I
Siz hiç hareket halindeki bir arabaya binmeye çalıştınız mı? Böyle bir arabaya binmek duran bir arabaya binmekten ne kadar da farklıdır değil mi? Peki, gözünüz bağlıyken hareket halindeki bu arabaya binebilir miydiniz? Diyelim gözünüz bağlı değil ama bu arabanın nereye, hangi süratle gittiğini bilmiyorsunuz; binmek mümkün olur muydu?
“Bu saçma sorular da nereden çıktı” diye düşünebilirsiniz. Şurası kesin ki bu sorulara hepimiz aynı yanıtları verirdik; herhalde aramızdan kimse nereye, hangi süratle gittiğinden emin olmadan hareket halindeki bir araca rastgele atlamaya kalkmazdı. Peki ya toplum? Toplum da herkesin bir iş, bir ev bulmak, çeşitli toplumsal ilişkilere dahil olmak, ihtiyaç ve zevklerini doyurmak için, yani bir bütün olarak yaşamı katetmek için bir yerinde “seyahat etmek” istediği hareket halindeki bir araca benzemiyor mu? Toplum değişiyor, hareket ediyor; bunu kimse yadsıyamaz. Yirminci yüzyılı bir düşünelim: herhalde bu kadar fazla toplumsal değişimin yaşandığı başka bir yüzyıl olmamıştır ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne uzanan tarihsel kesitte yaşananları aklımıza getirelim: herhalde tarihin hiçbir döneminde toplum bu kadar hızlı değişmemiştir. Peki ama bu değişim ne hızla ve daha da önemlisi ne yöne doğru gerçekleşiyor?
Bugün Amerikan, İngiliz veya Japon toplumundan belirli istekleriniz, beklentileriniz olabilir; hazırlıklarınızı bu beklentilere göre yapıyor olabilirsiniz. Peki önümüzdeki birkaç yıl içinde bu isteklerinizin, beklentilerinizin karşılanacağından emin misiniz? İyimser biriyseniz bu soruya rahatlıkla “evet” yanıtını verebilirsiniz; fakat bu olumlu yanıt sizin, toplumun sadece verili bir andaki haline baktığınızı, bunu da son derece üstünkörü bir şekilde yaptığınızı gösterir. Ancak takdir edersiniz ki toplum değişiyor; hem de büyük bir hızla. Siz hiç içinde yaşadığınız demokratik kapitalist toplumun ne yönde değiştiğini sorguladınız mı? Yoksa ne yöne, hangi hızla gittiğini bilmedikleri araca atlamaya çalışan şu gözü bağlı insanlar gibi misiniz?
Peki içinde yaşadığımız bu karmaşık örgütlenmeyi, yani modern toplumu, sürekli bir değişim ve evrim içerisindeyken nasıl incelemeliyiz? Marksizm, değişim halindeki toplumu incelemeye yönelik sistemli (fakat hâlâ tamamlanmayı bekleyen) bir arayış olarak, işte bu noktada devreye giriyor. Metaların nasıl üretildiğine, mübadele edildiğine ve dağıtıldığına odaklanmak suretiyle Marksizm, toplumsal sistemin bütününün hem yapısını hem de değişim dinamiklerini ve böylelikle de bu sistemin kökenlerini ve gelecekte alacağı olası biçimleri açıklamaya çalışır. Marksizm bunu yaparken aynı zamanda bize kapitalizmin sürüp gitmesinden kazançlı çıkan küçük bir azınlığın, bu sistemin köklü bir değişimle yıkılmasından kazançlı çıkacak büyük çoğunluğun yaşayış ve düşünüş biçimlerini cebren veya hile ile nasıl denetlediğini de öğretir ve son olarak Marksizm bizi yöntemle (diyalektik) ve pratikle (sınıf mücadelesi) donatarak sürekli değişen topluma dair çıkarımlarımızı güncellememizi sağlar ve böylelikle de toplumun en arzu edilir noktaya taşınması çabasına yardımcı olur. Kısacası kimse diyalektik olmadan bu hızla ilerleyen arabaya (yani hızla değişen günümüz toplumuna) atlayıp, ilerlemeyi göze alamaz.
2
İçinde yaşadığımız dünyayı nasıl kavradığımızı belirleyen üç şey vardır: dünyanın nasıl bir yer olduğu, bizim kim olduğumuz ve dünyayı nasıl incelediğimiz. Üçüncü nokta yani dünyayı nasıl incelediğimiz konusunda şunu belirtmek gerekiyor: Günümüzde gerçekliği kavrama etkinliğinin olağan zorluklarına bir de şeyleri durağan ve birbirinden bağımsızmış gibi algılamamıza yol açan şeylere odaklanıp olguların dinamik yapısını ve sistemik özelliklerini göz ardı eden yaklaşımların yarattığı sorunlar ekleniyor. Kopernik’in aslında kendi çağındaki gökbilimciler üzerine söylediği şu sözler günümüz akademi dünyasının durumunu pek güzel tasvir ediyor: “Bunların yaptıkları şey sanki bir sanatçının hepsi de mükemmel bir şekilde çizilmiş ama her biri farklı modellere ait el, ayak, kafa ve diğer uzuvları bir araya getirip de tek bir vücudu oluşturacak şekilde ilişkilendirmemesine benziyor. Bu parçalar hiçbir şekilde birbirlerine uymadığından ortaya çıkan şey bir insan değil canavar heykeli oluyor” (Kuhn, 1962, 83). Gerçekten de bilgiyi, her biri yalnızca kendisine ait bir dizi sorunsal ve yönteme sahip, birbirleriyle alakasız ve hatta birbirine karşı husumet içinde olan disiplinlerin dar alanlarına hapsederek parçalara ayıran günümüz akademisi bizi, vaat ettiği gibi “hidayete erdirmektense”, birbiriyle uyumsuz notaların çıkardığı kulak tırmalayıcı seslerin boğukluğuna terk ediyor. Böyle bir karmaşa içerisinde de bilgi ile eylem arasındaki kadim bağlantı ortadan kayboluyor ve olabildiğince az şey hakkında olabildiğince çok şey bilmeyi marifet sayan akademisyenler ve aydınlar bilmekten gelen sorumluluklarından rahatlıkla feragat edebiliyorlar. İşte bu mevcut durumu eleştirmek ve bütünleşmiş bir bilgi gövdesi geliştirmek adına bugün artan sayıda araştırmacı yüzünü Marksist diyalektiğe dönüyor.
Diyalektiğin ne olduğuna dair pek çok yanılgının hüküm sürdüğü bir durumda onun aslında ne olmadığını söyleyerek başlamak faydalı olacak. Öncelikle, diyalektik her şeyi açıklamaya gücü yeten katılaşmış bir tez-antitez-sentez üçlemesi değildir. Bir şeyi kanıtlamanın veya önceden tahmin etmenin formülünü sunan kılavuz olarak da görülemez. Onun tarihin motoru olduğunu düşünmek de yanlıştır. Diyalektik sanılanın aksine hiçbir şeyi açıklamaz, hiçbir şeyi kanıtlamaz, hiçbir şeyi önceden bildirmez ve hiçbir şeyin ortaya çıkmasına neden olmaz. Diyalektik daha ziyade hayatımızda ortaya çıkabilecek olası bütün önemli değişim ve etkileşimleri gözümüzün önüne seren bir düşünme biçimidir. İncelemeye çalıştığımız gerçekliğe ait öğeleri nasıl düzene sokacağımızı, bu gerçekliğe ilişkin elde edilen çıkarımları genellikle diyalektik bir şekilde düşünmeyen diğer insanlara nasıl aktaracağımızı gösteren bir kılavuzdur.
Diyalektiğin işaret ettiği temel sorunu Marx çok net bir şekilde Roma mitolojisindeki Cacus’tan örnek vererek anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan Cacus hayatını mağarada sürdürür, sadece geceleri o da öküz çalmak için dışarı çıkardı. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de onları başlarından itip geriye doğru sürükleyerek mağarasına götürürdü ki herkes öküzlerin ayak izlerine bakıp onların aslında mağaradan dışarıya doğru kaçtıklarını sansın. Köylüler her sabah kalkıp da öküzlerini yerlerinde bulamadıklarında Cacus’u suçlamaz, ayak izlerinin gittiği yöne bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasından çıkıp kırda kaybolduklarını sanırlardı.
Eğer öküzlerini kaybeden bu köylüler bugün herhangi bir Amerikan üniversitesinde metodoloji dersi alsalardı ne olup bittiğini anlamak için önce ayak izlerini dikkatli bir şekilde sayar, sonra her birinin boyunu ölçer ve elde edilen sonuçları bilgisayara yüklerlerdi. Ulaştıkları sonuç tüm bu meşakkatli sürecin ardından yine değişmeyecekti ama: öküzler kırda kayboldu. Buradaki temel sorun gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve bu bakımdan da sadece ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir. Peki bu şekilde örneklediğimiz yanılgı toplumumuzda ne kadar yaygın? Marx, bunun bir istisna olmadığını tersine pek çok insanın dünyayı bu şekilde algıladığını söylüyor. Marx’a göre pek çok insan, pek çok durumda, hemen yakınında gördüğü, duyduğu ve rastladığı şeylere -çeşitli ayak izlerine- bakarak gerçekle taban tabana zıt sonuçlara ulaşıyor. İşte burjuva ideolojisine özgü pek çok çarpıtma da böyle ortaya çıkıyor.
Öküzlerini kaybeden köylüler kendi ufuklarını aşıp bir gece önce neler olup bittiğini ve mağaranın içinde nelerin döndüğünü çözselerdi ayak izlerinin gerçek anlamını kavrayabileceklerdi. Aynı şekilde günlük yaşantımızdaki herhangi bir şeyi anlamak da bu şeyin nasıl ortaya çıktığı, geliştiği ve parçası olduğu sistem veya bağlam içerisinde nerede konumlandığı hakkında bir şeyler bilmeyi gerektirir. Lâkin bu gerçeği kabul etmek tek başına yeterli değildir. Bunu kabul edip yine de şeylerin sadece görüntülerine sınırlı bir bakış açısıyla odaklanmaya devam etmekten daha kolay bir şey yoktur. Zaten, dünyada her şeyin belirli bir süratle değiştiğini, etkileştiğini, tarihin ve sistemsel bağlantıların gerçek yaşamın bir parçası olduğunu yadsıyan pek az insan vardır. Asıl zorluk hep, bu bağlantılar hakkında nasıl gerektiği gibi akıl yürütüleceği, bu bağlantıları çarpıtmaktan nasıl kaçınılacağı ve onlara gereken önemin ve ağırlığın nasıl verileceği noktasında başlamıştır. Diyalektik, bu sorunu, şeylerin son hallerine geliş süreçlerini ve içlerinde bulundukları etkileşimsel zemini onların ne olduklarının bir parçası olarak almak ve bu sayede de herhangi bir şeye dair nosyonumuzu genişletmek suretiyle aşmaya çalışır. Bir şeyi anlamaya çalışırken doğrudan onun tarihini ve içinde bulunduğu sistemi anlamaya yönelmemiz de ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Diyalektik, “şeye” dair ortak-duyusal nosyonu (şeyin bir tarihe ve diğer şeylerle bağlantıya sahip olduğu nosyonunu) “süreç” nosyonları (şeyin kendi tarihini ve gelecekteki olası görünümlerini içeren bir şey olarak alan nosyonları) ve ilişki nosyonları (şeyin diğer şeylerle bağlarını o şeyin ne olduğunun bir parçası olarak ele alan nosyonlar) ile ikame ederek bizim gerçeklik hakkındaki düşüncemizi yeniden yapılandırır. Diyalektik, gerçekte olmayan bir şeyi düşünceye eklemez. Diyalektik, daha çok dünya üzerine düşünürken sınırların nasıl çizileceği ve birimlerin nasıl oluşturulacağı (ki diyalektikte buna “soyutlama” denir) meselesini gündeme alır. Varsayım şudur ki; bizim beş duyumuzla algıladığımız özellikler, doğanın bir parçası olarak, gerçekten varolurken hem zaman hem de mekân bağlamında bir şeyin nerede bitip öbür şeyin nerede başladığını bize gösteren kavramsal ayrımlar bir dizi toplumsal ve zihinsel inşadır. Dünyanın ne olduğunun bizim bu ayrımları, sınırları nasıl çizdiğimiz üzerindeki büyük etkisi nasıl olursa olsun, son tahlilde bu sınırları çizenlerin bizzat bizler olduğunu ve farklı kültürlerden ve felsefi geleneklerden gelen insanların bu sınırları farklı farklı çizebileceğini ve çizdiğini söyleyebiliriz.
Örneğin sermayeyi bir süreç olarak soyutlamakla Marx, ilkel birikimi, birikimi ve sermayenin yoğunlaşmasını yani bir bütün olarak onun gerçek tarihini, sermayenin ne olduğunun bir parçası olarak alır, onu bir İlişki (1) olarak soyutlarken de sermayenin emekle, kapitalistlerle ve işçilerle, ya da onun ortaya çıkışına ve işleyişine katkıda bulunan diğer bütün şeylerle olan gerçek bağlarını onun yapıcı unsurları başlığı altında inceler. Marx’ın kapitalizmi düşünürken ve incelerken kullandığı tüm birimler hem bir süreç hem de ilişki olarak soyutlanmıştır. Bu diyalektik anlayış temelinde Marx’ın arayışı, pek çok muhalifinden farklı olarak, asla bir şeyin, sanki daha önceden değişmemiş de neden şimdi değişmeye başladığını anlamaya çalışmak değil, bu değişimin aldığı farklı biçimleri ve neden bu şeyin artık değişmiyormuş, öyle kalıyormuş gibi gözükebileceğini anlamaya çalışmaktır. Aynı şekilde Marx, bir ilişkinin, sanki daha önce böyle bir ilişki yokmuş gibi, nasıl kurulageldiğini anlamaya çalışmak şeklinde bir arayış içinde de değildir. Onun anlamaya çalıştığı şey, yine daha çok bu ilişkinin aldığı farklı biçimler ve bu ilişkinin halihazırdaki öğelerinin nasıl birbirinden bağımsızmış gibi gözükebildiğidir. Marx’ın, sadece görünümlere ve olayların gerçek tarihinden, içinde bulunduğu genel sistemden soyutlanmış belirtilerine odaklanmaktan kaynaklı bir algılayış olarak ideolojiye yönelik eleştirisi de yine bu bakış açısının izlerini taşır.
3
Sadece dünyaya bakmanın bir biçimi olmak dışında Marx’ın diyalektik yöntemi aynı zamanda onun dünyayı nasıl incelediğini, çıkarımlarını nasıl düzenlediğini ve bu çıkarımları ulaşmak istediği kamuoyuna nasıl sunduğunu da içeren bir yöntemdir. Fakat karşılıklı bağımlı süreçler olarak soyutlanan bir dünya nasıl bir incelemeye tabi tutulabilir? Nereden başlanmalı ve neye bakmalı? Diyalektik olmayan bir araştırmadan beklenebileceği gibi küçük bir parçayla başlayıp, onun diğer parçalarla ilişkisine bakmak suretiyle daha genel olan bütünü yeniden inşa etmektense, diyalektik bir araştırma önce bütünle, sistemle veya bu bütünden ne anlaşılıyorsa onunla başlar. Daha sonra da yavaş yavaş parçayı, onun bütün içinde nasıl bir yer tuttuğunu, nasıl işlediğini araştırır ve sonunda buradan da başlangıç noktası olan bütüne ilişkin daha net bir kavrayışa ulaşır. Kapitalizm, Marx için, kapitalizmin bir parçası olan herhangi bir şeyi incelerken kullanılan bir sıçrama tahtasıdır. Bir başlangıç noktası olarak kapitalizm, kendi içinde Marx’ın zorunlu koşulları ve sonuçları ile birlikte irdelemeye koyulduğu etkileşen toplumsal süreçleri de içinde barındırır. Bunun tersine bütünden değil de birbirlerinden bağımsız olarak alınan parça veya parçalardan başlamaksa bir bağlantısızlık varsaymak anlamına gelir ki bu da daha sonra yapılacak bir ilişkilendirmenin asla onaramayacağı çarpık bir yorumu da beraberinde getirir. Böyle olunca bir şeyler eksik kalacak, yanlış konumlandırılacak ve tüm bu çarpıklığı fark etmeyi sağlayacak herhangi bir ölçütten de mahrum kalınacaktır. “Disiplinlerarası çalışmalar” adı verilen okul basitçe tüm bu eksiklikleri, birbirinden bağımsızlaştırılmış farklı disiplinlerden kaynaklanıyormuş gibi görür. Duvardan düştükten sonra bir daha asla eski haline dönemeyen yumurta adam Humpty Dumpty misali, işleyen parçaları daha baştan birbirinden bağımsızmış gibi düşünülen bir sistemin bütünlüğünün daha sonra tekrardan kurulması mümkün değildir.
Diyalektik araştırmanın kendisi, kapitalizmde nelerin olup bittiğini somutlamayı, kapitalizmin işlemesini ve gelişmesini sağlayan araç ve biçimlerin izini sürmeyi ve sonra da onun ne yöne doğru ilerlediğini yansıtmayı amaçlar. Bir sorunun zaman içinde nereye doğru evrildiğini incelemeden önce bu sorunun mevcut halini oluşturan etkileşimlerin bir çözümlemesini yapmak genel bir kuraldır. Diğer bir deyişle araştırmanın akışı içinde sistem tarihten önce analiz edilir; zira açık veya örtük bir şekilde değişimi tikel bir alanda konumlu nedenlerden kaynaklı gören anlayışın vazettiğinin aksine tarih asla yalıtılmış bir veya birkaç öğenin bağımsız gelişiminden ibaret değildir. (Bu bakımdan, birbirinden ayrıymış gibi alınan din tarihi, kültür tarihi ve hatta iktisat tarihi gibi mefhumlar diyalektik olmayan bir düşünüş tarzının ürünüdür.) Marx’ın herhangi bir özel olaya veya kurumsal düzene yönelik çalışmasında bu iki tür araştırma biçimi birbiriyle iç içedir. Kapitalizme ilişkin böyle bir çalışmanın sonucunda erişilebilecek daha bütünlüklü bir kavrayış, bu aşamadan sonra yapılacak bir dizi araştırma için daha zengin ve böylelikle de daha yararlı bir başlangıç noktası oluşturacaktır.
4
Bütünden parçaya, sistemden içeriye ilerleyen bir yaklaşım olarak diyalektik araştırma öncelikle dört tür ilişkinin izini sürer ve açığa çıkmasını sağlar: özdeşlik/farklılık, zıtların iç içe geçmişliği, nitelik/nicelik ve çelişki. Marx’ın gerçekliğe yönelik diyalektik anlayışının temelinde yatan bu ilişkiler onun amaçladığı iki şeyi gerçekleştirmesini mümkün kılar: Bir yandan bir şeyin nasıl işlediğini veya ortaya çıktığını keşfederken aynı zamanda bu veya bu tür şeylerin ancak bu mevcut biçimiyle işleyip ortaya çıkabilmesini sağlayan sistemi daha iyi kavramak.
Marx’ın deyimiyle ortak duyusal yaklaşımda ve aynı zamanda formel mantıkta, şeyler birbiriyle ya aynı/özdeş ya da birbirinden farklıdır; iki şey aynı anda hem özdeş hem de farklı olamaz. Bu modelde herhangi iki kendiliğin hangi açılardan özdeş veya farklı olduğu tespit edilir edilmez karşılaştırmaya son verilir; halbuki Marx için bu sadece bir ilk adımdır. Örneğin kâr, rant ve faiz arasındaki açık farklılıkları ortaya serip, daha ileri gitmeyen ekonomi politikçilerden farklı olarak Marx bununla yetinmeyerek bunların artıdeğer, yani işçiler tarafından üretilen fakat ücret sisteminde onlara geri dönmeyen zenginlik biçimleri olduğunda özdeş hale geldiğini gösterir. Hepsi de bir ilişki olarak, bu niteliği taşır ve bu nitelik aslında onların ortak kökenine işaret eder. Marx’ın, faizi, üretimin ve işçi sınıfının özel niteliklerini açımlamak üzere incelemesi, bunu yaparken de üretimin diğer ekonomik süreçlerle ve işçi sınıfının da diğer sınıflarla paylaştığı ortak özellikleri gözden kaçırmaması onun özdeşlik ve farklılığa özdeşlik bağlamında yaklaştığının güzel bir örneğidir. Marx’ın gerçekliğe yönelik diyalektik anlayışında şeyleri ikame eden ilişkiler, benzer bir şekilde inşa edilmiş başka ilişkilerle karşılaştırıldığında, hem özdeş gözüken özelliklere, hem de farklı gözüken özelliklere aynı anda sahip olacak kadar geniş ve gelişkindir. Marx’ın, bu özdeşlik ve farklılık gösteren özelliklerin neler olduğunu araştırması ve bu ikisinden hangisi daha çok gözden kaçırılmışsa ona özel bir dikkat göstermesi, araştırdığı özgül görüngülerin resmini asla tek yönlülüğe düşmeksizin ayrıntılı bir şekilde çizmeyi başarmasını sağlar.
Özdeşlik/farklılık ilişkisinde bu ilişkiye dayanılarak incelemeye tabi tutulan değişik nitelikler verili olarak alınırken, zıtlıkların iç içeliği bir şeyin nasıl ortaya çıktığının ve işlediğinin büyük ölçüde onu çevreleyen koşulların bir sonucu olduğu düşüncesine dayanır. Bu koşullayıcı etkenler hem incelenecek nesneler hem de bunları algılayan insanlar üzerinde etkilidir. Koşulların nesneler üzerindeki etkisine örnek olsun; bir makine eğer işçileri sömürmekte kullanılıyorsa bunun yegâne nedeni bu makinenin kapitalistlerin mülkiyetinde olmasıdır. Bir tüketicinin ya da kendi kendini istihdam eden bir yöneticinin elinde, yani bir dizi başka etkenin koşullayıcılığı ve farklı zorunluluklar altında, bu makinenin böyle bir işleve sahip olması beklenemez. Koşulların insanlar üzerindeki etkisi bağlamında ise şöyle bir örnek verilebilir: Kapitalist olarak koşullanmış birisi için sahip olduğu makine pazarda satın aldığı bir meta, hatta onu satın almak için ödediği bedel ve belki de ona kâr getirecek bir şeydir. İşçi olarak koşullanmış biri için ise aynı makine üretim sürecindeki hareketlerini belirleyecek olan bir araçtan başka bir şey değildir.
Perspektifsel öğe, yani şeylerin ona bakan kişilerin kim olduğuna göre farklı görünebileceğini kabul etmek, diyalektik düşüncede çok önemli bir rol oynar. Bu demek değildir ki gerçekliği değişik konumlanma noktalarından görmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan farklı kanaatlerin her biri eşit değere sahiptir. Doğayı dönüştürme sürecinin bizzat içinde olan işçiler, sistemin sürekli gelişim içinde olma özelliğini daha iyi görebilecekleri ve anlamlandıracakları bir konumda bulunmanın ayrıcalığını taşırlar. Kapitalizmin evrimiyle özel olarak ilgilenen Marx’ın da benimsemeye çalıştığı konum, konumlanma noktası budur.
Karşıtlıkların iç içe geçmişliği nosyonu, bir şeyin kendisinin -bir olayın, kurumun, kişinin veya sürecin- öyle sadece belirli bir zamanda ve yerde, bu yere ve zamana bağlı bir dizi koşullar altında gözüktüğü hali olmadığını anlamamıza yardımcı olur. Bu şeylere başka bir noktadan veya başka insanlar tarafından veya son derece farklı koşullar altında bakıldığında karşımıza bunlara ilişkin sadece farklı değil belki de taban tabana zıt sonuçlar ve etkiler çıkabilir. Yani bu karşıtların iç içe geçmişliğidir. Belirli bir bağlamda alınan öldürücü bir darbe başka bir bağlamda bir devrimin başlangıcının vesilesi olabilir. Tüm parayı elinde bulunduran, tek bir partiyle, yani cumhuriyakratlarla (Republicrats) beş kuruşsuz işçi sınıfı partilerinin yarıştığı bir seçim maskaralıktan ibaret olabilir ama bu maskaralık aynı zamanda mücadele edenlerin koşullarını ortaklaştırdığından onlar için daha demokratik bir seçeneğin gündeme gelmesini de sağlayabilir. Aynı şekilde, iyi bir işe sahip olduğunda kapitalizmin ideal bir sistem olduğunu düşünen işçiler işsiz kaldıklarında bunu sorgulamaya başlayabilirler. Bu tür değişikliklerin nerede ve nasıl ortaya çıktığını ve hangi gelişen koşullar altında ne tür yeni sonuçların ortaya çıkacağını araştırmak yoluyla Marx, hem çözümlemeye çalıştığı parçanın karmaşıklığına hem de bu parçanın sistemin genel evrimine ne şekilde bağlı olduğuna vakıf olur.
Nitelik/nicelik adını verdiğimiz ilişki ise aynı süreç içerisinde zamansal olarak ayrışmış iki uğrak arasındaki ilişkidir. Her süreç önce ve sonra uğraklarını, yani sürecin hazırlandığı, geliştiği (ve gerilediği) ve sürecin sonuçlar verdiği uğrakları kendi içinde barındırır. Her süreç öncelikle niceliksel değişim yaratacak biçimde ilerler. Daha sonra belirli bir noktada -ki bu nokta süreçten sürece farklılık gösterir- sürecin görünümüne ve işleyişine sinen niteliksel bir değişim ortaya çıkar. Her ne kadar niteliksel değişim gerçekleştiğinde süreç onu oluşturan temel ilişkiler bakımından özünde aynı kaldıysa da aslında artık başka bir şey haline gelmiştir. Bu niteliksel değişim her zaman olmasa da çoğunlukla sürecin aldığı yeni biçimi nitelemede kullanılacak yeni bir kavramla ifade edilir.
Marx’ın da ifade ettiği gibi para ancak belirli bir miktara ulaştığında sermayeye dönüşür, emek gücünü satın alabilecek ve değer üretebilecek şekilde işler. (Marx, 1958, 307-308) Keza, pek çok insanın bir araya gelerek çalışması yeni bir üretken gücün ortaya çıkmasına neden olur ki bu güç, grubu oluşturan bireylerin tek başına sahip olduğu gücün toplamından yalnızca fazla değil aynı zamanda ondan nitelikçe de farklıdır. (Engels, 1934, 142).
Nitelik/nicelik değişimlerine bakarken Marx bir gelişim sürecinin önceki ve sonraki görünümlerini birlikte mercek altına almış olur. Diyalektik olmayan bakış açılarında ise bu görünümler birbirinden ayrı ve hatta birbiriyle nedensellik ilişkisi içinde ele alınır. Marx’ın diyalektiğinde benimsenen anlayış ise ilerleyen bir sürecin geçmişini ve gelecekte alabileceği biçimi, bunların genel sistem içindeki ilişkilerini (geçici olarak) göz ardı etmek pahasına, düşüncede birleştirmenin bir biçimidir ve bu aynı zamanda hem niteliksel hem de niceliksel anlamda gerçekleşebilecek değişimin kaçınılmazlığına karşı, daha araştırmayla bu değişimin ne olacağını keşfetmeden önce bile, bizi duyarlı hale getirmenin bir biçimidir. Her ne kadar nitelik/nicelik nosyonu asla geleceği tahmin etmenin bir formülü değilse de araştırmanın, muhtemel geleceği tahayyül etmemizi sağlayacak sürekliliklere ve eğilimlere yönelmesini teşvik eder ve aynı zamanda bizim bu tahayyüllerimizi geçmişe ve şimdiye ilişkin kavrayışımızla bütünleştirir.
Marx’ın kapitalist gerçeklikten diyalektik bir anlam çıkarma çabasında irdelediği bu dört ana ilişkiden en önemlisi şüphesiz çelişki ilişkisidir. Marx’a göre, “kapitalizmde her şey çelişkili gözükür ve gerçekten de öyledir.” (Marx, 1963, 218) Marx ayrıca “kapitalist üretim tarzının başat niteliği” olarak “onun öğelerinin toplumsal olarak belirlenmiş çelişkili özelliklerini” gösterir. (Marx, 1963, 218) Burada çelişkiden kasıt, aynı ilişkideki farklı öğelerin, yani aynı zamanda birbirine bağımlı öğelerin birbirine karşıt gelişimidir. Bahsettiğim öğeler arasındaki farklılıklar belirli koşullara dayanır ve bu koşullar sürekli değişmektedir. Bu bakımdan farklılıklar da sürekli olarak değişmektedir ve her bir farklılığın diğerlerinin görünümünün ve işleyişinin bir parçası olma rolünü oynadığı düşünüldüğünde birindeki değişim diğerlerinin tümünü etkiler. Sonuç olarak bu öğelerin farklı gelişim mecraları sadece birbirlerini besleyecek biçimde kesişmez, aynı zamanda birbirlerini zayıflatır, birbirlerine engel olur, bu olmadığında da birbirilerine müdahale eder ve süreç içinde birbirlerini dönüştürürler. Çelişki, bu değişimin ve etkileşimin bugüne ve geleceğe ilişkin görünümlerini tek bir başlık altında incelemenin en verimli aracını sunar. Gelecek, bugündeki birbirine karşıt eğilimlerin etkileşiminin mümkün ve muhtemel sonuçları, yani bu etkileşimin gerçek potansiyeli olmak bakımından bugünle aynı başlık altına girer. Marx’ın kapitalist üretim biçiminin organik ve tarihsel yönelimleri, bu yönelimlerin birbirini nasıl etkilediği ve bunların feodalizmdeki nüve halinden bizim ufkumuzun ötesindeki noktaya doğru birlikte nasıl geliştiği hakkında düşünürken durağanlıktan ve tek yönlülükten kaçınmasını sağlayan nosyon her şeyden önce çelişkidir.
Ortak duyusal kanaat, çelişkiyi şeylerin kendisine değil, şeyler hakkındaki fikirlere ilişkin bir şey olarak görür. Buna göre çelişki gerçek dünyada varolan bir ilişki değil önermeler arasındaki mantıksal ilişkiden ibarettir. (Eğer X’i iddia ediyorsam aynı anda X’in değilini” iddia edemem.) Bu ortak duyusal görüş, daha önce de gördüğümüz gibi, birbirinden ayrı ve bağımsız parçalara bölünmüş bir gerçeklik anlayışına dayanır. “Bir kütle diğer bir kütle ona çarptığında hareket eder” düşüncesidir bu.
Herhangi bir alanda diyalektiği benimsememiş düşünürler, sürekli olarak bir “dış kışkırtıcının”, yani incelenen sorunun dışından gelen veya ortaya çıkan her neyse onun nedenini oluştuğu düşünülen bir şeyin veya bir kimsenin izini sürerlerken, diyalektik düşünceye sahip olanlar herhangi bir değişimin arkasında onun içinde bulunduğu sistemin veya sistemlerin iç çelişkilerini ararlar. Diğer bir ifadeyle kapitalizmin kaderini onun kendi içindeki sorunlar belirler. Bu sorunlar, kapitalizmin ne olduğunun, onun nasıl işlediğinin içsel tezahürleri ve çoğunlukla da onun bizzat kendi başarılarının bir parçasıdır ve bu başarılar büyüyüp yayıldıkça sorunlar da ağırlaşır. Örneğin kapitalizmin üretimi artırmadaki olağanüstü başarısı ile işçilerin bu ürünleri satın alma gücünün gitgide azalması birbiriyle çelişki içindedir. Kapitalist bölüşüm ilişkileri düşünüldüğünde işçilerin bizzat kendi ürettiklerinin toplamı içinden satın alabildikleri pay gitgide azalır (burada çelişki oluşturan şey satın alabilecekleri şeylerin gerçek miktarı değil toplam üretimden satın alabilecekleri paydır) ki bu da kapitalizmin aşırı üretim/ yetersiz tüketim şeklinde ifade edilen dönemsel krizlerini doğurur. Marx’a göre çelişki, organik ve gelişen bir sistemin içindeki süreç olma özelliği taşıyan şeylerin içinde varolur. Yani çelişki bu süreçlerin içinden onların bizzat bir özelliği olarak ortaya çıkar (yani çelişki “süreçlere içkindir”) ve sistemin mevcut durumunun bir ifadesidir. (Marx, 1973, 137)
Şeyleri birer ilişki olarak kavramayan, diyalektiği benimsememiş düşünürler çelişkinin farklı taraflarına aynı anda odaklanmakta büyük zorluk çekerler. Sonuçta da çelişkinin bu farklı tarafları ancak sırayla, birbirinden kopuk incelenir ve bu yapılırken de her zaman bir tarafa diğerinden daha fazla ağırlık verilir ve bunların karşılıklı etkileşimi hatalı bir şekilde nedensellik olarak alınır. Marx, ekonomi politikçileri sık sık “çelişkileri korkuyla defetmekle (exorcisé)” eleştirir (Marx, 1968, 519). Bu ekonomi politikçiler kapitalist üretim ilişkileriyle kapitalist bölüşüm ilişkilerini birbirinden ayrı görmek suretiyle çelişkileri gözden kaçırırlar. Burjuva ideolojisi mesaisinin büyük bir bölümünü çelişkileri yadsımaya, gizlemeye ve bunu yapamadığı durumlarda da çarpıtmaya harcar. Fakat kasıtlı bir umursamazlık veya sınıfsal çıkara dayalı siyaset bu pratiklerin ancak küçük bir bölümünü açıklayabilir. Ortak duyusal bir bakış açısı üzerinden ilerleyen diyalektiği benimsememiş düşünürler gerçek çelişkileri ancak bir farklılık, paradoks, karşıtlık, gerilim, gerginlik, dengesizlik, bozukluk, uyumsuzluk, veya eğer bu çelişkiler açık bir sürtüşme şeklinde ortaya çıkmışsa çatışma olarak kavrarlar. Diyalektik bir çelişki nosyonuna sahip olmayanlar süreçlerin iç içe geçmişliğini nadiren idrak ederler, idrak etseler bile bu iç içe geçmişliği yeterli düzeyde anlayamazlar ve bu süreçler birbirlerine bağımlı bir şekilde nüve hallerinden bugüne, bugünden yarına evrilirken ortaya çıkan kuvvetleri asla öngöremezler. Öte yandan Marx içinse kapitalist çelişkilerin nasıl baş gösterdiğinin izini sürmek aynı zamanda yaklaşan rahatsızlıkların ve yaklaşan çatışmaların temel nedenlerini keşfetmenin bir yoludur.
Marx, özdeşlik/farklılık, karşıtlıkların iç içe geçmişliği, nitelik/nicelik ve çelişki üzerine yaptığı akıl yürütmelerde ulaştığı sonuçlara dayanarak -ki bu akıl yürütme bütünden başlar parçaya doğru ilerler ve bütün parçaları karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindeki süreçler olarak kavrar- aslında kapitalist toplumun işleyişini yeniden inşa eder. Gerçekliği bu şekilde düzene sokmakla Marx kapitalizmin organik ve tarihsel hareketlerine ve bu hareketler arasındaki bağlantılara vakıf olur. Bu yeniden inşanın hâlâ geliştirilmeye muhtaç ürünleri Marksizm olarak bildiğimiz yasalar ve teoriler toplamıdır.
5
Marx’ın diyalektik olmadan kendi kapitalizm anlayışına erişmesinin ve bu yöntemi sağlam bir şekilde kavramaksızın bu anlayışı daha da geliştirmesinin imkânsız olduğu apaçık ortadadır. Bu bakımdan, diyalektiği kullanırken sık sık yapılan bazı ortak hatalar ve çarpıtmalara karşı bir ikazda bulunmadan diyalektiği herhangi bir şekilde ele almaya çalışmak eksik bir çaba olarak kalacaktır. Örneğin, diyalektiği benimsememiş düşünürler genelde ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırırlarken, diyalektik düşünürler de çoğunlukla tam tersini yapar yani bütün hakkında genellemelere ulaşmak uğruna parçaları, detayları önemsemezler veya görmezden gelirler. Halbuki kapitalist sistemi kavramak için onun özgül parçalarını karşılıklı bağlantıları içinde incelemek zorunludur. Diyalektik düşünürlerde bir de sonuca çabucak ulaşma, henüz nüve halindeki bir gelişmeye bakarak onun tamamlanmış biçimine ilişkin aceleci fikirler geliştirme eğilimi söz konusudur. Bu da daha çok herhangi bir toplumsal sorunun bileşenlerini oluşturan hem zaman hem de mekân bağlamındaki karmaşık dolayımlara yeterli özenin gösterilmemesinden kaynaklanır.
Bir de bununla ilişkili olacak biçimde değişimin hızını abartma ve buna koşut olarak değişimi sekteye uğratabilecek şeyleri azımsama eğilimi söz konudur. Böyle olunca da kapitalist gerçekliğin yüzeyindeki göreli küçük çatlakları, yaklaşan depremin habercisi olan kırılmalar olarak görmek gibi bir hataya kolayca düşülür. Bir yanda diyalektiği benimsememiş düşünürler, değişimle ilgilenmedikleri ve ona dair bir beklenti içinde olmadıkları için, daha doğrusu dünyanın o anki durumuna ilişkin kavrayışlarında değişimi hesaba katmadıkları için, büyük çaplı bir değişim ortaya çıktığında insanların afallamasına sebep olurlarken, diyalektik düşünürler tam tersi sebeplerden ötürü beklenen alt üst oluş geciktikçe insanları şaşkınlığa düşürmekten geri kalmazlar. Yani diyalektik düşüncede gerçeklik değişimi kavramak adına düzene sokulurken göreli istikrar faktörü genelde gereken düzeyde hesaba katılmaz. İşte tüm bunlar diyalektik yöntemin bizzat güçlü yönlerine içkin zayıflıklarıdır. Bu zayıflıklar kolay bir yol olarak görüldüğünden ve hızlı çıkarımlara ulaşmayı sağladıklarından hep cazip gelmiştir fakat bu kolaycılıktan dikkatli bir şekilde korunmak gerekir.
Şimdiye kadar söylediklerimiz hiçbir şekilde Marx’ın yönteminin ampirik yanını inkâr ettiğimiz anlamına gelmiyor. Marx kapitalizmin işleyişine yönelik analizini sözcüklerin anlamlarından veya teorilerin gereklerinden çıkarsamaz; aksine her iyi sosyal bilimci gibi o da ne olup bittiğini keşfetmek için somut araştırmalar yapar ve bu araştırmalarda yaşadığı dönemde erişebileceği halihazırdaki her türlü materyali ve kaynağı kullanmaya çalışır. Zaten mevcut tek diyalektik düşünürün Marx olduğunu söylüyor da değiliz. Bilindiği gibi Marx diyalektik düşüncesindeki pek çok öğeyi, antik Yunana kadar uzanan gerçekliği incelemeye yönelik özgül bir düşünce ve yaklaşım biçimi geliştiren ve bu yaklaşımı sistemleştiren Hegel’den devralmıştır ve yine bugün Alfred North Whitehead ve F. H. Bradley gibi Marksist olmayan ama kendilerine özgü bir diyalektik yaklaşım geliştiren düşünürlere rastlamak mümkündür. Ağır bir ideolojik içeriğe sahip olmasına rağmen, ortak duyu bile “her şerde bir hayır vardır” veya “damlaya damlaya göl olur” gibi atasözleriyle de örneklenebileceği gibi (2), diyalektik unsurlardan bütünüyle yoksun değildir.
Diyalektiğin kimi öğelerini yapısal işlevselcilik, sistem teorisi ve etnometodoloji gibi sosyal bilimlerdeki diğer yaklaşımlarda da bulmak mümkündür, ki bu yaklaşımlarda değer arz eden bir şey varsa o da çoğunlukla bu diyalektik öğelerdir.
Marx’ın diyalektik yöntemini farklı kılan şey ise Marx’ın bu yöntemi sistemli bir şekilde işlemesi, kapitalist toplumu (diyalektiğin gerektirdiği gibi onun kökenlerini ve muhtemel akıbetini) incelemekte kullanması, yine diyalektiğin gerektirdiği gibi (hâlâ tamamlanmayı bekleyen Marksist teorilerde ortaya atıldığı şekliyle) birleşik bir bilgi kuramına dayanması, ideoloji üzerine söylediklerimizde ifade ettiğimiz gibi diyalektik olmayan yaklaşımları sürekli eleştirmesi ve belki de hepsinden daha çarpıcısı bizzat diyalektiğin kendisinin de özünde taşıdığı gibi bilgiyle eylem arasındaki zorunlu bağlantıyı vurgulamasıdır.
Bu son noktayla ilgili Marx, diyalektiğin “özünde eleştirel ve devrimci” olduğunu söyler (Marx, 1958,20). Diyalektik devrimci bir yöntemdir çünkü bugünü, toplumumuzun içinden geçtiği bir uğrak olarak görmemize yardımcı olur, çünkü toplumun nereden gelip nereye gittiğini, toplumun ne olduğunun bir parçası olarak ele almaya bizi zorlar ve herkesin ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu bir sürecin hem özneleri hem de kurbanları olarak bu süreci etkileme gücüne sahip olduğumuzu fark etmemizi sağlar. Diyalektik her şeyin değiştiği gibi basit bir gerçeği sürekli vurgularken geleceği seçenekli olarak algılamamızı mümkün kılar ve seçemeyeceğimiz tek şeyin içinde bulunduğumuz mevcut durum olduğunu gösterir. Yaşamın herhangi bir alanında mevcut durumu korumaya yönelik bütün çabalar hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur. Dolapta uzun süre tutulan meyve er geç çürüyecektir; duygular ve insanlar da öyle. Bütün toplumlar da (ki burada çürüme yerine çözülme sözcüğü daha uygun olur) aynı akıbeti yaşayacaktır. Diyalektik bu noktada bizi halihazırda ne tür değişimlerin ortaya çıktığını, ileride ne tür değişimlerin ortaya çıkabileceğini sorgulamaya iter. Bertolt Brecht’in de belirttiği gibi diyalektik devrimcidir, çünkü bize etkin eylemi mümkün kılacak tarzda sorular sordurur (Brecht, 1968, 60).
Diyalektik aynı zamanda eleştireldir çünkü şu ana kadar- ki süreçte oynadığımız rolü eleştirmekte bize yardımcı olur. Marksist bir ifadeyle, sınıf mücadelesi sadece savunusu yapılacak ya da içinde yer alınması seçimimize bağlı olacak bir şey değildir. Bunlar çok yaygın yanlış burjuva kanaatleridir. Geniş tanımıyla işçiler ile kapitalistler arasındaki çelişkilerin toplamını ifade eden sınıf mücadelesi şu veya bu şekilde zaten içine dahil olduğumuz ve çoğunlukla da yanlış tarafta dahil olduğumuz bir şeydir. Sınıf mücadelesi ve bu mücadelede nerede durduğumuz hakkında aydınlandıktan sonra şimdiye kadar davrandığımız gibi davranmama kararı alırız (bu alınacak ilk karardır) ve daha sonra da bizzat kendi çıkarlarımıza daha iyi hizmet etmek için az veya çok neler yapılabileceği hakkında fikir yürütürüz. Sınıf mücadelesi söz konusu olduğunda seçimimize bağlı olan şey bu mücadelede ne tarafta yer alacağımız ve bu mücadeleyi nasıl yürüteceğimizdir. Toplumsal olarak koşullanmış rollerimize ve bugünümüze şekil veren zorunlu sınırlara ve olasılıklara yönelik diyalektik bir kavrayış bize bilinçli ve akılcı tercihler yapma fırsatını verir. Yani zorunluluğun bilgisidir gerçek özgürlüğün kapılarını açan.
Notlar
1- Ollman, burada olduğu gibi, zaman zaman “İlişki” sözcüğünü büyük harfle başlatıyor. Bu kullanımla “ilişki” kavramına daha tümel, kapsayıcı bir anlam yüklemiş oluyor, -çev.
2- Burada Ollman kimi diyalektik unsurların halk dilinde de mevcut olduğunu gösterebilmek amacıyla Anglosakson dünyasına ait ve Türkçe’ye çevrildiğinde herhangi bir anlam ifade etmeyen iki deyişi örnek olarak gösteriyordu. Bu deyişlerden birincisi zıtların iç içe geçmişliği. İkincisi ise niceliksel değişimin belirli bir noktadan sonra niteliksel değişime dönüştüğü nosyonlarını işlenmemiş biçimleriyle içeriyordu. Anglosakson dünyasına ait bu deyişler yerine aynı nosyonları içeren kültürümüze ait bu atasözlerini kullanmayı uygun buldum, -çev.
Bertell Ollman, “DİYALEKTİĞİN DANSI Marx’in Yönteminde Adımlar” (Dance of the Dialectic: Steps in Marx’s Method), Çeviren: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap Yay., 3. Baskı, Ekim 2011-İstanbul.
İlk yorum yapan olun