Safevi Hanedanı ve Osmanlılar – Suat Parlar

Safevi Hanedanı ve Osmanlılar - Suat Parlar


Anadolu-Rumeli ikiliği Fatih Sultan Mehmet ile Uzun Hasan arasındaki çatışmada gerilim kaynaklarının gerçek niteliğini örter. Güneydoğu Avrupa feodalizminin Selçuklu mirası ile kesişme alanında kurumsal temellerini hazırlayan Osmanlı, sağlam bir ulema örgütü, saraylaşma eksenli egemenler arası ince dengeler, tüm geleceğini merkeze bağlayan askeri çekirdek ile imparatorluk dinamiklerine dayanır. Avrupa’daki sancaklar Osmanlı’ya büyük mali, askeri, maddi araçlar sağlıyordu. Dolayısıyla Anadolu’ya diz çöktürmek her zaman için mümkündü. Avrupa Osmanlısı’nın devşirme çelik çekirdeği bu ideoloji temelinde biçimlendi. Oysa Uzun Hasan’ın ne devlet aygıtı ne kanunları vardı. Asayişsizlik, yağma ve cinayetler merkezi bir ideolojinin meşruiyet kaynaklarından yoksun çıplak bir vaziyetteydi. Uzun Hasan’a 1473’e kadar destek veren Venedik de onun askeri kapasitesinin yetersizliği karşısında geri çekildi.

Akkoyunlu Uzun Hasan Sünnidir; ancak militan Şii Erdebil Şeyhi Cüneyt ile ittifak yapmaktan kaçınmaz. Bu ittifakın sonuçlarından önce aynı zamanda Safevilerin merkezi olan Erdebil’deki topluluğun niteliği üzerine son derece ilginç bilgiler aktarmakta yarar var: Erdebil’de Safevilere kaynaklık eden sufi tarikatı Şeyhi Safiyaddin İshak (Ölümü: 1334) tarafından kuruldu. Varlıklı bir aileden gelen Safiyaddin, Geylan’daki Hilye Karan kasabasında bir araya geldiği Şeyh Taceddin İbrahim Zahada’nin kızıyla evlendi. Mürşidi Zahidi’nin kızıyla evliliği Safiyeddin’e geniş bir takipçiler kitlesi sağladı. Şeyh Zahidi’nin ölümünden sonra Şeyh Safi, “Safevilik” olarak bilinen kendi tarikatını kurdu. Bu dönemde Erdebil halkı Şafiliği benimsiyor, tarikat olarak da Şeyh Safi’ye bağlanıyordu.

Safevi’lerin en önemli destekçilerinin başlıcası ise Moğol veziri, dünya tarihi yazarı, Yahudi kökenli Reşiteddin idi. (Ölümü: 1318) Safevilik başlangıçta Sünni İslâmi çevre içinde bir tarikattı. Şeyh Safi ve ailesi Kürttür.(1) Safi’nin Anadolu, Azerbeycan, Suriye ve Irak’ta müritleri vardır. Şeyh Safi’nin Kürtlerin yanı sıra Türklerden de çok sayıda takipçisi bulunur. Moğol (İlhanlı) veziri Reşiteddin’in tekkeye her yıl şeker, yağ, bal vs. göndermesine bakılırsa Şeyh oldukça güçlüdür.

Erdebil Safevi Şeyhleri, Anadolu Türkmenleri’nin önemli bir bölümünü bayrakları altında toplamayı başarırlar’. Şeyh Safi’nin kökleri Yedinci İmam Musa Kazım’a, oradan Hz. Ali ve Hz. Fatma’ya ve Peygambere bağlanır. Bu tarz seyyidlik iddiaları hemen tüm kürt şeyh ailelerinde görülür. Şeyhin bu kutsal şeceresi bir yana, “Zerrin-Külah” yani “Kızıl Şapkalı” olarak bilinen Sincarlı Kürt Firuz Şah soyundan geldiği genel kabul gören bir bilgidir. Firuz Şah, 10. yüzyılda Kürtlerin Azerbeycan’a yayıldıkları sırada Sincar’dan Erdebil’e göç eder. O nedenle, Safevilerin “Sincarlı bir Kürdün neslinden geldiği şüphe götürmez bir şekilde ortaya konmuştur.” Şeyh Safi’den sonra gelenler Sünni Timurlu’lardan ve Osmanlılar’dan saygı görürler. Şeyh Safi’ye Mevleviler, Ahiler, Kübreviler de olumlu yaklaşırlar.

Irak ve Azerbeycan egemeni Celyir Sultanı Ahmet Safi’nin oğlu Şeyh Sadrettin’e (1334—1392) Erdebil ve çevresinde geniş bir araziyi soyurgal eder. Bu arazinin vergilerini Şeyh kendi adına toplar. Şeyh Sadrettin ile aynı dönemde yaşamış olan Arap tarihçisi İbn-i Haldun ondan Şeyh-ul şuyüh (Şeyhlerin şey¬hi) olarak bahseder. Ancak tarikat zirve noktasına Hace Ali’nin (1391-1427) liderliğinde ulaşır.

Timur, tarikatın koruyucusudur. 1402’deki Anadolu seferinden dönüşte, Safevi Şeyhinin, “Anadolu’dan getirilmiş olan esirlerin” serbest bırakılması önerisini kabul eder. Serbest bırakılanlar Gancabah-Kul kasabasına yerleştirilirler ve daha sonra Safevilerin sadık destekçileri olurlar. Bu arada Şeyh Ali Kudüs’e yerleşme kararı alır. Şeyh, Mekke ve Medineyi de ziyaret eder. Ancak Suriye temasları ona bu ülkede taraflar kazandırır. Şeyh Ali’nin Kudüs’teki ikameti tarikata yeni müridler kazandırır. Kudüs’te vefat eden Şeyh’in cenaze töreni “unutulmaz bir gün” olarak kaydedilir. Türbesi daha sonra bir ziyaret yeri haline gelir. Şeyh Ali Kudüs’te iken, kendisine eşlik eden oğlu İbrahim lehine tarikat liderliğini bırakır.

İbrahim’in yerine geçen oğlu Cüneyt 1447’de tarikatın kaderini eline aldığında, Timur İmparatorluğu sallanıyor, Akkoyunlu-Karakoyunlu çatışması tüm hızıyla devam ediyordu. Cüneyt döneminde, Şeyh Bedreddin isyanının ihtilalci görüşleri ve Fazlullah İbn Muhammed Tebrizi’nin öğrencisi Nesimi’nin kişiliğinde büyük bir temsilciye kavuşan Hurufilik Anadolu’da yaygındı. Şeyh Cüneyt’in liderliğinde tarikat Şii bir temele oturur. Tarikatın Şii niteliği geliştikçe Cüneyt’in taraftarları çoğalır. Cüneyt Erdebil’de aile ve mallarıyla yanına gelen kalabalık bir mürit kitlesi toplar. Hareket öyle boyutlara ulaşır ki, Şiiliğe yatkın Türkmen Sultanı Cihan-Şah, Şeyh Cüneyt’in Erdebil’den çıkarılmasını ister. Oysa tarikatın kuruluşunda Şeyh Safi tam tersi bir tutum içindedir. Safi’nin yerleştiği Erdebil’de kendisini her tabakadan dinlemeye gelenler vardı. Onun pir’i olan Zahid Geylani, Safi’nin alnında onur işaretini değil, aynı zamanda cihangirlik payesinin de yazılı olduğunu ileri sürmüş ve onu bu yüzden halefi olarak göstermişti. Geylani sonunda Safi’yi tarikatını yeryüzünün tüm halklarına yaymakla görevlendirecekti. O böylece kendisini de bir kitle hareketinin başında buldu. İnsanlar bu tarikata bağış yağdırıyorlardı. Bir Moğol memuru bu durum için şöyle diyecekti:

Padişah Ebu Said bile en zorba vergi tahsildarlarına, en ağır yaptırımlarına rağmen on gün on gecede bu kadar para toplayamaz. Anlaşılıyor ki güç ve iktidar aslında şeyhin elinde. Safi kovuşturulan ve eziyet edilenlerden yana oldu, tarikat ocağını onlar için kutsal bir sığınma yerine dönüştürdü, uzlaşmazlıkları yatıştırıyordu. Ama Türkmen dervişlerini geri çevirdi, onları ibahiye mezhebinin temsilcisi, sapkın ve rakip olarak görüyordu. Safi, göçerlerin çıkarlarını değil, İranlı, feodal soyluların çıkarlarını kolluyordu. Feodaller de ona çift çubuk hediye etmekten geri kalmıyorlardı. (2)

Şeyh öldüğü zaman mülk olarak geride 20’den fazla köy bıraktı.

1448’de Erdebil’i terk eden Cüneyt Anadolu’ya gider. II. Murat’tan Kurtbelen’de dirlik ister. Murat ona ve dervişlerine paralar yollarsa da Anadolu’da bulunmasını tehlikeli sayar. Veziri Çandarlı Halil ile görüşen II. Murat “Bir tahta iki padişah sığmaz” diyerek onun Osmanlı topraklarına girmesini istemez. Türkmenler üzerinde büyük etkisi olan Cüneyt’i Akkoyunlu tarihçisi Feyzullah, “dervişlik külahını hükümdarlık tacı ile değiştirmek” istemekle suçlar.

Anadolu Türkmenleri Şii inançlarına sahiptir ve Cüneyt’in bu gezisi onu militan bir Şii inancına daha da yaklaştırır. Cüneyt, Anadolu’nun bu Şii potansiyeli karşısında kendisini Ali soyundan bir seyyid olarak tanıtır. Şiiliğin Anadolu’daki yaygınlığı onun iktidar kavgasında güçlü bir silah arayışına cevap verir. Bu arada Cüneyt’i kimi Suriyeli ve Iraklı sufilerle birlikte dağılmış bazı Bedreddin yandaşları da izlerler. Cüneyt, Hurufi etkisinin yoğun olduğu Antep civarındaki Kilis ve Cebel-i Musa (Musa Dağı) kasabasına yerleşti. Ancak Memlûk Sultanı Çakmak, (1438-1453), Cüneyt’i Kuzey Suriye’den çıkardı ve taraftarlarını katletti.

Sonunda Cüneyt, Uzun Hasan tarafından iyi bir şekilde karşılandığı Diyarbakır’a yerleşti. Hasan, Cihan-Şah’a karşı, Cüneyt ile ittifak yapar. Akkoyunlular karışık ittifaklara dayanırlar. İlk Akkoyunlu beylerinden Kutlu, Trabzon Rum İmparatoru’nun kızkardeşi Maria Despina ile evlidir. Oğlu Kara Yülük de İmparatorun kızlarından biriyle evlenir. Kara Yülük’ün oğlu ve Uzun Hasan’ın babası da Arami Hıristiyan bir kadınla evlidir. Uzun Hasan da Hıristiyan dinini koruması ve yanında rahiplerini getirmesi şartına uyarak Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı Katerina ile evlenir. Hasan, Kuran’ı, Türkçe’ye tercüme ettirir. Huzurunda Türkçe Kuran okutur. (3)

Akkoyunlu Sultanı İslâm konusunda “dine aykırı sonuçlara ulaşma” tehlikesini taşıyan yorumlarda bulunur. Sufi ve dervişlere büyük ilgi gösteren Hasan ülkenin her yanında binlerce tekke ve zaviye yaptırır. Hasan, din padişahlığı ile ittifakın yararlarına inanır. Kız kardeşi Hatice Begüm ile Safevi Şeyhi Cüneyt’i evlendirir.

Cüneyt Diyarbakır’da üç yıl kalır ve Erdebil’e yeniden girebilmek için başarısız bir girişimde bulunur. 1460’da Şamahi yakınlarında Cüneyt, Dağıstan seferinden dönerken yaptığı savaşta öldürüldü. Cüneyt, hayatı boyunca, Safevi tarikatını, çoğunluğunu Türkmen kabilelerinin oluşturduğu, Şii bağlılarının sadakatinden güç alan, potansiyel siyasi bir güce dönüştürmeye uğraştı. Uzun Hasan’ın kardeşiyle yaptığı evlilik, Safevilere, Akkoyunlu hanedanı üyeliğinden gelen iktidara talip olmak konusunda sağlam dayanaklar sağladı. Cüneyt, Sufi gazilere dayalı militan bir askeri örgüt, Safevi tarikatının manevi liderliği ile Akkoyunlu hanedanı içinde güçlü bir mevzii bıraktı.

Cüneyt’in oğlu Haydar, Karakoyunlu hanedanlığına son veren dayısı Uzun Hasan tarafından 1469’da Erdebil’e yerleştirildi. Haydar biraz büyüyünce Hasan onu Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı olan prenses Katerina’dan doğan kızı Alem-Şah (Alime Begüm ve Marta olarak da anılır) evlendirir. Haydar Azerbeycan’da önemli bir şeyhtir. Ancak tarikatın asıl gövdesi Anadolu’dur. Azerbeycan Türkmenleri’nin pek azı tarikata bağlıdır. Tebriz yakınlarında yaşayan Karadağ Türkmenleri ile Kuzey Azerbaycan’daki Karamanlı ve Kaçar adlı Türkmen boyları Erdebil’e bağlıdır. Ancak asıl bağlılar kitlesi Anadolu’da bulunur.

Haydar’ın Türkmen destekçileri Şiiliğin en militan görüşlerini benimserler. İbn Ruzbihan onların, “Haydar’ın ilahi özelliklere sahip olduklarına inandıklarını akılsızca ilân ettiklerine” dikkat çeker. Aynı yazar “Onların Haydar’ı tanrı olarak benimsedikleri”ni ve “kendilerinin kıblesi” saydıklarını belirtir. Tarikat yanlıları, başlarına taç denilen Haydari sarık sararlar. Taç, beyaz bir tülbent üzerine sarılan ve yukarıya doğru gittikçe sivrilen on iki dilimli kırmızı bir kavuk biçimindedir. Bu başlığı kullananlara Osmanlılar, “Kızılbaş” adını verir. Haydari taç 16.yüzyıl başlarında iyice yayılır; Venedik tüccarları fırsatı kaçırmazlar ve Halep üzerinden “Kızılbaş’lara büyük miktarda kırmızı kumaş satarlar. Anadolu Kızılbaşları, adak ve armağanlarla Erdebil’e akarlar.

Safevi şeyhleri dünyevi iktidar peşindedir. Haydar’da babası Cüneyt gibi devlet kurma hedefindedir. Haydar, usta bir silah yapımcısıdır. Erdebil’de “Kamış kalem yerine, kılıçlar görülür.” Bölgede büyük silah depoları vardır. Savaş için gerekli kaynaklar ise Çerkez ülkesine yapılan baskınlardan sağlanır. Bu arada Akkoyunlu tahtına Uzun Hasan’dan sonra Haydar’ın kayınbiraderi Yakup geçer. Akkoyunlu düzeni ile işbirliği yapan Erdebil Şeyhleri etraflarında yoksul Türkmenleri toplarlar.

Ancak, Uzun Hasan döneminin niteliğine ilişkin olarak bilgin iktisat tarihçisi Lütfü Barkan Hoca, bize buralarda toprak sahipleriyle çiftçiler arasındaki münasebetlerde koyu bir derebeylik nizamının hâkim olduğunu göstermektedir. Bu devirlerde toprakların ekseriyetinin ufak malikâneler veya evlatlık vakıflar şekline girmiş bulunması, mülk halindeki toprak alışverişinin çokluğunu gösteren kayıtlarsa bu hususta ayarlayıcı bir devlet kontrolünün yokluğunun toprak münasebetlerini soysuzlaştırmış, şahsi ve hakiki mülk haline sokmuş olduğunu göstermektedir. (4)

Bu “soysuz” ve “koyu derebeylik” düzeninde “kulluk” temelinde ilişkiler yürürlüktedir. Beyler ve maiyetlerini beslemek, barındırmak, hediye vermek, angarya temel mecburiyetlerdir. Erdebil şeyhleri, ganimetlerinin bir kısmını Akkoyunlu’ya gönderirler. Ancak, Haydar’ın Anadolu Türkmenleri’ne dayanması Sultan Yakup için büyük problemdir. Haydar’ın Erdebil’den uzaklaştırılması ve müritleriyle bağlantısının kesilmesini isteyen Akkoyunlu egemenleri, isyandan korkmaktadırlar. Şeyh Haydar verdiği sözü tutmaz ve babasının katili olarak gördüğü Şirvanşah’a saldırır. Bu onun ölüm fermanı olur, Akkoyunlu sultanının kayınpederi ve vasali olan Şirvanşah Yakup’dan yardım ister. 1488’de yapılan savaşta Haydar öldürülür. Haydar’ın geride üç oğlu kalır: İsmail, İbrahim, Ali. Anaları Alem-Şah (Marta) Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı prenses Katerina’dan doğmadır. Bu üç çocuk ve anaları hapsedilir. Dört yıldan fazla bir süre zindanda kalırlar. Ali bir süre sonra Akkoyunlu Sultanı Rüstem tarafından Erdebil Şeyhliğine getirilir. Ancak Akkoyunlu Rüstem’in emriyle Ali bir süre sonra öldürülür. Abisinin öldürülmesinden sonra şeyhlik makamına İsmail getirilir. Onu eğiten kişi Şemseddin Lâhici’nin doktriner eğilimleri üzerine fazla bilgi bulunmuyor.

İsmail, Şamlu, Rumlu, Ustaclu, Tekelu, Dulkadir, Kaçar, Varsak, Türkmen kabilelerine dayanır. Bu tarihsel bir harmandır: Trabzon Rum İmparatorları ile akraba “koyu derebeyi” Akkoyunlu’nun Kürt beyliklerini yok etme girişimleri, Kürt Safevi şeyhleri ile kız alıp vermeleri, büyük İran feodallerinin çıkarları ile bütünleşen Sünni-Şafii Erdebil şeyhlerinin kitlesel güç gördükleri Şiiliğe yönelmeleri, başlangıçta Moğol vezir Yahudi Reşiteddin’den büyük yardım görmeleri, karanlık yönleri olan Kudüs bağlantıları ve Venedik tüccarıyla ilişkileri… (?)

Bu tabloda, Türkmenin ezilmiş, tahrip edilmiş kuşatılmışlığından kaynaklanan sorunlara çözüm olmadığı gibi “koyu derebeylik” düzeni ile bütünleşen Kürtler açısından da kıskacına alındıkları sömürü ve adaletsizlikten kurtulma imkânı yoktur. Karakoyunlu-Akkoyunlu çatışmasının ezdiği Türkmenler ve Kürtler şimdi de Osmanlı ile Safevi çatışmasının ortasındadırlar.

Akkoyunlu’yu Nahcıvan yakınlarındaki Şarür’da ezen İsmail, Tebriz’e giden yolu açtı. İsmail Akkoyunlu başkentine muzaffer olarak girdi ve şahlığını ilân etti. Safevi saltanatı, “Şii velayeti” adına, “Ali’nin imametine ve adaletine” konuyordu. İsmail Şah sıfatıyla On iki İmam Şii doktrinin bu tarihten itibaren İran’ın dini olduğunu bildiriyordu. Bu fermandan sonra Sünni nüfus zorla Şiiliğe döndürüldü.

“Şah İsmail boyun eğdirdiği topluluklara -Türk, İranlı, Arap- gerektiğinde zulmederek Şii itikadını empoze etti: Cuma namazındaki duayı Şii formunda söylemek ve Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in halefi olma hakkını gasp ettikleri için Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i zemmetmek mecburiyeti vardı. Şah İsmail kesinlikle bir Şii yönetimi kurmayı beklememiş, aslında Sünniliği silip süpürmek istemişti… Şiilerin daha önce gerçekleştirmeye hemen hiç çalışmadıkları bir özlem. Ayrıca görünüşe göre, bunu sonunda tüm İslâm toplumunda başarmayı ümit ediyordu…

Fethettiği topraklarda mutaassıp bir Şii devleti kurdu. Sünni tarikatlar, hanikâhlarını ve gelirlerini kaybederek zapt edildiler. Sünni ulema öldürüldü veya sürüldü… Diğer yandan Osmanlı Anadolu’da ve Özbey Siriderya ve Amuderya havzasında Şii azınlığa ciddi şekilde zulmedildi ve bu azınlık yeraltına itildi. Artık İslâm toplumu birbirine karşı eşi görülmedik bir hoşgörüsüzlük besleyen Şii çoğunluk ve Sünni-çoğunluk bölgelerine ayrılmıştı.

Dârü’l-İslâm’ın sivil birliği ciddi şekilde bozulmuştu.” (5) Safevi hanedanı Akamanış Sasanilerin eski Pers İmparatorluğu’nu canlandırmaya çalıştı. Safevi İmparatorluğu mutlakiyetçi siyasi idari ve kültürel ideallere sahipti. İran’ı milliyetçi-modernist bir temel olarak Safeviler’e bağlama neticesinde, “İranlı” hükümdar İsmail’in Türkçe şiir yazarken “Türkiye” hükümdarı Yavuz Sultan Selim’in Farsça şiirler yazması bir ikilem olarak görülür. Bu ikilem “İran” sözcüğünün İranlıları, Türkleri ve Arapları eşit şekilde kapsayan Safevi İmparatorluğu için yanlış kullanılmasından ve daha da kötüsü Türkiye sözcüğünün de Osmanlı İmparatorluğu ile özdeş görülmesinden kaynaklanır. Oysa kabilevi bir gruplaşmanın liderinin halk dili olan Türkçe’yle yazmasında veya yerleşik bir devletin başının işlenmiş bir dil olan Farsça’yla yazmasında dönemin koşullarında ikilem aramak anlamsızdır.

Yine, eşitlik, adalet ve özgürlük çağrılarıyla bezeli bir Şah’lık anlayışı da gerçeklere uymaz. Safevi devletine, kendinden önce bölgede egemen olan devletlerden farklı bir içerik kazandıracak ne kesin bir politika, ne de gerçek bir uygulama vardı. Safevi devleti ilk ortaya çıktığında Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerine oldukça benzeyen esaslara dayandı. Bu devlet iddiaların aksine saf Türki bir devlet değildir. Türkmen kabile güçlerine dayanmasına rağmen, asıl bağlantı noktası Erdebil eksenli mistik sadakatti. Bu genel çizgilere uyarlı bir kabile ittifakı değildi; kabile bağlarından yararlanan fakat gerektiğinde yüksek bir çağrı adına onları bir yana atan dini bir kardeşlik tarzıydı.

İsmail’in hükümdarlığının ilk yıllarında devlet, onun murşid-i kâmil konumu üzerine kuruluydu. Onun bu konumu, manevi bağlılıklarını onun askeri emirlerini izleyerek gösteren sadık Türkmen mürit kabileleri ve Kızılbaşların candan bağlı oldukları pirler ile halifeler tarafından pekiştiriliyordu. Ancak devletleşme ile birlikte Kızılbaş Şii emirlerle genellikle İran’lı olan ve Farsça konuşan şehirli Şii liderliği arasında çelişkiler ortaya çıktı. İsmail militan Şii tarikat ortamını çok iyi biliyordu; ancak devletleşme ihtiyaçları doğrultusunda Kızılbaş emirlerinin gücünü kırdı ve egemenliği şehirli-İranlı görevlilere aktardı. Safevi iktidarı artık Şah Tahmasp dönemine gelindiğinde, Pir niteliği yerini hükümdar eksenli anlayışa iyice bıraktı. Bu dönemde imparatorluk iyice İranlılaştı.

Safevi Sufi tarikatının Cüneyt’le başlayan güçlü bir siyasi organizasyona dönüşme süreci, İsmail’in 1501’de Safevi hanedanlığını kurmasıyla zirveye ulaştı. Bu başarının temelinde, Cüneyt’in Kuzey Suriye ve Doğu Anadolu’da yaşayan göçebe Türkmenlerin Şii inançlarını benimseyerek onları örgütlemesi yatıyordu. Türkmenlerin Safeviler çevresinde toplanması, bu hareketin askeri ve saldırgan bir güce dönüşümünü sağladı.

Şah İsmail’in askeri ve mali gövdesi Anadolu’da bulunuyordu. Ayrıca kutsal bir varlık olarak müritlerinin kendisine koşulsuz itaatlerini istiyor ve özel manevi bağlara dayanıyordu. Şah İsmail, Anadolu’da Osmanlı düzenini sarsar. Erzincan’a gelişinde, Osmanlı ülkesinde bulunan adamlarının propagandası ile Sivas, Tokat, Amasya Türkmenleri (Ustaclu, Şamlu, Rumlu olarak bilinirler) ile Antalya bölgesinin Tekelu, Karaman’ın Turgutlu, Tarsus’un Varsak adlı göçebe Türkmen oymakları bu kente akarlar. Sultan II. Beyazıt bu topluca göçe karşı duramaz. Sanılanın aksine Kızılbaşlık Anadolu’ya İsmail ile girmez. Tam tersine İran Sünni, Anadolu Türkmenleri Şiidir. Safevilerin Anadolu’daki geniş Kızılbaş takipçilerini yönlendirmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini tehdit eder. Diğer yandan Osmanlı-Safevi çatışması Mısır’da egemen olan Memlukluları da tavır almaya zorlar. Onların Safevi yanlısı tutumları düşüşlerinin başlangıcıdır.

Hıristiyan Batı’nın, İslâmi dünya karşısında güçlenirken, Safevi-Özbek, Safevi-Osmanlı çatışmalarından alabildiğine yararlanması söz konusudur. Avrupa tam bir hücum hazırlığı içindedir. Lodi Barışı’ndan sonra (1455) İtalya belirgin bir birlik zeminine oturuyor, İberik Yarımadası’nda Ferdinand D. Aragon ile İsabelle de Castille’in evlenmeleriyle deniz aşırı topraklara açılım başlıyor, İngiltere’de Henri Tudor’un başa geçmesiyle birlikte Gal sorunu çözülüyor ve büyük topraklar derebeylerin yönetiminden kurtarılıyordu. Fransa’da ise mutlakiyetçi merkeziyetçilik Bourbon, Orleana, Angouleme bölgeleri dışında hâkimiyetini perçinliyordu. Burjuvazi ve krallık ortak düşmanları olan feodaliteye karşı birleşiyorlar; diğer yandan sermaye birikimi hızlanıyor, Orta Avrupa’nın maden üretimi 1460-1530 yılları arasında beş kat artıyordu. Avrupa’da güçlenen kapitalizm yeni pazarların, yeni kaynakların, yeni imkânların peşindedir.

Bu ortam denizaşırı ülkelerin keşfine, sömürgeciliğe ve muazzam servetlerin Batı’ya akışına yol açtı. “Batı medeniyeti, Kristof Kolomb’la beraber, dünyanın fethine doğru hareket edecektir.” Doğu İslâm dünyası Şii-Sünni eksenli olarak İran ile Osmanlı hatları boyunca bölünürken, altın hırsıyla kamçılanan keşifler ve sömürgelerin ilk neticesi, Avrupa’ya muazzam ölçekte sermaye akışı olacaktır. Batı tarafından adı “barbar”a çıkarılan Osmanlıların yapmadıkları bir talan ve vahşet ekonomisi ile akıllara durgunluk verecek servetler Avrupa’ya akıyordu. Sadece 16. yüzyılda 900 bin Afrikalı köle Amerika’ya taşındı. Satış yerine ulaşan her köleye karşılık beşi ya Afrika’da öldürüldü, ya da yolda öldü.

Sömürgeleştirme hareketi sonucunda 1521-1560 yılları arsında İspanya’ya 18 bin ton gümüş ile 200 ton altın getirildiği resmi kayıtlara geçirilirken gerçek rakam bunun iki katıydı. Bu dönemde Avrupa’nın altın stokundaki artış (1500-1550) 57 kat olarak hesaplanmaktadır. Ferdinand döneminde (1479-1516) İspanya’nın geliri tam 32 kat arttı. Batıyla Doğu arasındaki köprü olmanın avantajını kullanan Anadolu, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Hindistan’a ulaşan deniz yollarının keşfiyle (1498) bu önceliğini kaybetmektedir.

Baharat ve ipek yolları Osmanlı transit ticaretinde merkezi rol oynamaktadır. Kervanların taşıdığı mallardan alınan vergiler önemli miktarlardadır. Denizyollarının keşfiyle tarihi karayolları hızla gözden düşer. Anadolu Doğu-Batı ticaretindeki konumunu hızla yitirir. Anadolu 1450-1550’de büyük bir pahalılık dalgası ile karşı karşıyadır ve isyanlar, Kızılbaş Harekâtı Türkmen’in sıkışmışlığı sonucunda Safevi’ye yönelişi… Safevi-Osmanlı gerilimi bu temele oturur.

Zengin Avrupa alıcısının piyasaya girmesi Osmanlı’nın zaten varolan para ve kaçakçılık sorunlarıyla birleşince fiyatlar fırlar, hammadde ve yiyecek darlığı başlar. Zanaatların hammaddesi olmaları gerekçesiyle dış satımı yasaklanan mallar Avrupalı tüccarın verdiği yüksek fiyat karşısında Batı’ya kaçırılır. Deri, yün, pamuk, ipek, kereste, bakır, zift, buğday, canlı hayvan sürekli dışarıya akar. Türkiye’de zanaatkârlar, işlenecek hammaddeyi yeterince bulamazlar veya yüksek fiyattan almak zorunda kalırlar. Devlet, darlığı önlemek amacıyla madrabazların piyasadan mal toplayıp kaçakçılara satmalarını engellemeye çalışır ancak başarılı olamaz.

Osmanlı ülkesine gelen Batı tüccarı kendi ülkesinin altın-gümüş bolluğu oranında para ödüyor, hammaddelere yerli esnafın verdiği fiyatın üstünde bir fiyat biçip malı Avrupa’ya gönderiyordu. Yeni türeyen madrabazların aracılığıyla kaçırılacak mallar sahillere toplanıyor bu işte uzmanlaşmış kaptanların gemileriyle Avrupa limanlarına sevk ediliyordu. Değerli bilgin Prof. Akdağ’ın anlatımıyla:

Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya ekonomik cereyanları içindeki durumu, zengin bir hammadde alıcısı olan Avrupa ile çok bol ve hatta ucuz bir işlenmiş mal satıcısı olan Şark’ın arasında bocalayan aracı olarak kabul edilebilir. Avrupa’dan altın ve gümüş geliyor, fakat mukabilinde giden maddeler iaşeyi, iç sanayii sarsıyordu. Yani (Hind, Rusya ve İran’dan) alınan mal mukabilinde giden altın ve gümüş, Avrupa’dan kazanılandan daha fazla olduğu için, memlekette para darlığı artmakta idi. Osmanlı 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başlarında dıştan alınan işlenmiş malları çoğunlukla Hindistan’dan getiriyor ve bunun karşılığında o tarafa hemen hiçbir mal satmıyor, bolca altın veriyordu. Bu durumda tefecilik daha 16. yüzyılın ilk yıllarında önem kazanıyor, para darlığının beslediği uygun koşullardan yararlanıyordu. İş öyle bir haldedir ki devlet %10′-15’i geçmeyen bir faiz haddini meşru telakki ederek mahkemelerin bu nevi borçlanma mukavelelerini resmen tescil ve ona göre muamele yapmalarını kabul etmiştir. 16. yüzyılın ikinci yarısında sadece Bursa’nın ve yirmi kadar kazasının vakıflarında 2, 5 milyon akçe bulunup bu İslâmi kurumun uhrevi örtüsü altında söz konusu paranın tamamına yakını faiz karşılığında işletiliyordu. Faizcilik çok erken tarihlerde Osmanlı ülkesini kemirmeye başlamıştır. Bu rakamlar, “faizle borç para alma itiyadı ve ihtiyacının bu devirde yaygın bir şekle girmiş olduğunu da ispat etmektedir. (6)

Nakit servet birikmekte ve pusuda beklemektedir. Biriken servet mukataa ve iltizam alanına yönelir. İltizam, devletin gelirlerinden birisi üzerindeki hakkını belirli bir süre için bir kimseye ondan peşinen veya taksitle aldığı para karşılığında devretmesidir. Osmanlı devleti daha başlangıcından itibaren bu usulü uygulayarak, “devlet eliyle fert zengin etmiştir.” Devlet, gelir sağlayan bir görevini kendisi görmektense ihaleye koyup en çok parayı verene bırakıyor, ihaleyi alan kişi devlete borcunu ödedikten sonra kalan miktar onun kârı oluyordu. Bu tür işlere en ilginç örnek gümrük ve para basma alanıdır. “Darphaneler ve birer işletme mahiyetindeki sair devlet müesseseleriyle birer mukataa haline getirilmiş, devlet gelir kaynakları (gümrük, cizye, aşar gibi) özel teşebbüs durumundaki mültezime veya mültezim şirketlerine ihale edilirdi.”

1474 yılında tüm Anadolu ve Rumeli darphaneleri (İstanbul, Edirne, Gelibolu, Üsküp, Serez ve Anadolu’dakiler) Akçeci Ömer ve ortağı Bâcdar Hayreddin’e ihale edildi. “Bu arada gümrüklerin istisnai haller dışında, doğrudan doğruya devlet eliyle işletilmediğini ve mültezimlere verildiğini hatırlatmak lâzımdır. Darphaneler gibi, en önemli devlet fonksiyonlarından biri olan gümrükler özel teşebbüse veriliyordu.” (7)

Tüm bu yıkıcı etkileri olan koşullara rağmen İslâm imparatorlukları büyük çatışma içindeydiler. Portekizlilerin, Avrupa ile Hindistan’ı doğrudan bağlayan bir deniz yolu bağlantısı kurmaları, Safevi İran’ın Osmanlı ve Özbek İmparatorluklarıyla yoğun gerilimleri nedeniyle gerekli cevabın verilmesine imkân bırakmazdı. Memluklular Hint Okyanusu’ndaki Portekiz ilerleyişini durdurmak için girişimde bulunduysa da bu girişimlerden sonuç alınamadı.

Şah İsmail Osmanlı ve Memluk ülkelerini içine alan geniş bir imparatorluk kurma hırsı içindeydi. Bu amaçla Anadolu’nun yoksul, ezilmiş Türkmenlerini kullanmaktan çekinmiyordu. İsmail bu amacını gerçekleştirmek için her türlü araçtan yararlandı. Osmanlı karşıtı bir cephe oluşturmaya çalışan Venedik oligarşisi ile de tıpkı Karamanoğulları gibi irtibata geçti. İsmail’in Kızılbaş takipçilerini Erzincan’a, yani Anadolu’nun giriş kapısına yığması ile Karamanoğlu hareketi ve Venedik bağlantısı eş zamanlıdır.

II. Beyazıt döneminde 1500’de Anadolu’ya giren Şah İsmail’in, Karamanoğlu ile bağlantıları dikkate değer. Diğer yandan, Venedikli Marino Sanudo’nun günlükleri, Venedik ile Karamanoğlu ilişkilerine ışık tutuyor. Aynı şekilde, Venedik ticaret oligarşisi (adı cumhuriyet) Osmanlılara karşı bir Safevi-Karaman cephesi oluşturmak için Şah İsmail’e yakınlaşmaktadır. 1501 Aralık ayında Dell’Asta isimli bir Papalık elçisinin İsmail’i ziyaretini Sanudo not düşüyor. Yine 25 Kasım 1502’de Sanudo’nun Venedik’e ulaşan mesajında “Sufi’nin (İsmail’in) Hıristiyanlardan savaş topları istediği” belirtilmektedir. (8)

Bu arada Constantino Laschari, Kıbrıs’tan Karaman ve Şah İsmail’e “yardım ve savaş topu sözü vermek” için gönderildi. 1502’de gerçekleşen bu ziyaret Venediklilerin Şah İsmail ile irtibatlarını ortaya koyuyor. Ancak bu ziyaret öncesinde de Venedik’in Şah’la temasları vardır. Şah, Anadolu’da Kızılbaş hareketinin kurtarıcı önderi olarak görülür ancak onun amacı son derece dünyevidir. Diğer yandan Kızılbaş hareketini kendi egemenliğinin şiddetli bir kırbacına dönüştüren Şah’ın gaddarlığı Moğollar’dan geri kalmıyordu. II. Beyazıt’ın gönderdiği elçiye kötü muamelelerde bulunan Şah’a 1505 kışında ulaşan Osmanlı mesajı onu “Haccac, Cengiz Han ve Timur’a” benzetiyordu. Sultan Beyazıt, mektubunda, kendi dindaşlarına eziyet etmekten vazgeçmesini istiyordu. Ancak İsmail buna cevap olarak Sünni olduğu bilinen birinin yakılışını zorla Osmanlı elçisine seyrettirdi. Ayrıca elçiye zorla domuz eti yedirdi. İstanbul’a bir elçi göndererek Trabzon’u istedi (Bu talep 1505 Ağustos’unda gündeme geldi. 1457’de ölünceye kadar Trabzon’u yöneten Calo Johannes Komnenus’un kızı Katerina ile Uzun Hasan evliydi. İsmail’in annesi ise Uzun Hasan ile Katerina Komnena’nın kızları olan Marta-Alemşah Begüm idi. Böylece Şah, annesi aracılığıyla kendisini Trabzon Rum İmparatorluğu’nun varisi görüyordu.) 5 Kasım 1505’te Şah İsmail, Venedik’in Şam elçisi Bartolomeo Contarini aracılığıyla bir mesaj daha gönderdi. Bu mesajda Venedik ile ilişkiler sağlamlaştırma ve Osmanlı’ya karşı ortak bir politika geliştirme formüle ediliyordu.

Beyazıt, Safevilerle ilgili çekimser bir politika izliyordu. Onun bu politikası sayesinde Safeviler Anadolu’da isyanları kışkırtma ve kargaşalıklar çıkarma yoluyla inisiyatifi ele geçirdiler. II. Beyazıt, merkezi tamamen devşirmelerden oluşturma konusunda Fatih’in bile önüne geçer. Onun tahta geçişiyle birlikte Osmanlı sultanlarının özgür kadınlarla evlenmeleri sona eriyor ve ancak köle kökenli cariyelerden çocuk sahibi olmalarına izin veriliyordu. Bunun dışında, daha önce Türkmen aristokratlarıyla evlendirilen padişah kız kardeşlerinin de sadece devşirmelerle evlendirilmeleri II. Beyazıt döneminde başladı. (Merkezin devşirme egemenliğine girmesi feodal parçalanmayı önlemek bir yana, Doğu ve Güneydoğu’nun neredeyse tamamını koyu bir derebeylik düzenine mahkûm etti. Oysa amaçlanan merkez-kaç güçlerin dağıtılmasıydı.)

Sultan Selim, babası II. Beyazıt’e meydan okuyarak 1512’de tahttan zorla indirdi: Ancak öncesinde Şah İsmail Venedik’le ilişkilerini geliştirmeye devam ediyordu. Bu amaçla Şah’ın beş kişilik elçilik heyeti Mayıs 1509’da Venedik’e ulaştı. Amaç Osmanlı’ya karşı ortak askeri bir cephe kurmaktı. Venediklilerle yakınlaşmaya çalışan Şah İsmail Osmanlı’yı içten çökertmeyi planlıyordu. Bu amaçla II. Beyazıt’in oğullarından Şehinşah’ı yanına çekti. Bu arada Osmanlı ile iyi ilişkileri olan Özbek hükümdarı Şeybani’ye saldıran İsmail 2 Aralık 1510’da onu yenilgiye uğrattı. Safevi ordusunun başındaki Şah İsmail, mağlup olan bu düşmanın kafasının kesilmesini ve kafatasından kadeh yapılmasını emretti. (9)

Bu koşullarda 24 Nisan 1512’de Selim babasını yeniçerilerin desteği ile tahttan indirdi. Anadolu’da iç savaş patladı. Batı Anadolu eyaletlerinden biri olan Tekke’de yaşayan ve babası bir zamanlar Şah’ın ataları Şeyh Cüneyt ve Şeyh Haydar’a hizmet etmiş bulunan Hasan Halife’nin oğlu Şahkulu, Osmanlı’ya isyan etti. Asiler, sipahilerin de yardımıyla Anadolu Beylerbeyi’ni yenilgiye uğratıp Buraz kapılarına dayandılar. İsyan 2 Temmuz 1511’de bastırıldı. Hayatta kalan Kızılbaşlar, İran’a ilerlerken Erzincan’da bir kervanı yağmaladılar ve tüccarları öldürdüler. Sözde ortaklaşmacı, eşitlikçi ve bu doğrultuda şiddeti doğal sayan İsmail yağmacıların liderlerini öldürttü. Kızılbaş hareketinin sınırlarının Şah’ın egemenlik anlayışı ve mülkiyet rejiminin gerekleri tarafından çizileceği onlara ölümle hatırlatıldı. Asıl ilginci bu Kızılbaş isyanlarına onların askeri gücünü algılama konusunda Safevilere göre geç kalan Osmanlı egemenlerinin de katılmalarıdır. Karaman Valisi Şehzade Şehinşah Kızılbaş olur. Amasya’da bulunan Osmanlı Şehzadesi Murat’da Kızılbaşlığını ilan eder.

Anadolu’yu sarsan gelişmeler, Doğu ve Güneydoğu sınırları boyunca Osmanlı Devleti’nin güvenli olmadığını kanıtlar. Bunu tespit eden Sultan Yavuz Selim, Şah İsmail karşısında savaşçı bir siyaset izlemeye karar verdi, işte bu yönetim, Osmanlı-Safevi ilişkileri, Kürtler, Türkmen ve Kızılbaş hareketi düğümleri ile birlikte Ortadoğunun geleceğinde kalıcı etkiler oluşturdu.

Stratejik açıdan değerlendirildiğinde 23 Ağustos 1514’te Çaldıran’da Şah İsmail’in yenilgisi Osmanlı’nın Diyarbakır’ı ele geçirmesini sağladı. Ayrıca Erzincan’ın fethi de Doğu Anadolu’da Osmanlı’nın önemli bir mevzii kazanmasına imkân verdi. Diyarbakır, İran’ı Anadolu ve Suriye’ye bağlayan ana yolların geçtiği Yukarı Fırat’ta Osmanlı için önemli bir varlık alanı oluşturdu. Böylece, Osmanlı Devleti, Safevi ve Memluk hareketlerini kontrol etme ve işbirliğine girme ihtimallerini bertaraf etme imkânını elde etti. Ancak, Yavuz Selim’in bu seferi dehşet verici sonuçlar da getirdi. Selim, Hamza Saru Görez ve Kemal Paşazade Kızılbaşları lanetleyen ve öldürülmelerine onay veren bir fetva ile işe başladı. (10)

Bu belge, Kızılbaşları “İnançsız” ve “kâfir” olarak gösteriyordu. Fetva ile Şah İsmail’in müritlerini yok etmek her Müslüman’ın görevi sayılıyordu. Kızılbaş erkeklerinin öldürülmesi, onlara ait malların, kadın ve çocukların Osmanlı ordu mensupları arasında bölüşülmesi de fetvada düzenleniyordu. Ayrıca Kızılbaşlardan herhangi birinin ele geçirilmesi durumunda, pişmanlık ve tövbesinin kabul edilmemesi ve anında öldürülmesi isteniyordu. Kemal Paşazade tarafından Arapça kaleme alınan bir başka fetvada ise Safeviler ve bağlıları “İslâm karşıtı” olarak tanımlanıyorlardı. Statüleri mürted (dinden dönmüş) olarak kabul ediliyor, ele geçirilmeleri halinde mallarının, çocuklarının, kadınlarının ganimet olduğu, Müslümanlığa dönmemeleri halinde onların da öldürülmeleri caiz sayılıyordu.

1502’de Karaman isyanından sonra 30 bin Alevi’yi Mora’ya süren babası Beyazıt’ın aksine Selim yok etme politikasını benimsiyor ve 40 bin Alevinin katledilmesini emrediyordu. Ayrıca, İran’a karşı ticari ambargo uyguluyor ve İran ipeğinin Osmanlı pazarına girmesini yasaklıyordu. Ancak bu yasak başarılı olmuyor ve İranlı tüccarlar kimi zaman Suriyeli meslektaşları vasıtasıyla kimi zamanda doğrudan doğruya bir biçimde Anadolu’ya ulaşıyorlardı. (11) 1514’te konulan ambargo Selim’in iktidarı boyunca devam ediyordu. Ancak, dönemin egemenlerinin boynu ticari çıkarlar karşısında kıldan inceydi.

Yoksul halk kitlelerini kırıp geçiren, katleden hükümdarlar gerçek egemenlik kaynakları karşısında azametlerini yitiriyorlardı.

Çaldıran savaşı Erzincan, Erzurum’un yanı sıra Diyarbakır ile Kürt bölgesinin İran’ı kuşatacak biçimde Osmanlı denetimine girmesini sağladı. Osmanlı Kürt bölgelerinde görece güvenli bir ortam sağlarken iyice zayıflayan Safevi ise Hürmüz kentini ve böylece Fars Körfezi’nin girişini Portekizlilere kaptırıyordu.

Yavuz’un Anadolu’da Alevilere karşı giriştiği katliam, imparatorluk stratejilerinin acımasız uygulamalarındandır. Ancak, bölgede bir geleneğe de işaret eder; Karmatiler, Babailer, Bedreddin yanlıları, Safeviler ve Alevi isyanları kabaran halk dalgasının egemenler arası mücadelelerde dayanak olarak kullanılması anlamında tüm şiddetin onlara yöneltilmesini ve ezilmelerini getirir. Yavuz’un etkili şiddet kampanyası, Ortadoğu’nun önemli inanç birikimlerinden olan Aleviliğin tahribine yöneldi.

Hasan Sabbah ve Haşhaşinler

Alamut’ta üslenen Hasan Sabbah önderliğindeki İsmaili hareket güçlü bir siyasal eylem hattına oturuyordu. “Kurtarılmış bölge” ve “vur kaç” kavramlarının geliştirilmesini ve ilk uygulamalarını bu hareket başlattı. Ailesi Yemen’den gelip Rey’e yerleşen Hasan Sabbah İsmaili davasını benimsedi. Hasan Sabbah ve İran İsmaililer’i, Mısır İsmaililerinden koparak Nizari kolunu oluşturdular.

Hasan Sabbah İran’da yoğun bir İsmaili propaganda yürütüyordu. Bu faaliyet Selçuklu baş veziri Nizâmülmülk’ün tepkisini çekti. Büyük vezir, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah ile birlikte okumuştu. Hasan Sabbah taraftarları Nizâmülmülk’ün emriyle acımasız bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. Bunun üzerine Kazvin yakınlarına giden Hasan Sabbah burada bulunan Alamut Kalesini 1090’da ele geçirir. Hasan Sabbah, Isfahan egemeni Ebu’l Fazıl gibi Selçuklu ileri gelenlerinden de destek görür. Kale 171 yıl boyunca hareketin merkezi olur. “Kurtarılmış bölgeler’in alanı oldukça gelişir. Hasan Sabbah öğretisine “davet-i Cedide” adını verir. Bu öğreti İsmailiye anlayışına bir müdahaleden ziyade çağımızda da etkili olan “kurtarılmış bölgeler” ve silahlı propaganda, ilk gerilla vuruşları pratiğini biçimlendiren bir yapıdadır.

Hasan Sabbah’ın fedailer örgütü, büyük bir gizlilik ve sabırla düşman saydıkları Selçuklu egemenlerini öldürürler. Fedailerin şiddetinden çekinen egemenler Sabbah ile gizlice iş birliğine yönelirler. Fedailerin korkusuzluğu onların haşhaş içmesine bağlanır. Ve onlara Haşhaşin denir. Haçlılar Haşhaşin’i, “assassin” biçiminde Frenk diline aktarırlar. Ancak Hasan Sabbah’ın tüm kişisel erdemlerine ve Fedailerin örgüt disiplinine rağmen hareket egemenler tarafından düşmanlarını tasfiye etmekte kullanılır. Oysa Hasan Sabbah ve Fedailer, çileci bir keşiş yaşamı sürerler ve dünya zevklerinden uzaktırlar.

Hasan Sabbah Alamut’a geldiği 1090’dan 1124 yılına kadar kale dışına çıkmaz. Oturduğu evden bile hiç ayrılmaz. Tüm zamanını oruç, dua gibi ibadetler ile okuma ve yazmaya ayırır. Kale, kütüphane ve rasathanesi ile ünlüdür. Hermesçi anlayışta birlik Yahudi kökenli olanları da Alamut’a çeker. Büyük Moğol veziri Yahudi kökenli Reşiteddin Alamut’tan çıkar. Sabbah kalede şarap içilmesini, müzikle uğraşılmasını yasaklar. Oğlu şarap içmekle suçlanınca öldürülmesini emreder. Diğer oğlunu da komploculuk gerekçesiyle öldürtür. Hasan Sabbah bir hanedanlık kurmaz. Ardılı Buzurg Ummid ise bir sülale kurar. Onun torunu Hasan ise Şeriat’ı ilga eder.

1164 Ağustos’unda Ramazanın on yedinci günü “kıyamet festivali” düzenler. Açık havada bir minber kurar, eyalet halkını toplar. Minber kıbleye ters yöndedir. Halk o gün şeriat görev ve yükümlülüklerinden azat edilir. Oruçlar bozulur, şaraplar içilir ve müzik çalınır. Bu İsmaili doktrinden kopuşu ifade eder.

Haşhaşin’in kurtarılmış bölgeleri Kuzistan ve Kazvin’dedir. Büyük toprak sahipleri olan Dıhkanlar ile toprağı işleyen yoksul köylüler arasındaki mücadelenin yoğun olduğu alanlarda Haşhaşin rahatça örgütlenir. İslâm döneminde Hürremiye biçiminde ortaya çıkan Mazdekçilik bu bölgelerde etkilidir. Mazdek kökenli Hürremiye, Haşhaşin’e uygun ortam sağlar. Isfahan ve Rey egemenleri Haşhaşin’in baskısı altındadır. Haşhaşin fedailerinin zehirli hançerleri Dıhkanlar’a korku salar. Ancak onların karşılığı da serttir. Rey egemeni Abbas, fedailerin kafataslarından minare yaptırır. Nizâmülmülk de fedai hançerinden kurtulamaz.

Dönemin en büyük suçlaması Batınilik ve Haşhaşin taraftarlığıdır. Onların Selçuklu devlet adamları arasında, kilit mevkilerde taraftarları olduğuna inanılır. Korku saltanatı egemenliğin özüdür. Bölgenin egemenlik sistemlerinin korku üzerine temellendirdikleri yönetim aygıtını kavramak açısından Haşhaşin pratiğine bakmak gerekir. Selçuklu sultanı Tapar baktığı her yerde Haşhaşin “teröristler”ini görür. Sanki dağ taş onlarla doludur. Tapar’ın bu yaklaşımı egemenlerin işine gelir. İç mücadelelerinde, rakiplerini tasfiyede ve halka baskı uygulamada Haşhaşin “teröristleri” propagandasından yararlanırlar.

Hasan Sabbah taraftarlarına karşı “askeri harekâtlar” yapılır. Alamut civarındaki Haşşaşin köyleri “yakılır.” Haşhaşın kâfir, zındık, dinsiz vs. terimlerle anılır. Büyük bir karşı-terör ve propaganda atağı başlatılır. Askeri harekâtlar sonucunda İbn Attaş gibi önemli liderler ele geçirilir. Bu arada Tapar’ın, Isfahan Emiri Haşhaşin’e karşı amansız bir mücadele veren vezir Sadülmülk’ü Haşhaşi olmakla suçlar. Vezir, Isfahan kapısında asılır. Oysa Hatibi, Haşhaşin reisi İbn Attaş ile yazışmakta ve iş birliği yapmaktadır. Savaşın temsil ettiği kesimin lehine gelişmesi için Habibi’nin bu yazışmaları gerekmektedir. Hatibi, devletin başında bulunan Sultanın “tehdit” saptamasını besler. İş öyle bir hal alır ki, “Batıniliği, hatmiden başkası bilmez” diyerek, bir Haşhaşiyi “itirafçı-ajan” olarak kullanır. Isfahan, Haşhaşin mücadelesinde “olağanüstü” önemli bölgedir. Isfahan reisi Hatibi, Haşhaşin “itirafçı-ajan”a, temizlemek istediği yüz Selçuklu memuru ve Isfahan eşrafının adını ezberletir. “İtirafçı-ajan” “Haşhaşinden kimleri biliyorsun?” diye sorulunca bu isimleri verecektir. Plân başarıyla uygulanır ve ihbar edilen ileri gelenler öldürülür, hapse atılır, evleri dağıtılır.

Haşhaşin hareketi Selçuklu egemenlik düzeninin dönüşüm, tasfiye, iç çatışma süreçlerinde temel bir unsur haline getirilir. Kesin darbeler vurma fırsatına rağmen bu imkânlar kullanılmaz. Örneğin, Sultan Tapar’ın oğlu Mahmut’un kudretli veziri Dergüzini’nin, köylü kökenli oluşu, Mazdek-Babekçi bir yapıdan geldiği gerekçesiyle Hasan Sabbah’la iş birliği yaptığı ileri sürülür. Ancak bu kökenin egemenlik sisteminin zirvesine yükselişte en büyük engel olduğu unutturulur. Sultan Sancar’ın en çok güvendiği bir ismin Haşhaşin iş birliği, onun kökeninden ziyade Selçuklu Devleti’nin stratejisi ile ilgilidir.

Sancar, Dergüzini’yi hem Irak Selçuklularına, hem de kendisine vezir atar. Haşhaşin yandaşı sayılan vezire Sancar, üstünü dilediği gibi doldurabileceği imzalı fermanlar verir. Sancar ve Dergüzini döneminde Haşhaşin’e olan baskı azalır. Yıllar sonra Alamut Kalesi’ndeki belgeleri inceleyen Cuveyni, orada Sancar’ın fermanlarını bulur. Fermanda Sancar, Haşhaşin’i okşayıcı bir dil kullanır. Hatta Kuiş bölgesinde onlara ait arazinin vergi gelirinden Haşhaşin’e yüklü bir ödenek bağlanır.

Büyük Selçuklu Hükümdarı ve veziri Dergüzini, Haşhaşin’in fedai hizmetlerinden yararlanırlar. Dergüzini Haşhaşin desteği sayesinde tüm düşmanlarını tasfiye eder. Özellikle Haçlılara karşı verilen savaşta parıldayan komutanlar ortadan kaldırılır. Görünüşte hançeri saplayan el “terörist” Haşhaşin fedailerinindir. Ancak, Dergüzini’nin, Musul’da Haçlılara karşı savaşın önemli ismi Aksungun el-Porsuki’yi Cuma namazı kılarken fedailere öldürttüğü, o dönemde dahi herkesin bildiği bir “sır”dır. Haçlı ile Dergüzini ilişkilerinin boyutu ve bunun Selçuklu egemenlerinin çıkarlarıyla bağlantısı bir yana, Suriye Haşhaşin’i menfaatleri gerektirdiğinde Haçlı’yla iş birliği yapar. Haçlı ile Selçuklu, Haşhaşin ilişkisi onları birbirine yaklaştırır.

Suriye Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tutuş’un oğlu Halep egemeni Rıdvan’ın açık desteğiyle Haşhaşin bölgeye yerleşir. Hareketin Suriye propaganda merkezi yine Rıdvan’ın emriyle Halep’te kurulur. Rıdvan, fedailerin hizmetlerinden ve askeri gücünden yararlanır. Savaşa tutuştuğu Atabeyini Haşhaşin fedailerine öldürtür. Sultan Tapar’ın baskısıyla Haşhaşin liderini Halep’ten çıkarırsa da iş birliğini sürdürür.

Haçlılara karşı mücadeleden yana olan Selçuklu yöneticileri, Haşhaşin fedaileri tarafından yine Selçuklu egemenlerinin yönlendirmesiyle katledilir. Rıdvan Haçlı’ya karşı savaşan komutanlara göz açtırmaz. Haşhaşinler Rıdvan ölünce merkezlerini Halep’ten Şam’a taşırlar. Şam egemeni Tuğ-Tekin’in isteği doğrultusunda fedailer, Haçlı’yı yıldıran Selçuklu komutanı Mecdud’u 1113’te Şam’da hançerlerler.

Selahaddin Eyyubi, Frank istilacılarla olduğu kadar Haşhaşin’le de savaşır. Selahaddin Eyyubi’ye 1176’da suikast düzenleyen fedailer onu bile yıldırırlar. Bu suikastten kıl payı kurtulan Selahaddin onlarla mütareke yapar. Haşhaşin artık sahip olduğu gücü ve gerilla örgütünü pazarlamaktadır. Aslan yürekli Richard bile fedai hizmetlerinden yararlanır. Sür Markisi, Richard’ın isteği üzerine fedailer tarafından öldürülür. Halifeler bile rakiplerini yok etmekte fedaileri kullanırlar. Halife Nasır, Harzimşah valilerini öldürtmek için Alamut’la anlaşır. Selçuklu egemenleri, Haçlı ile örtük bir uzlaşma temelinde onlara karşı mücadele etmemenin mücadelesini “terörist” Haşhaşin ile savaş nedenine bağlayarak meşrulaştırırlar.

Ancak, hareket, Selçuklu egemenlik sisteminin işleyiş dinamiklerindeki iç çelişkilerin bir parçası haline gelir. Bu “terörist” tehlike egemenler tarafından abartılarak, dikkatler Haçlı istilasından başka yönlere çekilir. Haşhaşin, özellikle zayıf düştüğünde askeri harekâtlar yavaşlatılır. Haşhaşin’e yönelik “barış” siyasetinin mimarı Sultan Sancak’tır. Haşhaşin’le uzlaşmasını eleştiren Halifenin vezirine yazdığı mektupta onlara neden “aman” verdiğini özetle şöyle açıklar:

“Bütün cezalandırmalara karşın, bunca insanı ve komutanları öldürdüler, yolları güvensiz kıldılar, Müslümanları doğru yoldan çıkardılar, kervanları vurdular. Halktan ve ileri gelenlerden şikâyetler yükseldi. Bunların isteğiyledir ki, bu köpeklere, kendi yollarına adam kazanmaktan vazgeçme, büyük kentlerden uzak durma, yolları güvenli tutma koşuluyla aman verildi. Daha önce onlar bütün Müslümanları yıldırdıklarından, halk, isteyerek ya da korkarak, mezheplerini kabul edecekti. Aman ile bu tehlike önlenmiştir. Anlaşmadan beri, kimse onlara sığınmamıştır, onlarda kendi yollarına devam etme gücü kalmamıştır. Aksine Batınilere sığınan ve katılan birçok kimse dönmüştür.” (12)

Sancar gerçekleri çarpıtır. 1258’de Moğolların Bağdat seferi öncesinde girdikleri Alamut’un arşivlerinde tarihçi Cuveyni’nin gerçekleştirdiği araştırmalar, Selçuklu Devleti’nin, Haşhaşin “terörist”leri ile yaptığı gizli yazışmaları ortaya çıkarır. Bu gizli diplomasi, önemli fonların Haşhaşin’e aktarılması yanında, egemenlerin istedikleri zaman itibarlarını yükseltecek tarzda “ateşkes”lerin yapılarak, eylemlerin durdurulmasını sağlayacak niteliktedir. Ayrıca Haşhaşinler’in bu siyaset sonucunda taraftar yitirdiklerine ve zayıfladıklarına ilişkin olarak Sultan Sancar’ın Halife’ye verdiği bilgiler gerçeğe aykırıdır. Çünkü Haşşaşin hareketi daha sonraki eylemleriyle Selahaddin Eyyübi gibi gözü pek bir önderi bile geriletecek güçtedir.

1258’deki korkunç Moğol saldırısı olmasaydı askeri ve siyasi varlığının egemenlik sistemi içindeki çıkar grupları ile bütünleşmesi sayesinde hangi boyutlara ulaşacağı meraka değer. Diğer yandan Haşhaşin hareketinin egemenlik sistemi ile ilişkileri, gizli diplomasi ve tasfiyelerde suç ortaklığı, dünya görüşlerini birbirine yaklaştırır. 1210 yılında Alamut’taki Haşhaşi lideri Celaleddin, İsmaili doktrinden koparak, “İslâm’a dönüş” kararı alır. Düzenin ilkeleri harekete dayatılır. Fedailere “İslâm olacaksınız, şeriata uyacaksınız” emri verilir. Halife Nasır, onların “İslâm olduklarını” kabul eder. Şeref ünvanları yollar, her ülkeye İslâmlığın tanınması hakkında fermanlar gönderir. Bunlara “nev-müslüman” denilir. Yeni Müslüman Celaleddin, anasını Mekke’ye hacca yollar, camiler yaptırır. Horasan ve Irak’tan din bilginleri getirir. İnkârı öyle noktalara vardırır ki, atalarının bazı kitaplarını yaktırır. Bu yeni Müslümanlar, Halife safında Harizmşahlar’a karşı savaşırlar. Halifeden ikta eyaletler alınır.

Celaleddin uzlaşmada sınır tanımaz, ancak onun ölümüyle 1221’de korkudan İslâm olanlar eski inançlarına dönerler. 1258 Seferinde Hülagu Alamut’u yakar, yıkar, binlerce Haşhaşin katledilir. Bölgesel egemenlerle çelişkili birlik politikası ekseninde büyük yoğunluğu olmayan, sınırları belirli bir savaş yürüten Haşhaşin, dünya ölçeğinde imparatorluk stratejileri olan yıkıcı bir gücün jeopolitik hesapları karşısında darmadağın edilir. Bağdat ve Akdeniz’ e yürüyen Hülagu için gerisini güvenliğe almak önemlidir. Bu strateji fedailerin sonu olur.

Hareketin askeri yapısı parçalanır ancak Alamut İsmailiyesi tasavvuf “hırka”sına bürünür ve gizlenir. Bunun tasavvuf ve genel olarak İran’daki manevi hayat üzerinde etkisi büyük oldu. İsmaililerin kendilerinden saydıkları tasavvuf üstatları yetişti. Bunlar, Senai, Ferideddin-i Attar, Mevlâna Celaleddin-i Rumi, onun en yakını olan ve Alamut’ta yetişen Şems-i Tebrizi’dir.

1200’lü Yıllara gelindiğinde Hermesin öğretisini yayan kadim bilgilerin ve surların, en önemli taşıyıcısı ve merkezi Alamut’tu (Yahudi Kabalasını da besleyen Hermesçilik ve Bâtıni akımlar, Yahudi ticaretinin merkezlerinden olan Mevlâna’nın babasının ve kendisinin doğduğu Belh şehrinde de oldukça etkiliydi. Ayrıca tekrar etmekte yarar var; Moğol-İlhanlı veziri ve Anadolu’yu sömürgeleştirmede önemli role sahip muazzam bir servete hükmeden Reşiteddin de Alamut’ta yetişti. Mevlâna’nın Moğollara meşruiyet sağlayan çizgisinde Hermes-İbrani-Kabala-Platon-Pisagor-Bâtıni seçkinciliğinin gizemli egemenlik kodlarının, “diyalog” esaslarının etkisi “karanlıktır.”

Ancak bu isimlerin kesişme noktaları büyük açıklıklar sunuyor. Küçük bir azınlığın insanı merkez alan ve Tanrıyı da istedikleri ölçüde ehlileştirerek, yaptıkları tanımlara hapsederek, yeryüzünün ve gökyüzünün gizemlerine hâkim olma ayrıcalıkları temelinde kendilerini tanrısal bir hiyerarşinin özü olarak sunmaları bunların ortak noktalarıdır. İnsan tanımının merkezine kendi egemenlik ilişkilerinin ölçütlerini yerleştiren “din padişahları” köklerini piramidal Mısır toplumu ve “seçilmiş’lik kurgusuna dayalı Yahudi geleneğinden çıkarmışlardır.

Ancak, onların bu eşitlikçiliğe aykırı, egemenlik sistemleriyle bütünleşen, mertebenin üstündeki konumlarını hikmet adı altında sabitleyen statüleri sadece Peygamber veya Hz. Ali soyundan gelmeyle açıklanacak bir meşruiyet kaynağı sunmaz. O zaman da devreye, bin sopa vurularak katledilen Hallac-ı Mansur, derisi yüzülen Nesimi’nin bu yiğit, inanç dolu erdemlerinin tasavvuf harcına karılarak, uzlaşmacılığın, egemenlik sistemine biat etmenin üzerinin ustaca örtülmesi anlayışı sokulur. Tüm ayrıntılar, çelişkiler, ayrımlar silinerek ortada egemenlik sistemlerini, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri edilgen bir tutumla “sevgi” ve “hoşgörü” adına kölece boyun eğerek kabullenen bir “insan” yanılsaması bırakılır. Bâtıni olanın ihtilâlci yorumu ise tüm militanlığına yoksul kitlelerin sahip çıkmasına rağmen Alamut gibi bir örnekte dahi rehabilite edilir. Aklı ve ruhu egemenlik sisteminden özgürleştirmeyen radikal eylem çizgisi kiralık fedailiğe varır. Tasavvuf ayrıştırılamaz, Yahudi Kabalası ve Hermesçi-Platoncu-Pisagorcu çizgide eşitsizlikçilik katarına bağlanır.

Şeyh Bedreddin

Üzerinde duracağımız diğer akım ise Şeyh Bedreddin hareketidir. Timur’un 1402’de Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunu dağıtması neticesinde büyük bir iç savaş başladı. Yıldırım’ın oğulları Küçük İsa, Musa, Mehmet, Büyük İsa ve Süleyman arasında çatışma patlak verdi.

Beyazıt’ın oğullarına koyduğu isimler oldukça ilginçtir.

Osmanlı’yı İslâm Devleti olarak görenler açısından dikkate değer sorular ortaya çıkacak niteliktedir. Timur, bu şehzadelerden hiçbirini sultan ilân etmedi. Kardeşler taht savaşına girdiler. Bu savaş, kısa sürede birbiriyle çelişen sosyal ve siyasal hareketler tarafından desteklenen bir boyut kazandı. Osmanlı Hanedanı’nın en yaşlısı olan Süleyman’ı, Timur Rumeli Beylerbeyi olarak atadı. Süleyman, Anadolu’da pusuda bekleyen kardeşlerine boyun eğdirecek duruma gelmek için Venedik, Cenova, Bizans İmparatoru, Hospitalier Şövalye Tarikatı ile anlaştı. Süleyman Bizans’a 1403’te yaptığı iki anlaşma ile büyük miktarda toprak ve Osmanlı’nın fethettiği kaleleri geri verdi. Artık imparatorun izni olmadan hiçbir Türk gemisi Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyecekti. Süleyman neredeyse süzeren-vassal ilişkisi çerçevesinde İmparator Manuel’in kendisine “oğlum” diye hitap etmesini kabul ediyordu. Bizans Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışacak duruma geliyordu. Bu arada Hıristiyan olan Küçük İsa ise İstanbul’a kaçtı.

Mehmet ile Süleyman çatışması ise Musa’ya yaradı. Musa’nın çevresinde köylüler, akıncılar, göçebeler bulunuyordu. Musa, halk sever bir görüntü çizdi. Müşkül zamanlarda yoksul halk kitlelerine dayanan egemenler geleneğine uygun davrandı. “Ne zaman ortalarda görünse çevresine yumuşak kalpli ve cömert davranıyordu, tıpkı dindarlık maskesi altındaki yalancı bir ermiş gibi.”

Musa yoksul kitlelerin inatçı direnişini yanına alarak Süleyman’ı iyice köşeye sıkıştırdı. Süleyman ise yine egemenliğini tehdit altında gören hükümdarların tipik tavrıyla Rumeli’deki tüm Osmanlı topraklarını Bizans İmparatoru II. Manuel’e sundu. Feodal aristokrasi Süleyman’dan yüz çevirince yalnız kaldı ve 1411’de Hıristiyan köylüler tarafından öldürüldü. Musa ise kardeşinin intikamını almak için köylüleri evleriyle birlikte yaktı. Musa, Feodal Türk aristokratlarının yanı sıra Sırbistan’daki Osmanlı yanlısı feodal partinin önderlerini de öldürttü. Musa, Balkanlar’da, Anadolu’dan gelen göçebe ve yarı-göçebeler için yerleşim imkânları da sağladı. Bu arada Şeyh Bedreddin’e Kadıaskerlik görevi verdi. Ancak 1413’te kardeşi Mehmet ile iş birliği yapan Balkan feodalleri tarafından çembere alınarak öldürüldü. Musa’nın bu savaşını yüksek soylular ile anti-feodal unsurlar arasında bir mücadele biçiminde ele almak gerçeği zorlamak olur.

Musa, Osmanlı Hanedanı’nın bir üyesiydi. Hedefi imparatorluğun restorasyonu ve tek başına hükümdarlıktı. O kendini bir “pleb” tabakasının lideri ve sınıfsız toplum kurmaya aday bir ihtilalci olarak görmüyordu. Musa, feodal düzeni kaldırmak değil, bazı değişikliklerle onarmak niyetindeydi.

Musa bu programıyla, kendi sınıfından ve hanedanından kopmuyordu. Ancak, kendinden sonra da defalarca yönetici sınıflar tarafından uygulanacak bir yöntemle, öndersiz kalan muhalif halk tabakalarını harekete geçiriyor, onları kendi politikası doğrultusunda sürüklüyordu. Nitekim sonraları Fatih Sultan Mehmet yüksek feodal aristokrasiyi şiddet ve müsaadeler yöntemleriyle alaşağı etmek isteyecekti.

Musa’nın Kadıaskeri Bedreddin Dimetoka’dan pek uzak olmayan Simavna’da Gazi İsrail’in oğlu olarak 1358’de doğdu. Şeyh’in dedesi III. Alaaddin Keykubad’ın yeğenlerinden biriydi.

Bedreddin Mısır’da eğitim gördü. Mısır sadece medrese ilimlerinin değil tasavvufla ilgili konuların da tartışıldığı Kahire’deki eğitim merkezleriyle tanınıyordu. Irak, Anadolu, Suriye, İran ve Kuzey Afrika’dan Kahire’ye birçok “tasavvuf eri” geliyordu. Bedreddin Mısır’ın yanı sıra Konya, Tebriz, Edirne’de de bulundu. Bedreddin Mısır’da Maria adlı Hıristiyan bir cariyenin kız kardeşiyle evlendi. Babası İsrail de, Dimetoka beyinin Hıristiyan kızı ile evlenmişti. Bedreddin’in annesi olan Melek inançlarını büsbütün bırakıp Müslüman olmuş mudur bilinmiyor ve büyük bir önem taşımıyor. Önemli olan büyük tablonun niteliğidir.

Şeyh Bedreddin’in düşüncesinde ilkçağ Anadolu ve Platoncu Yunan düşüncesinin izleri vardır. Özellikle Yeni-Eflâtunculuk, başta tasavvuf olmak üzere tüm doğu düşüncesinde etkilidir. İlkçağ Anadolu inançları ise Mısır- Mezopotamya kaynaklı bir din olan İbranilik’ten oldukça etkilendi. “İlk tek tanrıcı din olan İbrani dininin doğup geliştiği, yayıldığı bölge insanlarının Anadolu ile olan alış-veriş ilişkileri, ilkçağ boyunca savaşları bellidir.

Özellikle Hitit- Urartu-Mısır-Asur gibi İlkçağ uluslarının karşılıklı ilişkileri, gelip geçiş yolları inanç kaynaşmalarını kolaylaştıran bir yapıdadır. İbrani dininin yasalarını, kurallarını oluşturan inanç varlıklarının izlerini eski Babil toplumunda buluruz. Hammurabi yasası ile Tevrat’ın ünlü On Buyruk’lu arasındaki tıpkılık gelişi güzel bir olay değildir. İbrani dini çok tanrıcılıkla tek tanrıcılığın karışımından oluşan, insanın tanrılığını tanrının insanlığına dönüştüren, ilkçağ inançlarını yeni bir anlayışa göre yoğuran, ne kesinlikle çok tanrıcı, ne de kesinlikle tek tanrıcı bir dindir. Onun bu iki inanç kurumu arasında bir yeri vardır. Tanrı ile konuştuğu söylenen Musa ile gene tanrı ile sıkı ilişkiler içinde bulunduğuna inanılan Babil kralı Hammurabi arasında ayrılık değil inanç yakınlığı vardır.” (13)

Anadolu İbrani inanç birikimi, Babil, Sümer, Hitit gelenekleri ve Hıristiyan akımların etkisiyle oldukça erken dönemlerde tanıştı. Diğer yandan İbrani tarikat gelenekleri de Anadolu’ya aktı. Aseyi Tarikatı (İ.S. 150’de kuruldu), Reşabit Tarikatı (İ.S. 860), Taraput Tarikatı, Suduki Tarikatı (İ.S. 248’de kuruldu.), Samri Tarikatı, Hahami Tarikatı, Furusim Tarikatı, Şazdım Tarikatı başlıca İbrani tarikatlarıdır. Anadolu’nun güney komşularında, çoğunlukla Filistin, Suriye, İskenderiye’de geliştirilen bu İbrani Tarikatları Güneydoğu Anadolu’da da etkili oldular. İbrani ve Hıristiyan tarikatları Anadolu’da İslâmiyet’ten önce örgütlendiler.

Dolayısıyla Bedreddin’in düşünsel oluşumunda İlkçağ Anadolu’sunun izleri bizi bu etkilere kadar taşır. Ayrıca Bedreddin, Tebriz’e, Şii, Safevi tarikatının öncüleriyle tanışmak için gitti. Daha önce Aksaray’da Safevi Şeyhi Ali’nin öğrencilerinden biri olan Şeyh Harnid Bin Musa’yla görüşme imkânını buldu. Şeyh, Safevilerden oldukça etkilendi. Özellikle Mehdilik bilincinin oluşumunda Safevi etkisi belirgindir. 1405’te Kütahya yakınlarında Torlaklarla karşılaştı. Osmanlı kaynaklarında “vahşi” olarak nitelenen bu Türkmen topluluğu onu Mısır’da ve Tebriz’de saray eşrafı arasında yaşamakla suçladılarsa da sonunda Bedreddin’i kendilerine Şeyh olarak kabul ettiler.

Bedreddin daha sonra Bursa’ya gitti ve çevresi tüccarlar ile zanaatçılar tarafından sarıldı. Şeyh egemen çevreler arasındaki yaşamını sürdürdü. Karaman beyi ve Musa ile tanıştı. Şeyh, hasmı olmayan İbn Arabşah’ın da belirttiği gibi dünyevi iktidar talep ediyordu. İç savaş koşullarının uygun ortamı ve “eza-cefa çekenler”in toplumsal özlemleri ona alan açıyordu. O egemenlik istemlerini, Osmanlı öncesi bir geleneğe dayandırıyor ve bu istemler, Bedreddin’i bunca hınç duyulan Osmanlı Hanedanı’yla akraba olmak gibi bir sorundan kurtarıyordu. Şeyh, siyasal meşruiyeti ile dinci önderlik bilinci arasında sağlam bağlantılar kuruyordu. Deli orman bölgesinde Bedreddin, “gelin, bundan böyle tek sultan benim, sultanlar bana bağlı. Kim sancak istiyorsa gelsin. Kim subaşılık istiyorsa verelim. Kimin dileği varsa bize gelsin” diyordu.

Bedreddin sadece Türkmenler, köylüler ve işsiz savaşçılardan değil, Kadıasker olarak tımar dağıttığı sipahilerden de destek görüyordu. Bedreddin Sırbistan ve Bulgaristan’daki Hıristiyan küçük soylulara da dayanıyor, gazilik, cihad kavramlarını bir kenara bırakıp “hoşgörü” anlayışını ön plâna çıkarıyordu. 1416’da Anadolu ve Rumeli’de devlete karşıtlıkta birleşen iki hareket vardı: Börklüce Mustafa’nın başkaldırısını halka dayandıran radikal hareketi ile Bedreddin’in ılımlı feodal nitelikteki çıkışı. Şeyh, Börklüce ve taraftarlarının dizginlerinin kendi ellerinde olduğunu egemenlere gösterme taktiğini izledi. Ancak Börklüce Mustafa 1416’da kuşatıldığında Bedreddin kaçıp Kastamonu’da İsfendiyaroğlu’na sığınıyordu. I. Mehmet’in savaş cephesine sürdüğü Rumeli ve Anadolu ordusu Börklüce ve taraftarlarını ezdiler. Börklüce Efes’e getirildi ve çarmıha gerildi. Börklüce ile Bedreddin İznik’te birbirlerinden ayrılmışlardı.

Bedreddin çok gezip görmüş, oldukça kültürlü bir din bilginiydi ve devletin güç dengelerini iyi tanıyordu; ayrıca Kadıaskerlik gibi son derece yüksek bir görevde bulunmuştu. Egemen sınıfın üyesiydi. Bedreddin, isyanını devlet adamı tecrübe, yöntem ve birikimiyle hazırlıyordu. Onun kafasında radikal bir eşitlik ideali ve komünizm anlayışı elbette yoktu. Ayrıca, dünya görüşü seçkin kişilerin gizemler üzerindeki üstün bilgilerinin onlara üstünlük ve yönetme ayrıcalığı verdiğine inanılan Hermesçi-İbrani-Yeni-Platoncu-Bâtıni akış çizgisinde biçimlenmişti.

Şeyh Bedreddin, “tüm feodal toplumu yadsıyan bir devrimci” değil, reformcu bir düzen adamıydı. I. Mehmet’i devirmenin yolunun, sipahileri kendi yanına çekmekten geçtiğini biliyordu. Bunu, sipahilere eşitlik önererek değil toprak vaadinde bulunarak yapabilirdi. Öyle de oldu. Rumeli’de Hıristiyanlara karşı “hoşgörü” gösterme konusunda farklı gerekçelerle Börklüce Mustafa ile aynı düşüncedeydi. Devletin siyasal ve askeri ağırlığı Rumeli’de bulunuyordu. Hıristiyanlarla ilişkiler düzenlenmeliydi. Bu ise gaza, cihat, haraç ideolojisi temelinde yapılamazdı. Bedreddin çağına göre ileri bir reformcuydu ama devrimci değildi. Geniş çaplı “hoşgörü” düşüncesi, Hıristiyan-Müslüman çerçevede bir devlet sisteminin temeliydi. İslâm-Hıristiyan toplumlar sentezi ekseninde yöneten-yönetilen ilişkileri “hoşgörü” ilkesine göre düzenlenecekti. Sınıfsal egemenliğin kaldırılması doğrultusunda bir önerisi yoktu.

Bedreddin sömürünün hafifletilmesini, yoksul insanların daha iyi koşullara kavuşturulmasını savunuyordu. Ancak bunlar, tepeden gelme reformlarla ve sistemin temelleri korunarak yapılmalıydı. Şeyh Bedreddin’de devrim, ortak mülkiyet anlayışı yoktu. Islahat ve yenileştirmek vardı. Akıncı, Yörük, Hıristiyan reayadan oluşan taraftarlarının onun fikirlerinin reformcu özünü ne ölçüde kavradıkları belirsizdir. Ancak egemenlerin Şeyh’i kendilerinden saydıkları bellidir. 18.12.1416’da Serez’de asılan Şeyh’in infaz biçimi bu savı kanıtlar niteliktedir. Bedreddin yüksek soylu geçmişine yakışır bir tarzda, kanı akıtılmadan infaz edilir. Sultan bu din bilgini Şeyh hakkında hüküm verme cesaretini bulamadı. En önemlisi ise idam kararı mallarının müsaderesini getirmedi. Şeyh sınıf egemenliğini kaldırmayı düşünmediği için, işkence ve cellat kılıcı ona reva görülmedi. Sultanlık tacını ele geçirmeye çalışmanın cezası ölümdü. Şeyh, tüm bunlara rağmen ulema çevrelerinin gözünde daima bir bilgin ve tasavvufçuydu.

Buna karşılık Börklüce Mustafa radikal devrim yolunu seçti. Onun eşitlikçi talepleri 5. ve 6. yüzyıllarda İran’da ve İlhanlı Devleti’nde 14. yüzyılda patlayan Serbedarlar hareketiyle benzerdi. Mustafa, “hoşgörü” düşüncesini, yüksek İslâm çevrelerindeki dini egemenlerin taktik tutumlarından aldı. Militan köylü ve göçer grupları din eşitliği ilkesiyle bir arada tutuluyordu. Ancak, Börklüce Mustafa taraftarları için din eşitliği talebi sosyal eşitlik talebine dönüştü. Eski düzeni devirmeden eşitliği gerçekleştirmenin imkânsız olduğu görüldüğünden sınıf mücadelesi ile hoşgörü yan yana yürüyordu. Ancak bu anlayış ağdalı doktriner çizginin dışında sosyal-siyasal pratiğe dayalı bir yaklaşımdı ve egemenlerin faydacı taktiklerinin dışındaydı.

Eşitlik inancı, aynı zamanda Mehdici nitelik taşıyordu. Çünkü eşitliğe giden kurtuluş yolunu sadece Tanrının koruduğu bir önder ya da Mehdi açabilirdi. Bu denetim dışı başkaldırılar ve hareketler sadece şiddetle ezilmedi; aynı zamanda egemenlik sisteminin örgütlediği, sözde adalet, eşitlik ve hürriyetten yana görünen zincirlerle bağlandı. Mehdi inancının içi boşaltıldı ve eylem potansiyeli kurutularak evcilleşmesi sağlandı. Ezilenler için değil egemenlerin meşruiyet, birlik, ideoloji, yönetim ihtiyaçları doğrultusunda dinsel “hoşgörü” söylemleri geliştirildi. Bu yapılar tekkeleşti, tarikatlaştı, mertebeleşti. Allah’ın yeryüzündeki düzenini kılıç yoluyla kurmak için tüm yoksulların Mehdi etrafında birleşmeleri fikri, belleklerden lazımdı. Bu kurtuluşun, Allah’ın tüm kullarını kapsaması anlamında farklı dinlerden insanları bütünleştirmesi ise ezenlerin hizmetinde kof bir hümanizmaya kurban edildi.


Notlar

1- Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, Güven Matbaası, sf. 6.

2- Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar, Çev: Yılmaz Öner, İst. 1998, Belge Yay., Cilt: II.

3- Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, İst. 1994, Tekin Yay.

4- Ömer Lütfü Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İst. 1980, Gözlem Yay., sf. 133-134.

5- M. G. S. Hodgson, İslamın Serüveni, Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, İst. 1993, İz Yay.

6- XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’nin Geçirdiği İktisadi Buhranların Sosyal Yapı Üzerindeki Tesirleri, (Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferansı), İst. 1964, sf. 27.

7- Halil Sahillioğlu, İzmir Limanı İhracat Gümrüğü ve Tarifesi, 1968, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, s. 8, s. 53.

8- Adel Allouche, Osmanlı-Safevi İlişkileri, Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmet Emin Dağ, İst. 2001, Anka Yay., sf. 90.

9- Adel Allouche, Osmanlı-Safevi İlişkileri, Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmet Emin Dağ, İst. 2001, Anka Yay., sf. 102.

10- Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, İ.Ü. Edebiyat Fak., Tarih dergisi, 17 Mart 1967, sf. 49-78.

11- Adel Allouche, Osmanlı-Safevi İlişkileri, Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmet Emin Dağ, İst. 2001, Anka Yay., sf. 125.

12- Altan Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. II, sf. 226-227.

13- İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidat, İst. 1987, Der Yay.


Türkler ve Kürtler, Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, 1. Basım, Eylül 2005, Bağdat Yayınları.