Moğollar, Pervane döneminde Anadolu’yu mali açıdan sömürgeleştirirler. Anadolu’nun her yerinde Moğol askeri üsleri bulunur. Selçuklu ordusu önemini yitirir. Moğollar’ın askeri gücünün yanında, mali işler için vezir unvanlı yetkili bir temsilcileri Anadolu’da bulunur. Moğol Hakanı Hulâğu’nun ilk mali işler yetkilisi olarak gönderdiği isim İranlı Mu’tez’dir. Mu’tez yıllık haracı toplar. Bu arada Selçuklu veziri Şemsettin’in Moğollar’dan aldığı yüklü krediler geri ödenmeyince vezirin ölümüyle birlikte Aksaray, Develi, Kastamonu eyaletleri gelirleriyle birlikte Mu’tez’in idaresine bırakılır bu tam bir Moğol “Düyun-u Umumiyesi”dir. Mevlâna’nın “ulu Pervane” olarak nitelendirdiği işbirlikçi vezir bu dönemin adamıdır ve çıkarların estirdiği rüzgârlarla yön değiştirme yeteneğine sahiptir. Baybars’ın Moğollar karşısındaki başarılarından etkilenerek Memluklular’la kurduğu ilişkilerin bedelini canıyla öder.
Moğollar’ın Anadolu’da kurdukları düzen incelikli ve iyi düşünülmüş bir sömürge ekonomisidir. Moğollar, Roma’yı yerle bir eden Germen Barbarları gibi değillerdir. Tam tersine ticareti, büyük bir şehir yaşamını, vergiye dayalı mali sistemi geliştirmeye oldukça değer verirler. Moğollar’ın yirmi yıl Irak valiliğini yapan Cuveyni “en büyük otorite ve saygıya sahip tüccardan üstün sınıf yoktu” der.
İmtiyazlı tüccarlara Moğollar “ortak” adını verirler. “Ortaklar” devlet tarafından her türlü desteği alırlar; ticaret kumpanyaları kurarlar, hanlar ve soylularla birlikte ticaret yaparlar. Para ticareti ve tefecilik yanında hanlara ve soylulara borç verirler. Büyük tüccarlar, devlette de görev alırlar. Elçilik, valilik ve vergi toplayıcılığı yaparlar. Tüccar, “devletin temeli” sayılır. Moğol devleti, Çin’den Doğu Avrupa’ya ve Akdeniz’e ulaşan bir ticari şebekenin güvenliğini sağlar.
Moğol yönetiminde kredi, çek, kâğıt para kullanımı yaygınlaşır. Kâğıt para, 11. ve 12. yüzyıllarda dünyanın en ileri ekonomisine sahip olan Çin’de gelişen ticari ihtiyaçlar nedeniyle kullanıldı. Moğollar Çin’e girince bu denemelerden yola çıkarak kâğıt para basarlar. Ancak Çin’de başarılı olan yöntem Ortadoğu’da denenince alış-veriş durur, kimse kâğıt parayı kullanmak istemez. Çavhane denilen banknot matbaaları (1294) kapatılır. Diyarbakır eyaleti Çav emisyon merkezlerinden biridir. Çav büyük propagandalarla halka sunulur. Zenginlik getireceği, yoksulluğu kaldıracağı açıklanır. Alışverişlerde Çav’ı değişim aracı olarak kabul etmeyenlerin öldürüleceği bildirilir. Altın, gümüş vs. madeni paraların kullanımı yasak edilir. Aksarayi tarihinde, bu sürecin yıkıcı etkilerini şöyle anlatır:
Hiçbir akıl sahibi çavlara değer vermedi. Memlekette alışverişe birden durgunluk geldi. Bu uğursuz icat yüzünden ta Horasan sınırlarından Karadeniz kıyılarına değin, yerli yabancı tüm halk arasında hoşnutsuzluk baş gösterdi. Tüccar kervanları, o yerlerden Şam yöresine yüz çevirdiler. Mallarını bu yıkıcı ve yok edici selin önünden kaçırdılar. Bir zaman bu karışıklıklar, halkın, zanaat ve ticaret sahiplerinin içine ateş saldı. Etrafa dağılan bu kâğıt parçaları halkın yüzünü kâğıda, dilini kaleme çevirdi.
Siyasal karışıklıklar, iç savaşlarla beslenen bu ortamda Anadolu halkı perişandır. Duruma isyan eden Ferganalı bir Türkmen Moğol Hanı’na şöyle seslenir: “Koyun kurttan nasıl sıkıntı çekerse, Anadolu halkı da senin köpeklerinden aynı acıyı çekiyor.”
Anadolu Moğolların mali sömürgeleştirme, doğrudan vergilendirme, toprağa el koyma yöntemlerinin yanı sıra uluslararası ticareti işleten İtalyan tüccarlar tarafından da soyulur. Kendi ürettikleri malları, yine kendilerine ait gemilerle Anadolu’ya getiren ve tüccarları eliyle pazarlayan Venedikliler kapitülasyon anlaşmaları yaparlar. Bu anlamda ilk kapitülasyonlar Selçuklu egemenleri tarafından Venediklilere tanındı. Keykavus ve Keykubad dönemlerinde böyle anlaşmalar yapıldı. 1220’de Keykubad, Venedikli tacirler için % 10 olan gümrük vergisini % 2’ye düşürdü. Tahıldan, değerli taşlardan, işlenmiş değerli madenlerden hiç gümrük alınmıyordu. Venedik gemilerinin batması durumunda zarar ziyanı karşılaşmakla Selçuklu Devleti yükümlüydü. Ayrıca Venediklilere kendi aralarındaki işlerde yasal özerklik veriliyordu. Ülkenin kendi ürünlerine ve üretici güçlerinin gelişimine dayalı bir uluslararası ticaret yoktur ortada. Bu ticaret tarzı Anadolu’nun üretici güçlerine katkıda bulunmaz. Egemenlerin lüks tüketimleri, ihtişamları ticareti ve Anadolu’ya dışarıdan mal akışını patlatıyordu:
“Hıristiyanlarla yan yana, birlikte yaşama, Selçukluların töre ve görüşlerini değişikliğe uğratır. Selçukluların taktiği değişmektedir. Ticaret sermayesinin çıkarları içine sürüklenmişlerdir, onlara, doğudan Müslüman, güneyden Hıristiyan tüccarlar gelmektedir. Tüccarlar, Küçük Asya’ya, çeşitli mallar ve dokumalar getirmektedirler; ticari anlaşmalar ve sözleşmeler yapmaktadırlar. Ticaret sermayesi Küçük Asya’ya yayılmaktadır.”(1)
Yerli zanaatçıların mamul ürünleri, artık, feodalleri tatmin etmiyordu. Dış seferler gözlerini açmıştı. Onlarda yabancı mallara talep doğmuştu. Hem savaş ihtiyaçları için, hem ev eşyaları olarak, Küçük Asya’ya her yandan mal getiriliyordu. Güneyden silah, Mısır’dan ve Suriye’den dokumalar (sarıklar, yünlüler, genel olarak Mısır işi giysiler, sık sık anılmaktadır); Bağdat’tan, daha İbni Batuta zamanında, İzmir’e ulaşan ipek, atlas, işlemeli kumaş, güzel kokular (misk, sarısabır, amber) geliyordu. İpeklilere, çok eskiden, daha Roma İmparatorluğu’nda büyük talep vardı. İpek, baştan beri Çin’den geliyordu; ama 6. yüzyılda, Bizans’ın kendi ipek sanayisi gelişmeye başlamış olsa da, Küçük Asya’da, Çin ipeğine talep azalmamıştır. Orta Asya’dan değerli taşlar gönderiliyordu; Şiraz’dan ve Gürcistan’dan halı, Kafkasya’dan at geliyordu; ayrıca, bozkırda, yetiştirilmiş ve bu yüzden Oğuzların alışkın olduğu Arap ve Macar atlarına da, Küçük Asya’da büyük değer veriliyordu. Ayrıca Orta Asya’dan Keşmir şalları, Horasan işi kılıç demirleri geliyordu. (2) Rusya’dan, Kıpçak bozkırları üzerinden (Suğdak’tan) geçerek Doğu Avrupa ovalarının eskiden beri ünlü kürkleri (samur, as, bozkır tilkisi) Anadolu’ya akıyordu. Büyük tüccarlardan sultanlara, kürk giymek yaygın bir modaydı. Celâleddin’in eşi Kira Hatun da, Volga boyundan satın alınan kürklerden dikilme “burtas” manto giyiyordu.
Ticaret kutsaldır. Egemenlik sisteminin güvenilir adamı olarak tüccarın kişiliği de kutsaldır. Anadolu ise tam bir ticaret enternasyonalinin ağlarıyla örülüdür. Venedikliler, Cenevizliler, Araplar, Rumlar ticaret için Anadolu’ya akın ederler. Akdeniz’in güney kıyısı İtalyan tüccarlarının denetimindedir. 1204’den sonra Latinlerin Anadolu’ya iyice yerleşmesiyle birlikte Frank ve Ceneviz tüccarları Konya’da cirit atıyordu. Bu tarihten yüz yıl sonra ise Manisa ticareti Ceneviz kontrolündeydi. İtalyan ticaret cumhuriyetleri Anadolu’ya kuzeyden, Karadeniz’den de akın ediyorlardı. Karadeniz’in Anadolu ve Kırım kıyılarında Cenevizliler muazzam bir köle ticareti ağını işletiyorlardı. Venedik ise daha Bizans imparatoru Aleksis Komnin’in verdiği kapitülasyonlardan itibaren imtiyazlı muamele görüyor ve bu gelenek Selçuklu egemenleri tarafından devralınarak Osmanlı’ya aktarılıyordu. “Adriyatik kraliçesi” Venedik’e verilen kapitülasyonlar sadece egemenlerin satın alabildikleri malların gümrüksüz girişine izin vererek onların çıkarlarına hizmet ediyordu. Öte yandan Batı’nın çok ihtiyaç duyduğu Şap madeni için Sultan II. İzzeddin Keykavus tarafından iki İtalyan tüccarına dış satımda tekel hakkı tanınıyordu. “İtalyan tüccarlar, yalnızca, satın alma ya da değişimle yetinmiyorlardı; onlar, Küçük Asya’da, Suriye kıyısında da olduğu gibi, topraklara sahip olabiliyorlar, bu topraklar üzerindeki halkın ürettiği ya da çıkardığı tarım ya da sanayi malları ve kereste, deniz yoluyla Avrupa ve Afrika pazarlarına taşınıyordu.” (3) (Kurucu Atalar’dan itibaren bu toprakları yabancılara satmak, günümüzde “ileri” bir adım olarak nitelendiriliyor. Oysa bu uygulama 13. yüzyıla ait.) Ayrıca Anadolu şehirlerine yayılan bir simsar ve tefeci ağı vardı. Selçuklular’da dinar, dirhem, altın sikkenin yanı sıra İtalyan florini, Mısır Yusufları, Halifeti Altunu gibi her türlü yabancı para kullanılıyordu.
Egemenlerin ellerinde, sultan tarafından bağışlanan topraklardan, seferlerden ve ticaretten biriktirilen zenginliklerden müteşekkil taşınır, taşınmaz muazzam servetler bulunuyordu. Bunların görkemli malikâneleri vardı. Köleleştirilmiş köylülük feodalleşen bu egemenlere bağlıydı. Zanaatçılar ise feodal himayesinin dışındadır ve Ahi örgütünün gücüne dayanır. Şehirlerin kenar bölgelerinde ise ağır bir yoksulluk tablosu vardır. Egemenler, sağa sola para saçıyorlardı. Sarayın yüksek zümresi (örneğin, meclis Emiri Mubarizeddin Behramşah ve Emir Seyfeddin Ayba Bey) mutfaklarında günde yüz koyun pişirtiyorlardı; sofra takımları, kaplar değerli taşlarla işlenmiş altındandı. Yazıcıoğlu Ali’nin anlattığına göre en kötü ozanlara bile bağışladıkları armağanlar bin altına eşit olabiliyordu. Selçuklu başkenti ve diğer şehirler parlak eserlerle bezelidir. Her türlü kültürel incelik iç içe geçmektedir. Ancak ne pahasına? “Yabancı ve denizaşırı malların çekiciliğine kapılmış olan feodal, ülkeyi, kaygısızca, tüccarların soygununa teslim etmiş ve tüccarın nasıl mal satın aldığını, yerel doğal zenginlikler ve mamuller üzerinde nasıl spekülasyon yaptığını sakince seyretmektedir.”
Bu muazzam servetlerin birikme sürecindeki eşitsizlik, adaletsizlik ve zulümlerin üzeri görkemli eserlerle örtülüyordu. Şam, Mezopotamya, Kafkasya’nın en yetenekli ustaları ve zanaatçıları Anadolu’ya getirildi. Konya’daki Selçuklu anıtlarında, Suriye okulunun izleri yansır. Sivas inşaatçılarından Kaloyani Konya’nın kuruluşunda büyük emek sahibidir. Selçuklu Devleti toprağında yaşayan Rum ve Ermeni ustalar, mimarlar bu görkeme damgalarını vurdular. Ancak bu yapılanlar ardında büyük bir şiddet çarkı ve zulüm düzeni işliyordu. Cezalar hızlı, kesin ve acımasızdı. En hafif ceza değnek (çevgan) vurmaktı. İhanetinden kuşkulanılan kişinin, önce taşınır ve taşınmaz mallarına el konuluyor, sonra, bunu boğma, asma, baş kesme ile idam izliyordu. Devlete isyanın cezası ise korkunçtu. Sultan II. İzzeddin Keykavus’un oğlu olduğu iddiasıyla ayaklanan Siyavuş’un canlı canlı derisi yüzülüyor, samanla doldurulup, kentlerde dolaştırılıyordu. Bir başka cezalandırma biçiminde ise suçlu eve kapatılıyor ve ev ateşe veriliyordu. Halep üzerine başarısız seferinden sonra (1218), Sultan I. İzzeddin Keykavus, kabahatli olduğuna inanılan birlik komutanlarını, elleri ve ayaklarını bağlatarak bir eve kilitletti; evin çevresine odunlar yığıldı ve yakıldı, dışarı çıkmak isteyen olunca da sırıklarla içeriye itildiler. Bu alışılmış bir cezalandırma biçimiydi. Osmanlılar da, bu cezalandırma tarzını 17. yüzyıla kadar kullandılar. Ateşte yakma (Ahrak-ı Balnar) özellikle mezhep, sapması gösterenlere uygulanıyordu. Bazen, yüksek görevliler, makamlarından alınıyor, çırılçıplak soyulup bir katıra bindirilerek sürgüne gönderiliyordu. Örneğin, erkândan Bahaeddin Kutluca Kayseri’den Tokat’a bu biçimde sürgün ediliyordu. İncelmiş şehir uygarlığı görünümü altında şiddet, korku, komplo egemendi. Sultanlar, kuşku içinde, tetikte yaşıyordu. Jurnalcilik ve her türlü komploculuk yaygındı. Müşerref-i Memalik (devletin gözcüsü) unvanını taşıyan bir yüksek görevlinin başında bulunduğu bir muhbirler kurumu oluşturulmuştu.
Bu egemenlik düzeninde Türkmenler kırıldıkça ordu da paralı askerlerle tam bir baskı aracına dönüştü. Akdeniz kıyısında, Batı Avrupalı baronların ortaya çıktığı, 12. ve 13. yüzyıl başlarına doğru Sultanlar, Franklardan kiralık (echor) birlikler edinmeye başladılar. Tıpkı Bizans’ta olduğu gibi Selçuklu’da da Frank, Norman askerleri gözdeydi. Yalnız yabancılardan değil Türklerden de ücretli askerler vardı. Kişisel güvenliğini düşünen büyük feodallere dönüşen alplara ve bahadırlara, hançer güzâr denilen silahlı muhafızlar eşlik ediyordu. Köylü isyanlarının bastırılmasında da ücretli yabancı askerlere dayanılıyordu. Baba İshak isyanında Türkmenlerin üzerine Frank askerleri sürüldü. Ancak en büyük olumsuzluk halkların birbirine kırdırılmasıdır. Yine Baba İshak isyanının bastırılmasında Kürt Germiyanlardan yararlanıldı. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kıbrıslı ve Cenevizli iki Hıristiyan’ın komuta ettiği askerleri vardı ve Moğollarla yapılan Kösedağ savaşında ilk kaçanlar Frank askerleriydi.
Bu egemenlik düzeninin odağında bulunan saray ise Doğu Roma İmparatorluğu biçimlerini benimsiyordu. “Rum Selçukluları’nın saray yaşamına ve düzenlemesine Bizans sarayının parıltı ve görkemi de yansımıştı ve sultanlar sık sık sürgün ya da yurtsuzluk yıllarını Bizans İmparatorlarının yanında geçirince ya da Bizans erkânını, kaçaklarını ya da konuklarını Konya’da kendi yanlarında gördükçe, bu dönüşüm daha kolay gerçekleşiyordu.
Böylece, Rum Selçukluları, (Orta Asya’dan kendi getirdikleri) Doğu ve (Küçük Asya’da Bizans’tan benimsedikleri) Batı Kültürü’yle iç içe durumdaydılar.
Sultan, Oğuz akrabalarından uzaklaşmıştır; akrabalık ve boy bağları kopmaktadır. İranlılardan aktarılan yabancı kültür, sultanı, Türklerin çok üzerinde bir konuma yükseltmiştir ve yalnızca Sultan değil, dünyasal ve dinsel tüm üst tabaka, Küçük Asya’daki tüm feodaller, Türk’ü aşağılıyordu. Türk sözcüğü, safdil, aşağı bir yaratık düşüncesi uyandırıyordu.”(4)
Sultan isimleri Farsça konuluyordu. Eski İran hükümdarlarında olduğu gibi Sultan, uyruğuna görünmez, hareket ederken, eski İran hükümdarları gibi üzerinde bir “şemsiye” (çetr) taşınır ve sultanın şemsiyesini, uzaktan gören erkân, saygıyla atlarından inerler.
Hazar denizi bölgelerinden devşirilen tutsaklar, köleler, tüm bu “gulamlar”, “oğlanlar”, “müfredler” seçme orduyu oluşturuyordu. İyi silahlanmış bu özel askerler Sultanın muhafızı konumundaydı. Bunların sayısı dört ile beş bin arasındaydı. Sultan I. Alaaddin Keykubad, tahta çıkmak üzere ilerlerken iki yanında Kuşlardan, Gürcülerden, Kürtlerden, Deylemlilerden, Rumlardan, Kazvinlerden, Huriylerden (Afgan boyu) askerler bulunuyordu. Selçuklu egemenlik sisteminde Sultan İran hükümdarlığı modeline göre kurulmuştu. Saray İran örneğinin örgütlenme esaslarını benimsiyordu, Selçuklular İran ve Bizans’tan birçok unsur almışlardı. Özellikle Bizans’tan birçok unvan ve sanlar taklit ediliyordu. Bizans’ta sık sık “kayser” sözcüğünü işiten Selçuklular bunu feodal soylulara dağıtıyorlardı. Sultan I. Kılıçaslan’ın oğullarından birinin adı Muizeddin Kayserşah’tı. Selçuklu egemenlik sisteminin niteliğini bu isim kadar simgeleyecek başka bir örnek bulmak zordur. Sarayda Hıristiyan görevlilerin yanı sıra yüksek makamlarda çok sayıda İranlı vardı. Selçuklu sarayında görev yapan İranlılar ali lakaplarından anlaşılmaktadır: Tebrizi, İsfahani, Horasani, Simmani, Termezi, Tusi vs. Edebiyat dili, Farsçaydı. Selçuklular’a Bizans’tan geçmiş yüksek görevliler bile, Farsça yazıyorlardı. Sultan, şehzadeler, feodal sınıf Fars dilini biliyor ve Farsça şiirler yazıyorlardı.
Bu eşitsizlikçi temellere dayalı devşirme, kozmopolit egemenlik sistemi dinin ideolojiye dönüştürülmesi çerçevesinde meşruiyet kazanıyordu. “Dinsel feodallerin işleri iyice tıkırındaydı; bunların topraklarında da köylüler oturuyordu ama ayrıca, belli ki, şeyhlerin çırakları olan müridler de dinsel feodaller için çalışıyordu. Dinsel tarikatın üyesi olan sıradan mürid için bedensel çalışma, bir zanaatla uğraşma zorunluydu. Feodal şeyhler, müridler üzerindeki manevi etkilerinden yararlanarak bunlardan bedava iş gücü yaratabiliyorlardı; müridler, çalışmayı, hikmetlinin verdiği bir ders, tanrıya hizmet olarak görüyorlardı…
Küçük Asya’ya yönelen seyyidler, şeyhler, dervişler, artık Küçük Asya’da yaşamakta olan ulema, kadılar, müftüler, tümü toprağa yöneliyorlardı; tümünün vakıf yurtlukları vardı, topraktan gelir sağlıyorlardı… Din adamları feodalleşiyordu; bunların toprakları, yüz kızartıcı şekilde sömürdükleri hizmetkârlar ve halayıklar kadroları vardı; örneğin, Ladik kadısı, Hadisi ihlal ederek, güzel kadın hizmetçilerini fuhuşa gönderiyordu; bu yüz kızartıcı davranış, belirtelim ki, sertliğin hüküm sürdüğü Avrupa’da da sürekli yenileniyordu.” (5)
Köle ticareti de olanca hızıyla sürüyordu. Üretimin temeli köylü emeği olmakla birlikte yer yer tarımda, ama ağırlıklı olarak ev işlerinde köle kullanılıyordu. Askeri seferler, sürekli köle akışı sağlıyordu. Fethedilen bölgelerin halkları köleleştiriliyor, ülke içinde oradan oraya sürülüyorlardı. Köle ticareti en kolay zenginleşme yoluydu. Feodal egemenler, bu insanları, evlerinde, askeri tımar toprağı tarlalarında çalıştırıyorlar, birbirlerine hediye ediyorlardı. Ağır işler kölelerin üzerindeydi. Emir Seyfeddin’in masasına gelen lezzetli bir yemeğin fiyatı, sofra hizmetçisi olarak çalıştırılan kölenin fiyatına eşitti. Kral II. Levon’a karşı Ermenistan üzerine yapılan sefer sırasında, “hesaba gelmez, sayısız ganimet” ele geçiriliyor, Kayseri’de Ermeni köle fiyatları, etine büyük değer verilen bir kekliğin fiyatına düşüyordu. Oysa başlangıçta Selçuklu insanca davranıyor, Alparslan’ın ardılı Süleyman Kutalmış 11. yüzyıl sonunda Anadolu için devrim sayılacak bir adım atıyor ve tüm toprak kölelerini özgür ilan ediyordu. Bu insanlar ise kitleler halinde İslâmiyet’e geçiyorlardı. Özellikle, Türk tabakasının ince, yönetim aygıtınınsa son derece zayıf olduğu dönemde bu uygulama Selçuklu’ya büyük destek getirdi. Ancak, egemenlik sistemi yerleştikçe kölelik Anadolu’ya olanca ağırlığıyla çöktü.
Bu tabloyu iyice ağırlaştıran ise Moğol istilası oldu. Bu dönem Anadolu’da özel mülklerin alabildiğine yoğunlaşmasına tanıklık etti. (Özel toprak mülkiyeti tanımayan göçebe aşiretlerin tarım bölgelerini istila etmelerinin, kamu mülkiyetine dayalı askeri-despotik merkeziyetçi devletleri temellendirdiğini ileri süren Asyagil üretim biçimi tezleri bu olgu karşısında tutunamaz.). Moğollar’ın Anadolu işgali ile birlikte yüzlerce küçük beylik ve muazzam ölçüde özel mülkler ortaya çıkar. Bu noktada işgalci ile işbirliği yapan Selçuklu yüksek görevlilerinin konumu dikkate değer: “İran Moğol hükümdarı Olcaytu’nun Anadolu’ya vali olarak atadığı Ahmet Lahuşi’nin devlete ait birçok toprağı satmasıyla, Anadolu’da özel mülkiyetin alanı genişlemiştir. Moğollar’ın Anadolu’daki silahlı güçlerini belli bölgelerde, Roma usulünde, garnizon olarak tutmaları ve askerlere ikta dağıtmamaları nedeniyle, Anadolu topraklarının özel mülkiyete geçme süreci hızlanmıştır. Bu durumdan kârlı çıkanlar, hemen Moğollar’a yanaşan Selçuklu hizmet aristokrasisi olmuş ve özel mülkiyete dönüşen toprakların büyük bölümü bunların eline geçmiştir.
Moğolların Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkmaları sonucu, eyaletlerin bir bölümü yüksek devlet memurlarının ellerinde beylikler haline gelmiş, diğer bölüm ise, Moğol valilerin ellerindeki beyliklere dönüşmüştür. Daha aşağı düzeylerdeki devlet memurları ise, devlet topraklarını paylaşmışlar veya ellerindeki iktaları özel mülkiyet haline dönüştürmüşlerdir… bu karışık ortamda vergi toplamak çok güçleştiğinden, devlet topraklarının satılması, gelir elde etmenin en etkin yolu olarak görülmüştür. Bu ortamdan yararlanan birçok kimse, birbirlerinin topraklarına zorla el koyarak, mülkiyet birimlerini büyütmüşlerdir. (6)
Moğol egemenleri de geniş arazileri gasp etme konusunda her türlü imkânı kullandılar. Zaten Melikşah ve Nizâmülmülk gibi Selçuklu İmparatorluğu yöneticileri döneminden beridir özel mülkiyeti koruyucu yasalar yürürlüktedir. Moğollar’ın Cuveyni, Reşiteddin, Kazvini, Nahcivani gibi yöneticileri de toprağın özel mülke dönüştürülmesi konusunda ısrarlı bir çizgi izlerler. Moğol Hakanı Gazan Han’ın Yahudi kökenli veziri Reşiteddin (ilk dünya tarihinin yazarıdır) Türkistan’dan Anadolu’ya ve Basra Körfezi’ne değin uzanan oldukça.geniş bir alanda muazzam toprak mülklerine sahiptir. Gazan Han ve Reşiteddin Anadolu’da 35 beldede 2720 çiftliğe sahiptirler. 2720 çiftlik devasa bir toprak mülkiyetine işaret eder. Ama Yahudi kökenli vezirin Hindistan, Suriye, Yemen, Tebriz, Huzistan vb. arazileri yanında Anadolu’daki toprakları mütevazi kalır.
Yahudi kökenli Reşiteddin tam bir İslâm şampiyonudur. Mektuplarında bu geniş arazileri şeriata uygun bir biçimde edindiğini belirtmeye özen gösterir.
13. yüzyıl Selçuklu kentleri, Latin tüccarları, misyonerleri, paralı askerleri, yoğun Hıristiyan nüfusu, Rum ve Ermeni kiliseleri, Yahudi tüccarları, camiileri, kervansarayları, tekke ve medreseleri ile yüzeysel bir İslâm görüntüsü altında derin bir kozmopolitliği içerir. Parlak ticari gelişmenin temelleri çürüktür. Akdeniz ve Karadeniz egemenliğini ele geçiren İtalyan tüccarları uluslararası ticaretin kaymağını yerler. Selçuklu donanması ve ticaret filosu zayıftır. Tüccarları uluslararası ticarette çok önemli roller oynamayan Selçuklu egemenleri, tüketimi, lüks mallar ithaline dayalı bir ekonomiyi, üretici ekonomiye tercih ederler. Doğudan akan pahalı kumaşların yanı sıra, İtalyan ve Flandr kumaşları yerli üretimin zararına Selçuklu egemenlerine akar. Oysa 1219 Antlaşması ile Venedik’e gümrüksüz serbest ticaret imtiyaz tanıyan İznik Rum İmparatorluğu’nun Frenk, çuha, kadife vs. yabancı kumaşların iç pazarı istila etmesi üzerine verdiği tepki dikkate değer. İmparator Vatatzez (1222-1255) yabancı kumaş satın alınmasını namussuzluk saydığını ve bunun ağır biçimde cezalandıracağını ilan eder. Yerli dokumaların kullanılmasını emreder. Selçuklular’da ise tam tersine Avrupa kumaşları revaçtadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Batı’nın tekstil ürünlerinin boyanmasında kullanılan Anadolu şap madenlerinin tekeli, 1255 yılında önce iki İtalyan tüccara verilir. Bu tekel sayesinde iki İtalyan 15 besant (altın) değerindeki şapı 50 altına satarlar. Batı hammadde alır, işlenmiş ürün satar. Bu sömürge ekonomisinin, Anadolu’da ilk örneklerini verdiğinin göstergesidir. Bu iki ortak tacirden biri Bonaiface de Molendino adlı Venedikli, diğeri ise Nicolas de Santo-Siro isimli Cenevizli idi. Molendino 1242-1243’te Konya Sultanı’na hizmet veren bir paralı askerdir.
Latin tüccarlar, Moğol işgalciler, Haçlılarla kuşatılan Anadolu, Selçuklu egemenlerinin bu güçlerle işbirliğini ağır bedellerle göğüsler. İç savaş Moğollar tarafından özellikle kışkırtılır. Ülke, Ab-ı Sivas (Kızılırmak) sınır olmak üzere ikiye bölünür. Doğusu Kılıçarslan’ın, Batısı ise Keykavus’un olur. İki Sultan, Tebriz’de bulunan Hülâgu’nun yanına giderler. O bu bölünme anlaşmasını onaylar. İki sultanın ödeyeceği haraç miktarı olarak 1 milyon 200 bin dirhem belirlenir. Bu miktar 1245’teki rakamın aynısıdır. Ancak sultanlara Moğol hazinesinden büyük borçlar verilir. Sultanlar 5 milyon dirhem borç alırlar. Hülâgu iki sultanın vezirliğine, borçlanmayı teşvik eden ve ödenmesini Moğollar adına gözetleyen Baba Şemsettin’i atar. Vezir, iktidarını korumak için daha büyük bir Moğol askeri gücünün Anadolu’da bulunması gerektiğinin bilincindedir. Moğol askerinin işgal giderlerini ise Selçuklu devleti karşılar. Bu giderleri karşılamak için yeni borçlar alınır. Sultanlar borç aldıkları paraları harcayarak, Bağdat’ı mahveden (1258) Hülagu’nun 1259-1260’da gerçekleştirdiği Büyük Suriye Seferi’ne katılırlar. Mali sömürgeleşme, ağır borçlar, Moğol askeri varlığının Anadolu’da üslenmesi, Halep ve Şam’daki İslâm kırımına Selçuklu ordusunun ve Keykavus ile Kılıçarslan’ın katılımını getirir. Antakya Haçlı Prensi Bohemond, Ermeni Kralı Hatum ve Moğol Hakanı Hülâgu ile ittifak halinde gerçekleştirilen bu Doğu Seferi üzerinde ana akım tarihte fazlaca durulmaz.
Notlar
(1) Claude Cahen, İslamiyet, Çev: Esat Nermi Erendor, sf. 169, Bilgi Yay., Ankara-1990.
(2) V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Çev: Azer Yaran, sf. 208-209, Onur Yay., Ankara-1988.
(3) V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Çev: Azer Yaran, sf. 222 , Onur Yay., Ankara-1988.
(4) V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Çev: Azer Yaran, sf. 288, Onur Yay., Ankara-1988.
(5) V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Çev: Azer Yaran, sf. 136-166, Onur Yay., Ankara-1988.
(6) Mehmet Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara, 1982, Gazi Üniversitesi Yay., sf. 284.
Türkler ve Kürtler, Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, 1. Basım, Eylül 2005, Bağdat Yayınları.