Türklerin Anadolu’ya akınları 1029’da Ermeni-Bizans sınırlarına yapıldı. 1043’te ise Selçuklular’dan kaçan Türkmenler Dicle nehrinin çıktığı bölgeye geldiler. Bu akıncıların bir kısmı yok edildi, ama bunlardan bir grup Bizans sınırlarını zorladı ve Bizans valisi Likhoudes’i tutsak etti. Bu tarihten sonra Gence ve Divin’in Şeddadi Kürt yöneticisi Ebülevser, Türkmenlerle birlikte Bizans topraklarına saldırdı. 1045-1046’da ise Azerbaycan’dan başlayan bir Selçuklu akını ile Bizanslı generaller Aron ve Katalon bozguna uğratıldı. 1048’de Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal’ın komuta ettiği bir güç, bu kez Aras’tan ve Fırat nehrinin kuzeydeki kolu Karasu’dan geçerek ve her çağda kullanılan istila yollarını izleyerek, doğrudan doğruya batıya yöneldiler. Fırat nehrinin güneydeki kolu Murat’ta birçok kollara ayrılan kuvvetler Erzurum’u ve Trabzon bölgesini yağmaladılar. 1054’te Anadolu’ya giren Tuğrul Bey ise Van gölü kıyısındaki Erciş ve Bergri’yi ele geçirip Malazgirt kalesini kuşatıyordu. Türkmen artık Bizans sınırlarındadır. 1062’de Anadolu’ya giren Yakuti komutasındaki birlikler Malatya’nın güneyinde, Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynakları arasındaki Bizans topraklarını yağmalayıp ele geçirdikleri esirleri Kürt Mervani hanedanının yönetimindeki Diyarbakır’a götürüp sattılar.
Bizans ardı arkası kesilmeyen Türkmen akınlarını durduramaz. Gerçek akınların bir fetih amacı yoktur. Azerbaycan ve Yukarı Mezopotamya’daki üslerinden yola çıkarak Anadolu’nun derinliklerine akın yaparlar; ancak üslerine geri dönerler. Akınları durduramayan Bizans İmparatoru Romanos 1071 yılı başlarında, büyük bir ordu ile kesin sonuç almak için yola çıkar. Amaç İran içlerine yürümek ve Selçukluları Orta Asya’ya sürmektir. Alparslan savaş istemez. Bizans elçilik heyeti barış için Erciş ve Malazgirt gibi artık birkaç yüzyıldır İslâm kenti haline gelen yerleri ister. Bizans’ın bu talebini kabul eden Alparslan’ın asker sayısı oldukça azdır. Tuğrul Bey’den miras kalan Irak askerleri “itaatsiz bir tavır” içindedirler. Bu birlikler Fırat’a ilerleyen Sultan’ı izlemezler. Alparslan köle kökenli 4 bin hassa askeriyle kalır. Ayrıca önemli bir Türkmen kuvvetinin başında bulunan Arbasyan’ı yakalamak üzere gönderdiği Afşin’den haber yoktur. Alparslan’ın askeri durumunun zayıflığını gören Bizans ordusu ise Doğu Anadolu’ya ilerler. Bizans ordusu büyük, ancak güçsüzdür.
İmparator Romanos Alparslan’ın üzerine yürürken büyük bir Ermeni katliamı yapar ve onların dinini yok edeceğini belirtir. Bu tutumuyla Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bölgenin güvenini yitirir. Ayrıca, Bizans ordusunda bulunan büyük arazi ve asker sahibi Anadolu feodallerinin önemli bölümü de imparatora karşıdırlar. Ücretli askerler ise Arap ve Müslüman kökenlidir. Bunlar paralarını alamayınca ordudan ayrılıp Suriye bölgesine gider, oradaki Türkmenlerle birlikte Antakya bölgesini yağmalarlar. Frank ve Germen askerlerinin isyanları da bu tabloya eklenmelidir. Bizans ordusunda Peçenek, Oğuz gibi ücretli Türk askerleri vardır ve sayıları 15 bini bulur. Ayrıca İslâm “navekiyye” Türkmenlerinin başındaki Selçuklu prensi Erbasgan’da Bizans’ın hizmetinde Erzurum’dadır.
Büyük vezir Nizâmülmülk’ün asker toplama çabalarına rağmen sorun çözülemez. Ancak Alparslan’ın yardımına Kürtler yetişir. Diyarbakır ve Van bölgesinden gelen 10 bin Kürt savaşçı ile Alparslan’ın ordusu 15 bini bulur. Alparslan ordusuna eşitlikçi bir biçimde ve İslâm’ın birleştirici niteliğinden yola çıkarak yaklaşır. Onlara Bakara Suresi’ni hatırlatır ve “Allah’ın izniyle az olan, çok olanı yener” der. Alparslan “dönmek isteyen dönsün, burada Allah’tan başka hükmeden bir sultan yoktur” der. Onun, “şimdi burada ne buyuran bir sultan ve ne de buyruk alan bir asker vardır. Bugün ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım” sözleri yankılanır. Sonuç zaferdir.
Kürt-Türk savaşçılarının eşit birliği çözülen Bizans ordusunu dağıtır. Selçuklu için henüz Anadolu önemli değildir. Ancak çoluk çocuk, sürüleriyle birlikte Türkmenler bu kez yerleşmek için Anadolu’ya akarlar. Artık onları durduracak bir Bizans Devleti ordusu yoktur.
Bizans topraklarına giren Türkmenler, var olan sistemi yıkmak düşüncesiyle harekete geçmekten çok, kendilerine yerleşecek bir ülke bulmaya geldiler ve en büyük yardımı onlarla birlikte Malazgirt’te dövüşen Kürtlerden gördüler. Bizans feodalleri arasındaki mücadelede, birkaç bin atlı savaşçıya komuta eden Türkmen askeri şefleri belirleyici oldular. Bizans feodalleri rakiplerini yenebilmek için onlara dayanıyorlardı. Örneğin, Malazgirt’te savaş meydanından kaçan Norman Rousel, Anadolu’da “Yeni Normandy” krallığı kurmak amacıyla harekete geçer. Sakarya ve İzmit bölgesine ilerler. Bizans imparatoru ona karşı Türkmen şefi Artuk’tan yardım ister. Norman Rousel’i yakalayan Artuk kurtuluş parası karşılığında onu serbest bırakır. Malazgirt efsanesine eklenen hayali kurgularla tarihte kara delikler oluşturulur. Türk-Kürt birliğinin bu en önemli safhasının üzeri örtülürken, Türkmen şeflerinin Bizans’la kurduğu ilişkiler görmezden gelinir. Anadolu’da kozmopolit, devşirme, paralı askerlere dayalı egemenlik sisteminin temsilcisi Bizans İmparatorluğu bu şefleri hızla devşirir.
Anadolu’nun büyük feodallerinden General Nikefer Botaniates ile General Nikefer Beryennios İmparator olmak için İstanbul’a yürürler. Botaniates’in yakını, Ermeni generali Filaretos ise Türkmen şefi Kapar’ın desteğiyle Kilikya, Antakya, Urfa, Malatya’yı kapsayan bir Ermeni devleti kurar. İstanbul’a ilerleyen Botaniates’e karşı İmparator Mihael ise Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman ve Mansur’a para ödeyerek desteklerini elde eder. Botaniates’in yolu Süleyman tarafından kesilir. Alparslan’a ihanet eden eniştesi Erbasgan da Botaniates’in yanındadır. Hıristiyan olan Erbasyan kendini Bizanslı saymasına rağmen Kutalmışoğulları üzerinde etkilidir. Onun etkisiyle Süleyman ve Mansur Botaniates’in vasallığını kabul ederler. Botaniates imparator olur. Türkmenler Üsküdar’a gelirler. Yeni imparatorun Balkan seferine 2 bin Türkmen savaşçısı katılır.
Şefler Bizansla anlaşırken Türkmenler de hızla Anadolu’nun dört bir yanına yerleşir. Bizans’ın iç egemenlik mücadelesinde artık Türkmen askeri şefleri taraftır. Bizans imparatorları ve feodalleri, ülkelerini yitirebilecekleri korkusuna kapılmadan Türkmen savaşçılarıyla işbirliği yaparlar. Çünkü Bizans Atilla döneminden beridir Orta Asya’dan akan Türklerle, Hunlar, Uz’lar (Oğuzlar), Peçeneklerle mücadelenin yolunu bulmuştur. Bu toplulukların Balkanlar’daki saldırılarını göğüsleyen Bizans bunları içinde eritmeyi ve özümlemeyi başarmıştır. Hıristiyanlaştırma bu özümlemenin yöntemleri arasındadır. Türkopoli denilen Hıristiyan Türk askerler, 13. ve 14. yüzyıllarda bile Bizans’ın dayanakları arasındadır. Selçuklu soyundan gelen Erbasgan da Türkopolidir. Daha Malazgirt savaşından önce safını değiştiren bu komutan yalnız değildir. Aleksios, Batı Anadolu’daki birçok Türkmen beyini ve İlhan adlı komutanı İstanbul’da vaftiz ettirir. Akkış adlı Hıristiyan Türk askeri şef, Bizans’ın Türkmenleri Anadolu’dan söküp atma savaşlarında ön planda rol oynar.
Bizans, Türkmen’i ve Selçukluyu böler. Melikşah ve Nizâmülmülk’ün Sultanlık makamını paylaşmaları eşyanın doğasına aykırı olmasına rağmen başşehri İznik olan Anadolu Selçuklu’nun kurucusuna bu unvanın onlar tarafından verildiği genel geçer görüştür. Oysa Süleyman için Sultan unvanını ilk kullananlar Bizanslılardır.
Uçlarda Bizans’la buluşan Türkmen şeflerin askeri güçleri zayıftır. Anadolu Selçukluları güvensiz ve temelsizdir. Doğu ile Batı arasında sıkışmışlardır. Doğudan itiliş onları çözülen Batıya, Bizans’a yöneltir. İttifakı, zenginliği, stratejiyi burada ararlar. Hatta Bizans İmparatoru olma hayalleri kuran Çaka Bey gibi Türkmen şefleri vardır. Çaka Bey, “küçük soylu” sınıfından bir Türkmen şefi iken, Bizans’a esir düşer. Bu yetenekli savaşçı Bizans sarayına alınır ve yetiştirilir. Homeros’tan şiirler okuyacak kadar Yunan kültürünü öğrenir. Bizans soylu sınıfına girer. Onun imparator olma hayalleri Bizans-Selçuklu ittifakı ile suya düşer ve Çaka Bey Kılıçarslan’ın emriyle öldürülür.
Bizans tarihinin odağında Anadolu bulunur. İstanbul’un beslenmesini Anadolu’nun buğday tarlaları ve otlakları sağlar. Oldukça zengin maden kaynakları Anadolu’dan İstanbul’a akar. Bizans ordusunun en iyi askerleri özellikle Kapadokya ve Torosların dağlı halkları arasından toplanır. En yetenekli imparatorlar ve devlet kadroları Anadolulu aileler içinden çıkar. Anadolu’yu yitiren Bizans’ın ayakta kalması mümkün değildir.
Anadolu’nun feodalleşmesi, büyük arazi ve asker sahibi ailelerin ortaya çıkması Bizans’ın çözülüşünü ateşler. Bizans’ın nüfusu en kalabalık egemenlik alanı olan Anadolu, gücün anahtarıdır. Anadolu hızla Bizans’ın denetiminden çıkar.
İslamiyet’in yükselme döneminde Anadolu’ya düzenlenen askeri seferler Bizans’ı bir Anadolu devleti yapan temelleri zayıflatır. İslâm orduları, birçok kez Ege ve Marmara kıyılarında ilerlerler. İki kez İstanbul’u kuşatırlar. Bu Müslüman askeri dalganın Arap-Kürt niteliği, ana akım tarih görüşünün, Doğu’ya ait olan, İslâmi-Arap olanın küçümsenmesi nedeniyle örtülür. İslâm’ın “kılıcı” Selçuklu’nun planlı bir fetih girişimiyle Anadolu’yu yurt edinmesi efsanesi yaratılır. Selçuklu’nun Ortadoğu dinamikleriyle bağları koparılır. Oysa İslâm fetihleri dalgası Arapların Güney ve Doğu Anadolu’yu ele geçirerek, Fırat ve Dicle arasındaki bölgede yerleşim birimleri kurmalarıyla sonuçlanır.
Harran, Urfa, Rabka, Suruç, Birecik, Diyar-ı Mudar (Muzar) bölgesi, Muzar Arapları’ndan Kays kabilesinin çeşitli kollarının yurdudur. Fırat yakınlarındaki Malatya ve Samsat, Diyar-ı Mudar’ın Bizans akınlarına karşı savunma yerleridir. Mardin, Amid (Diyarbakır), Silvan, Erzen, Nusaybin ise Diyar-Rebia olarak bilinen Arap kabilelerinin yerleşme alanıdır. Bekr Arap kabilesi Diyar-Bekir’de yerleşir. Taglib Arapları ve Mervanlılar zamanında Humaydiye, Beşneviye, Zuzaniye (Zaza) ve Hakkariye Kürt kabileleri bölgeye yayılır. Diyarbakır’ın Hıristiyan halkının yerini Araplar ve Kürtler alır. Süryani ve Ermeni dilleri gerilerken Arapça ile Kürtçe ağırlık kazanırlar. Azerbaycan’da, daha Kuzeyde Şirvan, Arran ve Tiflis’te önemli Arap, Kürt yerleşmeleri olur.
Van Gölü çevresinde, Ermenilerin denetimindeki bölgeler, fethedilir. Malazgirt, Ahlat, Erciş ve Bergri’de İslâm emirlikleri kurulur. Naharar denilen Ermeni feodal beylerinin elindeki Ermeniye, vasal haline getirilerek İslâm ülkesine katılır. Ermeniye, batıda Fırat, doğuda Kürt nehirleri arasındaki bölgeyi kapsar. Ayrıca Kızılırmak kaynaklarına kadar uzanan “Küçük Ermeniye” de İslâm egemenliğine girer. Arap ailelerinin ve askerlerinin yerleştirildiği Erzurum garnizon kent konumuyla bir İslâm merkezine dönüştürülür. Erzurum’dan batıya doğru Bizans kaleleri ele geçirilir. Daha Türkmen-Selçuklu Anadolu’ya akmadan yıllar önce Kızılırmak yakınındaki Sivas ile Erzurum, İslâm-Bizans mücadelesinin savaş alanıdır.
Arap-Kürt İslâm fetihlerinin Türkmen-Selçuklu fetihlerinden çok önce Bizans düzenini sarsan dinamiklerinin Kürt aydınları tarafından üzeri örtüldü. “Arap” dini olarak İslâm’ı hor gören anlayışlar Kürt aydınlarının batı-merkezli tarih, toplum görüşüyle birleşerek garip bir “Aryen”ci yaklaşımı ortaya çıkardı. Bu konuda özellikle Kürt kültür-edebiyat dergisi Hawar’ın (1937-1943 yılları arasında yayınlandı) konumu dikkate değer. Bu İslâmi karartmanın tarih görüşüne getireceği olumsuzluklar bir yana, ırkçı tortular taşıması ve Ortadoğu halklarına, özellikle de Arapların küçümsenmesinde ana akım Türk tarih yaklaşımıyla aynı batı-merkezli iddiaları taşıdığı not edilmelidir. Bu yöntemsel notu aşağıdaki alıntıyla pekiştirdikten sonra konuya devam edeceğim:
19. Yüzyılın son on yılında, özellikle de 20. yüzyılın başlarında, Alman düşünürlerin kendi Aryen köklerini yeniden keşfetme arzuları, Aryen dinleri üzerinde detaylı olarak çalışmalarına ve bu dinleri Semavi-Yahudi-Hıristiyan dinlerinden çok daha fazla yüceltmelerine yol açtı. Bu Aryen milliyetçileri için Hint dinleri ve Farsların Zerdüştlük dini ana çıkış noktasını oluşturmaktaydı. Avrupa’da sayısı artan ve bu eğilimlerden oldukça etkilenen Kürt aydınları da, İslâm dinini Alman Aryencilerin Yahudi-Hıristiyan dinlerini gördükleri gibi görmeye başladılar… Kürt kültür-edebiyat dergisi Hawar, yüzyıllarca yabancıların baskısına maruz kalmasına rağmen saflığından bir şey kaybetmemiş olan Yezidiliğin Kürtlerin esas dini olduğunun havariliğini yaptı. Bu Kürt aydınları, yanlış bir varsayımdan hareketle, Yezidiliği, Alman yazarların Aryen dini olarak yücelttikleri Zerdüştlüğün bir kolu olarak görüyorlardı.
İslâm’ın itibar kaybı ile Kürtler (özellikle de Kürt milliyetçileri) için Yezidiliğin ifade ettiği önem, 2. Dünya Savaşı ve Aryenizmin III. Reich’ın külleri içindeki korkunç ölümüne kadar, epeyce gelişmiş bir modaydı.
Buna rağmen, birçok eğitimli Kürdün, kendi halkının İslâm öncesi dinlerine hayranlıkları ve bunların bir İran dini olan Zerdüştlükten köken aldığı biçimindeki yanlış inancı devam etmiştir. (1)
Ortadoğu’da İslâmi kimliğe yeni bir bakış açısının hâkim olduğu dönemde bile Arap karşıtı, gevşek bir İslâmiyet yaklaşımı geçerlidir.
Aryen milliyetçiliğinin kararttığı Kürt yaklaşımı ile İslâm medeniyetini Araplaştırarak dışlayan batı-merkezci ve öykünmeci ana akım Türk tarih görüşü, Avrasya bağlamında bir Anadolu ve Ortadoğu çerçevesi geliştiremez.
Müslüman fetihleri, Malatya ile Sivas arasındaki bölgede Bizans devlet ve kilisesine düşman olan Pavlaki (paulicien) hareketi ile bütünleşti. Pavlakiler Bizans’a karşı İslâm savaşlarına katıldılar. Her türlü kilise kültürüne düşman olan Pavlakiler imparatorluğun doğu vilayetlerinde oldukça güçlüydü. Müslüman dünyası ile temasın getirdiği tasvirlere yönelik tepki sosyal, siyasal, ekonomik çelişkilerin büründüğü biçimdi. Tasvirlere aşırı saygı göstermek âdetine karşı mücadeleyi, Bizans’ta resimlere karşı savaş açılmasından yıllarca önce Emevi devleti başlattı. Hemen aynı zamanlarda Anadolu’da da tasvir kırıcı bir parti ortaya çıktı. 8. yüzyılda Pavlaki hareketi imparatorluk için ciddi bir tehlike haline geldi. Büyük kitleler halinde Müslüman Malatya emirinin arazisine göç eden Pavlakiler, İslâm saflarında Bizans’a karşı savaştılar. Bunun üzerine imparatorluk binlerce Pavlaki’yi katletti ve birçoğunu da Trakya’ya sürgüne gönderdi. 872’de İmparatorun kayınbiraderi Khristophoros tarafından yenilen Pavlakiler Doğanşehir, Samsat ve Malatya bölgesinde etkilerini kaybettiler. Oysa Müslümanların desteklediği Pavlakiler Ankara kapılarına kadar dayanmışlardı. Onların yayıldığı bölgede 13. yüzyılda Baba İshak ayaklanması patlak veriyordu. Divriği çevresinde de hâkimiyet kuran Pavlakiler köylü kitleleri ile yoksul şehir halkından destek buluyorlardı. Pavlakilik büyük katliamlara ve sürgüne karşın değişik biçimlerde ortaya çıktı. Anadolu’da ve Balkanlar’da varlığını korudu. Balkanlarda Bogomil hareketini şekillendirdi. Pavlaki-Baba-İshak-Bogomil-Şeyh Bedreddin hareketleri bir zincirin halkalarıdır. Pavlaki bölgesinde yaygın olan Yezidilik de bu akım ve Türk dervişliği üzerinde etkilidir.
Pavlakilik, Türk dervişliği ve Yezidilik arasında iç bağlantılar vardır. (14. yüzyılda Türk şairlerinin kullandığı Çalab, Tanrı ve Tanrı yolunu tutmuş anlamına gelen Çelebi deyimleri, Kürtlerden Türklere geçer. Büyük İslâm tarihçisi Barthold da İslâm Ansiklopedisinde, “Kürt paganizmi, Müslümanların dinsel yaşamı ve özellikle Anadolu dervişleri üzerinde kesinlikle etkili oldu. Ehl-i Hak adı altında İran’da çok yayılmış olan Kürt tarikatı da bunu doğrular” der.
Pavlakilik, Bogomile hareketi, Yezidilik ve Türk dervişliğinin etkileşimi üzerine çok az araştırma vardır. Oysa “Pavlaki ve Bogomilelerin, Anadolu’nun Türkler tarafından fethinde ve sonraları Osmanlılar’ın Balkan istilaları zamanında, yalnız siyasal tarihimiz değil, dini ve içtimai tarihimiz bakımından da, mühim rolleri olmuştur.” (2) Pavlakiliğin Bogomil hareketini biçimlendirdiği Balkanlar’ın sınıfsal, ekonomik, dini dinamiklerinin kısa çözümlemesi konuya ışık tutacaktır. Ayrıca Balkanlar’ın Ortadoğu eksenli akım ve dinamiklerle harmanlanmasının düşündürücü bir boyutunu not etme imkânı verecektir.
Bulgar devletinin Bizanslılaşması sosyal çelişkileri keskinleştirdi. Büyük arazi sahipliği ruhani alana da sıçradı. Ülkenin Hıristiyanlaşması kilise ve manastırların elindeki arazi mülkiyetini önemli miktarlara ulaştırdı. Resmi kilise ile devlet bütünleşirken ağır sömürü koşulları ortaya çıktı. Bu temelde Bulgar devletinde Bogomillerin radikal kilise karşıtı hareketi başladı. Papaz Bogomil’in adını alan hareket, “Bizans hükümeti tarafından büyük kitleler halinde Trakya’ya tehcir edilerek uzun bir süreden beri Bulgaristan ve Makedonya’nın Slav halkı ile yan yana yaşamakta bulunan Pavlakilerin doktrininden neşet etmiştir. Aslında Maniheizme irca edilmesi gereken Pavlakilik gibi Bogomillik de saf bir ruhi dindarlığa ve ciddi surette zahidane bir yaşama erişmek gayreti içindedir. Bunlar büyük bir şiddetle bütün zahiri ibadet şekillerini, bütün kilise adetlerini ve hatta bütün Hıristiyan kilise nizamını reddederler. Bogomillerin hâkim olan kiliseye karşı isyanları, en güçlü ruhi desteği kilise olan mevcut dünya nizamında reddetmek anlamına geliyordu. Bogomillik hareketi hâkim olanlara, kudretlilere ve zenginlere karşı protestonun bir ifadesi idi.” (3)
Bogomillik Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan, Bosna, İtalya ve Güney Fransa’da son derece etkili, yoksullara dayalı ihtilalci bir hareket olarak yüzyıllarca varlığını sürdürdü.
Bogomil’lerin isyan ettikleri bölgede patlayan Şeyh Bedreddin hareketi üzerinde bu akımın etkileri vardır. Ayrıca Bedreddin Füsusül’l Hikem (Gerçeğin Özü) adlı eserini yorumladığı İbnü’l Arabi’nin (1162-1240) görüşlerinden yola çıkıyordu. (4) Bu Endülüslü İslâm filozofu Hallac-ı Mansur’un “varlık birliği” prensibini benimsiyordu. Konumuz açısından önemli nokta onun Pavlakiliğin bir dönem merkezi sayılan Malatya’da da yaşamış olmasıdır. Muhyiddin-i Arabi’nin düşünceleri genellikle Tanrı-İnsan-Kâinat üçlüsü üzerine yoğunlaşır; bunların yalnız görünüşte ayrı, gerçekte ise “bir” olduğunu söyler; şeyh Bedreddin Muhyiddin-i Arabi ile “birkaç ayrıntı dışında, eş düşünce”lere sahiptir. Maniheizm, Pavlakilik, Bogomillik, Yezidilik, Babailik büyük bir inanç birikimi oluştururlar ve aynı bölgeden kaynaklanırlar. (5) Türkmen-Kürt-yerli Hıristiyan halkların sömürücü egemenlik sistemlerine karşı isyanlarına bu eşitlikçi inançlar damgalarını vurur.
9. yüzyıl Bizans’ın Doğu ve Güneydoğu’da kaybettiği mevzileri yeniden kazandığı dönemdir. İslâm merkezleri haline getirilen kentler Bizans tarafından ele geçirilir ve Müslümanlarla ittifak halindeki Pavlakiler ya katledilir veya sürgüne gönderilir. 872’de Pavlaki başkenti Divriği yerle bir edilirken, Malatya çevresinde dini kovuşturma adı altında insan avı başlatılır. 11. yüzyıl sonunda, Malatya ve çevresinde 53 kilise ile eli silah tutabilecek 60 bin Hıristiyan vardır ancak bu Yakubi Hıristiyanlar kendilerini Bizans’tan çok İslâm’a yakın bulurlar.
Anadolu’nun yolu daha önceki Müslüman Arap akınlarıyla açılır. Kürtler, Pavlakiler, Ermeniler ve diğer yerli halklar Türkmenlerle işbirliği yaparlar ancak Selçuklu için göçebe Türkmen tehlikelidir. Selçuklu Sultanları, Kuzeyden yeni Oğuz ve Türk dalgalarının akışını durdurmak için Bizans, İran ve Arap hükümdarları gibi savunma hatları kurarlar. Selçuklu Sultanı Sancar, gasp hilafetinin temsilcisi Halife ile egemenlik sisteminin ortaklığını paylaştığının bilinci içinde Türkmen tehlikesini nasıl önlediğini mektubunda şöyle yazar:
Bütün İslâm uç boyları, kâfirlere kapalıdır. Bu uğurda yiyecek, araç ve yardım bol bol tahsis edilmiştir. Devlet hâzinesinden her yıl binlerce ve binlerce para harcanmaktadır. Büyük Sultan’ın ünlü komutanları buyruklarında Maveraünnehir, Kaşgar, Tıraz, Harezm askerleri bulunduğu halde… Her eyalete o mel’unların ve dinsizlerin köklerinin kesilmesi için atanmışlardır ve kahredilmeleri için buyruk verilmiştir? (6)
Türkmen sorunu Selçuklunun eşitsizlikçi egemenlik düzeninin keskin çelişkileri ile bağlantılıdır. Örneğin, daha sonra Sultan Sancar’a karşı ayaklanan Kuzey Afganistan’da Belh çevresindeki Türkmen topluluğu doğrudan saray mutfağı için yılda 24 bin koyun vergi öder. Bu vergiyi Sultan’ın hânsalar’ının (aşçıbaşı) adamları toplarlar. Sarayın bu vergi toplayıcıları Türkmenlere büyük zorluklar çıkarırlar. Getirilen koyunları beğenmezler “daha iri, daha şişman olmalı” derler.
İmparatorluğun güçlü döneminde Türkmeni uçlara sürme veya belli otlaklarda denetim altında tutma siyaseti yürürlüktedir. Selçuklunun Anadolu’daki Türkmen politikası da benzer niteliktedir. Anadolu Selçuklu Sultanları, güçlü iken Bizans ile ittifak yapıp Türkmen saldırılarını engellerler. Sultanlar güçlerini yitirdiklerinde ise Bizans egemenleri ile ittifakları sarsılır ve Türkmenler İmparatorluğa saldırırlar. Bizans’ın Türkler üzerindeki böl-yönet siyaseti oldukça etkilidir. İmparator Yuannis 1119, 1120-1121 ve 1124 yılında Türkmen’e karşı seferler düzenler. Seferde Bizans ordusunda Türkmen askerleri vardır. Bir Türkmen beyinin oğlu olan Akkuş, bu ordunun komutanları arasındadır. Hıristiyanlığı kabul eden Akkuş Bizans sarayında yetişir ve “Büyük Domestik” unvanını alır. Asıl önemlisi Konya Sultanı Mes’ut’un Bizans’ın bu seferlerine seyirci kalmasıdır.
Türklerin birbirine kırdırılması ve paralı asker haline getirilmesi dönemin Hıristiyan devletlerinde genel geçer bir politikadır. Anadolu’da Haçlı seferinden daha büyük bir tehlikeyi temsil eden olgu Gürcü kralı David’in (1089-1125) Türkmenler üzerine seferleridir. Haçlıları doğal müttefiki sayan David Büyük Selçuklu’ya kafa tutar ve 1116-1121 yıllarında acımasız bir Türkmen katliamı yapar. Gürcü kralı, bu askeri harekâtlarında Kuzey Kafkasya’dan getirttiği 40 bin Kıpçak Türkü savaşçıya dayanır. Aileleri ile birlikte sayıları 200 bini geçen Kıpçaklar Hıristiyan olurlar ve Türkmenlere karşı bir saldırı üssü oluştururlar.
Devşirme Rum yöneticiler Selçuklu egemenliğinin merkezinde yer alırlar. Selçuklu’nun resmi tarihçisi İbn Bibi bu konuda şunları yazar:
Dâr-ül-Harp’ten (Hıristiyan ülkelerinden) tutsak ettikleri birçok köleleri büyük makamlara, emirliğe çıkarır ve sancak sahibi ederlerdi. Bugüne kadar Rum’da (Konya Selçuklu Devleti’nde) bulunan büyük beylerin çoğu, onların kölelerinin oğullarıdır.
Yavtaş, Çavlı, Cemalettin Ferruh Lala, Eminettin Mikael, Alemüddün Kayser, Has Oğuz gibi önemli Selçuklu yöneticileri babaları Hıristiyan olan kölelerdir. Rum köle Karatay, Anadolu’nun Moğollar tarafından istila edildiği dönemde üç sultana Atabeylik yapar ve devletin en kudretli kişisi olur. Kardeşi Karasungur ise uzun süre Denizli eyaletini yönetir. Orduda Rum ve Hıristiyan paralı askerler, sivil yönetimde ise “noter” denilen Rum kâtipler bulunur. Ulu Keykubad’ın sırdaşlığına yükselen Karatay, “aşırı dindar” olarak bilinir. Başta Konya medresesi ve Kayseri-Elbistan üzerindeki kervansaray olmak üzere pek çok vakıf yapar.
Karatay’ın Rum kökenli iki kardeşi Rumtaş ve Karasungur da Selçuklu belgelerinde “büyük emir” unvanlarıyla geçerler. Büyük Selçuklu’nun Nizâmülmülk’ün devleti olması gibi Selçuklu’nun Anadolu koluna da yoğun bir dini ideolojinin pahalı eserleri ve kişisel ağdalı dindarlık gösterileriyle Karatay damgasını vurur. Sözde hanedanın birliğini koruyan kişi olarak kaydedilen Karatay büyük bir restorasyon ustasıdır. Moğollar’ın mali sömürgeye dönüştürdüğü Anadolu’da hangi devlet birliği sorusunun anlamı bir yana, biçimsel istikrarda en fazla onların yararlandığı açıktır. “Atabek-i Rum” yani Selçuklu Atabeyi unvanıyla Karatay, birbiriyle mücadele halindeki üç Selçuklu Sultanının üzerinde bir mevkiye yerleşir. Vakfiyeler ondan “Ebu-l-muluk ve’s-selatin”, “sultan ve hükümdarların babası” diye söz eder. Gerçek saltanat onun elindedir. Karatay, kendisine bağlı Hıristiyan kökenli Yavtaş’ı beylerbeyi yapar ve önemli mevkileri adamlarıyla doldurarak devleti ele geçirir.
Devşirme çelik çekirdeğin, Anadolu’yu mali sömürge haline getiren siyasetine “tüm imparatorluklarda böyledir” yaklaşımının, günümüz eşitsizliklerine tarihi nesnellik adına idelolojik kılıf geçirmekten başka anlamı yoktur. Zaten aykırı eğilimlerin varlığı da devşirme, kozmopolit egemenlik sistemine direnişin o dönemin gerçekleri arasında olduğunu ortaya koyar. Örneğin, Karatay’ın Anadolu Selçuklu geleneğine uygun bir biçimde, vezirliğe atadığı “ilmiyye”den Nahçıvanlı Kadı Necmeddin, maaşlarda büyük kısıntı yapılması koşuluyla bu görevi kabul edebileceğini bildirir. .Kadı, Moğolların hâzineyi yağma ettikleri bir sırada günde iki dirhemlik maaşla yetineceğini ve diğer devlet adamlarının da bu ölçüye uymaları gerektiğini belirtir. Ancak Kadı’nın direnişi Karatay tarafından kırılır. Konya Selçuklu Devletinin geçmiş tarihinde en gözü tok vezir olarak tanınan ilmiyye sınıfından Mühezzibüddün Ali’nin bile yıllık maaşı 40 bin dirhemdir. Sarayın lüksü, israfı muazzam boyutlardadır. Karatay kendine olan bağlılığı parayla sağlar. Ulu Keykubat’ın komutanlarından Diyarbakır yöneticisi Altun-Aba Karatay’a “büyük padişahlardan olan Sultan Alâaddin’in kudretli ve azametli devrinde iki tercüman ve dört münşi’den (yazıcı) çok kullanılmadığı halde, siz bu haraçgüzar ve zillet devrinde bunun on katını harcıyorsunuz… Maaşlarda tam tasarrufa gidilmelidir” der ve bu uyarı sonucunda idam edilir.
O günün koşullarında orta halli bir ailenin geçimi için yılda 300-600 dirhem yeterlidir. Oysa en kanaatkâr vezirin yıllık geliri 40 bin dirhemdir. Anadolu’yu haraca bağlayan Moğollar ise muazzam ücretler alırlar. Tümen komutanları 60 bin dirhem. Binbaşılar 6 bin, yüzbaşılar, onbaşılar, erler ise eşit olarak 600 dirhem ücret alırlar. Moğol vezirlerine 9 milyon dirhem ödenir. (7)
Moğol destekli feodalleşme Anadolu’nun yüksek görevliler tarafından parçalanmasını getirir. Karatay’ın gözetiminde, feodal prenslerin şeflerine çekilmelerine benzer biçimde merkezin yüksek mevkide bulunan görevlileri kendilerine ait saydıkları yerlerde otururlar. Sinop, Malatya, Çorum gibi eyaletler bu görevlilerin denetimine geçer.
Selçuklu egemenlik düzeni Bizans ve Moğol sömürge idaresinin kışkırttığı iç savaşların parçalayıcı etkilerini yaşar. Devşirme, kozmopolit egemenlik sistemi saflaşmalarını dış güçlere göre belirleyen partileri temsil eden sultanların şahsında iç çelişkilerini yaşar. Karatay’ın ölümünden sonraki çatışmalar bu tür mücadelelerin niteliğine ışık tutar. Rükneddin Kılıçarslan ve İzzeddin Keykavus’un ön planda göründüğü iç savaşta saflaşma Bizans-Moğol desteklerine göre biçimlenir. Rum anadan doğma İzzeddin, Bizans yanlısıdır. Dayıları Kir Haye ve Kir Kedid’in etkisindedir. İzzeddin tecrübeli devlet adamlarını bir yana iterek devleti dayılarıyla birlikte yönetir. Önemli mevkilere Rum kölelerini yerleştirir. Daha sonra Bizans İmparatoru olacak Mihail Paleologos, Konya’ya sığındığında ona Selçuklu ordusunda beylerbeyi görevi verir. İzzeddin gelecekte de hep Bizans yanlısı bir politika izledi, İznik İmparatorluğu ile ittifakı hep diri tuttu ve başı her sıkıştığında Bizans’a sığındı. Moğol Büyük Han’ına bağlı bulunan Rükneddin Kılıçarslan ise Moğol yanlısıdır.
İzzeddin’in sırtını yasladığı Bizans’ın temel nitelikleri üzerine önemli bir kaynakta şu bilgiler yer alıyor:
Bizans İmparatorluğu düzenindeki Doğulu öğeleri sıralayabilir ve sınıflandırabiliriz; fakat imparatorluğun kendisi, toplu ve genel yaşamında hiç de Doğulu bir kurum değildi. İmparatorluk, Doğulu komşularını etkilediği gibi elbette onlardan etkileniyordu da; fakat başlangıcında esas itibarıyla Batılıydı ve sonuna değin öyle devam etti. Başından sonuna, Bizans doğal yapısı gereği, Yunanda Roma’nın bir karışımıydı… Eyleminin yasal çerçevesi Roma hukukuydu; bu hukuk, giderek Latin yerine Yunan dilinde anlatımını buldu ve Yunan Hıristiyanlığı ilkelerine daha çok uyacak biçimde değiştirildi, ama hiçbir zaman Roma’nın koyduğu temellere dayanmaktan ayrılmadı. İmparatorluğun dili ve kültürü, sonuna değin Yunanlıydı… Bizans’a “Doğu Roma” diyebiliriz. Fakat sözünü ettiğimiz bu İmparatorluk, Batı’nın yaşam ve geleneğinin bir parçasıdır. Bizans bütün tarihi boyunca ve özellikle de 1100 yılından itibaren, Batı’ya bir şeyler veriyor ve Batı’dan bir şeyler alıyordu. (8)
Bizans partisinin adamı İzzeddin, Moğollara karşı güç toplamak gerektiğinde temsil ettiği çıkarları örter ve “bağımsızlık” adına halkı “kâfir” Moğollar’a karşı cihada çağırır. Anadolu toprağının çelik çekirdek yasası işler; her zamanki gibi Türk-Kürt birliği işgalciye karşı savaşır. Doğu Anadolu yoluyla Bağdat kuşatmasına giden Moğol komutanı Baycu’nun önü Kürtler ile işbirliği yapan Türkmenler tarafından kesilir (1257-1258). Türkmenler ve Kürtler, geçitleri tutarak Moğolların ilerlemesini engellerler. Yezidi dinini canlandıran Kürt Şeyh Adi’nin oğullarına Malatya ve Harput eyaletlerinin yönetimi verilir. Moğollar Türkmen-Kürt ordusunu yok ederler. Türkmen ağaçerilerinin direnişi de fayda etmez ve büyük bir kırım yaşanır. İzzeddin ise Mısır’ın Moğol’a direnmekten yana mert hükümdarı Baybars’a Selçuklu ülkesinin yarısı üzerindeki tasarruf haklarını devreder. Ülkesini verdiği Mısır hükümdarına değil “Batı”ya, yani Bizans’a sığınır. Bizans İmparatoru, İzzeddin’in bir dönem beylerbeyi olan Mihail’dir. Rumlarla çevrili bir ortamda yetişen İzzeddin Keykavus’a İstanbul’da kendi başkentinde ve sarayında imiş gibi, bir sultan olarak yaşama izni verilir.
Selçuklu egemenleri açısından din bir meşruiyet ilkesi, cihat ise ganimet elde etmede elverişli bir ideolojidir. Yerli Hıristiyan halkların Bizans İmparatorluğu’na karşı mücadelesinde Türkmenlerin desteği ve onlarla kaynaşmaları, yönetici sınıfların bu imparatorluğun güç merkezleriyle kurdukları ittifak ilişkilerinden farklıdır. Selçuklu yöneticileri açısından Kutsal Savaş artık genel eğilimlere ters düşen bir davranış biçimiydi. Ortadoğu’nun Arap kesiminde, ekonomik çıkarlar yönünden yararlı olacak bir barışçı anlaşmaya varılmak istendiğinde, bunu sağlamak adına hükümdarların ailelerine “kâfir” hükümdarların ailelerinden kimselerin girmesine izin verilmezdi. Selçuklular’da ise durum “hoşgörü” kavramının basitleştirici mantığı ile açıklanamayacak ölçüde siyasi, ekonomik, askeri sonuçlara yol açacak boyutlardadır. Sultanların aile üyeleri arasında çok sayıda Hıristiyan kadın ve erkek bulunuyordu. Keyhüsrev I ve Keyhüsrev II’nin anneleri Grekti, Keyhüsrev II’nin üç oğlunun anneleri de Hıristiyandı. Genç Keykavus II’nin Hıristiyan dayılarının hatta Mihael Palaeologus’un ne kadar etkisinde olduğu biliniyor. Sultanların Hıristiyan eşleri arasında Grek, Ermeni kökenli Hıristiyanların yanı sıra Latin İmparatoru’nun akrabası olan Fransız kadını da vardır. Sultanlar temsil ettikleri çıkarlar gereği bu ilişkilerini pekiştiriyorlardı.
Sultanlar, Hıristiyan prenseslerle evlenirler. Bu prenseslerin Hıristiyan kalmasına, sarayda bir kilise ve papazlar bulunmasına izin verirler. Canlarını da Hasnon, Vasil gibi Hıristiyan hekimlere emanet ederler. Saraya Rum müzisyenler alınır. En önemlisi, Selçuklu sultan ve önde gelen görevlileri bir komşu ülkeye sığınmak gerektiğinde Suriye ve Güneydoğu Anadolu’daki İslâm devletlerinin değil “Batı”nın temsilcisi Bizans’ın yolunu tutarlardı. Bizanslılar için de durum aynıdır. Konya sultanlarını kendilerinden sayarlar. Sultan Mes’ut I kardeşi ile mücadelesinde güç durumda kalınca İmparator Yuannis’e koşar ve onun verdiği askeri birliklerle kardeşini yener. İlginç olan yenilen kardeş Arap’ın, ömrünün geri kalanını İstanbul’da geçirmesidir. Kılıçarslan II, kardeşi Şehinşah ve Danişmendli Yağıbasan ile mücadelesinde Bizans’tan destek alır. Yenilen Şehinşah da yine İstanbul’a sığınır. Selçuklu nerede biter, tarihin en çürümüş, eşitsizlikçi ve entrikacı devletlerinden olan Anadolu halklarının düşmanı Bizans nerede başlar?
Liste uzundur: Kardeşi Rükneddin karşısında tahtını yitiren Keyhüsrev’de Bizans askerinin desteği ile tekrar- hükümdar olur.
Sultanların çevresinde Grek aristokratları bulunur. Keyhüsrev ve Keykubad’ın yakın adamı Mavrozomes, açıklaması güç bir biçimde “Komnene Emir” diye adlandırılıyordu. Hıristiyan olarak kalan “emir”in konumuna benzer bir başka isim de Gavras ailesidir. 1187’de Selahaddin Eyyubi’ye Kudüs’ü ele geçirmesini kutlama amacıyla mesaj götüren Hasan İbn Gavras, Ermeni- Bizans feodallerinden Taronites’lere mensuptur. Kudüs’ün Haçlılar’dan geri alınması gibi İslâm tarihi açısından son derece önemli bir zaferin kutlama mesajının Hıristiyan kökenli bir Bizans soylusu tarafından götürülmesi, İslâmi derinlikleri sınırlı Selçuklu yöneticilerinin “hoşgörü” inceliklerinden öte bir egemenlik anlayışına işaret eder.
Alanya gibi önemli bir merkezin valisinin Keykubad’ın kayınpederi Kir Farid olduğu ve bu kişinin Akşehir’i de bir süre yönettiği belirtilmelidir.
Egemenler arası bu ilişkilerin Anadolu halklarının kaynaşması dışında anlamlar taşıdığı açıktır. Ayrıca, devşirme, kozmopolit egemenlik sistemleri bölgenin Müslüman halklarının kaynaşmasını hep engellediler. Bu durum Cahen gibi önemli tarihçilerin de gözünden kaçmadı ve şu ilginç tespite vardı:
Türkler ve Grekler birbirleriyle kendi dindaşlarıyla olduğundan daha yakın bir ilişki içindeydiler… Anadolu’dan kaçmak zorunda kalan Türk beyleri, pek ender olarak Suriye, Mezopotamya ve hatta Irak’ın Müslüman halkları arasına sığınmayı düşünmüşlerdir. Oysa bu ülkelerin hükümdarları Türk idiler. Bunun tam karşıtı olarak genellikle Bizans’a ya da Kilikya’daki Ermenilere sığınmışlardır. Türkler gerçekten Müslümandılar, ama az çok bilinçli olarak, egemenlikleri altına almayı umdukları Rum ülkesinde klasik anlamdaki Darülislâm’da olduğundan çok daha rahat ediyorlardı. Kâfirler arasında olduklarında bile kendilerini vatanlarında hissediyorlardı. (9)
Selçukluların Anadolu’da kurdukları devletin halklarının tümünün Hıristiyan olduğu bir bölgede temellendirilmesi bu “hoşgörü”yü açıklamaz. Model bir İslâm devleti değildir. Diyarbakır, Van, Erzurum’da kurulan Türk beylikleri de, buralarda önemli Hıristiyan nüfusa rağmen, İslâmi kadrolarla ve bu temelde örgütlendiler. Bizans egemenleriyle ittifak, saray merkezli saltanatlaşma, gösterişli tüketim, derinlikten yoksun inanç sistemi Selçuklu Anadolusu’nu Moğol istilası karşısında kolay lokma haline getirdi.
Bu ne menem bir “hoşgörü” anlayışıdır ki Müslüman Sultanlar Keykavus II ile Kılıçarslan II Bizans ve Haçlı kaynaklarında “gizli Hıristiyan” olarak kaydedilirler. Anadolu’nun önemli egemenlerinden Danişmedli hükümdarlar, İsa ve Aziz George resimleri taşıyan paralar bastırırlar. Bizans tipi hükümdar portresi ve ai’slan figürlü paralar ise ilk Selçuklular’da görülür.
Selçuklu egemenlik sistemi, “Batı”ya yani Bizans’a yönelişi ile bu çürüyen yapının tüm çelişkilerini içerdi ve kendinden sonra gelenlere devretti. Dolayısıyla Moğol fırtınası Anadolu’yu ezip geçti. Buna direnç gösterme çabaları etkisiz kalırken Bizans partisine bir de Moğol partisi eklendi. Dış dünyayı İmparatorluklar ile denge oyunu biçiminde algılayan kirli bir birikim oluştu.
Notlar
1- Izady, Mehr dad R.; Kürtler, Çev: Cemal Atila, sf. 252-253, Ist. 2004, Doz Yay.
2- Barthold, W. – Köprülü, M. Fuat; İslam Medeniyeti Tarihi, sf. 91, 6. Baskı, Ankara 1984, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
3- Ostrogorsky, George; Bizans Devleti Tarihi, Çev: Prof. Dr. Fikret Işıtlan, sf. 250-251, Ankara 1981, TTK Yay.
4- Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar, Çev: Yılmaz Öner, İst. 1988, Belge Yay., C. II, sf. 39.
5- İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidât, İst. 1987, Der Yay., sf. 258.
6- Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. II, sf. 228.
7- Zeki Velidi Togan, Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti, TUİTM I., sf. 38.
8- Ernest Barker, Bizans, Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü, Çev: Mete Tunçay, Ankara 1982, Dost Yay., sf. 50-51.
9- Cahen, Claude; İslamiyet, Çev: Esat Nermi Erendor, sf. 210, Ankara 1990, Bilgi Yay.
Türkler ve Kürtler, Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, 1. Basım, Eylül 2005, Bağdat Yayınları.