Türklerin dini inanışları üzerine yapılan değerlendirmeler Şamanizmi “milli” bir din kavrayışı tarzında sunar. Oysa Şamanizm bir din değil inanç sistemi içinde bir bölümdür. Şamanizm daha çok bir “vecd tekniği”dir. Türklerin eski dinleri çok tanrılı olup bunlar arasında Gök-Tanrı’nın yeri özeldir.
Türklerin İslâmiyet öncesinde de Tek Tanrı inancına sahip oldukları tezi temelsiz olmakla birlikte, Gök-Tanrı’ya izafe edilen sıfatların, İslâmiyet’in Allah kavramına yakın olduğu söylenebilir. Ancak yine de Türklere mündemiç bir bilgelik sonucu onların hep tek tanrı inancına sahip olduklarını savunmak doğru değildir. Türkler, Kürtler, Araplar İslâmiyet’ten önce pek çok din ve inanç sistemi içinde yaşadılar. Sosyal, siyasal, askeri kurumlaşmalarında bunun izlerini görmek mümkündür. Ancak sosyal-ekonomik akışın temel işleyiş koşullarını bir kenara bırakarak her dönemde geçerli kalıplar kurarak bu durumu bir üstünlük aracı biçimde sunmak bilim dışıdır.
5. Yüzyılda Budizm Hunlar tarafından kabul edilirken Tabgaçlar için baştan itibaren devlet diniydi. 572-581 yılları arasında bir Budist mabedi inşa ettiren Kök Türkler arasında ise Budizmin yaygınlığının ölçüsü bilinmiyor. Ayrıca Toba Türkleri gibi Şatolar da Budist’tir. Şato Türkleri’nin Budizmi Hint ya da Çin biçiminden farklıdır. Bozkır gelenekleri ile Çin devlet düzeni arasında bocalayan Şatolar Budizm’e bir Türk rengi katarlar.
Hıristiyanlık da bazı Türk toplulukları arasında yaygındı. Balkanlar’da Bulgar ismini taşıyan Türklerin 9. yüzyılda (863) Ortodoks Hıristiyanlığa geçmeleri yanında, Orta Asya’da da bu din yayılıyordu. Bizans’ın can düşmanı olan Nesturilerin, İran’a sığınmaları ve buradan Uygurlarla temasları sonucunda az sayıda da olsa Hıristiyanlığı kabul eden Türklerle karşılaşılır.
Maniheizm de Türklerin dini tarihinde önemli yer tutar. Uygurların ikinci hakanı Buğu Han (759-780) zamanında Maniheizm resmi devlet dini olarak kabul edildi. İslâmiyet’in Türkler arasında yayıldığı 10. yüzyılda bile Taşkent, Semerkant ve Tunkent gibi önemli merkezlerde Maniheistler ve Hıristiyanlar varlıklarını sürdürüyorlardı. Uygurca Maniheizm metinleri günümüze kadar ulaşmıştır. Bu akımlar Türklerin inanç dokusunda önemli etkilere sahip olup Anadolu’ya taşınmış ve buradaki sosyal, kültürel ilişkiler ağında yer yer özgün oluşumları beslemiş, giderek Kürtler ve diğer halklarla paylaşılan ortak değerlere dönüşmüştür.
Batılı kaynakların övgüye değer bulduğu ve “barbar, uygarlık dışı” biçiminde söz etmediği neredeyse yegâne bozkır halkı Hazarlardır. Yahudi Ansiklopedisi Hazar Kağanlığı’na övgülerle doludur. Hazarlar Yahudidir. Doğu Avrupa Yahudilerinin Türk-Hazar kökenli oluşunu (CIA bordrosundan maaşlı) yazar Arthur Koestler de On Üçüncü Kabile adlı kitabında övgülerle gündeme getirir.
Yahudi Hazarların, İslâm’ı Kafkaslar’da yüzyıllar boyu göğüsleyerek, Arap saldırıları karşısında Hıristiyan Bizans’ı çökmekten kurtardığı Yahudi Hazarların Tarihi adlı kitapta Prof. D. M. Dunlop tarafından vurgulanır.
Hazarların Yahudi olmasının büyük bir erdem sayılması yanında, Batı’yı İslâmiyet’in ve Arapların saldırısından kurtaran askeri tampon konumu üzerinde durulması düşündürücüdür. Yahudi Hazarlar diğer Türkler’den üstün sayılırken Doğu Avrupa Yahudileri’nin Koestler, Dunlop gibi yazarlar tarafından Sami değil Türk kökenli olduklarının kanıtlanmaya çalışılması önemlidir. Yahudi Hazarlar Asya’dan kopup gelen “barbarlar” önünde en büyük engel sayılırlar. Hazar Denizi’nin kuzeyi ile Ural dağları arasındaki geçidi ellerinde tutan Hazarlarla 9. yüzyıla kadar boy ölçüşecek bir güç olmadığı söz konusu kaynaklarda belirtilir. (Türkçülüğün önemli kuramcılarının Yahudi olması gerçeği yanında Yahudi Türkleri mitosunun gündemde tutulmasının sistemin gizli-gerçek kodları açısından önemli olduğu ve Yahudiliğin Türklükle harmanlanmasının Arap düşmanlığını beslediği stratejik bir gerçekliktir.)
Prof. Dunlop,
Hazar ülkesi, Arapların Doğu ilerleme yolu üzerinde bulunmaktaydı; Muhammed’in ölümünden (632) birkaç yıl sonra, Halife orduları, iki imparatorluğun (İran ve Bizans) kalıntıları üzerinden, her şeyi önlerine katarak Kuzeye doğru ilerlemiş ve doğal bir engel olan Kafkas dağlarına varmıştı. Bu engel aşıldığında Doğu Avrupa topraklarının yolu açık demekti. Oysa Arapların Kafkas engeline vardıklarında, düzenli bir ordu tarafından karşılandıklarını ve bu ordunun onların Avrupa yönünde ilerlemesini durdurduğunu bilmekteyiz. Araplar ile H azarlar arasında yüz yılı aşan bir süre devam eden bu savaşlar üstüne pek az bilgimiz olmasına rağmen, bunların tarihsel öneminin büyük olduğu ortadadır…
O güne kadar peş peşe zaferler kazanan Müslümanlar, Hazar kuvvetleri tarafından karşılanmış ve durdurulmuştur… Eğer Kafkaslar’ın Kuzeyinde H azarlar bulunmasaydı Avrupa uygarlığının doğudaki temsilcisi olan Bizans, Araplar tarafından silinip süpürülecek, Hıristiyanlık ve Müslümanlık tarihi de çok daha değişik olacaktı.
diye yazar…
Batının çıkarlarıyla bütünleşen, askeri tampon rolü oynayan, gerektiğinde Hun ve Azar Türk dalgalarını durduran Yahudi Hazar Türkleri mitosunun abartılması anlaşılır ideolojik nedenlere dayanır. Koestler, Malazgirt’te yenilen Bizans’ın eski politikasını değiştirmeden Hazarların dostluğunu sürdürseydi tarihin nasıl biçimleneceğini sorar. Hazarlar Arap ve İslâm düşmanıdırlar. Öyle ki, 693’te Muhammed bin Mervan tarafından isyanları bastırılan Ermeniler bile daha sonra Arap düşmanı sayılmalarına rağmen Hazarlara karşı onların yanında dövüştüler. 717 yılında Araplar kara ve denizden ikinci kez İstanbul’u kuşattıklarında, Bizans’ın müttefikleri Hazarlar Azerbaycan’ı istila ederler, ancak püskürtülürler. Hazar başkenti Belencer 720’lerde Araplar tarafından fethedildiğinde muazzam bir servet birikimi ganimet olarak alınır. Bu arada güçlerini toplayan Hazarlar Diyarbakır’ı kuşatırsa da ele geçiremezler. 800 yılında Tiflis’i alan Hazarlar, Irak Yahudileri arasında büyük beklenti yaratırlar. Hazarların Halife’yi yok edeceğine dair bu beklentiler boşuna değildir; çünkü İslâm’la savaşlarda Yahudi Hazarlar Bizans’ın müttefiki olarak genellikle zafer kazanan taraftır.
Yahudi kaynaklarda Hazar kağanının 740’ta Yahudi dinini kabul ettiği belirtilir. Ancak Dunlop “Jewish Khazars” adlı kitabında, Yahudilerin çok daha erken bir tarihte Ermenistan üzerinden Hazar ülkesine girdiklerini yazar. Yerli halkla karışan Yahudiler daha sonra orduda yükselirler. Yahudiliğin etkinliği artar. Bağdat ve Bizans’tan Yahudiler bölgeye gelir. Kağanlık sistemini kuran Yahudilerden Gabriel ilk kağan olur. 1140’ta Kuzari (Hazarlar) adlı kitabı yazan İsyanyol Yahudisi Halevi, Hazarların 710’da Yahudi olduğunu belirtir. Ancak 864’ten önceki tarihlerde bir Westfalia rahibinin yazdığı Latince kitap; Hazarların çok daha evvelden Yahudi olduklarını vurgular:
Bu gök kubbenin altında, hiçbir Hıristiyan bulunmayan yerlerde, adları Yecüc-Mecüc olan insanlar yaşar. Bunlar Hun’dur. İçlerinden bir bölümü Gazari (Hazar) diye anılır ve Yahudi dinine inandıkları için sünnet edilmelidir.
Müslüman kaynakları da (Mes’udi) Hazarlar’ın Yahudi olduğunu yazarlar. Mes’udi, Halife Hârun Reşit zamanında İslâm ve Yunan (Bizans) dünyasında yaşayan Yahudiler’in Hazar kağanına koştuklarını belirtir.
Hazar kağanının İspanya Halifesi’nin veziri olan Yahudi devlet adamı Hasday İbn İshak İbn Şaprut ile mektuplaşması da dikkate değer. Prof. Zeki Velidi Togan, Topkapı Sarayı’nda bulunan bir yazmadan yola çıkarak “Hasday’ın Hakan Yusuf ile temasları bir gerçektir” der. 954-961 yılları arasında geçen yazışmalarda, Bizans elçilerinden bir “Yahudi Krallığı”nın varlığını duyan vezir Hasday’ın göç talebi vardır. Filistin’den Yahudilerin kovulmasından ve sürgün yaşamından utanç duyan, “her kavmin toprağı” varken kendilerinin yurdu bulunmamasından rahatsızlık duyan vezir Hazar’daki Yahudi Krallığını oluşturan Hazarları 12 kabileden sayar. Hazarların Kağanı Yusuf farklı bir soy kütüğüne dayanarak Türk kökenini vurgular ancak yine de Yahudi inancı nedeniyle Hazarları “Tanrı’nın seçtiği kavim olarak” tanıtır.
10. Yüzyıl başlarında İbn Rusta, “Üst tabaka Yahudi” derken geniş halk kesimlerinin Şamanist inançlarına dikkat çeker. Mes’udi ise Hazar başkenti İtil’de yönetici sınıf Yahudi’yken halkın Müslüman, Hıristiyan, Şaman olduğunu yazar. 10. yüzyıldan itibaren Hazar şehirlerinde Müslümanların gücü artmakla birlikte Kağanlar Yahudi’dir. Hıristiyanlık da Hazar Türkleri arasında yaygındır ve Hazar ülkesinde oldukça örgütlüdür. Harizm, İtil, Onogur, Hun, Terek, Hazar, Tamantarhan gibi piskoposluklar vardır. Hazar Kağanlığı’nın din seçiminde siyasal hesaplar ön plandadır. Ticarete dayalı Hazar Kağanlığının İslâm Halifeliği ve Bizans İmparatorluğu ile ilişkilerinin alabildiğine yoğunlaştığı bir ortamda eski çok tanrılı dini “barbar” bulması doğaldı. Siyasal bakımdan tek Tanrılı dinlerin kabulü, “barbar” sayılmama ve Avrasya alanında diğer önemli güçlerle eşit olmanın gereğiydi. Bu nedenle, Tuna Bulgar Kağanlığı Hıristiyanlığı, Volga Bulgar Devleti Müslümanlığı seçer. Hazar Kağanlığı ise Bizans ve İslâm Halifeliği’nin ideolojik hegemonyaları dışında Yahudiliğe yönelir. Türklerin egemenlik sistemlerinin dinle ilişkileri ilâhi çözümlemelerle aydınlatılamaz. Nitekim Tuna Bulgar Kağanı, Hıristiyan olmaya karar verince, Bizans hâkimiyetinin baskısından kurtulmak için, Roma Kilisesi’ne bağlanmak istedi, ancak Bizans kilisesine bağlanmaya zorlandıysa da ilk fırsatta bağımsız kilise kurdu. Volga Bulgar Devleti ise, Hazar Yahudiliği’nin baskısı yüzünden çok uzakta bulunmasının verdiği güvenle Bağdat Halifeliğine bağlanarak Müslümanlığı tercih etti.
Hazar Türklerinin Yahudiliği kabul etmesi gibi bir olgunun dünya tarihinde eşi yoktur. Bu tamamiyle siyasi bir stratejinin sonucuydu. İslâm Halifeliği ve Bizans İmparatorluğu’na yönelik bu bağımsızlık arayışı din karşısında devletin önceliğini ve inançların politik stratejilerle bağlantısı temelinde ele alındığının göstergesidir.
Hazar Türklerinin Yahudilik anlayışındaki yüzeysellik Bağdat’daki Talmud Akademisinin de dikkatinden kaçmaz. Kırım’da Türkçe konuşan Karaim Yahudileri gibi onlar da ilkel bulunur. CIA’nin soğuk savaş kuramcısı Koestler’in ise Yahudi-Türk ilişkileri konusunda çok daha olumu bir yaklaşımı vardır ve onlara gereken değerin tarihte verilmemesini Batı’nın kaybı saymakla yetinmez o dönemin Yahudi anlayışını istihza ile ele alarak şunları yazar:
Savaşçı bir Türk Yahudileri ulusu, çağın hahamlarına sünnet edilmiş bir efsane hayvanı gibi garip görünse gerektir. Binlerce yıldan beri dağınık durum da yaşayan Yahudiler, bir krala, bir ülkeye sahip olma duygusunu çoktan unutmuş bulunmaktadırlar. Mesih onlara Kağandan çok daha gerçek bir kavram gibi görünmektedir.
Koestler’in (İsrail varlığı, Siyonizm, ABD’nin örtülü faaliyetleri, SSCB’nin Soğuk Savaş’ta kuşatılması örgüsünde) “savaşçı bir Türk Yahudileri ulusu” ndan söz etmesini kapsamlı bir stratejinin ideolojik boyutu olarak ele almak gerekir.)
Hazarlar, Ortadoğu’da çocuklarına Tevrat ve Talmud öğretecek din adamlarını ararlar. Hazar aristokratları ise Yahudiliği öğrenmek için İstanbul, Toledo ve İskenderiye’ye giderler. Koestler bunları Cambridge Üniversitesi’ne öğrenime giden genç Hint soylularına benzetir.
Hazar Devleti’nin çözülüş ve çöküş dönemlerinde Hazarların bir bölümü Batı’ya doğru göç ederler. Örneğin Kiev’de zengin bir Yahudi Hazar topluluğu oluşur. Çernigov yakınlarında bir Yahudi Hazar kenti kurulur. Kırım’da bugün bile Hazar diline yakın bir Türkçe konuşan Karaim Yahudileri yaşar. Litvanya Prensi Vitold, Türkçe konuşan Karaim Yahudileri’ni zorla Polonya’ya yerleştirir. Polonya’da Hazar ve Zhid (Yahudi) sözcüğünden türeyen birçok köy ve kent adı vardır. Polonya’da özerk belediye haklarına sahip Ştetl denilen Yahudi kentlerinin büyük bölümü Hazar Yahudileri tarafından kuruldular. Macaristan’da da Kabarlar Yahudidir. Ayrıca 10. yüzyılda Macar Dükü Taksony, Hazar kökenli Yahudileri kendi topraklarına yerleştirir.
Hazar Yahudileri Doğu Avrupa’ya yönelik Yahudi göçünde ağırlıklıdır. Türkçe konuşan Karaim Yahudileri Hazar kökenli kabul edilir. Karaimler giderek Hazar ülkesinde kalabalık bir nüfusa sahip olurlar. Günümüzde de Kırım, Lehistan ve Türkiye’de yaşayan Karaimler Hazar Türkleri’nin torunlarıdır. Yahudi Karaimler arasında Hazarların yanı sıra Kuman Türkleri de vardır. Hatta Selçuklu Türkleri’nin Mikail, İsrail gibi adları taşıdıkları biliniyor. Selçuklu hanedanının kurucusu Selçuk Bey’in Müslüman olmasından önce doğan üç oğlunun adları, Musa, İsrail ve Mihil idi. Bu adların Yahudi ve Nesturi etkisi altında konuldukları düşünülmelidir. Oğuz toplumunda da, Budizm, Şamanizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki mesafeler kısa olup, bu dinler bir egemenlik stratejisi bağlamında ele alınmakta, bazen söz konusu inançların hepsi bir arada yaşanmaktadır. Prof. Dunlop, Kazvini’nin Oğuzlarla ilgili olarak sözünü ettiği “tapınak” ın bir sinagog olabileceğini düşünür.
İslâm’ın kılıcı sayılan Türkler çok çeşitli dinler ve inanç sistemlerini yaşadılar ve Müslümanlığı kolayca kabul etmediler:
İslâm ordularıyla ilk temasa giren Türkler, Zerdüşt, Buddha, M ani ve kısmen Nesturi-Hıristiyan dininde idiler. İslâm dini bunlar arasında çok yavaş yerleşiyordu. Buhara ve Semerkant fethinden sonra Araplar, küçük Türk beylikleriyle değil, fakat büyük Türk Hakanlığı ordularıyla karşılaştılar. Bu Türkler Şamanist idiler. Batı Kök-Türk Hakanı So-lu İslâm ordularına uzun müddet, Hicretin 119. yılına kadar mukavemet gösterdi. Hicretin 3. yüzyılında Maveraünnehir İslâm memleketi oldu. Fergan a’da ve Aşağı Sir Derya boylarında Müslüman Türkler çoğaldı. Bununla beraber İslâmiyetin Türkler arasında yayılması ancak Hicretin 4. yüzyılında oldu. Budist ve Hıristiyan Türklerin ise Timur devrine kadar mukavemet gösterdikleri malum dur. Bugün Türklerin en az yüzde doksanı Müslümandır. Bunların hepsi Müslüman olmuş değildir. Hatta aynı boydan olan Oğuzların tamamiyle İslâmlaşması iki asır boyunca devam etmiştir. Kıpçak Bozkırları’nın İslâmlaşması 9. yüzyıldan 14. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür.(1)
Türkler toptan ve kendi iradeleriyle Müslüman olmadılar. Uzun zamana yayılan İslâmlaşma hep yüzeysel kaldı. Bu yeni din kabul edildiğinde de siyasi, ekonomik, askeri gerekçeler asıl temel gerekçelerdi. Savaş, göçebe ekonomisi açısından geçim yoluydu. Kutadgu Bilig’de (1060-1070) yer alan şu satırlarda hükümdara verilen öğütler konuyu aydınlatıcı mahiyettedir:
Hazinenin ağzını aç, zenginliğini halka dağıt. Halkını memnun et ve doyur. Seni destekleyenler çoğalınca Kutsal savaşlar aç, hazineni yine doldur. Çünkü halk midesine düşkündür. Onların yemesine içmesine engel olma.(2)
Türklerin Müslümanlığı kabul etmesinden sonra, göçebe hayatın zorunlu bir unsuru olan “yağma seferleri”, bu kez Dar-el Harb’e yani kâfirlere karşı açılan kutsal savaşlara dönüştü.(3) Cihad göçebe ekonomisinin gereklerini meşrulaştıran bir ideolojik araç olarak değerlendirilirdi. 1047 yılında Türkistan’dan Nişabur’a gelen kalabalık bir İslâm kütlesi, İbrahim Yinal Bey’e geçim sıkıntısından ve yurtsuzluktan şikâyet ettiklerinde şu cevabı aldılar: “Memleketim sizin oturmanıza yetecek kadar geniş değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki Rum (Anadolu) gazasına gidiniz, Tanrı yolunda cihad yapınız ve ganimet alınız.” Oğuzlar bu önerinin gereklerini hızla yerine getirdiler. İslâmiyet, göçebe ekonomisi, cihad ideolojisi aynı potada eridi. “Allah yolunda cihad yapınız ve ganimet alınız” diyen İbrahim Yinal’ın da 1048’de Kutulmuş’la birlikte Bizanslılarla girdiği muharebeden 15 bin araba dolusu ganimet ve 100 bin esir ile döndüğü not edilmelidir. “Gaza” bir “medar-ı maişet” elde etme biçimidir. İslâmiyet’in askeri yönleri Türklere doğal olarak çekici geliyordu. Aksi takdirde yabancı bir kültürün benimsenmesine daha fazla direnç gösterilirdi. Türkler İslâmın cihad kavramına sıkıca bağlandılar ve bunu hızla ideoloji haline getirdiler.
İslâmiyet, Türk’ün ruhuna (askeri bir din olduğundan) her dinden daha fazla uygun geliyorsa bunda şüphesiz, gazalarda sağlanacak yararların cazibesinin, çekiciliğinin de rolü büyük olmuştur… cihad ile Türklerin eski “yağma seferleri” arasındaki paralellik ve bunun insanlarda yarattığı sempati duygusu ve savaşlar sayesinde sağlanacak yararların heyecanı ve sevinci, dine karşı duyulan manevi bağlanma ve saygıya eklenmesi gereken bir çekicilik unsuru değil midir? (4)
Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinin ekonomik, askeri, stratejik, siyasi gerekçeleri bir yana bırakılarak manevi açıklamalar getirmek Ortadoğu’nun yanı sıra Anadolu tarihinin de anlaşılmasını güçleştirir.
Türkler gibi Kürtler de çok sayıda din ve inanç sisteminin etkisiyle yoğruldular. Gnostik dinlerden Mithrailik, Zorvanilik yanında Mazdekiler, Hürremiler, Karmatiler gibi hareketler, Zerdüştlük, Maniheizm, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi dinler Kürtler üzerinde izler bıraktılar.
Müslüman olmayan Kürtlerin büyük çoğunluğu, Kürtçe’de Yezdani olarak bilinen, geniş anlamda “Melekler Mezhebi” olarak isimlendirilebilecek, oldukça eski bir dinin değişmiş biçimi olan bir inanışı izlediler. Kürtlerin bu arkaik ve yerli dini için Kürt tarihçisi Şerafeddini Bitlis “Yazidi” terimini kullanır. Bitlisli Kürtlerin kesinlikle Sünni Müslüman olduklarını belirtir; ancak Kürt beyliklerinin, klan ve aşiretlerinin ayrıntılı özelliklerini verdiğinde, çoğunun kendi zamanında (Şerefname’yi 1597’de tamamladı) veya yakın tarihlere kadar Yazidi olduklarını vurgular. Eski çağlardan günümüze Yezdaniliğin sadece üç kolu ulaşabilmiştir. Bunlar Yezidilik, Alevilik ve Yarısanilik’tir (Ali Allahi veya Ehl-i Hak olarak da bilinir).
Yezdanilik, yedi sayısının kutsallığı, yüce ışık ve bunların evreni kötü güçlerden koruduğu gibi temel inançlara dayanır. Yezdanilik sonsuz, her şeyi kapsayan, maddi dünyayı yaratmış olan, tamamen bağımsız bir “yüce ruh”a inanır.
Yezdanilik evrenselci bir yapıdadır. Tüm diğer dinleri, insanın ruh’a inanması temelinde aynı özgün düşüncenin meşru tezahürleri olarak görür. Bu dinleri, kurucuları belirli zamanlarda yeniden dünyaya gelip canlıları kurtuluşa götüren yeni bir peygamber olarak, yaratıcının sürekli müdahalesinin örnekleri olarak değerlendirir. Böylece, bu inanç sisteminin inananlarının, İslâm, Hıristiyanlık, Zerdüştlük veya diğer bir dine yakın durması, tüm bunları eski inancın bir tezahürü olarak gördüğünden son derece kolaydır. Dolayısıyla bu dinlerden herhangi birini rahatlıkla kabul edebilir.
Antik çağlarda Yezdanilik Zerdüştlüğün rakibi olarak görülüyordu. Zerdüştlük ile Melekler Mezhebi pek çok ortak özelliği paylaşmaktadır; dünyayı yöneten yedi iyi melek ve yedi kötü melek ile babadan oğula geçen ruhban sınıfının varlığı bu iki inancın ortak noktalarıdır.
Kürtleri etkileyen diğer önemli akımlar arasında Mazdekçilik de vardır. Zagroslar’dan yayılan bu hareket Kürtler üzerinde öyle etkili oldu ki 20. yüzyılda Hoşnav aşiretinin iki başlıca azizinden biri Mazdek’ti.
Babek tarafından yönetilen Hürremiye’de eşitlikçi bir hareketti. Karargâhı Azerbaycan’daki göçmen Kürtler arasında bulunan Babek ile eş zamanlı olarak, Narseh adlı bir Kürt’de Mezopotamya’da bir başka Hürremi ayaklanmasına önderlik ediyordu. Tabari’ye göre sayıları 60 bini bulan Narseh taraftarları Halife Ordusu tarafından öldürülürken bir kısmı liderleri ile birlikte (833) Bizans’a sığındı. Narseh, Kayseri ile Kırşehir arasındaki bölgeye yerleştirildi. Mazdekiler ve Hürremiler sembol olarak giysileri ile bayraklarında kırmızı renk kullanıyorlardı. Bu simge, daha sonra 14. ve 15. yüzyılda gerçekleşen Alevi ayaklanmalarında da ortaya çıktı.
Babek, Yezdaniliğin bir takipçisidir. Azerbaycan’da Cewandanilerin arasından çıktı. Kürt Cewandan (günümüzde Çat’lar olarak bilinir) klanının dışındaki bölgede Belikan, Gerger, Badh adlı Kürt klanları da yaşıyordu. Badh Babek hareketinin başkentinin de adıydı. Narseh’de İslâm tarihçisi Mesudi tarafından Kürt Nasır olarak kaydedilir. İşin ilginç yanı Narseh Bizans’a sığındıktan sonra İmparator Theophisu’un ordusunda bir Kürt askeri birliğinin kurulmasıdır. Babek hareketinin sonuçlarından yararlanmak isteyen Bizans İmparatoru Abbasi topraklarını istila ettiyse de sonuç alamadı. Narseh ise Pontus bölgesine yerleşti ve Hıristiyan olup Theophobos adını aldı. Evrenselci bir inanç niteliğiyle Yezdeniliğe bağlı bulanan Narseh açısından din değiştirmek hiç de zor olmadı.
Narseh’in militan Mazdeki-Hürremi öğretisi Anadolu’nun Alevi-Kızılbaş- Bektaşi kültürü içinde eridi (Hacı Bektaş, Kuzey-Orta Anadolu’nun iki komşu şehri Kırşehir ile Nevşehir arasındadır. Bizans döneminde Pontus olan bu bölge Narseh ve taraftarlarının yerleştirildiği alandır.)
Yezdanilik İslâmiyet’in birçok akımı ile etkileyen-etkilenen ilişkisi içinde oldu. Şiiliğin on iki imamcı ve İsmaili kollarından oldukça etkilendi. Şah İsmail, “Sahib-i Zaman” niteliği ile Yezdani inancının öğretisine uygun bir yaklaşım içindeydi. Ancak Safevilerin “Melekler Mezhebi”nin etkilerini kendi doktrinlerinden uzak tutmak için kuşaklar boyunca çaba sarf etmelerine rağmen çıkış noktalarında Şiilikten ziyade Yezdanilikle ilişkili oldukları belirtilmelidir.
Yezdanilik devrimci Alevi biçimleriyle Anadolu Türkmenleri ve Kürtleri’nin kültürel, siyasi, sosyal temellerinde yerini aldı. Yezdaniliğin Anadolu rengi Alevilik iken Irak’ta ise Şiiliği yer yer etkiledi. Şiiler mehdi (mesih), Sahib el-zaman (Zamanın sahibi) ve benzeri, birçok Yezdani kaynaklı inanca sahiptirler. Aslında, İsmaili (Yediciler) Şiilerin haftalık gizli buluşma alışkanlıkları, Yezdanilikten kaynaklanır.
Yezdanilik esas itibariyle Semavi olmayan bir dindir. İrani nitelik taşıyan bu din özellikle Kürtler aracılığıyla bölgenin inanç birikimine dâhil edilmiştir. Şii İslâm’ın yanı sıra Yezdanilik, Anadolu Türkmenleri, Doğu Akdeniz kıyılarının Arapları, Azerileri, Gilanileri ve Mazandaranileri inanç bakımından etkiledi.
Yezdanilik mensupları Hıristiyan misyonerlerin öncelikli hedefi oldular. Hıristiyan misyonerler, Yezdaniliğin çeşitli mezhepleri üzerinde 18. yüzyıldan itibaren çalışmaya başladılar. Bu çalışmalar kapsamında Kürtçe İncil in yanı sıra çok eski bazı Kürtçe metinler misyonerler tarafından basıldı.
Mensuplarına, yârsân, Ali-İlahi (yani Ali’ye tapanlar), Ali hak, Ehl-i Hak ya da şeytanperest (şeytana tapanlar), Nusayri (Nazerenle, yani Hıristiyan) vb. denilen Yarisaniler Irak ve İran’da yoğunlaşmışlardır.
Çoğunluğunu yoksul köylülerin oluşturduğu ve doğrudan doğruya Yarisani olarak isimlendirilen topluluk Müslümanlık iddiasında bulunmaz. Yarisanlar, Yarisan adını yar-i-san, Sultan’ın (yani Sultan Sahak) yoldaşları anlamında kullanırlar. Ali, Nazaran (İsa), Hurşid (güneş), Musa, Davud, Bünyamin (Yahudi Peygamber) kutsal sayılırlar. Yarısanilik’te güçlü bir Yahudi damar bulunur.
Yarısanilik’te büyük şahsiyet sayılan Sultan Sahak, aslında Sultan İshak (Isaac’ın adının Müslüman biçimi) olarak bilinir. Sahak veya İshak 11-13. yüzyıl arasında bir dönemde Süleymaniye’nin güneyinde bulunan Berzenci’de doğdu.
Yarısaniliğe göre, insanlar ruhun dünyevi seyahatinin son ürünleridir. Ruh cansız nesnelere girerek seyahatine başlar. Bu tecrübeden sonra ruh önce bitki, sonra hayvanlarda yaşar. En son durak ise insan bedenidir.
Yezdani akımının kollarından biri de Aleviliktir. Dimili konuşan Kürtlerin büyük çoğunluğu ile buraya komşu bölgelerde yaşayan, Kurmanci konuşan bir kısım Kürtler Alevidirler. Dimili Aleviliği, Yarısanilikten ziyade, eski İrani akımlarla daha yakın bir benzerliğe sahiptir. İbadetleri doğan güneşe ve aya eğilme ve bu esnada sihirli ilahiler okumayı içerir.
Yezdaniliğin önemli bir kolu olan Yezidilik de Kürtler arasında günümüze kadar etkili oldu. Yezidiler meleklere özel bir önem verirler. Eski ve Orta İran dilinin bir terimi olan ve “melek” anlamına gelen yazata veya yezad sözcüklerinden türetilen bu sıfat “meleğe tapanlar” haline getirildi. Yezidiliğin Cilve ve Mushaf adı verilen iki kutsal kitabı vardır. Bu kitaplarda Lusifer, yani şeytan “dürüst bir danışman ve öğretmen” olarak verilir. Yezidi inancına göre Lusifer dünyadaki tüm varlıklardan sorumludur. Lusifer, yani Melek Tavus, bronz bir kuş heykeli ile temsil edilir. Bu ikon Musul’un kuzeydoğusunda bulunan, Şeykan bölgesindeki Yezidiliğin kutsal merkezi Laleş’teki yıllık büyük cem’de inananlara gösterilir. Laleş ve çevresi Yezidi dininin en önemli kişisi olan Şeh Adi’nin türbesinin bulunduğu yerdir.
Yezidiliğin kökenlerinde yoğun İrani etkiler bulunur. Güçlü bir aristokrasinin yanı sıra, Yezidilerin sosyal sınıf sistemi ile Sasani imparatorluğu Zerdüştlerinin katı katmanlaşması oldukça benzerdir. Zerdüşt rahipleri din veya kraliyet sınıfından olmayan kimselerin eğitim görmelerini yasaklamışlardı. Geleneksel Yezidilikte de bu tür imtiyazlar belirli kişilere tanınıyordu. Öyle ki, bu yüzyılın başına kadar Yezidiler arasında tek bir kişinin okuma yazma bildiği ileri sürülüyordu.
Sınıfsal kastlaşmanın biçimleri Yezidilik açısından dikkate değer görünümlere bürünür. Zengin Yezidi Şeyh ve mollaları Arap giysileri ve başlıkları giyer, hem Arapça hem Kürtçe bilirlerdi, isimleri ise Arapça’ydı. Diğer yandan yoksullar ve onlarla içiçe olan sıradan din adamları Kürtçe isimler taşırlar, Kürtçe konuşurlar ve geleneksel Kürt giysi ve başlıklarını taşırlardı.
Yezidi toplumu günümüzde oldukça küçülmüştür ama tarihte önemli bir büyüklüğe ulaşıyorlardı. “Selahaddin’in Antakya’yı fethettiği dönemlerde Yezidiler komşu Amanos Dağları’nın vadilerindeki nüfusun ağırlıklı bir kısmını oluşturuyordu ve bu durum 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. 13.-14. yüzyıla gelindiğinde, Yezidiler birçok Müslüman ve Hıristiyan’a kendi dinlerini kabul ettirerek etki alanlarını Antakya’dan Urmiye’ye, Kerkük’ten Sivas’a kadar genişlettiler. Aynı zamanda küçümsenmeyecek derecede politik ve askeri bir güce de ulaştılar. Bu dönemde Cizre bölgesi (yukarı Mezopotamya) emirleri Yezidilerdi ve bunlardan biri de Şam emiridir.”(5) Kürt tarihçisi Şerefaddini Bitlisi de 1597’de, Kürt aşiret ve bölgelerinde Yezidi etkinliğinden söz eder.
Bölgenin tüm din ve inanç sistemleri ile ilişkiler kuran Kürtler büyük bir sosyal hareketliliğin göstergesi olacak biçimde bunlara kendi renklerini kattılar. Semavi dinlerin doğduğu ve yayıldığı topraklarda bulunmaları ise büyük toplumsal altüst oluşlara neden oldu.
Bu semavi dinlerden ilki Yahudiliktir. Talmud 2800 yıl önce sürgün Yahudilerin Asur Kralı Şalmaneser III tarafından Mezopotamya’ya yerleştirildiklerini yazar. İsrail’in on kayıp kabilesinden ikisi Dan ve Naphtali’nin bu bölgeye göç ettiklerine inanılır. Kürtlerin Yahudiliğe ilgisinden dolayı, onları Yahudileştirmek için haham otoritelerinden gerekli iznin alınmasından sonra bu din hızla yayıldı. Başkenti Erbil olan Adiabene’nin Kraliyet ailesi ve çok sayıda tebaası Yahudiliği kabul etti. (M.Ö. 1. yüzyıl) 2. yüzyılın sonuna gelindiğinde Yahudilik bu bölgede iyice yaygınlaşmış durumdaydı. Yahudi tarihçi ve General Josephus Flavius, Kürtlerin Yahudiye ve Samaria’nın Romalılar tarafından kuşatılması karşısında bölgeye nasıl yardım gönderdiklerini anlatır. Flavius, oradaki Yahudiler arasında açlık başladığından, Kürt Adiabene’nin Mısır ve Suriye’den hububat almak için para sağladığını ve gelen yiyeceğin Kürt kraliçesi Helena’nın gözetiminde ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığını anlatır. Kürt kraliçesi Helena Kudüs çevresinde “muhteşem eserler” inşa ettiriyordu.(6)
Yahudilerin Romalılara karşı son başkaldırısında Vespasian ve Titus’a karşı yaptıkları Kudüs savunmasında Kürtler de yanlarındaydı. Kudüs’ün yağmalanması ve tapınağın yıkılmasından sonra Romalılara esir düşen Kürtler arasında Adiabene veliahtı lzates ile çok sayıda Kürt aristokratı bulunuyordu. Bunlar Kudüs’ün savunmasına bizzat katılmışlardı. Kürtlerin bir zamanlar Yahudi kutsal tapınağının savunmasında bulunmaları tarihin kara deliklerinde kaybedildiği için günümüzün ittifak stratejilerinin derin kökleri yeterince aydınlatılamıyor.
Kürt ve Yahudi yaşam tarzları büyük benzerlikler gösterir. Ayrıca bazı halk masalları Kürtlerin kökenlerini Yahudilerle i1işkilendirir. Bu masallardan bazıları Kürtlerin kayıp bir İsrail kavmi olduğunu savunurken, diğerleri de Kral Solomon’a dayalı söylenceler ortaya koyar. 1170 yılında bölgeyi gezen Yahudi seyyah Tudelalı Benjamin yalnızca Amediye şehrinde yaşayan 25 bin Yahudiden söz eder.
Yahudi Kürtlerden Haham Samuel Barzani (ölümü 1630) bir din okulu açmış, ölümünden sonra kızı Asenath Barzani ilk kadın haham olarak bu okula atanmıştır. Talmud uzmanlarına verilen ismin dişil biçimi olan tanna’ith terimi Haham Asenath Barzani için icat edilmişti. Asenath daha sonra Musul’daki Yahudi akademisinin başına getirildi.
Mezopotamya’da 1742 ile 1831 yılları arasında ortaya çıkan birçok veba salgını Yahudi toplumunu neredeyse tümüyle ortadan kaldırdı. Bunun sonucu olarak da, Babilli ya da Iraklı Yahudilere dönüştüler. Yani bir Yahudi Kürt, Arap veya Neo-Arami’den değil, Kürt ve Neo-Arami bir kökenden gelir. Iraklı Yahudiler arasında tarihsel Kürt aşiret adlarının yaygın olmasının yanı sıra, açık renkli (sarışın) oluşları da bunların yakın Kürt kökenlerinin göstergesidir. Günümüzde, atalarını Bağdati veya Babilli olarak bilen Yahudilerin büyük bir ihtimalle Kürt Yahudilerle atasal akrabalık ilişkileri vardır.(7)
İsrail’de birçok Kürt Yahudi kendi mahallelerinde yaşamaktadırlar. Bunlar halen Kürt kültürünün geleneklerini, müziğini devam ettiriyorlar. Kürtlerle Yahudiler arasındaki ilişkiler oldukça derindir. Yahudi peygamberlerin türbeleri Kürt coğrafyasına dağılmış durumdadır. Jonah’ın türbesi Nabi Yusuf’ta (Ninova), Daniel ve Hosea’nın Kerkük’te, Ezra’nın Erbil’de, Nahum’un türbesi Alikuş’tadır. Ayrıca Urfa’da bulunan “İbrahim Gölü” de tıpkı Hıristiyan ve Müslümanlar için olduğu gibi Yahudiler açısından da kutsal bir mekândır.
5. Yüzyılda, Adiabene’nin Kürt hanedanı Hıristiyanlığa geçti. İslâm tarihçisi Mes’udi’nin yazdığına göre on altı büyük Kürt aşiretinden ikisi Hıristiyandı (MS. 943). Bunlar Yakubi ve Jurakanlar olup Musul ile Cudi dağı çevresinde yaşamaktadırlar. Bu Kürt nüfusunun neredeyse yüzde on ikisinin 10. yüzyılda Hıristiyan olduğu anlamına gelir. Marco Polo da Seyahatnamesi’nde 1272 yılı itibariyle “Musul’un dağlık kısımlarında Kürt adı verilen bir soyun insanları yaşamakta, bunlardan bazıları Hıristiyanlığın Nasturi ve Yakubi kolundan, diğerleri Muhammedidir” diye yazar. Hıristiyanlığın Ortadoğu’da mevzi kaybetmesiyle birlikte Musul, Cudi Dağı ve Hakkâri dağlık bölgelerinde yaşayan bu Hıristiyan Kürtler Neo-Aramice konuşan Kuzey Mezopotamya’nın Sami toplumu ile ittifak kurdular ve modern Asuri Hıristiyanların atası oldular.(8)
Kürtler de tıpkı Türkler gibi İslâmiyeti kolaylıkla kabul etmediler. Ortaçağ’da İslâm’ın Şam ve Bağdat gibi önemli iki merkezine yakın bölgelerde yaşayan Kürtler Müslüman ordularla 7. yüzyıl gibi erken bir tarihte karşılaştılar. Ancak İslâmiyet Kürtler arasında kısa sürede yayılmadı. 12. yüzyıl gibi geç bir tarihte bile Nizâmülmülk, İbni Athir, Ebu Mansur el-Bağdati gibi etkili isimler tarafından Kürtler Müslüman olarak kabul edilmiyordu. İslâm Kürtler arasında yüzeysel bir biçimde benimseniyordu. Bu dönemde önemli bir Kürt Müslüman azınlık bulunmakla beraber ağırlık Yezdanilik, Yahudilik, Hıristiyanlıktaydı. Tanınmış Kürt İslâm düşünürlerinin Dinavar, Suharavard, Hemedan gibi sınır şehirlerindeki Kürtlerin arasından çıktığı kaydedilmelidir.
İslâm’ın Kürtler arasında hâkim duruma gelmesinde sosyo-ekonomik unsurlar ve göç hareketleri belirleyicidir. Türklerin kitlesel göçü sonucunda, dört yüz yıllık bir süreç boyunca yerleşik dinler ve onlarla bütünleşmiş sosyal yapılar güç kaybettiler. Yerleşik tarım toplumu ve kent merkezli yönetimin zayıflaması ile yerli Kürt göçebelerin yoğun olarak yaşadıkları Hakkâri bölgesinde büyük bir yayılma gerçekleşti. Sünni Şafii mezhebine mensup bu grubun yayılmasıyla birlikte inançları giderek Kürtler arasında ağırlıklı hale geldi. Sünni Şafii Kurmaneler, Osmanlı-İran savaşlarının Kürt bölgelerindeki ticari yolları tahribinin ardından iyice belirleyici oldular. Göçebe ekonomisi tüm yerleşik yapıları dağıtarak genişledi. Oysa İslâm’ın 7. yüzyıldan sonra gerçekleştirdiği fetihlerle birlikte Bereketli Hilâl’de ve Batı İran topraklarında Kürt hanedanları ve şehirli kültürün yükselişi söz konusuydu. Ancak bu gelişme 12. yüzyıldan sonra yerini gerilemeye bıraktı. Kürtler şehir yaşamından, ticaret yollarından uzaklaşma sürecinin sonucunda 16. yüzyıldan itibaren çok merkezli, birbirinden yalıtılmış birimlere bölündüler. Din temelinde bir birlik sağlamaları ise mümkün olmadı. Türkler ve Kürtler büyük inanç sistemlerinin kesişme noktasında ortak bir birikimin akışkanlığında buluşmakla kalmadılar. Anadolu’ya yayılan Türk göçüyle birlikte hızlanan tarihin sorunlarını, sosyal, ekonomik, siyasal dinamiklerini ve acılarını da bölüşmeye başladılar.
NOTLAR
1- Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1968, sf. 462-464.
2- Kaşgarlı Mahmud, Kutadgu Bilig, Çev: Reşit Rahmeti Arat, Ankara 1974 sf. 479-490.
3- Turgut Akpınar, Türk Tarihinde İslâmiyet, İst. 1993, İletişim Yay., sf. 61.
4- Akpınar age., sf. 65.
5- Mehr dad R. Izady, Kürtler, Çev: Cemal Atila, İst. 2004, Doz Yay., sf. 279.
6- Izady age., sf. 287
7- Izady age., sf. 287
8- Izady age., sf. 291.
Suat Parlar, Türkler ve Kürtler – Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, Bağdat Yay., İstanbul, Eylül – 2005.