Şimdiye kadar incelediğimiz her mesele daha genel ve daha toptan bir görüşle ayrıntılarıyla yeniden gözden geçirilebilir. İslâmiyetin Modern savunucuları, şimdiye kadar başvurduğumuz kuralları ve diğer bazılarını, sosyal alanda adaleti temsil ettiğini ileri sürdükleri bir sistem haline getiriyorlar. Görüşleri bir bakıma doğrulanmıştır. Gerçekte, her toplumun, kendi bağrındaki sosyal tabakaların, çeşitli grupların hatta fertlerin fikirlerini dile getiren farklı görüşlerle birlikte sosyal adalet hakkında toptan bir görüşü vardır. Kuran’daki sosyal buyrukların Muhammed’in ve hiç değilse Mekke ve Medine toplumunun bazı gruplarının ve sosyal tabakalarının sosyal ülküsünü temsil ettiği şüphesizdir. Bu ülkü (ideal) hiç olmazsa o devirdeki Arabistan için kabul edilebiliyordu. Çünkü Arabların çoğunluğu kaçınılmaz bir şekilde onun çevresinde toplanmıştı.
Bu ülkü, tüketim malları, üretime yarayan nesneler, toprak ya da insan mülkiyeti de söz konusu olsa, mülkiyet hakkını tartışmıyor. İslâm ekonomisi hakkında nazariyeler ileri süren ve aslında diğer Pakistanlılara karşı olan Pakistanlı bir iş adamı, Nasır Ahmet Şeyh, toprak mülkiyeti konusunda buna itiraz etmektedir. İslâm Cemaati Birliği başkanı ve “Modern İslâmiyetin en sistemli düşünürü” Ab Ala Mawdudi’ye karşı, toprak mülkiyetinin gelişmeyi engellediği hakkında ekonomik kanıtlar ileri sürmekte bu özel toprak mülkiyetine, bu mülkiyet hiç değilse şahsen toprak sahibi tarafından ekilen bir toprak parçasını aştığı ölçüde, Muhammed ile Kuran’ın karşı olduğunu metinlere dayanarak ispatlamaya çalışmaktadır.
Toprak bütün olarak “millileştirilmeli” ve belirli zamanlarda sadece ekicilere, çiftçilere verilmelidir. Pakistanlı iki Müslüman, görünüşte birbiriyle çelişik hadislere başvuruyorlar. Bunun pek büyük bir anlamı yoktur; çünkü, yukarıda da söylendiği gibi, hiç değilse Muhammed’in devri için, bu hadisler hiçbir tarihî değer taşımazlar. Üstelik, (ne yazık ki) Mawdudi’nin haklı olduğu açıktır. Hadislerin her hangi bir toprak kiralama şeklini yasaklamaları, büyük toprak mülkiyetinin kendisini de yasakladığı anlamına gelmez. Bu hadisler, toprağın tam olarak ne getireceği önceden bilinmediği için, çoğu durumlarda rekoltenin belirli bir kısmı karşılığında kiralamanın yarattığı şüphe unsurunu hedef alırlar.
Demek ki hukukçular bunları, riba’ya konan yasağın gelişmesine bağlamaktadırlar. Sistem fikriyle hareket eden bazıları yasaklama konusunda çok ileri gidebildiler. Ama aklı başında hukukçular, riba’nın kendilerine apaçık göründüğü bazı şekilleri yasaklamakla yetindiler. Peygamberin kendisinin, haleflerimin ve en saygı değer yoldaşlarının, gelir karşılığında topraklarını kiraya verdiklerini ve bu işi yasaklamayı hiçbir zaman düşünmediklerini çok iyi biliyorlardı. Sözde “millileştirme”nin hedefi, Müslüman topluluğun başkanının şahsi mallarıyla bu topluluğun genel kaynakları arasındaki ayırdedilmezliktir. Ama başkanın toprakları üzerinde uygulanmış olan şeyin büyük mal sahihlerinin topraklarına da uygulandığı şüphesizdir. Toprakların pay edilmesinden yana olanın Muhammed peygamber devrindeki uygulama için başvuracağı son kaynak, tek ciddi tarihi kaynak hizmeti görebilecek olan Kuran’dır. Ama Kuran’da gösterebileceği metinler, ispatlamak istediği şey için çok yetersizdir.
Mısırlılara karşı koymaları uğrunda halkını yüreklendiren Musa Peygamber, “Toprak, Allah’ındır, kulları arasında dilediğine verir” diyor (7: 125/128). Zaten, Elçisine kudretini hatırlatan Allah, Ona şunu bildirmesini söyler: “Allah yeryüzünde (toprak) yüce dağlar yarattı. Oraya bolluk verdi. Orda, arayanlar için tam dört günde azıklar yasadı” (41: 9/10). Nasır Ahmet Şeyh’in izlediği bazı yorumcular bu son cümleyi şöyle anlamaktadırlar: “Allah, isteyenlere azıkları dört günde eşit olarak dağıttı”. Bu anlam kabul edilse bile, bu metinlerde, Tanrı’nın kudretinin ispatlanmasından başka bir şey bulmak güçtür.
Bu ilkelerden bazılarına dayanarak mülkiyet hakkının kullanılışının ve bazı durumlarda kötüye kullanılmasının sınırlandırıldığı sonucunun çıkarılabileceği de düşünülse, Kuran’ın mülkiyet hakkını hiçbir şekilde tartışmadığı açıktır. Bu, bütün kanunlarda böyledir. Mülkiyet hakkı hiçbir şekilde adalete aykırı görünmüyordu. Kuran için, ekonomik bakımdan adalet, aşırı bir kazanç şeklini, riba’yı yasaklamak, topluluğun başkanı tarafından toplanan vergilerden ve bağışlardan bir kısmının yoksullara, konuklara, kölelerin satın alınmasına, belki de büyük felâketlere uğrayanların yardımına koşmaya hasretmekten ibarettir. Kısacası, topluluk içinde, zenginlerin gelirleri oranında, katılma mecburiyetinde oldukları örgütlü bir yardım söz konusudur. Tanrı tarafından istendiği kabul edilen tabii ve hatta öbür dünyada da, şüphesiz başka ölçülere göre, devam edecek olan sosyal şartlardaki farklılaşmaya dokunulmuyor. “Bak, biz onları birbirinden nasıl da üstün kıldık. Öbür dünyada basamakların daha yüksekleri, üstünlüklerin daha yüceleri vardır” (17/22/21).
Bu, yetersizliklerinden dolayı ıstırap çekenler dahil, insanların çoğunluğu tarafından yüzyıllar boyunca tatmin edici görülmüş bir adalet ülküsüne uygun düşmektedir, Ama sosyal ahlâk biliminin tarihi, durmadan yeni ihtiyaçların (gereksinmelerin) ortaya çıktığını göstermektedir. Nüfusun bir kısmının başkalarının imtiyazlarına karşı mücadele ettiği toplumlar daima varolagelmiştir. Belki de 18. yüzyıldan itibaren, imtiyazlara karşı bu protestolar, Avrupa ölçüsünde, sonra da dünya ölçüsünde birleşmeye başladı. Önce sululuk (asalet) ya da kölelik gibi, doğuştan gelen ve özgül bir statüye dayanan özel bir “durum”un yarattığı imtiyazların ya da yetersizliklerin hesabını sordu. Egemen bir gruptan olmanın sağladığı imtiyazlara karşı protesto hareketi genişledi. Nihayet, sosyalist düşünce, bütün toplum hayatını kontrol altına alan bazı malların: üretim araçlarının, üretimde kullanılan ham madde kaynaklarının mülkiyetinden doğan imtiyazlara karşı mücadeleyi ön planda tutan bir ülkü (ideal) ileri sürdü. Sosyalist düşünce, bu evrimin tamamlandığından hiç de emin değildir.
Muhammed devrinde, Modern kapitalizmin ve büyük sanayinin ortaya çıkmasından önce bütün dünyada olduğu gibi, Arabistan’da da, tek kişinin (ya da pek az işçinin) çalıştığı atölye ölçüsünde, çok yaygın olan üretim araçları mülkiyeti toplum içinde özel bir kudret sağlamıyordu ve protestolara yol açamıyordu. Buna karşılık, toprakların ve taşınır malların büyük bir kısmı üzerindeki mülkiyet özellikle bazı toplum tiplerinde önemli bir kudret sağlıyordu. Bundan dolayı, Muhammed’den iki yüz yıl önce İran’da, metafizik bir sisteme bağlı olarak, bütün malların kamulaştırtarak bu imtiyazın kaldırılmasını ileri süren nazariyeciler ortaya çıktı. İran asillerine sayısız imtiyazlar sağlayan bu imtiyazlar arasında, haremlerine kapattıkları kadınlar da, vardı. Bu öğreti, İran hükümdarı Kavvad (448-531) tarafından kabul edildiği için kısmen bir iktidar denemesinden de geçmiştir. Ne var ki Kavvad, komünist şef Mazdak’ın ilkelerini ancak pek az köklü bir şekilde uygulamıştı. Mülkiyet hakkının restorasyonu, Kavvad’ın oğlu ve halefi Kisra I (Enuşirevan da denir) (531-579) tarafından tam olarak gerçekleştirildi. Onun hükümdarlığının sonunda Muhammed doğdu. Büyük komşu imparatorlukta geçen komünist tecrübenin Arabistan’da çok tartışılmış olduğu şüphesizdir.
Muhammed de, özellikle Mekke’deki ilk vaizlerinde zenginliğe ve zenginlere karşı çıkıyor, insana gurur veren, onu Tanrı’dan uzaklaştıran serveti özellikle kınıyor. Ama Mazdak ve efendisi Zerdüşt gibi, mülkiyetin kendisini tartışmıyor. Servet eşitsizliğinin doğurduğu felâketlere çare olarak, topluluğun başkanı tarafından kısmen hayır işlerine sarfedilmek üzere zenginlerden vergi alınması, o devir için bile tamamen “reformcu” bir hareketti. Belki de Muhammed, Kavvad’in kabul ettiği ve Mazdak komünizminin gerekirliliğinin gerisinde kalan buyrukların çok uzağındaydı. Muhammed’in, bu buyrukları ve bu ideolojiyi bilmezlikten gelememiş olması anlamlıdır. Muhammed’in muarızlarının, Hindistan’ın büyük Müslüman şairi İkbal’i, Jâvid Nama adlı eserinde, Mazdak’ın öğretisinin müritliğini yapmakla suçlamaları gerçekten haksızlıktır.
Böylece, Kuran’da vazedilen ideoloji, sosyalist düşüncenin, modern toplumun büyük bir kısmının ideali olarak devrimize empoze ettiği ideoloji değildir. Grimme’in sandığı gibi, Muhammed sosyalist değildir. Girimine bunu söylerken pek köklü olmayan bir sosyalizmi düşünüyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok. Kuran, mümkün bütün toplumlara uygulanacak ilkeleri yazdıran Yüce bir Varlık’ın dile gelmesi değildir. Kuran, devrine özgü bazı ülkülerden esinlenen bir insanın eseridir. Üretim araçlarının mülkiyetinin, bir gün bazı insanlara vereceği kudreti öngöremeyeceği pek tabiidir. Öngörmüş olsaydı, tutumu ne olurdu? Hiç kimse bunu bilemez.
Sünnet’de kavranmaya çalışılacağı gibi, Orta-Çağ Müslüman toplumunun adalet ülküsü, Kuran’daki ülküden tamamiyle geridir. Zaten, kısmen çelişik birçok ülküyü birbirinden ayırd etmek gerekir. Müslüman toplumun bağrında birçok sosyal ve etnik tabaka vardı; bugünkü partilere az çok benzeyen birçok ekol ve mezhep, Peygamber’in, doğruluğu genellikle şüpheli sözlerini ya da davranışlarını nakleden “hadislerin” otoritesine dayanarak çelişik nazariyeler ileri sürüyordu. Onların sistemlerini burada şöyle bir incelemek bile mümkün değil. Bana şüpheli görünmeyenler üzerinde ana çizgileriyle durmak yetecektir.
İslâmiyette bazı akımlar, mülkiyet hakkını sert tedbirlerle kısıtlamayı gözönünde tutmuşlardı: servetin vergiyle sınırlandırılması gibi. Bu görüşlerin kaynağı (ki İslâmiyetten çok başka bir yerde, özellikle, Hristiyanlıkta bulunmaktadır) hem dinî hem de laiktir. Bu dünya malının insanı Tanrı’dan uzaklaştırdığı, günaha soktuğu, bundan dolayı da zenginlerle güçlülerin (en azından çoğu zaman) günahkâr oldukları hakkındaki dinî fikir, zenginler ve güçlüler adil değildirler ve zalimdirler diyen laik fikre içinden çıkılmaz bir şekilde karışmaktadır. İsrail Peygamberlerinin alışık oldukları bu görüşler, önce İsa Peygamber, sonra da ilk yüzyılların bazı Hristiyan ideologlarıyla bazı Hristiyan mezhepler tarafından ünlü formüller şeklinde geliştirildi. Bunlara Kuran’ın en eski parçalarında rastlanmaktadır. Bunlar bir tutumu: zenginliklere (servete) karşı az çok kuvvetli bir düşmanlığı; zenginlere bir öğütü: mallarını iyi (hayırlı) bir şekilde kullanmalarını; bir gözdağını: Tanrının gazabını, dile getirirler.
Ama bütün bunlar az çok sert ve değişik şekillerde ortaya çıkabilir. En aşırısı, İsa Peygamber’in Filistinli genç adamdan istediği gibi, zenginleri, fakirlerin yararına, bütün zenginliklerinden sıyrılmaya çağırıyor, zenginlerin hemen hemen kaçınılmaz bir şekilde günah işleyeceklerini söylüyor, onları amansız bir hükmü İlâhi ile tehdit ediyor. Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin göklerin krallığına (saltanatına) girmesinden daha kolaydır. Ilımlısı ise, zenginlerden makul bir sadaka istemekle, onları, ruhlarının kurtulması için durumlarının (yaratacağı) tehlikelere karşı uyarmakla yetiniyor ve cezalarının Tanrı tarafından affedileceğini inkâr etmiyor. Kuran’ın en yeni kaynakları açıkça bu ılımlılığı (benimsemek) eğilimindedirler.
Kuran, sosyal sorunları, Tanrı huzurunda (herkesin) eşitliğine indirgemekte ve insan toplumundaki kaçınılmaz haksızlıkların öte dünyada giderileceği üzerinde durmaktadır. Aşırıcılık, eşitçi ideal bir insan toplumu görüşüne meyletmektedir. Bunu insanca yollardan gerçekleştirmeyi araştırmak çabasında ve böylece, Tanrı’nın iradesini gerçekleştirmek düşüncesinde olabilir. O zaman, bu eğilimde, fertlerin ve sosyal grupların yoksunluklarını, kinlerini, özlemlerini görmemek (meydana çıkarmamak) güçtür. Temelde yıkıcı bir ruh halini işaret etmediği zaman, bunda sadece bir fikir çabasının sonucunu gören gelenekçi dinî ve idealist yoruma katılmak güçtür. Şimdi hemen hemen bütün tarihçilerin izledikleri Marksistler, burada iktidarın çıkarları ve kaynaklar çevresinde sosyal grupların (yürüttükleri) ölümsüz mücadelenin bir belirtisini görmekte bence, haklıdırlar.
Söz konusu aşırı yönelim, Orta-Çağ Müslüman (dünyasında) Peygamberin yoldaşlarından Ebu Daar-ül Gifari’den esinleniyordu. Meselâ, herkes servetinin ya da gelirlerinin hepsini (geçinmek için, kendisine en azını ayırdıktan sonra) Tanrı uğruna ya da hayır işlemek için sarfetmelidir gibi yargılar (ayetler) ona atfediliyordu. Gifari, Peygamber’in ölümünden on yıl kadar sonra, Kuran’nı sadaka vermeye pek niyetli olmayan zenginler hakkındaki gözdağı verici ayetlerinin, Yahudi ve Hristiyan bilgiçlere olduğu kadar Müslüman yöneticilere de uygulanacağını, ileri sürmekle skandal yaratmıştı. Sosyal tehlike, sapa bir yere atılmış oluyordu. Gene de, bu Abu Daar’da tarihî olanı, efsane olandan kesin şekilde ayıramıyoruz. Bununla beraber, bir parça gerçeğe dayanması mümkündür.
Ne olursa olsun, Ebu-Daar, XX. yüzyıl Müslüman dünyasında, beklenmedik şekilde, muazzam bir üne ermiştir. Sosyalist ve komünist eğilimli sol, sosyalist eğilimli fikirlerin İslâm geleneğine aykırı olmadığını göstermek için onu bir öncü (olarak kabul etmiş) ya da hiç olmazsa, bu teminattan (Ebu Daar’dan) faydalanmıştı. Yazarlar, bu örnekten hareket ederek işi, komünizmin, İslâmiyetin temel bir gereğine cevap verdiğine kadar vardırdılar. İslâmiyetin, sosyal meselenin kökeniyle ilgilendiğini ve kapitalizm, sosyalizm, komünizm denilen Modern sistemlerin getirdikleri çözüm yolunu aşan bir çözüm yolu getirdiğini göstermek için, Müslüman eğilimli sağcılar da bunu kullandılar. Ebu-Daar’a ait olduğu varsayılan fikirlere, yani servetin, zekât yoluyla tekrar dağılımına dönmek yetiyordu. Bu tez ilerde tartışılacaktır.
Şunu gözönünde tutmak gerekir: Sünnet’in ve Ortaçağ tarihçiliğinin yarı-efsanevi Ebu-Daar’ı, dinî gerekirliklerin dışında, zenginlerin ve güçlülerin lüksü ve baskısı karşısında, yoksunluk içindeki yoksulların protestosunu dile getiriyor. Bu akım, ayrılıkçı ve devrimci şekillerde olduğu kadar, zararsız şekillerde de varoldu. Ama kesin bir etkisi olmadı. Bu akım, hayatının sonlarına doğru, Muhammed’in kendisinin eğilimlerine de aykırıydı. 1948’de, El-Azhar’ın din bilginleri, Ebu-Daar’a dayanarak, İslamda komünizmin varolduğunu iddia edenlerden birine karşı, Kuran’ın çok açık buyruklarını, haklı olarak, ileri sürüyorlardı. Gerçekte Kuran, cimriliğe ve israfa kaçmayan ılımlı bir cömertliği öğütlemektedir. (17; 31/29; 25:67). Meselâ, miras hakkındaki buyrukları, edinilmiş ve Tanrı tarafından kabul edilip düzenlenmiş servetlerin var olmasını (kararlılığını, sağlamlığını) gerektirmektedir. Bir bakıma, bundan dolayı, büyük İslâm üniversitesinin (çıkardığı) fetva: “İslâmda komünizm yoktur” diye bildirmekte gerçekten haklıdır.
Bazı Ortaçağ mezhepleri de, servet düşmanı bu yönelimi, az-çok keşişçe ve dinî, az-çok etkinci ve devrimci bir tonda derece derece kendi paylarına benimsediler. Ama bunların pek sınırlı bir etkisi oldu ya da programlarında bu konuda temel olanı iktidar yolu üzerinde bıraktılar. Gerçi çeşitli ülkelerde iktidarı uzun yıllar elinde tutan İsmailiye mezhebi, edinilmiş servetlere kaba bir şekilde saldırdı ama Tunus’da sonra da Mısır’da iktidara gelince, bu hakka hiçbir şekilde dokunmadı. Yalnız, bunun bir kolu gibi görünen Karmat hareketi, Doğu Arabistan’da Bahreyn’da iktidara geçince hür insanlar arasında (Karmat cumhuriyetinde birçok siyah köle vardı) bir işbirliği sistemi kurmuştu. Bu, Devlet’in yoksulların yararına, hayır işlerini finanse etmesi için, zenginlerden ağır vergiler almasını gerektiriyordu. Kısacası, Büyük Britanya gibi, sosyal hizmetlerin geliştiği bugünkü devletleri, gerekli değişiklikleri gözönünde tutarak, az-çok hatırlatan, bir çeşit welfare state (sosyal devlet) vardı.
Kuran’daki idealden ayrılmak istemeyen Müslümanların aradıkları yüce adaletin, yukarda anlatılanlarla, birçok bakımdan, gerçekten ilgisi vardı: Tanrı’nın koyduğu ilkelere göre yönetilen ve İlâhi Kanun nazarında bütün müminlere eşit davranan, Müslüman topluluğun içinde en zenginlerin katılmasıyla, en yoksullar yararına bir yardımlaşma uygulayan bir Devlet. İslâm tarihinde çok görülen reformcu ve devrimci hareketlerin tekrar tekrar gerçekleştirmek istedikleri, bu idealdir. Bu, sınıfsız bir toplumun ülküsü olarak tanımlanmıştır. “Sınıf” kelimesinin objektif bir tanımı yerine, sübjektif bir tanım, bazılarının belli imtiyazlara sahip olmalarına, diğerlerinin bunlardan yoksun bırakılmalarına yol açan “yatay” sosyal tabakalar arasında hissedilen ayrımları gözönünde tutan bir tanım kabul edilirse, meşrulaşabilecek bir formüldür bu.
Meselâ, Fransız Devrimi, üç “sınıf”, yani önceki tabakalar (soylular, din adamları, tiyerzeta) ortadan kaldırılıp, bütün Fransızlar artık kanun önünde eşit olunca, sınıfsız bir toplum kurduğunu sandı. Meselâ, zenginlerle yoksullar arasında devam eden ayrımlar, birçoklarınca, eşitsizliğin yok edilemeyen kalıntısı, yani sınıflar arasında bir ayrım yaratmaya hiç de elverişli olmayan ve büyüklerle küçükler, güçlülerle güçsüzler arasındaki ayrım kadar tabiî, bir kalıntı olarak kabul edilmişti. Aynı şekilde, Orta-Çağ Müslümanlarının çoğunluğu için, bu dünyada bu işle görevli devlet memurları ve yargıçlar tarafından doğru bir şekilde uygulanan ilahi kanun önündeki eşitlik, (bir) idealdi. Hür insanlarla köleler, toprak sahipleriyle mültezimler, zenginlerle yoksullar arasındaki ayrımlar, eşitsizliğin yarattığı ve yok edilemeyen kalıntı, kaçınılmazdı ve “kötüye kullanılma hali” dışında, bu dünyada bir Devlet’in erişebileceği “mümkün” tek eşitliğe zarar vermiyordu.
Geçmiş zamandaki insanlar, devirlerinin şartlarına uygun düşmeyen bir ideale erişemediler diye suçlanamazlar. Ama kendi idealimizi bu devire aktarmak ve onu suni bir şekilde orada keşfetmeye kalkışmak da bir o kadar saçmadır. Bugünkü bilincin (gerektirdiği) istekleri, geçmiş bir devrin gerekirliklerine indirgemek de, kelimenin dar anlamıyla, gerici bir harekettir. Ne Kuran’da tasarlanmış adalet, ne de Kuran’ın etkisiyle Orta-Çağ Müslümanlarının tasarladıkları adalet, modern idealin gerektirdiği adalettir. Bunun bilincine varmak gerekir.
Adil Bir Toplum mu?
Orta-Çağ Müslüman ekonomisi “adil” bir ekonomi olmuş mudur? Birkaç safdilin, üstelik bilgisiz safdilin ve halk yazarlarının ya da tasasız politikacıların böyle bir şeyi söylemeyi göze almalarına ve bu konuda kitlelerde o kadar yaygın olan efsaneleşmiş düşünceleri içlerinden pek azını yalanlamak cesaretini göstermelerine rağmen, İslamiyetin en ateşli savunucuları bu görüşü desteklemekte güçlük çekmektedirler. Onlara göre, bu düşünceler Kuran’daki ülkünün (idealin) kaba bir tahrifidir. Daha dindar olanlar bu tahrifi, dinlerin Şeytan’ın bu dünya üzerindeki olağanüstü gücü diye açıklayabildikleri, insan ruhundaki içler acısı kötülük eğilimine atfediyorlar. Hiç değilse Araplar arasında daha milliyetçi olanlar, çoğu zaman bunda Türklerin hâkimiyetinin bir etkisini görüyorlar.
O halde İslâm ülküsü hiç mi uygulanmadı? Bu sonuca varmaktan kaçınmak için, Topluluk (Hakikat yolunda ilerleyen) Peygamberin yoldaşları, kayınbabaları ve damatları “hulefayı Raşidin “ tarafından yöneltildiği zamandan, İslamiyetin başlangıcındaki yani Peygamberin ölümünden Emevî hanedanının zaferine kadar geçen 29 yıl içinde, yarı ideal bir devre gösteriliyor. Çok eskiden beri, hiç değilse Sünniler arasında, bu devre yüceltilmiştir (idealleştirilmiştir). Bu yüceltme, ilk defa olaydan en az iki yüz yıl sonra genellikle menkıbelere başvurularak yapılmaktadır. Bunlar, yukarda sözü edilen ve doğruluğundan şüphe etmek için çok kuvvetli sebepler bulunan bu “hadisler” ve Peygamber hakkında anlatılanlardır.
Bütün bunlar, pek iyi bildiğimiz sonraki yüzyıllarda düşünce akımları ve siyasî-sosyal-dinî kararlarla çok yakından ilgilidir. Bu uyarma gereklidir. Gerçekte, Müslüman ülkelerdeki halk yazarları, gazeteciler, din adamları ve siyasîler bu menkıbeleri çoğu zaman kanıt olarak ileri sürmektedirler. Bu ülkelerin ciddi tarihçileri, kendileri şüphe ettikleri halde, sosyal sebeplerden dolayı bunların doğruluğunu açıkça tartışmaya cesaret edemiyorlar. İslâm sorunlarıyla ilgilenmeyen Batılılar, Müslüman çevrelerce yayınlanan kitapların dediklerine göre çoğu zaman bunları tarihli menkıbeler olarak kabul etmek eğilimindedirler.
Ayrıca, önce şunu gözlemlemek gerekir ki, bizzat İslâmiyetin savunucularına göre, bu ideal yirmi dokuz yıl pırıl pırıl değildir. Tabiatiyle Şiiler, 656’da Ali’nin iktidara gelişine kadar bu devrede sadece alçalma (nefret) görüyorlar yani bu yirmi yılı, Ali’nin çok güç şartlar içinde hüküm sürdüğü beş yıla indiriyorlar. Sünniler, Halife Osman’a (644-646) karşı yapılan ve onun öldürülmesine kadar varan suçlamaların hiç değilse kısmen doğru olduğunu yani Osman’ın güçsüzlüğünün bir çeşit iltimasçılığa yol açtığını kabullenmek zorunda kalmışlardır. Ali’nin (656-661) iktidarında, taraflar arasındaki iç mücadele adaletsizleri arttırmıştır. Demek ki, ideal devre daralmakta, Ebu Bekir ile Ömer’in hüküm sürdüğü 12 yıla inmektedir.
Öte yandan, doğruluğu çok su götürür kanıtlarla savunulan bu tezde bir hakikat payı şüphesiz vardır. O zamanlar, Müslüman topluluğu, ortak bir inanç ve ortak çıkarlarla birleşmiş sayıca pek kalabalık olmayan ve dünyayı fethe çıkmış bir gruptu. Muhakkak ki o devirde bedevi aşiretinin (nispeten) eşitçi idealiyle, Kuran’da sözü edilen Tanrı katındaki eşitlik ideali ve topluluğun üyeleri arasında gerekli hatta zorunlu bir yardımlaşma ideali hüküm sürüyordu. Küçük fatihler grubu fethedilen ülkelerden elde edilen muazzam servetleri pay etmek zorundaydı ve bu da nefere bile münasip bir hisse verilmesine yol açıyordu. Modern terimlerle söyleyecek olursak, Parti içinde kıdemli olanlara prim veren bir aylık sistemi hazırlanmıştı. Şefler, müfrezelere bağlıydılar ve itaati sağlamak için onları tatmin etmek zorundaydılar. Ordu henüz, bedevi aşiretlerinin anarşik ve şamatacı zihniyeti içindeydi. Bütün bunlar, topluluğa karşı izlenen politikada bir adaleti gerektiriyordu.
Bu adalet tamamen izafidir. Şeflerin izledikleri politika, 657’den itibaren ilk “ayrılma” ile Haricilerin ayrılmasıyla sonuçlanan protestolara, ayaklanmalara, şiddetli savaşlara sebep oluyor. Fethedilen aşiretlerin din değiştirmeleriyle topluluk muazzam bir şekilde büyüyor. Araplarla Arap olmayanlar arasındaki eşitsizlik, topluluğun içinde de başlıyor. Bu eşitsizlik, 750’de Abbasilerin isyaniyla büyük ölçüde tasfiye edildi. Ama toprak mülkiyetini adamakıllı ellerine geçirmiş olanlarla diğerleri, sonra da, zenginlerle yoksullar arasındaki eşitsizlikler arttıkça arttı. Din değiştirmeler Müslüman kölelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Devlet, her zaman olduğu gibi, imtiyazlı sosyal ve etnik tabakaların çıkarlarını koruyordu.
Durum halkların özlemlerine o kadar aykırıydı ki İslâm dünyasında hemen hemen devamlı bir şekilde devrimci hareketler başladı. Bu protesto hareketleri, bir ideolojinin bağrında doğan bütün hareketler gibi, reformcu ve revizyoncu diye sınıflandırılabilir. Reformcular, bütün kötülüğün başlangıçtaki ilkelerin bırakılmasından ileri geldiğini ve bunlara tekrar dönmenin yeterli olduğunu sanıyorlar, ilkeleri gizlice değiştirmiş olan yöneticilerin yüz kızartıcı revizyonculuğunu yeriyorlar; Revizyoncular ise, ilkelerde eklemler ve değişiklikler yapılmasını ileri sürüyorlar.
İslâm tarihindeki gelenekçi görüş, bu hareketlerin sebebini ideolojik ayrıntılarda, özellikle de din öğretileriyle ilgili ayrılıklarda görüyorlar. Burada bu görüşü eleştirecek değiliz. Kitabımızda izlediğimiz usa vurma çizgisine uygun olarak, bu hareketlerin çoğunun, bazen çok soyut seviyedeki ideolojik eleştirilerin, iktidarı meydana getiren ve destekleyen çevrelerin hayat tarzının yerilmesiyle birlikte yapıldığını gözlemlemek yeter. Bu hayat tarzının ahlâk-dışı ve dinin hakiki kurallarına aykırı oluşu genellikle yerilmiştir. Bu hareketin taraftarlarının, bağlılığına ve çabasına, hukuki muhakemenin kaynakları ya da üstün Zekâlar arasındaki ilişkiler hakkında ileri sürülen düşüncelerden çok, iktidarda bulunanların eleştirilmesinin sebep olduğunu hiç kimse inkâr edemez. İsmaili hareketi gibi bazı hareketler için elimizde, dini öğretiye eşlik eden sosyal bir vaiz hakkında kesin göstergeler var.
Fakat, Kuran’daki adil toplum idealini kökünden değiştiren bir hareketin izlerine rastlamadık. En azından, herkesin Tanrı nazarında ve Şeriat karşısında eşitliği; bir mezhebin, bir partinin üyeleri haline gelmiş hakiki Müslümanlar topluluğunun üyeleri arasında gerekli yardımlaşma söz konusudur. Bu yardımlaşmayı artırmak için daha sert hükümler konabilir. Yöneticiler, belirli bir süre, basit ve gösterişsiz bir hayat sürebilirler. Pek seyrek görülen istisnalar hariç, ne özel mülkiyet ilkesine, ne de kölelerin ve hür insanların, ırsî statüsü ilkesine dokunmak söz konusudur.
İşte bunun için aynı sebepler hep aynı sonuçları yaratmaktadır. Mülk sahipleriyle mülksüzler, zenginlerle yoksullar ve de kölelerle hür insanlar vardır. Devlet iktidarı normal olarak, mülk sahipleriyle zenginlerin elindedir. Devlet onları korumaktadır. Zenginlik, normal olarak ahlâka ve dini kurallara karşı bir kayıtsızlık yaratmaktadır. İktidar, taraftarlarının ve kendisinin zenginliğini artırmak için, gereğinde ahlâk dışı, gereğinde şeriata aykırı usuller telkin eder. İnsanlık tarihinde adi olan her şey burada da vardır. Bu bakımdan İslâmiyet hiçbir orijinallik göstermez. Olsa olsa, her ahlâki ve dini öğreti gibi bazı güçlü ve zengin insanlarda, güçlerini ve zenginliklerini kötüye kullanmak eğilimlerini sınırlandırabilir. İslâm tarihi ile yakından ilgilenmenin telkin ettiği tek şey şudur; Bu tarih de, rakip ideolojilerin tarihi gibi, aynı büyüklüktedir yani pek cılızdır.
Hiç olmazsa, öğretinin (doktrinin) belli bir ekonomik tutumu sağlık verdiği sınırlı alanda İslamiyete uyuldu mu? Bunu bilmek çok önemlidir. Çünkü İslâmiyet’in modern savunucuları bu hükümlerin (kuralların) adil bir toplumun gidişini ekonomik bakımdan sağlayacağını bize temin ediyorlar. Bu hükümlerin, faizle ödünç para vermeyi, kumarı yasakladığını ve malların önemli bir kısmını, topluluğun yardım sandığını yöneten Devlete yermeyi mecbur kıldığını hatırlayalım. Servetin, ihtiyaçtan fazla olan bu kısmını yeniden üleştirmek Devlet’in görevidir. (1)
Faizle ödünç vermenin yasaklanışını böyle yorumlayan Hamidullah’a göre, ihtiyaç sahiplerine ödünç vermek de Devlet’in görevidir. Anlaşılan, kredinin millileştirilmesi söz konusudur. Gerçeğin, genellikle bu idealden çok uzak olduğunu, İslamiyetin en ateşli savunucuları arasında hiç kimse inkâr edemez. Şeriatı, dini Kanunu, Müslümanların öteden beri gerçek hayattan çok uzak bulunan bir düstur olarak kabul ettikleri ideal hayat tarzı diye yorumlamak İslâmizanlar arasında beylik bir sözdür. Şüphesiz, Müslüman Devlet (Hristiyan, Budist Devlet gibi) hayır işlerini finanse etmek mecburiyetini duymuştur hastaneler açmak, çeşmeler yaptırmak, fakir öğrenciler için yatılı okullar, aşevleri v.s.
Ama bu harcamalar, daima bütçenin sınırlı bir kısmıyla ilgilidir. Ne yazık ki, hayır işleri bütçelerini artırmak için Müslüman yöneticilerin pek azı lüks masraflardan, askeri masraflardan fedâkârlık etmişlerdir. Bu gün gibi açıktır. Belki de istisnalar vardır: pek dindar hükümdarlar, başlangıçta devrimci bir hareketle iktidara gelen hanedanlar. Ama bunlar sadece istisnadır. Geleneksel Müslüman Devlet’lerin tümü, tarih boyunca sarayların ve zengin çevrelerin en işitilmedik zenginliği ile kütlelerin içinde yuvarlandıkları en koyu sefalet arasındaki keskin bir çelişkinin görünümünü bize vermektedirler.
Bu açık olguyu saptamaktan da daha önemlisi, bunun başka türlü olamayacağına işaret etmektir. Sosyal üretim fazlası, yani toplumun üyelerini yaşatmak için gerekli miktardan fazla olan sosyal ürün payı hem toplumun hâkim unsurlarının lüksünü, hem de yoksulların rahatını sağlayamayacak kadar azdı. Üleşimin (dağılımın) Tanrı’nın vahyettiği ahlâkın buyruklarına ya da telkinlerine göre değil, her grubun, durumun kendisine sağlayabildiği avantajları azamisine çıkarma eğilimine, bu insanî ve tabii eğilime göre yapıldığını kabul etmek zorundayız. Ahlâki ve ideolojik buyruklar ne olursa olsun, her Devlette, her sosyal kategorinin üleştirimdeki hakları ve çıkarları, ancak Devlet’te temsil edilmişse ve saygı yaratan bir güce dayanıyorsa, tam olarak gözetilir. Oysa, geleneksel Müslüman Devlette bu şartların ne biri ne de ötekisi vardı. Hayır faaliyeti (işleri), sadece böyle bir durumun yaratacağı yıkıcı sonuçları bir azınlık uğruna hafifletmekten başka bir şeye yaramıyordu.
Böylece, geleneksel Müslüman dünyasının ameli, Kuran’ın nazari buyruklarına tamamen sadakatsizlik etmedi. Zaten bu buyruklar, her hangi bir ekonomik faaliyet tarzım emredecek ya da yasaklayacak mahiyette değildi. Kutsal metnin (herkesi) adalete ve merhamete çağırması, diğer dinlerdekinden ne eksik ne de fazlaydı. Genel ya da özel birçok hayır işine yol açacak kadar yeterli fakat yönetici seçkin tabakanın, kendi rahatı pahasına da olsa, çoğunluğa namuslu bir hayat tarzı sağlamaya kendisini mecbur etmeyeceği kadar yetersizdi. Böyle olması da kaçınılmazdı. Çünkü kutsal buyruklar, ne azınlığın çoğunluk üzerindeki fiili siyasi kontrolünü ne de mülkiyet hakkını mesele ederek azınlık iktidarının temelini zayıflatmayı ya da yıkmayı emrediyordu.
Her zamanki gibi, kutsal iyi öğütler, bunları gerçekleştirmekte çıkarı olan insanları güçlendiren kurumlara dayanmadığı sürece etkisiz kaldılar. Burada şunu da işaret etmek gerekir ki incelediğimiz tarihi devre boyunca, genellikle, toplumda daha büyük bir eşitliğe yol açabilecek söz konuşu tedbirleri, (bu buyrukların kutsal menşeinin yarattığı kaçınılmaz teminatı ile birlikte) getiren öğretiler ortaya çıktı. Bu öğretilerin koyu taraftarları daima yenildiler. Bu sürekli yenilgiler arkasında saklı bulunan sebepleri düşünmemek mümkün değil. Devrin ekonomik ve sosyal durumu, herhalde, onların kazanmalarına elvermiyordu.
Sünnet ile amel (pratik) arasındaki ilişkiler biraz daha karmaşıktır. Sünnet, Kuran’dan daha belirlidir. Ne mülkiyetin sınırlandırılmasına ne de yöneticilerin halk tarafından kontrol edilmesine uzak kalmıştır. Bu bakımdan, devrin sosyal durumunu ve imtiyazlı tabakaların ortalama görüşünü yansıtır. Ama, kurtulma çarelerini hemen göstermesine rağmen, bu imtiyazlıların çoğunu güç durumda bırakan bir yasak koyuyordu. Bu olgunun neden ileri geldiğini yukarda görmüştük. Ne olursa olsun, öğreti ile amel (pratik) arasında çatışma olduğu zaman genellikle pratik üstün geliyordu. Yasaklar, sınırlı devreler boyunca ve ancak mahdut bölgelerde sıkı bir şekilde uygulanıyordu. Hiyal’ler nazariyesinin gelişmesi çok geniş bir bölgede, pratikte daha gevşek (davranılması) görüşüne yol açıverdi. Hiyal nazariyesinin daha az itibar gördüğü yerde bile, hiç değilse geniş bölgelerde (kesimlerde) laxisme, en yaygın pratik (amel) oldu. Böylece dinî nazariyelendirme, pratiği pek sınırlı bir şekilde etkiledi. Her şeye rağmen, devrin ekonomik faaliyetinin temel dayanaklarını eleştirmiyordu. Bir kere daha hatırlatalım ki bu dayanakları eleştirmeye kalkışan öğretiler, bir çeşit tabiî ayıklanmayla, bir kenara atıldılar.
Notlar
1. Hamidullah’a göre (Cahiers de 1T.S.E.A., zeyl. No. 120 [Seri V, No. 3], Aralık 1961, s. 28) Kuran’da mirasla ilgili hükümler, vasiyet hürriyetini kısıtladığı ve mirasın belli hisselere göre, isim belirtilerek akrabalar arasında pay edilmesini şart koştuğu için, servetin aynı ellerde birikmesini önleyecektir. Gerçekte, (doğuracağı ekonomik sonuçları göz önünde tutmaksızın sadece bir adalet fikrinden esinlenen) bu hükümler, servetlerin meydana gelmesini değil, intikalini önleyebiliyordu. Klâsik devirde işletmeler (teşebbüsler) özellikle aile işletmeleri olduğundan aile reisinin (babanın) mallarının ailesinin mensupları arasında bölüşülmesi, ailevi firmanın belli bir servet biriktirmesini önlemiyordu. Öte yandan, klasik İslâm, vakıf formülünü ortaya atmıştı (Bak. G. Baer, A. History of Landownership in Modem Egypt, 1800-1950, London, Oxford University of Press, 1962, s. 115, 163). Çoğu bölgelerde ve çoğu durumlarda Ortaçağ Avrupasında da vasiyet hürriyetinin çok sınırlı olduğunu unutmamak gerektir.
“İslamiyet ve Kapitalizm”, Maxime Rodinson, Çev: Orhan Suda, Gün Yayınları.
İlk yorum yapan olun