukasının oğluydu, hem de Osmanlı devletinin önde gelen görevlileri arasındaydı:

Alvise Türk İmparatorluğu’nda en büyük görevlere erişme yolundadır. Venedik ve Padova’da tam bir Venedik patrisyeni eğitimi görür. İstanbul’a döner. Sultan Süleyman’ın en yakını, yoldaşı, Başvezir ve Rumeli Beylerbeyi İbrahim Paşa ile dost olur. Ve Alvise’ye Beyoğlu unvanı verilir, Sultan Süleyman’ın mücevhercibaşısı olur. Büyük bir servet yapar; maiyeti ve sarayı vardır. Bini aşkın kişi kesesinden beslenir. Bir prens yaşamı sürer. Türk prensi mi, Venedik prensi mi? Babası da Türkçeyi konuşurdu. Kesin olan şu ki, İtalya’da eğitimini eski Yunan-Roma klasikleri arasında görmüş olan Alvise Osmanlı Kültüründe kendini çok rahat hissediyordu. Sultan’dan önceleri bir Macaristan Dukalığı geliri alır… Babası Venedik Cumhuriyeti’nin başındadır, o Osmanlı çıkarlarını savunur. 1530’da Romanya kralı karşısında Buda savunmasında Türk ordusunu kumanda eder. 1534’te Valachie, Moldovya ve Transilvanya’da (Eflak, Buğdan, Erdel) orduyu yönetir. (2)

Venedik elçilik raporları “sık sık, Venedik uyruklu kişilerin, Türk ordusu ve donanmasında yükselme umuduyla İslam dinine geçtiklerine ve kendi istekleriyle Türk olduklarına” değinirler.

Osmanlı emperyal sistemi farklı hukuk yapılarının son derce “esnek” bir biçimde icrasına dayanıyordu. Böylece, “Osmanlı Devleti… Venedik, Ceneviz, Fransız ve İngiliz yabancı yerleşimlerini kendi halkınınkileri gördüğü gibi görüyordu. Böyle kanunlar altında, yabancı kâfirler sadece yasal olarak müste’min (Osmanlı topraklarında geçici ikamet hakkı verilmiş toplulukların üyeleri) olmakla kalmadılar, kendi politik yapılarını ve yönetimlerini kurup, istedikleri gibi ibadet edip, kendi vergilerini topladılar. (3)

İngilizler Felemenkler, Fransızlar, Venedikliler ve diğer Avrupalı toplulukların Osmanlı liman şehirlerinde kurdukları yönetim çekirdekleri gelecekte kendi imparatorluklarının biçimlenmesine atılan ilk adımları oluşturuyordu. Bu “emperyal üsler” Osmanlı egemenlik sisteminin koruması altında varlığını sürdürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun “hoşgörü” ölçütleri, kapitülasyonlarla zincirlenen bir emperyal taahhüt biçimini temellendirirken, Anadolu’da Müslüman Türkmenlerin payına “sapkın” damgasıyla katliam, baskı ve tehcir düşüyordu. “Hoşgörü”nün büyük ticari çıkarlar, finans ve denizaşırı alış verişle bağlantısı çarpıcıdır. Bazen bu “hoşgörü” yabancı ticari güçler arasındaki rekabette taraf olmaya kadar varıyordu. Osmanlı emperyal sistemin temel özelliği olan “hoşgörü” vurgusunun Batı da büyük yankı bulma gerekçelerini Rajan-Sauer’in satırlarında bulmak mümkün:

Osmanlılar yabancıları hem vatandaşların hem de rakip yabancıların suistimalinden korudular. Hukuk ve dinde olduğu kadar finans ve ticaret alanlarında da korudular. İlk alanda, örneğin, 1620’de İzmir’deki Venedik konsolosunun, İngiliz topluluğunun, Venedik mallarından geçmişte Venedik fabrikalarının işletilebilmesi için ödenen bir vergiyi (konsülaj: Tüccarlar tarafından konsolosluğa ticaretlerinin yabancı bir yerde korunması için verilen vergi) aldığından şikâyet etmesinde olduğu gibi, Batı Avrupalılar vatandaşlarını rakiplerinden korumaya başladılar. Osmanlı otoritelerine, 1620’lerde Venedik mallarını korumak üzere atanan yeniçerilerin (Yasakçılar) bunu yapmak için fahiş ücretler talep etmeleri durumunda yaptıkları gibi Osmanlı memurlarından korunmak için müracaat ettiler.

Böyle bir koruma ibadet özgürlüğüne de içeriyordu. Örneğin, 1622’de İstanbul’daki Venedik vekili, Kudüs’teki Osmanlı memurlarını, Venedik kiliselerini, manastırlarını ve diğer yapılarını gasp etme girişimlerinde Müslümanlara destek olmakla suçladığında hükümet, “bu muamele yasalara aykırıdır. Uzun süredir Venedik malı olan yerler, kiliseler, manastırlar, Beytüllahim’deki meyve bahçeleri, evler, odalar onların olarak kalmalıdır” diye ilan etti. Bu emir şu şekilde devam eder; “kimse Sina Dağı’na yaptıkları hacca ya da Venedik Frenk cemaatinin geleneksel olarak ziyaret ettiği başka yerlere müdahale etmemelidir. Kudüs, elbette bir hac mekânıydı ve bundan dolayı istisna olarak değerlendirilebilir. Bununla beraber, Osmanlılar böyle bir koruma politikasını diğer yerleşimlere de yaydılar.

Osmanlı egemenleri yabancı çıkarlar karşısında alabildiğine “uysal” davranıyorlardı. Bu ekonomik siyasetin birikimli etkileri, sömürgeleşmenin tüm tezahürleriyle ortaya çıkmasını hazırlayan koşulları mayalandırıyordu. Aynı akış çizgisi, Avrupa sömürgecilik sistemi ve buna dayalı İmparatorluk biçimlerinin emperyalizmi temellendiren politik, askeri, ideolojik birikimine içeriliyordu. Rajan-Sauer’in anlatımıyla:

Osmanlı Devleti’nin, kanunlarını ve geleneklerini biçimlendiren esnek tavrı, özellikle yabancıların bu yapılar içerisindeki tamamlayıcı konumu hususunda, topluluklar kadar bireylerin de sömürdüğü durumlar ortaya çıkmıştır. Bir örnek, müste’min kategorisine kimin girdiği ve bu konumdakilerin hakları ve yükümlülükleri konusundaki kaygan meseleyle ilgilidir. On yedinci yüzyılın ortalarında, Osmanlı hükümeti müste’minler olarak Fransız ve Cenevizlilere, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ihraç ettikleri mallar için sadece %3 (Müslümanların ödediğinden %1, gayrimüslimlerin ödediğinden ise %2 az olan) gümrük vergisi ödeme hakkını verdi. Bununla beraber, 1676’da, on beş yıl kadar önce İzmir şehrine yerleşmiş olan ve açıkça Osmanlı tebaasından olan beş Yahudi, Fransız ve Cenevizlilerle bir bağları olduğunu iddia ederek kendilerinin de mallar için sadece %3 vergi ödemeye uygun olduklarını ileri sürdüler. 1684’te, Fransız gemileriyle seyahat edip mal taşıyan İstanbul’daki bir grup Ermeni ve Yahudi “bir Fransız gemisiyle geldik” ve bundan dolayı “gümrüklerimizi Fransız topluluğunun verdiği gibi vermeliyiz” diyerek ısrar ettiler. Sonuç; imparatorluk hâzinesinin gelir kaybetmesi olmasına karşın Osmanlı hükümeti yerel otoritelere bu isteğe razı olmalarını emretti.

İmparatorluk içinde yaşayan Avrupalı yabancılar Osmanlı “bileşeni” için de kabul ediliyorlardı. Bu bakış açısı; kanunların, güç ilişkilerinin ve ticari işleyişin açık noktalarının büyük sömürü düzeneklerine dönüşümünü kolaylaştırıyordu. Yabancı unsurların sosyal, dinsel, politik ve ekonomik bütünlüğünü titizlikle koruyan Osmanlı egemenlik sistemi kendini zincirleyecek sömürge bağlarını ve parçalayıcı dinamikleri besleme sarkacını yaratıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda biriken gözlem ve deneyim, özellikle İngilizler tarafından hem Amerika kıtasında hem de Doğu Asya’da kendi imparatorluk kuramlarını oluştururken kullanılıyordu. Bu bölgelerde İngilizlerin temel politik ve askeri davranış biçimleri, Osmanlı sisteminin imparatorluk birikiminden istifade ediyor ancak bunu kapitalist temelde gerçekleştiren Britanya emperyal yayılmacılığı emperyalist egemenliğe dönüştürüyordu. Din, dil, etnik köken itibarıyla oldukça karmaşık bir halklar topluluğunu yöneten Osmanlı’ya göre: “Batı Avrupa’nın etnik olarak ve dilsel bakımdan en fazla çeşitlilik içeren monarşileri bile, özellikle din bakımından, Osmanlılardan daha az karmaydılar.”

Osmanlı egemenlerini bir arada tutan; soyut ve kutsallaştırılmış bir devlet kavramı idi. Osmanlı yönetici sınıflara, bir bütün olarak “askeri” deniliyordu. Osmanlı askeri sınıfı egemenliğinin meşruiyet kaynağını koyu bir söylemle din ve devlete dayandırıyordu. Osmanlı devletinin egemen sınıfın çıkarlarına karşıt işlevlere sahip olma kapasitesi sınırlıydı. Osmanlı egemenleri kendilerini devletin ve sultanın “hizmetkârı” olarak sunuyorlardı. Devletin “ebed müdded” varlığı kutsanıyor, “din ve devlet” tüm Osmanlı resmi belgelerinde vazgeçilmez bir “kalıp” olarak yerini alıyor, bu soyut şematizm sistemin temel işleyiş kurallarına yönelik taahhüdün vurgulanmasını içeriyordu.

Askeri sınıf kapalı bir grup niteliği taşımıyor ancak belli düzeylerde kuşaktan kuşağa akan süreklilikler oluşturuyordu. Reaya karşısında konumlanmış, halkın ödediği vergilerle geçinen ve vergi ödememe imtiyazına sahip, çeşitli servet biriktirme mekanizmalarını kullanan, politik nüfuz ile silahlı gücü kaynaştıran, görevleri sırasında yöneticilik veya askerlik hizmetlerinin birinden diğerine geçme sayesinde bütünlüğünü pekiştiren askeri sınıf Osmanlı egemenliğinin çelik çekirdeğini oluşturuyordu. Yükselmenin en önemli yollarından biri “iç oğlanı” eğitimi görerek Sultan’ın “kişisel hizmetine” girmek olduğu saray için seçkin devlet görevlilerinin yakını olan belirli sayı da kişiyi esas alan düzenlemeler söz konusuydu. Yani Osmanlı’da yöneticiler, bir sınıf oluşturmak üzere zorunlu bulunan devamlılık temellerini kurmuşlardı. Üretim süreçleri, servet birikimi ile güç ilişkileri temelinde ortak konumu paylaşan belirli bir düzeyde bu durumun ve itibarlarının farkında olan yönetici grup, sınıf niteliğini taşıyordu.

Osmanlı yönetici sınıfına mensup bulunanların “bir çoğu hayatlarına gayrı müslimler hatta gayrı Osmanlılar olarak başlamışlardı”. Sultanın “hizmetkârı” olarak nitelendirilen bu grubu “ırk, etnik köken ya da din bakımından tanımlamak mümkün değildir.” Bu grup İslâmiyet’i koyu bir bağlılık söylemiyle vurgulamayı, egemenliğini perçinleyen ortak bir meşruiyet ve taahhüt kaynağına dönüştürmüştü. Mühtedi egemenlerin ortak çıkarlarına dayalı sınıflaşmada, İslamiyet’in sistemin işleyişine engel oluşturabilecek tüm özelliklerinden arındırılması gerçekleştiriliyor ve bu konuda genellikle Türk kökenli yüksek ulemanın desteği sağlanıyordu. Egemenlik sisteminin sınıfsal dinamikleri “ilahlaştırılmış” bir devlet ideolojisiyle örtülüyordu. Devletin temsil ettiği “nizam-ı âlem” adına dünyanın tehlikelerden arındırılması için zorunlu olan şiddete boyun eğmek varoluşun kaçınılmaz kuralı sayılıyordu.

Osmanlı Devleti, üç kıtaya yayılan şiddetiyle çelişkileri bastırıyor, imparatorluk kalıbında eritiyordu. İmparatorluğun egemenlik düzenekleri; şahsi niteliklerden arındırılmış; kurumsal ilkeler konusunda yazısız düzenlemelere sahip yönetici sınıfların yaşam, ölüm ve şiddet konusundaki şifrelerini içeriyordu.

Bu şifrelerin varlığı konusunda, Marcantonio Barbaro’nun tespitleri dikkate değer niteliktedir:

Bütün bu zenginlik kaynaklarının, askeri gücün, yönetimin, kısaca Osmanlı İmparatorluğu devletinin, hepsi İsa’nın dininde doğup, türlü yollarla esir edilip Mu- hammed dinine sokulmuş insanlara dayanması ve bu insanların ellerine teslim edilmiş olması, üstünde uzun düşünülmesi gereken bir olgu.

Batı Avrupa’da ise yönetici sınıf doğuştan belli imtiyazlara sahip soylulardan oluşuyordu. Bu sınıfı, kan bağları ile yönetim konusundaki “doğal hak” inancı bütünleştiriyordu. Osmanlı devşirme egemenlik sistemi ise özellikle Türkmen seçkinlerin oluşturduğu bu tarz yapıları yerle bir ediyorlardı.

Fatih Mehmed’in emperyal düzenekleri sisteme içerme dönemecinde iç ve dış savaş süreçleri alabildiğine yumaklanıyor, geleceğe akan birikimli etkileriyle bir imparatorluğun köşe taşları konuluyordu. Ancak hem Fatih Mehmed ve hem de diğer önde gelen şahsiyetlerin politik pratiklerini, askeri eylemlerini, sosyal müdahalelerini sistemin iç işleyiş dinamikleri açısından kavramak ve bu kitabın büyük Osmanlı parantezi olarak nitelendirilen konularını derinleştirmek açısından imparatorluk düzenleri üzerinde durmak gerekiyor. Bu menzil içinde Antik Yunan, Mezopotamya, Roma, Bizans yoğun anlatımlara konu olacaktır.


NOTLAR

(1) Balachandra Rajan – Elizabeth Sauer; Emperyalizmin 7 Rengi, Çeviri: Eda Özgül, İstanbul, 2006 s. 158
(2) Lucette Valensi; Venedik ve Babıâli, Despot’un Doğuşu, Çeviri: Turgut Amas, İstanbul, 1994 s. 34- 35
(3) Rajan- Sauer; age, s.163


Emperyalist Köleciliğin Borçlular Hapishanesi, İmparatorluklar Zinciri 1. Kitap, Suat Parlar, Bağdat Yayınları, Aralık – 2007, İstanbul