Coğrafi Açıdan Yayılırken Beşeri Açıdan Düşen Devşirme Egemenlik Sistemi – Suat Parlar

Coğrafi Açıdan Yayılırken Beşeri Açıdan Düşen Devşirme Egemenlik Sistemi - Suat Parlar


Balkanlar, emperyalizm çağının keskinleşen çelişkileri temelinde ideolojik, politik, askeri patlama alanlarının başlıcasıdır. Özellikle Makedonya üzerinde çatışan emperyalist çıkarlar zemininde varlık koşulları çürüyen Osmanlı İmparatorluğu’nun korkuluğa dönüşen egemenliği, silahlı mücadeleyi esas alan milliyetçilik akımları, toprak sorunları, mülkiyet ve sınıf mücadelelerinden kaynaklanan sert ihtilalci yöntemler “Şark Meselesi”nin kanlı karanlığını oluşturuyordu. Bölge Pan-Hellenizm, Pan-Slavizm, Pan-Germanizm, Siyonizm, İslamcılık, sosyalizm, milliyetçilik akımlarında ideolojik çizgilerine bürünen ve kendi ulusal programlarını yaratan politik güçlerin çatışma alanıydı.

Emperyalistler arası çıkar mücadelesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun “tamamiyet-i Mülkiyesini” sürdürme konusundaki mutabakat sona ererken Makedonya, “Düvel-i Muazzama”nın politik, ekonomik, askeri, kültürel müdahale araçlarının karmaşık etkinlikleri ile emperyalizm çağında biriken çelişkilerin neden olduğu beşeri krizlerin çıkmazını sergiliyordu. “İşkodra’dan Basra’ya kadar” uzanan Osmanlı İmparatorluğu emperyalistler arası çelişkilerden beslenen ittifaklar, politik savaşlar, askeri çatışmalar ve ekonomik mücadelelerin temel alanlarından başlıcası haline geliyordu. Kapitalist-emperyalist sistemin yayılma ve tüm dünyaya egemen olma sürecinin çelişkilerle yüklü gelişiminde, muazzam bir alanı kapsayan Osmanlı İmparatorluğu, stratejik, askeri, ekonomik, politik, coğrafi açılardan devasa bir sorunlar yumağının baskısı altında can çekişiyordu.

Osmanlı yönetimine karşı savaşan Balkanlılar kendi aralarında da çatışıyorlardı. “Ulusal” mücadele programları tam bağımsızlık taleplerini içerdiğinde bile dış müdahale karşısında açık ve kesin bir tavır almıyorlardı. Emperyalist güçlerin himayesi altında “özerklik” veya bağımsız devlet kurma programları net çizgilerle birbirinden ayrılmıyordu. Tarihsel hak iddialarıyla çizilen haritalar ve bunun kutsallaştırılması, ihtilalci şiddet yöntemlerine görülmemiş ölçüde bir meşruluk kazandırıyor, gerek Osmanlı yönetimine gerek düşman görülen diğer bölge halklarına karşı en kanlı eylemleri ortaya çıkarıyordu. Makedonya, “vaadedilmiş toprak” bir bakıma Balkanlar’ın Filistin’i niteliğindeydi. Bölgede yaşayan halkların her biri dini kaynaklardan beslenen, batılı kapitalist sistemin ekonomik, politik ve kültürel gelişmişlik ölçütlerini “ulusal” varlık inşasının temel koşulu sayan, bunun dışındaki tüm beşeri birikimleri reddeden kanlı programların katliam menzili içindeydi. Bu kanlı programlar; Makedonya coğrafyasını (vaadedilmiş toprak sayan) Yunan, Sırp, Bulgar, Rumen milliyetçiliklerinin Osmanlı yönetimi ve kendi aralarında savaş alanına dönüştürürken, bölgede yaşayan halklar ise ya bağımsızlık istiyorlar ya da ana ülke saydıklarıyla birleşmeyi savunuyorlardı.

Balkanlar ve “vaad edilmiş toprak” Makedonya’nın, ekonomik, politik, askeri, kültürel akış çizgisinde Osmanlı hâkimiyetinin parçalanması, günümüzde de varlığını duyuran yoğun bir etkiler zincirini tetiklemiştir. İttihat ve Terakki’nin oluşumundan, ordunun Makedonya’da edindiği tecrübelere, Balkan, I. Dünya ve Milli Mücadele evrelerinde kazandığı niteliklere, siyasi örgütlenmelerden, ideolojik akımlar ve politik bilinçaltında biriken kirli tortulara kadar uzanan geniş bir toplumsal alanda, bu bölgenin çelişkiler zincirinin kalıcı etkileri bulunmaktadır. Balkanlar ile Makedonya üzerine çözümleyici bilgi demetlerinin sunulması özellikle İttihat ve Terakki’nin kurucu dinamiklerinin kavranması bakımından önemli ipuçları sunacaktır.

Balkanlar’da tarih boyunca pek çok halk ve dil grupları harman oldular: Yunan, Arnavut, Romen, Bulgar, Sırp toplumlarının yanı sıra Osmanlı egemenliğinin devam ettiği yüzyıllarda Türkler, Çerkezler, Tatarlar, Ermeniler, Çingeneler ve Yahudiler bölgeye yerleşiyorlardı. Balkanlar İmparatorluğun aynasıydı. Büyük bir kültürel zenginliğe, dini ve etnik renklilik eşlik ediyordu. Osmanlı “millet” sistemi bölgede yaşayan halkların yönetim karşısındaki konumlarını saptıyordu. Dini kurallara dayanarak kurulan bu özyönetim sistemi Osmanlı İmparatorluğu’na özgü olmayıp Persler tarafından da uygulanmıştı.

Ayrıca Ortaçağ’da Vizigot kanunlarından Polonyalı Casimir tarafından uyarlanan Yahudi yönetmeliği ve Roma dönemi haklarında da söz konusu “millet” sisteminin ilkelerini bulmak mümkündür. Bu sistem Osmanlı egemenliğinin temel kurumlarından başlıcası olarak Balkanlar’da uygulanıyordu. “Millet” ahlâki ve dini temellere dayanan ancak imparatorluk hukukuna ters düşmeden, önderlerinin sorumluluğu altında kendi kendini yöneten ve Osmanlı Devleti tarafından tanınan dini bir topluluktu. “Millet” etnik bir içerik taşımıyordu. Bizans’ın fethi ve Fatih Sultan Mehmet’in bir patrik ataması ile birlikte “Rum Milleti” ortaya çıkıyordu. Etnik anlam taşımayan “Yunan Kilisesi” Balkanlarda yaşayan Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Eflak halklarının başında bulunan otoriteyi temsil ediyordu. Osmanlı devlet hiyerarşisinde üç tuğlu paşa olarak kabul edilen Patrik, “Rum Milleti’nin başkanı sayılıyordu. Patriğin otoritesi vergilere kadar uzanıyordu. Osmanlı bu çerçevede Bizans geleneğini sürdürüyordu.

Örneğin, Selanik Başpiskoposu İsidore Glabas 14. yüzyılda şehrin gerçek yöneticisi sayılıyordu. “Rum Millet” yapısı kiliseye dayanıyordu. Fener Rum Patrikhanesi Bulgarlar üzerindeki otoritesini Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı düzeninde de sürdürüyordu. Bölgede yaşanan çatışmaların dini renkler kazanmasında bu hâkimiyet tarzının yarattığı köklü sorunlar oldukça etkiliydi. Balkan halklarının “ulusal” kimliklerini kazanma ve geliştirmelerinde Kilise odaklı çatışmaların önemli rolü bulunuyordu. Osmanlı yönetiminin tanıdığı Yunan, Ermeni, Yahudi “millet” statüsü ekonomik, dini, yargısal imtiyazlara dayalı kapsayıcı bir iç egemenlik sisteminin işbirliği temelinde halkları kendi üst sınıflarının denetimine veriyordu. Bu statünün kapsadığı halkların çeşitliliği düşünüldüğünde, yoğun tepkilerin birikmesi ve milliyet esası üzerinden yürütülen kanlı çatışmaların sınıfsal özünü söz konusu zorlayıcı dini istibdadın oluşturması kaçınılmaz görünüyor. Her konuda Osmanlı’ya saldıran batılı ana akım tarih yazımında “millet” sisteminin bir “hoşgörü” örneği olarak sunulması düşündürücüdür.

Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı ülkelerinde yaşayan gayrimüslim halkların “millet” sistemi imtiyazlarını kullanan dini kurumlarla çelişkilerinin üzeri örtülür. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde Balkan halkları ile Anadolu’da yaşayan gayrimüslim toplumların kanlı iç çatışmalarının Avrupa’daki 30 yıl savaşlarına benzeyen yönleri üzerinde durulmaz. “Millet” sisteminin sunduğu, imtiyazlara dayanarak, gayrimüslim halkları ağır baskı ve sömürü koşullarında ezen dini renklere bürünmüş zümrelerin bir tür iç egemenlik dinamiği oluşturdukları tarihsel olgudur. “Millet” sisteminin imtiyazlı otoritesine dayanan dini kurumlar halkların “çobanı” konumunu temsil ediyorlardı. Örneğin, 1461’de Ermeni “millet başı” unvanı verilen Bursa başpiskoposunun otorite alanına Kıpti Çingeneler, Suriye ve Mısır Ermenileri ile Bosnalı Bogomiller giriyordu.

Bizans’tan tüm sorunları ile birlikte tarih “nöbetini” devralan Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’da varlığını sürdüren mülkiyet rejimi, geleneksel kurumlar, toprak düzeninde büyük değişiklikler yaratmadı. Uygulamada Osmanlı yönetimi altında Hıristiyan köylü sınıfın durumu Bizans veya Slavlar dönemindekinden farklı değildi. Topraksız köylüler Bizans tarım işçilerinin torunlarıydılar. Osmanlı yönetimi köy ve kasabalarda Bizans’ın “tarım kanunu”na dayanıyordu. Bizans yasaları, kasabayı bir bütün olarak, toprak vergilerini ödemekle yükümlü insan toplulukları haline sokmuştu. Bu topluluk kendini yöneten mekanizmalara sahipti. Kasaba yöneticilerine Yunan ülkesinde “arşon”, Sırbistan’da “knez”, Bulgaristan’da “çorbacı” deniliyordu. Bu yöneticiler, aile reisleri tarafından seçiliyorlardı.

Zenginlik, güç ve “eski” ailelere mensubiyet bu seçimlerde geçerli ölçülerdi. Topluluğun yaşam tarzı ve geleneklerden doğan çatışmaların çözümlenmesinde söz konusu yöneticiler önemli bir nüfuza sahip bulunuyorlardı. Bizans kültürü ve etnik yapısının ördüğü bu toplumsal doku son derece dayanıklı olup, Osmanlı hâkimiyeti “geleneksel” yapıya etkili bir biçimde işlemiyordu. Arşon, Knez ve Çorbacılar devlet kurumlarıyla aracılık yapıyorlar bu durumun sağladığı imtiyazları zenginlik aracı olarak kullanıyorlardı. 18.ve l9. yüzyıllarda bu yöneticilerin soyundan gelenler, “Milliyetçi” tarihçiler tarafından kendi halklarını sömürmek, bağımsızlık hareketlerine karşı mevcut iktidarla işbirliği yapmak suçlamasına hedef oluyorlardı.

Balkan şehirlerinin politik, askeri ve ekonomik rolleri Antik Çağdan Bizans egemenliğine oradan Osmanlı yönetimine akan süreçte önemlerini koruyorlardı. Osmanlı düzeni zengin Balkan ülkelerinde ancak sipahi sistemi elverdiği ölçüde köy dokularına nüfuz ederken şehirlerde durum daha farklıydı. Belgrad, Sofya, Silistre önemli Osmanlı merkezleri olarak öne çıkıyorlardı. Örneğin, Belgrad 16. yüzyılda 80 camii ve 6 Kervansarayı olan önemli bir şehirdi. Osmanlılar büyük merkezlere Farsçadan aldıkları “şehir” adını veriyorlardı. Şehir gelirleri kırsal kesimden elde edilenlerin üzerindeydi. Bu nedenle zengin Balkan şehirlerinin servet kaynakları Sultan’a ve Osmanlı egemenlerine akıyordu.

Şehirlerden elde edilen gelirler Sultan ile üst düzey görevlilerin has ve zeametlerini oluşturuyordu. 16. yüzyılın başında Balkan Yarımadası’nın tüm şehirleri Osmanlı egemenlik sistemi içinde yerlerini almışlardı. Bölgede bulunan 177 yerleşimin 45’i Sultan’a, 88’i sadrazam, beylerbeyi ve sancakbeyi statüsündeki görevlilere ait has topraklarından, 26’sı subaşıların ve muharip olmayan askerlerin zeamet arazilerinden, 9 tanesi tımar, 9 tanesi de vakıf toprağından oluşuyordu. 16. yüzyıl itibarıyla mülkiyet tablosu böyleydi. Bu dönemde Balkan şehirlerinin en önemlilerinden Edirne, Selanik, Sofya, Filibe, Üsküp’ün gelirleri Sultan’a akıyordu. 16. yüzyıl başında tımar toprağı olarak bir kadıya ait bulunan Atina, 1526’da sadrazamın 20 yıl sonrada Sultan’ın hası haline geliyordu. Balkan şehirlerinin en önemlilerinden olan Sofya’da 17. yüzyılın başında ticari faaliyetler hayli yoğunlaşıyordu. 8000 kişilik nüfusun %88’ini Müslümanların oluşturduğu şehir merkezini çevreleyen sancağın kırsal nüfusunun %95’i ise Hıristiyan halktı. Osmanlı egemenliği kırsal alanın toplumsal dokularında etkili olamazken şehir merkezlerinde ve garnizonlar temelinde tutunmaya çalışıyordu.

Şehir merkezlerinden alınan vergiler ağırdı, Sultan’ınhas toprağı olan Sofya’da hane başına 110 akçelik bir yıllık vergi yükü söz konusuydu. Bölgenin en önemli şehirlerinden olan Selanik, 25000 nüfusu ile 16. yüzyılda Balkanlar’ın ikinci büyük merkeziydi. 1518’de Selanik’te 3143 Yahudi, 1374 Müslüman ve 1087 Hıristiyan hanesi bulunuyordu. 16. yüzyılda şehirde Yahudi nüfus azalırken Müslüman ve Hıristiyanlarda artış oluyordu. Büyük bir servete sahip olan Hıristiyan dönmesi Evranos Paşa Selanik’te oturuyordu. Selanik Limanı oldukça hareketliydi. Yahudiler Hamburg, Amsterdam ve Venedikli din kardeşleriyle ilişkilerini mali ve ticari avantaja dönüştürüyorlardı. Selanik Yahudileri sinagogları, kütüphaneleri, haham seminerleri ile zengin bir yapıya sahiplerdi. 17. yüzyılda Selanik’te 30 kilise, 36 sinagog, 48 camii bulunuyordu. Selanik’in Mısır çarşısı 500 dükkânı ile canlı bir ticaret merkeziydi.

Balkan Yarımadası’nın tüm ticari, kültürel, mali, askeri faaliyetleri ilmek ilmek İstanbul ile örülen bağlara dayanıyordu. İmparatorluğun en büyük tüketim merkezi başkentti. Sürekli aç bir devin korkunç iştahı ile Balkanlar, Anadolu ve diğer bölgelerin kaynaklarını yutan İstanbul tam bir “MideKent” konumundaydı. Balkanlar’da yüzyıllar içinde biriken sorunları, İmparatorluk merkezinin bu konumunun yarattığı yapı ve işleyişle birlikte değerlendirmek gerekiyor.

Balkan ekonomisinin odağında duran İstanbul, gelişmiş bir üretim merkezi durumunda olmayıp, hiçbir birincil endüstri faaliyetine sahip değildi. Başkent bir tüketim, dönüştürme ve dağıtım merkezi konumundaydı. Muazzam bina yığınağı ile kuşatılan başkent, 17. yüzyılda 700-800 bin kişinin karmaşık iaşe sorunlarının yanı sıra ayrıcalıklı sınıfların büyük tüketimine sahne oluyordu. Kente büyük bir mal akışı söz konusudur ancak birkaç dönüştürülmüş ürün dışında ihracat yok denecek düzeydedir. Balkanlar veya Anadolu’dan kara ve deniz yoluyla gelen ürünler İstanbul’a yığılıyordu. Başkent büyük bir antrepo ve yeniden dağıtım merkezi işlevini yerine getiriyordu.

Başkentin gıda ve hammadde ihtiyaçlarının karşılanması öncelikli politik bir görevdi. Devlet mekanizması bu önceliğin gerekleri doğrultusunda biçimleniyordu. İmparatorluğa bağlı bölgelerin üretimlerini denetlemek, talep edilen ürünlerin düzenli akışını sağlamak ve saptanan fiyatlar üzerinden mal alımını sağlamak amacıyla iyi işleyen bir idari mekanizma kurulmuştu. Bunun dışında olağan ve olağanüstü vergiler, merkezin saptadığı sayıda asker temini mecburiyetleri, ekonomik gücün kaynaklarını kuruturken tepkileri, isyanları, yerel egemenlik odaklarının ortaya çıkmasını tetikliyordu.

İstanbul, para, insan, iaşe, hammadde kaynaklarını “emmekte” ancak Avrupa ticareti ile bütünleşen kentler bunun dışında kalabilmekteydiler. Balkanlar ve Anadolu’da patlayan isyanları bu koşullar temelinde değerlendirmek gerekiyor. Her türlü gıda maddelerinin sağlanması açısından İstanbul’un ihtiyacına öncelik verilmesi siyasal nedenlere dayanıyordu. İmparatorluğun en dinamik askeri ve sivil unsurları başkentte bulunuyordu. Bu unsurların büyük yığınlar halinde bulundukları İstanbul’da egemenlik sistemini tehdit edecek gelişmelerin denetim altında tutulması “mide-kent” sisteminin iyi işlemesine bağlı bulunuyordu. Başkentte bulunan garnizonlar, doğrudan sarayın emrindeki birlikler, medrese öğrencileri, yüksek devlet ricali, egemenlerin hizmetindeki binlerce insanın “sadakati” iyi işleyen iaşe sistemine bağlıydı.

Başkentte bulunan mezbahalara yılda yaklaşık olarak 4 milyon koyun,3 milyon kuzu, 200 bin sığır (1674-1675 yıllarına ait rakamlar) geliyordu. Ayrıca aynı dönemde saraylar, kışlalar ve imaretlerde dâhil olmak üzere şehrin gündelik buğday tüketimi 20 bin kileye ulaşıyordu. ( bu da 500 bin kg’a tekabül eder) ve kente dağılmış 133 fırında işleniyordu. Bu fırınların çoğunun sahibi Ermeni idi.(1) Başkentin iaşesini örgütleme konusunda Bizans yönetiminin siyasetini devralan Osmanlı devleti büyük bir tahıl ambarı olan Balkanlardan buğday ihracını yasaklıyordu. Trakya, Bulgaristan, Teselya, Makedonya, Buğdan, Eflâk’ta üretilen buğday yerel ihtiyaçlar ayrıldıktan sonra zorunlu olarak başkente gönderiliyordu. Tuna prensliklerinin yani Eflâk ve Buğdan’ın, Trakya’nın tahılı İstanbul’a akıtılırken, bölgede “buğday- politik” açısından büyük önem taşıyan Tuna, Meriç gibi nehirlerden yararlanılıyordu.

Taşınacak tahıl muazzam miktarlarda olduğundan her zaman için denize çıkışı kolay olan bölgeler tercih ediliyordu. Balkanlar’ın “buğday-politik” açısından büyük önem taşıyan şehirleri Marmara ve Karadeniz’e bağlanıyorlardı. Buğday ticareti Marmara’da Tekirdağ, Karadeniz’de Varna, Burgaz ve Tuna üzerinde Rusçuk ile Silistre’de yoğunlaşırken, tahıl, iskeleler veya büyük nehir merkezlerinde biriktirildikten sonra başkente gönderilmek üzere teknelere yükleniyordu.

“Başkente en çok koyun yollayan bölge, büyük bir farkla Balkanlardır.” Evliya Çelebi İstanbul’un et ihtiyacını karşılayan ve sayıları 2 bini bulan “celeb-keşan’ların “Buğdan, Eflak, Kavala, Selanik, Tırhala, Mora” gibi Balkan merkezlerinde “otlakları, binlerce sürüleri” olduğunu bildiriyor. En büyük koyun toplama merkezleri Balkanlarda bulunuyordu: Makedonya, Eflak, Buğdan, Trakya, Bulgaristan. Ağırlıklı olarak Balkanlar’dan getirilen koyunların yılda 230-250 bini Sarayda tüketiliyordu. Ayrıca “İstanbul yüksek sosyetesinde çok yaygın olan şerbetlerin yapımında çok gerekli olan bal ve şekerde İstanbul’a ithal edilmektedir. Bal, Eflâk, Buğdan ve Varna yoluyla gönderilmektedir.” Mantran’ın 17. yüzyılda İstanbul’a getirilen ürünler ve bunların geldikleri yerlere ilişkin olarak derlediği bilgilere göre Balkanlar’dan başkente akan ürünler şunlardır: Kenevir (Selanik), balmumu (Rusçuk, Eflak, Buğdan), deri (Buğdan), demir (Üsküp, Varna), kuru ot ( Makedonya), kâğıt (Bosna), barut (Selanik, Belgrad, Temeşvar), tütün (Florina, Niğbolu, Kırkkilise), halı (Selanik), kiremit (Serfiçe). Balkan ekonomisi İstanbul tarafından oldukça fazla etkilenirken, buradan akan ürünler ve diğer zenginlikler yüzyıllar boyunca Osmanlı devletinin güç temelleri arasında yerini alıyordu.

Balkanlar büyük bir gıda, tahıl ambarı olmanın yanında Osmanlı devletinin insan kaynağı idi. Devşirme bürokrasi ve yeniçeriler ile Hıristiyan sipahilerin önemli bir bölümü bu bölgeden geliyordu. Örneğin birçok Arnavut yönetim kademelerinde en önemli görevlere gelebilmişti. 15. yüzyılın büyük devlet adamlarından Gedik Ahmet Paşa ve Davut Paşa sadrazamlığa kadar yükselen Arnavut asıllı şahsiyetlerdi. İmparatorluk tarihinde toplam Arnavut sadrazam sayısı 42’yi buluyordu ve bunların büyük kısmı Makedonya’nın en önemli parçalarından birini oluşturan Kosova bölgesindendi. 1455 yılında Novo Brodo fethedildiğinde kentten toplanan 320 gencin hepside Yeniçeri Ocağı’na gönderiliyordu.

Devşirme kaynağı olarak Balkanların önemi büyüktü. Osmanlı yönetimine bağlı görevliler 15. ve 16. yüzyıllarda sistematik olarak Balkanların Hıristiyan köylerini her 7 yılda bir dolaşarak, çocukluktan yeni çıkan gençleri toplayıp götürürlerdi. Bu çocukların bir kısmı Enderun’da özel bir eğitimden geçirilerek bürokraside görevlendirilirlerdi. Balkanların kaybının Osmanlı egemenlik sistemi, bürokratik ve askeri kurumları, devletin siyasi genetiği, ideolojik meşruiyet kaynakları, ekonomik temelleri açısından yarattığı sonuçlar alt üst edici niteliktedir. Konunun bu boyutunun açıklanmasına devam ediyorum.

Devşirme uygulaması Osmanlı toplumsal sisteminde aşağıdan yukarıya doğru hareketliliğin temel eksenini oluşturuyordu. Reaya çocukları bu sayede askeriye sınıfına dâhil olabiliyordu. Bu çocukların bir kısmı tamamen ailelerinden kopmakla birlikte; asıl memleketleri olan bölgelerle temasa geçerek oranın himayesini üstlenen pek çok devşirme bulunuyordu. Diğer yandan 15. yüzyılda Balkan fetihleri sırasında bu topraklarda ki birçok Hıristiyan şövalye, Sultan’a askeri hizmet koşuluyla sipahi ocağına alınıyordu. Örneğin Arnavutluk’ta 1431’den itibaren 335 tımardan 56’sı Hıristiyanların elinde bulunuyordu. Üsküp, Kosova ve Tetova’da 1455 yılı sicillerine göre 50 Hıristiyan sipahi vardı. 15. yüzyılın ikinci yarısında da Hıristiyanlara tımar verilmeye devam edildi. 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise kayıtlarda Hıristiyan sipahi görülmesi istisnai bir durumdur artık.(2)

Osmanlı fetihlerinden önce çoğunun toprak sahibi olduğu varsayılan bu Hıristiyan sipahilerin varlığı, ilk dönem Osmanlı devletinin kurucu unsurlarında İslamiyet’in sınırlarını göstermesi açısından kayda değer. Kendi çıkarlarını koyu bir devlet ideolojisi ile meşrulaştıran devşirmeler doğup büyüdükleri bölgelerle ilişkilerini sürdürüyorlar ve bürokrasinin karmaşık dengelerinde kendilerine bağlı egemenlik hizipleri oluşturmada bu güvenilir insan kaynağından yararlanıyorlardı. Öyle ki, sefer sırasında kendi köyüne uğrayabilmek, yakınlarını ziyaret edebilmek için ordunun yolunu değiştiren devşirme kökenli vezirlere rastlanıyordu.(3)

Ancak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devşirme partilerinin yerleşikliği, İslamiyet’e kendi çıkar koordinatlarına uygun biçim veren yüksek ricalin yeni yönetim ve yaşam kuralları yaratması sayesinde Müslüman-Türk köken iddiasını taşımak kolaylaşıyor böylece devşirme ideolojisi İmparatorluğa iyice nüfuz ederken sistemin uygulamadaki önemi azalıyordu. Bu durum Türk- Müslüman kökenlilerin devlet görevlerinde ağırlığının arttığı yanılsamasına neden olmaktadır. Oysa İmparatorluk ideolojisine dönüştürülen ve beşeri anlamlarından, adalet, eşitlik konusundaki temel ilkelerinden soyutlanan, katı bir yönetim dizgesinin kuralları çerçevesine oturtulan bu egemenlik İslam’ını benimsemek açısından devşirme devlet ricali pek sıkıntı çekmiyordu; İmparatorluğun egemenlik sistemi İslam’ı ehlileştiriyor ve ideolojik bir hükmetme aracına dönüştürüyordu.

Bu temelde örneğin Sadrazam Mehmed Sokoloviç (Sokullu) İmparatorluk İslâm’ına rahatlıkla hizmet ediyordu. 1505’de Visegrad Kadılığına bağlı Rudo kasabasına yakın Sokoloviçi köyünde doğan Mehmed Paşa 1576’da Venedik elçisi Marc-Antonoio Tiepolo’ya, kilisede ayinler sırasında ilahi okuduğunu, yeniçeri olması için korodan alındığı sırada 18 yaşında olduğunu anlatıyordu. Sokoloviçlerin bir başka çocuğu olan ve Deli Hüsrev Paşa adıyla tarih sahnesine çıkan şahsiyette üç tuğlu paşa unvanını taşıyordu. Hüsrev Paşa’nın kardeşi de onun tarafından İstanbul’a getiriliyor ve ileride Lala Mustafa Paşa olarak tanınıyordu. Bayo adıyla vaftiz edilen ve Mileseva Manastırında dayısının yanında din eğitimi gören Mehmet Sokoloviç’in mensup olduğu “aile”, bireylerinin tüm bağlılıklarına rağmen, fazla bir sarsıntı ya da büyük bir kriz yaşamadan Ortodoks ve Müslüman olarak ikiye bölünmüştü. Bir kere olup bittikten sonra bu iş aralarındaki dayanışmayı daha da güçlendirdi.

Bu çıkar şebekeleşmesi temelinde öz niteliklerinden arındırılan İslâmiyet bir inanç ve değer sistemi olmaktan çıkarılarak egemenlik ideolojisinin uyum sağlanması gerekli bir kurallar dizgesine dönüştürülüyordu. İslamiyet’in tüm beşeri çağrı, ilke ve temellerinden soyutlanarak bir egemenlik ideolojine dönüştürülmesi konusunda Halife İmparatorluklarından itibaren başlayan sürecin birikimini içeren Osmanlı Devleti elbette biçimsel ve ağdalı söylemi dışında Müslümanlık değerleri karşısında mesafeliydi. Osmanlı bir İslâm imparatorluğu vasfını taşımıyordu, kuruluşu, kurumlaşması, ideolojik temelleri, kadroları açısından doğal olarak kozmopolit nitelikteydi. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan kökenli devşirme Sadrazamı Mehmet Sokoloviç’in durumu anlaşılır mahiyettedir.

Balkanlarda, “efendi” konumundaki Türklerle ezilmiş halk arasında İslamiyet’i kabul eden zümrenin varlığı sosyal çelişkileri yumuşatan bir unsurdu. Devlet ideolojisi olarak değerlendirilen İslâm dizgesine uyum sağlamak devşirmenin başlıca görevi sayılıyordu. Ancak bu “sadakat” bulunan “kapı”nın gücü ile bağlantılıydı ve batılı sömürgecilerin İmparatorluğun servet, üretim kaynaklarına el uzatmaya başlamasıyla birlikte uyumun niteliği değişiyordu. Bu sürecin tüm çelişkileriyle ve olanca yıkıcılığıyla derinleşen etkileri İmparatorluk merkezi ile tüm Balkanları zaman içinde kuşatacaktı.

Mehmet Sokoloviç, 1557 tarihli bir düzenleme ile Sırp Patrikliğinin kurulmasını sağlıyordu. İşte bu sayede yüzyıllar sonra Peç (ipek) Patrikliğinin yeniden kurumlaşması mümkün oluyor ve Sırp milliyetçiliği önemli bir mevzi kazanıyordu. Elbette Sokoloviç bir “Milliyetçi” değildi ancak sahip olduğu İslâmi inanç ve buna dayanan egemenlik ideolojisi kalıbı bu tür yaklaşımlara imkân veriyordu. Mehmet Sokoloviç’in çabaları ile canlanan Sırp (Peç) Patrikliğinin başına getirilen Makariye için 27 Kasım 1575 tarihli bir notta Stefan Gerlach sadrazamın kardeşi olduğunu yazıyor. Patrikliğin yakın tarihte canlandırılmasını ilgi ile izleyen Venedik elçisi Marino Cavalli ise Makariye’nin Mehmet Sokoloviç’in yeğeni olduğunu belirtiyor. 1575- 1576’da İstanbul’da Sadrazam Mehmed Paşa’nın kuzenleri olan “çok yüksek rütbeli Sırp din” adamları ile ilgili bilgilere batılı gözlemcilerin kayıtlarında rastlanması dikkate değer.(4)

Sadrazam Mehmet Sokoloviç’in çabalarıyla çıkarılan Padişah Fermanı, Rumeli, Vidin, Temeşvar ve Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar ile onların din adamlarını himaye altına aldığını bildiriyordu. Ferman, manastırların gelirleri ve mülklerine güvence veriyor, halkın Kiliseye olan yükümlülüklerini yerine getirmesini istiyor, Sırp Patrikliği’nin yeniden kurulmasını sağlayacak temelleri atıyordu. Mehmet Sokoloviç bir devlet ve egemenlik ideolojisi olarak İslamiyet’e elbette bağlıydı. Ancak bu “inanç” Sırp Patrikliği’ni canlandıracak faaliyetler içinde olmasını engellemiyordu. Samarcıc şunları yazıyor:

Peç Patrikliği’nin diriltilmesine, Mehmed Paşa’nın etrafında sadece Sokoloviçleri toplayan çok dostça pazarlıklar sonucunda karar verildi. 1574 sonbaharında ölen Patrik Makariye tahtını, büyük bir olasılıkla 1571’de Hersek metropoliti olan yeğeni Antuan’a bırakmıştı. 1575-1585 arasında patrik olarak adı geçen Antuan Geresim’in ardılı da herhalde Makariye’nin bir kuzeniydi. Bu kişi patrik olmadan önce Ohrid başpiskoposuydu.

Sokoloviçler Mehmet Paşanın desteği sayesinde “Sırp Kilisesi tahtındaki hanedanlıklarını 30 yılı aşkın bir süre korudular. İslamiyet’i büyük bir İmparatorluğun egemenlik sistemine “uyumlu” bir biçimde düzenleyen hukuk anlayışının önde gelen temsilcisi Şeyhülislam Ebussuud Efendi Mehmed Paşa ile yakın dosttu. Onun Sırp Patrikliğini canlandırma girişimlerine itiraz etmeyen Ebussuud Efendinin Anadolu’da yaşayan Alevi Türkmenler ile ilgili fetvaları kayda değer niteliktedir. Bu bağlamda Samarcıc’in şu tespiti oldukça aydınlatıcı mahiyet taşıyor:

Tarihe sadık kalmak gerekirse, Mehmed Sokoloviç’in Rum Patrikliğini sustururken, Sırplarınkini diriltmesinin nedenleri arasında en başta devletin yararlarından söz edilebilirse de, bu kararın, Osmanlı İslâm devletinden çok, Sırp Ortodoks Kilisesi’ni kayırdığını da vurgulamak uygun düşer.

Bu imparatorluk, yasal kilise kurumunu yapısına kabul etmekle kalmayıp (ki bir anlamda kilise, yönetiminin bütünleyici bir parçası oluyordu) aynı zamanda da, bir ülkenin geleneklerini koruyacak, varisi olduğu tarihi sürdürecek ve insanlarının dağılmasını engelleyecek güçte bir ruhani kaleyi içine alıyordu.

Burada bir parantez açıyorum: İslamiyet’in katı bir egemenlik ideolojisine dönüştürülmesi oryantalist bakış açısı tarafından Osmanlı İmparatorluğunun erdemi sayılmaktadır. Bu İslâm anlayışının temel ölçütü adalet, eşitlik, insanlık onuru ve izzeti değil devlet ve egemenlik düzenidir. Söz konusu yaklaşımın iyi bir örneğini şu satırlarda bulmak mümkündür.

15. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında değişmenin motorunu Osmanlı Devleti taşımıştır… 15. ve 16. yüzyılların koşulları içinde Batılılar tarafından da kabul edildiği gibi, dünyanın en muhteşem düzenini kurmuşlardır. Bunun özelliğini de, ister yönetimi altındaki, ister kendi dışındaki gayrimüslimlerden de bazı şeyleri almakta bağnazlık göstermemesi oluşturmuştur… Kısacası İslâm yeni şartlara uydurulmuş, bazen de Balkanlar için düzenlenen Kanunnamelerde olduğu gibi, yerel yabancı yasalar benimsenmiştir. Bunlara Osmanlı yönetiminin İslâm dışı dinler karşısındaki tutumunun alışılmıştan farklı niteliğini de eklemeliyiz. Ortodoks, Katolik patrikleriyle, hahambaşı, devlet protokolünde yeri ve yetkisi olan kimselerdi… İslam dininin örgütlenmesinde de merkeze bağlı ve geçici süreli görevlerle (müftülük, kadılık) dinin siyasi iktidar tarafından tam kontrolü sağlanmıştır.(5)

İslamiyet üzerinde “siyasi iktidar tarafından tam kontrol sağlanmıştır.” tespitini Osmanlı egemenlik sisteminin merkezinde bulunan güçlerin niteliği ile birlikte ele almak dinin yönetici sınıflar tarafından ideolojik bir araca dönüştürüldüğünü teyit ediyor. Bu “tam kontrol” özellikle ezilen Müslüman halkların dinsel meşruiyete dayanan isyan ve direnme hakları açısından değerlendirildiğinde, İslâmi kurallar dizgesinin egemenlik hukukuna göre biçimlendirildiği netleşiyor. Sınıfsal çelişkilerden arındırılmış kuru bir tarihsel bakış açısı özünde mülkiyetçi sosyo-ekonomik sistemlerin hizmetinde bir araçtır.

Bu bağlamda “muhteşem düzen” ve “Batılılar tarafından kabul” vurgusu sömürgeci toplum anlayışının, tarihi; ileri-geri kavgası kabul eden batı merkezci ideolojisinin tipik bir yaklaşımıdır. “Bağnazlık” kavramı “gayri Müslimler” karşısında alınan tavra bağlanınca, İslâmiyet’i kendi çıkış ve var oluş ölçütlerinin beşeri kavramları açısından ele almak yükümlülük olmaktan çıkar. Bu bağlamda adalet, eşitlik, özgürlük ve insanlık onuru konusunda İslamiyet’in iç felsefi, ahlaki, hukuki ölçütlerini esas alan bir yoruma gerek yoktur. Aslolan İslâmiyet’in gayri Müslimler karşısında bir egemenlik ideolojisi olarak sınavdan geçirilmesidir. Bu noktada egemenlik sistemlerinin “hoşgörü” incelikleri yeterlidir. Batı merkezciliğin kapitalist-sömürgeci yayılmayla birlikte tüm sosyal bilimler alanına içerdiği Judeo-Hıristiyan temellere dayalı burjuva “aydınlanması” karşısındaki tutumun “Bağnaz” olup olmama ölçütü sayılması, Osmanlı devlet düzeninin bu anlayış çerçevesinde ele alınmasını getirmiştir.

Bu görüş açısından muazzam bir artığa el koyma sistemine dayanan, kıtlık, kırım ve şiddet üretme mekanizmalarının büyük isyanlara neden olduğu Osmanlı düzenini “muhteşem” olarak nitelendirmek mümkündür. Yine “fethettiği ülkelerde mülkiyet ilişkilerine dokunmayan, buralardaki egemenleri kendi düzenine katan, büyük bir ticarethane olarak işleyen dini kurumları “ruhani kale”ler haline getiren Osmanlının gayri Müslimlere gösterdiği “hoşgörü”nün övülmesi olağandır. Parantezi kapatarak Mehmed Sokoloviç ile devam ediyorum.

Venedik Elçi Cavalli 1567’de “Türkiye’nin asıl hükümdarının Sadrazam Mehmed olduğu söylenebilir” diyordu. Anadolu’da Alevi Türkmenler için “katli vacip” fetvaları veren Ebussuud Efendi’nin yakın dostu Mehmed Paşa, İslam yasalarına aykırı olmasına rağmen, İstanbul’a şarap getirilmesi ve satılmasına izin veriyordu. Bu ticaretin getireceği vergi gelirinin hazineye yılda 80 bin altın kazandıracağı hesaplanıyordu. Devletin yüksek çıkarları kavramı ile her türlü eylemin meşrulaştırılması mümkündü ve bu noktada İslâmi ölçütler egemenlik sisteminin işleyişine uyduruluyordu.

Osmanlılık örtüsü altında varlığını sürdüren devşirme çıkar partileri, çürümüş Müslüman-Türk yüksek rical, tarımsal artığa el koyma mekanizmaları ve ticaret alanında şebekeleşmiş asalak sınıflar, ordunun üst düzey komutanları, üst düzey ulema devletin yüksek çıkarları formülünü temel bir yönetim mutabakatı, ortak çıkarlarının gereği ve ideolojik ölçüt olarak benimsemiştir. Bu çerçevede Osmanlı egemenlik sisteminin varlık ve işleyiş koşullarını değerlendirirken İslâmiyet’in öz değerleri anlamında (yani içerdiği isyancı potansiyel, direnme hakkını meşrulaştıran yaklaşımı ve bunun tarihsel pratiği, ezilenlerin örgütlenmesi için sunduğu imkânlar) tam tersi koyu bir söyleme rağmen düşmanca bir ilişki tarzının bulunduğu: gözlemlenebiliyor.

Hükmettiği alanlarda son derece karmaşık sınıfsal ilişkileri, çıkar bağlantılarını, kurumlaşmış sömürü ağlarını devralan Osmanlı hanedanı görünüşteki ihtişamı ile tüm bunları örtüyordu. Son derece karışık sosyal, politik, ekonomik, sınıfsal çelişkilerin yarattığı zeminde çelik çekirdek için aslolan din değil düzendi. Bu nedenle: Hanedanlığı kurmuş olan Osmanlı yöneticileri açısından Sünni inançların bekçiliğini yapan ulema bile, şüpheli hale gelebilmişti.(6)

Dini yorum tekelini devlet sistemine içeren Osmanlı egemenleri özellikle Müslüman-Türk yüksek ulema sınıfının bir güç odağı olmasını engelliyor ve onların halk tabakaları ile ortak hareket veya aşağıdan yükselen tepkileri kullanarak politik etki elde etme tehlikesini bertaraf ediyorlardı. Bu tasfiyelere ilk örneklerden birisi, pek çok devlet adamı yetiştiren bir ulema ailesi olan Çandarlıların bertaraf edilmesiydi. Osmanlı egemenlik sistemi bu tür tehlikeleri önlemek amacıyla dini kurumları devlet denetimine soktu. Yavuz Sultan Selim’in hilafet konusundaki sembolleri İstanbul’a taşımasıyla birlikte Osmanlı Sultanlarının kişiliğine bağlanan kutsallık sayesinde dini meşruiyet kaynakları egemenlik sistemi tarafından gasp edildi. Artık ulema sınıfı üzerinde egemenler adına tam bir denetim sağlanabilirdi.

Bu kutsallık iddiasına karşı çıkmak ise “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sayılan halife ile çatışmak anlamına gelecekti. Dini eğitim kurumları üzerinde kurulan denetim, taşradaki ulemayı da kapsadı. Diğer yandan, devletin temel hukuku Kur’an’a dayalı şeriat olarak ilan edilmekle birlikte, sultanlar adına düzenlenen “kanunname”ler, tüm kamu alanını düzenleyen temel kuralları koydular. Osmanlı Devleti şeriata dayanmıyordu. Kamu ve özel hukuk alanları ayrı idi. Ulema sınıfı şeriattan kopartılarak egemenlik sisteminin yüksek çıkar kalıpları ile uyumlu bir zümreye dönüştürüldü. Devlet içinde diğer İslâm devletlerinde görülmedik ölçüde yüksek görevler elde eden ulemanın hukuk, sosyal vicdan, politik ve felsefi mantık bağlamında İslâm kaynaklarından kopuşu, egemen güçler karşısındaki bağımsızlığını ortadan kaldırdı.

Güç ve meşruluğunu sistemden alan yüksek ulema sınıfı dini hukuk temelindeki zayıflığını, sahte süslemelere dayalı, giderek babadan oğula geçen aristokratik statülerin kalıplarına sığınarak giderdi. İslâmi öze ve ölçülere dayalı değeler sisteminin yerine; ağdalı ancak içi boş bir egemenlik ilahiyatı, yerleştirildi. Bu oluşumun karşısında yer alan yoksul şeyh ve dervişlerin temsil ettikleri anlayış ise sağlam bir kurumsal zemine, güçlü bilgi kaynaklarına hiç bir zaman ulaşamadı.

Bu çerçevede ele alındığında Ebussuud’un döneminin en nüfuzlu kişileri arasında sayılması kayda değer. Devletin yüce menfaatleri gerekçesine dayanan Şeyhülislam Ebussuud, görevi sırasında örfi hukuk olarak adlandırılan egemenlik kuralları ile İslamiyet’i bağdaştırdı. Daha doğrusu İslamiyet sistemin gerekleri doğrultusunda bir ideolojik dizge haline getirildi. Onun zamanında İmparatorluğun Bizans’tan devraldığı Balkan düzeninin yeni bir mülkiyet hukukuna oturtulması kayda değer.

Egemenlik düzenini sarsacak nitelikte alt sınıfların taleplerini dile getiren tüm dini çıkışları sapkın olarak değerlendiren Ebussuud, bunların şiddet ve kanla boğulmasını hararetle destekliyordu. Egemenlik ilahiyatı karşısında tavır alan Şeyh İsmail Maşuki’nin idamı için İbni Kemal’in verdiği fetvayı destekleyen Ebussuud şeyh Muhittin Karamani ve Hamza Bali’nin ortadan kaldırılmaları konusunda da onay verdi. Yezidilerin öldürülmesi için Sultan Süleyman’dan gelen talebe uygun fetva veren Ebussuud açısından devletin kutsallığı örtüsü altında egemenlik sisteminin otoritesine uyumu sağlamak ve bunu ince şeriat yorumlarıyla desteklemek esastı. Başlangıçta haram olduğuna hükmettiği halde, büyük bir tüketim ve ticaret konusu haline gelen kahve aleyhine fetva vermekten kaçınan Ebussuud, dünyevi iktidarın kurallarını dinin merkezine ağdalı bir hukuk söylemiyle yerleştirme yeteneğine sahipti.

Osmanlı klasik döneminin devşirme Sırp paşası Mehmed Sokoloviç’in karakteristik özelliklerinden süzülen ipuçları, Balkanlara yayıldığı ölçüde tarihin akış çizgisinde biriken muazzam çelişkilerin zembereğine sıkışan imparatorluğun güç ve sorun kaynaklarını ortaya koyuyor. ”Türkiye’nin asıl hükümdarı” Mehmed Paşa için Venedik Elçisi Cavalli şunları kaydediyordu:

Ülkede üç yüz ila beş bin altın sikke geliri olup da bunun bir kısmını ona vermek zorunda bulunmayan, küçük ya da büyük hiç bir memur yoktur. Yeni bir padişahın tahta çıkması yönetimde büyük değişikliklere yol açmış, sadrazamda bundan, daha ilk günlerden itibaren baş döndürücü meblağlar toplamakta yararlanmıştır.

Söz konusu yeni padişah II. Selim’di. Aslolan sistemin sürekliliği idi ve bu bağlamda hanedan da, egemenlik partileri arasındaki büyük mücadeleyi perdeleyen, tüm iktidar oyununun etrafında döndüğü bir merkezdi. Oyunun kuralları, komplo ve şiddetle yumaklanan kanlı bir egemenler demokrasisine göre oluşmuştu. Bu kuralların zorunlu kıldığı niteliklere sahip olanlar kapıkulluğundan devletin en üst noktalarına kadar tırmanabiliyorlardı. Ödül muazzam servetler, güç ve yetkilerdi. Ancak ceza ölüm ve müsadere idi. Müsadere yöntemi sistemin mali varlığını sürdürmesi açısından gerekliydi. Görevleri süresince korkunç servetler edinen yüksek rical müsadereler karşısında tedbirini vakıflar aracılığıyla alıyordu.

Ayrıca edinilen servetler kişisel niteliğin ötesinde karmaşık egemenlik ilişkilerinde temsil edilen güç hizbinin varlığını sürdürmeye ve devşirmelik öncesi köklere bağlılık temelinde, gelinen bölgelerin imarına harcanıyordu. Dolayısıyla müsaderenin mantığında sadece devlet hazinesine kaynak aktarma değil bir egemenlik partisini temsil eden yüksek görevlinin arkasındaki gücün mali imkânlarını bertaraf etmekte vardı. O nedenle Mehmet Sokoloviç gibi Osmanlı yüksek ricalinin en karakteristik vasıflarına sahip olan bir şahsiyetin müsadere tehlikesine rağmen “baş döndürücü servetler” biriktirmesi ve “müthiş derecede zengin” olması mülkiyet karşısındaki tutumu yanında politik bir davranış tarzıdır, (bu mülk edinme davranışı Osmanlı ve Cumhuriyet yüksek ricalinde ortak bir politik-ekonomik niteliktir.

Kadiri mutlak gücün zenginlikle parlatılarak sunulması davranışı, Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürdü. Özel mülkiyetin kural tanımaz bir artık değer ve kâr elde etme mantığı temelinde muazzam servet birikimlerini yarattıktan sonra hazineye veya millete aktarılması, elde edilme sürecinin yarattığı sosyal, politik, ekonomik ve beşeri tahribatla mukayese edildiğinde bir erdem sayılmaz.)

Balkan devşirmelerinin en parlak şahsiyetlerinden olan Mehmed Paşa yılda yaklaşık 1 milyon duka altını gelir sağlıyordu. Kökenlerini ve ailesini bilincinin derinliklerinde taşıyan Mehmed Sokoloviç, biyografisini kaleme alan Samarcıc’in Venedik Elçilerinin kayıtlarından aktardığına, göre: “Sırp despotlarının soyundan geldiğini” vurguluyordu. Devlet kavramı ile özdeşleşen Mehmed Sokoloviç içsel manevi gücünü egemenlik ideolojisini temsil eden ve büyük iktidar kaynaklarına sahip olmayı olumlayan İmparatorluk İslam’ına uyumun yanında geçmişteki köklerine verdiği değere dayandırıyordu. Bu temelde İslamiyet; gücü, serveti, otoriteyi, iktidar oyununu destekleyen ruhsal bir payandaya dönüşüyordu.

Mehmed Sokoloviç, dönme tipinin en yetenekli ve başarılı temsilcisi olmuştur. İmparatorluğun güç ve zenginlik kaynaklarına dayanıyor, İslamiyet’e devşirme parti çıkarlarının “değişimini” aşılıyor, gerçek Müslümanlığın ölçülerini temsil iddiasını içtenlikle savunuyordu. Büyük gelir sağladığı için şarap ticaretinin serbest bırakıldığı başkentte koyu bir din biçimciliği ile yüzlerce camii bulunması kayda değer. Başkentte 485 camii, 4500 mescit ve 157 ibadethane vardı. Zulüm, fetret, rüşvet, yağma arttıkça ve din ezilenler üzerinde bir baskı aracına dönüştükçe, İslâmiyet; Bizans’ın yönetim ilkelerinin din kurumu karşısındaki konumuna benzer düzenlemelere uyumlu hale getirildikçe mabetlerin görkemi büyüyordu.

Balkanlar’da, dinin egemenlik sistemi tarafından özümsenmesi ölçüsünde mabetlerle donanıyordu. Bu arada Bosnalı Slav, Pomak, Bulgar ve Arnavut Müslümanlar temelde Hıristiyanlığa dayanıyor ancak İslamiyet’e bağlanıyorlardı. Örneğin, Arnavutlar “domne” (kararsız) ve “paramane” (karışık) kelimelerini, İslamiyet’e inanan ama Hıristiyan bayramlarını kutlayan, çocuklarını vaftiz ettirenler için kullanıyorlardı. Bu kesimler dillerinden ise zaten vazgeçmiyorlardı.

Mehmed Sokoloviç, Makyavelist dizgenin tanımladığı özellikleri kişiliğinde taşıyordu. Samarcıc’in tespitiyle o “Avrupa ülkelerindeki modern tarih yapıcılarının erdemlerine” sahipti. Rakip egemenlik partilerine mensup şahsiyetlerin iktidar mücadelelerinde Mehmed Sokoloviç’i “ikiyüzlü bir Müslümanlıkla, maskelenmiş bir Hıristiyanlıkla, Türkiye’ye batı ülkeleri yararına ihanet etmekle” suçladıklarını vurgulayan Samarcıc’in “Zigetvar’dan dönüşünden sonra hiç vazgeçmediği barışçı politikası, ona yöneltilen kuşkuların bahanesi” idi tespiti, dikkate değer. Bu suçlamalardaki abartı payı bir yana Mehmed Sokoloviç “modern” politikacının niteliklerini önceleyen yöntemler kullanıyor ve bir devşirme hizbinin parti lideri mantığına uygun davranıyordu.

Sadrazam, Balkanlar’ın uç noktalarına güvendiği aile fertlerini vali olarak atadı. Kardeşi Mehmed’i Bosna’ya, yeğeni Mustafa Paşayı Buda’ya vali tayin etti. Etrafında yer alan bu “koruyucuların geleceği ile İmparatorluğun çıkarlarını özdeş görüyordu. Batıda kapitalizmin yükselişi ile eş zamanlı olarak Osmanlı yayılması zayıflıyordu. Yeni durumu tespit eden Sadrazam Mehmed Paşa, “Hıristiyan dünyasına duyduğu sürekli ilgiyi” yoğunlaştırıyor, çeşitli cephelerdeki diplomatik faaliyetleri, yönetme biçimlerini izliyor, siyasal gücü ellerinde tutanlarla ilgili dikkatli gözlemlerde bulunuyordu.

İmparatorluğun yayıldığı muazzam alanın aynı zamanda devletin gücünü sınırladığına dair bilinç, paşanın “barış” çabalarını yoğunlaştırıyordu. Avrupa devletler sisteminin oluşmasını izleyen Mehmed Paşa bu yeni güç merkezi içinde yer alacak bir doğrultunun ilk çizgilerini ortaya koyuyordu. Balkanlar’da Avusturya ile dengeli ilişkiler kurmanın, İmparatorluğun temel güç ve zenginlik kaynağı olan Balkanlar açısından değerini saptayan Sadrazam tüm görkemine rağmen devletin kuruluşundan itibaren bünyesinde taşıdığı sorunların farkındaydı.

Avusturya İmparatoru II. Maximilian’ın elçiler heyetinde bulunan Marc- Antonio Pigafetta’nın Osmanlı ordusu ile ilgili notları İmparatorluğun zayıf ve güçlü yanlarının “yükseliş” başlığı altında çarpıtılan dönemden itibaren, batılılar tarafından gözlemlendiğini gösteriyor. Orduyu besleyenin “yoksul halk” olduğu tespitini yapan Pigafetta şunları yazıyordu:

Türkiye’nin şimdiki ordusunun sadece üçte biri en büyük savaşı sürdürmesine yeter. Gerçek olan şu ki, uzun sınırlarını sürekli gözetim altında tutmak zorunda. Hoşnut olmayan halklarını da sürekli garnizonsuz bırakamaz. Ayrıca, bütün ordusunu bir araya getirse, böylesine kalabalığı bir tek yerde beslemesi olanaksız olur. Kuvvetleri bölünmüş olan bizim hükümdarların, padişahın bütün kuvvetlerini Hıristiyanlara karşı seferber etmesi halinde ona karşı koyamayacakları ortada. Ama doğu sınırlarının sürekli tehdit altında olması padişahın elini kolunu bağlıyor. Türkiye’de boyunduruk altında ve özellikle Avrupa bölgelerinde yaşayan halklar savaş talihinin tersine dönmesinden yararlanırlar ve hiçbir kale onlara karşı koyamaz. Bu durum Türkleri kaygılandırıyor, düşmanla açıkça boy ölçüşecekleri zaman da çok ihtiyatlı ve kararsız davranmalarına, uzun uzun düşünmelerine neden oluyor. Demek oluyor ki artık yenilmez bir kuvvetleri yok, zaferleri de önceden garantilenmiş değil.”

Bu tespitler ordunun büyüklüğü ile halkın yoksulluğu arasındaki bağlantıyı vurgulamakla kalmıyor, Osmanlı düzeninin en güçlü göründüğü dönemin çelişkilerini ortaya koyuyor. Bu çelişkiler geleceğin büyük sorun yumaklarıdır ve batılı gözlemciler tarafından oldukça erken bir tarihte kayda geçiriliyorlar. “Hoşnut olmayan halkları” denetim altında tutan “garnizonlarla ilgili tespit sürekli bir iç savaş vurgusu taşıyor.” Uzun sınırlarını sürekli gözetim altında tutmak” biçiminde özetlenen durum büyük bir askeri gücü zorunlu kılıyor ve bu durum Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerinde ortak olan bir büyük soruna işaret ediyor. Ayrıca büyük bir orduyu “besleme”nin güçlüğü “olanaksız” bir durum kabul ediliyor.

Osmanlının “bütün kuvvetlerini Hıristiyanlara karşı seferber etmesi” sonucunda “bölünmüş” Avrupalı “hükümdarların” bu güce karşı koyamayacakları saptaması Batılı jeopolitiğin ve stratejilerin oluşumunda Osmanlı Devleti’nin askeri konumlanışından kaynaklanan yaklaşımlara dikkat çekiyor. “Doğu sınırlarının sürekli tehdit altında olması” Osmanlı Devleti’ni baskı altında tutan ve “elini kolunu” bağlayan bir olgu vasfıyla batılıların gözlemlerinde yerini alıyor. Doğu da zayıflayan İmparatorluğun batıdaki topraklarını koruyamayacağı oldukça erken bir dönemde açık hale geliyor. Pigafetta’nın, “Türkiye’de boyunduruk altında ve özellikle Avrupa bölgelerinde yaşayan halkların isyanı neticesinde “hiç bir kale onlara karşı koyamaz” çözümlemesi ise özellikle Balkanlarda yaşanacak olanları öngören niteliktedir.

Üstelik “Doğu sınırlarının sürekli tehdit altında olması” ile Balkanlarda yaşanacak isyanların ortak bir temele oturtulması bu iki bölgenin gelecekte “Şark Meselesi” çerçevesinde ilmek ilmek dokunan iç içe geçmiş politik, askeri, stratejik sorunlarının zeminine ışık tutuyor. Balkanlar da yaşayan halkların himayesi gerekçesiyle iç isyanları kışkırtan batılı emperyalist siyasetlerin uzun bir döneme yayılan politik, diplomatik, askeri, stratejik hazırlıklara dayandığı ve bunun İmparatorluğun “yükseliş” dönemi sayılan zaman aralığından başladığı Pigafetta’nın tespitleriyle bir kez daha teyit ediliyor. XVI. yüzyılda kapitalist yayılma dinamiklerinin işaret taşları döşenirken batılı güç merkezlerinin menzili dünyanın diğer bölgeleri gibi Osmanlı düzeninin en önemli dayanaklarından ve temel beşeri kaynağı olan Balkanlar’ı da kapsıyordu.

İmparatorluğun yayıldığı alanın büyüklüğü ile orantılı olmayan güç kaynaklarının tespiti, batının Balkanlar ile ilgili siyasetlerinde yansımasını bulacaktı. Osmanlı egemenleri de bu durumun bilinciyle yeni topraklar elde etmekten ziyade var olanları korumanın çabası içindeydiler. Toprak kaybı konusundaki temel kaygılar İmparatorluğun çöküşüne kadar Osmanlı yöneticilerinin politik, askeri, diplomatik eylem ve düşünce tarzlarını etkileyen başlıca unsurlar arasında yerini alacaktı. İşte bu endişe temelinde sistemin varlığını dayandırdığı toprak, insan, askeri güç kaynaklarını elde tutma arayışı, büyük Balkanlı devşirme Mehmed Paşa’nın temellendirdiği siyasetlerin ana çizgisini oluşturdu. Onun “kâdiri mutlak” ve iktidarın Sultandan bile önde gelen temsilcisi niteliğini kazanmasının anahtarını Samarcıc şöyle açıklıyor:

Son yıllarında cepheye gidecek yerde, Türkiye’yi Avrupa devletleri sistemine sokunca, herkesten ayrılıp yükseldi. Mehmed Paşa en başta bu nitelikleri sayesinde oyüzyılın en önemli kişilerinin arasında yerini aldı.

Bu tespite içerilen görüşler Mehmed Sokoloviç’in kişiliğinde cisimlenen siyasi genetiğin önemli bir şifresini ortaya koyuyor: “Türkiye’yi Avrupa devletleri sistemine” sokmak ve batıda tutmak “Yönetici burjuvazi” ve egemenlerin temel siyasetidir. Bu ilkeyi uygulamak “Yükselme” ve iktidar garantisidir. Osmanlının kendi özgün temellerinin en sağlam olması gereken dönemde üstelik “Yükseliş” yanılsamasının sabuklamaları ile örtülen bir zaman aralığında, en yüksek görevlinin bu konumunu atılgan bir savaşçılığa değil, Makyavelci bir devşirmenin kurnaz diplomatik tutumuyla batı sisteminin oluşum koşullarına uyarlı “barış” stratejisine borçlu olması kayda değer.

Samarcıc’in anlatımıyla:

Mehmed Paşa Sokoloviç’in imparatorluğun batı eyaletlerine büyük önem verdiği buranın valiliklerine en yakın akrabaları olan genç ve dinamik kişileri atamasından belli. Dahası, batıdaki görevler bu yöneticilere en yüksek mevkilerin yolunu açıyordu. Türkiye’nin genelde Hıristiyan batıya, özellikle de bağlı oldukları sistemi pekiştirmeye çalıştığı Orta Avrupa devletlerine karşı tutumu uzun yıllardan beri büyük ölçüde Avusturya’yla ilişkilerine bağlıydı.

Sadrazam, kuzenlerini batı sınırlarında oturtmaya kararlıydı. Bu, onların evlerinin, ailelerinin ve hemşerilerinin yakınında olmalarına izin veriyordu. Ayrıca, onlarda bu bölgelerin insanları olan taşra bürokratlarının ve sipahilerin kalabalık çevrelerinde olup onlarla dayanışma halinde bulunabiliyorlardı. Bey konumundaki bu korunaklar böyle bir çevre de aile kurabilir, köklerini bulabilir, soylarını pekiştirebilir, soylarından gelenlere saygın bir yaşam sağlayabilirlerdi.

Devşirme egemenlik partilerinin Balkanların uç noktalarına askeri, politik, idari düzeneklerle kök salmaları için Mehmed Paşa yetkilerini sonuna kadar kullanıyordu. Sadrazam oğlu Kurt Bey’i de Hersek’e vali tayin ediyor böylece Dubrovnikli hemşerilerinin talebi doğrultusunda onları Venediklilere karşı koruyordu. İmparatorluğun batı eyaletlerinde bulunan şehirler, Anadolu ve diğer bölgelerle mukayese edildiğinde çok büyük ölçülere varan imar faaliyetlerine sahne oluyorlardı. Bu imar siyasetinin zirvesinde Mehmed Sokoloviç’in çabaları anılmaya değer. 1568’de Visegrad’da Drina’nın sağ yakasında, nehre inen yolun kenarında inşa edilen kervansaray ve yanındaki han kasabaya büyük canlılık getirmişti. Evliya Çelebi anlatıyor: “Kasabada 700 ev, güzel bir camii, içine on bin at, deve ve katır alabilecek, kale kadar büyük bir han, güzel bir hamam ve akarsuyu olan çeşmeler var, dükkânların sayısı 300. Bütün bunlar Mehmed Sokoloviç’in bağışı.”

Devşirme Sokoloviç Partisinin lideri Sadrazam Mehmed Paşa’nın temsil ettiği çıkarlar adına kullandığı büyük gücü Venedik Elçisi Marc Antonio Barbaro ülkesine döndüğünde senato önünde yaptığı konuşmada şu sözlerle anlatıyordu:

Zamanım yetseydi, açıklamamı daha da genişletip, siz Ekselansların büyük bir şaşkınlıkla dinleyeceğiniz gerçekleri anlatırdım. Bunun özü, bunca yükü nasıl bir tek adamın omuzlarında taşıyabildiğidir. Evet, her şey Mehmed Paşa’nın elinden geçiyor. Bütün emirler, bütün haberler, imparatorluğun herhangi bir bölümünü ilgilendiren her bir ayrıntı. Dahası, bütün görevleri, bütün unvanları, bütün ödülleri dağıtan odur. Dünyanın hemen bütün hükümdarlarının elçilerini o kabul ediyor, onlarla görüşme masasına oturuyor ve bütün sorunları çözümlüyor… Her şeyle ilgilenen ve özellikle en önemli konularda gereken kararları veren odur.

Ancak Barbaro sadrazamın temsil ettiği güç ilişkilerinin niteliğini kavrayamıyor. Ayrıca “düşmanı olan diğer paşalar”dan söz ederken bunun egemenlik hizipleri arasındaki politik, mali, ekonomik mücadelenin yarattığı çelişkilerle bağlantısını kuramıyor. Padişahın diğer vezirlerini “unvana sahip olmakla birlikte, yetkiden yoksun” görevliler olarak tanımlayan Barbaro, “Divan toplantılarından sonra sadrazam nazırlarıyla birlikte durumu bildirmek için padişahın huzuruna girdiği zaman beş vezirin hiçbiri sadrazamın sözlerine karşı gelmeye cüret edemiyor” vurgusunu yapıyor. Sadrazamın temsil ettiği gücün kişisel niteliğin ötesinde egemenlik sisteminin saklı dinamiklerinin oluşturduğu yapılara dayandığının kanıtını ise Barbaro’nun şu çarpıcı tespitinde bulmak mümkün:

Padişahın kendisi bile canının istediği emirleri veremiyor, işi Mehmed Paşa’ya havale ediyor.

Osmanlı egemenlik çarkı birbiriyle uyumlu dişlilerden değil, örtülü ve sürekli bir çelişkiler zincirinde yumaklanan egemenlik partileri arasındaki politik mücadelenin birikimli etkilerinden oluşuyordu. Durağan, cansız bir politik ortam ve tüm bunların üzerinde kadiri mutlak yetkilere sahip bulunan bir hükümdar kurgusu, Osmanlı düzenini tanımlamaktan uzaktır. Toprak başta olmak üzere büyük servet kaynakları için verilen mücadele, politik ve askeri kurumlar üzerindeki hâkimiyetin müsadere tehdidine rağmen zenginlik biriktirmeye dayanmasının yarattığı yağma, rüşvet, yolsuzluk, tüm adaletsizlikleri şekilci bir din ideolojisi ile örtme çabası büyük sosyal gerginlikler yaratıyordu.

Sistemin zirvelerinde kavga keskindi ve tüm sosyal, askeri, sınıfsal dinamiklerin prizmasından süzülen egemenlik hiziplerinin partileşmesinde, güç kaynakları için ölümüne bir mücadele yürütmesinde belirleyici oluyordu. Bu tablo da, mutlak hükümdarın mutlak söz sahibi olduğu bir devlet yapısından, tek çizgi bulunamaz. Sultanların aczi öyle boyutlara ulaşıyordu ki, egemenlik partileri arasındaki kanlı çatışmada zehirlenenler, alkol ve sefahatle tüketilenler yanında, “Allah’ın gölgesi” olarak tanımlanan Padişahlardan (Genç Osman örneği) tecavüze uğrayarak, acımasızca katledilenler de oluyordu. Bu çerçevede batılı ve doğulu saraylarda ne yaşanıyor ise ne eksik ne fazla Osmanlı’da da örnekleri görülüyordu. Roma’nın mirasçısı Bizans’ın tarih nöbetini devralan Osmanlı egemenlik sistemi elbette kanlı komplo geleneklerinden, askeri güçle desteklenen partilerin politik savaş yöntemlerinden mirasına düşen payı alıyordu. Ancak nihai çözümlemede düzenin “ebed müdded” olması için tüm egemenlik hizip ve partileri bir noktada birleşiyorlardı. Mehmed Paşa’nın yönetiminde “Başkent”, içindeki herkesin birbirini nefretle gözlediği, fakat hepsinin aynı yönde yol aldığı bir gemiye benzemişti.”

Balkanlı devşirme partileri çatışma halindeydiler. Samarcıc “Arnavut kökenli Koca Sinan Paşa son yıllarda çok sayıda önemli görevi tekeline almaya ve Slav kökenli devlet adamlarını yavaş yavaş arka plana” itmeye başlamıştı diye yazıyor. Osmanlı Devletinin en önemli beşeri kaynağını teşkil eden Balkan kökenli “yönetim burjuvazisi”ni oluşturan partilerden Arnavut devşirmeler; Slav asıllılara ve Mehmed Paşa’ya savaş açıyorlardı. Bu köken vurgularına dayalı mücadeleler 20. yüzyılın başlarında İttihat ve Terakki ile muhaliflerinin çatışmalarında da varlığını sürdürecek, bu kez “milliyetçi” programlara bağlanacaklardı. Osmanlılık vurgusu ise tüm bu çelişkileri perdeleyen ideolojik bir yanılsama biçimi olarak, kendini tahrip eden sorunların birikimli etkisini 20. yüzyıla taşıyan imparatorluk ile birlikte çürüyecekti.

Devşirme partileri saray eksenli ancak tüm askeri ve sivil bürokratik mekanizmaları kapsayan mücadelelerinde “harem entrikalarının çeşitli yöntemlerini kamu hayatına bulaştırıyorlardı. “Hadımlar, şarlatanlar ve yazarlar, her çeşit memur ve saray dalkavukları” devşirme partileri arasındaki mücadelede saf tutuyorlardı. Bu “yazarlar” arasında Zal Mahmud Paşa’nın maiyetinde bulunan Saraybosnalı Ahmed Şemseddin Efendi de bulunuyordu. Büyük servet sahibi Zal Mahmud Paşa’nın yakını olan Ahmed Şemseddin Efendi “Kalem ve Kılıç” konulu bir eserin yazarıydı. Her devşirme egemenlik partisi bu tür “Yazar” şair ve dalkavuklardan topluluklar oluşturmayı önemsiyordu.

Balkan kökenli şahsiyetlerden müteşekkil devşirme partileri arasındaki mücadele de Arnavut ve Slav asıllılar saflaşıyorlardı. Arnavut asıllı Lala Mustafa Paşa, Mehmed Sokoloviç’in can düşmanıydı. Bu mücadelede kanlı fetihlerden elde edilen ganimetin bir başarı ölçüsü sayılması, ele geçirilen bölgeleri büyük yıkıma uğratıyor ve yüzyıllara yayılan sorunların, tepkilerin, isyanların tohumlarını ekiyordu. Örneğin Koca Sinan Paşa, “Yemen’e boyun eğdirerek bu ülkeyi kanlar ve ateş içinde ve taş üstünde taş kalmamacasına padişaha teslim etti.” Tunus’taki fetih sırasında ülkenin savunucularını “diri diri yakmış ve kazığa oturtmuştu.” Samarcıc “bu iki ülkeden” İstanbul’a baş döndürücü bir servet getirdiği”ni vurgulayarak “Venedik elçisi kadar Avusturya İmparatorunun elçileri de Koca Sinan Paşa’dan söz edildiğini duydukça onun bir Sırp olduğu zannına kapılıyorlardı” diyor ve ekliyor:

Koca Sinan Paşa gerçekten Arnavut muydu? Belki de sakinlerinin ortaçağlardan beri Arnavut statüsünde bulundukları bir bölgeden geldiği için kendini öyle tanıtmıştı. Ya da Sokoloviç’e karşı mücadelesinde kendini Arnavut olarak tanıtmasının nedeni, sadrazamın ölümünden sonra, çoğunlukla Arnavut kökenli ve kafa yapısı Mehmed Paşa’nın yandaşlarından çok farklı olan önemli sayıda devlet görevlisiyle aynı zamanda doruklara ulaşmayı planlamasıydı.

Bu tespitlerinde teyit ettiği gibi Balkan asıllı şahsiyetler arasında etnik örtülere bürünen sert politik mücadeleler yaşanıyordu. Saflar son derce nettir ve egemenlik hizipleri devlet, servet, toprak kaynakları üzerindeki mücadelede partileşmişlerdir. Bu netlik öyle boyutlara ulaşıyordu ki Mehmed Sokoloviç karşıtları devşirme Arnavut Partisinde toplanıyorlardı. Samarcıc’in anlatımıyla, Mehmed Sokoloviç’in en önemli rakiplerinden olan “Mustafa Paşa’nın kariyeri benzer bir gelişme göstermişti. O da eskiden bir Sokoloviç’ti. Yabancı diplomatların mektupları onun Sırbistan’dan, Bosna’dan ya da Karadağ’da Kotor yakınından geldiğini belirtiyordu. AmaMehmed Paşa’ya düşmanlığı o derecede şiddetliydi ki, birçokları II. Selim’in ölümünden sonra bunu ancak Lala Mustafa Paşa’ya Arnavut kökenini yakıştırmakla izah edebildiler.”

Batılı gözlemcilerin devşirme partileri arasındaki mücadeleyi ayrıntılı olarak izledikleri ve bu saflaşmanın etnik şifrelerini çözdükleri anlaşılıyor. Mehmed Sokoloviç’in temsil ettiği grup karşısında yer alanların Arnavut asıllılardan oluşması ve karşıtlığın bu temelde anlamlandırılması dikkate değer bir olgudur. Bu arada tıpkı Koca Sinan Paşa gibi kanlı fetihler gerçekleştiren “Lala Mustafa Paşa Kıbrıs’ı ele geçirmiş ve arkasında aynı şiddet izlerini bırakmıştı.” İstanbul’a büyük zenginliklerle dönen Lala Mustafa Paşa “bütün vezirler içinde sadrazam için en tehlikeli” olanıydı. Mehmed Sokoloviç’in karşısında saflaşan bu devşirme partisi ile mücadele ederken kullandığı yöntemlere dikkat çeken Samarcıc Venedikli diplomat Marc Antonio Tiepolo’nun raporlarına şu gönderme de bulunuyor:

Tiepolo Sokoloviç’in düşmanlarına ve özellikle Koca Sinan Paşa’ya karşı uyguladığı yöntemlerden birkaç ilginç örnek veriyordu. Onları, açgözlülük ve şiddet sergilerken, Müslümanları hırpalarken… Yakalayıp sonra padişahın karşısında kötülemeye çalışıyordu.

İslamiyet’i bir meşruiyet kaynağı olarak ilan eden Osmanlı Devletinde devşirme egemenlik partilerinin kavgasında, Müslümanların hırpalanması, açgözlülük ve şiddet konusundaki suçlamalar, doğrudan sadrazam tarafından ortaya konuyor, batılı diplomatların raporlarında yerini alıyordu. Egemenlik ideolojisi biçimiyle İslam’a sarılan ancak kökeninden getirdiği manevi birikimi de taşıyan Mehmed Sokoloviç’in politik mücadele de “Müslümanların hırpalanması”nı rakiplerini yıpratmakta kullanması bu konuda ilkesel bir hoşnutsuzluk anlamına gelmiyor. Zira İslamiyet’in özüne uygun ve çıkışındaki adalet, eşitlik, direnme niteliklerinin birikimini vurgulayan tüm inançlar, eylemler şiddetle cezalandırılıyor, dinin yorum tekeli egemenlik sistemine içeriliyordu. Bu çerçevede maddi ve manevi açılardan “Müslümanların hırpalanması” İmparatorluğun varlık koşuluydu.

Devşirme partileri arasındaki mücadele, sınıfsal çelişkilerden beslenen egemenlik hiziplerinin çatışmasıydı. Bu yapı; üretim dinamiklerini, zenginlik kayaklarını, kurumsal sağlamlığı geliştirmiyordu. Var olan egemenlik ilişkileri görkemli bir gücün arkasındaki büyük çürümeyi temsil ediyordu.

Bu muazzam görünüşlü imparatorluk yapısındaki çürümeyi tespit eden Venedik Elçisi Marc Antonio Tiepolo 9 Haziran 1576’da Osmanlı İmparatorluğu üzerine Senato’da yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bir dış askeri güç tarafından yenilgiye uğratılmasının mümkün olmadığını vurguluyordu. Hıristiyan hükümdarlar ve İran’ın bu konudaki zayıflıklarına değinen Tiepolo’ya göre en iyisi işi zamana bırakmaktı. Türkiye köleler tarafından yönetilen bir devletti, bu ülkede ise inşa etmek ve yapıcı olmaktan çok, zorla koparmak, imha etmek ve yağmalamakla uğraşılıyordu; öyle ki henüz uzak, fakat kaçınılmaz bir gelecekte yoklukların etkisiyle kara ordusuyla donanması kösteklenmiş ve durdurulmuş olacak, uzaklara sefer düzenleme olanakları kalmayacaktı. Tiepolo’nun bu konuşmasından yukarıdaki tespitleri aktaran Samarcıc, Tiepolo’nun şunları söylediğini yazıyor:

Barışı savunmak ve korumak için bu büyük imparatorluğun zayıf yanlarının kendiliklerinden ortaya çıkmasını beklemek yeterlidir.

Ticari kapitalizmin büyük gücü ve sömürgeci dinamiklerin oluşumunda önemli roller oynayan Venedik’in İstanbul’da bulunan elçisi Tiepolo’nun, imparatorluğun devşirme egemenlik partileri arasındaki çelişkilerin yarattığı sonuçlardan yararlanma görüşü keskin gözlemlere dayalıdır. Sürekli fetihler ve bu sayede elde edilen ganimetlerin, politik savaşlarda sağladığı avantajlar ile rütbe merdiveninde yükselme açısından önemini vurgulayan Tiepolo, söz konusu durumun, batılı güçler ile karmaşık diplomatik ilişkiler kuran Mehmed Sokoloviç’in işine gelmediğini bildiriyordu. Sadrazamın, İmparatorluğun dış politikasını yönetme konusunda oluşturduğu karmaşık mekanizmalar kayda değer. Mehmed Sokoloviç özellikle Venedik’le “barışçı ilişkileri koruma”yı temel siyaset kabul ediyordu. Tiepolo:

Mehmed Paşa barış zamanında duruma hâkim olduğunu biliyor. Ama savaş zamanında paşalardan birinin sivrilerek nüfuzunu sarsabileceğinin farkında.

Tiepolo’nun Venedik Senatosu’nda yaptığı konuşmada bu değerlendirmeden sonra anlattıkları ise vahimdir. Devşirme partilerinin aralarındaki iktidar savaşında her türlü değeri çiğnediklerinin kanıtı olan bu açıklamaya göre, Mehmed Sokoloviç en büyük “düşmanı” Lala Mustafa Paşa’yı Kıbrıs’a gönderiyor, tüm beklentilerin aksine Paşa Kıbrıs’a çıkmayı başarıyor bunun üzerine Sadrazam henüz İstanbul’dan ayrılmamış bulunan dönemin Venedik Elçisi Barbaro’ya “Venedik donanması nerede sanki? Niçin yüzünü göstermiyor?” diye hesap soruyordu. Tiepolo Sadrazamın, “düşmanı” olan Lala Mustafa Paşa’yı yenilgiye uğratacak tarzda bir Venedik donanması direnişiyle karşılaşmamaktan dolayı öfkelendiğini vurguluyordu.(7) (Dış politika ve savaş konularının iç egemenlik mücadelesinde bir araç olarak kullanılması siyasi genetiğe devşirme partilerinin kazandırdığı yöntemler arasındadır. Bu tür benzeri durumların pek çok örneği 90’lı ve 2000’li yıllarda da görülüyor.)

Tiepolo, Sadrazam Mehmed Sokoloviç’in kendi iç politik konumunu ve iktidarını sağlamlaştırmak için Venedik’le “barışçı” ilişkiler kurmanın önemine inandığını belirtiyordu. Mehmed Sokoloviç’in Hıristiyan Batı karşısında izlediği siyasetin, Osmanlının güç kaybına ilişkin bilincin yanında politik rakiplerin askeri atılımlarla avantaj kazanmalarını önlemek iradesi kayda değer. Ancak asıl önemlisi ticari kapitalizmin büyük gücü, finansal düzeneklerin küresel ölçekte yayılımının öncülerinden, sömürgeciliğin alt yapısını hazırlayan Venedik’le “barışçı” ilişkilerin egemenlerin batıya yönelik siyasetlerinde kalıcı etkileri olan bir çizgiyi taşımadır. Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi varlık koşullarının özgünlüğü vurgusunun ön planda bulunması gereken görkemli “Yükseliş” döneminde Mehmed Sokoloviç’in Tiepolo tarafından şu çarpıcı gözlemlerle tanımlanması oldukça önemlidir:

Onunla iş yapmak gerekince, insanda, bir Türk’le değil de, bir Hıristiyan prensiyle pazarlık yapıyormuş gibi izlenim uyanıyor.

Mehmed Sokoloviç Venedik ile gerçekleştirilen “barış görüşmelerini bizzat yürütüyordu. Bu sürece ilişkin olarak “Sokullu Mehmed Paşa”nın kapsamlı biyografisini yazan Samarcıc’in anlattıkları ürperticidir:

1573 barış antlaşmasının koşulları uyarınca Dalmaçya’da Venedik’le Türkiye arasında çizilen sınır, sonraki fetihler hesaba katılmaksızın savaş öncesi durumuna getirilmeliydi… İki görüş gerçekte aynı çizgide buluşuyordu, eski sınırın tesisinde uzlaşmaya varılamaması ise, padişahın bir ilkenin üzerinde inatla durmasından ileri geliyordu. Kılıçla elde edilenin iade edilmesi Osmanlı hanedanın prensiplerine aykırıydı… Bu sınırı saptamakla görevli Türk heyeti, yukarıdaki ilkeyi uygulamak için Venedik elçilerini her köyde, her sınır işaretinin başında, her derenin kıyısında alıkoyuyordu. Kadastro planlarını çok iyi bilen heyet başkanı asla rüşvet kabul etmemekle böbürleniyordu. Böylece, yüz altınlık bir teklifi geri çevirmişti. Görevini yapmak ve gerçeği saptamak için bu paraya ihtiyacı olmadığını ileri sürüyordu. Venediklilerin rüşvet kabul etmemesine akıl erdiremedikleri bu şaşılacak kişinin yolladığı raporların ayrıntıları Mehmed Paşa’yı yorgun düşürüyor, Sadrazam bunları ihmal edip Marc Antonio Tiepolo’yla görüşmeyi yeğliyordu. Sokoloviç, bu anlamsız işte büyük bir sabır örneği sergilerken, padişahla çevresinin, Venedik elçisiyle sözüm ona çekişmelerini izlemekten bıkıp usandıklarını fark etti. Aşağı yukarı aynı sıralarda bir yumuşama sezen büyükelçi, tatmin edici bir anlaşmaya varılması için gösterdiği çabalara bir minnettarlık ifadesi olarak sadrazama on bin altın sikke teslim etti. Sınır çizgisini saptamakla görevli iki komisyonda, böylece barış antlaşmasının imzalanmasından dört yıla yakın bir süre sonra görevlerini tamamlamış oldular.

Bu satırların ortaya koyduğu gibi bir yanda “Venedik elçilerini her köyde, her sınır işaretinin başında, her derenin kıyısında” alıkoyan ve “görevini yapmak ve gerçeği saptamak için” önerilen paraya “ihtiyacı olmadığını” söyleyen böylece “Venediklilerin rüşvet kabul etmemesine akıl erdiremedikleri şaşılacak” görevliler; diğer yanda “tatmin edici bir antlaşmaya varılması için gösterdiği çabaya minnettarlık ifadesi olarak” 10 bin altın sikke ödenen sadrazam!

Marc Antonio Tiepolo raporlarında onun “kendini daha iyi korumak için para biriktirdiğini” belirtiyordu. Samarcıc ise Paşa hakkında doğal karşıladığını belirterek şunları yazıyor:

Venedikliler’e güvenlerini kazanacak kadar dosttu, bu ise konumunu, hatta belki hayatını tehlikeye atıyordu. Bu nedenle de kendisine armağanlar, onurlandırmalar ve minnettarlık gösterileri biçiminde saygı gösterilmesine ve hizmetlerinin, özverilerinin ölçüsünde ödüllendirilmesine çok önem veriyordu… Gerçekten de bazılarına karşı olması gerektiğinden daha uzlaşıcı davranıyor, bu kimselerde bundan yararlanarak, rüşvet vermeye hazır bir elle ona para uzatıyorlardı.

Venedik ile “dost” olan Mehmed Sokoloviç bu nedenle “hayatını tehlikeye atıyordu” (Siyasi genetiğin kodlarında bu davranış tarzı yerleşik bir ilkedir. İmparatorluk “Şanı”nı yanılsamalarla örülü bir “yükseliş” dönemine dayandıranlar bu konunun üzerini kapatmışlardır. Oysa tarihin akış çizgisinde İngiliz, Rus, Fransız, Alman, ABD çıkarlarında erimeyi hem kişisel hem siyasal, askeri ve ekonomik “kurtuluş” sayan nice sadrazamlar, paşalar komutanlar, başbakanlar çıkacaktır. Bu konuda Mehmed Sokoloviç’in pek çok alanda olduğu gibi bir “yükseliş” önderi olduğu görülüyor. Ancak onun tarihsel açıdan şanssızlığı, Venediklilerin tacir zihniyeti ile yaptıkları ödemelerin ayrıntılı kayıtlarını tutmaları ve artık üzerinden yüzyıllar geçmiş bir dönemin yöneticisi olmasıdır. İleride diğer ülke arşivlerinde saklı olan belgelerde ortaya döküldüğünde 21. Yüzyıla akan tarihte Mehmed Sokoloviç’in yanında inanılması zor nice “kahramanlar”ın yer alacağından kuşku duymuyorum.)

Egemenlik partilerinin kanlı mücadelelerinden beslenen karmaşık komplolar her türlü iç ve dış desteği zorunlu kıldığı ölçüde herhangi bir devlet yöneticisinin “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilmesi değil sistemin işleyiş koşullarının temel alınması zorunludur. Bu durumu oldukça iyi kavrayan Tiepolo, Mehmed Paşa’ya, “dostlarının, minnettarlıklarını ifade etmeleri, ama aynı zamanda destek vermeleri gereken bir vezir muamelesi yapıyordu.” Devşirme egemenlik partilerinin sert kavgalarına uyarlanan yüksek devlet ricalini oluşturan şahsiyetleri, katı, herkese karşı kapalı, düşman saydıklarına müthiş bir nefret ve kin duyan, konumunu korumanın aracı olarak servet biriktirme yolunda açgözlü vasıflar taşıyorlardı.

Bu özellikler farklı yoğunluklarda yüksek devlet bürokrasisinin tüm üyelerinde mevcuttu. Servet biriktirmede her yolu mubah sayan ve kamu yaşamını zehirleyen rüşvet olgusu aynı zamanda kanlı iç mücadelelerden sağ çıkabilmenin aracıydı. Devşirmenin meşruiyet kaynağı güç ve servetti, bu kaynaklara kim hükmederse ona kapılanıyordu Bu kapılanma biçimine itiraz edecek tüm dini, ahlaki sosyal değerleri içeriklerini boşaltarak çürümeye terk eden bu devşirme egemenlik sistemi, doğuşundan itibaren, coğrafi açıdan yayılmayı ancak beşeri açıdan düşmeyi içeriyordu.

Venedik açısından “para yemek bu ilişkilerin normal bir öğesi sayılıyordu” ve “Mehmed Paşa’da bu açıdan zamanının adamıydı.” Venedik, Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük ticari çıkarlara sahipti. Mehmed Sokoloviç, adı konmamış bir Venedik partisi namına hareket ederken İmparatorluğun menfaatleri açısından en doğrusunu yaptığı inancındaydı. Venedik karşısında büyük bir askeri üstünlüğe sahip olan İmparatorluğun bu gücünü kullanmaması, Hıristiyan ittifakını önleme gerekçesinden öte anlamlar taşıyordu. İç egemenlik mücadelesinde, savaş ve fütuhat temelinde yükselecek şahsiyetlerin etkinliklerini “barışçı” ilişkilerle önlemekte bu siyasetin gerekçeleri arasındaydı.

Sadrazamın “bazı büyük devlet adamları tarafından batı ülkelerine karşı aşırı bir sevgiyle suçlandığını vurgulayan Samarcıc’in şu değerlendirmeleri dikkate değer:

Venedik büyükelçisiyle sadrazamın, Türklerin ve özellikle padişahla vezirlerinin karşısında uyuşmazlık içindeymiş gibi görünmeleri gerekiyordu. Mehmed Paşa Venedik Cumhuriyeti’nin çok zayıf olduğunu, Türkiye’nin, bu devlete ait toprakları ve tahkim edilmiş kentlerini, fazla bir silahlı güç kullanımına gerek görmeksizin ele geçirebileceğini biliyordu.

Askeri güçsüzlüğünün bilincinde olan Venedik’in, diplomasi alanındaki “hünerler”le durumunu koruması, imparatorluk egemenleri arasında yaşanan politik mücadelelerden yararlanmasına dayanıyordu. Bu “hünerler”in neler olduğunu ve İmparatorluk başkentinde Venedik Partisi’ne kimlerin kazanıldığını Samarcıc’den aktarıyorum:

Barış antlaşması her şeye rağmen Mehmed Paşa’nın sayesinde bir emrivaki olma yolundaydı. Savaşçı vezirleri, eyalet valilerini ve başka düzeydeki devlet memurlarını barış durumuna alıştırarak belli etmeden 1573 antlaşmasının koşullarına hayat veriyordu. Venedik büyükelçileri de girişimlerini sadrazamın davranışlarına uyduruyor, ona, gereksinimlerini, zayıf yanlarını, gelip geçici gurur gösterilerini, her şeyden önce yeni padişahın yanındaki konumuna duydukları anlayışı ele veren bir ilgi yöneltiyorlardı. Venediklilerin bazı olumlu jestleri, Mehmed Paşa’nın işini kolaylaştırıyordu. Örneğin, 1575’te şövalye Giacomo Soranzo’nun İstanbul’da yaptığı parlak elçilik görevi, yeni padişahın önünde saygıyla eğilip elli bin altın sikke değerinde armağanlar dağıtması ve Duka’nın barış onayını sunması bu jestlerin başında geliyordu. Venedikliler ayrıca Korfu’nun Baffo Ailesi’nden olan valide Sultan Nurbanu’yu davalarına kazandırmayı başarmışlardı. Bu Sultan, Venedik Devletinin düşmanlarını güç duruma düşürmek için peş peşe entrikalar çeviriyor, bu arada Salamon Aşkenazi’yle hareme kız sağlayan Yahudi Ester Kira’dan destek alıyordu.

Venedik Partisine Valide Sultan ve önde gelen Yahudi şahsiyetlerin dâhil olması Nurbanu’nun “Venedik devletinin düşmanlarını güç duruma düşürmek için peş peşe entrikalar çevirmesi” iktidar mücadelesinin nasıl bir çıkar ağına dayandığını ortaya koyuyor.

Avusturya Elçilik vaizi Stefan Gerlach İmparatorluk başkentinde yaşanan iktidar savaşında temel eğilimleri “Günce”sinde titizlikle not ederken, özellikle vezirlerin, eyalet valilerinin, Saray’ın önemli kişilerinin, önde gelen devlet adamlarının kökenleriyle ilgili gözlemlerini de yazıyordu. Venedikli diplomatların istihbarat çalışmalarına benzer faaliyetler diğer batıklar açısından da geçerliydi. Gerlach, yaptığı gözlemler sonucunda, tüm iktidar sahiplerinin “Türkleşirken” geçmişlerini tümüyle reddetmeye dayalı bir yaklaşımı, adeta Hıristiyan karşıtlığını aşırı vurgularla bir gösteriye dönüştürerek sunduklarını fark ediyordu. Rum, İtalyan, Sırp, Hırvat, Macar, Alman vs. kökenli bu şahsiyetler Osmanlı Devleti ideolojisine bağlılıklarını kanıtlamak için şiddetli birkin güdüyorlardı.

Ancak tüm dehşet gösterilerine rağmen geçmişten gelen bağlantılar, soy ilişkileri, dini aidiyetler, karmaşık çıkar gruplaşmalarının iktidar psikolojisinde uç veriyordu. İmparatorluğun güç kaynakları üzerinde iktidar yetkisine sahip olmak için büyük bir yanılsama, Osmanlılık örtüsü altında koyu bir devlete bağlılık söylemiyle devam ettiriliyordu. İslami değerlerin egemenlik sistemine ideolojik payanda yapıldığı ve bir iktidar süsüne dönüştürüldüğü şartlarda, geçmişte kalan kişisel erdemlerde imparatorluk çıkarları adı altında gizlenince, geriye kanlı bir güç mücadelesi kalıyordu. Diğer tüm imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı’nın merkezinde de beşeri değerlere yer yoktu.

Mehmed Paşa, ürünlerinin büyük bölümü yabancılar tarafından satın alınan muazzam arazilere ve mülklere sahipti. Özellikle Balkanlar’da bulunan mülklerinin Avrupa ticaretinin kapsamına hızla dâhil olmasını ilgiyle gözlemlediğine kuşku yok. Venediklilerle ve Dubrovniklilerle temasları ticari kapitalizmin işleyiş koşulları üzerine onda bazı fikirler uyandırıyordu. Selanik, İstanbul ve Bursa çevresindeki çok zengin Yahudilerle ilişkileri de dikkate değer.

Ticari kapitalizm ve sömürgeciliğin mayalandığı, finansal araçların çeşitlendiği bu dönemde, türlü şirketlerin temsilcileri, büyük bankerlerin adamları, krallar ve ticaret kentlerinin elçileri komisyoncular, gemi kaptanları İngiltere’den, Alman devletlerinden, Hollanda eyaletlerinden, Fransız, İspanyol ve İtalyan kentlerinden akın ediyorlar, Saray çevresinde gruplaşıyor, kimi zaman Divan’a kadar ulaşabiliyorlardı. Gümrük vergileri, yabancı tacirlerin imparatorluk içinde hak ve yükümlülükleri, Osmanlı Devletinin Avrupa pazarlarıyla bağlan, para değerinin düşmesi gibi konular dış politikanın karmaşık ilişkiler düzeneğinde göz önünde tutulması zorunlu gerçekler olarak yerlerini alıyorlardı. Kapitalizm bir sistem olarak yarattığı sorunlarla birlikte dünyanın muazzam bir alanını denetiminde tutan imparatorluğa nüfuz ediyor, batı ile ilişkilerin zeminine yerleşen bu olgu altüst edici bir dinamik olarak varlığını duyuruyordu.

Mehmed Sokoloviç muazzam bir alana yayılan, yoğun ticari ve diplomatik ilişkilere sahip olan imparatorluğun temel ideolojisinin egemenlik kodlarına uyarlı hale getirilen İslamiyet’e dayanmasını zorunlu sayıyordu. Egemenlik partilerinin kanlı güç yarışında diplomatik, ticari, politik ilişkiler alanında taahhütlerin yerine getirilmesi “imanın ve yasanın” savunucuları görünümündeki yöneticilerin sorumluluğunda olmazsa büyük bir kargaşa çıkabilirdi. Bu bağlamda nüfusunun karma yapısı nedeniyle ne Türk ne de İslam olan bir imparatorluğun temellerini savunmak için bir egemenlik dini yaratmak zorunluydu. Diğer yandan İmparatorluğun Avrupa pazarına bağlanması, yaşam biçiminde ortaya çıkan ve üst sınıfları kapsayan lüks tüketime dayalı değişimler, paranın değer kaybetmesi, devlet mâliyesi ile ordu arasındaki dengenin bozulması ideolojiye çözemeyeceği yükler bindiriyordu. Çıkmaz büyüyor, imparatorluk çürüyor, batıya benzemek yüzyıllar içinde egemenlerden alt sınıflara kadar temel kurtuluş çaresine dönüşüyordu.

Osmanlı egemenlerinin en parlak şahsiyetlerinden biri olan Mehmed Paşa, muazzam servetini “hayır” işlerinde de cömertçe kullanıyordu. Ana akım tarihçileri, müsadere gerekçesiyle, şahsi mülkiyet güvencesi bulunmayan Osmanlı egemenlerine neredeyse “acırlar” Oysa müsaderenin; politik yönleri ve biriktirme sürecinin rüşvet, yağma, acımasızca sömürü koşullarına dayalı sürekli düzenekler oluşturması üzerinde, durmazlar. Mülkiyet hukuku konusunda aşamalar sistematiğine dayalı batıcı anlayış, İslamiyet’in bir egemenlik ideolojisine dönüştürülmesi temelinde geliştirilen mal edinme ve koruma tarzlarını kavrama konusunda yetersiz kalır. Oysa tüm benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu da müsadere dönemecine kadar muazzam servetler biriktirmeye elverişli toprak, ticaret, finans temelindeki zenginlik kaynakları üzerine incelikli tasarruf imkânları sunar. Ayrıca, rüşvet ve tefecilik gibi toplumsal açıdan tahrip edici mekanizmalarda servet edinmenin neredeyse kurumlaşmış araçlarıdır. Bu tasarruf biçimleri ve mülk edinme yöntemlerinin kapitalist nitelik kazanıp kazanmaması üzerinden yürütülecek bir tartışma; sürecin işleyiş koşullarını, yüzyıllara yayılan temel niteliklerini kavramakta yetersiz kalır.

Ana akım görüş, Osmanlı düzenini, sınıfsal çelişkilerin dışında, her türlü mülk edinme biçiminin geçersiz kılındığı, politik açıdan durağan, toprak, maliye, finans temellerinden yoksun sadece yağmaya dayalı, servet biriktirilerek lüks tüketime harcanan bir yapı olarak algılar. Böylece Mehmed Paşa’nın tüm İmparatorluk alanına yayılan ve “hayırseverlik” ile ince zevk ürünü kabul edilen çok sayıda mimari esere büyük kaynaklar ayırması örneğindeki gibi, söz konusu muazzam servetlerin nasıl elde edildiği sorusu, bu görkemin gölgesinde kalmaktadır. Devlet hazinesi, muazzam genişlikte araziler, ticari işler ve dışarıdan alınan “bahşiş”lerle biriktirilen servetler Vakıf statüsü kapsamında şahsa bağlı bir biçimde özelleşiyordu.

Tüm bu eserler, servet sahibinin “hayırseverliği”nin yüzyıllarca devam edecek nişanesi olurken, yapımlarında kullanılan paranın ve emeğin kaynakları, edinim biçimleri, bunun sürekliliğini sağlayan kurumsal mekanizmalar örtülmektedir. Yine Mehmed Paşa, örneğinden yola çıkarsak, Sadrazamın, tüm imparatorluğa yayılan eserlerinin bakımını Bulgaristan’da, Sırbistan’da, Bosna’da, Banat’ta, Arnavutluk’ta ve Selanik’te kurduğu çok sayıda vakıf kaynağına dayandırdığını görüyoruz. Mehmet Paşa, servetini, padişahın mülknâme denilen bir fermanıyla çeşitli vergilerden muaf köylere, dükkânlara, hamamlara, hanlara ve başka gelir kaynaklarına yatırmıştı. Vakıf kapsamında özelleştirilmiş bu hayır işleri, kamusal nitelikten öte de sahibinin adını yaşatan ve onunla ilgili servet edinme konusundaki erdemlerini sorgulayan yaklaşımları önleyen, bir nitelik taşıyordu. Özel servetleri güvence altına almanın bir aracı olarak vakıflardan yararlanılıyordu. Büyük servet biriktirme mekanizmalarına müdahale edilmiyor, ancak belirli bir egemenlik partisinin sistem içinde gücünü yitirmesiyle bağlantılı olarak temsilcilerine ait olan mallar müsadere ediliyordu.

İmparatorluğun güç ve zenginlik kaynakları üzerinde yürütülen mücadelede oyunun temel kuralı, müsadere aşamasına kadar rüşvetten tefeciliğe, toprak sistemini istismardan ağır sömürü biçimlerine, ticari işlerden yağmaya kadar birçok alandan büyük servetler elde edilmesinin neredeyse mubah sayılmasıdır. Bu noktada süreç işliyor, birikime müdahale edilmiyor ancak müsadereye konu olan mülklerin sahibinin temsilciliğini yaptığı grup sistemde gücünü ve etkisini kaybettiğinde gereği yapılıyordu. Ancak burada da vakıflar devreye giriyor ve mülklerin bir kısmı bu sayede özel ellerde kalıyordu. İslam hukukunun bu müessesesi, Osmanlı egemenlerinin servet güvencesine dönüşüyor tüm egemenlik partileri açısından bu çerçeve içine alınan mülklerin dokunulmazlığı “kutsal” bir ilke olarak formüle ediliyordu.

Devletin özel mülkiyete müdahale tezi, vakıfların İmparatorlukta kapsadığı muazzam varlıklar düşünüldüğünde geçerli bir yorum olmaktan uzaktır. Büyük mülkleri vakıf çerçevesine almak yüzyıllara yayılan, kurumsal nitelik taşıyan, ince hukuki düzenlemelere konu olan bir süreçtir. II. Mehmed döneminde olduğu gibi istisnai biçimde vakıf mülkleri devlet denetimine alınmışsa da, bu durum geçicidir. Aslolan vakıf mülklerinin yüzyıllar boyunca kamu karşısında genişlemesidir. Bu bir sınıfsal tercih ve mülkiyet rejiminin işleyiş koşulları, tasarruf biçimleri, mal edinme hukuku ile ilgili kurumsal düzenektir. Zira sadece müsadere kaygısı taşıyan yöneticiler vakıf kurmuyorlardı. Ayrıca, “yönetici sınıf mensuplarının yanı sıra, diğer özel servet sahiplerinin de vakıf kurdukları görülmektedir.(8)

“Hayırseverlik” görüntüsü altında kurulan ve İslam hukukunun güvencelerini istismar eden vakıflar, özel mülkiyetin yerleştiği kuramlardı. Osmanlı düzeninde, vakıflara yerleşik büyük zenginlik ve birikim kaynaklarının kamunun aleyhine genişlemesi, devletin yüzyıllar içinde mali ekonomik, askeri müdahale kapasitesinin çözülmesinin başlıca nedenleri arasındadır. Bu bağlamda, imparatorluğun tüm politik ömrü süresince devletin görkemli görünüşünün ardına gizlenen özel mülk edinme ve bunu koruma mekanizmaları iç çürümeyi sürekli hale getiriyordu. Osmanlı düzeni, özellikle vakıflar örtüsünden yararlanan ve “hayırseverlik” biçimlerine bürünen, İslamiyet’in çarpıtılmasına dayalı özel mülkiyetçiliğin sonuçlarıyla çürüyordu. Osmanlı’nın sorunu özel mülkiyet yokluğu değil; yaygın, çarpık, büyük sosyal tahribatlara yol açan ve üstelik bunu din adına kutsallaştıran tasarruf biçimlerinin, vakıf olgusu gibi hukuki kaynaklara dayandırılmasıydı. Vakıfların, “mütevelli heyetleri bir yandan vakfın gelirlerinin nasıl kullanılacağına karar verirken, öte yandan da sermayeyi oluşturan malları korumaya ve yatırımlar yaparak bu mal varlığını genişletmeye çalışırlardı. Örneğin Şeriat’a aykırı olmasına karşın, vakıflar sık sık faizle borç vermekteydiler. Sermaye birikimini amaçlayan birer iktisadi kuruluş gibi yönetildikleri takdirde, vakıfların malvarlıklarını genişletebildikleri görülüyordu.”(9)

En önemli Balkanlı şahsiyetlerden biri olan ve siyasi genetiğe pek çok ilke, yöntem, kurum kazandıran Mehmed Paşa çok sayıda vakıf kurmuştu. Tüm Balkanlar’a yayılan bu vakıflar, kamusal bir nitelikten ziyade “hayırsever” bir egemenin damgasını taşıyordu. Belgrad kervansarayı ve çarşısından, Drina köprüsüne kadar sayısız eser, Sadrazamın dillere destan servetinin dini ve dünyevi açıdan meşrulaşmasını sağlıyordu.

Mehmed Paşa’nın çevresinde sadece kendi ailesinden şahsiyetler değil Yahudi ve Rum “işadamlarından müteşekkil güçlü isimler vardı. Paşanın en yakınları arasında yer alan Mihail Kantakuzenos Zengin Rumların temsilcisi ve Ortodoksların önde gelen liderlerindendi. Karadeniz kıyılarında bulunan tuzlalarını işleten Kantakuzenos “Hıristiyanların temel direği, Rumların koruyucusu, çok soylu senyör” gibi lakaplarla anılıyordu. Yeniçerilerden oluşan bir garnizon ve muhafızlarla korunan Kantakuzenos, kendi gemileriyle seyahat ediyor, Moldova ile Eflak voyvodalarının seçimlerini etkiliyor, İstanbul patriğinin atanmasında kendisine danışılıyordu. Mehmed Paşa, Peç Patrikliği’nin yeniden kurulması sırasında onun sayesinde İstanbul Patrikliği’nden onay alıyordu. Osmanlı egemenlik sisteminin karmaşık doğasını incelerken Samarcıc’in Mehmed Paşa ile Kantakuzenos arasındaki ilişkilere dair yazdıklarını aktarmakta yarar var:

Kantakuzenos, kilise görevlerinin satışından elde edilen geliri paylaştığı sadrazam tarafından bu girişimlerinde destekleniyordu. Karşılığında o da, yabancı ülkelerde olduğu kadar Türkiye’de de hükümetin yeteneği dışındaki nazik işlerde sadrazamın, ona yararlı olabilecek bir sürü kişiyle ilişkiler kurmasını kolaylaştırıyordu. Çağdaşlarının dediğine bakılırsa, Kantakuzenos her dokunduğu kişinin ahlakını bozuyordu. Türk devlet adamlarıyla her buluşması da bir rüşvet, bir satış ya da bir alımla, şüpheli alışverişlerin başlamasıyla, çekici vaatlerle son buluyordu. Daha olmayınca Kantakuzenos devlet adamlarının saraylarını donatmayı, möblelerini satın almayı, mahzenlerini şarapla doldurmayı, onlara gezinti gemileri satın almayı kabul ediyordu. Rum, başkalarıyla (örneğin, Sokoloviç, Piyale Mehmed Paşa ve Ahmed Paşa’yla gelirinin bir bölümünü paylaşıyordu. Sadrazam, onunla birlikte yolsuzluklar yapmakla suçlandı. Aslında Sokoloviç, bu adamın şahsında, modern çağın başlangıcında hiçbir büyük vezirin tarihe damgasını onsuz vuramayacağı o iş adamlarından birini bulmuştu”

Kantakuzenos, Osmanlı “yönetim burjuvazisi”nin mayalanma sürecinin önemli dönemeçlerinden birini temsil ediyordu. “Şeytanoğlu” olarak da anılan Kantakuzenos 1577’de karşı partinin önde gelen şahsiyetleri Koca Sinan ve Lala Mustafa Paşa’nın suçlamalarıyla karşılaşıyordu. Bu kişiler onu tuzla işletmecisi olarak devleti 100 bin taler (Alman parası) zarara uğratmakla itham ediyorlardı. Yedikule zindanlarına atılan Kantakuzenos 50 bin altın karşılığında serbest kalıyordu. Mensup olduğu devşirme egemenlik partisinin güç kaybının bir simgesi olarak “Şeytanoğlu” 3 Mart 1578’de sarayın kapısı önünde asılıyordu.

Devşirme egemenlik partilerinin güç ve zenginlik kaynaklarının kirli niteliğini Sokoloviç-Kantakuzenos ilişkisinde gözlemlemek mümkündür.


NOTLAR

1. C. I. Robert Mantran; “17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul”, Kurumsal, İktisâdi, Toplumsal Tarih Dergisi, Çeviri: Mehmet Ali Kılıçbay-Enver Özcan, Ankara, 1990, s. 169.

2. Noel Makolm; Kosova, İstanbul, 1999, çeviri: Özden Arıkan, s. 129.

3. Doç. Dr. Şevket Pamuk; Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi, (1500-1914), 3. Baskı, İstanbul, 1993, s. 34.

4. Radovan Samarcıc; Sokollu Mehmed Paşa, Çeviri: Meral Gaspıralı, İstanbul, 2. Baskı, 1998, s. 76.

5. Orhan Koloğlu; İslâm’da Değişim, İstanbul, 1993, s. 46-47.

6. Şerif Mardin; Türkiye’de Din ve Siyaset, Derleyenler: Mümtaz’er Türköne-Tuncay Önder, İstanbul, 1991, s. 88.

7. Samarcıc; age, s. 308.

8. Pamuk; age, s. 77.

9. Pamuk; age, s. 77.


Suat Parlar, Emperyalist Köleciliğin Borçlular Hapishanesi, Bağdat Yay., İstanbul, Aralık – 2007.