“Sonraki, Sonrası” ya da “sonra”, “önceki, öncesi” ya da “önce” olandan bir kopuş anlamına gelmiyor. “Ön doğru” olarak kabul ettiği eskisinin aslını bozmadan onararak yenilemek fikrinden hareket ediyor. Bu anlamıyla “post” ön eki bir postulata dönüşüyor. Bir de “neo” ön eki var ki, o da ne kadar “yeni” anlamına gelmesiyle bilinse de, bilinen bir bileşiğin yapısının bilinmeyen bir hale dönüşmesinin ifadesi haline geliyor. Yani “önceki” ve “sonraki”nin eşit orandaki bileşiminin bir (izomeri) “yeni” algısı yaratmasıyla sonuçlanıyor. Modernizmin önüne gelen “post” ve liberalizmin önüne gelen “neo” eklerinden anlamamız gereken budur. Hatta post-neoliberalizmde de bu sürekliliği gözlemlemek mümkündür.
Liberalizmin “Ön doğru”ymuş (postulat) gibi farklı elbiseler giydirelerek sürekliliği bozulmadan tarih sahnesinde gezdirilmesinin yarattığı ve yaratacağı sorunların bilinmesine rağmen bu ısrarın nedeni ne? Üzerinde ısrar edilen bu sermaye sınıfının tezleri kendi tekelleşmesiyle özel mülkiyetin de sonunu hazırlayacaktır. Üretimin toplumsallaşması ve mülkiyetin merkezileşmesi arasındaki çelişki kapitalizmin bunalımını körükleyecektir. Bu ekonomik çıkmaz siyasal olarak mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini kaçınılmaz kılacaktır (Marx). Sanayi ve tarım arasındaki denge bozuldukça ve bir de bunun üzerine finans sermayesinin tekelleşmesinin sonuçlarıyla kapitalizm, anarşizan yapısıyla kendini de kontrol edemeyen vahşi bir hayvana dönecektir. Haliyle etki de tepkiyi doğuracaktır.
Bu etki ve tepki ikilisine 19. yüzyıl liberalizminin refleksi “post” veya “neo” ön ekleriyle olamamıştı. Liberalizm kaçınılmaz krizini yaşarken 20. yüzyılın başında sermayenin merkezi bürokraside cisimleşen iktidarını, tarım ve sanayide kamulaştırma hamlesiyle dağıtan Sovyet modeli, kapitalizmi taviz vermeye zorlamıştı. Keynes, devletin özel girişimle eşgüdüm sağlaması gerektiğini, tüketim eğilimi ile yatırım güdüsünü uyumlulaştıracak bir kamusal denetim tesisinin ekonomiyi tümden kamusallaştırmaktan koruyacağını yazmıştı. Kalkınmacı model ile vahşi hayvan gibi saldıran liberalizm savunmaya geçmek zorunda kaldı. Kapitalizmin merkezi artık “gelişmekte olan ülkeler”e bu modeli öneriyordu.
Sanayi politikasında serbest rekabetçilik ile korumacılık ikilemi, sanayileşmenin tarihsel gelişiminde ilkesel bir liberalizm-devletçilik ikilemine denk düşmemektedir. Daha ziyade tekelci kapitalizmin hiyerarşisinde tırmanmanın farklı zamanlarda tercih edilen stratejileridir. Liberalizmin tarih sahnesine bir ön ek alarak dönüşünün öncesinde bir geçiş aşaması sağlaması olarak planlanmıştır. Yani tümüyle kamulaştırma tehlikesine karşı bilinçli olarak üretilmiş ve sonra yine bir gürültülü kampanya ile tedavülden kaldırılma işlemi uygulanmıştır. Tarihin çöplüğüne yollanırken de sermayenin bilinçli olarak verdiği bir taviz modeli olan bu ekonomik model, sanki sosyalizmin bir icadıymış gibi gösterilerek “sosyalizmi yıkıyoruz” sloganlarıyla tersinden bir domino taşları teorisinin gösterisine dönüştürülmüştür. Sanki dünya daha önceden küresel değilmiş gibi bir algıyla, “sınır tanımayan”lar yanılsaması üzerinden sözde korumacı ekonomi modelindeki iç pazarlar sınırsızca bir barbar akınına uğramıştır.
Ekonominin tümüyle kamusallaşmasına karşı geliştirilen devlet ile özel teşebbüs arasındaki dengeye dayalı model, halklara geçici ve görece sosyal haklar da vermiştir. Bütün bunların fırtına öncesi sessizliği sağladığını söyleyebilmek çok zor. Ekonominin tümüyle kamusallaşması taleplerinin baskısının artışına karşı, kapitalizm sadece ordusunu ve polisini sahaya sürmekle kalmamış, NATO karargahlarının planlamasıyla organize edilen milliyetçiler, muhafazakarlardan oluşan paramiliter güçlerle birlikte sosyal demokrasinin kurmaylarını da alanlara sürmüşlerdir. Tırmanan gerilimin ürünü ise, liberalizmin o muhteşem geri dönüşünü sağlayacak olan darbeler atmosferinin yaratılması olmuştur. Darbelerin pazarlanmasındaki temel slogan “devrim”di. Evet, bu kanlı bir devrimdi. Ama bu bir karşı devrimdi. Uzun süre kârlarındaki düşüşten huzursuzluk duyan patronların şöleniydi adeta.
Sonrası mı? Sınıf mücadelesi dinamiklerinin sermaye sınıfını tavizler vermeye yönelten ekonomik, siyasal, sosyal programların “totalitarizm”, “özgürlük düşmanı” olarak nitelendirilerek mahkum edilmesi ve kamusal alanın tümüyle özel girişim yönünde yapılandırılması. Büyük resim açısından ise, yeni sömürgelerin yeniden sömürgeleştirilmesi süreci. Görece sınırların görünmez elinin vekili olan uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD) gibi ulusüstü kurumların görünür direktifleriyle yürüyen yapısal uyum sürecinin sürdürülemezliği ortadadır artık.
Hükümetlerin bu emperyalist kurumlarla yürüttükleri pazarlıklar esnasında da toplum, “demokrasi”, “sosyal haklar”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, “kimlik talepleri” gibi beklentiler içine sokularak AB illüzyonu ekseninde tutulmuştur. Ama 70’li yıllardan beridir ağır yürüyen yapısal uyum sürecinin AKP hükümeti döneminde sert bir şekilde hızlandırılmasıyla illüzyon bozulmuştur. Krizi yönetmedeki yetersizlikler de sorunları daha da büyümüştür. Ama totaliter liberalizmin emekçilerin sosyal haklarına ve çalışma koşullarına yaptığı saldırılar, halka “dışarıdan bilinç taşıma”ktadır. Siyasal olarak görece bir çatışma görüntüsü veren partilerin ekonomik model konusunda fikir ayrılıkları yoktur. Ayrılık noktaları bunu yönetme biçimindeki farklılıklardır. “Çok parti tek program” çerçevesinde yürüyen sürecin tek muhalefeti emek eksenli bir siyasetin varlığı olması gerekirken; bir yandan AKP muhafazakarlığının yarattığı toplumsal çelişki ve diğer yandan sosyal liberalizmin kimlik talepleri çerçevesindeki manüplasyonu, karşı devrimin inşasına büyük bir özgürlük alanı sağlamaktadır.
Daha sonrası? Sonrası mı, öncesi mi? Tabii ki ELT. Yani emeklilikte liberalizme takılanlar. Ne çabuk unuttunuz; Seka işçilerini, Tekel işçilerini ve hatta “Mezarda Emekliliğe Son!” yazan işçilerin pankartlarını? Bunlar da orantısız bir şekilde ön doğru içeren öncekiler.