1929 Dünya Ekonomik Krizi ile ortaya çıkan sorunlar, artık devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmeyen Klasik görüşün bir kenara bırakılarak yerine yüksek tarifeler, ithalat kısıtlamaları ve yasakları, yüksek oranlı devalüasyonlar ve ihracat teşvikleri ile iç ve dış dengeyi sağlamayı amaçlayan müdahaleci bir iktisat politikasına başvurulmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu da, dünya ticaretinin azalmasına ve krizin tüm dünyaya yayılmasına sebep olmuştur.
Birçok iktisat kuramcısı ve sosyolog tarafından ortaya çıkışı 16.yy’a kadar geriye götürülebilen kapitalizm ortaya çıktığı dönemden itibaren krizlerle sarsılmaktadır. Kapitalizmin ilk aşamalarında lokal krizler meydana gelirken Endüstri Devrimi’yle birlikte artık krizlerin niteliğinin de değiştiğini söylemek mümkündür. 1929 kriziyle kapitalizmin dışarıdan müdahale olmaksızın krizi aşamadığı anlaşılmış ve kriz kuramları da yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
Büyük Buhran: Kara Perşembe, 1929 yılında başlayan ve 1930’lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Kuzey Amerika ve Avrupa merkezli başlayan buhran, dünyanın geri kalanında da yıkıcı etkisini göstermiştir.
Büyük Buhran’dan en çok sanayileşmiş ülkeler etkilenmiştir. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60’lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir.
1929 Bunalımı temelde ABD’de borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında “Büyük Dünya Bunalımı” adını almayı hakettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, tüm dünyada bir yeniden yapılanma süreci başlamıştı. Yeni teknolojilerin sanayiye uygulanmasıyla üretim ve verimlilikle artmış, buna karşılık Başta ABD olmak üzere halkın alım gücü ve buna bağlı olarak tüketim ve harcama eğilimleri aynı kalmıştı. Talep artış hızı, arzın çok altında kalınca, stoklar arttı ve fiyatlar hızla düşmeye başladı. Sanayi sektörü kendisini mevcut duruma uyarlayabilse de tarımda stok birikimi devam etti. Böylece tarım ürünleri piyasasında düşen fiyatlar üreticilerin iflasına, dünya tarım ürünleri piyasasında en büyük satıcı olan ABD’de krizin başlamasına yol açtı. Aynı dönemde ABD’nin dünya ekonomisinin merkezine yerleşmek üzere İngiltere’den boşalan yere geçmeye çalışması da krizi tetikleyen nedenlerden biriydi. ABD, 1. Dünya Savaşı sonrasında hem müttefikleri İngiltere ve Fransa’ya yatırımları ve kendisinden yaptıkları ithalat için; hem de savaşın mağluplarından Almanya’ya borçlarını ödemesi için büyük tutarlı krediler açmıştı. Bu nedenle 1920’lerin ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın altın ve döviz rezervleri kredi ödemeleri nedeniyle ABD’ye akmaya başladı. ABD, savaşın bitmesi ile dünyanın en büyük alacaklısı haline gelmişti.
Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen olaylar, Büyük Buhran’ı tetikleyen en önemli nedenleri oluşturmaktadır. Savaş sonrasında ABD’nin süper güç olmasıyla birlikte tüm dünyayı etkilemeye başlamıştır. Diğer oyuncular ise Birleşik Krallık ve Almanya olmuştur.
Savaşa kadar dünyada hegemonik bir güç sayılan İngiltere, savaş sonrasında ABD’den aldığı borçlarla kanayan bir ülke haline gelmiştir. Borçlar nedeniyle yeniden kurulan altın standardı poundun değer kazanmasına ve İngiltere ihracatının azalmasına neden olmuştur. Daha az ihracat ise daha fazla altının dışa akımına ve yeniden borçlanmaya neden olmuştur.
Almanya‘da ise ABD’nin geri istediği tazminat sorunu yaşanmaya başlamıştır. Ekonomisi durma noktasına gelmiş ve bir çözüm olarak para basmayı denemiştir. Basılan para ise ABD tarafından kabul edilmemiş ve bu durum Almanya’da hiperenflasyona neden olmuştur. Sonraları tazminat sorunu 1924 yılında ABD’nin önerisi olan Dawes Planı ile çözülmeye çalışılmıştır. Buna göre; Amerika Almanya’ya yeniden kredi verecek ve yapılanmasını tamamladıktan sonra da tazminatını ödeyecektir.
Amerika ise 1924 – 1929 yılları arasında edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna gelmiştir. Bu sırada ülkede yeni endüstriler gelişmeye başlamış ve talep fazlalığı görülmüştür. Yeni endüstrilere talebin fazla olması nedeniyle borsa spekülatif bir hale gelmiştir. Buna bağlı olarak 1928 yılında Amerika verdiği kredileri, New York Borsası için geri çekmek zorunda kalmıştır.
Amerika’da 1920’lerde borsa dışında ekonomi fazlasıyla iyiydi. Üretim ve istihdam oranları yükseliyor; ücretler çok yükselmiyor ve fiyatlar istikrarlı bir yol izliyordu. Birçok kişi, aşırı fakir olmasına karşın halkın büyük bölümü varlıklılardan oluşuyordu. Amerikalılar minimum fiziksel eforla zengin olmaya çalışıyordu. Bu durumun en iyi kanıtı ise 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayrimenkul patlamasıdır. Tam olarak klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini barındıran bir durumdur.
Florida’da kış şartlarının kuzey eyaletlere göre daha iyi olması, taşımacılık problemlerinin çözülmesi gibi nedenlerle gayrimenkullerin yakın zamanda değerleneceği düşünülmeye başlandı. Florida tam bir tatil cennetine dönüşecekti. İnsanlar ise o bölgeden aldıkları toprakların gelecek çok fazla değerleneceğini düşünüyordu.
Bu düşünce ile insanlar Florida’da gayrimenkul yatırımı yapmaya başladılar; ama 18 Eylül 1928 yılında yaşanan tropik bir kasırga 400 insanın ölümüne, binlerce evin hasar görmesine ve deniz suyunun yatları parçalayıp sokaklara taşınmasına neden oldu. Sonuçta da satın alınan gayrimenkuller, hızla satılmaya başlandı; ama değerinin çok altına satılabildi. İşte bu durum spekülatif balonun patlamasıydı.
Kriz yıllarının başında üretim ve iş oranı yüksekti. Ücretler düşük ama fiyatlar nispeten istikrarlıydı. Ancak ABD’ye akan Avrupa parası ile birlikte borsadaki suni yükseliş birçok insanın yatırımlarını burada değerlendirmelerine sebep oluyordu. Kısa yoldan zengin olma hayaliyle başlayan hisse senedi çılgınlığı, tarihe “Kara Perşembe” olarak geçen 24 Ekim 1929 tarihine kadar devam etti. (Aslında 24 Ekim 1929’da New York Times’ın ilk 50 hisse senedi endeksinin değeri sadece yüzde 2,5 oranında düşmüştü. Borsanın dibe vurduğu asıl tarih, endeksin yüzde 89 gerilediği 7 Temmuz 1932’dir). Bu kısa sürede zengin olma isteği emlak piyasalarında da kendini göstermekteydi. Örneğin Florida eyaletinde yaşayanlar, ileride eyaletin bir turizm cenneti olacağına inanarak ileriye dönük yatırımlar yapmak üzere gayrimenkul alımına ağırlık verdiler. 1928 yılının eylül ayında yaşanan bir kasırga, birçok insanın ölümü, binlerce evin hasar görmesi ile sonuçlanı nca, insanlar yatırım amaçlı aldıkları evleri yok pahasına satmaya çalıştılar. Çok yüklü meblağlarla alınan gayrimenkuller değerlerinin altında bile satılamayınca “gayrimenkul balonu” da patlamış oldu.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı‘nın nedenleri, birçok kez araştırıldı ve birbirinden farklı yorumlar yapıldı. Bu araştırmaların elbette belli ortak noktaları bulundur. Bunlara göre Büyük Buhran’ın nedenleri arasında ilk başta Amerikan şirketlerin mali güçleri yer almaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra süper güç haline gelen ABD’de 1870 yıllarında irili ufaklı birçok şirket bulunuyordu. Savaşın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşti. Savaş bittikten sonra tekeller oluşturulmaya başlandı. Bu durum, 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin yüzde 50’si üzerinde söz sahibi olan 200 holdinge kadar çıkmıştı. Tek bir holdingin batması bile ekonomiyi sarsmaya yetecek durumdaydı.
Büyük Buhran döneminin ikinci bir nedeni ise kötü yapılanmış bankalardı. Normalde olması gerektiği gibi bankaların sermaye esaslarını, rezervlerini ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Ayrıca şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar bulunmuyordu. Bu nedenle yatırımcılar hisse senedi aldıkları şirketler hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdi.
Üçüncü bir neden ise ABD’de dönemin başkanı Herbert C. Hoover ve yönetiminin ekonomik alandaki tecrübesizliğidir. Bu durumun, 1929 ekonomik krizi için en önemli neden olduğu savunulmaktadır. Çünkü Hoover yönetimi, 1920’lerin başında söz konusu olan liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görüyordu.
Hoover yönetiminin, 1929 krizine müdahale etmemesinin toplumsal maliyeti çok büyüktü. Bir süre sonra müdahale etmeye karar verdiğinde ise geç olmuştu. Üstelik müdahaleler başarısız oluyordu. Yapılan müdahalelerden biri, devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamaları kısıldı ve vergiler artırıldı. Bunun sonucunda işsizlik arttı, insanların satın alma gücü azaldı ve fiyatlar düştü.
Hükümetin bir diğer tecrübesizliği ise altın standardına bağlı kalmakta ısrar etmesiydi. Hükümetin altına bağlı olmayan para basmayı reddetmesi ve sıkı bir para politikası izlemesi, bir süre sonra piyasada para bulunmamasın neden oldu. Sonucunda da ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör daraldı, işsizlik yükselmeye devam etti ve insanlar daha az para kazanmaya başladı.
Büyük Buhran döneminin dördüncü bir nedeni ise ABD’nin dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Savaş sonrasında, Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatları altın olarak talep etti. Buna karşın yeryüzünde altın stoku yetersizdi ve var olan da ABD’nin elindeydi. Talep edilen tazminatlar ve krediler alınamayınca, mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi. Ama bu durum, ABD’nin kendi mal ve hizmet sektörünü çökertti. Son olarak gümrük duvarları koyulması denendi ve bu durum dış ticari küçülttü ve ABD hesapsız verdiği kredileri geri alamadı.
Amerikan halkı krizin faturasını Hoover’a kestiler ve ekonominin en dibe vurduğu noktada 1933 yılında Franklin D. Roosevelt‘i seçtiler. Roosevelt, “New Deal” isimli bir program uyguladı ve ekonomide köklü değişiklikler yaptı.
1930 – 1937 yılları arasında uygulanan New Deal sistemi kapsamında ilk olarak bankacılık sektöründen başlandı. Sektörde likidite düşük olduğu için altın ve döviz kurları, başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez merkez bankası da bu sırada kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alınırken, bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı.
Reel sektörde karlılığın artırılmasına karar verildi. Sanayicilere devlet kontrolünde yüksek fiyat uygulama izni verildi ve bu şekilde üretim de sınırlandırıldı. Talep sorunun çözülebilmesi için devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretler belirledi. Çalışma saatleri azaldı, işsizlik sorunu çözülmeye başlandı.
Tarımda yeni programlamalar yapıldı; ancak programlar bazı yönlerden birbiriyle çelişir duruma geldi. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koydu, diğer taraftan ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyattan bunları almayı vaat etti. Bu ise çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemesine neden oldu.
Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devletin müdahalesine karşı olan sanayicilerin küstürülmemesi için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırım gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla işsizliğin azaltılmasına ve talebin artırılarak düşük talep sorunu çözülmeye çalışıldı.
Krizden en çok Amerika ve ona borçlu olan ülkeler etkilenmiştir. Almanya’da 6 milyona dayanan işsizlik hakim olurken, İngiltere’de ise ihracat ve sanayi sektörü derinden yaralanmıştır. Latin Amerika ülkeleri, çıkardıkları hammaddeleri ihraç edememişler ve ABD’den kredi almadıkları için stoklayamadılar. Kredi imkanları da kalmayınca ekonomileri çöküşe geçti.
Ekonomik krizi bir fırsata dönüştüren Nazi Partisi, Hitler liderliğinde başa geldi. Bundan sonra da dünya tarihi değişmeye başladı. Hitler ekonomik bunalımın faturasını Yahudilere kesti ve ona göre; işsizliğin sebebi ırkçılık yapan Yahudilerdi.
Yahudiler kendilerini kolluyor ve Almanlara iş sahası sağlamıyorlar, yanlarında barındırmıyorlardı. Hitler bu kozu kullandı ve Yahudi soykırımını gerçekleştirdi. Bununla da yetinmedi ve Hitler, savaş sonrasında kurallarını bozarak silah üretmeye başladı. 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı‘nın başlamasına neden oldu.
Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi Almanya oldu. Enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleri ile iç piyasayı canlandırdı. Buna karşın dünya pazarları Almanya’nın ihracatına açık değildi. Yani Almanya fabrikalarında sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyor.
Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta zorlanıyordu. Bunun üzerine Almanya, doğrudan serbest döviz transferi olmadan malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkanını sağlayan karşılıklı ticaret modelini benimsedi. Böylece Almanya, serbest döviz piyasaların ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan ülkelerin müşterisi durumuna geçmişti.
Almanya tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın almaya ve kendi sanayi ürünlerini satmaya başladı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ise ılımlı çözümlere yöneldi. Almanya’da işsizler ise nazi totalitarizminin çılgınlığına kapıldı. Böylece Büyük Buhran, 2. Dünya Savaşı’nın nedeni de oldu.
Büyük Buhran’ın başladığı 1929, Türkiye için de çok önemli bir yıldı. Öncelikle Lozan Anlaşması’ nda öngörülen gümrük vergisi oranlarının değiştirilmesi için tanınan süre doluyordu. Hükümetin vergileri artı racağı yönündeki beklenti, ithalatı körükledi. Aynı yıl, hem Osmanlı’dan kalan borçların hem de devletleştirilen demiryollarının ödemeleri başlıyordu. Bu üç etmen bir araya gelince döviz talebi hızla arttı. O yıllarda döviz kurları piyasada belirleniyordu ve hükümetin kurlara müdahale etmesini sağlayacak ne yeterli rezervi ne de bir kurumu vardı. Bu nedenle Türk lirası hızla değer kaybetmeye başladı. Öte yandan en önemli döviz kaynağı olan tarım ürünlerinin uluslararası piyasalardaki fiyatı hızla geriliyordu. Fiyatlar iç piyasada da gerilemesi ülke nüfusunun çok büyük bir bölümünü oluşturan tarım kesimi için tam bir felakete neden oldu. 1920’lerin sonunda traktör sayısının artması yla birlikte tarım ürünleri ihracatı iyi bir gelir kaynağı haline gelmişti. Önemli bir bölümü Amerika’ya yapılan ihracatın finansmanı da yabancı kredilerle sağlanıyordu. Krizle birlikte hükümet bütün diğer ülkeler gibi gümrük tarifelerini yükseltince sistem tıkandı. Tarım kesimi, borçlarını ödemek için elindeki traktörünü ve tarlasını satmak zorunda kaldı. Satacak bir şey kalmayınca da krizin şidde tini arttıran en önemli sorun ortaya çıktı; “köyden kente göç”. Sonuçta, ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan tarım kesiminin yoksullaşması ile ülkenin kalkınma politikası da büyük sekteye uğradı.
Türkiye’nin krizden çıkmak için uyguladığı politikalar, diğer gelişmekte olan ülkelerden bir dereceye kadar farklılık gösterdi. Bu dönemde korumacı bir politika izlemeye başlayan Türkiye, dış ticaret ve döviz üzerindeki devlet denetimini artırdı. Bir yandan ithalata miktar kısıtlamaları getirilirken, öte yandan gümrük vergileri yükseltildi. Bunun sonucunda ihracat, ithalatın üzerine çıkarken, dış ticaretin milli gelir içindeki payı geriledi. Bu uygulamalar sonucunda örneğin Latin Amerika ülkelerinde 1929-1933 yılları arasında ekonomi yıllık ortalama yüzde 14’lere varan oranlarda küçülürken, Türkiye yüzde 7,5 oranında büyüme kaydetti. Bu dönemde ihracat daha çok kliring ve takas yöntemleriyle yapılmaya başladı. 1936’dan sonra ise Nazi Almanyasının tarımsal ürün ve hammadde talebini yüksek fiyatlarla Türkiye’ye kaydırması ihracatı artırırken, Osmanlı borçlarının yıllık ödemelerinin yeni bir plan ile yarı yarıya azaltılması da dış ödemelerde rahatlama getirdi. Türkiye’nin izlemeye başladığı politikanın önemli bir sonucu da ithal ikameci sanayileşmenin başlamasına yol açması oldu.
Bilindiği gibi serbest rekabetçi kapitalizm çağında kapitalist üretim tarzının çelişkileri belirli zaman aralıklarıyla iktisadi bunalımlar olarak patlamışlardır. Kapitalist ekonomi bir bunalımın başlamasından diğerinin başlamasına değin geçen zaman kesitlerinin oluşturduğu devreler halinde gelişmiştir. Her iktisadi devresel bunalım, çöküntü, toparlanma ve atılım olmak üzere dört aşamadan oluşur. İktisadi devreler kapitalist ekonominin (sermayenin) genişletilmiş yeniden üretiminin gerçekleştirilmesi sürecini ifade ederler. Bunalım üretim alanında ortalama kar oranlarının düşüşü, dolaşım alanında ise aşırı üretim olarak ortaya çıkar ve ekonominin genişletilmiş yeniden üretimini kesintiye uğratır. Her bunalım, bir kısım sermayenin değersizleşmesine, kitle halinde iflaslara ve sermayenin daha az sayıda kapitalistin elinde toplanmasına, üretimin daralmasına, işsizlik ve ücretlerin düşmesine vb. yol açar.
Bunalımın yarattığı bu sonuçlar aynı zamanda kar oranlarının yeniden yükselişinin, sabit sermayenin kitlesel yenilenmesinin, stokların eritilerek üretimin büyütülmesinin koşullarını yaratır. Yeni pazar arayışlarını yoğunlaştırır. İktisadi bunalımlarla biçimlenen bu gelişim seyri içinde serbest rekabetçi kapitalizm, 1870’lerde gelişmesinin sınırlarına ulaşmış ve 1870’lerden 1900’lere kadarki süreç serbest rekabetçi kapitalizmden, tekelci kapitalizme (emperyalizme) geçiş süreci olarak biçimlenmiştir. Emperyalist-kapitalizmin başlıca özellikleri de bu süreç içinde oluşmuştur.
Sermayenin ve üretimin yoğunlaşarak, merkezileşmesi, ekonomiye ve giderek toplumsal yaşama egemen olan tekelleri ortaya çıkarmış, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle mali sermaye oluşmuştur. Aynı süreçte, sermaye ihracı belirleyici hale gelirken tekeller uluslararası karakter kazanmış ve dünya emperyalistler tarafından paylaşılmıştır. Böylece, emperyalist tekel genel bir çürüme ve asalaklaşma eğilimi yaratarak bilimsel ve teknik ilerlemeyi azami kâra bağımlı kılmış ve azami kârın gerektirdiği her durumda gelişmeyi frenler olmuştur. Üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi ve üretimden tümüyle kopmuş büyük bir rantiye kitlesinin yaratılarak asalaklaşmanın geliştirilmesi, bu yeni olgunun karakteristik unsurlarıdır.
İktisadi ve mali bunalımın genelleşerek tüm dünyaya yayılması emperyalizmin en temel özelliğidir. Üretim ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesine, büyümesine karşın pazarların ve değerlenme olanaklarının büyüyememesi nedeniyle iktisadi bunalımlar daha derinleşmiş, iktisadi devreler sıklaşmış, bunalım evreleri uzamaya başlamıştır. Emperyalist güçler sömürgeleştirilerek paylaşılmış pazarların yeniden paylaşımı için şiddetli mücadelelere girişmişler ve bu mücadeleler militarizmin ve emperyalist savaşların kaynağı haline gelmiştir. Öte yandan emperyalizm siyasi gericiliği geliştirmiştir. Emperyalizm çağında burjuvazi tüm ilerici dinamiklerini yitirmiştir. Emperyalizm, burjuva aydınlanmasının kendi değerlerinden de kesin ve köklü kopuşudur. Genel çürüme ve bunalımı rasyonel gösterebilmek için kültür ve sosyal yaşamın bütün alanlarını sistematik olarak yozlaştırır ve çürütür.
Halen dünyada yaşanmış olan en büyük ekonomik kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır.
İlk yorum yapan olun