İstanbul’daki imar yolsuzlukları ve kent dokusunun altüst edilmesinin tarihi yeni bir şey değildir. Üstelik bu operasyonun dünya kapitalist sistemiyle de doğrudan bir bağı vardır. Bütün dünya Moğolların akınlarını tarihin sayfalarına acımasız ve barbarca diye not etmiş olsa da, kapitalist sistemin barbarlığının eline su dökemez. Daha ilginç olan ise kenti tümüyle altüst eden bu akınların ya da el değiştirmede sınır tanımayan sermayenin, bir kentin boynuna asılan bir yafta gibi kalmasıdır. Yani demek istediğim bir kent sürekli dışarıdan gelen akınlarla altüst edilmesine rağmen, bütün suçun yine o kentin üzerine yıkılmasıdır. Dalgalar ve dönemler halinde gerçekleşen bu talan akınlarının suçlusunun akına uğrayan kentin olması da büyük kolaylık getirmiştir. Çünkü akınların o kentin yozlaşmış egemenlik sistemini yıktığı ve görece daha “ileri” bir egemenlik sistemini yaratıyor olması fikri, iyimser olanlar açısından “gelişme” kaydettik düşüncesiyle bir arınma ritüeline dönüşmüştür.
Şu meşhur tanrımız “demokrasi”nin vahiylerinden en önemlisi “mukayese” ayetidir. Bu ayet, diğer ayetlere göre en makbul olandır. Sürekli olarak ellerimizi açıp, şükrederek “ona göre bu”, “hiç olmazsa ondan daha iyi” telkinleriyle ömrümüzü bir grup terapisine dönüştürmüştür. “Yıkılsın da sonrasına bakarız” anlayışı “tarihte bir ilerleme vardır” mekanizmasını tetiklediği için, bütün beklenti daha önceki yasalara eklenecek yeni cümlelerdir. Yeni cümleler aslı bozmaz ve sadece bulunduğumuz zamanın ruhuna dair güncellemeler içerir.
Bir kent asıl olan değil, asıl olanın sadece mekanıdır. Yani bardak mekan ise, sistem sudur. Bardağı kırarlar, yerine yeni bardak yaparlar ve su sonuçta o bardağın şeklini alır. Üstelik maddeye şekil verirken de suyun rolü çok önemlidir. Çok sağlam bir maden olan çelik bile ateşle eritilip döverek şekil verildikten sonra şeklinin son halinin sabitlenmesi için suyla soğutulur. Sistem su gibidir ve içinden geçeceği, içine boşalacağı her şeyin şeklini alır. Dolayısıyla bir suçlu aranıyorsa eğer, mekandan ziyade, mekana akıp gelen ve mekanın içine daha önce akmış olanlarla sentezlenmesinin sonucunda ortaya çıkan akılda aramak lazım.
Bardak kırıldığında su saçılınca, terse dönen bir etki de yaratıyor. Yani su tersine de akmaya başlıyor. Akıp gelen göçler tersine akan bir sisteme de neden oluyor. Böylelikle sistem karşılıklı akışa neden olan bir ilişki biçimi doğuruyor. Bardağı kıran akın, çıkış noktasına dönen ters bir akıntıya dönüşüyor. İstanbul Boğazı’nın akıntısı gibi; üst akıntılar Karadeniz’den Marmara Denizi’ne doğrudur. Çünkü Karadeniz’in su seviyesi 40 cm. daha yukarıdadır. Dip akıntısı ise Marmara’dan Karadeniz’e doğrudur. Bunun nedeni de Marmara’nın 2 kat daha tuzlu olmasıdır. Tuz miktarının yüksek olması yoğunluk farkı yaratır. Bu anlamıyla İstanbul Boğazı bir geçiş noktasıdır. Bardağı kıracak olan akının yerelliğinden harekete geçtiği anda kendi yerelliğindeki bardağı da kırması kaçınılmaz olmuştur artık.
Bardağın kırılmasını bekleyen Konstantin Kavafis’in meşhur şiiri “Barbarları Beklerken”, kendi yozlaşmış, köhnemiş egemenlik sisteminden kurtuluşun son çaresini akınlarda görüyor.
“Neden toplanmış bekleşiyoruz pazar yerinde?
Barbarlar gelecek bugün.
Neden böyle hareketsiz senato?
Boş oturuyor Senatörler, yasalarla
uğraşacaklarına?Çünkü barbarlar gelecek bugün.
Senatörler neden uğraşıp dursun yasalarla?
Barbarlar gelince yapacak nasıl olsa.”
Ama o barbarlar yerelliğinden çıktıkları anda kendi bardaklarını da kırmışlardı ve sistem artık kendini güncelleyerek o yerelliklere kadar ulaşabilen ters bir akıntıya da dönüşmüştü bile. Moğolların sonradan meşhur İpek Yolu’ndaki dünya ticaretinin güvenliğini sağlayan bir güce dönüşmesiyle güncellenen egemenlik sisteminin bir parçası haline gelmesi bunun tipik bir örneğidir. Moğollar yasalara yeni cümleler eklenmesine neden olan yıkıcılık rolünü tarihin sayfalarına eklemişlerdir.
Günümüzde ise bu akınlar sanayileşmiş büyük kentlere ucuz iş gücü olarak akmaya devam ediyor. Ama bu iş gücü zamanla egemenlik sistemlerinin içinde el değiştiren sermaye haline de geliyor. Tarihin genel akışı içinde bu etki tersine de dönerek, merkezlerdeki sistemin yerellikleri de fetheden bir akışa da dönüşüyor. Bu altüst oluş içinde merkezler, yerelliğin kültürünü de içererek kendi ekonomi işleyişlerini tersine akıtıyorlar. “Gecikmiş kapitalizm” tespiti bu anlamda yerli yerine oturuyor. Ama bu tespit de tersinden “kapitalizm geliştirir” tespitine dönüşerek, “küreselleşme”, “post modernizm” gibi olumluluk yüklenen kavramlara dönüşüyor.
Kavafis “Barbarları Beklerken” adlı şiirinin finalinde adeta Godot’u bekler gibi bir ruh halinin içine düştüğü karamsarlığı da ifade ediyor. “Gelmediklerinde n’aparız” sorusuyla adeta bunalıma giriyor.
“Ne oluyor, nedir bu huzursuzluk, bu kaynaşma?
(Yüzler nasıl da asıldı birdenbire.)
Hızla boşalıyor sokaklar, alanlar,
evinin yolunu tutuyor herkes düşünceler içinde?Çünkü karanlık bastı, barbarlar hala görünmedi.
Sınır boylarından gelenlerin dediğine bakılırsa
barbarlardan bir iz yokmuş ortalıkta.Peki, şimdi halimiz ne olacak barbarlarsız?
Onlar bir çeşit çözümdü bizim için.”
Şu bir gerçek ki, gelenler kendi köhnemiş, yozlaşmış sistemlerinin özelliklerini de getiriyorlar. Bu özellikler, kendi yozlaşmışlıklarını yıktığı yozlaşmışlıklarla sentezlenerek güncelleniyor. Büyük bir talan sonucunda, yani büyük yıkımın gürültüsü, patırtısı bittikten sonra haliyle yeni bir paradigmaya, modele dönüşmüş olarak akış devam edecektir. Yani bütün nehirler büyük denizlere akıyorlar.
İstanbul bu anlamıyla öfkeyi üzerine çekerek hep kırılan bardak olmuştur. Hem de defalarca kırılan bardak. Ama kimse esas olanı yani suyu konuşmamıştır. Ve herkes akıp geldikleri kırılan bardaklarını idealize ederek geçmişine özlem duyup duygulanmış, şarkılar, türküler bestelemişlerdir. Tarihin öznesi insandır. İnsan bütün tarihin hem nedeni, hem de sonucudur. Suyun kaynağı insan aklından bağımsız hareket edemez. İnsan aklından bağımsız hareket edebilmek sadece doğaya özgü bir durumdur.
Dünya kapitalist sistemine göbekten bağlı olan Türkiye kapitalizminin merkezi olan İstanbul, el değiştiren sermayenin operasyonları sayesinde yıkım dalgaları yaşamıştır. Bu dalgalar aynı zamanda egemenlik sistemlerinin değişim dönemleriyle doğrudan alakalıdır. Mesela sanayileşme bunun önemli dönemlerinden biridir. İstanbul’da açılan fabrikalar göçleri hareketlendirmiştir. Bu dönem toprak ağalarının da yeni yatırımlara yönelmelerine neden olmuştur. İstanbul, Türkiye kapitalizminin her hükümetinin egemenlik gösterisinin sahnesi olmuştur. Bu gösteri kendini önce hep imar operasyonlarıyla ifade etmiştir. Ne tesadüftür ki, bu imar talanları aynı zamanda dünya kapitalist sistemiyle de bağlantılıdır. Bu talanlar göçlerle birlikte gelen toprak ağalarından tutun da, palazlanma peşindekilerin avlanma alanı gibidir. Talan ve yağma ekonomisinin yüzyıllar sonra değişen tek yanı artık kılıç kullanılıyor olmamasıdır.
Bir sürü imar operasyonu gören bu kent Lütfi Kırdar’dan sonra gelen dalgada Menderes döneminin kabusunu yaşamıştır. 24 Eylül 1956’da Adnan Menderes tarafından açıklanan “İstanbul imarı” planı ile İstanbul’da yapılan yıkımlar dünya kapitalist sisteminin merkezindeki petrol şirketleri ve otomotiv sanayisine de alan açmıştır. İstanbul insanlarını da dünya kapitalist sisteminin müşterisi haline getirmiştir. Sadece bununla kalmamış, kente göçle gelen halkları da kapitalist sisteme tehcir etmiştir.
Genel olarak şehirde geniş bulvarlar açılması ile otomobilli ulaşımın özendirilmesine yol açmıştır. Otomobilin özendirilmesinin nedeni de, ABD tarafından verilen Marshall yardımları kapsamındaki kredilerin otoyol yapımı için kullandırtılmasıdır. Otomobile özendirilen insanlar bankalara da av olmaktan kaçamamıştır. Bu geniş bulvarların tarihsel dokunun yoğun olduğu eski bölgelerden geçmesi de pek çok tarihi binanın yıkımına neden olmuştur. Metro dahil olmak üzere adamakıllı hiçbir toplu taşıma sistemi düşünülmemiştir. O dönemlerde öncelikle Kağıthane ve Zeytinburnu civarında yeni filizlenmeye başlamış gecekondu sorunu için de yapılan kayda değer bir çalışma yoktur. Bu imar talanı kente göçü, yapılan teşviklerle beraber ivmelendirmiştir. 1957 Seçimleri için oy arttırıcı bir çalışma olarak ele alındığı da bilinmektedir.
Dünya kapitalist sisteminin paradigma ve model değişim projelerinin bu coğrafyaya uygulanması için her zaman “demokrasi” tanrısı tarafından kutsanmış ayetleri tercüme büroları tarafından yukarıdan aşağıya indirilmiştir. Talan ve dolanın yarattığı ekonomik model, yarattığı vatandaşlık hukuku adı altında diğer yandan da vergilerle haraç sisteminin tüm inceliklerini işletmektedir. Fırsat eşitliği teorisine dayalı yasaların gölgesindeki eşitsizliğin fırsat bırakmadığı düzenek, insan bedenine kadar sızan suyun boğucu haleti ruhiyesidir.
Barbarları bekleyenlerle, Godot’u bekleyenlerin konsensüsu ekseninde yaşanan paradigma ve model değişikliği, Dünya Bankası’nın gecikmiş direktiflerini elbirliği ile hızlandırmıştır. Süreç ekonomik liberalizm ile sosyal liberalizmin ayrımının ortadan kalktığı bir mutabakat zemininde gelişmiştir. İçimize kadar sızan bu suyun yarattığı rutubet, insanların da toplumsal dönüşüm projesiyle yeniden inşasını yürürlüğe sokmuştur.
Kentler, insanlar güncelleniyor. Güncel eski programın yeni versiyonudur.
Lütfen bekleyiniz…
Yükleniyor….
İlk yorum yapan olun