Amerikan Mandası Meselesi – Mine Erol

Amerikan Mandası Meselesi - Mine Erol


Amerikan Mandası Meselesi Nasıl Çıktı?

Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki Bulgaristan’ın 29 Eylül 1918’de İtilaf Devletleri ile mütareke yaparak harpten çekilmesi üzerine, diğer müttefikleri olan Almanya ve Avusturya ile de bağlantısı kesilmişti. Bundan dolayı Trakya ve İstanbul tehlikede idi. Çünkü Yunanistan üzerinden yapılacak taarruza açık bırakılmıştı. Bu sırada Sadrazamlığa gelen İzzet Paşa ilk iş olarak mütareke isteğinde bulundu. Bundan daha evvel 12 Ekim 1918’de İspanya hükümeti vasıtası ile Amerika Cumhurbaşkanı’na müracaatta bulunulmuştu. Amerika Hariciye Vekili, İspanya Elçiliği’nin tavassutu ile yapılan bu müracaatı, 14 Ekim’de Wilson’a bildirdi. Osmanlı İmparatorluğu, Amerika Cumhurbaşkanı’ndan mütareke işini üzerine almasını, Wilson Prensipleri esas tutularak bir mütareke yapılmasını ve bu talebin bütün muharip devletlere bildirilmesini talep ediyordu. Wilson bunu kabul etmiş ve bütün muharip Devletlere bildirmişti (!). Lakin onlardan bir cevap gelmeden Osmanlı İmparatorluğu mütarekeyi imzalamıştı.

İzzet Paşa, Amerika’dan gelecek cevabı beklemeden, esir bulunan İngiliz Generali Townshend’i, Akdeniz filosu komutanı Vis Amiral Galthorph’e gönderdi. 23 Ekim 1918’de Amiral İzzet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta Osmanlı devleti ile mütareke yapılmasına kendisinin memur edildiğini bildirdi. Bunun üzerine Mondros Limanı’nda Agamennon Zırhlısı’nda Amiralin nezdinde müzakerelere başlandı. Mondros’a giden Türk heyetinde şu şahıslar vardı: Bahriye Nazırı Rauf Bey, Hariciye Müsteşarı (1) Reşad Hikmet Bey ve Kurmay Yarbay Sadullah Bey.

30 Ekim 1918 de İtilâf Devletleri ile Mondros’ta yapılan 25 maddelik mütareke ağır hükümleri ihtiva ediyordu. Gazi Mustafa Kemal Nutukta bu mütareke hakkında:

“Osmanlı Devleti bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye muvafakat etmiştir, yalnız muvafakat etmiş değil, düşmanların memleketi istilası için ona muaveneti de vaâd eylemişti. Bu mütareke, olduğu gibi tetkik edildiği takdirde memleketin baştan nihayete kadar işgal ve istilaya kadar maruz kalacağı kanaatini o zaman dermeyan ettim.” (2)

demiştir.

Fakat Sadrazam İzzet Paşa, Meclis-i Mebusan’da yaptığı bir konuşmada mütarekeyi o günkü hal ve şartlara göre faydalı ve hatta başarılı olarak vasıflamıştır. Halk efkârına gelince, burada mütareke sukûnetle karşılanmıştı. Hatta mütarekenin yurdun her tarafında bir ferahlık meydana getirdiğini bile söylemek mümkündür. Çünkü, dört yıl muhtelif cephelerde üstün düşman kuvvetleri ile savaşan Türk milleti, esasen mahdut olan maddî güç ve kaynaklarının pek mühim bir kısmını kaybetmek suretiyle daha yoksul ve çok yorgun bir duruma düşmüştü. Öyle ki yabancı müşahitler Anadolu’da erkek nüfus azlığının kaygı verici bir durumda olduğunu görmüşlerdir. Amerikan Devlet Başkanı Wilson’un ortaya attığı prensiplerinin doğrudan doğruya Türkiye’yi ilgilendiren 12. maddesi Türkler için başlıca ümit ve teselli kaynağı olmuş, mütarekenin yapılmasında rol oynadığı gibi, bu ferahlığın husule gelmesinde de âmil olmuştu.

Mütareke’nin haksız tatbikatı ve bilhassa işgaller karşısında bu prensiplere daha sıkı bir şekilde sarınıldı. Konferanslarda, kongrelerde ve diğer toplantılarda hep o prensiplerden bahsedildi ve oralarda bu prensiplerin tatbiki istenildi. Wilson’a da prensiplerini tatbik etmesi için muhtıralar gönderildi.

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Avrupa’daki Prens Sabahattin Bey taraftarı Jön Türkler de Prens Sabahattin Beyle beraber Cenevre’ye geldiler ve orada bir Kongre akdettiler. Bu Kongrede Wilson Prensipleri incelendi ve bu prensiplere uyularak Türklerle meskûn memleket topraklarının Türklerin elinden alınmaması için Kongrede bazı kararlar aldılar ve Kongrede alınan kararları ihtiva eden bir beyânnâme neşrettiler. Bunu Wilson’a, İtilâf Devletleri Başvekillerine, Hariciye Nazırlarına ve İsviçre’deki sefirlere ve bütün matbuat ve ajanslara gönderdiler. (3)

Prens Sabahattin Bey ve taraftarlarının bu fâaliyetlerine Osmanlı İmparatorluğu’nun İsviçre elçiliği de kayıtsız kalmamış ve Jön Türklerin Cenevre’deki Kongrede aldıkları kararlardan sonra, o zamanki Türk hükümetinin görüşünü aksettiren ve yapılacak barış antlaşmasında Türklerin dayanağını teşkil eden bir beyânnâme hazırlayıp yayınlamıştı. Bu beyânnâmenin muhtevası şudur: (4)

1- Gizli görüşmeler olmaması hakkında:

Türkiye daima diplomatik entrikaların ve gizli muahedelerin kurbanı olmuştur. ‘‘Yabancı siyaseti demokratlaştırmak,, diye bilinen prensiplere kendisini tatbik etmekten başka yapacak bir şeyi olmadığı anlaşılıyor. Bunun yanında harb esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun sayısız gizli planlara hedef olduğu görülmüştür. Güpegündüz hazırlanan sulh müzakerelerinin Osmanlı İmparatorluğunun mevcudiyetine karşı yeni entrikaları canlandırmayacağını ümit etmek lazımdır. Kaydı ihtiyatla bunu tamamiyle kabul ediyoruz.

2- Denizlerin serbestisi hakkında:

Diğer bütün devletler gibi Türkiye denizlerin serbestisinden ve beynelmilel mukavelelerde dikte ettirilen tedbirlerden memnun olabilir. Hiç kimse Osmanlı İmparatorluğu’nun bu samimiyetinden şüphe edemez. Berlin muahedesi ile ihdas edilen beynelmilel kanunu ifa ederek üç büyük devletin koalisyonuna karşı Boğazları korumamış mı idi? ve gerçekten bu müdafaası, Başkan Wilson’un takdirini kazanmamış mıdır?

Bu noktada biz de tamamiyle mutabıkız.

3- İktisadi engellerin kaldırılması hakkında:

Bu da, şimdiye kadar çok zaman gösterdiğimiz gibi Türkiye’nin savaş amaçları ile tam bir uygunluk halindedir. Türkiye’nin, bütün dünyaya eşit iktisadi şartlar sağlamayı ve bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nu istismar eden ve kendi kendinin gelişmesine engel olan büyük devletler tarafından zorla kabul ettirilen kapitülasyonları kaldırma isteğinde olduğu bilinmektedir. Bütün milletler için siyasi bağımsızlık durumunun bildirisine candan seviniriz. Mutabıkız.

4- Milli silahların azaltılması hakkında:

Bu durum Türkiye için hayati bir meseledir. Çünki bu madde sayesinde Türkiye büyük bir ferahlığa kavuşacaktır. Unutulmamalıdır ki Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi mevcudiyetini koruması için silahlanma yükünü üstüne almasına, onu, büyük devletlerin takip ettiği dış siyaseti icbar etmiştir. Bundan başka, rapor edilen zararı kapatmak için Türkiye’ye borç para verildi, bu da harp malzemeleri satın alınmasına ait bazı hususi şartları ihtiva ediyordu.

Bu durumu başta bildirdiğimiz gibi biz açıkça tasvip ediyoruz.

5- Müstemlekelerin mülkiyeti hakkında:

Bu madde ekseriyetle Türkiye’yi ilgilendirmez. Çünki Türkiye’nin müstemlekesi yoktur. Fakat büyük devletlerin müstemlekecilik alanındaki tecrübelerin sonuçlarını dikkat nazarına alarak fevkalade siyasetin bu kaidesini Başkan Wilson’un daha fazla yaymış olmasını arzu edecekti. Müstemleke tabiri, hakikatte ekonomik esaret sistemini, kavimlerin utanç duymadan birbirinin istismarını ve hatta hükümet namına nüfuz ve zenginliğe haris olan halkı kapsar. Wilson programının 3. paragrafının sağladığı faydalar bizce bahis konusu olan bölgelere şimdi teşmil edilmelidir. Keyfiyet daima böyle olmamıştır ve halihazırda büyük devletler muhakkak bu maddeye uyduklarını ispat etmekte zorluk çekeceklerdir.

6, 7 ,8, 9, 10 ve 11’inci paragraflar belli bölgelerin boşaltılmasına aittir. Türkiye’ye taallûk etmez, çünki Türkiye komşu devletlere tecavüz etmemiştir. Bazı Osmanlı alaylarının İran’da Kafkasya’da olduğu doğrudur, fakat her iki halde de durum hususi mahiyettedir. Ruslar ve İngilizler Osmanlı orduları İran hudutlarını aşmadan evvel İran’ın bitaraflığını ihlâl ettiler ve eğer Türk alayları Kafkasya’da henüz teşekkül etmiş bazı küçük devletlerde mevcutsa, Osmanlı muavenetinin Bolşevik boyunduruğunu silkip atmak arzusunda olan bu milletler tarafından rica edildiği anlaşılmalıdır. Bu bölgede bundan dolayı Türk kuvvetlerinin mevcudiyetleri haklı görülür. Diğer taraftan Brest-Litowsk barışı imzalandığından beri, Türkiye İran’a ait taahhütlerini titizlikle yerine getirmiştir ve muhalifler ordularını çeker çekmez Türkler de ordularını geri çağırmağa tamamiyle uydular. Gerçek bir adaletle bu prensibi, muharip devletler tarafından işgal edilmiş bütün bölgelere ve hatta yaşayan halkın nazarı itibare alınması şartiyle İngilizler tarafından işgal edilen yerlere teşmil etmek için sebep vardı. Onların mukadderatı müttefikler ve Wilson tarafından doğru olarak kabul edilen milletler prensibine uydurularak hazırlanmalıdır. Bu istisna ile muhtelif paragraflarda sizinle tamamiyle mutabıkız.

12-Türkiye İmparatorluğu hakkında:

Bu madde doğrudan doğruya haklı olarak Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Bu prensip, İngiliz kıtalarının işgal ettikleri Türk topraklarını terketmeleri ve burada oturan insanların kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin etmeleri şartı ile devamlı bir andlaşmanın temelini teşkil etmektedir. Osmanlı siyasi birliğini muhafaza etmeleri şartı ile azınlıklar, ileride kuracakları muhtariyetin şeklini seçebilirler. Bu Osmanlı Federalizmi ayrıca İmparatorluğun Hıristiyan kavimlere tanıdığı dini muhtariyet ve hürriyet geleneğinin tabii bir tekâmülü olacaktır. Bu hürriyet sayesinde bahis konusu kavimler dinlerini, adetlerini ve kendi müesseselerini muhafaza etmişlerdir.

Filistin hakkında Türkiye’nin 20 sene evvel, o topraklarda yerleşmeyi ve koloni kurmayı arzu eden Yahudilere muhtariyet imtiyazı vermeği teklif ettiği bir hakikat değil midir?

Diğer taraftan Suriye ve Irak halkı arasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak başka bir devletin hakimiyeti altına konulması lehinde hiç bir sesin katiyen çıkmıyacağına eminiz.

Her halde, meselenin esasına bitaraf gözle bakmak ehemmiyetlidir. Çünkü şimdiye kadar Türkiye 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’undaki ıslâhatı tahakkuk ettirememiştir, çünki hükümranlığı ve bütünlüğü daima tartışılmıştır. Eğer Başkan Wilson’un programındaki bağımsızlık ve teminat evvelce Osmanlı devletine tanınsaydı, Türk hakimiyeti altındaki kavimler hiç bir şekilde taciz edilmeden muhtar olarak gelişebilirlerdi. Yukarıdaki 1 ve 3. paragrafta görüldüğü gibi programın bu durumu gözönünde tutulan kaydı ihtiyatla, tamamiyle bizim tasvibimizin lehindedir.

Çanakkale Boğazı meselesine gelince, halihazır harp içinde Boğazlar kapatılsa idi, bu, sadece Türkler tarafından titizlikle riayet olunan beynelmilel bir andlaşmanın yerine getirilmesi şeklinde yapılırdı. Neticede serbest geçitlerin muhafazasına karar verebilen beynelmilel mukavelelerin bütün maddelerindeki uygunluk üzerindeki onun kabiliyeti münakaşa edilemez.

Sulh zamanında Boğazlardan geçiş, beynelmilel teminata lüzum kalmadan serbest olarak sağlanıyordu. Harp halinde belirli bir hükümet bu işten sorumlu olmadıkça bu şartın yerine getirilmesi bir hayalden ibarettir, işte halihazırdaki harpte böyle bir durum meydana gelmişti. Boğazların koruyucusu, Avrupaya karşı vazifesini ifa etmiştir. İmparatorluğun bağımsızlığı ve bütünlüğü bu meseleye dayanırken onu vazifesinden uzaklaştırmak adaletsizlik olacaktı.

Bu sebeple Başkan Wilson’un 12. maddedeki bu iki tabir arasında bulunan tenakuzu dikkat nazarına almasını arzu ederiz. Çanakkale Boğazı meselesinin bu iki ciheti birbirleriyle çok yakından ilgilidir, ayrı mütalâa edilemez.

13. Polonya’nın bağımsızlığı hakkında:

Polonya’nın bağımsızlığı sadece Türkiye’de sevinçle hoş karşılanabilirdi. Hatta Osmanlı İmparatorluğu bütün Avrupa Devletleri arasında Polonya’nın parçalanmasını istemeyen yegâne devletti. Sabık Polonya Cumhuriyeti birçok harplerde Padişahın müttefiki idi. Büyük hükümdar Polonya’nın ikinci taksiminde silahlanarak onun lehine araya girmişti. Anane mücibince Türkler Polonya’ya samimi olarak bağlıdırlar ve o da bunu nazarı itibare alarak Türkiye’ye ‘yüksek hizmette bulundu. Bizim yegâne arzumuz en sadık dostlarımızdan olan bu devletin yeniden kurulmasıdır. Orta Avrupa için ehemmiyeti hiç kimsenin gözünden kaçmaz. Türklerin İstanbul’daki mevcudiyeti gibi bağımsız Polonya Avrupa’nın muvazenesi için lüzumludur ve taksimin küllerinden ihya edilecek anka kuşunu biz şevkle karşılarız. Biz daima Polonya’nın bağımsızlığını desteklemeye çok istekliyiz.

14-Milletler Cemiyeti’nin kurulması hakkında:

Biz Wilson’la bu maddede tamamiyle hem fikiriz. Türkiye gizli muahedeler, siyasi entrikalar vesaireyi sona erdirmek için teşkil olunan Milletler cemiyetinde tanınırsa, kendisinin siyasi ve iktisadi bakımdan büyük menfaatleri olacaktır. Türkiye her çeşit entrikalara daima hedef olmuştur ve şikayetlerinin kabul edilip doğru ve samimi bir hakkaniyetle tartışılacağı bir adalet makamının tesisi fikrini sevinçle karşılar.

Bu beyannamenin doğrudan doğruya Türkiye’yi ilgilendiren 12. maddesinin tefsiri dikkate şayandır. Görüldüğü gibi, beyannamede imparatorluğa tâbi, Türk olmayan kavimler hakkında Wilson’un istediği muhtariyet kabul edilmekte, fakat bu muhtariyetin Osmanlı siyasî birliği içinde olması istenmektedir. Bu muhtariyetler ile imparatorluk bünyesinde vuku bulacak değişiklik “Osmanlı Federalizmi” olarak adlandırılmakta ve bu, evvelce hıristiyan kavimlere tanınmış olan dinî muhtariyet ve hürriyet geleneğinin bir gelişmesi olarak vasıflanmaktadır. Böylece Türk hükümeti Suriye, Filistin, Lübnan, Irak halkı ile Ermeniler ve Rumlar’a Osmanlı hakimiyetinde olmak üzere, siyasî muhtariyet tanımaktadır. Ancak her halde bu beyannameyi hazırlayanlarca Ermeniler ve Rumlar’a imparatorluğun hiç bir yerinde muhtariyet verilmesinin kabil olamıyacağı biliniyordu. Çünki imparatorluk topraklarının hiç bir yerinde bu iki kavim çoğunlukta değildi.

Görüldüğü gibi beyannâmede Wilson’un Boğazlar hakkındaki sözleri üzerinde hassasiyetle durulmaktadır. Burada Türklerin Boğazlardan geçiş hususunda milletler arası mukavelelerin bütün maddelerine uygun hareket ettikleri belirtilerek Wilson’un tenakuza düştüğüne dikkat çekilmekte ve Çanakkale Boğazı meselesinin Osmanlı hükümranlığına bağlı olduğu ve meselenin ayrı mütalâa edilemeyeceği ifade edilmektedir.

Hülâsa denilebilir ki bu prensipler, artık silâha sarılmaktan başka bir çare kalmadığı zamana kadar, Türk halkının korunması hususunda kuvvetli bir dayanak teşkil etti ve bu arada mütarekenin bu prensiplere itimat edilerek yapıldığı ifade edildi.

Esasen mütareke istenildiği esnâda, Türk kuvvetleri, Güney-Doğu’da, yani Suriye ve Irak cihetlerinde çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği bölgelerin hudutlarında bulunuyorlardı. Fakat İngilizler ve Fransızlar ne Wilson Prensiplerine, ne de mütareke’nin istenildiği ve yapıldığı zamandaki hududu itibar etmiyerek birbiri arkasından Türk topraklarını işgal etmeğe başladılar. İlkönce Musul işgal edildi (3 Kasım 1918) ve bunu İskenderun ile Çanakkale Boğazı’nın işgalleri takip etti. 13 Kasım’da, içinde Yunan savaş gemileri de bulunan İtilâf Devletleri donanması İstanbul’a geldi ve karaya asker çıkardı. İşgallerin bir türlü arkası kesilmiyordu. Aralık ayında mühim bir kısmı Ermeni gönüllülerinden müteşekkil Fransız kuvvetleri Mersin, Tarsus ve Adana’yı işgal etti. Bu Fransız işgal kuvvetlerinin arkasından, yerleşmek üzere sivil Ermeniler geliyordu. İngilizler’e gelince, onlar da İzmit, Eskişehir, Afyon ve Batum’a asker çıkardıkları gibi, Yunanlılar da Hadım köyüne kadar demiryolunun geçtiği yerlerden başlıcalarını işgal etmeğe başlamışlardı. Nihayet Yunanlılar’ın 15 Mayıs 1919 da İzmir’i işgal ettikleri görüldü ki, bilhassa bu hadise yurdun her tarafında derin bir heyecan ve üzüntü yarattı. İşgal kuvvetleri her yerde azınlıkların hâmisi durumunda görünüyordu. Bundan şımaran ve azgınlaşan Rumlar ve Ermeniler taşkın hareketlerde bulunuyorlardı. Hattâ Rumlar, İstanbul, Samsun, İzmir çevrelerinde, Ermeniler de bilhassa Çukur-Ova’da çeteler teşkil ederek Türkler’e saldırmağa başlamışlardı. Bütün bu hareketlerden maksad, Türkler’i sindirmek, yıldırmak ve hattâ onları oturdukları yerlerden kaçırmaktı. Nitekim bazı yerlerde buna muvaffak olmuşlardı.

Bir taraftan bu işgaller devam ederken, diğer taraftan da mütarekenin imzalanmasından itibaren Avrupa’dan Türkiye’nin mukadderatı hakkında kötü haberler geliyordu.

Bu haberlerden başka başlıca, Türkler’in İstanbul’dan ve Boğazlardan çıkarılacağı, İzmir bölgesinin Yunanlılar’a verileceği, ekserisi doğuda bulunan altı vilâyetimizden (Erzurum, Van, Bitlis Diyarbakır, Elaziz ve Trabzon) bir Ermeni devleti kurulacağı bildiriliyordu. Bu arada İngilizler’in Hariciye Nazırı Balfour daha 18 Kasım’da (1918) Avam Kamarasında yaptığı bir konuşmada Ermeni, Rum, Kürt ve Yahudiler’in Türk hakimiyetinden kurtulacağını söylemişti. Bütün bunlar haklı olarak Türk halk efkarında Türkiye için korkunç bir akıbetin hazırlanmakta olduğu fikrini veriyor ve onu derin bir kaygı içinde bırakıyordu. Memleketin en değerli parçalarının Türkler’in elinden alınacağına artık herkes inanıyordu. Esasen İtilâf Devletleri, harp içinde Türkiye’yi aralarında bölüşmek hususun da anlaşmışlardı.

Bu anlaşmadan İtalya hariç tutulmuştu. Rusya’nın emeli de İstanbul ve Boğazları almaktı. İngiltere buna razı olmak mecburiyetinde kalmıştı; çünkü Rusya’nın Osmanlı imparatorluğu yıkılır yıkılmaz buraları ele geçirmesinden ve harbden çekilmesinden korkuluyordu. Fransa da Suriye ve Filistin’e sahip olmak istediğinden, Rusya’nın isteklerine razı idi.

1915 yılı Sonbaharında İngiltere, Fransa, Rusya arasında başlayan müzakereler 26 Nisan 1916 da sona erdi. Rusya Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri ile Van’ın güneyinde Fırat, Muş ve Siirt vilayetleri arasında başlayarak tesbit edilecek bir noktaya kadar Karadeniz kıyıları İstanbul ve Boğazlar Rusların olacaktı (5). 9 Mayıs 1916 da yapılan Syke Pikot antlaşmasına göre, Rusya, Adana Suriye ve Mezopotamya’nın İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasını kabul ediyordu. İtalya sonradan bu gizli antlaşmayı haber almış ve kendisinin haber edilmeyişine kızmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nu pay edenlere kendisine de bir pay verilmesi hususunda tazyikte bulunuyordu. Bu sırada Rusya’da ihtilal oldu. İtalya’nın İngiltere ve Fransa’ya tazyikte bulunması neticesinde üçü arasında görüşmeler 19-21 Nisan 1917 de başladı. St Jean de Maurienne andlaşmasına göre, İtalya 1916 da yapılan andlaşmaları kabul etti. Kendisine de buna mukabil Antalya, Konya, Aydın, İzmir bölgeleri verildi. Bu Rusya’nın onaylamasına sunuldu. Fakat Rusya bunu onaylamadı. (6) Sonradan başta Amerika olmak üzere İtilâf Devletleri bu andlaşmaya riayet etmeyerek İzmir’i Yunanlılara verdiler.

Kısaca Türkiye’nin mukadderatı hakkında gelen haberler Türk milletini endişelendirdi ve bütün Türkleri düşündüren husus da şu oldu: “Türk yurdunun parçalanması, Türk milletinin bölünmesi, Türk Devletinin İstiklalini kaybetmesi.”

Birbirini takip eden işgaller karşısında hükümet cesur ve tesirli bir icraat gösteremiyor, uysal davranışları ile galiplerin merhametini kazanarak bundan faydalar umuyordu. Yapılacak protestoların ve mukavamet hareketlerinin, durumu daha da vahimleştireceği kanaâtindeydi. Acz ve miskinlik ile vasıflayabileceğimiz bu hükümet kendisini tamamen mukadderata terketmişti. İşte bunu anlayan işgale uğramış vilâyetler ile kendi oturdukları bölgelerin Ermenilere verilmesinden kaygılanan yerli halk yurtlarını kurtarmak için bizzat harekete geçmek zaruretini duymuşlar ve bu maksatla cemiyetler kurmuşlardır. Bu cemiyetlerin başlıcaları şunlardır: Adana Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti, Trabzon ve havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti.

Bu cemiyetler, az yukarıda işaret edildiği gibi, işgal edilmiş veya Ermenilere verilmesi düşünülmüş bölgelerin aydınları tarafından kurulmuş cemiyetlerdi.

Bu cemiyetlerden önce, mütarekeyi takibeden günlerde, yani Kasım ayı içinde İstanbul’da ‘’Wilson Prensipleri Cemiyeti” adlı bir cemiyet kurulmuştu. Bu cemiyetin kurucuları Halide Edib, Celâleddin Muhtar, Ali Kemal ve Hüseyin Avni Beylerdir (7). Bunlardan Halide Edib, devrin en tanınmış kadın muharriri ve eğitimcilerinden biriydi. Kendisinin Amerikan Kolejinden mezun ilk Türk kadını olduğunu biliyoruz. İstanbul’daki Amerikalılar arasında pek çok dostları vardı. Celaleddin Muhtar Bey, doktor olup, mütarekeyi imzalamış olan İzzet Paşa kabinesinde iaşe Nazırlığı yapmıştı. Ali Kemal, Sabah gazetesi Baş muharriri, 19 Mayıs 1919 da ikinci Damad Ferid Paşa Kabinesi’ne Dahiliye Nazırı olarak girmiş ve Millî Mücadeleye şiddetli aleyhtarlığı ile tanınmış olan meşhur Ali Kemal’dir. Hüseyin Avni Bey’in hüviyeti kesin bir şekilde tesbit edilememiştir. Bu şahsın 1. Büyük Millet Meclisindeki muhalefet cephesinin ateşin hatiplerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey olduğu söylenmektedir.

WiIson Prensipleri Cemiyeti’nin ilk idare heyeti de şu şahıslardan teşekkül etmişti Halide Edib, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin ve Ragıb Nureddin (8). Cemiyetin kurucularından ve en hararetli taraftarlarından Halide Edib (Adıvar) hatıratında kendisininki de dahil olmak üzere hiç kimsenin adını vermiyerek, bunun tanınmış yazarlar ve avukatlar tarafından kurulmuş olduğunu söyler (9). Ancak bu cemiyet tarafından Amerika Devlet Başkanı WiIson’a gönderilmiş olan muhtıranın altındaki imzalar, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucusu ve başlıca mensuplarının kimler olduklarını bize tanıtıyor (10). Mezkûr muhtırada imzaları bulunan sahıslar şunlardır: Halide Edib, Yunus Nadi ( Yenigün ), Ahmet Emin (Vakit) , Dr. Celal Muhtar (Eski Nazırlardan), Velid Ebuzziya (Tasvir-i Efkar), Ali Kemal (Sabah), Celal Nuri (İkdam), Necmettin Sadık (Akşam) , Mahmut Sadık (Yeni Gazete) M. Cemal (Zaman) ve imzası okunamayan iki şahıs. Bu isimlerinin çoğunun tanınmış gazete sahibi ve başmuharrirler olduğu görülüyor.

Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurulmasından sonra gazetelerde cemiyetin leh ve aleyhinde yazılar yazılmağa başlanmıştı.

1. Kanun-i Evvel, 1334 (1 Aralık 1918) tarihli Vakit gazetesinde yazdığı bir baş makalede Ahmet Emin (Yalman), “devletin hukuk-i istiklâline kat’iyyen halel vermemek ve bir ecnebi devletin himaye ve murakabesi şeklini tazammun etmemek şartiyle memleketimize ecnebi heyeti islâhiyelerin davet edilmesinin” en muvafık esas olarak benimsenmesini tavsiye ediyor ve bu yabancı ıslahat heyetlerinin Amerikalılardan mürekkep olmasını ve bunun sebeplerini izah ettikten sonra bu heyetlerin çalışmağa başlamaları ile istiklâlimizi ve izzet-i nefsimizi haricî tecavüzlerden koruyabileceğimizi yazıyordu(11). Bu makale’nin çıkmasından beş gün sonra (6 Aralık) başta Vakit olmak üzere, bazı gazetelerde Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin beyannamesi yayımlanmıştı (12). Gazetelerin birinci sayfalarında yer alan bu beyannamenin metni aynen şöyle idi :

“Muhtelif Türkçe gazetelerin mümessillerinden ve memleketin diğer bazı mütefekkirlerinden mürekkep bir heyet istikbale ait mesail-i vasi bir nokta-i nazardan tetkik etmek ve bu meseleler hakkında tevhid-i mesaiyi mümkün kılacak müşterek bir esas aramak maksadiyle bir araya gelmişler ve uzun uzadıya müdavele-i efkârda bulunmuşlardır. Bu müdavele-i efkâra âtideki nikat-ı nazar hakim olmuştur.

1 – Memleketin Akvam Cemiyetinde müsavi hukuku haiz bir uzuv ve beynelmilel mücadelede belli başlı bir amil olabilmesi için ihtisaskâr bir hükümet mekanizmasına mazhar olması, kendi ihtiyaçlarıma göre metin ve salim bir surette inkişaf edebilmesi.

2- Bütün ahalinin Osmanlı vatandaşı sıfatiyle hayat-ı memlekete iştirak hususunda müsavi hukuk ve vazaife mazhar olmasına ve istirahat, itimat ve saadetlerinin temin edilmesini kâfil bulunacak şerait ihdası.

3- Efkâr-ı umumiyesinin bir kısmında hakkımızda adem-i itimat ve su’i teveccüh bulunan İtilâf Devletleri ile Amerika’ya itimat ilkası.

4- Haricen siyasi ve iktisadi istiklâlimizin temini, ecnebi sermeyesinin memlekete siyâsi değil iktisadi bir esas üzerine girmesi. İktisadi menatık-ı nüfus tefrikine mahal kalmaması ve umur-ı dâhiliyemize müdahale ihtiyatlarına karşı kavi bir sed vücuda getirilmesi.

5- Hariçten izzet-i nefsimizi cerihadar edecek murakabe ve vesayet teklifleri serdine mahal bırakmaksızın sırf kendi ihtiyaçlarımızı ve arzularımız nokta-i nazarından haysiyetimize muvafık ve İtilâf Devletleriyle Amerika için şayân-ı kabul bir milli programla ortaya çıkmak ihtiyacı, müstakil ve asri bir millet sıfatiyle idame-i mevcudiyet etmemiz için temini mutlaka icabeden bu noktayı cami bir tarzı-ı tevsiye bulmak maksadı ile ve Avrupa’da bugün mevcut vaziyet-i umumiyeyi göz önünde bulundurmak suretiyle muhtelif şuabat-ı idarede esaslı ıslahat icra etmek üzere memleketimize muayyen bir zaman için Amerikalı mütahassıslardan mürekkep heyet-i ıslâhiyeler celbi ve bu nokta-i nazarın sulh müzakeratından evvel Amerika’ya ve Avrupa devletlerine ismaı muvafık görülmüştür.”

İslahat için kabul olunan esaslar dokuz madde halinde gösterilmiştir.

Bu maddeler şunlardır:

1- Hukuk-ı saltanat ve meşrutiyet idaresi masun kalacaktır.

2- Her nevi intihabat için ekalliyetlerin hukukunu muhafaza edecek bir temsil-i nisbi esası kabul olunacaktır. Meclis-i vükelâdan en küçük idari şubelere kadar bütün faaliyet-i idareye bilcümle Osmanlı unsurları müsavi hukuka haiz vatandaş sıfatı ile iştirak edecektir.

3- Umum nezâretlere vâsi salahiyeti haiz bir müşavirin riyaseti altında kendisinin tensip edeceği mütehassıslardan mürekkep bir heyet-i ıslahiye tâyin edilecektir.

İslâhat heyetleri ziraat, nafıa, sanayi, ticaret, maarif, muavenet-i umumiye işlerini münasip göreceği vesaitle yeni esaslara göre tanzim edecek memleketin maddi mevcudiyeti ve inkişafını temin edeceklerdi.

4- Adliye teşkilatının eski muhtelit mütehalif tesiratından mütevellit mahzurlarını bertaraf ederek bütün vatandaşlar için muasır ve umumi bir şekilde adalet temin edecek ıslâhat memleketimizin istidat ve ihtiyacına göre vücuda getirmek üzere her hangi memlekete mensup olursa olsun bu hususta selahiyette hukuk ulemasından mürekkep bir adliye heyet-i ıslâhiyesini gelecek adliye müşaviri vücuda getirecektir.

5- Polis ve Jandarma teşkilâtı selahiyettar bir müfettiş nezaretinde vasî bir heyet-i İslâhiye’ye tevdi edilecektir. Pek iptidai bir halde olan hapishane teşkilatının ceza hakkında elyevm kabul edilen yeni nazariyeler ve esaslar dairesinde, ıslâh vazifesi mütehassıslarından mürekkep bir heyete tevdi edilecektir.

6- Her vilayette vâsi selâhiyetlî bir müfettişle, muhtelif sahalardaki mütehassıslardan mürekkep bir heyet-i İslâhiye bulunacaktır.

7- Umum memleket için müşterek bir mahiyete haiz olan mesâilin haricinde her vilayetin şahsi surette inkişafını temin edecek selahiyettar bir idare-i mahalliye kabul olunacaktır.

8- Bu lâyihada hutut-ı esasiyesi çizilen “terbiye ve irşat sistemi ” asgari on beş, azami yirmi beş sene devam edecektir.

9- Yirmi beş sene için beynelmilel bitaraflığımızı kabul ve temin ettirmek.

Wilson Prensipleri Cemiyetinin bu beyannamesi, görüldüğü gibi iki kısımdan ibaretti.

1. Türkiye’nin ihtisasa dayanan bir hükümet sistemine kavuşması, sağlam ve emin bir şekilde gelişmesi. Türkiye’nin dünyada itibarlı bir mevki elde edebilmesi buna bağlıdır.

2. Türkiye’de devlet hayatında millet ve din ayrımının tamamen ortadan kaldırılması ve bütün vatandaşların güven ve mutluluğunu sağlayacak bir ortamın yaratılması.

Cemiyet mensuplarının bu madde ile Amerikan devlet idaresinde var olduğuna emin bulundukları kozmopolit idare ve eşitlik zihniyetinin Türkiye’de tatbik edilmesini istedikleri görülüyor. Evvela şunu belirtmek yerinde olur ki Türkiye’de XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gayri müslim azınlıklardan birçok kimselerin bakanlık, elçilik gibi yüksek mevkilere kadar çıkarılmakta olduğunu biliyoruz. Bu sebeple Türk devleti idaresinde gayri müslimler’in vazife almaları ve meclise mebus göndermeleri yeni bir şey değildi. Bu mesele tabiî her şeyden önce onların Türk devletine ve halkına yakınlık duymalarına bağlı bir keyfiyettir. Diğer taraftan bu gün dahi, Amerikan devlet hayatında bütün vatandaşlar için tam ve fiili bir eşitliğin mevcut olduğunu rahatça ve emin bir şekilde ileri sürmenin pek mümkün olmayacağını kayd etmeliyiz.

Görüldüğü üzere beyanname’nin 4. maddesinde siyasi istiklâlin sağlanması da cemiyetin başlıca gayelerinden birini teşkil ettiği gibi, murakabe ve vesayet dahi kabul edilmekteydi. Cemiyet bu gayelerin tahakkuku için idari cihazında esaslı bir islahat yapmağa lüzum görmüyor ve bu maksatla Amerika’dan ıslah heyetleri çağrılmasını istiyor. Bundan sonra yine gördüğümüz üzere, beyanname’nin ikinci kısmında gelecek Amerikalı mütehassısların hangi hususlarda ıslahat yapacakları ifade olunmaktadır.

Bu kısımda dikkati çeken ilk husus, anlaşılacağı üzere 1. maddedir. Orada “hukuk-i saltanat ve meşruti idare masun kalacaktır’’ deniliyor. Diğer taraftan yine görüldüğü üzere, Amerikan mütehassıs heyetlerinin geniş yetkilere sahip bulunacaklarına, bir kaç yerde işaret edildiği gibi kendilerine tevdi edilen işlem de bunun böyle olduğunu açıkça gösteriyor.

Hülasa bütün bu işaret edilen hususlar dahil olmak üzere, beyânnâme’nin umum muhtevası, bu cemiyet mensuplarının Amerika’nın muvakkat bir zaman için Türkiye’yi himaye veya mandası altına almasını gaye edindikleri şüphesini veriyor.

Aynı Cemiyet mensupları 5 Aralık 1918 de Wilson’a, İngilizce yazılmış bir Muhtıra ile İtilâf Devletlerine, Fransızca yazılmış bir mektup gönderdiler. Fransızcanın tam metni ekler kısmında mevcuttur. İtilâf Devletlerine gönderilen mektupta özetle şöyle deniliyordu: (13) Türk aydınları ve basın mensupları memleketlerinde en iyi şekilde bir reform yapabilmek mevzuunda fikirlerinin teatisi için bir cemiyet kurmuşlardır. Gayeleri, alacakları kararlar ile barışın neticesine tesir etmekti. Sulh Konferansının tayin edeceği hudutlar dahilinde diğer aynı ırktan olan milletler gibi hür olma yolundaki inkişaflarını garanti altına almasını, istiyorlardı ve milletler arası bir idarenin kısa ömürlü olacağını, belirttikten sonra Wilson programına uygun olarak Türkiye’yi uygar milletler ile yirminci yüzyıla yakışır şekilde aynı seviyede tutacak bir reform komisyonunun teşkilini, başkan Wilson’dan talep ettiklerini yazıyorlar ve Amerika’dan tatmin edici bir cevap alınması için İngiltere’nin hakemliğini talep ediyorlardı.

Aynı cemiyet mensupları Amerika’ya gönderdikleri muhtırada da söyle diyorlardı : (14) “Dini müsamaha ve siyasi müsavat üzerine kurulmuş gayri-i mütecanis halkı başarılı bir şekilde ahenkli bir hayata kavuşturan Amerika Cumhuriyetinden yardım ve tecrübelerini Türkiye’de gayri mütecanis dinler ve ırklar meselesi’nin halli için kullanılmasını” istemekte ve böylece, Amerika’nın çok muzdarip ve kederli bir milleti barışçı ve yeni bir hayata kavuşturacağını, belirttikten sonra, son yıllarda Türkiye’nin vatan severleri ve aydınlarının tarihi gelenekler ve ırklar arasındaki anlaşmazlıklardan kendileri tarafından teşebbüs edilecek her hangi bir sistemin sonsuzlaşarak bir istibdat hâline geleceği, kanaatine vardıkları yazılmakta ve bu sebepten bu vatanseverler ile aydınları kendi milletlerinin, belli bir süre içinde muktedir devlet işlerine vâkıf yabancı bir idare’nin rehberliğine ihtiyacı olduğu, fikrini taşıdıkları ifade edilmektedir. Bundan sonra muhtıra, Türk imparatorluğundaki muğlâk meseleler ve çeşitli kavmi unsurların bulunması yüzünden muhtelif devletlerin üyelerinden müteşekkil bir komisyonda maksat ve metod ayrılıkları olacağı için ıslâhatın tek bir devlete mensup bir komisyon tarafından başarılı bir surette yapılabileceği, yazılıyor ve Amerika’nın, kendi müttefikleri ile Türkiye arasında aracılık yapması isteniyordu. Muhtırada bunu müteakip şu satırlar gelmektedir: “Bizim arzumuz nihâi istiklâlimizi tehdit edecek bir vasilik olmayıp geri kalmış insanları bir müddet eğitimden sonra şerefli bir mevkie yükselterek onlara milletler camiasında bir yer verilmesidir.”

Bununla vasilik arzu edilmediği belirtiliyor. Ancak bu rehberlik sözünün başka hiç bir mana taşımadığı muhtıra’nın muhtevasından açıkça anlaşılıyor.

Bundan sonra Amerika’nın yardım (help) etmesi istenen ve milli ihtiyaçlar (national needs) olarak vasıflanan hususlar dokuz madde olarak sıralanmıştır.

Bu cemiyet tarafından Başkan Wilson’a gönderilen muhtıra’nın dokuz maddelik kısmı, İstanbul’da yayınlanan Cemiyet beyannamesinin ikinci kısmının aynıdır. Wilson’a gönderilen bu muhtırada manda veya ona yakın bir tabir geçmemekte ve Amerika’nın Türkiye için rehberliği (Guidance) ve yardımı (help) istenmektedir.

Muhtıradaki dokuz madde’nin iyice incelemesinden çıkan neticeye göre Türk hükümeti şeklen mevcut olup hiç bir teşri, kaza ve icra yetkisine sahip olmayacaktır. Bütün idare Amerikan baş müsteşarlarından müteşekkil bir komisyonun elinde bırakılmıştır. Amerika’nın rehberlik edeceği Türkiye’nin ordusu da olmayacak ve sadece başında Amerikalı bir umumî müfettiş ile onun seçeceği bir heyetin bulunacağı polis ve jandarma kuvvetleri olacaktır. Bu cemiyetin mensuplarına göre, Amerika Türkiye’yi koruyacağı için, onun ordu beslemesine lüzum yoktur. 8. maddede belirtildiği gibi, bu Amerikan rehberliği ve eğitim devri, yahut Türkçe beyânnâmede denildiği üzere, “terbiye ve irşat sistemi ’’ en az onbeş ve en çok yirmibeş yıl devam edecektir. Bu zamanın bitiminden sonra, cemiyet mensupları’nın tasavvurlarına göre, Amerikalılar çekilip gidecek ve arkalarında hür, kuvvetli, müreffeh, kültürlü, bütün etnik unsurları müşterek değerlere sahip bir Türkiye bırakacaktır. İşte Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin asıl kuruluş maksadı ve tahakkukunu arzu ettiği gaye budur. Bu sözlerimizden anlaşılacağı üzere cemiyet mensuplarının Amerikan mandasını istemeleri yalnız Türk imparatorluğunun yahut Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak kaygısı ile ilgili değildi. Gerçi Halide Edib “taksim faciasına uğrayan Türkiye tabii olarak dikkatini Wilson gibi hiç bir ülkeye göz dikmeyen adamın tarafına çevirdi ” (15) sözleri asıl maksadın parçalanmayı önleme hususu olduğu fikrini verebilir ise de, beyannâme ve muhtıra, bunun yanında diğer amillerin de yer aldığını şüpheye yer vermeyecek bir surette ortaya koymaktadır. Bu amillerden birisi Türk milletinin kendi kendisini istikrarlı bir rejim kurup ilerleyemeyeceği şeklinde onlarda mevcud bulunan bir kanaat idi.

Türk münevverleri Mondros Mütarekesi’nin tek taraflı tatbikini görünce memleketi parçalamadan ancak tam olarak bir büyük devletin himayesinde koruyabileceklerine inanıyorlardı. Bu devletin de Amerika olabileceğine kâni idiler.

Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurulması fikrini muhtemel olarak ilk defa ortaya atmış ve cemiyetin kurulmasında en mühim rolü oynamış bulunan Halide Edib, Mustafa Kemal Paşa’ya, 10 Ağustos 1919 tarihinde gönderdiği bir mektupta (bundan ileride bahsedilecektir) Türk hükümetlerini birbirini ifna eden, menfaat, hırsızlık veya sergüzeşt ve şöhret nâmına yaşayanların hırsını tatmin eden hükümetler olarak vasıflamaktadır (16). Yine o, bu mektubunda muhtırada ifade edildiği gibi, azınlıkların kuvvetli bir Avrupa devletine dayanarak kargaşalık çıkarmaları veya haricî bir müdahaleye sebebiyet vermelerini de Amerikan mandasının kabulünde mühim bir amil olarak kaydetmektedir.

Ali Kemal ise, Wilson Prensipleri Cemiyetinin beyannamesinin yayınlandığı gün, Sabah gazetesinde yazdığı bir başmakalede, (17) Halide Edib’in fikrine uygun olarak mandanın istenmesinin asıl sebebini şu sözlerle ifade ediyordu :

“Biz Türkler şahıs itibariyle birçok faziletlere malikiz, safız, kanaatkarız, nazikiz, hiyle nedir bilmeyiz, deruhte ettiğimiz vazifeleri gücümüz yettiği kadar hüsn-i ifa ederiz. Fakat şarkın ezelden beri bozuk köşelerinde gömüldüğümüzden midir, nedir? Hükümetçe daima perişanız, berbatız, asırlardan beri hiçbir devirde âdil, muktedir, muntazam bir hükümete malik olamadık. Bu mazhariyet için bütün ümitlerimiz Meşrutiyette idi. O da boşa çıktı. “Amerikan mandasının kabul edilmesinin en hararetli taraftarlarından birisi olan Kara Vasıf da ilerde görüleceği gibi Sivas Kongresi’nde manda tabiri yerine “müzaheret” kelimesinin kullanılmasını teklif ettikten sonra “Bütün devletler bizi tamamen müstakil bırakacaklarını söyleseler bile yine müzaherete muhtacız, müstakil yaşamaya vaziyet-i mâliyemiz müsait değildir” demişti (18). İleride bunlara mümasil daha birçok misaller görülecektir.

Bütün bu misaller ile Türkiye için Amerikan mandasının istenmesinin başlıca âmillerini şöylece sıralamak mümkündür:

1- Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak, yani parçalanmasını önlemek.

2- Türkler’in kendi başlarına adil ve istikrarlı bir rejim kurup ülkelerini genişletemeyecekleri fikri.

3- Azınlıkların bundan sonra da yabancı müdahalelerine sebebiyet verecekleri.

4- Türkiye’nin iktisaden geri kalmış bir durumda bulunması.

5- Kapitülasyonların mevcudiyeti ve devletin ağır bir borç altında olması.

6- Türkiye’nin kalkınması için yabancı sermayeye ve her sahada yabancı mütehassıs elemanlara muhtaç olduğu.

Yukarıda işaret edildiği gibi Amerikan mandası taraftarlarının ileri gelenlerinin de dahil olmak üzere, mühim bir kısmına göre bu meselede diğer âmiller 1. amil kadar ehemmiyetlidir. Onlara göre 1. amil ortadan kalksa, yani Türkiye milli hudutlar içinde müstakil bırakılsa bile, diğer amillerden dolayı Amerikan mandasını kabul etmek zaruridir. Amerika Türkiye’yi mandası altına almayı kabul ettiği takdirde, yine onlara göre yukarıda bir yerde belirtildiği gibi, Türkiye 15-20 yıl sonra istikrarlı ve tam bir demokrasi rejimine kavuşacak siyasî bakımdan kuvvetli, iktisaden müreffeh bir ülke hâline gelecek ve ortak değer veya menfaatlere sahip olarak Türkler ile azınlıklar ahenk içinde yaşayacaklardır.

Hakikatte, Amerika’da çeşitli ırklar ve dinler arasında ahenkli bir kaynaşma vardır. Sebebi de orada hakim olan esas din Hıristiyan dinidir. Amerikan milleti Anglo Sakson kültür ve geleneklere ve tarihe dayanan ortak manevî değerlere sahiptir. Bunlar Amerikan cemiyetini tutan ve hatta gelişmesinde âmil olan aslî bağlardır. Türkiye Amerika’dan çok daha farklı bir duruma sahiptir. Geniş Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde birbirlerinden farklı kültüre sahip çeşitli kavimler yaşadığı gibi, birbirleriyle bağdaşamayan iki ayrı dine (Müslümanlar ve Hıristiyanlar) ve çeşitli mezheplere mensup halk yaşamaktadır. Biz biliyoruz ki ayrı dine mensup topluluklar arasında hiç bir yerde devamlı siyasî ahenk meydana getirmek pek mümkün olamamıştır. Nihayet Amerikan mandası devrinde Türkiye’de kavmiyet fikirlerinin daha da gelişeceği pek tabii idi. Yani din ve kavmiyet ayrılıkları zaruri olarak manda taraftarlarının ümit etmedikleri elim neticeler verecekti. Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da bir veya iki devlet ve Türkiye’nin diğer vilayetlerinde muhtar idareler kurulacaktı. Hülâsa Amerikalılar’ın dedikleri gibi, Amerikan mandası taraftarlarının Türkiye’de kurmayı arzu ettikleri kozmopolit bir idarenin muvaffak olması beklenemezdi.

Acaba Türkiye’de Amerikan mandası tatbik edilse idi, bunu isteyen Türk aydınlarının tasavvurları tahakkuk edebilecek mi idi? Bundan birçok bakımlardan şüphe etmek caizdir. Suriye, Irak gibi Fransız ve İngiliz mandaları altında yaşamış ülkeler bir tarafa bırakılsa bile, uzun müddet Amerika’nın idaresinde kalmış olan Küba’nın bu günkü durumu Amerikan mandasının Türkiye’de bizim aydınların tasavvur ettikleri gibi, bir başarı gösteremiyeceğini ifade ediyor. Sonra, onların diğer bir misal olarak verdikleri Filipinler’de de istikrarlı bir rejimin ve daima gelişen bir hayatın henüz tam olarak yerleşememiş olduğu da bir vakıadır.

Mandater Devlet olarak niçin Amerika tercih edilmiştir? Amerikan mandasını tutan aydınların yazılarında bu tercihin şu sebeplerden ileri geldiği anlaşılıyor

1- Amerika, Avrupa devletleri gibi, sömürgeci bir zihniyet taşımamakta, bütün milletler için iyi niyetler beslemekte ve bütün insanların saadetini ve yükselmesini gaye edinmiş bulunmaktadır,

2- Amerika devleti layık ve milliyetsiz bir hüvviyete sahiptir.

3- Amerika iyi niyetli olduğu gibi bol imkanlara da maliktir.

Bu sebeple kolayca yardım ve yatırım yapabilir, mütehassıs heyetler gönderebilir.

İngiltere sömürgeci bir zihniyet taşıdığından Türkiye için elverişli değildir.

Amerikan Mandası Fikrinin Gelişmesi

Türk halk efkârı, Wilson Prensipleri Cemiyeti mensuplarının Amerikan Başkanı Wilson’a bir muhtıra gönderdiklerini bilmekle beraber, bu muhtıranın muhtevasından haberdar değildi. 31 Aralık tarihli Vakit gazetesi, Amerika’nın Paris ve Londra elçilikleri vasıtasıyle gönderilmiş olan muhtıranın Başkan Wilson’a ulaştırılmış olduğunu bildiriyordu. (19)

Evvelki bahiste bahsettiğimiz Beyannamenin İstanbul gazetesinde çıkmasından sonra, Wilson Prensipleri Cemiyeti mensuplarının fikirlerini yaymak için faaliyete geçtikleri görülüyor. Bu arada Vakit gazetesi baş muharriri, Ahmet Emin de Talim Terbiye Cemiyeti’nde bir konuşma yapmış ise de dinliyenlerin bir çoğu bu konuşmada Wilson Prensipleri Cemiyetinin, Türk milleti’nin idare kabiliyetinden mahrum bulunduğu fikrinde olduğunu ve Amerikan himayesini istediği kanaatine varmıştır (20). Ahmet Emin bu kanaati bertaraf etmek için bir baş makale yazarak orada aynen şu sözleri söylemişti:

“Wilson Prensipleri Cemiyetini teşkil eden zevat bir ecnebi devletin himayesini istemek şöyle dursun bilâkis her türlü himaye tekliflerinin önünü almayı ve istiklâlimizi ve serbesti-i inkişafımızı temin etmeyi maksad-ı esas ittihaz etmişlerdir. Bir ecnebi devletin himayesi altına girmeyi istemek düvel-i mahmiye diye tefrik olunan düşkün devletler sırasına girmeyi kabul etmek demektir. Böyle bir arzu hiçbir Türkün aklının kenarından geçmeyeceği gibi, derin düşünür gayr-ı Müslim Osmanlılar da bu fikre taraftar olamazlar çünkü, vesayet altına giren bir millet kendi kendinden ümidi keserek her şeyi vasilerinden beklemeğe başlar ve bir milleti, mazhar-ı itibar edebilecek yegâne kuvvet olan azm ve iman-ı milliyeden mahrum kılar. Ecnebi vasiler memleketi maddeten cennete çevirseler bile yerli ahali bu cennete gönüllü bir surette merbut olmayan bir misafir vaziyetinde bulunurlar. “Wilson Prensipleri Cemiyeti” himaye ve vesayet fikrini red etmekte, fakat bu memleketi asri ihtiyaçlara muvafık ve cidden kabili sükna bir hale koymak için pek çok mütehassıs dimağların muavenetine muhtaç olduğumuzu derpiş ettiği için muayyen bir müddetle idaremiz ve her vilâyetimiz için mütehassıslardan mürekkep bir heyet-i ıslâhiye davet edilmesine taraftar bulunmaktadır” (21).

Yine aynı muharrir kendisine bu mesele hakkında Darülfünun muallimlerinden Mehmet Emin ve Ahmet Cevad’ın gönderdikleri bir mektup ile ilgili olarak da bir makale yazmıştır. Darülfünun müderrisleri gönderdikleri mektupta Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin beyannâmesi hakkında bazı sualler soruyorlardı. Bu suallerden onların Amerikan yardımının Türkiye’nin istiklalini ihlâl edeceği şüphesinde bulundukları anlaşılıyor. Ahmet Emin verdiği cevapta, (22) mütehassıslar celbinin yalnız memleketin hayrı için düşünülmüş olup, bunun ise milli hakimiyetin sınırlandırılması anlamına gelemiyeceğini belirttikten sonra mütehassıslar celbi hususunda niçin Amerika’nın tercih edildiğini kaydetmiştir.

Ona göre tercih sebepleri şunlardır:

1- Amerika’nın tarafsızlığı.

2- Türkiye’den uzak olması.

3- Siyasî vasıtalar ile iktisadi menfaatler elde etmek maksadını taşımaması.

4- Koyduğu prensipler ile kendini bütün medeniyet âlemine karşı bağlamış olması.

5- Hariçde yatırım yapabilecek pek çok sermayeye malik bulunması.

Ahmet Emin’in, ileride yeri gelince zikredeceğimiz diğer makalelerinde de aynı fikri savunduğu görülecektir. Yani ona göre mesele yalnız memleketin kalkınması ve ilerlemesi için Amerika’dan mütehassıs heyetler getirilmesini temin etmekten ibarettir. Manda veya himaye istenmemektedir. Ancak Ahmet Emin’in, Rauf Ahmet gibi açıkça Amerikan mandasını savunanlara karşı cephe aldığı ve bu fikri benimseyenlerin hatalı bir yolda olduklarını ifade eden bir yazısı görülemiyor. Ahmet Emin yukarıda bahsedilen son yazısında, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin müteşebbis ve müessisi olmadığını ve hattâ idare heyetinde bile bulunmadığını yazmakta, fakat hararetli bir taraftarı olduğunu da saklamamaktadır (23).

Wilson’a gönderilen muhtırada imzası bulunan Yeni Gün gazetesi sahibi ve başmuharriri Yunus Nadi’ye gelince, o da 8 Aralık 1918 tarihinde yazdığı bir makalede (24) Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin beyânnâmesini tahlil ederek onu müdafaa etmiş ve oradaki 4. maddenin istiklalimizi emniyet altına aldığını söylemiştir. Yine ayni muhtırada imzası olan Ali Kemal de, Sabah’ta yazdığı bir yazıda, (25) Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin teşebbüsünü övmüştür. Buna karşılık İsmail Hakkı, Söz Gazetesi’nde (26) Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin Türkiye’yi Amerikan himayesine sokmak için kurulduğunu yazmış ve bu cemiyeti temelsiz bir bina saymıştır.

Halide Edib ise, bu cemiyet hakkında aynen şunları yazmaktadır (27):

” Bütün dünyada kuvvetli bir tesir yapan ve yenilmiş milletlere biraz ümit veren Wilson Prensipleri bizde de büyük bir tesir yaptı. İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazar ve avukatlar tarafından kuruldu. Galiplerin yenilen milletlere hiç bir taviz vermeyecekleri hissediliyordu. Taksim faciasına uğrayan Türkiye tabii olarak dikkatini Wilson gibi hiç bir ülkeye dikmiyen adamın tarafına çevirdi. Gazete mümessilleri Vakit matbaasında toplanarak Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra göndermeğe karar verdiler. Bu muhtıra’nın esası, Amerika’nın Türkiye’ye evvela muayyen bir zaman için barış temin etmesi, yani taarruzdan korunmasını sağlaması, aynı zamanda Türkiye’ye iktisadi yardımda bulunması, bu yıllar esnasında Türkiye’ye mütehassıslar göndererek yeni bir rejim kurması ve iç kalkınmayı sağlamasından ibarettir. Cemiyet 1918 yılı Kasım ayında kuruldu. İki ay içinde ortadan kalktı. Çünkü Doğu Anadolu halkı da başından beri bunun aleyhinde idi.”

Wilson’a gönderilen Muhtıra’nın şayanı dikkat tarafı orduya ait hiç bir ifadenin bulunmayışıdır. Çünkü Halide Edib’in dediği gibi, Amerika Türkiye’yi taarruzdan koruyacağı için buna lüzum yoktur. Bu durumda Ahmet Emin’in yukarıda kaydedilen sözlerini nasıl tefsir etmelidir?

Gerçi Halide Edib’in dediği gibi Wilson Prensipleri Cemiyeti ortadan kalkmış ise de, fikirleri yaşamış ve başta seçkinler olmak üzere aydınlar arasında yine pek çok taraftar kazanmıştır. Öyle ki Mayıs sonlarında Amerikan mandası matbuatta, siyasî toplantılarda, açıkça müdafaa edilmeye başlanmıştır. İşgallerin devam etmesi ve bu arada İzmir’e Yunanlılar’ın çıkması, aydınlara, Türkiye’nin İtilâf Devletlerince mutlak surette parçalanacağı kanaatini vermişti. İzmir’in işgal edilmesinden beş altı gün sonra da İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulduğu görüldü (28). Bu cemiyet yayınladığı beş maddelik bir beyânnamede gayesinin, idaresi altında milyonlarca İslâm nüfusu bulunan İngiltere ile Hilâfet ve Saltanatı kendisinde toplayan Osmanlı Devleti arasında öteden beri mevcut olan bağları ve dostluğu kuvvetlendirmek olacağını bildiriyordu.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulmasında, İngiltere’nin teşvikinin ve padişahın arzu ve tasvibinin âmil olduğu anlaşılıyor. Padişah Vahideddin, Türkiye’nin mukadderatında İngilizlerin en mühim rolü oynayacakları fikrinde olduğu için, onların sempatisini kazanmak ve onları memnun edecek bir siyaset izlemek yolunu tutmuş ve Damad Ferit Paşa’yı bu takip edeceği siyasette kendisine en baş yardımcı bulmuştu. Cemiyetin asıl gayesi ise Türkiye’de İngilizler lehinde bir hava yaratmak ve Amerikan taraftarlığına karşı İngiliz taraftarlığını yaymak ve benimsetmek idi.

İngiliz Muhipler Cemiyeti, yalnız İstanbul’da görülen Amerikan Mandası cereyanına karşı, bir alternatif olarak ortaya atılan İngiliz mandası fikrini yaymak için hükümet merkezi ile yetinmiyerek taşrada da şubeler açmıştı. Bu şubelerin Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın şubelerinin bulunduğu yerlerde açılmış olması bir tesadüf değildir. Çünkü bu cemiyet ile adı geçen fırka arasında çok yakın bir münasebet vardı. Sait Molla, Rıza Tevfik, Şehremini Cemal Paşa, Miralay Sadık, Gümülcineli İsmail, Mustafa Sabri (Şeyhülislam) ve Mehmet Ali (Dahiliye nazırı) Âdil (Dahiliye nazırı) ve daha pek çokları, her iki teşekkülde de faal vazifeler almış şahıslar idiler (29).

Böylece Hürriyet ve İtilâf Fırkasının da İngiliz mandası taraftarları olduğu anlaşılmış bulunuyor. Gerçekten bu fırka’nın reisi Miralay Sadık Bey’in aşağıda bahsedilecek olan Saltanat Şûrasında, isim vermeyerek, İngiliz mandası fikrini savunduğunu biliyoruz. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın, Damad Ferid Paşa’nın vücuda getirdiği kabinelere mühim sayıda vekiller verdiğini de kaydedelim. Yukarıda Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucusu olarak gördüğümüz Ali Kemal ise, şimdi her iki teşekküle intisab ederek İngiliz taraftarları arasında yer almıştı. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin İstanbul adını taşıyan Türkçe bir gazetesi vardı. Gerek bu gazete, gerek Refik Cevad’ın (Ulunay) Alemdar gazetesi İngiliz mandası fikrini savunan ve onu yaymağa çalışan yayın organlarının başında geliyordu. Mayıs ayının sonlarına doğru, yapılan propaganda ile İngiliz mandası cereyanı İstanbul-‘da mühim bir gelişme kaydetmişti. Adı geçen cemiyetin mensupları arasında bir çok hanımlar da bulunmakta ve yapılan propagandalara katılmakta idiler.

Amerikan mandası taraftarlarının sayılarının artmasında ve gittikçe müessir bir hale gelmelerinde İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin faaliyete geçmesi de bir amil olmuştur. Söylemek   mümkün olabilir ki, bu yüzden Amerikan mandası taraftarları, İngiliz mandasını istemiyenlerin katıldığı bir cephe vasfını da kazanmıştır. Fakat bu her iki gruptan farklı düşünenler de vardı; bunlar kurtuluş çaresini silaha sarılmakta buluyorlardı. Türk halkının büyük bir kısmını bunlar teşkil ediyordu. Mayıs’ın sonlarına doğru İstanbul’da aydınlar arasında bu iki devletten hangisinin mandasının tercih edilmesi gerektiği hususunda tartışmalar yapıldığı görülmekte idi. Bu münasebetle İsmet Bey (İnönü) İstanbul’dan Erzurum’da 15. Kolordunun başında bulunan arkadaşı Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta mandayı “yaldızlı bir hapa’’ benzetiyordu (30).

25 Mayıs’ta, Vakit gazetesinde “Himaye değil İstiklâl” adlı bir başmakale yayınlanmıştı. Bu makale Yusuf Razi mahlaslı bir şahıs tarafından yazılmıştı. Gazete’nin asıl başmuharriri olan Ahmet Emin bu esnada Kütahya’da sürgünde bulunuyordu. Yusuf Razi bu makalesinde öğrenildiğine göre Darülfünun müderrisleri adına İtilaf Devletleri mümessillerine, Dr. Akil Muhtar Bey tarafından verilen bir muhtırada, «himaye değil, istiklâl» talep edildiğini bildirmişti. Yusuf Razi de, bahsedilen bu başmakalesinde (31) istiklal fikrini savunmuş ve bu hususta şunları yazmıştı:

“Biz yalnız muavenet ve müzaheret isteriz, yoksa ne İngilizler ne Amerikalıların ne de hiç bir devletin himayesini talep edecek kimse yoktur. Efendiler Çanakkale siperleri önünde denizden, karadan üzerlerine yağdırılan demir ve ateş tufanına karşı göğüslerini gererek feda-yı can eden şehitlerimizin kanları daha kurumadı. Mısır, Tunus birer Türk eyaletiydi. Türkiye ne Mısırdır ne de Tunus… ”

Bu makalenin çıkmasından bir gün sonra Padişah Mehmet Vahideddin’in emri üzerine, Yıldız Sarayı’nda bir toplantı yapıldı. Şûra-yı Saltanat adı verilen bu toplantı, Yunanlılar’ın İzmir’i işgal etmesi üzerine yapılmıştı. Burada ne yapılması gerektiği görüşülecek ve bir karara varılacaktı. Bu toplantıya muhtelif fırkaların, müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin, matbuatın, Darülfünun’un, Temyiz mahkemesinin, Divan-ı Muhâsebaât’ın ve diğer bazı cemiyet ve dairelerin temsilcileri katılmıştı. Bu toplantıdan maksad, memleketin mukadderatı hakkında başlıca fikir ve görüşlerin ne olduğunun bilinmesi idi.

Oturumun Padişah tarafından açılmasından sonra, Sadrazam Damad Ferid Paşa, hükümetin memleketin duçar olduğu feci durum ve siyasî ahval hakkında takip ettiği siyaset ve yaptığı icraatı bildiren bir yazıyı okudu. Ferid Paşa’nın verdiği izahlar mecliste bulunanların çoğunu tatmin etmedi. Bu sebeple birçok hatipler söz alarak, Ferid Paşa’nın yaptığı açıklamanın meclisi tam bir aydınlığa kavuşturmadığını, birçok cihetlerin mübhem ve meskût geçildiğini söyliyerek tenkitlerde bulundular. Dr. Akil Muhtar Bey ve baro reisi Celâlettin Arif Bey millî birlik ve beraberliğin lüzumu üzerinde durdular. Hukuk Fakültesi temsilcilerinden Selahaddin Bey de, milli birlik ve beraberliğin zaruretini, hükümetin millete dayanması ve milletin de hükümete itimad etmesini kaydettikten sonra, himaye ve manda isteklerinin niçin menedilmediğini sormuş ve hariçte ne istediğimizi bilmediğimiz zannı uyandığını, millî sınırlar içinde, istiklal istenmesini söylemişti (32).

Baro reisi Celâlettin Arif Bey de, yeniden söz alarak tamamen Selahaddin Bey’in fikrine katıldığını ifade etmiştir. Bunu müteakip matbuat temsilcisi İstiklâl gazetesi başmuharriri Rauf Ahmed Bey söz alarak bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında onun da tek çıkar yol olarak manda fikrini teklif etmesinden millî bütünlüğün muhafazası endişesinin âmil olduğu anlaşılıyor. Ancak onun bu fikrinde diğer meslektaşlarda olduğu gibi başka amillerin de payı olduğu ve onun, Hâlide Edib gibi düşündüğü görülüyor. Nitekim Saltanat şûrasında yaptığı konuşmanın bir yerinde “Bize bırakılacak memleketimiz için lazım gelen maddî ve manevî unsurlara malik miyiz ? Değiliz” dediği gibi, 4 Haziran tarihli bir makalesinde de aynı fikri savunarak şunları yazmıştı: (33)

“Biz de memleket-i hüsn-i idare edebilecek esbab ve evamilin, hükümet adamlarının kafi miktarda mevcut olduğuna kail değilim. Son beş senelik idare-i müstakilemiz meydandır. Hep bu mülâzaatın şevkiyle sulh konferansında her şeyden evvel siyasi, iktisadi ve harsi birliğimizin, milli vahdetimizin müdafaa ve siyasetine taraftarım. Ondan sonra da Cemiyet-i Akvam’ın tahtı tekeffülünde sarih ve mazbut şeraitle muvakkat bir Amerikan vekaleti tayin olunmalıdır. Amerikan mandasını tercih edişimizin sebebi, iki sene yakından gördüğümüz bu memleketin tarih-i siyasiyesinin emniyet bahş olmasıdır.’’

Anlaşıldığı gibi, bu yazısında onun Amerikan mandasının kabul edilmesi fikrinin asıl amili açıkça görülmektedir. Yani memleketin iyi bir şekilde idare edilebilmesi için evsaflı yahut dirayetli devlet adamları da yoktur. Ona göre Türkiye’nin geçici bir süre için muhakkak manda idaresi altına girmesi lâzımdır. O konuşmasının bir yerinde “ Mandayı Amerika kabul etmez ise bu, İngiltere veya başka bir devlete teklif edilmelidir” demişti. Bu bakımdan o, belki Halide Edib ve İzzet Paşa ve daha birçok Amerikan taraftarlarından ayrılmış görünüyor.

Rauf Ahmet Bey’in bu uzun konuşmasına karşı, Saltanat Şûrasında bulunanlardan herhangi biri, Rauf Ahmet Bey’e etraflı bir cevap vermemişler, sadece Darülfünun müderrislerinden Yusuf Ziya Bey, Rauf Ahmet Bey’in teklifinin burada zikredilemeyeceğini söylemiştir. Bir de, Rauf Ahmet Bey, Amerikan mandası derken gürültüler olmuştur. Sadrazam Damat Ferit Paşa dahi “Himaye bahis konusu olamaz,” diyerek itiraz etmişti (34).

Diğer matbuat temsilcisi Velit Bey’e (Tasvir-i Efkar ) gelince, Şûra’da bir konuşma yapmamış olmakla beraber onun da meslekdaşı Rauf Ahmet Bey gibi aynı fikirde olduğu anlaşılıyor (35). Görüldüğü üzere Velit Bey, Rauf Ahmet Bey tarafından ortaya atılan manda kabul edilmesi teklifinin müzakere edilip edilmiyeceği üzerinde çıkan bir tartışmada teklifin müzakere edilmesini müdafaa etmişti. Böylece, onların, temsil ettikleri matbuat cemiyetinin mühim bir kısım üyelerinin arzu ve temayüllerine göre de hareket ettiklerinden şüphe edilmez.

Saltanat Şûrasın da matbuat temsilcilerinin manda meselesi üzerinde yalnız bırakılmadığı görülüyor. Milli Ahrar Fırkasından Refik Bey, Türkiye için bir vekâlet-i idariye teşkilinin gerektiğini söylediği gibi, (36) Vahdet-i Milliye adına konuşan Hamid Bey de, halkının çoğu Müslüman olan vilâyetlerin parçalanmasının Vahdet-i Milliye’nin kabul edemeyeceğini belirttikten sonra “şayet mandaya lüzum olursa hepsinin müttehid ve bir kitle olarak bir mandater tarafından idaresi kabul olunabilir,, demişti (37). Şûra’ya eski Moskova elçimiz Galip Kemali Bey de dâvet edilmişti. Galip Kemali Bey, yalnız başımıza devlet gemisini bu tehlikeli durumdan kurtarmanın mümkün olmadığını, bir devletin geçici ve muayyen bir zaman için selâmet ve medeniyet yolunda bize rehberlik etmesi gerektiğini söylemiştir (38).

Hürriyet ve İtilâf Fırkası reisi Miralay Sadık Bey’e gelince, onun da şu sözlerinden İngiliz mandasını savunduğu anlaşılıyor: “ ….ve yer yüzünde bir unsur-u müsalemet olmaya çalışarak zavallı milletimizden başka Hindistan’daki dindaşlarımızın da menfaati namına devlet-i âliye’nin kadim ve tarihi hayırhahı bulunan muazzam bir devletin mevcudiyet-i milliye ve siyasiyemizi muhafaza etmek suretiyle müzaheret ve muavenetini temine çalışmanın muvafık olacağı mütalâasındayım,, (39). Sadık Bey’in Mısır’daki ikameti esnasında İngilizler tarafından himaye edildiği, onlardan maddi yardım gördüğü bilinmektedir (40).

Saltanat Şûrası, Türk seçkinlerinin Türkiye’nin mukadderatı hakkında nasıl kötümser ve ümitsiz bir ruh haleti içinde bulunduklarını açıkça meydana koymuştur. Oturumu açan Padişah bile dışarı çıktıktan sonra “Karılar gibi ağlıyorum,, demişti (41). Orada bulunan her hangi bir kimsenin Türkiye’yi parçalamak ve istiklalini elinden almak için girişilen hareketlere azimle karşı konmasını savunduğu görülmemişti. İşte oradaki karamsar havadan dolayı Rauf Ahmed Bey, açıkça mandadan bahsedebilmiş ve hatta görüldüğü gibi bu hususta kendisini destekleyenler bile çıkmıştır.

Şûra’nın neticesine gelince, bunun, tam bir fiyasko olduğunda yerli yabancı herkes birleşiyordu.

Saltanat Şûrasında manda meselesinin konuşulması dolayısı ile yine Yusuf Razi Vakit Gazetesinin 30 Mayıs tarihli nüshasında manda aleyhinde bir makale yazdığı gibi, Ahmed Selahaddin Bey’de aynı gazete’nin ertesi günkü nüshasında bu fikrin çok yanlış olduğunu ifade eden bir yazı yayınlamıştır (42). Ahmed Selahaddin Bey bu makalesinde “ltiraf-ı aczden fâide beklemek abestir. Teşkil-i hükümet lâyık ve vesayetine mâlik olmayan hurda ve mürde milletlerin bile tanındığı esnadâ 650 senelik koca bir devletin ağzından bu işi beceremiyorum itirafının çıkması büyük bir zuldür. Çanakkale’nin müdafileri bu zillete lâyık değildir,, demiş ve 2 Haziran tarihli makalesinde de (43) İstiklâl fikrini savunmuştur. Ahmed Selahaddin Bey daha sonra Tarik Gazetesi’nde de Müslihiddin Adil Bey ile birlikte dâima istiklâli savunan yazılar yazarak manda fikrine karşı giriştiği mücadeleye devam etmiştir.

Anadolu gazetelerine gelince, Erzurum’da çıkan Albayrak Gazetesi, “Vilâyet-i Şarkiye Ermenistan olamaz,, diye İstanbul Gazetelerine şiddetle çatmıştır. Sivas’ta çıkan îrade-i Milliye Gazetesi, bu her iki gazete de milletin sesine tercüman olmuş ve onu bütün dünyaya duyurmağa çalışmışlardı.

Şuna da işaret etmek isterim ki her ne kadar görüş ve  fikir ayrılığı varsa da bütün bu zevat sadece bir noktada birleşmiş oluyorlardı, “Vatanın kurtarılması,,. Bundan dolayı o zamanki şartlar içinde onlara göre ancak bir çıkar yol vardı ki o da, manda idaresi altına girmekti. Mandanın aleyhinde bulunanlar bile başka bir çıkar yol düşünemiyorlardı. Sadece Mustafa Kemal Paşa ve bir iki yakın arkadaşı yukarıda bahsettiğimiz şahıslardan daha ayrı bir görüşe sahiptiler.

Saltanat Şurası’nın toplantısından bir hafta sonra, İstanbul’a Crane’nin başkanlığında bir Amerikan heyeti çıkageldi. Bu heyet Yakın Doğu ülkelerindeki halkların fikirlerini öğrenmek için gönderilmiş bulunuyordu. Bu heyetin gelişinin, Amerikan mandası taraftarlarını sevindirdiğini ve faaliyetlerini arttırdıklarını izaha hacet yoktur.

Bu sırada Türk Hükümeti’nin müracaatı üzerine barış yapılması için, Paris Barış Konferansı Türk Hükümetini Paris’e çağırmış olduğu gibi, büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Paşa da Anadolu’da milletine kurtuluş yolunun ne olduğunu anlatmağa ve kurtuluşun ilk ümit ışıklarını saçmağa başlamıştı.

Paris Barış Konferansı ilk toplantısını muhtelif sebeplerden dolayı ancak 18 Ocak 1919 tarihinde yapabildi. Bu Konferansta, Amerika’yı Başkan Wilson, Hariciye Nâzırı Robert Lansing, İngiltere’yi Başbakan Lloyd George ve Hariciye Nâzırı Balfour, Fransa’yı Başbakan Clemenceau ve Hariciye Nâzırı Picon, İtalya’yı Başbakan Orlando ve Hariciye Nâzırı Sonnino temsil ediyorlardı. İtilâf Devletleri murahhasları ilkin kendi aralarında toplanarak muharip devletler ile yapılacak barışın esaslarını müzakere etmeye başladılar.

Almanya ile yapılacak barış şartları kararlaştırılırken, Osmanlı Devleti ile yapılacak barışın esasları üzerinde görüşmeler yapılıyordu. Bu görüşmeler esnasında, bir taraftan Konferansa memleketimin istekleri hakkında bir muhtıra vermiş olan Yunanistan Başbakanı Venezilos, diğer taraftan kesif bir kulis faaliyetine girişmişti. Fiume meselesinden Amerikan Başkanı Wilson ile İtalya heyeti arasında vuku bulan şiddetli bir tartışmadan sonra İtalya heyeti konferanstan çekilince, Venezilos için ümit ışıkları daha kuvvetli bir şekilde belirmeğe başladı. İtalya evvelce yapılan anlaşmalara dayanarak İzmir’in kendisine ait olduğunu iddia ediyordu ve 7 harp gemisi hazır halde bekliyordu.

Venezilos, Lloyd George’un şahsında kuvvetli bir hâmi bulmuştu. Lloyd George büyük bir ‘Yunanistan’ın’ Yakın Doğu’daki İngiliz menfaatleri için çok faydalı olacağı kanaâtindeydi. Lloyd George kuvvetli bir Yunanistan’ı İngiltere’nin tabii bir müttefiki ve hatta İngiliz menfaatleri’nin bekçisi olarak görüyordu. Giritli Yunan Başbakanı aşırı nezaket ve uysallığı veya Yunanlılara has dalkavukça davranışlarıyla, Wilson ile yaptığı bir mülakatta, aslen İrlandalı olan Amerikan Başkanı üzerinde müsbet bir tesir yapmağa muvaffak olmuştu. Venezilos 30 bin Yunanlının hayatının tehlikede olduğunu söylemesi üzerine, Wilson da Mütareke hükümleri’nin İtilâf Devletlerine asker çıkarma hakkı verdiğini ileri sürdü. Clemenceau çıkartma yapılmadan evvel Türklere haber verilmesinin icap ettiğini söyledi eğer bu yapılmazsa mütareke şartlarına riayet edilmemiş olunacaktı.

Başkan Wilson ise, Türklere çok evvelden haber verilmesine razı değildi. Çünkü Türklerin karşı koymak için hazırlık yapmasından korkuyordu. Uzun münakaşalardan sonra İtalyanlara bir iki gün evvel haber verilecek ve onların ayın ondördünden evvel İzmir önlerine gelmemeleri bu suretle temin edilmiş olacaktı. Türkler’e ise, İzmir Kaleleri’ni itilâf Devletlerine teslim etmeleri 36 saat evvel ve İzmir’in işgal olunacağı da ancak 12 saat evvel bildirilecekti (44).

Bu yapılmış ve Yunanlılar 15 Mayıs 1919 da İzmir’i işgal etmişdi. Wilson Yunanistan’ın, İzmir sancağını işgal ve orayı mandater bir devlet sıfatiyle idare etmesine rıza göstermişti. Wilson böylece konferansta bizzat kendisinin koyup bütün dünyaya ilân ettiği prensiplere aykırı bir yol tutmuştu. İngiliz ve Fransızlar Meriç’ten İstanbul’a kadar uzanan toprakların da Yunanistan’a verilmesini teklif ettiler ise de, Wilson bu teklife katılmadı ve bu toprakların merkezini İstanbullun teşkil edeceği beynelmilel bir devlete verilmesi fikrini ortaya attı. Neticede bu meselenin daha sonra görüşülmesine karar verildi.

Mayıs ayında Almanlar ile yapılacak barışın esasları tesbit olunmuş ve doğrudan doğruya Türkiye ile ilgili meselelere geçilmişti. Bunu haber alan Sadrazam Damad Ferit Paşa çektiği bir telgrafla Türk murahhaslarının Paris’e çağrılmalarını rica etti. İngiltere ve Fransa murahhasları bu talebi kabul ettiler ise de, Wilson itiraz etti. Wilson’un itirazı anlaşılacağı üzere Türk heyetinin İzmir’in işgali karşısında ona bizzat koymuş olduğu Prensipleri hatırlatacakları kaygısından ileri geliyordu. Diğer devletlerin murahhaslarının bu mahiyette bir taahhütleri olmadığı için onlarda böyle bir kaygı yoktu. Bu sebeple murahhaslar, Türklerin bu işgal dolayısı ile yapacakları protestoyu tabii bulacaklarını söylemişlerdi (45).

Saltanat Şurasının toplanmasından pek az sonra (31 Mayıs) sadrazam Damad Ferit Paşa, eski Sadrazamlardan ayan azası Tevfik Paşa ve Feylozof Rıza Tevfik Bey’den müteşekkil bir heyet barış yapmak için Paris’e gitti.

Türk heyeti’nin birinci murahhassı Ferid Paşa ve ikinci murahhassı Tevfik Paşa Paris’e ayrı ayrı zamanlarda geldiler. Ferid Paşa, o gelmeden tek başına konferansa gitmiş ve hazırlamış olduğu bir muhtırayı okumuştu. Damad Ferid Paşa’nın muhtırası başlıca şu fikirlere dayanmaktaydı (46):

1- Harbin ve harp esnasında yapılan cinayetlerin mesuliyeti Türk milletinin olmayıp, ihtilal hükümeti ileri gelenlerine aittir. Bunlar bolşeviklerden farksızdırlar.

2- İstanbul’da yapılmış olan Muhakemede bu komite ileri gelenleri mahkûm olmuşlardı. Bu husus da Türk Milletinin beraatini göstermiştir.

3- Barış Osmanlı Devleti’nin harpten önceki toprak bütünlüğü esası üzerine yapılmalıdır. Muvazene bunu icab ettirdiği gibi, 300 milyon müslümanın menfaatleri de buna bağlıdır.

4- Bundan sonra Osmanlı milletinin asıl vazifesini iktisadi ve kültürel faaliyetler teşkil edeceğinden, işgallere son verilmelidir.

Damad Ferid Paşa’nın, Türkiye’yi harbe, bir kaç kişinin soktuğunu söyleyerek Türk milletini mesuliyetten kurtarmak istediği görülüyor. Buna karşılık o harbin mesuliyeti meselesinde Rusya ve itilâf Devletlerine karşı en küçük bir imada bulunmaktan dikkatle kaçınmıştır. Yine Ferid Paşa harp içinde, Türk milleti vatanını müdafaa ederken kendisini arkadan vuranların cezalandırılmalarını feci cinayetler olarak vasıflamış ve bunun mesuliyetini de Rus ihtilâlcilerine benzettiği İttihat ve Terakki Cemiyeti yönelticilerine yüklemiştir. Fakat onun bu iddiaları, tahmin edileceği üzere, İtilaf Devletleri murahhaslarınca reddedilmiştir.

Görüldüğü gibi, Damad Ferit Paşa’nın muhtırasında Toros dağlarının ötesindeki halkın konuştuğu dilin Türkçeden farklı olduğu ifade olunmuştur. Ferid Paşa’nın bu sözler ile Suriye ve Irak’ı kasdettiği anlaşılıyor ise de, “Torosların ötesindeki,, ibaresi aynı zamanda Çukurova, Hatay, Maraş ve Antep bölgelerinde de Türkçeden farklı bir dil konuşulduğu manasına gelir ki, bunun hayrete şayan bir gaflet olduğu meydandadır.

Ferid Paşa muhtırasını çok yumuşak bir üslûp ile kaleme almıştı. Mütareke isteğinin Wilson Prensipleri’nin adilane bir şekilde tatbik edileceğine inanıldığı için yapıldığını ifade etmiş bulunmakla beraber bu prensiplere gereken ehemmiyetin verildiği ve onlar üzerinde fazla durulmadığı söylenebilir. Ferid Paşa yapılmış olan işgalleri, esaslı delillere dayanarak kuvvetli bir şekilde protesto etmiyor. O muhtırasında sadece bunlara bir son verilmesini istiyor. Osmanlı Sadrazamı İzmir’in işgali hakkında da, bunun müdafaa vasıtalarından mahrum Müslüman halk üzerinde en müessir cinayet vukuuna sebebiyet verdiğini ifade etmekle yetinmiştir. Halbuki biraz önce kaydedildiği gibi, galip devletler murahhasları İzmir’in işgalinden dolayı Türk heyetinden bir protesto beklemekte olup bunu tabii bir şekilde karşılamaya hazırlanmışlardı.

Ferid Paşa’nın harbin mesuliyeti, Ermeni mukatelesi, Wilson Prensipleri ve mütareke talebinin bununla alâkası ve nihayet yapılmakta olan işgallerin haksızlığı gibi esaslı meseleleri birer birer ele alıp bunları gerektiği şekilde müdafaa etmediği muhakkaktır. Hülasa Türk muhtırası her bakımdan dirayetsiz, bilgisiz ve aciz bir kalemin mahsulü idi. Böyle bir muhtıranın acı bir cevaba muhatap olacağı beklenebilirdi. Nitekim de öyle oldu.

Gerçekten, muhtıranın Osmanlı devleti murahhası tarafından okunmasını müteakip, toplantıya bir müddet ara verildi. Tekrar toplandığında, Konferansın başkanı Clemenceau muhtıranın gayet dikkatli dinlendiğini ve buna cevap hazırlanacağını, fakat meşguliyetlerinin fazla olması dolayısı ile bu cevabın bir kaç gün sonra verileceğini bildirdi (47).

Türk murahhaslarına verilecek cevap İngiliz Hariciye Nâzırı Balfour tarafından hazırlandı ve Clemenceau’nun imzası ile Türk heyetine gönderildi. itilâf Devletleri ve “müşarik devletler,, adına verilen cevabî notada, barışın Wilson Prensiplerine göre yapılacağına ait bir ifade olmadığı gibi, işgallerin muvakkat olduğuna dair de bir kayıt yoktur. Buna mukabil Ferid Paşa’nın birçok iddia ve talepleri açıkça red olunmakta ve asırlarca Macaristan’dan Arabistan’a, Cezayir’den Kafkasya’ya kadar uzanan yerlerdeki kavimleri adaletle idare eden bu geniş sahada içtimai ve kültürel eserleri vücuda getirmiş bir kavim hakkında “Türkün mahareti ülkelerin bayındırlığı hususunda tanınmış değildir„ gibi iftiralar yapılmaktadır.

Bu ve “Türklerin idarecilik kabiliyetine sahip olmadıkları,, gibi iftiralar ile diğer isnatlar İtilâf Devletlerinin Türk İmparatorluğunun devamı şöyle dursun, bizzat Türkiye’nin mukadderatı hakkında, işgalleri teyid ederek, kaygı verici niyetler beslediklerini açık bir şekilde göstermektedir. Bu, Türk milletini, öz topraklarının en değerli parçalarını alarak ve her türlü istiklâlden mahrum bırakarak yoksul Anadolu yaylasında hapsetmekten başka bir şey değildi. Sévres mahkûmiyeti bu noktada görülüyordu.

Türk murahhas heyeti “Maksadın ifadesi,, olan bu cevabi notayı alınca her halde hayal kırıklığına uğramamış olsa gerektir. Görmüş olduğumuz gibi işgaller ve gelen haberler ile Türklere böyle bir kaderin çizileceği anlaşılmış idi.

Damad Ferit Paşa, 23 Haziran’da Kongre’ye beyhude yere ikinci bir muhtıra takdim etti. Bu muhtırada bilhassa toprak meselesi ele alınıyordu ve bu hususta şu taleplerde bulunuyordu (48):

1- Edirne vilayetinin kuzey ve batısındaki yerler ile, halkının büyük çoğunluğu Türk olan Batı Trakya Türk sınırları içinde olmalıdır. Yani Karadeniz’deki Zeytinburnu’ndan başlayıp, Demir Hanlı, Cesr-i Mustafa Paşa, Kara-Balkan, Kara Su’nun ağzında sona eren bir hudut istemektedir.

2- Asya’daki Türk toprakları kuzeyde Karadeniz ile çevrilidir. Doğuda ise harpten önceki Türk-Rus ve Türk-İran sınırları esastır. Güneyde ise sınır, Diyarbekir ve Musul vilayetlerini ve Haleb Vilayetinin bir kısmını içine alarak Akdeniz’e ulaşır.

3- Tarihi ve ikdisadi sebepler ile Anadolu’ya bağlı olan kıyıya yakın adalar geniş bir muhtariyet ile Osmanlı hâkimiyeti altında kalmalıdır.

4- Erivan bölgesinde kurulmuş olan Ermeni Cumhuriyeti, İtilâf Devletleri tarafından tanınırsa, Osmanlı murahhas heyeti bu cumhuriyet ile Osmanlı Devleti arasındaki hudut hattına ait ad referandum (kabul edilen şartlar) üzerinde ‘müzakereye girişmeğe razı olacaktır. Osmanlı Hükûmeti, bu yeni Cumhuriyetin tebası olmak isteyen Ermenilere elinde olan bütün kolaylıkları göstereceklerdir. Onların Türkiye’de kalmak İsteyen ve Trakya’ da, Kafkasya’da ve diğer yerlerde dağınık bir halde yaşayanlarına da öbür azınlıklar gibi, içtimaî, harsi ve iktisadi gelişme imkanları bahşedilecektir.

5- Türk vilayetlerinin güneydeki, Suriye, Filistin, Hicaz, Asir, Yemen ve Irak gibi Arap ülkeleri padişahının hükümranlığı altında geniş bir idari muhtariyete sahip olacaklardır. Hicaz müstesna olmak üzere, idari muhtariyet kazanmış vilayetlerin valileri padişah tarafından tayin edilecek, burada padişahın bayrağı dalgalanacak, adalet onun adına icra edilecek ve para onun adına basılacaktır.

6- Osmanlı hükümeti Mısır’ın ve Kıbrıs’ın siyasi durumlarını açıkça tayin etmek için Britanya hükümeti ile müzakerelere girişmeğe hazırdır.

Bundan sonra muhtırada diğer hususlar hakkında şu fikirler yer almaktadır:

a- Osmanlı hükümeti, yukarıda imparatorluğunun yeni teşkilatı hakkındaki fikirlerini beyan etmekle beraber, mali, iktisadi ve hukuki meselelerde, sonradan Barış Konferansına yapacağı söz hakkını muhafaza eder. Bu teşkilat işi halledilince anlaşma ile tayin edilecek kısa bir zamanda işgal kuvvetleri Osmanlı topraklarından çekileceklerdir. Mamafih İtilâf Devletleri’nin işgal kuvvetleri gerekirse imparatorluğun bazı bölgelerinde bir müddet daha kalabilir.

b- Türkiye’de hiç kimse durumun nezâketinden habersiz değildir. Fakat Osmanlı milletinin fikri aşağıdaki hususlarda gayet sarihtir. İmparatorluğun parçalanması veyahut onun muhtelif mandalar altında bölünmesi kabul edilmiyecektir. Hiçbir hükümet, milletin bu isteğine muhalefet edemez. Bunlar arasında, Torosların ötesindeki halk ve hatta çöllerdeki göçebeler de vardır. Bunlar da asırlardan beri yerleşmiş ve kutsallaşmış olan Osmanlı birliğinden kendilerini ayırmak istememektedir.

Eyaletlerde teşekkül etmiş olan pek çok vatansever cemiyetlerin beyannamelerinden ve İstanbul’daki büyük mitinglerden ve hükümetin her gün halkın muhtelif tabakalarından aldığı telgraflardan tek bir fikir ortaya çıkıyor : “Birlik ve İstiklâl”

Sulh Konferansının adalet duygusuna inanan Osmanlı milleti meşru emellerine uygun olan bir hal çaresine erişmek hususunda ümitsiz değildir ve büyük bir ihtiyaç olan devamlı bir barışın tesis edilebilmesini arzu etmektedir.

İşte, ikinci muhtıranın başlıca esaslarını bu zikredilenler teşkil etmektedir. Bu muhtırada, Türk milletinin memleketin bütünlüğünün ve istiklâlinin muhafazası şeklindeki azimli kararının aksettirilmiş olduğu görülüyor. Bu muhtırayı veren Damad Ferid Paşa’nın gayet haklı olarak Türk milleti için idam hükmü şeklinde vasıflanan Sévres muahedesini nasıl tereddüt etmeden imzalamış olduğuna hayret etmemek mümkün değildir.

İtilâf Devletlerine gelince, onlar tabii menfaatleri ile hiç bağdaşmadığı için, bu ikinci muhtırayı da ciddiye almamışlar ve hattâ cevap vermek lüzumunu dahi duymamışlardır. Hatta İngiliz Başbakanı Lloyd George Türk murahhaslarına ne gibi bir cevap verilmesi icab ettiğini sorduğunda, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson, Clemenceau’nun imzasını taşıyan ve İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un hazırladığı notayı kastederek, Balfour’un onlara gereken cevabı verdiğini söylemiştir. Halbuki Lloyd George’un sorduğu sualden asıl kastettiği şey, Türk murahhaslarının daha fazla Paris’te kalıp kalmamaları hususu idi. Clemenceau onların dinleyici olarak kalmalarını teklif etti ise de, Wilson bunu reddetti. Esasen Wilson, evvelce kaydettiğimiz gibi, Türk murahhaslarının Paris’e gelmelerine itiraz etmişti. Hattâ onun Türk murahhasları hakkında ağır sözler söylemekten kendini alamadığı görülüyor.

Meselâ bir defa onlar için “Aklı selimden mahrum insanlar,, demişti. Yine bir oturumda Türk murahhaslarından bahsedilirken, onların Konferanstakileri ahmak yerine koyup büyük yalanlar yutturmağa kalktıklarından bahsetmişti. Wilson, lâyık olmadıkları halde Türkler’in Konferansa çağrılıp, nezaketle karşılandıklarını kendilerine kâfi derecede alâka gösterildiğini söyliyerek artık onların Paris’te bir işleri kalmadığını ve ülkelerine dönmeleri gerektiğini bildirmişti.

İngiltere Başbakanı Lloyd George, Türk heyeti burada iken onlar ile barışın yapılmasını teklif etti ise de, Clemenceau bilhassa Almanya ile henüz barışın yapılmamış olmasından ötürü, bu teklifi kabul etmediği gibi, Wilson da bazı meseleler hakkında karar verebilmesi için Amerikan halk efkârının fikrini öğrenmek mecburiyetinde olduğunu bildirdi. Wilson’un Amerikan halkının fikrini öğrenmek istediği meseleler, İstanbul ve Boğazları içine alacak bölge ile Doğu Anadolu’da yaratılacak bir Ermeni Devletinin Amerikan mandası altına alınıp alınmayacağı hususları idi. Bu sebeple Türklerle barışın, Amerika’nın, zikredilen meseleler hakkında kesin fikrini bildirmesinden sonra yapılmasına karar verildi. Bununla ilgili olarak Türk murahhaslarına gönderilen ve İngiliz Hariciye Nazırı Balfour’un imzasını taşıyan 28 Haziran tarihli bir mektupta, Türk menfaatleri’nin yanında başka menfaatlerin de bulunduğu için birçok meseleler hakkında hemen karar vermenin mümkün olmadığından bahis ile Türk murahhaslarının Paris’te kalmalarına daha fazla lüzum olmadığı bildirildi (49). Bunun üzerine Türk heyeti Türkiye’ye döndü. Bu dönüş Türk aydınları arasında büyük bir üzüntü ve yeis meydana getirdi.

Amerikan Tahkik Heyeti’nin İstanbul’a Gelmesi ve Manda Faaliyetinin Hızlanması

Paris Barış Konferansında dört büyük devletin başkanları Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasına karar verilen ve Cemiyet-i Akvam adına bu devletlerin mandası altına sokulması düşünülen bazı ülkelere komisyonlar göndermeğe karar vermişlerdir. Bu komisyonlar, gönderildikleri ülkelerdeki halkın ne gibi siyasi bir idare istediklerini öğrenecek idi. Sonra, İngiltere, Fransa ve İtalya bu kararlarından caydılar ise de, Başkan Wilson, başta Doğu Anadolu’da bir Ermenistan yaratmak gibi bazı sebepler yüzünden kendi heyetini Yakın-Doğuya gönderdi. Bu heyet C. R. Crane ve H.C. King’ten müteşekkil olup Dr. A.H. Lybyer, Dr. G. Montgomery ve yüzbaşı W. Yale’e de heyetin müşavirlik görevleri verilmişti.

Bu heyet ‘‘Türkiye Mandaları Hakkında Milletlerarası Komisyonun Amerika Şubesi” (The American Section of the International Commission on Mandates in Turkey) adını taşıyordu. Amerikan heyeti 3 Haziran’da İstanbul’a geldi. Bu gelişin Amerikan Mandası taraftarlarınca büyük bir sevinçle karşılandığını söylemeye hacet yoktur. Ancak heyet burada fazla kalmayarak tekrar gelmek üzere 7 Haziran’da Filistin’e gitti. Bu gidişten önce heyetten bir üye gazetecilerden birinin sorusu üzerine manda meselesi hakkında şu beyanatı vermişti:

“Mandalar meselesi halli güç ve ağır bir meseledir. Bunun için Amerika milletinin efkâr-ı umumiyesi yoklanmalıdır. Çünkü bu ilk defa tesadüf edilen müstesna bir hal olmuştur. Mösyö Wilson bu meseleyi Kongreye tavsiye edebilir. Fakat, Kongre milletin fikrini almaya mecburdur. Biz buraya meseleyi derinden tetkik etmeye geldik. Reis Wilson hakayikin neden ibaret olduğunu bilmek istiyor. Bu cidden halli güç bir meseledir” (50).

Görüldüğü gibi, Amerikan Tahkik Heyeti, meselenin güçlüğü üzerinde bilhassa ısrarla durmuştu. Yani Türkler’in böyle bir istekte bulunması meselenin halli demek değildir. Bunu elde edebilmek istiklali kazanmak kadar zordur. Fakat bu husus Amerikan mandası taraftarları üzerinde şevk kırıcı bir tesir yapmadı. En hararetli Amerikan mandası taraftarlarından Rauf Ahmed 4 ve 7 Haziran tarihlerinde Amerikan mandası lehinde yazılar yazmış, (51) Kütahya’daki sürgün hayatından dönerek yeniden Vakit Gazetesinin başmuharrirliğine geçen Ahmed Emin’de eski fikrini ifade eden bir makale neşretmiştir. Yani bu makalesinde de o, tam istiklalimize halel vermeksizin yabancı mütehassısların kabiliyet ve faaliyetlerinden geniş ölçüde faydalanmayı savunuyordu (52).

Filistin’e giden Amerikan Heyeti orada, Lübnan ve Suriye de halk temsilcilerinin fikirlerini öğrendikten sonra Adana ve Mersin’e de uğramış ve 21 Temmuzda bir Amerikan destroyeri ile İstanbul’a hareket etmişti (53). Halide Edip, Ahmed Emin ve Rauf Ahmed heyet ile sıkı temasta bulunuyorlardı. Heyet 31 Temmuz’da fırka, cemiyet ve azınlıklar temsilcileri ile görüşmeye başladı. Bunlar arasında Kürt Teali Cemiyeti temsilcileri de vardı. Türk fırkaları ve cemiyetlerinin temsilcileri Amerikan elçiliğinde yapılan görüşmelerden hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü Amerikan heyeti bunlara, kendisi için en mühim meselenin Ermenistan meselesi olduğunu ve doğuda bir Ermenistan kurulmasının Türkiye’nin kendi menfaatleri iktizasından bulunduğunu açıkça söylemiştir (54).

King-Crane heyeti hazırladıkları raporda bu iki ırkın bir arada yaşamasının imkânsızlığını belirtmişlerdi. Bunun için ayrı bir Ermenistan kurulup, kuvvetli bir devletin mandası altına sokulmalı idi. Fakat yine rapor sahiplerine göre, bu kurulacak olan Ermenistan büyük bir Ermenistan olmalı idi. Çünkü büyük bir Ermenistan, Ermeni, Kürt, Türk karışımından meydana gelen kozmopolit bir devlet olacaktı. Hem de çoğunlukta olan Türklerin, azınlıktaki Ermenilerin idaresine konulması ile Wilson Prensipleri ihlal edilmiş olacaktı (55).

Raporda Mandater Devlet’in Ermenilerin kendi kendilerini idareye ve dış tehlikelere karşı kendilerini koruyabilecekleri bir duruma gelene kadar orada kalacağını; Ermenilerin Mandater devlet olarak Amerika’yı tercih ettiklerini ve Türklerin ise, ayrı bir Ermenistan kabul etmemekle beraber, şayet ayrı bir Ermenistan kurulacak olursa, o zaman Mandeter devlet olarak Amerika’yı tercih ettikleri belirtiliyordu (56).

Amerikan heyeti ilk görüşmeyi Milli Ahrar Fırkası temsilcileri Câmi ve Kemal Midhat beyler ile yapmıştı. Câmi Bey, Vakit Gazetesine verdiği beyanata göre, (57) Amerikan heyetine Fırkanın milliyetçi olduğunu, Türkler ile meskûn yerlerin bölünmez bir bütün teşkil ettiğini, konuşmanın bunun üzerinde yapılabileceğini, Anglo-Sakson müesseselerinin idare, talim ve terbiye şubelerine sokulması taraftarı olduklarını bildirmişti. Heyetin, Ermeni meselesini diğer bütün meselelerden daha mühim olduğunu söylemesi üzerine konuşma bu konuya intikal etmiştir. Milli Ahrar Fırkasının gerek Amerikan Mandasına, gerek Ermeni meselesine karşı kesin bir cephe almadığı bizce muhakkaktır. Milliyetçi olduğunu iddia eden bu fırka’nın, Türkler ile meskûn bölgelerin bölünmez bir bütün teşkil ettiği fikrinde ısrar etmekte ise de, İstiklâl meselesi üzerinde aynı hassasiyetle durmadığını söylemek mümkündür.

Hülâsa Cami Bey ile ayni fırkaya mensup diğer bazı şahısların manda meselesinde Halide Edip, Rauf Ahmed ve Ahmed Emin gibi olmasa bile onlara yakın bir fikir taşıdıklarından şüphe edilmez.

İkinci olarak dinlenen Sulh ve Selâmet-i Osmaniye Fırkasına gelince, bu fırkanın manda ve Ermeni meselelerine karşı açıkça cephe aldığı görülüyor. Bu fırka, Amerikan heyetine manda fikrini kabul etmediğini ve Wilson Prensipleri dahilinde istiklal istediğini kati bir şekilde bildirmişti. Mamafih Hürriyet ve İtilâf Fırkası da Sulh ve Selâmet Fırkası’nı yalnız bırakmıyarak onun gibi, Türkiye’nin yine Wilson Prensipleri dahilinde, kayıtsız ve şartsız istiklalini devam ettirmesi gerektiği fikrini savunmuştu (59).

Hürriyet mücahitlerinden olarak tanınan meşhur Ahmed Rıza Bey’in reisi olduğu Vahdet-i Milliye’ye gelince, bu cemiyetin reisi Ahmed Rıza Bey ile ileri gelenleri Çürüksulu Mahmud Paşa ve Nâbi Bey Amerika hey’eti ile yaptıkları görüşmeler üzerinde, Vakit Gazetesine verdikleri beyanatta Wilson Prensipleri’nin tamamının tatbik edilerek işgal edilmiş vilayetlerin boşaltılması ve millî hakimiyet hukuku ve devletin istiklalinin korunması kayıt ve şartları içinde, bütün memlekete şamil olmak üzere, mahdut bir zaman için Amerikan müzaheretinin faydalı neticeler vereceğini söylediklerini ifade etmişlerdi (60). Ancak Vahdet-i Milliyetlerin de bu müzaheretten mandayı veya ona yakın bir manayı kastettikleri anlaşılıyor: Çünkü verdikleri beyenatta “Bütün memlekete şâmil olmak ve muvakkat bir zaman için, gibi ibareler vardır. Mamafih, bu kelime ve sözler başka bir şekilde tefsir edilse bile, aşağıda bahsedileceği üzere, Amerikan Heyetinin raporunda bu hükmü teyid eden ifadeler görülmektedir.

Amerikan Heyet’i, Suriye’den bu ülke halkının tam bir bağımsızlık istediğini işiterek dönmüştü. İstanbul’da yaptığı görüşmeler ise onun için bir sürpriz teşkil etti. Çünkü uzun zaman istiklal içinde yaşamış ve bir çok milletleri idare etmiş bir milletin sakinlerinin pek çoğundan Amerika’nın Türkiye’yi mandası altına alması teklifini işiterek hayretler içinde kalmıştı. Bu heyetin hazırlamış olduğu raporda denildiğine göre, Türkler ancak Demokratik bir idareye, Cemiyet-i Akvamın tayin edeceği bir mandater devlet sayesinde kavuşacaktı, başka metodlar ile böyle bir idareye kavuşmaları imkansızdı. Eğer Türkler kendileri bilhassa manda sisteminin uygulanmasını istememiş olsalardı dahi, Paris Barış Konferansı onlar için Manda sistemini uygulamayı düşünecekti (61). Evvelce bahsettiğim gibi Türkler daha 1918’lerde Amerika’dan manda anlamına gelen yardım talep etmişlerdi.

Yine bu rapora göre, üniversite tahsili yapmış, sözüne inanılır bir gazeteci (Ahmed Emin?), “Türkler geçmişteki olaylardan o kadar yorgun idiler ki, onların çoğu cahil yeni önderlerin tehlikeli icraatlarına tâbi olmaktansa, kendilerini muntazam bir eğitim altına sokmağa kararlı idiler.” Ona göre Türk umumi efkarı başlıca şu üç fikir grubuna ayrılıyordu:

“1- Türkiye’nin, ancak Amerikan mandası ile yabancı işgaller ve millî birliğin kaybının sebep olduğu ebedi bir kargaşalık (chaos) dan birinin tercih edilmesini takdir eden ezici çoğunluk (yani Amerikan mandası taraftarları.)

2- Dînî hâkimiyetin tahdit edilmesine razı olmıyan bir azınlık.

3- İngilizlerin desteğini savunan diğer bir azınlık.”

Ayni gazeteciye göre 54 cemiyetin temsilcilerinden, mürekkep Millî Kongre (The National Congress) Amerikan mandasının asıl destekleyicisi olduğu gibi, Vahdet-i Milliye (The National League), gazetecilerin çoğu, birçok üniversite Profesörleri, birçok avukatlar, mühendisler ve tacirler de manda taraftarı idiler (62). Diğer bir gazeteciye göre (Rauf Ahmed ?), üç aydan beri gazetesinde Amerikan mandasının kabul edilmesi hakkında yazdığı yazılar için ancak iki protesto mektubu almış, buna karşılık pek çok kimseler de gönderdikleri mektuplarda fikrini tasvip ettiklerini bildirmişlerdi (63).

Gerçekten hey’et, raporunda fırka, cemiyet temsilcileri ve diğer birçok şahıslar ile yaptığı görüşmelerden aynı kanaati edindiğini ve bünyesinde milli ve mahallî eğitimle ilgili cemiyetlerin ve eğitim enstitüleri başkanlarının ve kadınlar birliği temsilcilerinin bulunduğu bir hey’etin Amerikan mandasının ilanı üzerinde bilhassa ısrar ettiğini yazmaktadır.

Hatta raporda 1,8000,000 kişilik bir halkı temsil eden İzmir’deki bir kongre temsilcilerinin de Amerikan mandasını benimsediğini ilan ettiği yazılmaktadır (64). Hey’et mensupları, İngiliz mandasını kabul ettirmek için kesif bir propaganda yapılmasına karşılık, Amerika’nın hiç propaganda yapmadığı halde, Amerikan mandası taraftarlarının bu kadar yaygın olmasını görmekle hayret ettiklerini kaydetmişlerdir. Filhakika King-Crane’nin raporundaki bu sözlerde fazla bir mübalâğanın olmadığını söyleyebiliriz. Hatta Amerikan mandasının hararetli taraftarlarınca, yakında toplanacak ve Türk milletinin çoğunluğunu temsil edecek Sivas Kongresinden de Amerikan mandası istendiğinin ilan edileceği aynı hey’ete bildirilmişti (65).

Amerikan mandasının hararetli taraftarları olup davaları uğrunda yorulmaz bir gayret gösterenler, bilhassa Halide Edip, Ahmed Emin ve Rauf Ahmed idiler. Bunlar bu fikri ortaya atanlar oldukları gibi olaylarında yardımı ile yayılmasında başlıca rolü oynamışlardır. Bunlardan, Halide Edip’in İstanbul’daki Amerikan kolejinin ilk kadın mezunu, Ahmed Emin’in yüksek tahsilini Amerika’da yaptığı ve Rauf Ahmed’in de kendi ifadesiyle iki yıl orada bulunduğu malûmdur.

Bunlar heyete niçin Amerikan mandasını istediklerini de bildirmişlerdi ki, bunlar Wilson’a gönderilen muhtıradaki fikirlerin aynıdır. Heyet Raporunda, haklı olarak bu şahısların düşüncelerinden onların Türkiye’de kozmopolit bir idare kurmayı öngördükleri neticesine varmıştı. Amerikan mandasının bir kısım seçkinleri de içine alan aydınlar arasında yayılmasının sebepleri üzerinde evvelce durulmuştu. Bunda bu fikri ortaya atanların şahsiyetleri ve azimli faaliyetleri âmil olmakla beraber, olayların gelişmesinin de mühim bir rolü olmuştur. Bilhassa İzmir’in işgali, Padişah ve hükümetin acz ve kararsız tutumu, itilâf devletleri tarafından Türkiye’nin parçalanacağı, ve istiklâllerinin ellerinden alınacağı, İngiliz mandası lehinde yoğun bir propaganda yapılması gibi âmillerde rol oynamış ve yüksek sivil ve askeri şahsiyetler arasında çok yaygın ve benimsenmiş bir fikir haline gelmiştir.

Yukarıda bir yerde de işaret edildiği üzere mesele öyle gelişmişti ki seçkinler arasında “Amerikan mandası mı yoksa İngiliz mandası mı tercih edilmelidir” münakaşası yapılmaya başlanmıştı. Hararetli manda taraftarları az aşağıda bahsedileceği üzere, Erzurum Kongresinde fikirlerine uygun bir karar çıkartabilmek için teşebbüse geçmiş oldukları gibi, Türkiye çapında bir mahiyeti olan Sivas Kongresinde de Amerikan mandası lehinde bir karar çıkartabilmek için esaslı bir şekil de hazırlanmışlardı. Hatta bundan o kadar ümitli idiler ki, böyle bir kararı öğrendikten sonra Paris’e dönmemesini sağlamak maksadı ile Amerikan heyetinin hareketini geciktirmeye ve onu oyalamaya çalışmışlardır. Hâlbuki Heyet yukarıda görüldüğü gibi, manda veya daha umumî bir deyimle Türkiye meselesine fazla ehemmiyet vermemiş ve en fazla Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulması meselesi ile meşgul olmuştu. Hararetli manda taraftarlarının melek gibi insanlar olarak tanıttıkları Amerikalıların bu tutumları karşısında hayal kırıklığına uğramak şöyle dursun bilâkis gayretlerini arttırmalarını anlamak gerçekten güçtür.

Amerikan Heyeti İstanbul’da iken İstanbul matbuatında da mandanın leh ve aleyhinde yazılar çıkmakta idi. Manda aleyhine açıkça cephe almış olan gazete Tarik Gazetesi idi. Bu gazete de evvelce Vakit Gazetesinde baş makaleler yazmış olduğunu gördüğümüz Ahmed Selahaddin Bey ile Müslihiddin Adil Bey birbiri arkasından mandayı red ve istiklâli savunan makaleler yazmışlardır (67). Wilson’a gönderilen muhtırada imzası bulunan Celal Nuri Bey de İleri Gazetesinde, açıkça Amerikan mandası taraftarı olmadığını söylediği gibi (68), İngiliz mandası taraftarlarına da hücum etmiş ve bu konuda en son yazdığı makalelerden birinde (69), “Mandahah olmak haysiyete, izzet-i nefse mugâyirdir. Hattâ şekil ve ismini değiştirmek suretiyle olsun manda ‘istemek 640 seneden beri müstakil yaşayan ve yaşamaya alışan bir devletin teb’ası için şeyndir” demişti.

Ahmed Emin 1 Eylül tarihli, “istiklâl aleyhdarlığı var mı?” adlı yazısında “birçokları bizimle sırf insanı nokta-i nazardan iştigal edecek sonra kendi kendine çekilip gidecek bir devlet bulmamız, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki böyle bir devlet vardır ve Amerikadır. Mutlak hayırhah bir devlete muhtacız ki, ecnebi entrikalarına karşı siper olsun ve bizi, sulh ve sükûn içinde çalışmamıza imkân hazırlamakla beraber bizi inkişafımız için icabeden maddi ve manevi vesaite malik etsin” diyerek eski görüşünü müdafaa ediyor (70) ve bunun Türkiye’nin istiklâline bir halel getirmeyeceğini iddia ediyor.

Ahmed Emin’in bu makalesinde de, daha öncekilerde olduğu gibi, şüphe götürmez bir tezadın mevcud olduğu açıkça görülüyor. Yani, Amerika Türkiye’yi yabancı müdahalelere karşı koruyacak, barış ve sükûn içinde gelişmesine imkân hazırlayacağı gibi, bu gelişme için gereken maddi ve manevî vasıtalara sahip olmasını sağlayacak da Türkiye’nin istiklaline nasıl halel gelmeyecektir? Şüphesiz bu soruya ikna edici bir cevap vermek mümkün değildir. Bu durumda Ahmed Emin’in lâfzî, yahut nazarî bir istiklali kastettiği meydana çıkıyor.

Ağustos ve Eylül aylarında İstanbul’da Amerikan ve İngiliz mandası cereyanları pek hararetli bir safhaya girmişti.

Padişah Vahideddin’in ve Damad Ferid Paşa’nın İngiliz taraftarı olduğu her tarafa yayılmıştı (71). Hatta Heyet-i Temsiliye’nin eline, Damad Ferid Paşa’nın İngiliz mandası üzerinde İngilizler ile 12 Eylül 1919 da gizli bir anlaşma yaptığını gösteren, bu andlaşmanın bir sureti geçmişti. Mevsukiyeti için aslının ele geçirilmesine çalışıldığı bildirilen bu andlaşma 7 madde olup, 1. maddede İngiltere’nin Osmanlı devletinin tamamiyet ve istiklalini deruhte ettiği, 2. maddede Boğazların İngiltere’nin kontrolü altında bulunacağı, 3. maddede de Türkiye’nin müstakil bir Kürdistan teşkiline mümanaat etmeyeceği, 4. maddede Türkiye’nin İngiltere’nin Suriye ve El-Cezire’deki hakimiyetini gerektiği zaman fiilî yardım ile temin edeceğini ve halifeliğin manevî yetkisini de gerek oralarda ve gerek İngiltere’ye tabi diğer İslam ülkelerinde yine İngilizlerin lehine kullanacağını taahhüt ettiği yazılıyordu (72).

Paris Barış, Konferansında Lloyd George Amerika’ya İstanbul ve Anadolu’yu mandası altına almasını teklif ederken Türkiye’deki İngilizler Lloyd George’un siyasetine aykırı bir siyaset takib ediyorlardı ve Türk halkına İngiliz mandası taraftarlığını aşılamak istiyorlardı. Zahiren iki ayrı siyaset gibi görünen bu davranışın hakikî sebebi aynı idi. Lloyd George Türkiye’yi Amerikan mandası altına sokarak kendisi de Suriye, Irak ve Filistin’i alacaktı. İngiliz Muhipler Cemiyetinin faaliyeti ise Türkiye’yi İngiliz mandası altına sokmak olmayıp, memlekette kargaşalık yaratarak memleketin içten parçalanmasını hazırlamak ve bu suretle de yukarıda bahsettiğimiz yerlere sahip olmaktı. Bahsi geçen beyânnamede bu siyasetin maksadı açıkça ifade olunmuştu. Zaten İngilizler kendileri için elverişli olmayan Anadolu’nun herhangi bir yerinde manda almayı istemiyorlardı.

Damad Ferid Paşa kabinelerine daima bir kaç nazır vermiş olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası da, İngiliz mandası taraftarı idi. Bu fırkanın İstanbul’daki Amerikan Heyetine mandayı kabul etmediğini söylemesi aslında sadece Amerika’yı kasdeden bir ifadeydi. Bu fırka ile çok yakın bir rabıta ve münasebeti olduğunu gördüğümüz, İngiliz Muhipler Cemiyeti de, yine orada işaret edildiği gibi, ayni fikrin taraftarı idi. Gerek bu cemiyet ve gerek Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensuplarından teşkil edilip, hükümetçe Anadolu’ya gönderilen Heyet-i Tahkikiyeler tarafından beyânnâmeler dağıtılıyor ve “İstanbul’da ekseriyet İngiliz mandasını istiyor, İngiliz mandası altında İslâm birliğinin tahakkuku bile mümkün olacaktır” şeklinde propagandalar yapılıyordu (73). İstanbul’da “İngilizleri isteriz,, diye beyânnâmeler dağıtıldığı gibi (74), İstanbul, Alemdar (75) ve Ali Kemal’in baş muharrirlik ettiği Sabah Gazetesi de, İngiliz mandası fikrini yaymakta idiler. Böylece her iki taraf da yekdireğinin faaliyetini arttırmasında pek mühim bir amil oluyordu.

Asıl konumuzu teşkil eden Amerikan mandası taraftarlarına gelince, bunlar batı kültürüne yakından vâkıf, yüksek mevki sahibi tanınmış kimselerdi. Onlar da sözü geçen aylar zarfında gayretlerini son noktasına ulaştırmışlardı. Az yukarıda işaret edildiği gibi bilhassa Vahdet-i Milliye Heyeti (76) ve Millî Ahrar Fırkası (77) bu fikrin hararetli müdafileri arasında yer almışlardı.

Diğer taraftan yüksek askeri şahsiyetler arasında da küçümsenmeyecek sayıda Amerikan mandası taraftarları vardı. Bunların başında eski sadrazam Müşir İzzet Paşa geliyordu. İzzet Paşa dürüst ve namuslu bir insan olup, Yemen harekâtında ve Balkan harbinde hizmetler etmişti. Bu yüzden zabitler arasında çok sayılıyor ve seviliyordu; ancak memleketin kendi imkân ve gayretleri ile kurtulabileceğine hiç inanmıyordu. Öyle ki I. ve II. İnönü galibiyetlerini gördükten sonra da bu fikrinde ısrar etmiş ve Ankara’ya kadar getirildiği halde, milli mücadeleye katılmayarak İstanbul’a dönmüştü (78).

İşte bu İzzet Paşa, memleketin parçalanmasını ve bilhassa İngiliz mandası altına girmesini önlemek maksadiyle Amerikan mandası fikrini kabul etmiş ve bu fikrin bir çok zabitler arasında yayılmasında mühim bir amil olmuştur. Hatta bu maksatla İzzet Paşa memleketin selameti için Amerikan mandasını kabul etmekten başka bir çare olmadığı hakkında, Sivas Kongresinde okunmak üzere, uzun bir lâyiha da hazırlayıp göndermişti (79). Bereket versin Kongre’de Amerikan mandasını müdafaa edenler için kuvvetli bir destek olacağı muhakkak bulunan bu layiha, Kazım Karabekir Paşa tarafından kasden Sivas’a gönderilmeyip Erzurum’da alakonulmuştur (80).

İşte Vahdet-i Milliye, Millî Ahrar ve belki diğer bazı fırka ve cemiyetler (fırak-ı muhtelife) Ağustos’un ortalarına doğru, Türk ve Kürtleri muhaceret ettirerek Doğu’da Ermenilere arazi verilmesini ve “Müzaheret” adiyle Amerikan mandasının kabul edilmesi üzerinde anlaşmışlar ve bunu Amerikan Tahkik Heyetine bildirmeyi kararlaştırmışlardı. Onlar Ermenilere toprak vermeyi, sırf Amerika’yı memnun ederek onun Türkiye mandasını üzerine almasını sağlamak için kabul etmişlerdi. Çünkü Ermenilerin harpten önce de Doğu Anadolu’nun hiç bir yerinde çoğunlukta olmadıklarını Amerikalılar da biliyorlardı. Onların Sivas-Erzincan arasında yaşadığını tasavvur ettikleri kesif Ermeni nüfusu da Ermenilere verilecek araziye nakledileceklerdi (81). Fırkaların bu kararı Erzurum’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilmişti (82).

Mustafa Kemal Paşa, adı geçen fırka ve cemiyetlere mensup şahısların zihniyetini yakından biliyordu (83). Onlara daha Haziran içinde gönderdiği mektuplarda, yalnız mitingler tertip etmek gibi hareketler yapmak ile hiç bir zaman büyük gayelerin elde edilemeyeceğini yazmıştı (84). Bununla beraber, o bu kararı öğrendiği zaman hayretler içinde kalmıştı. Türkleri ve Kürtleri yerlerinden ve yurtlarından göçürerek Ermenilere Doğuda toprak vermek suretiyle Amerika’ya yaranıp onun Türkiye’yi manda altına almasını sağlamak. O halde bunca zahmetler niçin çekiliyordu? Erzurum Kongresi niçin yapılmıştı? Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa onlara oldukça sert bir cevap verdi.

Bu cevapta muhtelif fırkaların Amerikan heyetine bildirilmek üzere aldıkları kararların Temsil Heyetince “Son derece şâyân-ı teessür görüldüğünü” ezici çoğunluğu Türk ve Kürt olan Doğu vilayetlerinde bir karış toprağın dahi Ermenilere verilmesinin mümkün olmayacağını, Sivas ile Erzincan arasında yoğun bir Ermeni nüfusunun yaşadığının tahayyül edilmesinin “İlimsizlik ve vukufsuzluktan başka bir şey olmadığını” harbten önce bile buraların halkının büyük bir kısmının Türk, az bir kısmının Zaza Kürtleri ve pek azının da Ermenilerden ibaret olduğunu, bu gün ise orada varlığından söz edilecek sayıda bir Ermeni bulunmadığını ifade ettikten sonra “binaenaleyh bu gibi cemiyetler selâhiyetlerini takdir etmeli ve bir iş yapmak isterlerse hiç olmaz ise Harbiye ve Hariciye Nezaretlerinin sulh hazırlıkları meyanında yaptıkları resmî istatistik ve grafiklere olsun müracaat zahmetinden kaçınmamalıdırlar” demişti (85).

Mustafa Kemal Paşa’nın bu cevabına karşılık, İstanbul’dan Halide Edib’in Amerikan mandasını tek çıkar yol olarak gören uzun bir mektubu, Kara Vasıf’ın bir mektubu ile basılmış bir rapor gönderilmişti. Halide Edip ile Kara Vasıf’ın mektubundan ileride bahs olunacaktır; Yalnız burada “Cengiz,, gibi takma bir ad alarak Kuvva-yı Milliye ileri gelenleri ile İstanbul’daki, mühim bir kısmı Amerikan mandası taraftarları olan, sivil ve askeri şahsiyetler arasında muhabereyi temin eden Kara Vasıf Bey’in mektubundan verilen şu haberleri (86) burada kaydetmek yerinde olacaktır:

Kara Vasıf Bey mektubunda, Ahmed Rıza Bey, İzzet, Cevad ve Çürüksulu Mahmud Paşaların, Reşad Hikmet (Eski Hariciye müşteşarı), Câmi, Reşid Sâdi beyler ile Esad Paşa’nın bir müzaharete lüzum duyduklarını ve bu müzaheretin Amerika tarafından ifasını ehven-i şer olarak gördüklerini bildirmekte ve basılmış raporunda, Câmi, Rauf Ahmed, Reşad Hikmet, Reşid Sadi, Halide Edip ve Esad Paşa (Milli Kongre Reisi) tarafından, bütün fırka ve cemiyetlerin fikirleri yoklandıktan sonra ezici bir çoğunluğun arzusu üzerine hazırlandığını haber vermekte ve Amerika Heyeti’ne bildirilmek üzere Sivas Kongresi’nin bir an önce toplanmasının rica edildiğini, bu maksatla Amerikalıların oyalanarak hareketlerinin geciktirildiğini, Amerikalıların da Kongre’de bu hususta (Amerikan mandası) alınacak bir kararı alaka ile karşılayacaklarını yazmıştı.

Burada Halide Edib ve Rauf Ahmed gibi hararetli Amerikan mandası taraftarlarının da bulunduğu bir heyet tarafından; fırka ve cemiyetlerin fikirleri de yoklandıktan sonra yazıldığı ifade edilen raporun muhtevasından bahsetmek bizim için mümkün olmuştur (87).

Dört sayfa olan bu raporda:

a) Türk milletinin yeni bir hayata kavuşmasının zorunlu olduğu ve bunun da uzun bir barış ve çalışma devrine ihtiyaç gösterdiği,

b) Türkiye’nin harpten önceki vaziyetinin veya “müşterek bir müdahale ve kontrol, gibi şartlar ile zahiri bir istiklâle mâlik,, olmasının gelişme ve ilerlemesini kat’iyen sağlayamayacağı,

c) Yeni ve iyi bir idare sisteminin kurulmasının lüzumlu olduğu,

d) Memleketin kalkınmasında mutlaka yabancı sermayenin şart olduğu anlatıldıktan sonra bunların yapılabilmesinin de ancak zengin ve kuvvetli bir devletin “müzaheret ve muaveneti,, ile mümkün olabileceği söyleniyor. Raporda da bundan sonra bu devletin de (yani müzaharet edecek) İspanyollardan aldığı Küba’da yerli halkın müstakil bir devlet kurmasını sağlamış ve Filipinler’e de istiklâl vermek üzere bulunan Amerika olabileceği izah ediliyor ve Türk Milletinin şu şartlar ile Amerika’nın müzaheretini istemesi gerektiği belirtiliyor:

1- İçtimaî, İktisadî, kültürel ve dini gelişmesini sağlayacak çıkış yerleri ve kıyıları ile bütün Türkiye’nin istiklal ve mülkî tamamiyetinin temini ve batı vilayetlerinin muhtariyeti halinde, bu vilayetlerin çoğunluğu Türkler ile meskûn kısımlarının Türk hâkimiyetinde kalması ile millî birliğin korunması.

2- Türkiye’de çoğunluk ve azınlıklara eşit siyasî haklar ve serbest gelişme imkânları verecek müstakil bir idarenin esaslarını sağlamak suretiyle millî istiklâlin kuvvetlendirilmesi.

3- Yakın Doğu’da emrivakiler ve işgaller yaratarak kanlı ihtilal ve ihtilâflara, mâlî, iktisadi ve hukukî imtiyazlar ile esarete sebep olan dış rekabet ve ihtirasları yok edecek ve bunların meş’um sonuçları olarak çıkan iç karışıklıkları ortadan kaldıracak ve gelişme imkânını temin edecek tek bir devletin muayyen bir müddet için, müzaheretinin temini.

4- Bu müzahereti de muhtelif unsurları birbirleri ile güzelce imtizaç ettiren ve refah ve gelişmesini ve memleketin imarını (menfaat düşünmeyerek) başaran ve kanunlarını bu esaslara göre düzenleyen ve Yakın Doğu’da toprak ve ihtiraslar peşinde koşmayan Amerika’nın üzerine alması.

5- Ermeni milletinin içtimaî, iktisadî, kültürel gelişmesini sağlayabilecek mükemmel bir Ermenistan Kafkasya’da kurulmuştur. Türkiye arazisinden bir kısmının bu Ermenistan’a katılması maddeten imkânsızdır. Bununla beraber Rus orduları ile Ermenistan’a giden ve kısmen de tehcir edilerek yeniden iskânları gereken Ermeniler’in bu Ermenistan’da yerleştirilmeleri için hudud tashihi sureti ile Türkiye’nin bir miktar toprak verebileceği.

6- Hükümet ve halifelik merkezi olan İstanbul’un Türklerde kalması şartı ile Boğazların barışta ve savaşta her milletin ticaret gemileri için açık bulundurulması kabul edilecektir.

Görüldüğü gibi, raporda iyi bir tesir yapmayacağı düşünülerek ‘’müzaheret,, sözü ile ifade edilen manda ve bunun Amerika tarafından deruhte edilmesi için zikredilen amiller, eski Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin ileri sürmüş olduğu amillerin aynıdır. Raporda (88) bu hususta yeni bir şey yoktur. Orada asıl mühim olan ve dikkati çeken husus Batı Anadolu vilayetlerinde muhtar bir idarenin kurulmasına rıza gösterilmesi ve Doğu Anadolu’da da Ermenistan’a arazi verilmesinin kabul edilmesidir.

Halbuki, İzmir de dahil olmak üzere, Batı Anadolu vilayetlerinin hepsinde Türkler farklı bir çoğunluğa sahip idiler ve bu keyfiyet İtilaf Devletleri ve Amerika tarafından da kesin bir şekilde biliniyordu. Böylece yayınladıkları bu raporda Batı Anadolu’da kurulacak bir muhtariyete muvafakat gösteren ve Mustafa Kemal Paşa’nın şiddetli ikazına rağmen Doğu Anadolu’da Ermeniler’e arazi terketmek kararından dönmeyen Amerikan mandası taraftarlarının, mandanın “Türkiye’nin bütünlüğü için şart olduğu,, şeklindeki sözlerinden, onların müzakere masalarında daha başka tavizler vermeyeceklerinden tabiî kimse emin olamaz.

Amerikan mandası taraftarları, her ne kadar İstanbul’daki aydınlar arasında çok kuvvetli bir durumda ise de, Padişah ve hükümeti karşısında, Anadolu’da Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak gayesi ile millî bir kuvvet meydana getirmekte olan Mustafa Kemal Paşa’yı kazanmak zorunda idi. Çünkü İstanbul’daki Amerikalılar onlara, ancak milleti temsil eden bir heyetin yapacağı müracaatın Amerikan Kongresinde ciddî karşılanabileceğini söylemişlerdi. Bunun için onlar mektuplar, telgraflar, raporlar, göndererek Mustafa Kemal Paşa’ya kendi fikirlerini kabul ettirmeğe çalıştılar ve bu hususta çok ısrar ettiler. Bu arada ona kendisi muhalif kalsa dahi bu teşebbüs’ün yürüyeceğini bildirdiler (89). Gerçekten Sivas Kongresi sona erdiği zaman onlardan çoğu ilk adımın atılmış olduğu kanaatinde idiler.

Daha önce de bahsedildiği gibi, manda ve Ermenistan’a arazi verilmesi meselesine açıkça cephe alan fırka, Sulh ve Selâmet-i Osmaniye Fırkası idi. Bu fırkadan başka Teceddüd Fırkası’nın da Eylül başlarında yayınladığı ve yabancı devletlere de gönderilmesine karar verilmiş olan bir beyânnamede mandanın kabul edilmeyeceği bildirilmekte ve tam istiklâl istenmektedir (90). Bu fırka ayni zamanda Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir sevgi besliyor ve hatta Mustafa Kemal Paşaya gönderdiği bir mektupta onu kendi aralarında ve başlarında bulundurmaktan iftihar ettiğini bildiriyordu (91).

Erzurum Kongresi’nde Amerikan Mandası Meselesi

19 Mayıs 1919 da Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal Paşa, daha İstanbul’da iken arkadaşları Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa ile vatanın kurtarılması için Şişli’deki evinde konuşup karara varmışlardı. İşgal altında bulunan İstanbul’da kalıp vatanı kurtarmanın imkânsızlığı karşısında idiler. Her an İngilizler tarafından tevkif edilip Malta’ya sürülme ihtimalleri vardı. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar orduları başına Anadolu’ya dönmüşlerdi. Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçip Millî mücadeleye atılmak istiyordu. Fakat bunu yapabilmek için orada bir vazifeye tayin edilmesi lazımdı. Bu imkân ona Hürriyet ve İtilâf Fırkası kabinesi nazırlarından Damad Ferid Paşa tarafından verilmiş oldu.

Karadeniz ve Samsun dolaylarında asayiş bozulmuş, burada yaşayan azınlıktaki Rumlar, Pontus devletini kurmak hayaline kapılarak Türk köylerine saldırmışlardı. Halbuki Yunanlılar ve itilâf Devletleri Türklerin asayişi bozduğu iddiasında idiler ve oradaki asayişin sağlanmasını istediler. Şayet asayiş sağlanmazsa orayı işgal edeceklerini de bildiren bir nota verdiler. Bu nota üzerine telaşa düşen Damad Ferid Paşa, Dahiliye Nazırından ne yapılması gerektiğini sorduğunda, Dahiliye Nazırı da Mustafa Kemal Paşa’nın oraya gönderilmesini tavsiye etmişti. Damad Ferid Paşa, Mustafa Kemal Paşa ile görüştükten sonra onu III. Ordu müfettişliği ne Padişahın iradesiyle tayin etti.

Bu şekilde Anadolu kapısı Mustafa Kemal Paşa’ya açılmış oldu. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da iken karar vermiş ve azmetmiş bulunduğu millî davanın tahakkuku için gecikmeden faaliyete geçmişti. Bu millî dava kısaca “Türkiye’nin bütünlüğünü ve istiklâlini korumak” gayesiydi. Bu ulvî gaye uğruna yapılması gereken ne ise o yapılacak, gerekirse milletçe bu uğurda yok olmak dahi göze alınacaktı. O, III. Ordu Müfettişi olduğu ve fahrî yaveri hazret-i şehriyari ünvanını taşıdığı halde Türk milletine durumun vahametini, gayenin ne olduğunu anlatmaya ve bu gayenin tahakkuku için teşkilat kurmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetlerini kuşku ile takip eden İngilizler hükümete onun merkeze çağrılması hususunda baskı yaptılar.

Esasen galiplere karşı uysal davranmak ve onların merhametini celbetmeyi siyasetinin esası yapmış olan hükümet de onun faaliyetlerini siyasetine aykırı bularak hoş karşılamıyorlardı. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa vazifesine başladığı tarihten bir ay geçmediği halde İstanbul’a çağrıldı ise de, onun buna icabet etmesi mümkün değildi. Nitekim bizzat kendisi bu davete icabet edemeyeceğini bildirdiği gibi (92), yakın ülkü arkadaşlarından 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuad Paşa da, “istedikleri kadar çağırsınlar, Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a dönmeyecektir” sözleri ile (93) bunu gayet kat’i bir şekilde ifade etmişti.

İşte vaziyet büyük kurtarıcı için böyle nâzik bir durum arzetmişken Amasya’da yakın ülkü arkadaşlarıyla birlikte meşhur ‘‘Amasya tamimi’ni” yaptı. Bu tamimin 1. ve 3. maddelerinde “vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir…… milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denilerek gayenin ne olduğu Türkiye ve bütün cihana açıkça ve kesin bir şekilde duyuruluyordu (94).

Amasya tamimi millî mücadele tarihimizde atılmış ilk adım olmak bakımından büyük bir tarihî anlam taşımaktadır. Bu tamim Türk milletince heyecanla karşılandı ve ona ümit ışığı verdi. Fakat hükümeti kızdırmıştı. Bu sebeple bu mutlu ve kutlu günden bir gün sonra millete ümit ışığı vermiş olan Mustafa Kemal Paşa III. ordu müfettişliğinden azledildi (95). Fakat hiç bir tedbirin onu gayesinden döndürmesine imkân yoktu. Bu esnada Vilayet-i Şarkiye MUdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum’da yapacağı Kongre’nin hazırlıkları epeyce ilerlemiş bulunuyordu.

Erzurum’da bir kongre toplanmasına, İzmir’in işgali üzerine, Sadrazamın Paris Barış Konferansına çektiği telgraf sebep olmuştur. Bu telgrafta “Anadolu’nun şimal ve şimal-i şarkisinde Türk vilayetini yalnız Ermenistan’dan vasi muhtariyet idaresi kabul edilmek şartı ile Devlet-i Osmaniye’ye bırakılacağı Paris Sulh Konferansı kararı ile müşariaten ilanı lazım geldiği,, beyan buyrulmuştu.

Bu telgraftan haberdar olan Doğu Anadolu halkı büyük bir heyecana kapıldı. Erzurum’dan 25 Mayıs 1919 da İstanbul’a Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne bir telgraf çekilerek Ermenistan adı ile Brest Litovsk anlaşması gereğince teşekkül eden Ermenistan mı, yoksa eski bir coğrafi tabirin ifade ettiği Doğu Anadolu’nun mu, kast olunduğu sadrazamdan sorulup bildirilmesi istenmişti (96).

Erzincanlılar da, Erzurumlular gibi heyecana kapılmışlar hem Sadarete, hem de 29 Mayıs 1919 da Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne telgraf çekerek izahat istemişler ve hem de Ermeni muhtariyeti altında yaşayamayacaklarını katiyetle bildirmişlerdi. Erzincanlılar’ın heyecanına Trabzon ve diğer Şark vilâyetleri de katılmışlardı. Buraların müdafaası için bütün Doğu Anadolu’nun iştiraki ile bir Kongre toplanmasına karar verilmişti (97).

Mustafa Kemal Paşa da 3 Temmuz’ da Erzurum’a geldi; milli dava uğrunda serbest ve rahatça çalışabilmek için 8 Temmuz’da askerlik mesleğinden ayrıldı. Bunu bir beyanname ile her tarafa duyurdu.

Erzurum Kongresi 23 Temmuz günü saat 11 de açıldı. Erzurumlu Hoca Raif Efendi kürsüye çıkarak Kongreyi açtı ve delegelerin yoklamasını yaptı. Erzurum Kongresi’ne 56 üye katılmıştı (98). Bu üyeler, Van’dan 2, Bitlis’ten 3, Sivas ‘tan 10, Trabzon’dan 17, Erzurum’dan gelen 24 kişiden müteşekkildi.

Vilayet-i Şarkiye Miidafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kendisinden beklenen bir hareketle Mustafa Kemal Paşa’yı icra heyetinin başına getirdi. Başkanlığa seçilen Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkarak evvela delegelere teşekkür etti, sonra da memleketin içinde bulunduğu durumdan ve Mondros mütarekesinden ve onun kötü tatbikinden bahsederek memleketin duçar olduğu tehlikeden nasıl kurtulacağı hakkında bir açıklamada bulundu.

Erzurum Kongresi 14 gün sürdü. 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa da Kongre’nin mükemmel bir şekilde geçmesi için bütün imkânlarını kullanmıştı (99). Kongre devam ederken Harbiye Nezaretinden 30 Temmuz tarihli bir telgraf aldı. Bu telgrafta Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in tevkif edilip İstanbul’a gönderilmeleri hakkında ‘Kolorduca da ciddi muavenette bulunulması ve neticesinin bildirilmesi,, emrediliyordu (100). Fakat Karabekir Paşa bu emri yerine getirmedi. Çünkü o, Mustafa Kemal Paşa’nın vatanı kurtaracağına inanmış ve bundan dolayı ona bağlanmış bir kumandan idi. Bu sebeple telgrafı bir tarafa atarak durumu bilen ve sivil kıyafette olan Mustafa Kemal Paşa’ya esas vaziyetinde selâm verip “Emrinizdeyim Paşam” demişti. Bu, göz yaşartıcı sahne adeta millî zaferi müjdeliyordu (101).

Kongre başladıktan iki gün sonra Mustafa Kemal Paşa bu esnada Amasya’ya gelmiş bulunan Bekir Sami Bey’den bir telgraf aldı. Eski Beyrut valisi ve Millî Ahrar Fırkası idare heyeti azası telgrafında istiklalin arzuya şayan bulunduğunu, ancak tam bir istiklal istenildiği takdirde bunun memleketin taksimine yol açacağının kesin olduğunu iddia ettikten sonra iki üç vilayete münhasır kalacak istiklale, memleketin bütünlüğünü sağlayacak bir mandanın mürecceh olduğunu söylüyordu. Bunu müteakip Bekir Sami Bey, aynı telgrafında Osmanlı ülkelerinin hepsini içine alan, meşrutî idare ve hariçte temsil hakkı bâki kalmak şartı ile muayyen bir müddet için Amerikan mandeterliğini, en faydalı bir hal şekli bulduğunu ifade ediyor ve görüştüğü Amerikan mümessiline (Amiral Bristol) bütün milletin bir arzusu olmak üzere, şu şartlar altında Wilson’a ve Amerikan Senatosu’na müracaat edilmesini beyan ettiğini bildiriyordu.

Bu şartlar şunlardı:

a) Adil bir hükümetin kurulması.

b) Genel eğitimin yayılması.

c) Din ve mezhepler hürriyetinin sağlanması.

d) Gizli andlaşmaların kaldırılması.

e) Bütün Osmanlı ülkelerini içine almak üzere Amerikan mandaterliğinin istenmesi (102).

Bundan başka ayni telgrafta Amerikan mümessilinin, Kongrenin seçeceği bir heyeti bir zırhlı ile Amerika’ya göndermeyi deruhte ettiğini bildiriyor ve Sivas Kongresi’nin ne zaman toplanacağı da hasseten soruluyordu (103).

Diğer taraftan Bekir Sami Bey’in bu telgrafından başka yine Mustafa Kemal Paşa’ya İstanbul’daki Amerikan mandası taraftarlarından, kendi fikirlerini telkin elen bazı mektuplar gelmiş olduğu gibi, yine bu fikrin mensuplarından İsmail Hami, eski sadrazam İzzet Paşa’nın Amerikan mandasının kabul edilmesine dair mütalaası da aynı Kongreye katılmış olan Rauf Bey’e bildirilmişti (101). Böylece Amerikan mandası taraftarları, Doğu vilayetleri halkının Ermeni meselesinden dolayı Amerika’ya karşı da dostça hisler beslemediğini bilmekle beraber, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in bu hususta verecekleri izahlar ve gösterecekleri gayretler ile lehlerine bir karar çıkartmak ümidine kapılmışlardı. Fakat, Bekir Sami Bey’in telgrafından anlaşıldığı üzere (105), onlar asıl Sivas Kongresi’ne ehemmiyet veriyorlardı. Çünki, Erzurum Kongresi bölgesel bir mahiyet taşıdığı gibi herhalde orada bu meseleyi açıkça müzakere ettirmenin de güç olduğunu takdir etmekte idiler.

Mustafa Kemal Paşa Amerikan mandası fikrinin ve bu fikrin zaman geçtikçe bir salgın gibi aydınlar ve subaylar arasında nasıl süratle yayıldığını pek iyi biliyordu. Kendisinin bu fikri ciddi olarak karşılamasına tabii imkân yoktu. Bu sebeple Bekir Sami Bey’e gönderdiği telgrafın, onu sevindirmediği muhakkaktır. Çünkü Mustafa Kemal Paşa eski Beyrut valisinin telgrafındaki ifadelere yaptığı itirazlar ve sorduğu sualler ile manda fikrine taraftar olmadığını açıkça ifade ediyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği cevaptaki başlıca hususlar şunlardı:

“a) istiklâl-i tam talep edildiği halde mülkün menâtık-ı müteaddideye taksimi kat’i ve şüphesizdir, buyruluyor. Bu kanaatin menbaı nedir?

b) Tamamiyet-i mülkiyeden maksad, mülkün tamamisi mi yoksa hukuk-ı hükümranı midir?

c) Memâlik-i Osmaniye’nin cümlesine şamil meşrutiyetimiz ve hariçte hakkı temsilimiz baki kalmak şartiyle mandaterlik talebini en nâfi bir şekil olarak kabul buyuruyorsunuz. Ancak mümessilin dermeyan ettiğini bildirdiğiniz mevâd ile bu şekil birbirine mütenakız görünüyor. Çünki meşrutiyetimiz bâki kalınca hükümet kuvve-i teşriyenin itimadına mazhar ve murakabesine tâbi bir heyetten ibaret olur ki artık bu heyetin tesisinde Amerika’nın dahlü tesiri olamaz. Şu halde ya meşrutiyet bakidir, âdil bir hükümetin tesisini Amerika’dan talebe mahal yoktur veyahut âdil bir hükümetin tesisi Amerika’dan talep edilince meşrutiyetin bekası lâfızdan ibaret kalır.

d) Maarif-i umumiyenin neşrii tamiminden maksad nedir? Vehleten hatırımıza gelen, memleketin her tarafında Amerikan mekteplerinin tesisidir. Çünki daha şimdiden yalnız Sivas’ta 25 kadar müessese ihdas etmişlerdir ki, yalnız bir tanesinde bin beş yüz kadar Ermeni talebe vardır. Binaenaleyh maarif-i Osmaniye ve İslâmiye’nin neşrü tamimi, ile bu teşebbüsün suret-i imtizacı nasıl olacaktır?

e) Hürriyet-i edyân ve mezâhibin temin fıkrası da mühimdir. Patrikhaneler imtiyazatı mevcut iken bunun fark ve manası, nedir?

f) Mümessilin beşinci madde olarak bahseylediği umum memalik-i Osmaniye’nin hudutları nedir? Yani kabl el harb olan hududumuz mudur? Eğer bu tabir içine Suriye ve Irak dahil ise, Anadolu halkının Arabistan namına mandaterlik talebine hak ve selâhiyet olabilir mi?” (106).

Bekir Sami Bey 30 Temmuzda gönderdiği telgrafında Mustafa Kemal Paşa’nın sorduğu sualleri cevaplandırmağa çalışıyordu:

“b) Yalnız hükümet hukuku bahis konusu ve memleketin bütünlüğü esastır.

c) Amerika’dan herhangi bir şekilde bir hükümet taleb edilmeyecek. Kanun-i Esasimiz hükümleri mer’i ve hânedanın hükümranlık hukuku bâki ve mahfuz kalacak, dışarıda temsil heyetimiz eskisi gibi mevcut olacak, Amerikan, hükümetinden yalnız gelişmemiz için yardım isteyeceğiz.

d) Eğitimin yayılmasından maksad bu hususta çalışıp gayret göstereceğimize onları inandırmak ve yardımlarını istemektir.

e) Dinler ve mezhepler hürriyeti dinimizin icaplarındandır. Ancak buna vakıf olmayan Amerikan halkı efkârına bu hususta teminat vermektir (107).”

Bekir Sami Bey’in bu telgrafına Mustafa Kemal Paşa kısa bir telgrafla mukabele etti. Bunda Mustafa Kemal Paşa gayet yerinde olarak şu soruyu soruyordu:

“Lehimizde bu kadar şerait dermiyanına müsait bulunacak olan Amerikan hükümeti bu şekildeki Mandeterliği kabul etmesine yani buna katlanmasına mukabil Amerika, namına ne gibi fevaid-ve menafi temin etmiş olacaktır. Bununla kendi hesaplarına olacak gaye nedir?” (108).

Bekir Sami Bey bu suale Amerikalılar ile vuku bulan görüşmelerin hususi olup sırf bir faraziyeden ibaret bulunduğu şeklinde bir cevap verebilmiştir (109).

Erzurum Kongresi devam ederken Amerikan mandası taraftarları, görüldüğü gibi, gönderdikleri mektuplar ile Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey vasıtası ile Kongreye müessir olmaya çalışıyorlardı.

Erzurum Kongresi 7 Ağustosda sona erdi ve ayni günün tarihini taşıyan bir beyanname ile aldığı kararları bildirdi. Bu beyannamenin 7. maddesinde aynen şöyle deniliyordu:

“Milletimiz insâni, asri gayeleri tebcil ve fenni, sınai ve iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklâli ve vatanımızın tamamisi mahfuz kalmak şartıyla 6. maddede musarrah hudud dahilinde milliyet esaslarına riâyetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen her hangi bir devletin fenni, sınai ve iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız ve bu şerait-i adile ve insaniyeyi muhtevi bir sulhun de acilen tekerrürü selâmet-i beşer ve sükun-ı âlem nâmına âmâl-i milliyemizdir” (110).

Sivas Kongresi’nde bu maddedeki “her hangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız,, cümlesi bazı azalar tarafından manda kabulü şeklinde tefsir edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın dediği gibi, bu cümlenin manda ile hiç bir ilgisi yoktur. Bir defa aynı maddede “devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklâli ve vatanımızın temamisi mahfuz kalmak şartı ile” sözleri bu cümlenin bu şekilde tefsirine manidir. Yine ayni beyannamenin 2. maddesinde (111), “vatanın tamamiyeti ve istiklâl-i millîmizin temini,, ibaresi, manda mefhumu ile telif edilemez. Diğer taraftan Sivas Kongresi’nde bazı azalar, “Milliyet esaslarına riâyetkâr ve memleketimize karşı istilâ emeli beslemeyen her hangi bir devlet” ifadesiyle de Amerikan devletinin kastedildiği manasını çıkarmışlardır (112).

Halide Edip de hatıratında bununla Amerika’nın kastedildiğini yazmaktadır (113). Ona göre Mustafa Kemal Paşa Türk toprakları üzerinde gözü olmayan büyük bir devletin bize iktisadi, teknik ve siyasî yardım etmesi lüzumundan bahsetmesi üzerine bir aza Mustafa Kemal Paşa’ dan hangi devleti kasdettiğini sormuş, siyasî meselelerde çok hassas olan Mustafa Kemal Paşa Doğu Anadolu’nun Amerika’ya karşı hislerini bildiği için hangi devleti kasdettiğini söylememiş. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşa Nutkunda bu ibareden Amerika devleti manasının çıkarılmasının yeri olmadığını ifade etmiştir. O, 7. madde’nin bu şekilde yazılışının sebebini şöyle açıklamaktadır:

‘‘Filhakika bu maddenin tarz-ı tahririnde ihtimal ki mandacılıkta pek ileri giden ve nâmütenahi propagandaları ile efkâr-ı umumiyeyi duçar-ı zaaf edenleri iskat ve belki bundan daha ziyade onların müddealarına bir cevap olmak üzere bir nevi hususiyet vardır. Madde muhteviyatı mantık dairesinde tetkik ve mütalâa olununca ne manda ve ne de Amerika’nın mandaterliğini talep fikri, mevcud olmadığı tahakkuk eder” (114).

Manda meselesinin incelenmesi Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerinin tam bir gerçeği ifade ettiğini gösteriyor. “Devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklâli ve vatanımızın tamamisi mahfuz kalmak suretiyle,, ifadesi manda taraftarlarının “parçalanmamak için Amerika’nın himaye ve mandası altına girmemiz zaruridir” sözlerine ve bu şartlar altında “memleketimize karşı istilâ emeli beslemeyen her hangi bir devletin fenni, sınaî ve iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız„ cümlesi de, “istiklâlimizi verseler de yine bir devletin yardımına muhtacız, devletimizin geliri borçlarımızın faizine bile yetmiyor” diyen manda taraftarlarını “iskat,, ve onların ‘‘müddealarına,, bir cevaptır. Çünkü görüldüğü gibi, “muavenetine muhtacız” denilmiyor, “muavenetini memnuniyetle karşılarız,, deniliyor. Yani teknik ve iktisâdı sahalarda istila emeli beslemeyen her hangi bir devlet yardım etmek istediği takdirde bunun memnuniyetle karşılanacağı belirtiliyor (115).

Erzurum Kongresi’nde alınan bir karar ile de Wilson’a bir muhtıra gönderilmişti. Bu muhtırada onun İzmir’in işgaline muvafakat etmek suretiyle bizzat kendi koyduğu prensiplere riayet etmediği, 1500 yıllık bir tarihe sahip olan Türk milletinin, “mevcudiyetleri tarihe karışmış olan milletlerin” prensipleri sayesinde ihya olunduğu bir devirde, yok olmaktan başka bir anlam taşımayan bu mukadderata boyun eğmeyeceği ve ataların kanı ile yuğrulmuş bu topraklar için şeref ve namusu ile ölmeğe karar verdiği bildirilmişti. Wilson’a böyle bir muhtıra gönderen bir Kongre’nin yayınladığı beyannamede Amerikan mandasını talep fikri nasıl yer alabilirdi? Hülâsasını naklettiğimiz bu muhtıranın her satırının Kongrenin ruhuna uygun olarak vakûr, azimli bir ifade ile yazıldığı görülüyor. Kısaca muhtıra tam mânasıyle millî mücadele ruhunu başlıca vasıfları ile aksettirmektedir (116).

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi’nin kapanmasından sonra da Amerikan mandası taraftarlarından mektuplar almakta devam etti. Bunlardan biri (Ekler kısmında aynen metnini verdiğimiz) Halide Edib tarafından gönderilmişti. Halide Edib birçok yakın arkadaşları gibi, Amerikan mandası fikrini sadece o zamandaki durum için, kendi tâbirleri ile yegâne ehven-i şer hal şekli saymıyor, bilâkis ona daha ziyade Türkiye’nin istikbali bakımından büyük bir ehemmiyet veriyordu. Yine evvelce belirtildiği üzere, siyasî durumun vehameti Amerikan mandası fikri için, onun ve yakın arkadaşlarının nazarında, esas amil olmayıp bir vasıta veya vesileden başka bir şey değildir. Görüldüğü gibi mektupta asıl amiller açıkça birer birer kaydedilmiştir (117) :

1- Azınlıkların daima kargaşalıklar çıkararak ecnebi müdahalesine sebebiyet verip esasen nazari olan istiklalimizden yeni kayıplara uğranılacağı.

2- Türk hükümetlerine ârız olan birbirini yok etme, menfaat, hırsızlık, sergüzeşt ve şöhret hırslarını tatmin zihniyetinin yerine milletin refahını ve memleketin gelişmesini sağlayacak bir hükümet zihniyetine ihtiyaç olduğu.

3- Türkiye’nin harici rekabetleri uzaklaştırabilecek bir kayırıcıya (zahir, müzahir) muhtaç bulunduğu.

4- Bu kayırıcı (zahir) da ancak Amerika olabilir. Çünkü Amerika Filipiu gibi vahşi bir memleketi kendi kendini idareye kadir bir makine haline getirmiştir.

Amerikan mandası taraftarlarından bazılarının (Bekir Sami, İzzet Paşa) mandanın hudutlar meselesinde temas ettikleri Amerikalıların görüşlerini ifade ettikleri, Halide Edib’in bu mektubundan anlaşılıyor. Yani Amerikalılar mandayı kabul ederler ise Türkiye’yi eski (imparatorluk) hudutları dahilinde manda altına almak istemektedirler ki, aşağıda buna temas edilecektir. Hatta bu vesile ile Mustafa Kemal Paşa, Bekir Sami Bey’e verdiği cevapta “Anadolu’nun Arabistan adına manda talep etmesine hak ve yetkisi var mıdır?” demişti. Gerek yukarıda bahsedilmiş olan beyanname, gerek Halide Edib’in şu mektubunun da gösterdiği gibi, Amerikan mandası taraftarları hudut meselesi üzerinde sarih ve kesin bir karara pek sahip değillerdi.

Halide Edib’in altı ay sonra bir çok fikirdaşları ile birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın mücadelelerine katıldığı ve hatta “onbaşı,, rütbesiyle cephelerde hizmet ettiği malûmdur.

Halide Edib’in fikir arkadaşlarından Kara Vasıf Bey de Mustafa Kemal Paşa’ya Ankara’daki 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa vasıtasiyle uzun bir mektup göndermişti. Bu mektup Ali Fuat Paşa tarafından hulâsa edilerek Erzurum’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilmişti. Kara Vasıf, bu mektubunda, İstanbul’daki Ayan Meclisi eski Reisi Ahmet Rıza, eski sadrazamlardan Ahmed İzzet ile Çürüksulu Mahmud Paşa ve Cevad, Esad Paşaların ve Reşad Himmet, Câmi, Reşid Sadi beylerin dahil bulunduğu münevverlerin, Amerikan mandası kabul edilir ise öteki devletlerin (metinde: diğer habisler) kolayca memleketten çıkacağı, yalnız Amerika ile karşı karşıya gelip onunla da güçlük çekilmeden uğraşabileceği fikrinde olduklarını, Amerika’nın Doğuda bir Ermenistan yaratmanın mümkün bulunmadığı kanaatine vardığını yazdıktan sonra “Dersaadette büyük temaslar var. Onun için Mustafa Kemal Paşa umumi bir emir verir mi? Yoksa Dersaadetin karar ve mesaisine muvaffık kalır mı? Mesaideki gaye milletin vahdeti, mülkün tamamisi, istiklâl ve hâkimiyetin temini. Eğer Mustafa Kemal Paşa buraya umumi bir emir vermezse ve kendisi de serian oradan Amerika, İngiliz vesairleri ile irtibat yapmaz ise tabii burada da faaliyet devam edecektir. Belki muhalif bir şey olur. Buna nazar-ı dikkati çekerim” diyordu (118). Yani Kara Vasıf Bey, Mustafa Kemal Paşa Amerikan mandasını kabul edeceğini bize bildirsin veya ilan etsin; bunu yapmaz ise biz faaliyetimize devam ederek bunu tahakkuk ettirmeğe çalışacağız demek istiyordu.

Kara Vâsıf Bey’in İstanbul’daki aydınlardan çoğunun Amerikan mandası fikrinde oldukları sözleri, yukarıda da anlatıldığı üzere, tam bir gerçeği ifade etmektedir. Bu aydınlar arasında her sahada memleketçe tanınmış şahsiyetlerin sayısı da az değildi. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa ilerde temas edileceği gibi, bu fikrin taraftarlarına karşı itidal ile hareket ediyor ve onlara ikna yollu cevaplar veriyordu. Kara Vasıf Bey’e verdiği cevap da bu mahiyette idi (119).

Sivas Kongresi’nda Amerikan Mandası Meselesi

Sivas Kongresi, Amerikan mandası üzerinde, uzun boylu müzakere edildiği bir Kongredir. Bilindiği gibi, Sivas’ta bütün Türkiye’ye şamil olmak üzere, bir Kongre yapılması fikri Mustafa Kemal Paşa tarafından ortaya atılmış ve bu Kongre kurduğu teşkilat ve verdiği direktifler neticesinde toplanmıştı. Yani, bu Kongre tamamiyle onun eseri idi. Bu sebeple Sivas Kongresi’nde, Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi, Türk milletinin istiklalini korumak ve Türk yurdunun parçalanmasını önlemek fikrinin hakim olması gayet tabii idi. Ancak, İstanbul’daki Amerikan mandası taraftarları, bu Kongreyi dâvalarının tahakkuku için kaçırılmayacak bir fırsat saydılar. Çünkü İstanbul’daki Amerikalılar, onlara, gayri resmi bir şekilde, bu meselenin Amerikan Senatosunda görüşülebilmesi için, ancak bütün milletin temsil edildiği bir meclis tarafından müracaat yapılmasının şart olduğunu söylemişlerdi. Bu sebeple Amerikan mandası taraftarları temsilcilerini Sivas’a gönderdiler.

Bunlar Kara Vasıf, Ali Fuat Paşa’nın babası İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami ve Memleket Gazetesi sahibi İsmail Hami idiler. Bu Kongre’ye, Kara Vasıf, Antep, Bekir Sami de, Tokat Murahhası olarak katılmışlardı. Halide Edip’in, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektupta bildirdiği gibi, Browne adlı Amerikalı bir gazeteci de onlara refakat ediyordu. Charles R. Crane Sivas Kongresi’ne delege olarak davet edilmişti, fakat zamanında oraya yetişmesine imkân olmadığından yerine Browne gönderilmişti(120).

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dan Sivas’a hareketinden dokuz gün önce 20 Ağustos 1919, Sivas valisi Reşit Paşa’dan bir telgraf almıştı. Bu telgrafta vali, bir Fransız zabiti ile yaptığı görüşmeden, Mustafa Kemal Paşa ile diğer azaların Kongre’nin çalışmaları esnasında Fransızlar tarafından tevkif edileceğinin açıkça anlaşıldığını, bu sebeple Kongre’nin toplanmasına kesin bir lüzum yok ise, bundan vazgeçilmesini, var ise, Erzurum ve Erzincan’da yapılmasını, memleketin selameti namına istirham ettiğini bildiriyordu (121).

Reşid Paşa, görüştüğü Fransız zabitinin “eğer Mustafa Kemal Paşa ve Kongre Heyeti İtilâf Devletleri aleyhinde tahriklerde bulunmaz ise, Kongre’nin toplanmasında hiç bir mahzur yoktur” dediğini hattâ İstanbul’daki işgal kuvvetleri kumandanına yazarak Mustafa Kemal Paşa’nın tevkif emrini geri  aldırtacağını ve Kongrenin toplanmasına mani olunmaması için Dahiliye Nezaretinden emir çıkartabileceğini söylediğini de bildirmişti.

Mustata Kemal Paşa iyi niyetli fakat zayıf bir şahsiyeti olan Reşid Paşa’ya gönderdiği telgrafta, (122) Fransız zabitinin sözlerinin bir blöf olduğunu, Sivas’ın işgalinin o kadar kolay bir şey olmadığını kaydederek valinin müsterih, olmasını söyledikten sonra, Fransız zabitinin şahsı ile ilgili ifadesine de şu güzel cevabı vermişti : “Herhangi bir devlet-i ecnebiyenin sahabetine tenezzül eden şahsiyetlerden değilim. Benim için en büyük nokta-i siyanet ve menba-i şefaat milletimin sinesidir,,.

Mustafa Kemal Paşa 29 Ağustos’ta Erzurum’dan Sivas’a hareket etmeğe karar verdi. Kongrenin huzur içinde çalışabilmesi için Sivas’taki III. Kolordu Kumandanı Selâhaddin Bey tarafından gereken emniyet tedbirleri alınmış ve vali Reşid Bey de kendisine her hususta yardım etmişti. 28 Ağustos gecesi Kazım Karabekir Paşa evinde son bir toplantı yapmıştı. Bu toplantıya Mustafa Kemal Paşa’dan başka Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinden Rauf Bey ve Râif Hoca da katılmışlardı. Kazım Karabekir Paşa’ya göre (123), toplantıda Padişah ve hükümeti ile yardakçıların Türkiye’nin bölünmesine ve İstanbul ile memleketin bir kısmının İngiliz mandası altına girmesine rıza gösterdikleri; eski Sadrazam İzzet Paşa ile birçoklarının bunu önlemek için Amerikan mandasını kabul etmeğe karar verdikleri hususları belirttikten sonra, istiklâli korumak ve Türk milletini esarete düşürmemek için sonuna kadar mukavemet etmeğe karar verildi.

En sonunda naçar kalınırsa İstiklâlin mahfuz kalması ve memleketin bütünlüğüne halel gelmemek şartları ile Amerikan müzaharetine taraftar olunacaktı. Ancak bu husus son derecede mahrem kalacaktı. Sivas Kongresi’nde milletin istiklâlinin kurtarılması için Millî mukavemete karar verilecekti. Millî sınırlar dahilinde her fert istiklâl savaşı için harekete geçirilecekti. Gerçekten Kâzım Karabekir Paşa’nın dediği gibi (124) aşağıda görüleceği üzere, Sivas Kongresi’nde, işgal kuvvetlerine karşı mukavemet edilmesine karar verilmiş ve bu bütün Türkiye’yi içine alan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnamesinde ifade edilmiştir.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 29 Ağustos günü öğleden önce otomobiller ile Sivas’a hareket ettiler. Kendileri, halk ve ordu mensupları tarafından parlak bir şekilde uğurlandılar. Ayağından rahatsız olduğu için evinden çıkamamış olan Kazım Karabekir Paşa oradan bu göz yaşartıcı uğurlama merasimini seyretmiş ve muhterem arkadaşlarını dürbünle kilometrelerce takibetmişti (125).

Mustafa Kemal Paşa Erzincan’dan hareket ettikten sonra, Dersim Kürtlerinin Erzincan Boğazını tuttukları şayiasına ehemmiyet vermeyerek süratle yoluna devam etti ve halkın büyük gösterileri arasında 2 Eylülde Sivas’a erişti. Türkiye’nin diğer bölgelerine mensup azalar daha önce gelmişlerdi. Mustafa Kemal Faşa, manda taraftarları’nın Kongre’de fikirlerini kabul ettirmek için büyük gayret sarfedeceklerini biliyordu. Kongre’nin toplanmasından az önce Rauf Bey ve diğer bazı azalar Bekir Sami Bey’in evinde toplanarak Mustafa Kemal Paşa’yı reis yapmamağa karar vermişlerdi ki, (126) bunun bizim mesele ile de çok yakından ilgili olması pek muhtemeldir. Çünkü Bekir Sami Bey’in burada da hararetli bir Amerikan mandası taraftarı olduğunu göreceğimiz gibi, Rauf Bey de onları desteklemiştir. Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey’in Sivas Kongresinden evvel kendisi ile hemfikir olduğunu fakat Sivas Kongresinde Mandanın müdafasını yaptığından dolayı onun ancak İstanbul’dan gelen mandacıların tesirinde kalarak fikrini değiştirdiği kanaatine varmıştır (127).

Bu sebeple manda taraftarları fikirlerine aleyhtar olduğunu pek iyi bildikleri Mustafa Kemal Paşa’yı reis yapmamakla onun kongre azaları üzerindeki nüfus ve tesirini önlemeğe çalışmışlardır. Fakat onlar bu teşebbüslerinde başarı gösteremediler. Mustafa Kemal Paşa, büyük bir çoğunlukla Kongre Reisi seçildi. Kongre gündeminin Erzurum Kongresi Nizamnamesi ve Beyannamesi ile bilhassa Amerikan mandasından da bahseden bir muhtıranın müzakere edilmesi teşkil edecektir. Nutukta ifade edildiğine göre (128), bu muhtıra Mustafa Kemal Paşa Sivas’a gelmezden önce 25 kadar aza tarafından hazırlanmıştı. Kongre zabıtlarından bu muhtıranın Bekir Sami, İsmail Fazıl Paşa’nın da dahil bulunduğu bir heyet tarafından kararlaştırılan esaslar dahilinde, genişletilmiş bir şekilde, İsmail Hami’nin kaleminden çıktığı anlaşılıyor. Kongre’nin ilk üç günü Nutukta ifade edildiği üzere (129), Kongre azalarının ittihatçı olmadıklarını teyid için yemin etmek ve yemin formülünü hazırlamakla, Kongre’nin açılışı dolayısıyla gelen telgraflara cevap vermekle ve bilhassa Kongre’nin siyaset ile meşgul olup olmayacağının münakaşasıyla geçmişti.

Ancak 4. gün gündemin ilk maddesine geçilebildi. Erzurum Beyannamesinin muhtevası müzakere edilerek bazı değişiklikler yapıldıktan sonra kabul edildi. Bu değişiklikler şunlardı:

1- Cemiyetin, Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şeklindeki adı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti oldu.

2- Heyet-i Temsiliye ‘‘Şarki Anadolu’nun heyet-i umumiyesini temsil eder,, ifadesi yerine, “Heyet-i Temsiliye vatanın heyet-i umumiyesini temsil eder,, kaydı kondu.

3- ‘‘Her türlü işgal ve müdahaleyi, Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine matuf telakki edeceğimizden müttehiden müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir,, yerine “Her türlü işgal ve müdahalenin ve bilhassa Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine matuf harekatın reddi hususlarında müttehiden müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir,, denilmiştir.

Nutukta izah edildiği üzere (130), bu iki cümlede İtilaf Devletlerine karşı hasımâne bir vaziyet alınıyor ve mukavemet edileceği ifade olunuyordu.

4- Hükümet-i Osmaniye bir tazyik-i düveli karşısında buraları (yani Şark vilayetlerini) terk ve ihmal etmek ısrarında bulunduğu anlaşıldığı takdirde alınacak idari, siyasî, askerî vaziyetlerin tayin ve tespiti,, cümlesindeki ‘‘buraları,, yerine “mülkümüzün herhangi bir cüzünü terk ve ihmal etmek..,, şeklindeki umumi bir ifade konmuştu.

Aynı gün öğleden sonra bilhassa mandadan bahseden muhtıranın müzakeresine geçildi. Bu muhtıranın, İsmail Hami Bey’in nezdinde bulunduğu haber alınarak incelenmesine müsaade edilmesi tarafımızdan bir mektup ile rica edilmiş ise de, kendisinden bu ricamıza bir cevap alınamamıştır. Bununla beraber, aşağıda görüleceği üzere, yapılan konuşmalardan, bu muhtıranın mahiyeti hakkında umumi bir fikir edinmek kabil oluyor.

Anlaşıldığına göre, Kongre başlamadan ve Mustafa Kemal Paşa, henüz Erzurum’da iken Sivas’a gelmiş olan murahhaslar, Kongrede konuşulacak meseleleri tespit etmek üzere bir ihzari encümen kurmuşlardı. Bu Encümen Hami (İstanbul), İsmail Fazıl Paşa (İstanbul), Bekir Sami (Sivas) Osman Nuri (Bursa) ve Şükrü (Afyon) beylerden müteşekkil idi. Encümen yaptığı çalışmalar sonunda şu meselelerin Kongrede konuşulmasına karar vermişti (131):

a- Manda meselesi.

b- Kuvva-i Milliye Teşkilatı.

c- Kongre heyetinin mali durumu.

d- Hariç ile münasebetlerin tesisi.

e- İstanbul’daki hükümetin düşürülmesi.

f- Seçim yapılmasının temini.

g- İçte ve dışta propaganda yapılması.

Bunlardan manda meselesinin esasları müzakere edilerek tespit edilmiş ve “manda veya istiklalden birinin kabulü,, gibi anlaşmaya varılmayan bazı hususlar Kongre’ye bırakılmıştı.

Tespit edilen esasların, açıklama ve genişletme yetkileri de verilerek, İstanbul murahhaslarından İsmail Hami Bey tarafından yazılmasına karar verilmiş ve İsmail Hami Bey de kendi şahsi görüşlerini de katmak suretiyle bir muhtıra vücuda getirmiştir.

Bu muhtıra başlıca üç kısma ayrılıyordu (132):

1. Kısım, Hilafet ve Saltanat meselesi: Burada Bolşeviklik ve İttihatçılık isnatları reddediliyordu. Kongre’nin Hilafet ve Saltanata bağlılığı ve bunun muhafazasına çalışılacağı ifade ediliyor.

2. Kısım, Manda meselesi: Burada mandanın lüzumuna dair başlıca sebepler ve mandanın getireceği faydalar zikrediliyor ve mandanın tarifi yapılıyor. Anlaşıldığına göre, bu sebepler dahili ve harici olmak üzere daha önce birkaç defa bahsettiğimiz âmillerin aynıdır. Yani Türkiye yoksul ve ayni zamanda borçlu bir memlekettir. Memleketin geliri borcunun faizini bile karşılayamıyor. Bu sebepten Türkiye’nin kendi kendine gelişmesi şöyle dursun hayatını bile devam ettirmesi mümkün değildir. Harici sebep ise, Türkiye’nin İtilâf Devletleri tarafından taksime uğrayacağıdır.

3. Kısım, Mandanın Şartları: Burada mandatere teklif edilecek şartlar sıralanmıştır. Bu şartların başlıca aşağıda zikredilenler olduğu anlaşılıyor.

a- Bir manda komisyonu teşkili.

b- Mandaterin memleketin işgal edilmiş kısımlarının tahliyesinde yardım etmesi.

c- Eski ahitlerin ilgasının teyidi.

d- Adlî istiklâlin masuniyeti.

e- Boğazlardaki istihkamların yıkılması veya milletler arası bir işgalle bu meselenin halli.

f- Mali istiklal.

g- Mandanın muayyen bir zaman ile tahdidi.

h- Mandada milliyet esasının kabulü.

i- Öksüzler ile dul kadınların hukukunun korunması.

j- Sınırların milliyet esasına göre âdilâne tahdidi.

k- Unsur meselesinin nüfus mübadelesi ile halli.

l- Devletin tarafsızlığının temini.

m- Rum ve Ermeni asıllı Amerikalılara Türkiye’de vazife verilmemesi.

n- Milli hâkimiyet müesseselerinin bekası.

o- Devletin haricen temsil hakkının bekası.

p- Patrikhanelerin âit oldukları memleketlere nakli.

r- Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’a girmesinin sebeplerinin hazırlanması.

Bu şartlar arasında Boğazlardaki istihkâmların yıkılması veya milletlerarası bir işgale terk edilmesi, sınırların milliyet esaslarına göre çizilmesinin istenmesi dikkate değer. Mamafih sonuncusunun halli Kongreye bırakılarak yalnız mütalaa serdedilmiştir. Diğer taraftan Türkiye’nin ordusunu muhafaza edeceği üzerinde açık bir kaydın görülmemesi kayda şayândır. Fakat m. maddesinin bunu da içine alacağı iddia edilebilir.

Sivas Kongresinde manda üzerinde lehte ve aleyhte konuşmalar olmuştur. Bu konuşmaların tahlillerini burada yapalım.

Sivas Kongresi zabıtlarından (133), anlaşıldığına göre Kongre Başkanı Mustafa Kemal Paşa henüz Erzurum’da iken Sivas’a gelen İsmail Hâmi (Danişmend), İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami Bey, evvelce aralarında kararlaştırdıkları üzere, kurulan ihzâri Encümende manda meselesinin müzakere ve bu hususta bazı esasların kabul ettirip, bunların genişletilerek bir muhtıra şekline getirilmesi için, içlerinden İsmail Hâmi Bey’in vazifelendirilmesini temin etmişler ve onun tarafından hazırlanan muhtırayı da Kongre’de müzakere edilmek üzere, Teklif Encümeninden geçirmeğe muaffak olmuşlardır. Fakat okunan muhtıra, yazan ve arkadaşları müstesna kimseyi tatmin etmemiş ve itirazlar ile karşılanmıştır.

Mazhar Müfid Bey ve Reis Paşa muhtıranın Teklif Encümeninde görüşüldükten sonra Kongrede müzakere edilmesini teklif ettikleri gibi, diğer hatipler de muhtırayı hazırlayan Hâmi Bey’in “Osmanlı İmparatorluğunun uzun bir zamandan beri istiklâlden mahrum olduğu gibi” bir takım şahsi mütalaalarını tenkit etmişlerdir. Konuşmalar muhtıranın Kongre’de müzakere edilip edilmemesi meselesi üzerinde devam ederken nihayet, Refet Bey’in muhtıranın Kongrece müzakereye konulmuş olup olmadığını sorması üzerine, cereyan eden konuşmalardan müteessir olan İsmail Fazıl Paşa, ”Suitefehhümü mucib olduğundan biz üçümüz muhtırayı istirdat ediyoruz, keenlemyekün addettik,, demiş ve Reis Paşa da: “Muhtıra istirdat olunmuştur,, cümlesi ile bunun kabul edildiğini bildirmişti (134). Böylece muhtıranın Kongre’de müzakeresi mümkün olmamıştı.

Bununla beraber, Refet Bey’in manda üzerinde konuşmaya devam etmesi ve uzun bir konuşma yapması diğer hatiplerin de söz alıp konuşmalarına yol açtı ve aşağıda bahsedeceğimiz bir karar ile son buldu.

Söz alıp konuşan manda taraftarı hatipler kendi fikirlerini Anadolu murahhaslarına kabul ettirebilmek ve umumî efkârda aleyhlerine bir hava yaratılmasını önlemek için (Manda istiklali ihlâl etmez) diyorlar ve hatta bunu teminat altına almak için bazı şartlar zikrediyorlardı.

Gerek İsmail Hami’nin muhtırasından gerek kendisinin ve arkadaşlarının konuşmasından, anlaşılıyor ki mandanın lüzumunu zikrettikleri âmilleri bilhassa, Türkiye’nin borçlu, yoksul, geri kalmış, kapitülasyonlar ile iktisadi bir esarete mahrum edilmiş olması, yabancıların hâiz oldukları imtiyazlar azınlıkların dış müdahalelere sebebiyet vermeleri gibi hususlar teşkil ediyor. Nitekim Hami Bey de muhtırasında mandaya en ziyade dâhilî durum ve şartlar bakımından lüzum göstermiş olduğunu söylediği gibi, Vasıf Bey de, görüldüğü üzere, “Bütün devletler bizi müstakil bırakacaklarını söyleseler, biz yine mandaya muhtacız,, demişti. Çünkü diyordu, Vasıf Bey, “400-500 milyon borcumuz var, oysa devletin geliri, borcun faizini bile karşılayamaz. Sonra yanıbaşımızda bizi taksim etmeyi emel edinmiş hükümetler var. Parasız ordusuz ne yapabiliriz, onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz, onlar dretnot yapıyorlar, biz yelkenli gemi yapamıyoruz. Bu haller ile bugün istiklâlimizi kurtarsak bile yine günün birinde bizi taksim ederler” (135).

Hattâ, İsmail Hami Bey mandacılıkta o kadar ileri gitmişti ki, “Amerika‘nın bütün vaidlerini ayaklar altına alarak Türkleri ezmeğe çalışması vârid bile görülse, yine Amerikan mandasının kabul edilmesi mecburiyetinin bulunduğunu ve bu mandayı Amerika’ya kabul ettirmek için çok çalışılması gerektiğini,, söylemişti. Bekir Sami Bey’in de manda meselesinde bu iki arkadaşından farksız bir düşünceye sahip olduğu görülüyor.

İsmail Fazıl Paşa da, mandanın siyasi bakımdan değil iktisadi bakımdan, memleketin “İmar ve ilâsı,, için lüzumlu olduğunu ileri sürüyordu.

Refet Bey de, Amerikan mandasının kabul edilmesi hakkın da ayni mahiyette sözler söyledi (136). ‘‘Yirminci asırda 500 milyon borç, harap ve pek verimli toprağı olmayan bir memleket, buna mukabil 10-15 milyon geliri olan bir millet için harici bir müzaharet olmaksızın hayatını devam ettirmesi mümkün değildir.

Yukarıda adları geçen Amerikan mandası taraftarları, Refet Bey’in şahsında davaları için kuvvetli bir müttefik bulmuşlardı. Amasya Tamimi’nde imzası bulunan ve Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın ülkü arkadaşlarından Refet Bey dış tehlikeleri de anlatarak azalarca mandanın bu bakımdan da lüzumlu olduğu kanaatini verdi ve kendisinden sonra söz alan Hami ve Vasıf Beyler de ayni konuya temas ederek davalarını bu bakımdan da desteklemek yolunu tuttular. Nutukta, Refet Bey’in bu beklenmeyen hareketi tenkit edilmekte ve bu hususta aynen şöyle denilmektedir “Efendiler bu parlak ve mâhirane nutkun (yani Refet Bey’in konuşması) dinleyenlerin fikir ve kanaatleri üzerinde yapabileceği delâletkâr tesirin derecesini suhuletle takdir buyurursunuz Efkârın, bunu takip etmesi muhtemel olan ayni fikirdeki hatiplerin nutuklarıyla büsbütün tesemmüm etmesine meydan vermemek ve suret-i hususiyede tenvir ve irşada zaman bulabilmek için, derhal on dakika istirahat edelim efendim diyerek celseyi tatil ettim” (137).

Gerçekten manda taraftarlarının konuşmaları azalar üzerinde müessir oluyordu. Onların konuşmaları, bir manda kabulü için zorlayıcı sebepler olmakla beraber, o zamanki gerçekleri ve durumu aksettirmeyen yanlış veya pek mübalağalı sözler değildi. Bu sebeple müzahereti (yardım anlamında) kimse reddetmemiş olduğu gibi, manda aleyhinde de şiddetli konuşmalar yapılmamıştır. Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyetinden Hoca Raif Efendi, görüldüğü gibi, manda tabirinin kullanılmamasını, yerine “istiklâliyet,, sözünün kullanılmasını, manda tabirinin reddedilmesini istemişti. Gerçekten alim, fazıl, yurtsever bir zat olan Râif Efendi’nin bu sözleri ile İsmail Hami, “manda tâbiri efendi hazretlerini pek korkutmuş, en çok hoşlandıkları bir kelimeyi mukabil ittihaz edebiliriz. Hatta isterlerse manda demek devlet-i ebed müddet demektir der işin içinden çıkarız,, ve sair gibi lâflar ile gûya onunla alay etmek istemişti. Halbuki Raif Efendi, İsmail Hami’nin itham’ının aksine, mandanın ismine olduğu gibi, cismine de itiraz etmişti.

Bursa murahhaslarından Ahmed Nuri Bey’in konuşmasını mandanın aleyhinde en kuvvetli, en ikna edici ve en azimli konuşma olarak vasıflamak her halde yanlış sayılmaz. Ahmed Nuri Bey, konuşmanın başında: “Acaba mandayı kabul etmek devletimiz için mecburi midir?” sorusunu sormuş ve hayır manasını ifade etmek üzere, “Bir millet ölmemiştir, her millet gibi yaşamak hakkına maliktir ve bugünkü âsâr-ı tezahüratiyle bu hakikâti göstermek üzeredir. Zâten bu izharat-ı milliye de bu hakikâti isbat etmektedir……… bugün müstakil yaşamak için müstakil yaşamağa azmetmek lâzımdır. Bir millet müstakil yaşamak için her şeyden evvel kendi menâbine istinat etmek lâzım gelir, biz 600 senedir müstakilen yaşadık. Herhalde bugün bizim manda kaydına pek uzak olmamız lâzımdır. Onun için evvelâ manda kelimesinin kat’iyyen reddini talep ediyorum” demişti (138).

Ahmed Nuri Bey ayni zamanda, bir takım izahat vererek siyasi durumun lehimizde olduğunu ve Türkiye’nin bundan faydalanabileceğini de ifade etmişti. Bununla beraber o müzahereti reddetmemiş ve bunu temin maksadiyle Refet Bey’in teklifine uyarak ve her halde onun tesirine kapılarak, Amerika’ya bir heyet gönderilmesini istemişti. Diğer Bursa murahhası Osman Nuri Bey de yaptığı konuşmada istiklâlin muhafazası üzerinde hassasiyetle durmuş ve hatta görüldüğü gibi, “Biz sırf bu nokta (yani İstiklâl) için buraya geldik,, demişti. Anlaşılacağı üzere manda aleyhinde konuşanlar ve bilhassa istiklâl meselesi üzerinde hassasiyet ve samimiyetle duranlar şöhretleri olmayan Anadolu murahhasları olmuşlardır. Bunlar iyimser ve azimlidirler. Şüphesiz bunlar millî mücadele tarihimizde üzerinde durulması gereken önemli hususlardır.

Zabıtlarda, denildiği gibi, Reis Paşa’ya gelince, Mustafa Kemal Paşa’nın manda lehinde yapılacak konuşmalarının tesirini azaltmak, muhtıranın müzakeresini neticesiz bırakmak için, Amerikalı gazeteci Browne’ın Amerika’nın Türkiye’nin mandasını kabul etmesinin çok şüpheli olduğuna dair sözlerini müzakereye başlanırken azalara bildirilmişti. Muhtıranın yeniden Teklif Encümenine havale edilmesini teklif etti. İsmail Fazıl Paşa’nın yapılan konuşmalardan müteessir olarak muhtırayı geri aldığını söylemesi üzerine de riyaset makamından, derhal, “muhtıra istirdat olunmuştur,, dedi ve sık sık oturuma ara verdi. Ancak Mustafa Kemal Paşa niçin Amerikan mandası lehinde konuşanlara, söz alarak, açık ve kesin bir cevap vermedi? Gerek nutukta gerek diğer eserlerde bu sorunun cevabına ait bir kayda rast gelinmediği gibi, şimdiye kadar bu hususta herhangi bir izah da yapılmamıştır. Zabıtlarda yukarıda bahsettiğim şahıslardan başkası Amerikan Mandası aleyhinde söz söylememiştir.

Bizim kanaatimize göre, bu meselenin izahı şöyle olsa gerektir: Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında henüz kuvvetli bir taraftar kitlesi teşekkül etmemişti. Buna karşılık bu fikrin taraftarları, evvelce birkaç defa belirtildiği ve şimdiye kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, aydınlar tabakası ve seçkinler sınıfının pek mühim bir kısmını teşkil etmekte idiler. Bunlar umumiyetle kültürlü, batı medeniyetine aşina ve faal kimseler idi. Yukarıda onun en yakın arkadaşları arasında bu fikri benimsemiş olanları görmemiş mi idik? İktidarı elinde tutmasına ve bilhassa din adamları ve halk üzerinde sonsuz bir nüfuza sahip bulunmasına rağmen, aczi sebebiyle mukadderata tabî veya İngiliz himayesine razı olan Padişah karşısında Mustafa Kemal Paşa (bir vesile ile daha önce de ifade ettiğimiz gibi) bu fikrin taraftarlarına, gayet isabetli olarak mütedil ve müsamahalı bir siyaset takip etmek lüzumunu duymuştu. Her halde o, faaliyetleri neticesinde millî mücadele ruhunun gelişmesi ile çok geçmeden bu fikrin zayıflayıp ortadan kalkacağından ve mensuplarının da arkasında gidenler arasında yer alacağından emin bulunuyordu (139).

Zabıtların son kısmında görüldüğü gibi, Rauf Bey, Amerikalı gazeteci Browne’ın tavsiyesi üzerine Amerikan Senatosuna bir telgraf çekilerek, Türkiye’deki durumu incelemek maksadiyle Senato’ya mensup bir heyetin davet edilmesini teklif etti. Bu teklif Kongre’de ittifakla kabul edildi ve hazırlanan telgraf metni 11 Eylül (1919) da Amerika’ya gönderildi (140). İngilizce yazılmış olan bu metnin Türkçe tercümesi şudur (141):

“Birleşik Amerika Devleti Ayan Meclisi Reisliğine, Rumeli ve Anadolu’nun bütün Müslüman halkını temsil eden ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu ve Rumeli’deki bütün vilayetlerinin temsilcilerinden mürekkep olan Sivas Milli Kongresi 4 Eylül 1919 da bir araya gelmişti, gayeleri şunlardır: Memleket halkının ekseriyetinin arzularını yerine getirmek, bütün azınlıkları himaye altında bulundurmak, bütün vatandaşlara can ve adalet yolundaki haklarını teminata bağlamak.”

Sivas Milli Kongresi Osmanlı İmparatorluğu halkı içindeki ekseriyetin arzularını ifade eden bir karar suretini 9 Eylül 1919 da rey birliği ile kabul etmiştir. Bu kararın havi bulunduğu prensipleri, Sivas Kongresi’nin, Kongre dağılmazdan evvel azası arasından seçeceği merkez komitesinin ve İmparatorluk hudutları içinde diğer bütün tali teşkilâtın istikbaldeki hareketlerine rehber olacaktır.

Takibedilecek siyasetle alakalı olan bu karar mucibince Sivas Milli Kongresi, Birleşik Amerika Devletleri Ayan Meclisine şu ricada bulunmayı bugün, yine ittifakla kararlaştırmıştır. Azanızdan mürekkep bir komiteyi Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesine göndermenizi diliyoruz. Bu komite, hususi menfaat ve alakaları olmayanlar ve bir millete has olan berrak görüşle, Osmanlı İmparatorluğu’nda, fiilî surette hüküm süren hal ve şartları tetkikten geçirmelidir. Böyle bir tetkik, Osmanlı İmparatorluğu’na ait nüfusun ve arazinin mukadderatı hakkında bir sulh muahedesi mucibince keyfi kararlar verilmesine meydan bırakmazdan evvel yapılmalıdır.

Sivas Milli Kongresi adına Reis : Mustafa Kemal Paşa

Reis Vekili : Hüseyin Rauf Bey

İkinci Reis Vekili : Emekli General İsmail Fâzıl Paşa

Katip : İsmail Hami

Kâtip : M. M. Şükrü

E. L. Browne bilhassa İstanbul’daki Amerikan mandası taraftarlarının isteği ve Türkiye’deki Amerikalıların teşviki ile Sivas’a gelmişti. Burada kendisine iyi bir kabul gösterilmişti. Amerikalı gazeteci resmî hiç bir sıfatı olmadığını söylemesine rağmen ona büyük bir ehemmiyet verilmiş ve kendisine adeta Amerika temsilcisi nazariyle bakılmıştır. Çünkü İstanbul’da manda taraftarları Mr. Browne’u Sivas Kongresi’ndekilere böyle tanıtmışlardı. Mr. Browne Sivas’ta 15 gün kaldı ve Mustafa Kemal, Rauf Bey ve diğer azalar ile görüştü. İngilizceye vukufları dolayısiyle Rauf Bey ve eski Washington elçisi Rüstem Bey ile diğer bazıları kendisi ile sık sık buluşup konuşuyorlardı. İşte Rauf Bey, bahis konusu olan teklifini, işaret edildiği gibi, bu Amerikan gazetecisinin tavsiyesi üzerine yapmış ve hatta gönderilen metnin İngilizcesini de Mr. Browne yazmıştı. Mr. Browne bu metnin imzalı bir nüshası da yanında olduğu halde 20 Eylülde Sivas’tan İstanbul’a müteveccihen yola çıkmıştır. O, yanında bulunan metni, Amerika’ya döndüğünde Amerikan Kongresi’ne verecek idi (142). Yedi ay Türkiye’de kaldıktan sonra Paris’e giden Mr. Browne, hazırladığı raporları C.R. Crane’e sundu. Mr. Browne’un Paris’ten Türk Milli hareketi ve Mustafa Kemal’i öğen makaleleri Chicago Daily News gazetesinde çıktı (143). Bu suretle de bir çok Amerikalıların Türkiye hakkındaki menfi fikirleri değişmiş oldu.

Amerikan Kongresi’ne yapılan bu müracaatın tabiatiyle Amerikan mandası taraftarlarını oldukça tatmin etmiş olduğuna ve onları sevindirdiğine şüphe yoktur. Yani, manda taraftarlarının, bu müracaatı kendi davaları için mühim bir adım saydıkları muhakkaktır. Hatta bunu, bir manda talebiyle tefsir etmiş olmaları da mümkündür. Nitekim Kongreyi yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa’nın maiyetinden Hüsrev Bey (Hüsrev Gerede) 15. Kolordu erkan-ı harbi Miralay Kazım Bey’e (Kazım Dirik) yazdığı bir mektupta :

“Sadrazam Ferid Paşa istiklâl havası çalarken Kongre’nin alenen velevki şerait-i milliye dahilinde olsun bir müzaheret talep eylemesi efkâr-ı umumiyeyi kaybetmek nokta-i nazarından pek tehlikeli görünmektedir” demektedir (144).

Yine Hüsrev Bey diğer bir mektubunda (145), gazeteci Browne”un şahsî görüşü kaydiyle Türkiye ve İran Azerbaycan’ını birleştirip bir devlet haline getirerek Erzurum ve Trabzon’u da Ermenistan’a katarak bunlara Türkiye ile birlikte Amerikan mandasının uygulanmasının en muvafık hal çaresi olduğunu söylediğini de yazmaktadır. Ancak Ermenistan müstakil sayılmayıp Türkiye’ye bağlı muhtar bir hükümet olacakmış.. Hemen işaret edelim ki, bu yalnız Browne’a ait bir tasavvur değildir. Yakın doğu’da yaşayan ve oradaki duruma vâkıf Amerikalıların çoğu da ayni fikirde oldukları gibi, şimdi hasbedilecek olan General Harbord heyeti de Amerikan hükümetine manda almayı kabul ettiği takdirde-aynı tavsiyede bulunmuştu.

Amerikalı gazeteci Browne’un Sivas’ı terkettiği gün (146), Tuğgeneral J.G. Harbord idaresinde bir Amerikan heyeti Sivas’a geldi. Bu heyetin başlıca vazifesi Doğu’da bir Ermenistan teşkilinin mümkün olup olmayacağını incelemekti. Heyet iki gün sonra Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları (Rauf Bey, Bekir Sami Bey, Rüstem Bey) ile uzun bir görüşme yaptı. Harbord raporunda Mustafa Kemal Paşa’yı ‘‘keskin zekalı, kuvvetli bir genç adam olarak vasıfladıktan sonra” “milliyetçilerin veya müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve onların lideri Mustafa Kemal Paşa’nın gayesinin, Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü Amerika gibi tek ve tarafsız bir devletin mandası altında muhafaza etmek” olduğunu yazmaktadır (147).

Gerçekten Temsil Heyetinden Bekir Sami Bey’in bu fikirde olduğunu bildiğimiz gibi Rauf Bey’in de bu fikri benimsemiş olduğu tahmin edilebilir. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın da bu kanaatte olduğunu söylemesi esassız olsa gerektir. Bu, ya bir yanlış anlamadan ileri gelmiştir veya kasten Harbord’a böyle söylenmiştir. Çünkü Harbord yine raporunda Mustafa Kemal Paşa tarafından 15 Ekimde şöyle bir beyanatın verildiğini yazmaktadır (148). “Milli fırka tarafsız bir yabancı devletin yardım etmesi zaruretini takdir etmektedir. Gayemiz mütarekedeki hudutlar dahilinde Türkiye’nin gelişmesini temine çalışmaktı. Genişleme plânlarımız yoktur. Kanâatimiz şudur ki Türkiye iyi bir hükümete kavuştuğu takdirde zengin ve müreffeh bir memleket olabilir. Hükümet yabancı müdahale ve entrikalar yüzünden zaâfa uğramıştır. Edindiğimiz tecrübelerden şu neticeye vardık ki bize yardım edebilecek biricik memleket Amerika’dır”. Diğer taraftan Mustafa Kemal Paşa, Harbord ile görüştüğü günden bir gün sonra veya aynı gün Kazım Karabekir Paşa’ya gönderdiği şifreli telgrafta (149): “Bitaraf ve kuvvetli bir devlet ve milletin beyânnamemizin birinci maddesi ahkâmı mucibince muavenetine ihtiyacımızı itiraf ve bunu memnuniyetle kabul ederiz” sözlerini söylediğini bildirmiştir.

Hatırlatalım ki Sivas Kongresi Beyannamesinin 1. maddesinde Mondros Mütarekesi’nin yapıldığı tarihteki hudud dahilinde kalan ülkenin parçalanmaz ve bölünmez bir kül teşkil ettiği, bu hudutlar içinde yaşayan halkın da öz kardeş oldukları ifade edilmiştir. Şu maddede de gösterilebileceği gibi Mustafa Kemal Paşa Arap ülkelerinin Türkiye sınırları içinde kalmasına taraftar değildi. Nitekim Osmanlı imparatorluğunun eski hudutları dahilinde Amerika’nın mandası altına alınması hususunda Bekir Sami Bey’in yaptığı teklife verdiği cevapta: “Anadolu halkının Arabistan adına mandaterlik teklifine hak ve selâhiyeti olabilir mi?” demişti (150). Bu hususta Harbord’un Mustafa Kemal Paşa’nın da Amerikan mandasına taraftar olduğu sözlerinin doğru olmadığı üzerinde ayrıca bir delil sayılabilir.

Mustafa Kemal Paşa, General Harbord’a bir muhtıra vermiştir. Bu muhtıra da (151), Türk milletinin Wilson Prensipleri ile adil bir barışı kuvvetle ümit ederek haksız işgaller ile ilk karşılaştığı, İtilâf Devletlerinin teveccühlerinden cesaretlenen azınlıkların millet ve devletin hak ve itibarına karşı açıkça hücuma geçtikleri, İstanbul’un gaddarca işgal edilmesi ile devletin ve milletin istiklaline müdahale edildiği, Türk hükümetinin İngilizlerin oyuncağı haline geldiği, Türk milletinin, toprak bütünlüğüne karşı yapılan bu hareketlerden müteessir olduğu, böylece mevcudiyeti hususunda ciddi bir kaygıya düşen milletin kuvvetini ve idari tutumunu göstermek lüzumunu duyduğu ve bunun sonucun da bir çok milli cemiyetlerin kurulduğu ve olayların gelişmesi sonunda kurtuluşun umumî ve ortak bir teşkilat kurmakla mümkün olacağı anlaşıldığı ve bunun sonucunda Erzurum ve Sivas Kongrelerinin yapıldığı ve bu son Kongre’de mütarekenin imzalandığı sırada İmparatorluğun hudutları içinde kalan bölgelerin bir bütün teşkil ettiği bir kere daha tespit edildi ve bu Kongre’nin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti adını aldığı anlaşıldıktan sonra bu cemiyetin ilk gayesinin mütarekedeki sınırları dahilinde Osmanlı Devleti topraklarının bütünlüğünün muhafazası ve millî istiklali korumak, Hilafet ve saltanatın haklarını müdafaa etmek için, millî kuvvetleri teşkilatlandırmak ve milli iradenin üstünlüğünü tanıtmak olduğu ifade edilmiştir.

Yine muhtırada, “Asil ve temiz gayelerimiz İtilâf Devletleri aleyhinde mütecaviz niyetlerden uzaktır. Buna rağmen kendi varlığımıza yönelen, insanlık ve adalet haklarına bir tecavüz olan maddi hücumlara karşı müdafaa etmemiz ve bunlara mukabelede bulunmamız kaçınılmaz ve tabiî bir harekettir” denilmektedir. Muhtırada bundan sonra hükümetin bölücü tutumu yerilmekte, komünizmin Türkiye’de yayılmasının mümkün olmayacağını belirtmekte ve tekrar Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine değinilerek bunun milli şuurdan doğduğu, vatansever bir hareketin mahsulü olduğu ifade edilmekte ve “hazinemiz, istiklâl ve vatanseverliğin değerini takdir etmeyi öğrenmiş olan milletimizdir. Gelirlerimizin kaynağı milletin kendiliğinden yaptığı bağışlardır” denilmektedir (152).

Muhtıranın sonlarına doğru da şu sözler yer almıştır: “Türk milleti bin yıldan fazla bir zamandır bu topraklarda yaşama hakkına sahiptir. Bu, eskiye ait kalıntılarla tesbit edilmiştir. Osmanlı Devletine gelince, bu devlet yedi asırdır yaşamaktadır ve muhteşem mazisi ve tarihiyle öğünebilir. Biz kudreti ve haşmeti bütün dünyada, Asya ve Afrika kıtalarında tanınan bir milletiz, Savaşçılığımız ve ticaret gemilerimiz okyanusları aşmış ve bayrağımızı Hindistan’a kadar götürmüşlerdir. Kabiliyetlerimiz bir zamanlar sahip olduğumuz ve bütün dünyada bilinen hakimiyetimizle ispat edilmiştir”…….. Eğer memleketimiz yabancıların entrika ve müdahale kâbusundan kurtarılırsa ve memleket meseleleri milli irade ve arzulara saygı duyan muktedir bir hükümet tarafından idare edilirse memleketin bütün dünya için memnuniyet kaynağı olacak bir duruma geleceğine dair kat’i teminatları verebiliriz. Bizi kurbanı olduğumuz haksız baskıdan kurtarmak ve kalkınmamızı hızlandırmak yolunda kudretli ve tarafsız bir yabancı milletin yardımının bizim için çok kıymetli olacağını ayrıca belirtmek isteriz” (153).

İşte, muhtıranın özeti budur. Bu muhtıranın nasıl vakur, samimî bir millî şuur ve gurur, dirayetli ve kıyasetli bir görüş ile yazılmış olduğu görülüyor. Muhtıra, millî cereyanın mihveri Mustafa Kemal Paşa’nın asil ruhunun mahsulü olup, Türk milletinin his ve düşüncesinin ifadesidir.

Bu muhtıra artık millî gayeyi açıkça ve kararlı ve değişmez bir şekilde ifade etmektedir: Türkiye’nin bütünlüğünü ve Türk milletinin istiklalini korumak, bunun için gerekirse savaşacaktır. Görüldüğü gibi, muhtırada ancak “kudretli ve tarafsız bir devletin yardımı” (assistance) millî davanın tahakkukunda ve Türkiye’nin gelişmesinde çok değerli olduğu ifade edilerek açıkça bir yardım bile istenmemiş ve Amerika’nın adı dahi zikredilmemiştir.


NOTLAR

(1). Official Bulletin, 14 Ekim 1918-1 Kasım 1918; Enver Ziya Karal, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, İstanbul, 1960, s. 2-4.

(2). M. Cemil, Lozan, İstanbul, 1933, s. 203.

(3).  Ahmed Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkilâp hareketleri ve milli mücadele, İstanbul, 1965, S. 600-601

(4). Yale üniversitesi, House arşivi, Dr. 29,20. Tam metin için bk. Ekler No. 2.

(5). Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih (1789-1960) s. 440-441.

(6). Aynı eser, s. 453-454.

(7). Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de siyasi partiler, İstanbul, 1952 s. 445-446.

(8). Aynı eser, s. 445-446.

(9). The Turkish Ordeal, Landon, 1928, s. 15; Türkçesi, Türkün Ateşle imtihanı, İstanbul, 1962, s. 18.

(10). Bu muhtıranın İngilizce aslı, Yale Üniversitesi M. House Arşivinde bulunmaktadır, Dr. 31,237. İmzalar için bk. Ekler No. 3.

(11). Nr. 299.

(12). Nr. 304; Sabah Nr. 10436; Yenigün Nr. 93.

(13). Tam metin için bk. Ekler Nr. 4.

(14). (Sümer) Erol Mine, Wilson Prensipleri Cemiyetinin Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’a gönderdiği, muhtıra, Tarih Araştırmaları Dergisi, c. III, Ankara, 1966, s. 237-245.

(15). Halide Edib, Türkün ateşle imtihanı, s. 18.

(16). Nutuk 1, s. 68.

(17). Sabah, 9 Kânunuevvel, Nr. 10439.

(18). Eserimizin Sivas Kongresinde Manda meselesi bölümüne bakınız.

(19). Vakit, Nr. 428.

(20). Vakit Nr. 404.

(21). Vakit, 8 Kânunnevvel, Nr. 404.

(22). Vakit, 21 Kânunuevvel, Nr. 418.

(23). Aynı eser.

(24). Yeni Gün, Nr. 95.

(25). Nr. 10439.

(26). 6 Kânunusani 1335.

(27). Turkish Ordeal’s s. 15-16; türkçesi Türkün ateşle imtihanı, s. 18-19.

(28). İkdam, Nr. 8018; Tarık Zafer Tunaya, aynı eser, s. 434-438.

(29). Bk. Tarık Z. Tunaya, aynı eser, s. 434,448-452.

(30). «…Yarın buraya bir Amerikan heyeti geliyormuş. Hem Yunanlıların bu ahvali hakkında tetkikat yapacak, hem Türk efkârını anlayacakmış. Zamanın yaldızlı hapı manda kelimesi ya; İstanbul’da bir müddetten beri hangi mandayı arzu etmeliyiz diye faalâne cereyanlar vardır…» (Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1960, s. 59-60, İsmet Bey’in Kâzım Karabekir Paşa’ya mektubu). Görüldüğü gibi mandayı yaldızlı hapa benzeten İsmet Bey, 27 Ağustosta yine Kâzım Karabekir Paşa’ya yolladığı diğer bir mektupta bu mesele hakkında şunları söylemektedir.» « …Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faidesi olacaktır deniliyor ki ben de tamamiyle bu kanaâtteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerika’nın murakabesine tevdi etmek, yaşayabilmek  için yegane ehven çare gibidir. Fakat bugün bu kanaatin kıymeti onun izharındadır.» (aynı eser, s. 176).

(31). Nr. 566.

(32). İstiklâl Gazetesi, Nr. 154.

(33). İstiklâl, Nr. 162.

(34). M. Tayyip Gökbilgin, Millî Mücadele başlarken, Ankara, 1959, I, s. 103-107. Sayın Prof. Gökbilgin’in saltanat şûrasına dair verdiği bilgilerin bu şûra’nın zabıtlarına dayandığı anlaşılıyor. Çünki bu Şûra’dan bahseden gazeteler cereyan eden müzakereler hakkında pek az bilgi vermektedirler ki bu, her halde sansürle ilgilidir. Saltanat şûrası hakkında gazetelerde verilen bilgiler için bk. İkdam, Nr. 8009, 8010; Vakit, Nr. 568; İstiklâl, Nr. 154.

(35). Tayyib Gökbilgin, aynı eser, s. 107.

(36). Vakit Nr. 568.

(37). İkdam, Nr. 8010; İstiklâl, Nr. 154; Prof. Gökbilgin, aynı eser, s. 108.

(38). İkdam, Nr. 8010; Galip Kemâli hatıratında (başımıza gelenler İstanbul, 1939, s. 127-131), şûra’da yaptığı konuşmayı tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Fakat hatıratındaki sözleri ile başta İkdam olmak üzere yaptığı konuşma hakkında verilen haberler arasında bazı mübayenetler görülmektedir.

(39). İkdam, Nr. 8009.

(40). Galip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza gelenler, s. 78-79.

(41). Ali Fuat Türkgeldi, Görüp işittiklerim, Ankara, 1949, s. 234.

(42). Nr. 571,572.

(43). Nr. 574.

(44) . Foreign Relations of the United States, Paris Peace Conference, 1919, Washington, 1943, V, s. 555.

(45). Aynı eser IV, s. 509-511.

(46). Aynı eser, IV, s. 509-511.

(47). Aynı eser, IV, s. 512.

(48). Aynı eser, VI, s. 691-694.

(49). Aynı eser, Vl, s. 729.

(50). Vakit, Nr. 578.

(51). İstiklâl Nr. 162,165.

(52). Vakit, Nr. 579.

(53). Paris Peace Conference, XII, s. 749-753; Cebesoy, Milli Mücadele hatıraları, s. 120.

(54). İkdam, Nr. 8073, 8074.

(55). Paris Peace Conference, XII, s. 821.

(56). Aynı eser, XII, s. 820.

(57). Vakit, Nr. 632.

(58). Vakit, Nr. 632; ikdam Nr. 8089; Tarık Zafer Tunaya, Nr. 427.

(59). Vakit, Nr. 632.

(60). Vakit, Nr. 643.

(61). Paris Peace Conference, XII, s. 834.

(62). Paris Peace Conference, XII, s. 834-835.

(63). Aynı eser, XII, s. 835.

(64). Aynı eser, Xll, s. 835.

(65). Aynı eser, XII, s. 835.

(66). Amerikan Mandası fikrinin ilk defa Halide Edip tarafından ortaya atılmış olması pek mümkündür. Bu fikrin de ona dostları Amerikalıların telkin etmiş olmaları pek muhtemeldir. Meselâ onun dostlarından Dr. Gates’in Türkiye’nin parçalanmayıp bütün halinde Amerikan Mandası altına sokulmasının hararetli taraftarlarından birisi olduğunu biliyoruz. (bk. Mine Erol (Sümer), Robert Kolej Müdürü Dr. Gates’in Paris Barış Konferansı dolayısı ile gönderdiği mektup, Tarih araştırmaları Dergisi, II. sayı 2 – 3, s. 233 – 236). Diğer taraftan Türkiye’de Amerikalıların çoğunun da aynı fikirde olduğu bilinmektedir. (Maj. Gen. James Harbort, Report of the American Millitary Mission to Armenia Washington, 1920, s. 20.

(67). Nr. 12 Muslihiddin Adil, İstiklâl daima İstiklâl. (Nr. 19), Nr. 23, 25, 26, 43, 44.

(68). İleri, 24 Ağustos 1335.

(69). İleri, 13 Eylül 1335, İstiklâl başlıklı.

(70). Vakit, Nr. 660.

(71). Kâzım Karabekir Paşa, aynı eser, s. 149-157.

(72). Aynı eser, s. 403.

(73). Nutuk, 1, s. 5; Kâzım Karabekir, aynı eser, s. 149, 151, 174, 176, 394.

(74). İsmet Bey’in (İnönü) Kâzım Karabekir Paşa’ya mektubu (Kâzım Karabekir, aynı eser, s. 176).

(75). Meselâ Refii Cevad’ın şu makalesi: “İngilizleri isteriz’’, Alemdar, Nr. 1149.

(76). Bu heyet (veya cemiyet) in kurucu ve idarecilerini şu şahıslar teşkil ediyordu Ahmed Riza (Eski Ayan Meclisi Reisi), Çürüksulu Mahmud Paşa., Hâmid, Nâbi, Reşid Sâdi ve Abdurrahman Şeref Beyler (Tarık Z. Tunaya, aynı eser s. 423).

(77). Bu fırkanın idare heyeti de şu şahıslardan mürekkepti: Câmi, Asaf Muammer, Bekir Sami, Soysallıoğlu İsmail Suphi, Mahir Sait, Refik İsmail. Bunlardan Câmi Bey eski Fizan Mebusu, Bekir Sami Bey eski Beyrut Mebusu, Asaf Muammer, Söz Gazetesi Baş Muharriri idiler. (Tarık Z. Tunaya, aynı eser, s. 432-433.

(78). Nutuk, İstanbul, 1960, II, s. 603-607.

(79). Kâzım Karabekir, aynı eser, s: 170-174 (Lâyihanın tam metni), ayrıca aynı eserdeki şu sayfalara da bk. 149, 150, 156.

(80). Aynı eser, s. 170. Bu mesele ile ilgili olarak ayrıca şu sayfalara bk. 177-179.

(81). Nutuk, I, s. 71 (12. Kolordu Kumandanlığından Mustafa Kemal Paşa’ya gönderilen telgraf).

(82). Nutuk, I, s. 71.

(83). Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’da iken kendilerine mektuplar yazdığı şahıslar şunlardı: Abdurrahman Şeref Bey (Milli Ahrar Fırkasından), Reşit Akif Paşa, İzzet Paşa (Eski Sadrazam) Seyit Bey, Hâlide Edip, Kara Vasıf Bey, Ferid Bey (Nâfıa Nazırı), Câmi Bey ve Ahmed Riza Bey (Nutuk, I, s. 25). Bunların çoğunun Amerikan mandası taraftarları oldukları görülüyor.

(84). Yalnız mitingler ve saire gibi tezahürat büyük gayeleri hiç bir vakitte kurtaramaz ve ancak sine-i milletten bilfiil doğan kudret-i müşterekeye istinat ederse rehakâr olur fakat şüphe götürmeyen bir hakikattir ki bu acı safhayı bu kadar mühlik bir şekilde ishar eden en müessir âmil maâlesef payitahtımızdaki muhalif cereyanlar ve Anadolu’nun saf ve mukaddes âmal-i milliyesini muzır bir şekilde infirata uğratan siyasi ve gayr-i milli propagandalardır. (Nutuk, İstanbul 1960, III. s. 916-917). Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’daki  ‘‘muhalif cereyanlardan ve Anadolu’nun saf ve mukaddes millî emellerini zararlı bir şekilde parçalamağa götüren siyasî ve milli olmayan propagandalardan haklı olarak şikâyet etmektedir. Tabiî bu muhtelif cereyanlar ve milli olmayan propagandalar” ifadesi ile Amerikan mandası cereyanı ve bu hususta yapılan propaganda da kasdedilmektedir.

(85). Nutuk, I. s. 71-72.

(86). Nutuk, I. s. 72.

(87). Bu raporu uzun bir zamandan beri aramakta idik. Redd-i İlhak cemiyeti reisi merhum Hacim Muhyiddin (Çarıklı) Bey’in Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İnkilâp Tarihi Enstitüsüne intikal etmiş evrakı arasından Amerikan müzaheretinden bahseden dört sayfalık basılmış bir vesika çıkmıştır. (Nr. 182/51569). Bunun kim, nerede ve ne zaman yazıldığı bilinmiyordu. Yaptığımız araştırma sonucunda bunun bahsedilen rapor olduğu anlaşıldı. Kâzım Karabekir’in hatıratında bu raporun, “Beyanname” adı ile maddeler kısmının görülmesi (s. 144-145) hüvviyetinin tesbit edilmesinde mühim bir âmil olmuştur.

(88). Kara Vâsıf, gönderdiği mektupta, buna yazdığımız gibi, rapor diyor. Karabekir’in hatıratında ise “Beyanname’ adı veriliyor. 136.

(89). Nutuk, I, s. 73.

(90). Kâzım Karabekir, aynı eser, s. 189.

(91). Kâzım Karabekir, aynı eser, s. 189.

(92). Nutuk, I, s. 21.

(93). Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, İstanbul, 1953, s, 60.

(94). Nutuk, 1, s. 22; Ali Fuat Cebesoy, aynı eser, s. 73-76; M. Tayyip Gökbilgin, aynı eser s. 145-148.

(95). Nutuk, I, s. 34.; M. Tayyip Gökbilgin, aynı eser, s. 153-154.

(96). Harp Tarihi Dairesi, Atatürk Arşivi, 1335/4-1.

(97). Harp Tarihi Dairesi 1335/4-1 F. 262.

(98). M. Goloğlu, Erzurum Kongresi, Ankara, 1968, s. 80.

(99). İstiklâl Harbimiz, s. 66-68, 75.

(100). Aynı eser, s. 73-76.

(101). Rauf Bey’in Kâzım Karabekir’e mektubu, (eserin sonunda).

(102). Nutuk, I, s. 65.

(103). Aynı eser, gösterilen yer.

(104). Nutuk, I, s. 78, 79.

(105). Nutuk, I, s. 65, 68.

(106). Aynı eser, I, s. 65, 66.

(107). Aynı eser, I, s. 66-67.

(108). Aynı eser, I, s. 67-68.

(109). Aynı eser, I, s. 68.

(110). Aynı eser, I, s. 80; Kâzım Karabekir, aynı eser, s. 107.

(111). Kâzım Karabekir, s. 107.

(112). Bu bahse bk. 157.

(113). The Turkish Ordeal, s. 15; Türkçesi Türkün ateşle imtihanı, s. 18-19.

(114). Nutuk, l, s. 80.

(115). Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bu husustaki diğer mütalaası için bk. Nutuk, I, s. 80-81.

(116). Kazım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s. 102-103. Bu muhtıranın tam metni için bk. Ekler Kısmı No. 5.

(117). Nutuk, I, s. 68-70. Mektubun tam metni için bk. Ekler Kısmı No. 6.

(118). Aynı eser, I, s. 73.

(l 19). Aynı eser, I, s. 74.

(120). Prof. Latimer, Sivas Kongresinde Amerikalı bir gözlemci, Son Çağ 1965 Nr. 19 s. 6.

(121). Nutuk, I, s. 55-57.

(122). Aynı eser, I, s. 57-58.

(123). İstiklâl Harbimiz, s. 157.

(124). Aynı eser, s. 157.

(125). Aynı eser, s. 158-159.

(126). Nutuk, I, s. 62.

(127). Nutuk, I, s. 81.

(128). Nutuk. I, s. 63.

(129). Aynı eser, I, s. 63

(130). Aynı eser, l, s. 64.

(131). Sivas Kongresi Zabıtları, Genel Kurmay Başkanlığı, Harp Dairesi, Atatürk Arşivi, V, Dosya; Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü, Nr. 38/ 51086.

(132). Aynı eser, Nr. 38/ 51086.

(133). Sivas Kongresi Zabıtları, Genel Kurmay Başkanlığı, Harp Tarihi Dairesinde, Atatürk Arşivinde bulunmaktadır. Zabıtların tebyiz edilmiş nushası ise Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı kütüphanesindedir. Ben bu tebyîz edilmiş nüshanın İnkılâp Tarihi Enstitüsündeki fotokopisini kullandım. Bununla beraber müsvette ile tebyiz edilmiş nüshayı karşılaştırmayı da ihmal etmedim. Bu karşılaştırmada müsvedde ile tebyiz e dilmiş nusha arasında muhteva bakımından kayda değer farklar görülmemiştir.

(134). Sivas Kongresi zabıtları, Atatürk Arşivi, Dosya V.; İnkilâp Tarihi Enstitüsü, Nr. 33/ 51086.

(135). Aynı zabıtlar.

(136). Nutuk, I, s. 77-78.

(137). Nutuk, I, s. 78.

(138). Sivas Kongresi Zabıtları, İnkilâp Tarihi Enstitüsü Nr. 38/ 51086.

(139). Sayın Ali Fuat Cebesoy ile yaptığımız görüşmede, Amerikan Mandası taraftarlarının gerek Mustafa Kemal Paşa’ya, gerek Millî teşkilâtın diğer ileri gelenlerine fikirlerini kabul ettirmek için pek çok israrda bulunduklarını söylemişti.

(140). Mustafa Kemal Paşa Nutukda böyle bir mektubun kaleme alındığını fakat gönderilip gönderilmediğinden haberi olmadığını söyler (bk. Nutuk. s. 82) ise de, bu mektup Amerikan senatosuna gönderilmiştir.

(141). Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, s. 175-176. Bu mektubun türkçesine (eğer var idi ise) ve İngilizce bir suretine zabıtlar ile Sivas Kongresine ait büyük dosyada rast gelinmemiştir. Mektubun İngilizce aslı Amerikalı gazeteci Edgar Louis Browne’a verilmiştir fakat Mr. Browne, bunu Senatoya vermeyip kendisi saklamıştı. Bu nüshanın fotokopisi için bk. A. N. Kurat, Sivas Kongresi ve Amerikalı gazeteci Edgar Louis Browne, Son Çağ, Nr. 14, 1963, s. 11. Mektubun A. Fuat Cebesoy’un kitabında bulunan Türkçe tercümesi aslının aynıdır. İngilizce metin için bk. Ekler Kısmı Nr. 7.

(142). A. N. Kurat, yukarıda adı geçen yazısı, s. 8-11, 38.

(143). Prof. Latimer, Sivas Kongresinde Amerikalı bir gözlemci Nr. 19.

(144). Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s. 222-223.

(145). Aynı eser, 224.

(146). A. N. Kurat, aynı yazı, s. 38.

(147). Report of the American millîtary mission to Armenia Washington 1921, s. 16-17.

(148). Aynı rapor, s. 17.

(149). Kâzım, Karabekir Paşa, aynı eser, s. 225.

(150). Nutuk, I, s. 66.

(151). Report of the American military mission to Armenia, s. 29, 37.

(152). Aynı rapor, s. 36.

(153). Aynı rapor, s. 37.


Mine Erol, “Türkiye’de Amerikan Mandası Meselesi 1919-1920”, İleri Basımevi, Giresun-1972.