Bu makalenin kaleme alındığı tarihte (04. 05. 2019) CHP’nin İstanbul’a ilişkin olası iptal kararına karşı tavrının ne olacağı ve YSK’nin kararı açıklanmamıştır.
Türkiye’de sandık demokrasisi bu iktidarın keşfi değilse de, sonunu ilan etmek ona nasip olmuştur. Bu çok işlevli meşruiyet ve rıza üretim aracına işin doğası gereği ilk taşı atma görevi muhalefetin olmak gerekirken, bu görevin dahi iktidarca yerine getirilmiş olması da düşündürücü olmalıdır.
AKP, MHP ile ittifak yaparak girdiği 31 Mart yerel seçimlerinde, iddialı olduğu büyük şehirleri ve birçok ilçeyi kaybetmiş; birçok belediyeyi de ortağına kaptırmıştır. Tabii bu sonuçlar karşısında her iki parti de birçok il ve ilçede seçim sonuçlarına (bu boyutta ilk kez) itiraz etmiştir. Ancak siyasi iktidarın Büyükçekmece, Maltepe ve en çok da İstanbul seçimlerinin iptali konusunda, hukuku ve yasayı sonuna kadar zorlayan ısrar ve inadı; demokrasi için her daim esas gösterge olarak aldığı, sandığa artık rıza göstermiyor olması, Türkiye’de bir dönemin sonunu işaret etmektedir.
Görünen köy kılavuz istemiyor: Siyasi iktidar, her ne pahasına sandıktan çıkan millet iradesine; “Milletin içine sinmiyor.” diyerek, ilk karayı çalmış; demokrasi adına o güne kadar kutsadığı sandığa ilk taşı da kendisi atmıştır. Böylece; demokrasilerde, demokrasinin tek ölçütü olmamakla birlikte, siyasi iktidarı elde etmenin ve veya onu korumanın yegâne yolu olan sandık, içinden çıkan “milli irade” ile birlikte, 31 Martta hükümsüz kılınmış ve sandığın meşruiyet büyüsü, bizzat onu kutsayan iktidar tarafından bozulmuştur. Bundan sonra bu iktidarca balkın önüne konacak hiçbir sandık, iktidara gelmenin demokratik bir yolu olarak eskisi gibi savunulamayacak; savunulsa dahi o sandığın toplum nezdinde itibarı ve inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki; bundan böyle siyasi iktidar, ihtiyaç duyduğunda, bir rıza üretim aracı olarak sandığa müracaat etse de, meşruiyetinin kaynağını başka yerlerde arayacaktır. Kısacası Türkiye’de “Sandık Demokrasisi adlı orta oyununun sonuna gelinmiştir artık.
Seçim sonuçlarına iktidar cenahından yapılan itirazların belgesiz ve hukuki dayanaktan yoksun olmasına; üstelik (tam da seçim arifesinde Anayasaya aykırı bir düzenlemeyle üyelerinin görev süreleri uzatılan) YSK’nın, daha mürekkebi kurumamış emsal kararlarına rağmen; iktidar cenahından gelen itirazları, usulden reddetmek yerine, incelemeye almış olması ve incelemenin de bu kadar uzaması (pek şaşırtıcı olmasa da) ciddi bir hukuk garabetidir. Bu saatten sonra, YSK tüm itirazları reddederek, İstanbul’u kesinleştirse ve bu sonuç muhalefetin büyük başarısı olarak tarihe geçse bile; bu kazanım -öyle birilerinin sandığı gibi- “Demokrasinin zaferi” olmayacaktır. Her şey iktidarın iki dudağının arasında kaldığı sürece bu garabet de ortadan kalkmayacaktır. Zira; tarihte seçim sandıklarından faşizmin çıktığı görülmüşse de, demokratik bir cumhuriyetin çıktığı pek görülmemiştir.
Bir bütün olarak devlet aygıtına sahip olmanın olanaklarını seçim gününe kadar (ve sonrasında) sınırsız kullanan iktidar partisi; bunca açık hukuk ihlalinin yanı sıra; seçim faaliyeti için meydanlara çıkan partili Cumhurbaşkanının ağzından, Cumhur İttifakını “Devlet bekasının koruyucusu”, Millet İttifakını ise terör örgütleri ile birlikte hareket eden “Zillet ittifakı” olarak tanımlamaktan hiç sakınmamıştır. Bu iklimden beslenen toplumsal gerilim ve kırılma hattı bir yana; iktidarın “Topal ördek” diye tarif ettiği seçilmiş belediye başkanlarını her an görevden alabilme kozu; belediye meclislerindeki çoğunluğu ile mevcut mevzuatla belediyenin gelir ve kaynaklarını belirleme gücü; eli kulağındaki yeni düzenlemeler, Demokles’in kılıcı gibi, muhalif belediyelerin ve toplumun tepesinde sallanırken; böyle bir “zaferin demokrasinin zaferi olması mümkün müdür?
Bu sorunun, muhalefetin seçim başarısını veya seçim sandığını küçümsemek için sorulmadığı çok açıktır. Aksine; bu soru, demokrasinin ve sandığın hakkını verebilmek için sorulmak zorundadır. Bu soru, sandığa hapsedilmiş ve sonuçları ile birlikte tamamen iktidarın insafına bırakılmış sandık demokrasisinin, esasen nasıl bir kurgu, nasıl bir rıza üretim aracı olduğunun görülmesi için; bu haliyle meşruiyetini çoktan yitirmiş bir sandıktan demokrasi çıkarmaya çalışmanın; şapkadan tavşan çıkartmak kadar imkânsız olduğunu gösterebilmek ve demokrasi için tek mücadele yönteminin sandık olduğu tanışmasını ve ezberini bozabilmek için soruluyor.
Siyasi iktidar, sandığa pragmatist yaklaşımını ve antidemokratik bakışını ilk kez, 7 Haziran (2015) genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen, mecliste azınlığa düştüğü gün ortaya koymuştur. O gün tek başına hükümet kuramadığı için, sandıktan çıkan sonucu hiç içine sindiremeyen iktidar partisi; hükümet kurmak adına. Mecliste “İstikşafi” görüşmelerle oyalanırken; Meclis dışında da sular aniden ısınmış; HDP ile son aşamasına gelinen “Çözüm masası”, Cumhurbaşkanının hızlı bir u dönüşüyle devrilmiş; IŞİD’li, Pkk’i terör ise ani bir atak yaparak ortalığı kan gölüne çevirmiştir. Bunun üzerine; 7 Hazirandan önce “100 milletvekilini verin bu iş huzur içinde çözülsün” diyen Cumhurbaşkanı, teamül gereği hükümet kurma görevini CHP Genel Başkanı’na vermektense, seçimlerin yenilenmesine karar vermiştir. Sonuç olarak; Hükümetin kurulamaması hâlinde seçimlerin yenilenmesinin yasal yolu açık olduğundan, iktidar için sandık sonuçları üzerinde bir tartışma açmaya gerek kalmadan, 7 Haziranda’ki sandık krizi, iktidarın radikal siyasi manevraları ve beş aylık baş döndürücü terör sarmalının ardından, yine sandıkta üretilen rıza ile 1 Kasım’da çözülmüştür. Böyle bir atmosferde yenilenen seçimlerde,400 milletvekili olmasa da, hükümet kurmak için yeterli sayıya ulaşan iktidar partisi; 1 Kasım’da ortaya çıkan “Milli iradenin” verdiği güvenle, 7 Haziran’da sandıktan çıkan “iradeyi” tartışmaktan da kurtulmuştur. Böylece; sandık iktidar için yine meşruiyetin tek aracı, yine baş tacı olmuştur. Ama bu olay, iktidarın sandığa ne gözle baktığının da ilk açık sinyali olmuştur. O gün bu sinyali alamayan veya almak islemeyen muhalefetin, bugün ortaya çıkan kör parmağım gözüne niteliğindeki sonucu artık hiçbir bahane veya gerekçe ile görmezden gelme şansı ve lüksü de yoktur. (2) Bundan böyle bu sonuç; sandığa sığdırılması, sıkıştırılması mümkün olmayan toplumsal muhalefeti, hak hukuk ve adalet adına örgütleyip, anayasal direnme hakkı çerçevesinde yönlendirecek bir siyasal önderlikle buluşturmak için de son ciddi uyarı olmak durumundadır.
31 Mart yerel seçimlerine giderken, eıı güçlü rıza üretim aracı olan sandığa her zamanki gibi çok güvenen iktidar; bir yandan sandık fetişizmi yapmaya da devam ederken; diğer yandan da dünyanın en güvenli seçim sisteminin bizde olduğu propagandası ile topluma sandıkta en küçük bir hile veya usulsüzlük olamayacağının garantisini de vermiştir. Ancak, bu kez fena hâlde yanılmıştır. Üstelik bu seçimler genel seçim olmadığı halde, sandıktan çıkan sonuçlar iktidar için ilkinden daha büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır, iktidar bir kez daha, kendisi için gerekli oranda ve/veya yerlerde sandıkta rıza üretememiştir. Daha da vahimi; bu krizi aşabilmek için; bu kez yüzde yüz garantörü olduğu sandığı, hiçbir inandırıcılığı olmasa bile; “Hile var, organize usulsüzlük var!” diyerek, tartışmaya açmaktan başka hiçbir yolu da kalmamıştır. İktidar, demokrasi treninde, bugüne kadar bindiği en güvenli dalı da kesmek zorundadır artık.
Türkiye’de sandık demokrasisi bu iktidarın keşfi değilse de, sonunu ilan etmek ona nasip olmuştur. Bu çok işlevli meşruiyet ve rıza üretim aracına işin doğası gereği ilk taşı atma görevi muhalefetin olmak gerekirken, bu görevin dahi iktidarca yerine getirilmiş olması da düşündürücü olmalıdır.
Batıya karşı bağımsızlık savaşı verilerek kurulduktan kısa bir zaman sonra Batı kampına dahil olan Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, iç ve dış dinamiklerin de zorlamasıyla, Batı demokrasilerini kendisine model almıştır. Ardından serbest seçimlerle birlikte çok partili döneme geçmiş, ama demokrasi anlamında maalesef bunun bir adım ötesine geçememiştir. Oysa bunun bir adım ötesi katılımcı ve çoğulcu demokrasidir. Türkiye’nin Batı öykünmeciliği, geçen zaman içinde giderek bozulan burjuva demokrasilerinin iyi yönlerine değil ama kötü yönlerine hızla uyum sağlamakta da gecikmemiştir. Böylece bizdeki demokrasi anlayışı yalnızca sandıktan çıkan çoğunluğa, diğer bir deyişle çoğunlukçu demokrasiye indirgemiştir. Azınlığa ise siyasette hayat hakkı tanınmamıştır. Batı’da çoğunlukçu demokrasiler de kısa zamanda yozlaşarak çoğunluğun despotizmine ve/veya faşizme dönüşürken, sandığa indirgenmiş bu modelin sonunu da getirmişlerdir.
Ülkemize dönecek olursak; bilindiği üzere, 2010 ve 2017 Anayasa referandumları ile Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen hükümlerine hiç dokunulmadan, Anayasanın içi boşaltılmış; dünyada eşi benzeri görülmemiş bir sistem olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile Batı demokrasilerinde denge-fren işlevi gören ve demokrasilerin varlık nedeni olan “kuvvetler ayrılığı ilkesi işlemez hâle getirilmiştir. Hatta, son düzenlemelerle birlikte; yasama ve yargı kontrol altına alınıp, yürütme de doğrudan partili Cumhurbaşkanına bağlanarak, devlet aygıtı tek bir elde toplanmıştır. Bu yolla devlet partileşmiş, parti ise devlet olmuştur. Hâl böyle olunca, bir tarafta “Devlet Partisi”, diğer tarafta ise, her türlü terör örgütüyle içli dışlı olduğu iddia edilen “Devlet Karşıtlarının Partisi” vardır. Bu artık demokrasilerin en yozlaşmış hali olarak tarif edilen, “Çoğunluğun despotizminden de ileri bir aşamadır. Bu nedenle, böyle bir iklimde (çoğunluk üretmenin imkansızlığı bir yana) iktidarın meşruiyeti için, sandıkta üretilecek bir çoğunluğa da pek ihtiyaç kalmamıştır. Zira Devlet Partisi için seçimler de kaçınılmaz olarak hep bir “Devlet Bekası” olacağından, devlet hiçbir seçimi kaybetmeyi göze almayacak; sandık da, öyle ikide bir başvurulmak zorunda kalınan bir meşruiyet aracı olmaktan çıkacak ya da çıkarılacaktır. O nedenle, Devlet Partisi için, bundan böyle her seçim de bir “Beka meselesi” olacaktır. Bu arada, kendisini Devlet Partisi olarak konumlayıp, tahkim etmiş olan siyasi iktidar için, meşruiyetinin kaynağı da yeni kimliğiyle birlikle üstlendiği “Beka koruyucusu” sıfatı olacaktır doğal olarak. İktidar için artık tali bir meşruiyet aracına dönüşen sandıksa, ihtiyaç duydukça kullanılmak üzere, yeni sistemin alet dolabında beklemeye devam edecektir şüphesiz.
Eğer seçimlerde herhangi bir “organize usulsüzlük” aranıyorsa, en büyük organize usulsüzlük tam da bu sürecin kendisidir. Üstelik bu süreç, 31 Mart’ta da başlamamıştır. Tam bu noktada ifade etmek gerekir ki; iktidarın adım adım geliştirip, sistematik olarak işlediği bu “organize usulsüzlük”, YSK’nin kararı İstanbul itirazlarının iptali yönünde de olsa değişmeyecek, devam edecektir. Ancak, İstanbul itirazlarının YSK’ce reddinin yaratacağı toplumsal tatmin duygusu ve rehavet hali; iptal kararının ardından gelecek yeni hukuk ihlalleri ile yaptırımlar karşısında da, doğal bir süspansiyon görevi görerek; muhalefetin, iktidarca işletilmekte olan antidemokratik sürece örgütlü ve kalıcı tepki vermesini de çok geciktirecek veya güçleştirecektir. Bu nedenle muhalefetin, özellikle de ana muhalefet partisinin; İstanbul sonuçlarına kilitlenmeden, hızlı bir biçimde, daha işlevsel ve kalıcı olarak ilerleyen “organize usulsüzlüğe” karşı, cepheden karşı koyması; İstanbul’da seçimlerin iptali hâlinde kesinlikle yeni bir seçimi meşru görmeyeceğini açıkça ilan etmesi şarttır. Hemen ardından da; İstanbul seçimleri iptal edilmese bile, bu durumu demokrasinin zaferi olarak karşılayıp, zafer sarhoşu olmak yerine, sine-i millete dönmeyi ve bunu savunmayı göze alarak; seçimlerin çok ötesinde ilerlemekte olan ve giderek tümü muhalefet unsurlarını tasfiye edecek olan organize kötülüğe dikkat çekerek; toplumu anayasal direnme hakkı çerçevesinde, doğru bir mücadele hattına çekecek, demokrasi ve Cumhuriyet adına kalıcı sonuçlar üretecek yeni bir siyaset ve mücadele yöntemi üretmesi gerekli ve zorunludur. Ancak siyasal muhalefetin ana aktörleri, 31 Mart seçimleriyle birlikte ortaya çıkan siyasi tabloyu okuyamamışlar ve demokrasi mücadelesi adına ele geçirdikleri çok değerli fırsatları ve zamanları da maalesef heba ederek harcamışlardır.
Bu arada, İstanbul’u kazansak da, sandıkta bir türlü kuramadığımız demokrasi ile sandıkta adım adım kaybettiğimiz Cumhuriyeti, sandıkta geri alabileceğine inanan siyaset esnafını bir yana bırakırsak (ki, onların şu ara yeniden sandık veya yağmur duası dışında topluma önerebilecekleri hiçbir mücadele yöntemi de yoktur.); çağdaş bir demokrasi ile yeni bir cumhuriyetin hangi yol ve yöntemlerle kurulabileceği sorusu yakıcı bir soru olarak yanıt beklemekte iken; bu işe samimiyetle kafa yoran siyaset aktörlerinden, özellikle de meseleye ideolojik ve sınıf eksenli bakan sol-sosyalist cenahtan haklı olarak beklenebilecek somut ve ayrıntılı bir proje(!) de hâlen ortada yoktur.
Muhalefet, eğer İstanbul için yeni bir seçimi (YSK’nin iptal kararından önce veya sonra) kabul ederse; her şeyden önce, bugüne kadar devlet gücüyle sandıkta üretilen ve bundan sonra da üretilecek olan rızaya, dolayısıyla muazzam bir hukuksuzluğa da göz göre göre evet demiş olacaktır. İktidarın iki dudağı arasındaki sandık demokrasisine (İstanbul hatırına da olsa) evet demek; muhalefet için eğer öğrenilmiş bir çaresizlik değilse, yeniden kazanma umudu olmalıdır. Oysa, her iki hâl de demokrasi adına demokrasiye yapılmış en büyük ihanet ve siyaseten iflas olacaktır. Muhalefet çaresizlik veya bir umut adına yeni bir seçime evet demekle, (sonucu ne olursa olsun) iktidarın iki dudağı arasında işleyen sandık demokrasisine yeniden meşruiyet kazandırmaktan başka olumlu hiçbir şey yapmamış olacaktır(!) Kısacası muhalefet, belki İstanbul’u kazanacak, ama bunun geri dönüşsüz bir bedeli olarak; geçmiş-gelecek tüm hukuksuzlukları sineye çekecektir. Üstüne üstlük, iktidarın kendi eliyle devirip en büyük darbeyi vurduğu sandık meşruiyetine yeniden can suyu vererek, demokrasi mücadelesine en büyük kötülüğü de yapmış olacaktır.
Oysa, demokrasilerde, iktidarların anayasa ve kanunlara uymaları halinde dahi, bu durum onların yönetilenler nazarında meşru kabul edildikleri anlamına gelmediği ortada iken; bizde, iktidarın yıllardır adım adım ilerleyen “organize usulsüzlüğü” karşısında; muhalefetin gözünün sandıktan başka demokratik bir mücadele biçimi görmemesi de, herhalde bu çarpık gidişe yapılabilecek en büyük katkı olmalıdır. Nitekim, Cumhurbaşkanının her seçim sonrası, seçime yüksek katılım oranından bahisle, bizdeki demokrasinin seviyesiyle övünmesi de bundandır. Bu söylemi, sandıktan çıkan sonucun meşruiyetini kanıtlama çabası olarak okuyabileceğimiz gibi; sandığın meşruiyetine sundukları katkı dolayısıyla, muhalefete içten bir teşekkür olarak okumamızda da hiçbir sakınca yoktur. Hâliyle, muhalefet bu durumda, her seçimde atı alıp Üsküdar’ı geçen iktidarı oturup seyrederken, meşruiyet üretme süreçlerine yıllardır yaptığı büyük katkıdan dolayı ne kadar övünse azdır!..
Ama bundan böyle, -muhalefetin de aymazlığı sayesinde- “Devlet Partisi” olarak tek başına “Devlet bekası ”nın garantörlüğüne soyunan iktidarın, muhalefetin gönüllü katkısına pek ihtiyacı olmayacağı da ortadadır. Hatta muhalefet; yeni bir cumhuriyetle birlikte, toplumcu bir demokrasi talebini, daha fazla vakit kaybetmeksizin eylemli, güçlü bir örgütlülükle ve kararlı biçimde ortaya koymazsa; bu kararlılık Anayasadan doğan en temel haklarını kullanma konusunda kalıcı bir mücadeleye dönüşmezse; kısa bir süre sonra, şehit cenazesinde “Devlet bekası” adına, “anayasal bir hak” olarak Ana Muhalefet Partisi liderinin başına inen yumruk çok yakında, “Türkiye İttifakı”nın yumruğu olarak tüm toplumun ve muhalefetin geri kalan demokrasi hayallerinin tepesine inecektir. Kısacası iktidar yeni tip bir meşruiyet sürecine doğru hızla ilerlerken, bu süreci okuyamayan veya okumak istemeyen; sandık demokrasisi dışında bir mücadele yöntemi üretemeyen muhalefet kesimi için de; “Devlet bekası” ile oluşturulan yeni meşruiyet zemininde, ya tökezleyip tamamen tasfiye olmaktan ya da bu zemine hızla ayak uydurup, siyaset sahnesinde yola, iktidarın koltuk değneği olarak devam etmekten başka bir olasılık kalmayacaktır.
Bu ağır süreci okuma zorluğu çekenler için, yeri gelmişken, içlerini rahatlatacak etkili ama basit bir okuma önerisi de sunalım: Max Weber şöyle diyor; “Tecrübelerimiz bize göstermiştir ki, hiçbir otorite sistemi, sadece maddi, duygusal veya ideal motiflere dayanarak sürekliliğini sağlayamaz. Bütün bunlara ek olarak, her otorite sistemi meşruiyetine ilişkin bir inanç oluşturmak ve beslemek zorundadır.” (3) Weber’e göre üç tip iktidar otorite vardır. Bunlar; geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel iktidar tiplerdir.
Geleneksel İktidar; belli bir toplumda uzun zamandan beri yaşayan geleneklere dayanırken, karizmatik İktidar; bir liderin olağanüstü liderlik yeteneklerinden kaynaklanır. Geleneksel İktidar tipinde vatandaşların yöneticilere itaat etmesinin nedeni, siyasi iktidarın geleneklere uygun olarak ele geçirip kullandığına olan inanç hâkim iken; karizmatik İktidar tipinde, halk belli bir liderin sahip olduğu olağanüstü nitelikler dolayısıyla ona itaat etmektedir. Hukuki-rasyonel İktidar tipinde ise; iktidar rasyonel bir hukuk sisteminin sonucudur. Bu iktidar tipinde, insanlar geleneksel olarak saygı gören bir şefe veya karizmatik bir lidere değil, bir dizi soyut, genel ve kişilik dışı kurala bağlılık gösterir. Weber’e göre, modern dünyada geçerli olan iktidar tipi hukuki-rasyonel iktidardır. (4)
Siz, bizdeki iktidarın yeni meşruiyet alanı olarak belirlediği “Devlet Bekası”nın korunaklı alanına da (aynen sandık demokrasisinde olduğu gibi) illa teslim olacaksanız; hukııki-rasyonel İktidar tipi dışındaki iki tipten biri (pek modern olmasa da) size mutlaka uyacaktır. Böylece; siz bir yandan teoriden aldığınız güçle vicdanınızı soğutup yeni siyaset zeminine hızla ayak uydururken; diğer yandan da iktidarın yeni meşruiyet alanına, Weber aracılığıyla sunduğunuz bu katkı sayesinde, majestelerinin iltifatına mazhar olur, belki bir aferin de alırsınız.
Dünya ve bölgemiz kaynıyor. Kapitalizmin global krizi dünyayı sarıyor. Uluslararası finans kapitalin ve askeri-sınai kompleksin uzantısı olarak emperyalizm; uygun gördüğü her zeminde, bin bir kılıkta boy veriyor. Emperyalizmin açık işgallerinin yanı sıra, eskiden gizli yaptığı veya desteklediği darbeleri şimdi açıktan yapıyor veya destekliyor. Ulus devletlerin tasfiyesi ile “kent devleti”ne geçiş süreci işliyor. (5) Bu sürecin gereği olarak, hükümetler devriliyor, bölge haritaları yeniden çiziliyor. Emperyalizm ırkçı, dinci ve etnik yapıları, yaraları kaşıyarak, dünya çapında her türlü terörü besleyerek, yoksa yaratarak ülkeleri, halkları ve sınırları yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da ve Avrupa’da uluslar ve halklar ayakta… Devrimler, karşı devrimler birbirini izliyor…
Bu tabloya bakınca Türkiye, çevresindeki ateş çemberinin yanı sıra içinden geçtiği büyük ekonomik ve siyasi krize rağmen; “Beka meselesi” ve şehit cenazesindeki “gaz sızıntısı”nı saymazsak, şu ara nispeten sakin görünüyor. Ama bu sükunet sizi yanıltmasın; ihtimal büyük bir kasırganın tam ortasındayız; ama farkında değiliz. Zira kasırganın tam ortası durgun ve dingin bir alandır. Kasırganın gözü denilen bu alan günlük güneşliktir; bırakın fırtınayı, burada en ufak bir esinti bile yoktur. İşte bu havaya aldanırsanız yandınız demektir. O nedenle aman dikkat!.. İstanbul’u kazansanız da; bahar geldi, güneş açtı, demokrasi kazandı diye soyunup, dökünmeye kalkmayın sakın!.. Birazdan kasırga kaldığı yerden vurmaya devam edecektir… Siz bunun bilincinde olmaz; ayağınızı sağlam zemine basıp, safları sıklaştırmaz; bağımsız, çağdaş, toplumcu demokratik bir Cumhuriyet için anayasal direnme hakkınızı da kullanarak örgütlü bir mücadele vermezseniz; gelmekte olan kasırga, yalancı baharınızla birlikte sizi de alıp götürecektir, bu kesin.
Notlar
(1) Bu makalenin kaleme alındığı tarihte (04. 05. 2019) CHP’nin İstanbul’a ilişkin olası iptal kararına karşı tavrının ne olacağı ve YSK’nin kararı açıklanmamıştır.
(2) Bırakalım sağlı-sollu burjuva muhalefetini bir yana; boykotu savunmayan, hatta seçimlere aday olarak katılan sosyalist-komünist cenahın bile 7 Haziran – 1 Kasım sinyalini yeterince almadığı: daha da vahimi, 31 Mart seçimleri ile birlikte gelişen politik süreci de yeterince okuyamadıkları, anlaşılmaktadır.
(3) Max Weber; kaynak: Dr. Levent Gönenç. “Meşruiyet kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, 2001.
(4) Max Weber; kaynak: Dr. Levent Gönenç. “Meşruiyet kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, 2001.
(5) Suat Parlar, 1) “Yeni Dünya Düzeni Devlet ve Tasfiyeler”, Makale, 13.01.1996 tarihli Demokrasi Gazetesi. 2) http: www.halksahnesi.org 2010 Ol 22 kııresellesmecilik-ve-gu- venlik-doktrinleri-vigil-tuncaysuat-parlar
Hukuk Defterleri, Sayı: 19, Mayıs – Haziran 2019.