Kontrgerilla Hukukuna Reddiye – Cem Alptekin

Kontrgerilla Hukukuna Reddiye - Cem Alptekin


16 Mart Katliamı’ndan on yıl sonra, ölenlerin dönem arkadaşları olan bir grup genç avukat delillerinin çoğu karartılmış bu dava dosyasını yeniden açmış ve ortaya çıkan yeni tanıklar, kanıtlar ve faillerle birlikte dava, Türkiye’nin ilk ve tek kontrgerilla davasına dönüşmüştür.


İnsanlık tarihinde kutup yıldızı gibi parlayan, başta hukukçular olmak üzere tüm adalet savaşçılarına her daim yol gösteren; yüzyıllar geçse de parıltısı hiç kaybolmayacak olan davalar vardır. İşin doğası gereği, bu davaların görüldüğü mahkemelerin iddia makamı da yargıcı da “müesses nizam”ın temsilcileridir. Kahramanları ise, bir şekilde hâkim sınıfın çıkarlarıyla ters düştükleri için sanık sandalyesine oturtulan filozoflar, bilim insanları, aydınlar, şairler, dava adamları veya sıradan yurttaşlardır. Çağlar boyunca bu tür davalarda yargılanan şahsiyetlerin çoğu, hükmünü baştan vermiş mahkemeler karşısında; ya haklılıklarıyla, ya kendilerini bekleyen sonu bildikleri halde onurlarıyla dimdik ayakta durarak ya da itham eden savunmalarıyla müesses nizamı sarsmayı başarmışlardır. Bunların çok azı, ancak cezalarının infazından sonra yine aynı mahkemelerce, ama yanmayı göze alan ezici bir çoğunluğu ise tarih önünde ve toplumun vicdanında aklanmak suretiyle, insanlık tarihini aydınlatmışlardır.

Yine işin doğası gereği; bir toplumda siyasi altüst oluş yaşanmadığı, müesses nizam el değiştirmediği sürece; devletin gizli-gerçek hukuku çerçevesinde görev yapan (buna, “görünür hukuka göre suç işleyen” de diyebiliriz) siyasi aktörleri, bürokratları ve memurları hiçbir zaman bu görevleri nedeniyle yargı önünde hesap vermezler. Verirlerse, bu, asli görevlerinden dolayı değil, aksine; ya sistemin tahkim edilmesi veya restorasyonu için ya da devletin gizli gerçek hukukunu ihlal ettikleri için olur. Tarih boyunca iktidarlara karşı verilen hak ve sınıf mücadeleleri sonucunda, müesses nizamı görece de olsa hukukla sınırlayan demokrasi ve onun “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” ve “insan hakları” gibi büyülü kavramları ve ilkeleri etrafında gelişen; bu özellikleriyle Doğu toplumları için her anlamda çekim merkezi olan Batı Demokrasileri için de durum aynen böyledir. Hatta günümüzde içleri boşaltılarak emperyalizmin başlıca ihraç ürünleri arasında yerini alan bu büyülü kavramlar dahi hâkim sınıflar lehine bir tahakküm aracına dönüşmüştür. (1) Sonuç itibariyle; günümüzün anlı şanlı hukuk devletlerinde dahi bu derin yapılanmalara karşı bir bariyer oluşturulamamış; bunlardan yargı önünde hesap sorulamamıştır. Bunun da ötesinde, gizli gerçek hukukuyla derin devlet yapılanmasının varlık sebebi ve güvencesi de bugün bizatihi Batı Demokrasilerinden başkası değildir. Bu yüzden müesses nizamın verili “demokrasi”, “güçler ayrılığı” ve yargı düzeni içinde görünür “hukukun üstunlüğü”nün tesis edilebilmesi; özgürlüklerin ve “insan hakları”nın yargı yoluyla güvence altına alınması da aslında bir fanteziden ibarettir.

Ancak bu gerçeklik, “derin devlet”ten yargı önünde hesap sorulamayacağı veya bu yapının deşifre edilemeyeceği anlamına da kesinlikle gelmez. Tam da bu nedenle; müesses nizamın ete-kemiğe bürünmüş hali olarak devletin süslü hukuk kavramlarının ardına gizlenen sınıf çıkarları, sömürü düzeneği ile sistemin görünür hukuk dışı faaliyetlerine karşı verilecek siyasi-toplumsal nıücadele kadar, yargı önünde verilecek hukuk mücadelesinin de vazgeçilmez bir önemi vardır. Örneğin; bugün, anayasal düzene ve kendi vatandaşlarına karşı silahlı kalkışma, saldırı, sabotaj, kumpas davaları gibi her türlü hukuk ve insanlık dışı operasyonları planlayıp, organize eden “derin devlet”e (dünyada bilinen adıyla Gladyoya, bizdek adıyla kontrgerillaya) karşı verilecek hukuk mücadelesi de işte bu nitelikte bir mücadeledir… Aynı zamanda bu mücadele; müesses nizamın kodlarının çözülebilmesi ve nihayetinde tahakküm düzeninin hukuken ve siyaseten tasfiyesi için de ertelenmez bir insanlık ve demokrasi görevidir.

Bugün (sistem içinden geleceği muhakkak olan her türlü baskı ve engellemeye rağmen) müşteki/müdahil sıfatıyla tarafı olunan (ya da olunacak) bir siyasi cinayet, katliam, kumpas soruşturması ve/veya davasında işe öncelikle; sistemin hukuku tarafından davaya sanık sıfatıyla monte edilmiş masumları gerçek suçlulardan ayırmakla başlamak gerekir. Ardından; sanık sandalyesinde olsun olmasın, somut olayla doğrudan bağlantılı Gladyo tetikçilerinin suça konu eylemlerinin yanı sıra, bu eylemdeki amaç ve saikleri ile örgütsel bağlantılarının da; mevzuat, hukuk yaratıcılığı ve tekniğinin verdiği imkanlarla delillendirilip, mahkemenin (ve tabii ki kamuoyunun da) önüne konması şarttır. Mahkemenin tahkikatı bu yönde genişletmesi ve buna göre yeni deliller toplamaya başlaması halinde ise; benzeri olaylar, soruşturma ve davalar arasındaki illiyet bağının somut olarak ortaya çıkartılabilmesi yönünde de ciddi bir adım atılmış olacaktır. İşte o zaman, mevcut yargılama da kaçınılmaz olarak bir “derin devlet” yargılamasına dönüşecek; mahkeme sonuç olarak ne yönde hüküm verirse versin; “derin devlet” legal- illegal sorumluları ve gizli-gerçek hukukuvla birlikte kendi yargısı önünde (kısmen veya tamamen) deşifre edilmiş olacaktır. Doğal olarak bu durum da, siyasal-toplumsal muhalefet ve demokrasi güçleri için başlı başına bir kazanım olacaktır. Haliyle o zaman, ucu Batı Demokrasilerine uzanan o “hukuk devleti”nin, ismiyle müsemma olup olmadığı; o süslü kavramın ardında, gerçekte hangi “hukukun üstünlüğü’nün yattığı toplum tarafından tüm çıplaklığıyla görülecek; mevcut sistemin hukuk sosuna bulanmış munis çehresindeki boya döküldükçe, altından gizli-gerçek hukukuyla müesses nizamın ceberrut çehresi arz-ı endam edecektir.

Üzerinden çağlar aksa da, müesses nizamı o gün bu gündür sarsmaya devam eden tarihsel savunmaların günümüzü aydınlatan gücünden hareketle; bu kez sisteminin kendi yargısı önünde, kendi hukuk tekniği ve araçlarıyla sorgulandığı, deşifre edildiği bu mücadele yönteminin, (iddiayı delillendirme, ispat imkanları ve inandırıcılık açısından da) politik mücadele araçlarıyla siyaset arenasında verilen/verilecek olan mücadeleden çok daha etkili olacağı izahtan varestedir.

Bunun için; günümüz şartlarında, sistemle yargı önünde yapılacak bir hesaplaşmanın (sanık sıfatıyla) savunma mevziinin yanı sıra (müşteki/müdahil sıfatıyla) artık iddia makamı mevziinden de yapılması şarttır. Maalesef mahkemeler önünde bugüne kadar gerektiği gibi yapılmayan da işte bu tür bir mücadeledir. Oysa bu mevzi, dünyada ve özellikle uzun zamandır Gladyonun av sahasına dönüşen ülkemizde -şartlar ne kadar zor olursa olsun- toplumsal ve siyasal muhalefete, (konunun teknik yönü nedeniyle de) en çok hukukçulara, her zaman ciddi imkanlar sunmaktadır. Hal böyleyken; Gladyonun yargı tarafından soruşturulduğu veya bu amaçla kadrolarının sanık sandalyesine oturtularak doğrudan ya da dolaylı olarak yargılandığı (birisi Gladyonun dolaylı olarak soruşturuldıığu İtalya’dan; diğeri ise; bir siyasi katliam davasının Gladyo davasına dönüştürüldüğü ülkemizden olmak üzere) -iki çarpıcı istisna dışında- bilinen bir dava örneği de bulunmamaktadır.

İstisnalardan ilki… 
1989 yılında, ülkesindeki faili meçhul suikastları soruşturan İtalyan sorgu hakimi Felice Casson’un, İtalyan hükümet ve gizli servislerine yönelik, devlet içerisinde resmi olarak görevlendirilmiş silahlı bir gizli yapının olup olmadığına ilişkin sorusuna, biraz gecikmeli de olsa dönemin Başbakan’ı Andreotti yanıt verir. Bu yanıta göre; devlet içinde gizli servis SİSMİ tarafından yönetilen ve NATO ile işbirliği içinde olan bir örgüt vardır. Casson’un ısrarlı takibi ve bu konuda kurulan Meclis Komisyonu’nun talebi ile, Başbakan Komisyon’a da aynı minvalde bir rapor sunar. Takip eden süreçte, önemli devlet adamları da örgüte ilişkin yeni ve önemli ipuçları verirler. Nihayet, 1996 yılında Roma savcılığı, SİSMİ’nin eski şefi ve eski Genelkurmay Başkanı hakkında devlet güvenliğiyle ilgili belgelerde yolsuzluk yaptıkları, Gladyodan sorumlu SİSMİ eski kısım şefi hakkında da, görevi kötüye kullandığı iddiasıyla dava açar. Ancak yargılananlar Gladyo mensupları da olsa; bu dava, bir suç örgütü olarak Gladyonun doğrudan suçlandığı ve yargılandığı bir dava değildir. Nitekim, anılan soruşturmalar ve yargılamalar sırasında son derece önemli sorular “devlet sırrı” kapsamında değerlendirilerek yanıtlanmadığı gibi; başlangıçta, Gladyonun varlığını itiraf ederek çok istekli gibi görünse de; kısa bir süre sonra aniden tutum değiştiren Başbakan Andreotti; süreci karartma faaliyetinin başını da hükümetiyle birlikte bizzat çekecektir. Sonuç itibariyle; müesses nizam zincirinin önemli bir halkası olan İtalya’daki emsal davada, Gladyo (dolayısıyla, NATO’nun gizli orduları) kamuoyunda bilinçli olarak yaratılan algının aksine; yargı marifetiyle sorgulanmamış, mahkûm edilmemiş ve/veya hiçbir surette tasfiye de edilememiştir. Ancak, sistemin yargısını zorlayarak işleten cesur bir hukukçunun özel gayreti, (soğuk savaşın sona ermesi gibi) dönemin getirdiği imkanlarla birleşince; müesses nizama ilişkin dünyayı heyecanlandıran önemli bir gerçek açığa çıkmıştır. Hepsi bu!…

Böylece; (her ne kadar, Batılı hükümetlerce ya “devlet sırrı” kapsamına alınarak ya da alışılmış inkar politikaları hemen devreye sokularak, üstü örtülse de) bu kez mızrak çuvalı delmiş; o güne kadar ağırlıklı olarak komplo teorisi diye geçiştirilen bu “derin gırtlak” da Casson’un hukuk mücadelesi sonucunda artık tartışmasız hale gelmiştir. Tabii bu sayede, “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, “insan hakları”, “insanlığa karşı suç” gibi süslü hukuk kavramlarının arkasına gizlenen Batı Demokrasilerinin insanlık ve hukuk dışı politikaları ile gizli-gerçek hukuku da daha görünür ve tartışılır hale gelmiştir.

İkinci istisnaya gelince…
16 Mart 1978 tarihinde, faşist işgal altındaki İstanbul Üniversitesi’nden toplu halde çıkan sol görüşlü öğrenciler, üzerlerine bomba atıldıktan sonra silahla taranmışlardır. Bu saldırıda 7 devrimci öğrenci hayatını kaybetmiş ve yüzlercesi de yaralanmıştır. Olayın ardından “adiyen adam öldürme” iddiasıyla açılan davada, yargılanan tüm sanıklar sonuç itibariyle delil yetersizliğinden beraat etmişler ve dava dosyası da faili meçhul olarak adliyenin tozlu raflarına kaldırılmıştır. Ancak olaydan on yıl sonra, ölenlerin dönem arkadaşları olan (içlerinde bu makalenin yazarının da bulunduğu) bir grup genç avukat delillerinin çoğu karartılmış bu dava dosyasını yeniden açarak, kamuoyuna yönelik çağrıları ve ısrarlı takipleri ile geçen 4 yılın sonunda; ortaya çıkan yeni tanıklar, kanıtlar ve faillerle birlikte; müşteki/müdahil vekilleri sıfatıyla olayı ve davayı bir kez daha yargıya taşımışlardır. Ancak; Emniyetin engellemeleriyle uzayan 3 yıllık soruşturma ve 1995 yılında başlayan yargılama aşamalarında her şeye rağmen toplanan çok önemli delillerle, bu olayın bir kontrgerilla eylemi olduğunu tespit eden avukatlar; “adiyen adam öldürme” iddiasıyla açılan davanın esasen “anayasal düzeni ortadan kaldırma” ve “halkı silahlı çatışmaya teşvik” amacıyla işlenmiş örgütlü ve siyasi saikli bir suç olduğunu, bu suçun da kontrgerilla tarafından işlendiğini ileri sürerek; delillerin buna göre toplanmasını ve sanıklara da T.C.K’nin bu suçlara ilişkin maddeleri uyarınca ek savunma hakkı verilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu taleplerinin mahkemece kabul edilmesi üzerine de, dava, Türkiye’nin ilk ve tek kontrgerilla davasına dönüşmüştür. Ardından mahkeme kontrgerilla faaliyeti olma ihtimali kuvvetle muhtemel olan dönemin derdest veya kapanmış önemli siyasi cinayet ve katliam dava dosyalarının celbine de karar vererek; kontrgerilla faaliyeti olduğu şüphesi taşıyan tüm bu önemli olaylar arasındaki illiyet bağını araştırmaya koyulmuştur.

Bu arada, 16 Mart faillerinin adının geçtiği bir MİT belgesinin yanı sıra, Susurluk Kazası’nda ortaya çıkan yasa dışı mafya-devlet-siyaset üçgeninin aktörleri ve 16 Mart Katliamı failleri arasında kurulan somut bağlantılar da, müdahil avukatlarca mahkemeye sunulan deliller arasına girmiştir. Bu gelişmeler üzerine dava ülke gündemine otururken; durumdan vazife çıkaran ve ortaya çıkan bağlantılardan rahatsız olan iktidar mahvillerince de, davaya ve mudahil avukatlara yönelik operasyonlar da hemen devreye sokulmuştur. Örneğin; dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgelerin ele geçirilerek yayımlanmasının suç oluşturduğunu anımsatan ve gerekli önlemlerin alınmasını isteyen bir genelge yayınlayarak, C. savcılıklarına göndermiş (2), ardından (mahkemece kendisinden bilgi belge istendiği halde, “bende belge yoktur” diye olumsuz cevap veren) MİT Müsteşarlığı da; öyle bir belge olduğunu ortaya çıkaran ve anılan belgeyi mahkemede delil olarak kullanan avukatlar (ve olayı haber yapan medya kuruluşları) hakkında, suç duyurusunda bulunarak, dava açılmasını sağlamıştır. (3)

Gelinen aşamada, davanın müdahil avukatları üzerinde yoğunlaşan baskı ve yargıya yönelik operasyonlar sonucunda ortaya şöyle bir dramatik tablo çıkmıştır: Eski İstanbul Adliyesi’nin giriş katındaki mahkemede, müdahil avukatlar devletten hesap sorarken; bir üst katındaki mahkemede ise devlet (yargı üzerinden), sırf yaptıkları görev nedeniyle (sanık sandalyesine oturttuğu avukat Cem Alptekin’in şahsında) müdahil avukatlardan hesap sormaktadır. Ayrıca dönemin Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nun “olur”u ile, Alptekin hakkında başlatılan ilk soruşturmanın ardından, son soruşturma kararı veren mahkemenin başkanı da 16 Mart Davası’nın görüldüğü mahkemeye başkan olarak atanmıştır…

Böylece dava her yönüyle kuşatılmıştır. Müdahil avukatların “reddi hakim” talebi nedeniyle, yeni başkan katıldığı ilk duruşmada davadan çekilmek zorunda kalsa da; mahkemenin ısrarlı taleplerine ve avukatların tüm uğraşlarına rağmen, başta MİT olmak üzere, bazı devlet kurumlarının direnci nedeniyle, çok önemli delilleri toplama işi tamamlanıp, bunların değerlendirmesi safhasına bir türlü geçilemeyecek ve dava hızla zamanaşımına doğru götürülecektir. (4) Bunun üzerine, müdahil avukatlar da zamanaşımı tartışması başlatırlar… Aslında bu tartışmayı 1996 yılındaki Susurluk kazasında 16 Mart’a ilişkin ortaya çıkan yeni kanıtlar ve faillerle ilgili yaptıkları suç duyurusuna ilişkin verilen “zamanaşımı” kararına itirazla çok önceden başlatmışlardır. 16 Mart davasının final aşamasında tekrar ettikleri itirazlarının dayanağı da şudur: T.C.K. hükümlerine göre; bu tür yargılamalarda zamanaşımı süresi, suç örgütünün varlığı ve faaliyetinin sona erdiği güne kadar işlemeye başlamaz. Devlet içindeki suç örgütü kontrgerillanın varlığı ve faaliyeti ise halen sürmektedir -eldeki tüm kanıtlar da bunu açıkça göstermektedir-. Bu durumda örgütün ve mütemadi (kesintisiz) ve müteselsil (zincirleme) cürümleri devam ettiği, yani temadi veya teselsül kesilmediği sürece (bırakın dolmasını bir yana) zamanaşımı süresi işlemeye dahi başlamaz (eski TCK.md.103). Üstelik buna doktrin kadar uygulama da izin vermez. Zira; bidayette anayasal düzeni hedef alan silahlı “sol” örgütlere ve eylemlerine ilişkin yargılamalarda, mahkemeler; bu örgütlerin faaliyetlerini ve örgüt üyelerinin bu kapsamda işledikleri suçları “tamamiyle icra olunmuş cürüm” olarak görmeyip, örgütlü cürmün kesintisiz devam ettiğinden ve zamanaşımı sürelerinin de işlemeye başlamadığından bahisle, bu sanıkların cezalandırılmasına karar vermişler ve Yargıtay da bu kararları bir güzel onamıştır.

Yargının içtihat haline gelen emsal kararlarına rağmen, kontrgerilla yargılamasındaki çifte standardını gözler önüne seren; adaletten uzak duran adalet sisteminin çarpıklığını ve yargı üzerinde cari olan gizli-gerçek hukukun kodlarını açığa çıkaran avukatlar; benzeri davalarda kendileri gibi vekalet üstlenen meslektaşlarının ve hukuk kurumu olan baroların bu konudaki derin sessizliğine; özellikle de İstanbul Barosu’nun, Türkiye’de “derin devlet” gerçeğini, (neredevse bir iddianame gibi, somut eylemleri ve bağlantılarıyla) ilk kez bu kadar kapsamlı biçimde ortaya koyan kendi komisyonunun hazırlamış olduğu Susurluk Raporu’nu hasıraltı etmesine çok sert tepki göstermişlerdir.

Gerçekten de, bugün ülkemizde yaşanan siyasi cinayet, katliam, kumpas ve sair eylemlerin arkasında “derin devlet”in, nam-ı diğer kontrgerillanın olduğu herkesçe bilinir; yazılır-çizilir; sorumlulardan hesap sorulması istenir; ancak iş dava boyutuna geldiğinde bu tespit ve taleplerin gereği hukuken yapılmaz. Hatta, maalesef, İstanbul Barosu örneğinde olduğu gibi, çok daha kötüsü de yapılır… Böylece kontrgerilla faaliyeti kapsamındaki siyasi cinayet ve katliamlara ilişkin eylemlerin çoğu faili meçhul olarak kapatılırken; tesadüfen veya kasten ele geçirilen bir-iki tetikçinin dışında, çoğu suçla ve örgütle hiç ilgisi olmayanların sanık sandalyesine oturtulduğu “adiyen adam öldürme” davaları açılır ve öylece de devam eder… Bazen isabetle, suçun anayasal düzene karşı işlendiği (Sivas Katliamı Davası’nda olduğu gibi) tespit edilse de; bu tür davaların bırakın bir kontrgerilla yargılamasına dönüştürülmesini, çoğu dava süreçlerinde, her nedense, bu örgütün adı bile telaffuz edilmez.

Ancak 16 Mart Katliamı Davası, yargı önündeki bu uyuşmacı/uzlaşmacı geleneği kırmıştır.

Tahmin edileceği üzere; 16 Mart Davası kuşatıldığı noktadan itibaren, aynı ara kararların tekrarıyla geçen rutin duruşmalar ve avukatların itiraz, tepki ve boykotları arasında sistemin hedeflediği 30 yılını doldurarak, 2008 yılında, zamanaşımı gerekçesiyle düşürülür ve tabii sistem de rahat bir nefes alır. 1992 yılında ikinci kez yargıya taşınan 16 Mart Katliamı Davası’nın yargı ve kamuoyu önünde süren 16 yıllık öyküsü böylece biter. Bu karar kamuoyunda yankı ve infial yaratır. Hatta bu infialin etkisiyle dönemin Adalet Bakanı M. Ali Şahin bir açıklama yaparak, davanın savcı ve hakimlerine tepki gösterir, ardından da idari soruşturma açar. Tabii ne bu soruşturmada ne de avukatlarca temyiz edilerek Yargıtay’a gönderilen dosya açısından karar ve sonuç değişmeyecektir.

Ne tesadüftür ki; sistemin yargısı, gerçek kontrgerilla davasını İstanbul’da zamanaşımı gerekçesiyle kapattığı gün, Silivri cezaevi kampüsünde kurulan ibretlik bir mahkemede “Ergenekon” adıyla maruf, çakma kontrgerilla davasını başlatıyordu. 16 Mart Davası’nın avukatları da bu gerçeği, o gün kendilerine uzatılan medya mikrofonlarına aynen böyle ifade ediyorlardı. (5)

Ergenekon davası ile birlikte, adalet “sarayları”ndan çıkıp cezaevlerinde adalet dağıtma aşamasına geçen sistem ve onun ileri demokrasisi; adalet adına vites yükselterek “derin devlet”le yargı önünde hesaplaşmaya soyunuyordu!.. Bunun bir hesaplaşma olduğu doğruydu; ancak somut olayda kimin kimle hesaplaştığı işi biraz karışıktı!.. Sistem, Casson’un İtalya’da deşifre ettiği NATO menşeli “derin devlet”in artık inkâr edilemez bir gerçeklik olduğunun ve NATO üyesi Türkiye’de de bu konunun ciddi boyutta tartışıldığını ve hatta yargı önüne taşındığının fazlasıyla bilincindedir. Bu noktadan hareketle; Ergenekon davası aracılığıyla adeta bir taşla birkaç kuş vurmaya girişecektir. Bu vesile ile hem bir emperyal proje olan “kent devlet”ine geçişte iktidara engel teşkil eden, TSK’nin kemalist-laik bürokrasisi, hem önemli sol kemalist siyasi aktörler tasfiye edilecek; hem de bu sürece “derin devlet”le hesaplaşma kılıfı geçirilerek “ileri demokrasi”ye çağ atlatacaktır!

Tabii bunun için de, toplumun ve kamuoyunun Ergenekon’un Türkiye’nin “derin devleti” olduğuna ve bu dava sayesinde ülkenin “statüko” ile hesaplaştığına, bağırsaklarını temizlediğine inanması, daha doğrusu inandırılması gerekmektedir. Bunun için, “Statüko”yu egemen sınıf; olup-biteni ise devrim ya da reform sanan, sistem analizi yapmaktan bihaber kesim için böyle bir ihtiyaç olmasa da; bu sürece kaygı ve şüphe ile bakan toplumun çoğunluğunu, özellikle de hukukçuları ikna etmek için her türlü propaganda ve rıza üretim aracından sonuna kadar yararlanılacaktır. Hatta bu amaçla alay-ı vâlâ ile Türkiye’ye davet edilen, İtalyan hâkim Felice Casson’a “derin devlet” üzerine konferans verdirilecek; (sözleri de bir güzel çarpıtılarak) Ergenekonun, Türk Gladyosu olduğu; bu işin “uluslararası uzmanı” sayılan mutemet kişiye teyit ettirilecektir!..

Maalesef, medya bombardımanı ve neo-liberallerin stratejik katkısıyla, bir kısım “sol” zevat (ki, bunların içinde hukukçu olanlar da vardır) bu hikâyeye (neredeyse kasti bir saflıkla) inanacaktır!.. Oysa, bu konularda herkesten fazla meraklı, şüpheci ve sorgulayıcı olması gereken bu kesim çok basit bir sorunun cevabını da biraz olsun merak etmiş olmalıydı. O soru şudur: Bugün NATO’nun gizli ordusu “derin devlet”in varlık sebebi olan ve global kapitalizmin başını çeken ABD ve AB ile birlikte Batıya bağımlı olan Türkiye’nin bu yapının içinde kalarak “derin devlet”le hesap kesmesi mümkün müdür?

Bunun mümkün olmadığını ancak yaşayıp gören, daha doğrusu görmek zorunda kalanlar, hatta tüm yaşananları görmek yerine; bu davada kurunun yanında yaşların ve birçok muhalif aydının neden ve nasıl yandığını hiç önemsemeden, kullanım süresi dolduğu için o torbaya atılmış bir-iki kılıç artığına bakarak, “ama orada derin devlet vardı!..” diye hâlâ ihtirazi kayıt ileri sürebilen “şüpheci aydın”larla (!), bugün yargının “derin devlet”le FETÖ üzerinden hesaplaştığını iddia edebilen “inanmış aydın”ları (!) eldeki mevcut teknolojiyle aydınlatabilecek güçte bir ışık olmadığı muhakkaktır!.. Hukukun ve adaletin yalnızca sistem tarafından yönetilip araçsallaştırıldığı, hiçbir dönemde yargının “altın günü” olamaz, olmayacaktır. Tabii böylesine derin saplantılarıyla bile-isteye sistem için bariyer görevi gören “aydın” zevatın da yatacak yeri olmayacaktır.

Sonuç olarak; ucu “derin devlet”e çıkabilecek siyasi cinayet, katliam ve kumpas davalarında siyasal-toplumsal muhalefetin, en çok da hukukçuların her türlü hukuk ve yargı manüplasyonuna karşı doğru hat üzerinde mevzilenip; doğru hedefe yönelmek ve nihayetinde kontrgerillayı sanık sandalyesine oturtup yargılamak; dolayısı ile sistemin kodlarını deşifre etmek gibi zorlu ve zorunlu bir görevi vardır. Türkiye’de -16 Mart Katliamı Davası dışında- böyle bir davanın görülmemiş olması, bundan sonra görülemeyeceği anlamına da kesinlikle gelmez.

Bunun için tüm mesele niyette ve yürektedir… (6)


Notlar

(1) Tarihin En Büyük Afyonu: “Hukukun Üstünlüğü” – Suat Parlar & Yiğit Tuncay
(2) Mahkemelere ‘MİT belgesi’ uyarısı
(3) Savunma yargılanıyor
(4) DOSYA: Öğrenciler gibi hukuk da katledildi
(5) Kilometre taşı oldu
(6) Burada yeri gelmişken: Kontrgerillayı 1972 yılında ilk kez deşifre ederek mücadelemize ışık tutan, (2017 yılında kaybettiğimiz) yürekli aydın Talat Turhan’ın ve 16 Mart Katliamı Davası’nda yıllarca omuz omuza mücadele verdikten sonra (2015 yılında kaybettiğimiz) dostumuz Avukat Emcet Olcaytu’nun değerli anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.


Hukuk Defterleri, Sayı: 20, Temmuz-Ağustos 2019.