Nereden Geldik Biz Buraya: Ulus Devlet ve Milliyetçilik – Deniz Aşkın

Ulus Devlet ve Milliyetçilik Tartışmalarına Antropolojik Bir Yaklaşım - Deniz Aşkın


Ulus-devlet yapılanmasının tam olarak ne zaman başladığı, modern bir olgu olup olmadığı ya da modernleşme yönünde atılan adımların çağdaş bir yansıması mı olduğu yönündeki tartışmalar sosyal bilimlerde sıkça gündeme gelen konular arasında yer almaktadır. Üzerinde egemenlik hakkı iddia ettiği bireylere karşı sorumlu olduğunu, bunun yanında bireyden bir vatandaş olarak kendisine çizilen sınırlar dâhilinde hareket etmesini istemesi, kullandığı gücü meşru görmesi/göstermesi ve vergisini vermesi konusunda hassas olması telkininde bulunan modern ulus-devlet, ortaklıklar üzerinde meşruluğunu inşa eder.

Giddens’ın (2000:204) Avrupai olduğunu ileri sürdüğü mutlakiyetçi devlet, ulus-devlet ve milliyetçilik kavramlarını incelediğimizde, gündelik hayattan ekonomiye, politikadan kültürel değerlere kadar geniş bir yelpazede kullanılan ‘nation’ kelimesi Yunancada ‘ortak ata’ anlamına gelen ethnos (etnik grup) kelimesi ile yakın bir anlama sahiptir. Bu benzerlik, kavramın çağdaş dünyada edindiği anlama da gönderme yapmaktadır. Latince ‘nationem’ kavramından türeyen ‘nation’ ‘üreme’ ve ‘ırk’ anlamında kullanılmıştır.

Bu nedenle 19. ve 20. yüzyılda bile ırk, etnik grup ve ulus kavramları birbirilerinin eşanlamlısı olarak kullanılmışlardır. Buradan hareketle ‘ortak ata’nın göndermede bulunduğu ortak kültür, dil ve bazen de din, bir grubun aidiyetlerinin ortak olduğunu göstermektedir. (White, 2004: 23). Ulus-devleti tanımlama yönündeki literatürde var olan birçok tanımlama genel olarak, 16. yüzyıldan sonra modern devlet örgütlenmesinin ilkel yapılanması olan mutlak monarşilerden başlayarak merkezileşen örgütlü bürokratik bir kesimin modernleşme parametreleri olan sanayileşme, kentleşme, artan okuma yazma oranı ve rekabet duygularına karşılık verdikleri tepkinin bir sonucu olduğu üzerinde hem fikirdir.

Daha genel bir tanımlama ile Giddens’e (2000: 208) göre ulus-devlet, “sınırları çizilmiş belli bir alan üzerinde idari bir tekeli sürdüren, yönetimi yasa ile ve iç ve dış şiddet araçlarının doğrudan denetimiyle yaptırım altına alınan kurumsal yönetim biçimleri öbeğidir”. Bunun yanında ‘milliyetçilik(1)in bu çalışmada kullanılacağı anlam Kedourie’nin (1971: vıı) sınırlarını çizdiği bir tanım itibari ile “Kitlelerin millet olma çabalarında rehber edindikleri prensiplerin siyasi doktrin haline gelmesi” olacaktır. Bu tanımlamanın içkin olduğu bir diğer tanım da Gellner’in (1992:12) milliyetçiliği, “temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilke” olarak belirtmesidir. Aralarında yakın bir ilişki bulunan ulus ve ulus-devletin birbirbirleri için vazgeçilmez olduğu düşünüldüğünde sosyal bilimlerde birçok alanı ilgilendirebilecek bir özelliğe sahip olduklarını da söylemek mümkündür.

Sosyolojik olarak ulus, “aynı etnik kökene sahip olma bilincini, siyasi sadakat bilinciyle birlikte, grupsal aidiyetin belirleyici unsuru haline dönüştüren (kurumsallaşmış siyasi iktidar unsuru içeren bir örgütlenmeye sahip olsun ya da olmasın) insan topluluğu” (Erözden, 1997:11) olarak anlaşılmaktadır. Bununla beraber, milliyetlerin inşasında çok önemli faktörler ön plana çıksa da en önemli argüman beraber yaşama ve birlikte hareket etme arzusudur. Seçkin elitler tarafından fark edilen bu güç, millete yeni özellikler eklenerek ön plana çıkarılır. Böylece halk ‘millet’ adı altında yüceleştirilir ve harekete geçirilir (Somer, 2015: 59).

Ulusal Sınırlar, Ulus Devlet ve Milliyetçiliğe Yönelik Tartışmalar

18. yüzyılda görünmeye başlayan rasyonelleşme düşüncesi ile gelişen ‘vatandaş’ kavramı bireye bir devlet sınırları içinde olduğunu, onun yasal bir zemine oturan bir devleti tanıması gerektiğini ifade ederek, ona itaat etmesi ve bağlılık duyması gerektiği konusundaki bilinci vermeye çalışır. Bunların yanı sıra modern devletin bütün argümanlarını kullanan ulus-devlet ise, ortak bir dil, eğitim, yasal yargı ve tabi ki de belli bir toprak sınırı inşa etmiştir. Bu sınırlar içinde gümrük vergileri alabilecek, kendi parasını kullanabilen/işletebilen bankalar kurabilecek, bürokrasiyi, askeri gücü meydana getirebilecek bir sistem geliştirir (Navari, 1981: 35).

Tüm bu yönleri ile modernleşme ve ulus-devlet argümanlarının beraber yol aldığı, ancak ulus-devlet modelinin tanımlanması ve ‘Wilson İlkeleri’ne kadar gelişen olaylar ulus-devlet yapılanmasının modernleşme tartışmalarının altında yürütüldüğü -her ne kadar bilinçli olarak yapılmasa da- söylenebilir. Bu yapılar ile beraber yol alan milliyetçiliğin de ne zaman ortaya çıktığını net olarak belirlemek mümkün olmaz iken bu konu bağlamında, modern toplum, bürokrasi, yönetim ve demokrasi gibi argümanların belirdiği tarihsel sürece bakmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Bu argümanların gündelik hayatta karşımıza çıkışını ve günümüz anlamını kazanmasını 19. yüzyıl ile temellendirmekle beraber (Orridge, 1981: 40) bu olguların daha eski zamanlarda da var olduğunu gösteren çeşitli işaretler mevcuttur. Örneğin, ‘ulus’ kavramına çağdaş anlamda yüklediğimiz anlamını karşılayacak şekilde ortaya çıkması 10. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de rastlandığını ifade eden çalışmalara rastlamak mümkündür. Bu dönemde şehirler ve bölgesel organizasyonlar ticari anlamda öncü konuma gelerek feodal sınırlar hızlıca oluşturulmuş ve ‘bir ulusa ait’ mantığın içkin olduğu ulusal sınırlar inşa edilmiştir (İnanç ve Ünal, 2013: 227). Kohn’a göre (2005: 6-8) Ulusalcılık, kitleyi oluşturan halkın siyasi alana entegrasyonuna işaret eder ki, bu ulusalcılık düşüncesi 16. ve 18. yüzyıllarda modern devletin ortaya çıkmasından önce düşünülen bir şey olarak görülemez.

Dolayısıyla ulusçuluğun modern parametrelerine bakıldığında genel itibari ile ulus-devletin inşasından önce de var olduğu söylenebilir. Örneğin bireyin doğduğu yere, çocukluğunun geçtiği yere özlem ile bakması, ona farklı anlamlar yüklemesi, aynı dili konuştuğu insanlara daha kısa sürede ısınması, aynı atadan geldiği bireylere duyduğu güven gibi ‘çevresel ulusçuluk’ (Peripheral nationalism) (Giddens, 2008: 162) özellikleri aslında günümüzde yüceltilen ‘ulus’ kavramının yerel bir karşılığı olarak nitelendirilebilir. Kohn (2005) bu noktada onların günümüz bakışıyla tamamen dönüştürüldüğü -bir anlamıyla yeniden inşa edildiği- ve ona yeni duyguların yüklendiğini ifade eder. En önemli yönü ise bunların mekânsal bir sınıra çekilmesidir.

Dolayısıyla bu tür duygular ilk başlarda olabildiğince nötr konumda iken zamanla sosyal ve entelektüel faktörler ile yeniden inşa edilerek geliştirilmiştir. Bu inşa süreci doğal olarak bazılarını kapsarken bazılarını dışarıda bırakır ve kendi bireyine farkındalık duygusu aşılar. Örneğin ulusçuluğun inşasından önceki dönemlerde çok az insan aynı dilin belli bir toprak parçası üzerinde var olduğunun bilincindeydi. Ya da milliyetçilik düşüncesinden önce her hangi bir dilin bir övünç kaynağı sayılabildiği/birinin diğerinden daha kabul edilebilir olduğu konusunda her hangi bir görüş yoktu.

Homojen politik bir yapı içinde aynı kültürü, dili ve ortak çıkarları olan insanların yine aynı özellikleri paylaşan insanlar tarafından yönetilmesi anlamına gelen ulus-devletin, tarihi çok fazla eskilere götürülemez. Tarihsel olarak yaklaşıldığında daha öncede ifade edildiği gibi aynı bölgede yaşayan bireyler benzer özellikleri paylaşmalarına rağmen bunun farkındalığı olabildiğince azdı. Bu farkındalığın yeşerme süreci kabaca 18. yüzyılın sonlarından itibaren başlatılabilir. Bu dönemde Fransa, Tocqueville tarafından ‘vatandaşların birbirine benzediği yer’ olarak tanımlanmış, aynı özellik Britanya’da 17. yüzyılda, Almanya’da ise böyle bir benzeşme yirminci yüzyıla kadar da oluştuğu söylenemez. Ancak Fransa ve İngiltere’deki bu tür yapıların da bizim çağdaş anlamıyla kullandığımız bir ulus-devlet bilinci ile yapıldığı ya da bir araya getirildiği ifade edilemez (Navari, 1981: 13). Aynı şekilde Orridge’nin (1981: 39-40) ifade ettiği gibi, modern ulus-devlet öncesinde bireylerin egemenliği altında yaşadıkları devlete/yöneticilere/şehirlere ya da en azından doğdukları yerlere karşı elbette diğer coğrafyalara nazaran daha fazla bir sevgi ve bağlılık hissediyorlardı.

Örneğin, Romalılar ve Yunanlılar Yahudilerden farklı olduklarını ifade edebiliyorlardı. Aynı şekilde, antik Yunan ve Almanya’da farklı gruplar vardı ve bunlar arasında politik bir birlikten bahsetmek mümkün değildi. Hatta ortaçağ Avrupası’nda krallar ve din adamları benzer kültürel kodlara sahip bireyleri yönettiklerini öne sürebilirken bile modern bir anlamda ulus-devlet mantığı görülemez. Ancak ulus-devlet yapılanmasından önce halk her ne kadar özelliklerinin farkına varmamışsa ve kendini diğer insanlardan farklılaştırma gereği duymuyorduysa da Navari’nin (1981: 14) yerinde tespitiyle, 19. yüzyıl öncesi devletler ve imparatorluklar da kendi üzerlerinde ‘sadece’ bir ulusa ya da gruba hizmet etme yükümlülüğü taşıdığı fikrine sahip değillerdi. Yöneticiler Allah’ın yeryüzündeki birer temsilcisi bu nedenle doğuştan kendisine bahşedilen bu görevi Allah’ın/Tanrı’nın emrettiği yolda en iyi şekilde uygulaması gerektiğine inanıyorlardı.

18. yüzyıldan önceki dönemlerde daha çok soya ve kökene vurgu yapılmak amacıyla kullanılan ‘ulus’ (nation) kavramının daha sonra etnik- siyasi bir anlam kazanması Fransız devrimiyle birlikte başlar. Dünya tarihini etkileyen bu devrim ile birlikte pasif olan ulus, ulusçular tarafından egemenliğin kaynağı durumuna getirilmiştir. Diğer bir ifade ile ulusçuluğu meydana getiren ulusun kendisi değil, azınlık elit bir grup tarafından, ulus kavramının içine yerleştirilmiş ve sahneye çıkarılmıştır. Böylece inşa edilen ulus/millet/etnisite genel ifadeler ile ortak dil, ortak kültür, ortak vatan gibi üst kimlikler ile birleştirilmeye çalışılmıştır. İnşa edilen bu kimlik siyasal-duygusal bir bilinç ile birlikte yeni bir topluluk olarak ortaya konulmuş; ancak bu ulus kendisini kendisinden sorumlu bir konumda ya da kurucu bir unsur olarak görmekten ziyade bir ‘idea’ya dönüştürülmüştür. Bundan sonra da ulusçular tarafından bütünleştiriciliğine inanılan fikirlere kutsallıklar atfedilmiş, devletin kendileri için en iyisini bildiğini ve devletin kutsal bir varlık olduğunu ifade eden bir boyut kazandırılmıştır (Yıldız, 2014: 21-23).

Bu tür kutsallıklara inanmayı gerekli gören milliyetçilik de “adeta modernleşmenin, modern ve ileri bir millet olma çabasının başka bir adı haline gelmiştir” (Kedourie, 1971: vııı). Bu yönüyle modernizm, ulus, ulusçuluk, ulus-devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında yakın bağlantının var olduğu görülmektedir. Bu birlikteliğin ilk olarak ortaya çıktığını gösteren işaretlere bakıldığında ise, tarihçilere göre, Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve kısa bir süre sonra da Latin Amerika’da görüldüğü kabul edilmektedir. Bu bağlamda, 1775’te Polonya’da ilk bölünme, 1776 ‘Amerika Bağımsızlık Deklerasyonu’, 1789 ve 1792’de Fransız devriminin başlangıç ve ikinci safhaları ve 1808’de Alman Filozof Johann Gettlieb Fichte’nin Alman milliyetçiliğini savunarak Alman topraklarının Fransız İmparator Napolyon tarafından işgaline bir tepki olarak yazdığı kitap (Addresses to the German Nation) ulusalcılık teorisinin pratikteki karşılığını gösterir. Fakat bu durum ulusalcılığın o dönemde yaşanan olaylara tepki olarak günlük gelişen bir olgu olduğunu göstermez, aksine her tarihsel olguda olduğu gibi daha önce gerek bilinçte gerekse gündelik hayatta yaşanan olaylar bu siyasal olgunun zeminini hazırlamıştır (Hutchinson ve Smith, 1994: 5).

Ulus-devletin inşası sürecinde daha önce belirtilen ortaklıklar ve modernizm dalgası ile ötekileştirilen din yerine, bu inşa sürecinde en az onun kadar önemsenen kültür, halk kitlesini belli ortak aidiyetler doğrultusunda birleştirmede önemli bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Bu modern devlet mantığını ayrık otları ayıklayan, kesen veya kökünü kazıyan bir bahçıvana benzeten Z. Bauman’a (2013: 48-49) göre yönetici organlar toplumu saplantılı bir şekilde tasarladıkları bir düzen üzere dizayn etmeye koyulmuşlardır. Bu süreçte ‘yok edilecek’ler grubu oluşturularak modern aklın vaat ettiği şeffaf, tahmin edilebilir, kazasız yönetilebilecek bir toplum rüyası ile hareket edilmiştir. Bu düşüncede siyasetin önemli bir rolü olmakla beraber, liderlerin halkın ortak malı olmasını istediği düşünceler genel olarak kendilerinin kabul ettikleri değerlere dayanmaktadır. Bu durumda demokratik olarak tarif edilen Amerika, Fransa, Almanya gibi devletlerin ulus inşası sürecinde demokratik bir yol izlediklerini ifade etmek bazı noktaları gözden kaçırmayı gerektirecektir.

Örneğin ABD’nin demokratikleşme ve uluslaşma sürecine bakıldığında ortak dil yönünde İngilizce üzerindeki vurgusu diğer grupların farklı dillerini görmezden gelmesinin sonucudur. Kamusal alanın İngilizce doğrultusunda inşa edilmesi, tarihin, geçmiş ve gelecek konusundaki ortak bilincin İngilizce üzerinden kurulması bir anlamda demokrasi altında yürütülen politikaların, bir grubun diğer bir grubun aidiyetlerini kabul etmeye zorlandığı ve belli bir hedefe doğru yürütüldüğü bir proje özelliğine dönüşmektedir. Bu konuda göçmenlere İngilizce konusunda çeşitli kıstaslar getirilirken, Güney Amerika’nın Birleşik Devletler’e (ABD) katıldığı süreçte çok az bir halk ‘Anglofon’ (anadili İngilizce olan) olarak tanımlanabilirken tarihsel süreçte hükümet politikaları ile dilleri unutturulmuş ve merkezi politikalara entegre edilmeye çalışılmış ya da halkın sunulan kamusal hizmetten istifade edebilmesi için bu dili öğrenmesi zorunlu hale getirilmiştir. Bu durumu modernleşme sürecinden geçmiş birçok ulus için ifade etmek mümkündür (Kymlicka, 2000: 12-13).

Bu anlamıyla Renan’a göre, (1994: 17) ulus (nation) bir ‘ruh’tur, ve manevi bir ilkedir. Bu ruhun oluşumunda ise iki temel belirleyici kıstas, ‘geçmiş’ ve ‘gelecek’tir. Geçmişin kahramanlıkları, efsaneleri, daha önce yaşanmış acıları, mutlulukları, başarıları, ataların yaptıklarının kutsallaştırılması, o toplumun gelecekte atalarının yaptıkları gibi benzer başarılara imza atma kararlığı ile birleşince ‘ulus’ kavramı gelişir. Aynı şekilde bir ulusun ‘beraber yaşama isteği’ de bu bağlamda ele alınması gereken en önemli kriterlerden birisidir. Siyaset arenasında J. Stalin’e (1994: 20) bakıldığında ona göre, tarihsel süreçte oluşturulan bir olgu olarak, ortak bir dil, halk, toprak, bütüncül bir ekonomi ve ortak bir kültür ulusun inşa edilmesinde temel kriterlerdir.

Somer’in (2015: 58) ifadesi ile ulus-devletin inşası sürecinde önemli bir yer tutan millet kavramının her ne kadar din ve etnisite gibi önemli gruplandırmalarda bulunmak için kullanılsa da esasında siyasi bir söylem olduğu unutulmamalıdır. Milletler farklı ortak kimlikler üzerine yeni bir birliktelik inşa edebilir ya da tarihsel süreçte buna yeni anlamlar ve ortaklıklar ekleyebilir. Örneğin bazı durumlarda bir milletin ortaya çıkması için seçkin elitler din kavramını ön plana çıkarabilirken daha homojen olan toplumlarda ise etnisite, ırk gibi sınırlayıcı-dar kavramlar kullanılabilir.

Navari’ye göre (1981:14) devletin bir ulusa ait olduğu, ona hizmet etmesi gerektiğine yönelik bir kavramın geliştirilme süreci 1815 yılında imzalanan ‘Viyana Kongresi’ne götürülebilir. Bu kongrede bazı burjuvaziler devletin şekillenmesinde etnisitenin etkili olabileceğini ifade ederek bir anlamda tarihe yön vermişlerdir. Bu tarihten sonra Yunanistan 1821 yılında Osmanlı Devleti’nden ayrılarak etnik temelli bir devlet yapılanmasına giden ilk devlet olmuştur. Bunlardan sonra Avrupa’nın yeniden şekillenmesinde önemli etkileri olan 1830 ve 1848 ihtilalleri (2) , etnik grup ayaklanmaları da kapsamında değerlendirilebilecek ilk hareketlerdendir. Söz konusu tarihlerde meydana gelen ve büyük çaplı etkileri olan olaylardan sonra 1914’te Vladimir Lenin’in ‘Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (3)’ yönündeki çalışması ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde öne sürdüğü ve büyük yankı uyandıran Wilson Prensiplerinde ‘yasal meşruiyetin temel kaynağı ulus-devlet yapılanması olduğu yönünde vurgu yapılarak bunun gerçekleştirilmesi için yeni ilkeler kabul edilmiştir.

Yukarıda verilen bilgiler ışığında ‘ulus/millet’ ile ilgili süregelen tartışmalar üç farklı başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi ‘ezeliyetçi’ (primordialist) görüştür. Bu yaklaşımı ilk olarak 1957 yılında sarf eden Edward Shils, kavramı, aile içi kan bağına atıfta bulunmak amacıyla kullanır. Bu görüşe göre günümüzdeki milletler kendi kadim tarihlerine, köklerine dayanmaktadırlar. Tarihsel süreç içinde bu olgunun değiştiğini/değişmeye müsait olduğunu vurgulayarak temel özelliğinin devamlılık ve kalıcılık olduğu vurgusu yapar. Bunun yanında bu yaklaşım milliyetlerin ezeli olduğunu ifade ettikleri geçmişlerine bakmayı, onu hatırlatmayı bununla övünmeyi vurgular. Ulusal kök/ata üzerine inşa edilen böyle bir yaklaşım aslında kendi içinde milliyetçiliği tekrar ve tekrar üreterek bireyin kan bağının yanında toprak ile duygusal bir bağ geliştirmesini de sağlar. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım sadece geçmişe bakıp övünmeyi sağlamaz aynı zamanda bugünün ve geleceğin milliyetçi duygularını da inşa eder (İnanç ve Ünal, 2013: 231; Özkırımlı, 2008: 82).

Bunun yanında sosyal bilimlerde ulus ile ilgili tartışmalarda daha fazla ilgi gören diğer bir yaklaşım ise, inşacı (constructivist) yaklaşımdır. Bu yaklaşım ulusların, milletlerin tarihsel süreçte inşa edildiğini, var edildiğini ve bunun da çoğunlukla seçkin elitler tarafından sağlandığı görüşü hâkimdir. Somer’in ifadesi ile (2015: 59) inşacı görüş “ulus inşası sırasında özellikle elitlerin geniş seçim serbestisi olduğunu, kendi tahayyülleri, siyasal tercihleri ve çıkarları doğrultusunda tarihi seçici ve yaratıcı bir şekilde yeniden yazıp yorumladıklarını iddia eder”. Bu görüşü savunanlar, her ne kadar bazı tartışmalı konular olsa da, ‘milletler” ve milliyetçilikler” modernleşmenin de önemli argümanları olan sanayileşme, kapitalist ekonomik sistem, kentleşme, merkezi mutlakiyetçi devletlerin kurulması ve laikleşmenin ortak bir ürünü olduğu yönünde hemfikirdirler.

Somer’e göre (2015: 60) 18. ve 19. yüzyıllarda meydana gelen bir anlamda kendisini inşa eden ulus-devlet seçkinleri aynı şekilde modernleşme sürecine giren devletler ile rekabet halinde oldukları için kendi bulundukları ya da kendilerinin olduğunu iddia ettikleri bölgede varlığını devam ettirebilmek için her zaman savaşa hazır olarak bulunmak zorundadırlar. Bu süreçte devletin üzerinde egemenlik hak iddia ettiği halkın, ulus-devlete bağlılığını inşa etmek, onu korumak ve gönüllü bir nefer olmasını sağlamak için beslenilmesi gerektiğinin bilinciyle siyasi katılım ve merkezi yardımlar yapar.

Smith’e (2002: 31) göre modernist bakış açısı başlığı altında ifade edilen bu yaklaşım “tavırları ve anlayışları açısından toplumsal grupları ayıran ve farklılaştıran sembolik ‘sınır muhafızları’ ve sınır mekanizmaları” kavramlarını geliştiren Norveçli sosyal antropolog Frerdik Barth’a çok şey borçludur. Ona göre ‘etnisite’, ulaşılması amaçlanan yolda hedefler için araçsal bir rol oynar. Bu tür bir yaklaşımda farklı çıkarlar ya da hedefler ulusu ilgilendiren ekonomik, kültürel ve siyasal konuların altında gizlenerek kitlelere kabul ettirtilir. Yani Khazanov’un (2003: 87) ifadesiyle “bir kimlik inşa etmek yeterli olmaz. Başarılı olmak için inşa edilen kimliklerin kabul edilmesi gerekir”.

Ulus-devleti meydana getiren temel olgular olan dil, tarih ve kültürün tarihsel süreç içerisinde inşa edildiğini ifade edenler arasında E. Gellner ve E. Hobsbawn’ın çalışmaları ön plana çıkar. Günümüz gündelik hayatında bizi sarmalayan geleneklerin çoğunlukla geçmiş 200 yıl içinde icat edilmesine rağmen, bunların tarihin uzun bir dönemine kendilerini konumlandırmalarını Hobsbawn (2006: 1-18) çeşitli amaçlardan dolayı olduğunu ifade eder. Bu yönüyle çoğunluğu yakın bir geçmişte icat edilen bu gelenekler formel bir biçim kazanarak halka mal edilir.

E. Hobsbawn “icat edilmiş gelenek”in “alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerlere ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmesi” gerektiğini savunur. Bu anlamıyla ‘gelenek’i, geleneksel toplum modelinde hâkim olan, görenek’ten ayırır. Ona göre ‘gelenek’lerin sahip olduğu değişmezlik özelliğine karşılık geleneksel toplumlarda bunun karşılığı olan ‘görenek’, değişime çok fazla direnemez. Modern toplumlarda var olan ritüellere kutsal bir anlam ifade edilerek inşa edilen gelenek kutsal bir forma büründürülerek halka mal edilir. Bu şekilde inşa edilen tarihten kopuk ama o kadar da bilinmez bir tarihe entegre edilen bu tür kutsanmış ‘ortaklıklar’ günümüz modern ulus-devletin daha önce ifade edilen değerlerini doğurmuştur.

Ranger’de (2006: 245-246) aynı şekilde 1870’ler, 1880’ler ve 1890’lar Avrupası’nın kilise, eğitim, ordu, cumhuriyet gibi konulardaki birçok geleneğin icat edildiği bir dönem olduğunu ifade eder. Avrupalıların bu tür bir icat geleneğine başvurmalarının nedeni ise “hem kendi rollerini tanımlamak ve meşrulaştırmak, hem de Afrikalıların rıza gösterebileceği itaat modelleri oluşturmak için” dir der.

Bununla beraber Gellner’de (1992:105) aynı noktaya işaret ederek sanayileşmenin bir sonucu olarak gördüğü ulusçuluk (dolayısıyla ulus-devlet) fikri ile daha önceki kültürlerin dönüştürüldüğünü ifade eder. İnşacı elitler için “ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir.” Böylece elitler, bunları kendi hedefleri doğrultusunda süsler ve halka sunarlar. İnsanlığın çoğunun doğal olarak tarım toplumundan sanayi toplumuna geçtiğini ifade eden Gellner, (1992: 60-80) bu tür bir gelişme ile ‘ulusçuluk’ çağına da adım atıldığını öne sürer. Diğer bir ifade ile ‘ulusçuluk’ sanayi toplum örgütlenmesinin yol açtığı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu dönem siyasal ve kültürel sınırları inşa etme konusunda diğer dönemlerden daha ziyade ön plana çıkmaktadır. Bununla beraber sınırlar içinde eğitim yoluyla değerler genelleştirilir.

Daha genel bir ifade ile “modern değerler tapınağının çok iyi bilinen bir tarafı” olan eğitim, devlet adamları ve politikacıların elinde çok önemli bir malzeme olduğu için bundan saygıyla söz edilir. Bunun yanında orduya alınan askerler standartlaştırıcı bir eğitim modelinden geçirilerek törenlerde kullanılmak üzere dil ve yetenek açısından eğitilirler. İnşacı elitler bireyleri kendi değerler sisteminden geçirerek eğitir ve öğütürler. Onların yaşamları boyunca rakam kullanma, temel iş alışkanlıkları, beceriler ve toplumsal becerilere aşinalık gibi değer kazandırarak benzeşmesini sağlarlar.

İnşacı akımın önemli temsilcilerinden biri olarak B. Anderson da, bu bakışa ‘Hayali Cemaatler’ adlı aydınlatıcı eseri ile katkıda bulunmuştur. Bu eseri ile tarihsel süreçte ama özellikle de modern zamanlar ile inşa edilen milliyet(çilik)lerin her birisinin kendisini sui generis yani özgün, emsalsiz bir konuma yerleştirmesine odaklanarak, milliyetçilerin gözünden kadim görünen ulusların oluşmasını analiz eder. Ona göre ulus, hayal edilmiş ve kendisini üzerinde hâkim kıldığı bir sınır ile çevrelemiştir. Böylece kutsal olduğuna hüküm getirilen bu bölge diğerlerinden ayrılır ve sınırlar içindekileri birlikte tutabilmek için yeni ‘harçlar’ geliştirilir.

Anderson’a (1991:37-38) göre 17. yüzyıla kadar az sayıda bir kapitalist grubun elinde olan kitap basımı daha çok Latince okumasını bilen bir kesime hitap etmekteydi. Ancak zamanla Latince bilenlerin doyum noktasına ulaşması daha fazla kâr amacıyla çok sayıda kitap basılmış ve daha ucuza satılmıştır. Bu tür stratejik bir kâr anlayışı yerel dillerde de kitapların basılmasına, dolayısıyla milliyetçi duyguların artmasına neden olmuştur.

Bu zihinsel evrimin ortaya çıkmadığı zamanlara bakıldığında Roma, dini kanallar ile sahip olduğu iletişim olanaklarıyla, Batı Avrupa’ya karşı hemen hemen her savaşı kazanmaktaydı. Fakat 1517’de Martin Luther’in karşıt düşüncesi ile başlayan ve sonrasında milliyetçiliği de bünyesine katan dini hareketi, özellikle Almanya’da daha önce görülmemiş bir kitap basımına yol açtı. Anderson aynı şekilde Hegel’in “gazeteler modern insanların bir ibadeti gibi işlev görmektedir” yorumunu da kendi düşüncesini güçlendirmekte kullanarak gazetenin günümüzde nasıl da bir ortak düşündürtme aygıtı olduğuna vurgu yapar. Ona göre, (1991: 35) gazeteler ile bireyler birbirinden habersiz bir şekilde her sabah aynı düşünceler etrafında dönmekte, aynı ayini yapmakta ve aynı olaylara odaklanmaktadır. Bu durum bir bakıma eskiden ortak ve kutsal kitap dillerin de etkisini kırmış ve bireylerin farklı ortak değerler manzumesinde birleşmelerini sağlamıştır. Dilde bu denli bir birliğin sağlanması sınırları kapatılmış bir devletin egemenlik alanlarını daha da tahkim eden bir işlev görmüştür.

Taylor (1998: 192) milliyetçiliğin duygusal bir oluşumun dışa açılma hali ve bunun da modern bir olgu olduğunu vurgulayarak, E. Gellner’e atıfla, devletin ulusçuluğu inşa sürecine değinir. Ona göre sanayi devrimi ile farklı iş kollarının ortaya çıkması bireylerin beraber çalışmasını zorunlu kılmıştır. Bu durumda daha önceki toplumlarda olduğu gibi birbirleri ile akraba, klan ya da ortak bir bağa sahip olmayan insanların beraber çalışabilmesi için devletin ortak değerleri inşa etmesini zorunlu kılmıştır. Aynı şekilde babanın sahip olduğu statü ya da yeteneğin sonraki kuşağa miras bırakılamamasının yeni iş olanakları ile kısmen de olsa ortadan kalkması yine üst bir gücün yani devletin kendi vatandaşları arasında düzeni sağlama yönünde adımlar atması gerekliliğini ortaya koyar. Bunun yanında hem halkın devlet kurumları ile iletişime geçmesi hem de devletin kendi vatandaşlarına ulaşabilmesi için ortaklıklar temeline dayalı homojen bir dilin, kültürün, eğitimin ve bazen de dinin tek elden yönetilebilir ve tek olması, gerekli bir önlemin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Massimo d’Azeglio “İtalya’yı kurduk şimdi sıra İtalyanları yaratmaya geldi” (L’Italia e fatta. Restano da fare gli Italiani) sözü aslında ulus-devletin inşasına verilebilecek en iyi örneklerden birisidir. Bu da bir bakıma Gellner’in (1992:28) “devlet kesinlikle ulusun yardımı olmadan ortaya çıkmıştır” sözünü doğrular niteliktedir. Yani azınlık bir kesim tarafından inşa edilen devlet, kendi halkının bedenini ve en önemlisi de zihnini inşa etmeye girişir.

Milliyetçilik tartışmalarında ilkelcilliği (primordalist) reddeden modernistleri (inşacı) yetersiz gören üçüncü yaklaşım ise etno-sembolcülerdir. Bir bakıma daha önceki iki görüş arasında ara bir yol bulmaya çalışan bu bakış açısı, çoğunlukla John Armstrong, Anthony D. Smith, John Hutchinson gibi öncü kişilerin katkısıyla şekillenmiştir. Bu görüş milletlerin yoktan var edilemeyeceğini ancak daha önce var olan mitler üzerine yeniden şekillendirilebileceğini kabul eder. Kültüre ayrı bir önem vererek onun köklerini İslam ve Hristiyan medeniyetlerinde, hatta antik çağda arayarak etnik kimlik oluşumunun 18. yüzyıla kadar zaten oluştuğu üzerinde durur (Özkırımlı, 2008: 211-212).

Smith’e göre (2002: 33) Batı Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda insanların/devletlerin bir ulusa ait olması bilincine yönelik parametreleri görmek mümkün iken bu duygunun gelişip ulus-devlet adı altında ortaya çıkması onun modern bir olgu olduğunu ancak modernizmden de bağımsız olmadığını gösterir. Ulus-devlet düşüncesinden önceki dönemlerde her ne kadar benzerliklerin farkındalığı oluşmuşsa da, bireylerin benzerlikler temelinde bölünmeleri söz konusu olmamıştır. Bununla beraber ulus-devletin tarihinin çok daha eskilere dayandığına yönelik düşünceler de mevcuttur.

Özellikle 1650 yıllarında Oliver Cromwell’in İngiltere’deki krallığı cumhuriyete çevirmesi 1786’daki Fransız devriminin temelini atmıştır. Bu tür bir tespit her ne kadar pratikte meydana gelen bir gelişmeyi gösterse de ulus kavramının gelişmesini Protestanlığın ortaya çıkışıyla da ilişkilendirmek mümkündür. Roma’daki Katolik kilisesi ortaçağ boyunca ‘Evrensel Hristiyan Cemaati’nin Avrupa’daki tek temsilcisiydi ve bütün kiliseler ona bağlıydı ya da bağlı olmak zorundaydı. Ancak 16. yüzyılda Alman din adamı Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, Hristiyanlığın kendi arasındaki bölünmeden kaynaklı olarak devlet yönetimi bazındaki gücünün zayıfladığını göstermekle beraber, 1534’te kurulan Anglikan kilisesi ile birlikte papalıktan bağımsız yeni kiliselerin ortaya çıkmaya başlaması da yeni ayrı-kimlik kodlarının inşasına yol açmıştır. Bununla beraber her ulusun İncil’i kendi anadiline çevirmesi papalığın Hristiyanlık için kabul ettiği resmi dil olan Latince’yi çoğu noktada artık geçersiz kılmıştır. Bu olay bir bakıma ulus bilincinin gelişmesini tarihsel süreçte sağlarken bir taraftan da devlet iktidarları bazında sekülarizmin de yayılmasına da ortam hazırlamıştır. Bu tür durumlar modernizmin ve ulus-devletin tarihsel dönemlerde gelişmelerle kesiştiği ya da birbirini doğurduğunu göstermektedir (Yıldız, 2014: 21-23).

Dil, Kültür ve Ekonomi Ekseninde Ulus-Devletin İnşa Aşamaları

Yukarıda aktarılan genel değerlendirmede ulusun bireye, bireyin ulusa ancak en önemlisi elitlerin halka olan ihtiyacı ekseninde yeni farklı kimlik kodlarının toplumun içinden tezahür etme durumları üzerinde duruldu. Bu noktada ise dil, kültür ve ekonomi gibi ortaklıklar temelinde kurumsal bir devlete doğru evirilişin aşamalarına değinmek yerinde olacaktır.

Erözden’e göre (1997: 14-16) sosyolojik açıdan bakıldığında ulus-devlet, kapitalist gelişmenin içerisinde kendisine yer bulan bir olgu olarak kabul edilmesi gerekir. Ancak ifade etmek gerekir ki ulus, modern zamanların bir ürünü olmaktan ziyade modernizm paradigmasının hâkim olduğu dönemlerde yeni bir içerik ve anlam değişikliğine maruz kalmıştır. Bu konuya yönelik iletişim ve çatışma kuramlarının önemli olduğunu ifade etmek mümkündür. Bunlardan birincisi olan iletişim kuramları için modernleşme ve kapitalizmin örgütleme mekanizmalarını kullanmasıdır. Bu kurama göre, ortaya çıkan toplumsal iletişim araçları ile belli bir mekân dâhilinde yaşayan insanlar, ortak bir kültür ve bilinç etrafında birleştirilmeye çalışılmıştır. Bu kuram savunucularına göre, toplumsal işbölümü bireyler arasındaki iletişimi zorunlu kılarak onları ortak bir gelenek ve kültür etrafında birleşmelerini mümkün kılar. Bu noktada ‘halk’ olarak nitelenebilecek bu grup, kapitalizmin iletişim olanakları ve farklı kanalları ile birlikte ulus olma bilinci kazanır.

Ulusçuluğun ortaya çıkmasında diğer önemli bir örnek ise, Avrupa devletlerinin Amerika kıtasındaki kolonilerinde ortaya çıkan ‘anavatan’ kavramının ve düşüncesinin gelişimidir. Diğer bir ifade ile ulusçuluk, kolonileri idare eden üst düzey bazı elitlerdeki bilinç düzeyinin artması ile sıkı bir ilişki içindedir. Bu kolonilerdeki bireylerin başka bir kolonide görev alamaması, onların kendi bulundukları yerde üst mevkilere yükselmesini zorunlu kılması ile birlikte bir sahiplik duygusu ortaya çıkmıştır. Ancak yine de, oluşan bu anavatan duygusunun kapitalizmin modern iletişim teknolojileri ile ikmal edilmesi bir gereklilik olarak görülmektedir. Bundan sonra meydana gelen ‘eşanlılık’ süreci ile bir bütün olarak yükselen kitlenin ‘kapitalist yayıncılık’ ile birleşerek hareketin kitleselleşmesi olmuştur.

Bu anlamıyla halkın içinde, her sabah başka kentlerde olmalarına, birbirileri ile iletişim kur(a)mamalarına rağmen ortak bir duygu gelişmiştir. Bu nedenle modern anlamda böyle bir oluşumun ilk olarak Amerika kıtasındaki kolonilerde görüldüğü öne sürülebilir. Burada dil unsuruna herhangi siyasi bir anlam yüklemeyip vatan ve bağımsızlık düşüncesi ile meydana gelen modern anlamda ‘ulus-devlet ve ulusçuluk’, Avrupa toplumlarına sıçraması ile farklı anlamlar yüklenmiştir. Avrupalıların büyük bir heves ile kabul ettiği bu olgu içinde ‘dil’e önemli bir misyon yüklendi. Diğer bir ifade ile dil, artık ‘hayali cemaatleri’ inşa edecek büyük bir güç olarak keşfedilmişti. Bununla beraber çatışma kuramlarında öne çıkan tartışma ise ulus-devletin ve ulusçuluğun salt bir modernleşmenin türevi olmadığı yönündedir. Onlara göre ulusal bilincin oluşması, toplumsal alanda zaten var olan çeşitli sosyal sınıflar ve düşünce sistemlerinin aralarındaki çatışmadan kaynaklıdır.

Ulus-devletin kurulma sürecini genel bir çerçeve içinde özetlemek gerekirse, Şen’in (2004: 39-41) aktardığı Üzere S. Rokkan, Talcot Parsons ve Albert O. Hisrschman’un ulus-devlet kurma teorilerini harmanlayarak ulus-devletin günümüz yapısının oluşumunu dört aşamalı süreçte açıklar. Bunlardan birincisi, devlet-inşa sürecidir. Bu süreç Batı Avrupa’da ortaçağın sonlarından başlayıp Fransız devrimine kadar geçen zamanı kapsar. Bu süreçte devletin elit tabakası denilebilecek kesim günümüz ulus-devletin temelini oluşturan Mutlakçı Devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır. Burada otorite olabildiğince merkezileştirilmiş, pazarın ve ticaretin yayılması ile beraber yeni kurallar getirilerek halkın genelinin uyması sağlanmıştır.

18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık Avrupa devletleri sınırları belli ve onun içinde yasal ve idari bir meşruiyete sahipti. Devlet kendi finansmanı konumundaki girişimciyi olabildiğince teşvik edici kuralları ve onları koruyacak önlemler almıştır. Bunun yanında devlet kendi pazarını daha da genişletmek, rekabet halindeki diğer devletler ile savaşmak ya da kendisini dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı korunmak için savaşa girmek zorunda kalmakta ya da her zaman buna hazır olmak zorundaydı. Bu durum her daim savaşa hazır ve devleti için canını verebilecek insanların önemini arttırmıştır. Bu nedenle devlet, iç ve dış düzenin sağlanması, halkın ihtiyaçlarını görecek yeni hizmet alanları ve kurumlar inşa etmeyi ihmal etmemiştir.

Ulus-devletin ikinci aşaması, standartlaşmadır. Standartlaşma bir bakıma devletin üzerinde politik ve ekonomik anlamda denetim sağladığı kişiler için artık kaçınılmaz bir süreç haline gelmesidir. Bu süreçte devlet inşa ettiği okul ve asker ocakları ile kenar kesimlerde yaşayan halkı sisteme dâhil eder. Bu sistemde milliyetçilik önemli bir yer işgal ederek bireylerin zihinlerinin etki altına almasını sağlar. Bu milliyetçilik anlayışı içinde devlet, ortak bir dil, yargı, kültür, tarih sembol, marş, tören, gelenek gibi daha önce görülmemiş değerler inşa eder. İnşa edilen her yeni bir gelenek bir anlamıyla merkeze dâhil olamayanın sonunun habercisi olur. Bu süreçle artık devletin elit kesiminin kültürü bütün ulusu homojenleştirir ve herkesin bir tek vücut olduğu vurgusu yapılır.

Devletin kabul ettiği yargı ve kanunlar, en ücra köşede yaşayanları sistemin içine dâhil etmede ve onu bir yurttaş olarak tanımlama imkânı verdiği için önemlidir. Burada önemli olan daha önce var olan devletin inşa ettiği halka yurttaş olarak hitap etmesi iken bu da aslında devletin ulusunu tamamladığını ve ortaya ulus-devlet çerçevesinin çıktığını gösterir. Bundan sonraki aşama Rokkan’ın politik katılım olarak ifade ettiği ve bir bakıma muhalefete gönderme yapan siyasi oluşumlara verilen güvencelerdir. Politik katılım halkın devlet ile olan ilişkisini pekiştirir ve yurttaşın sisteme dâhil olmasını sağlar. Muhalif siyasi bir yol ile birey sesini duyurarak devlet aygıtını benimser ve ona olan bağlılığını bu tür araçlar ile kullanır.

Dördüncü ve son aşama ise, idari yapı ile ilgili olup daha çok kamu refahını ilgilendiren hizmetlerin genişletilmesi ile ilgilidir. Rokkan’ın yukarıda ifade edilen dört aşamalı tipolojisi bir bakıma erken dönemde kurulan Batı Avrupa devletlerini açıklama girişimidir. Dolayısıyla Rokkan, geç dönemde kurulan ulus-devletlerde son üç aşamanın iç içe geçtiğini ifade eder. Bu yönüyle Batı dışı toplumlarda özellikle İslam toplumlarında modernleşme pratiklerinden biri olan milliyetçiliğin ulus-devlete intikalini hazırlayan ruhun genel olarak batıdan farklı olduğu ifade edilebilir.

Ulus ve ulus-devletin ortaya çıkma sürecine yönelik bu tür yaklaşımların yanında çağdaş düşünürlerden olan Habermas (2000: 78-79) da ulus-devletin oluşumunu, 11. yüzyıldan itibaren çözülmeye başlayan feodal yapının (2002: 8) ve kamusal alanın dönüşüm süreci ile beraber yani 16. yüzyıldan itibaren ticari şirketlerin genişlemesinin bir sonucu olduğunu ifade eder. Bu şirketler yeni Pazar yerleri keşfederek kârlarını arttırıyorlardı. “artan sermaye ihtiyacını karşılamak ve artan riskleri paylaşmak için” anonim şirketlere dönüşmüşlerdi. Bunun da ötesinde artık daha siyasi güvencelere ihtiyaç duymaya başladılar. Askeri gücün ve siyasal çabaların sonucu dış ticaret artık kurumsal sonuç olarak anılmaya başlanmıştı. Şehirlerdeki askeri üsler devletin diğer yerlerine de taşınmıştır. Böylece şehir ekonomisinin uluslaşma süreci başlamış ve bu süreç o zamandan itibaren ulus olarak adlandırılan olguyu icat etmişti. Devlet her geçen gün büyüyerek daha köklü bir yapıya kavuşmuş ve bir vergi devleti olan modern devletin yükünü daha da arttırmaktaydı.

Ulus-devleti “sınırları olan bir güç kabı”na benzeten Giddens (2008: 164) ise, onu bir olgu şeklinde tanımlayarak şiddet kavramı ile beraber kullanır. Ulus-devletin daha önce var olan hudutlarını dönüştürmede “Tahsis etme, sınırlandırma, işaretleme ve yönetme” olmak üzere dört unsuru kullandığını ifade eder. Giddens, bu sınırlar içerisinde ulus-devletin önemli bir bileşeni olarak gördüğü şiddet aygıtının geleneksel devletten modern devlete geçişle ile birlikte daha görünür bir şekilde arttığını belirtir.

Küreselleşme Tartışmaları Bağlamında Ulus-Devlet ve Aşınmalar

Günümüzde ulus-devlet ve din arasındaki ilişkinin küreselleşme ile bir değişime uğradığı veya uğramaya başladığı ifade edilebilir. Gerek Avrupa’da gerekse de daha sonra ulus-devlet kurma serüvenine katılan devletlerin özellikle din üzerindeki kontrol edici mekanizmaları zamanla değişmiş ya da aşıma uğramıştır.

Bodur (2007: 24-30), devletin egemenlik alanları içinde kurumsallaştırılan dinin günümüzde dünya ölçeğinde farklı yorumların ortaya çıkması ile dikkat çektiğini ifade etmektedir. Bu tür bir farklılaşma ve yayılma artık klasik anlamda modernleşme kavramı ile anlatılamaz. Bu nedenle devletler arasındaki sınırların belirsizleşmesi, ticaretin, kapitalizmin sınır tanımaması üzerine dini anlamda gelişen ve içinde dini çoğulculuğu ve diğer dinlere karşı hoşgörüyü barından bir küreselleşme dininden de bahsetmek mümkündür. Ulus-devlet kurma sürecinde kurucu elit tabaka için çok önemli bir işlev gören dinin, günümüzde küreselleşmenin etkisi ile parçalanması toplumsal istikrara önemli bir tehdit olarak görülebilmektedir. Özellikle enformasyon alanındaki teknolojik gelişmeler, millet olmanın en önemli bir argümanı olan ortak kültür söylemini aşındırmıştır. Küreselleşme politikaları/süreci ile birlikte yerel düzeydeki dini cemaatlerin ve etnik kimliklerin yeniden önem kazanmasına değinen Bokser-Liverant (2007: 330-332), ulus-devletin inşa sürecinde önemli roller üstlenen kolektif kimliklerin parçalandığını ileri sürer.

Bunun temel nedenlerini ise daha önce kollektif kimlik oluşumlarının gölgesinde kalan yerel farklılıkların ortaya çıkması, farklı bölgeler arasındaki etkileşimler ve devletin özellikle ulus ötesi organizasyonlar ile eski gücünü kaybetmesinde bulmaktadır. Dolayısıyla daha önceki toplumların, birliklerinin kuruluş aşamasına bakıldığında farklı coğrafik alanlar üzerinde kümelendiğini görmekteyiz. Ancak günümüz küreselleşme parametreleri ulus-devletin kodlarını derinden etkileyerek, sosyal, siyasal, ekonomik ve stratejik konularda bütün dünyayı içine alacak şekilde ortak kurallar temelinde organize olmaya zorlamıştır. Bu durum ulus-devletin güçlü politikalarını aşındırıp, onu yetki ve fonksiyonlarında daralmaya doğru götürmektedir (Bodur, 2007:33; Gürsoy, 2007: 81).

Ulus-devletin eski kalıplarının yıkıldığını ve bu süreçteki en büyük rolü modern enformasyon teknolojisine bağlayan Ohmae’ye göre (2009: 199-201) bu tür bir patlamanın ilk dönemlerinde ulus-devletlerden ya da devletler üstü siyasi bileşimlerden çok, firmalar başka bir ülkeye yayılmakta daha hızlı davranmışlardır.

Diğer bir ifade ile ulus-devlet her zamanki refleksini gösterirken ekonomik sermaye başka alanlarda yayılmanın yollarını aramıştır. Bununla beraber ulus-devlet hükümetleri, ilk başlarda küreselleşme parametrelerinin çok genişlemeyeceğini, en azından kendi politikalarını uygulamada, iç kaynaklarını kullanmada ve sınırların varlığına bir zarar vermeyeceğine inanıyorlardı. Ancak her yeni gelişme, hükümetlerin kendi iç işlerinde dahi dünyadan bağımsız bir politika geliştirmesini daha da zorlaştırmıştır. Bunun da ötesinde devletler artık çok uluslu firmaları kendi ülkesine davet etmekte ya da onların bağımsız bir şekilde hareket etmeleri için ortam hazırlamaktadırlar. Bu durum bir bakıma modern ulus-devlet mantığı ile sınırlar içinde inşa edilen günümüz modern devletlerinde çeşitli sıkıntılar yaşandığını ve ulus-devlet kurma aşamasını geçmeye çalışan çeşitli etnik başkaldırıların olduğunu göstermektedir.

Ulus üstü kuruluşların, ulus-devletin gücünü kısıtladığı yönündeki bu tür tespitlere mukabil, Fukuyama (2012: 154-155) her ne kadar uluslararası alanda kurulan şirket ve organizasyonların, devlet üstü olsa da nihayetinde alınan kararların onay mercii/ uygulatıcısı yine ulus-devletin kendisi olduğunu ifade eder. Bu nedenle o, devlet üstü alınan kararlarda uygulatma konusunda Amerikanvari bir yaklaşım ile ulus devlet içindeki demokratik çoğunluk iradesinin seçtiği iktidarın daha meşru olduğu vurgusunu yapar. Habermas’ın (2002:10) da ifade ettiği gibi her ne kadar kapitalizmin küresel boyutundan bahsetsek dahi, Uluslarası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya Bankası (WB) gibi görünüşte ulus üstü görünen kurumların da aslında “milli devletin sermaye vasıtası olduğunu ve gücünü bir milli-devletten aldığını” unutmamamız gerektiği yönündeki ikazı yine ulus devletin halen güçlü bir yapı olarak önümüzde durduğunu gösterir.

Sonuç Yerine

Sonuç olarak, tarihsel süreçte farklı gruplar içerisinde ortaya çıkan toplumsal-bireysel karşı çıkışlar ve bunları destekleyen olaylar ekseninde bir gruba ve yere ait olma hissi gelişmiştir. Ancak bunun kullanılması ise çoğu durumda siyasi elitlerin kontrolünde gerçekleşmiştir. Bu yönüyle modern öncesi toplumlarda benzerliklerin temelinde kurulan küçük grup yapılanmaları da günümüz ulus-devletleri gibi homojenlikler temelinde kurulmaktaydı.

A. Giddens’in (2008: 162) çevresel ulusçuluk olarak tanımladığı bu tür milliyetçilik argümanlarının 14. yüzyılda Londra’da konuşulan İngilizce’nin, 1539’da Fransızca’nın Fransa’da tek resmi dil olması ve ardından 1634 yılında Richelieu tarafından kurulan academie française (Fransız akademisi) ve aynı şekilde İspanya’da gelişen bölgesel milliyetçi duyguları tek başlarına günümüz ulus-devlet anlayışını, tanımını ve inşa sürecini açıklamak için yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle ulus-devlet yapılanmasının Avrupa’da faklı alanlarda gösterdiği parametrelerin bir araya getirilmesi sonucu doğan bir sistemin gelişimi olduğu ifade edilebilir.

16. ve 17. yüzyıllar ile birlikte İngiltere’de meydana gelen sanayi devriminin etkileri ekonomik anlamda tekelciliği yıkıp siyasi alanı etkilediği gibi yeni bir sosyal düzen için halkın bilinçlenmesini de sağlamıştır. Bunun yanında Fransa’da meydana gelen ve daha çok siyasi alanı değiştirmeye yönelik devrim(ler), mutlakçı devlet yönetiminden meşrutiyet ve cumhuriyet temelinde halkın eşitliğine, özgürlüğüne, haklarına vurgu yapan yeni bir sistemin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Aynı şekilde bu gelişmelerin yol açtığı bölgesel merkezileşme Smith’in (2002: 182) ifade ettiği gibi, devletler bu ‘üçlü ittifak’ın (Fransız devrimi, sanayi devrimi, İspanya’daki milliyetçi duygular) etkisiyle ulus-devlet olma yolunda ilerlemişlerdir. Bu tür gelişmeler yönetimdeki üst ve azınlık bir kesimin daha önce ifade edildiği gibi gerek kendi çıkarları doğrultusunda gerekse de daha geniş düşünerek halkın bir bütün olması yolunda politikalar geliştirmesi için uygun bir zemin hazırlamıştır. Bu süreçte geliştirilen birlikler içindeki “ortak dil, ortak kültür, ortak tarih, ortak millet/ırk/etnisite, ortak din, ortak devlet” gibi bir vatandaşın yalnız olmadığını hatırlatan; ancak bununla beraber onun kendisine hükmeden devlete bağlanmasını da sağlayan bir düşünce ve mantık gizlidir. Bu tür milliyetçi ve ortak duyguların inşasını günümüz koşulları üzerinden düşünüldüğünde gelişen medya olanakları sayesinde daha hızlı inşa edildiği de görülmektedir. Bunun yanında okur yazarlık oranının artması ve eskiye nazaran daha sofistike bir dünyanın içine girmemiz üst el tarafından üretilen yeni kimliklere karşı hassasiyeti de arttırdığı ifade edilebilir.


Notlar

1- Türkçe’de ‘milliyetçilik’in, ‘ulusçuluk’ kavramı ile iç içe geçmiş anlamını ve İngilizce’deki ‘nationalism’ kavramının bunları tanımlamada ve ayırmadaki güçlüğün farkında olarak, milliyetçilik kavramı, bu çalışmada, ulusçuluk kavramını da içerecek şekilde, bir milletin oluşum ve inşa sürecinde onları harekete geçiren ve ortak bir dile, kültüre, (ya da dine), ataya en önemlisi de belli bir toprak parçası üzerindeki ortak egemenliğine yapılan vurguyu içeren anlamı ile kullanılacaktır.

2- 1830 ihtilali Fransa’da ortaya çıkan ve bütün Avrupa’yı etkileyen bir harekettir. Hareketin başlamasında Avrupa’daki liberallerin 1815 Viyana Kongresi’nin kararlarına verdiği tepki ve özellikle Metternich’in siyasetinin gelişmeleri, düşünce ve fikir özgürlüğünü sağlayan anayasaya aykırı sonuçlar vermesi de liberallerin öncülük ettiği ayaklanmaların başlamasına neden olmuştur. Bu zamana kadar genellikle devletler bazında olan savaşlar artık farklı bir form kazanmıştır. Sonuç olarak, Fransa, Belçika, İspanya gibi ülkelerde liberalizm düşüncesi galip geldi. Liberal politikalar benimseyen ve İngiltere’deki bir rejim isteyen liberaller 30 Temmuz 1830’da “Louis Fhillippe” kral seçilerek Fransa’da meşruti krallık yönetimi benimsenmiştir. Ancak kurulan yeni yönetimin herkese oy hakkı vermeyişi, milliyetçi ve liberal duyguların güçlenmesi ve İngiltere’deki sanayi devriminin etkisi ile meydana gelen işçilerin birleşerek “Sosyalist Parti”yi kurmaları 1848 ihtilali için zemin hazırlamıştır. Bunların yanında Kral Louis Philippe”ın izlediği kısıtlayıcı politikalar ve işçi sınıfına yönelik sorunlarda gösterdiği ihmalkâr davranışları etkili oluştur. Bu tür ayaklanmalar, bir bilinçlenmenin ürünü olup halk arasındaki gruplaşmanın önünü açmıştır. Bundan dolayıdır ki, 1848 ihtilali sonucunda Macaristan’da milliyetçi hareketler ortaya çıkmış ve Avusturya’dan ayrılma yönünde harekete geçilmiştir.

3- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, Marxist bir bakış ile dolayısıyla da ekonomi ve sınıf mücadelesi bağlamında değerlendiren V. İ. Lenin (1975: 53-54) Marxist literatürde muğlak kalan bu konuya açıklık getirmektedir. O, bütün dünyayı saran kapitalizmin, iktisadi ve siyasi sorunları da olacaktır. Kendine pazar alanı arayan bir kapitalist sınıfın “kendi zaferini sağlamak için yurtiçi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasi bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde” yattığını ifade etmektedir. Genel olarak bakıldığında Marxist bir ideolojinin diğer ulusların kendi kaderini belirleme hakkını yani ayrılmalarını savunması dolaylı olarak Marxizmin tamamen karşı olduğu bir burjuva sınıfını desteklediği anlamına gelebilir. Böyle bir eleştiriye ise Lenin (1975: 72) hayır …. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ama ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva şoven milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız” ile düşüncesine açıklık getirmektedir.


Kaynakça

– Anderson, B. (1991). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. London: Verso.

– Bauman, Z. (2013). Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm: Küresel Çağdaş Sosyal Eşitsizlik, (Çev: F. D. Ergun). İstanbul: Say Yayınları.

– Bodur, H. E. (2007). Küreselleşme, Din Ve Ulus-Devlet, (Ed: Ş. Gürsoy Ve I. Çapcıoğlu).Küreselleşme Ulus-Devlet Ve Din içinde (s.17-42) Ankara: Platin Yayınları.

– Bokser-Liwerant, J. (2007). Küreselleşme Ve Kollektif Kimlikler, (Ed: Ş. Gürsoy Ve I. Çapcıoğlu). (Çev. I. Çapcıoğlu). Küreselleşme Ulus-Devlet Ve Din içinde. (s. 329-358). Ankara: Platin Yayınları.

– Çakır, H. Ve Şahin, B. (2015). Max Weber’de Doğu Algısı Ve Türkiye Özelinde Tartışmalar, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, (18) 2, 18-45

– Erözden, O. (1997). Ulus Devlet. Ankara: Dost Kitabevi.

– Fukuyama, F. (2012). Devletin İnşası: Yirmi Birinci Yüzyılda Yönetişim ve Dünya Düzeni. (Çev: T. Çolak). İstanbul: Profil Yayıncılık

– Gellner, E. (1992).Uluslar ve Ulusçuluk (Çev: B. E. Behar Ve G. G. Özdoğan). İstanbul: insan Yayınları.

– Giddens, A. (2000). Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi. (Çev: Ü. Tatlıcan). İstanbul: Paradigma Yayınları.

– Giddens, A. (2008). Ulus-Devlet ve Şiddet. (Çev:C. Akay). (Basım Yeri Belirtilmemiş): Kalkedon Yayınları.

– Habermas, J. (2000). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. (Çev: T. Bora, Ve M. Sancar). İstanbul: iletişim Yayınları.

– Habermas, J. (2002). Küreselleşme Ve Milli Devletlerin Akibeti: Siyasi Denemeler. (Çev:M. Beyaztaş). İstanbul: Bakış Yayınları.

– Hobsbawn, E. (2006). Giriş: Gelenekleri İcat Etmek, (Ed: E. Hobsbawn Ve T. Ranger). (Çev: M.M. Şahin). Geleneğin İcadı içinde. (s. 1-18). İstanbul: Agora Kitaplığı.

– İnanç, H. ve Ünal, F. (2013). The Construction of National Identity in Modern Times: Theoretical Perspective, International Journal of Humanities and Science. 2 (11). 223-232

– Kabbani, R. (1993). Avrupa’nın Doğu İmajı. (Çev: A. Gürdal). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

– Kedourie, E. (1971). Avrupada Milliyetçilik. (Çev: M.H. Timurtaş). Ankara. Milli Eğitim Basımevi.

– Khazanov, A. M. (2003). A State without a Nation? Russia after Empire, (Ed: T.V. Paul, G. John Ikenberry and J. A. Hall). The Nation-State In Question içinde. (s. 79-105).Princeton: Princeton University Press.

– Kohn, H. (2005). The Idea of Nationalism: A Study in Its Origins and Background. New Jersey: Transaction Publishers.

– Lenin. V. I. (1975). Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme Hakkı. (Çev: M. Ardos). Ankara: Sol Yayınları Maxime, R. (1973). Islam and Capitalism. (Çev: B. Pearce). New York: Pantheon Books Navari, C. (1981). The Origions of the Nation-State, (Ed: L. Tivey). The Nation State: The Formation of Modern Politics içinde. (s. 13-38). Oxford: Martin Robertson.

– Ohame, K. (1999). Küreselleşme: Temel Metinler, (Ed. K. Bülbül) (Çev. Z. Dicleli). Ulus Devletin Sonu içinde. (s.199-211). Ankara: Orion Yayınları

– Orridge. A. W. (1981). Varieties of Nationalism. (Ed: L. Tivey). The Nation State: The Formation of Modern Politics içinde. (s. 39-58). Oxford: Martin Robertson.

– Özkırımlı, U. (2008). Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış. Ankara: Doğu Batı Yayınları Ranger, T. (2006). Sömürge Dönemi Afrika’sında Geleneğin İcadı, (Ed: E. Hobsbawn Ve T. Ranger). (Çev: M.M. Şahin). Geleneğin İcadı içinde, (s. 245-304). İstanbul: Agora Kitaplığı.

– Şen, Y. F. (2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri Ve Ulus Devlet. Ankara: Yargı Yayınları. Smith, A. D.(2002). Ulusların Etnik Kökeni. (Çev:S. Bayramoğlu Ve H. Kendir). Ankara: Dost Yayınları. Somer, M. (2015). Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk Ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

– Sunar, L. (2012). Marx Ve Weber’de Doğu Toplumları. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

– Taylor, C. (1998). Nationalism and Modernity, (Ed: J. A. Hall). (s. 191-218). The State Of The Nation: Ernest Geliner Adn the Theory of Nationalism içinde, Cambridge: Cambridge University Press.

– Weber, Max (1978). Economy And Society: An Outline Of Interpretive Sociology. (Vol: 1) (Ed: G. Roth and C. Wittich). Berkeley: University Of California.

– White, W. G. (2004). Nation, State, and Territory: Origins, Evolutions, and Relationships (Vol: 1). Maryland: Rowman& Littlefield Publishers.

– Yıldız, A. (2006). Transformation Of Islamic Thought In Turkey Since 1950s, (Ed: I. M. Abu-Rabi). The Blackweü Companion To Contemprary Islamic Thought içinde. (s. 39-54). Malden: Blackwell Publishing. Yıldız, M. (2014). Modernizmin Kıskacında. İstanbul: Çıra Yayınları.


Sosyal Bilimler İnsan ve Toplum, Akademisyen Yayınevi, Bilimsel Araştırmalar Kitabı, Editör: Türkan Erdoğan, Ankara-2018