Basit Yaşamdan Zenginlik Arzusuna – Eray Yağanak & Caner Çiçekdağı

Basit Yaşamdan Zenginlik Arzusuna Yoksulluğun Diyalektiği - Eray Yağanak & Caner Çiçekdağı


Sosyal Bilimlerde ve özellikle Beşeri Bilimlerde (humanities) kullanılan kavramların hem kişi/birey hem de grup/toplum bakımından farklı semantik içeriklere sahip olması bu alanlarda bir tanımlar çokluğunu da beraberinde getirmektedir. Yoksulluk kavramı da bu kavramlardan biridir. Eğer yoksulluğu refah düzeyi ile ilişkili bir kavram olarak düşünecek olursak, temel insani ihtiyaçların karşılandığı durumlarda yoksulluk gibi bir kavramın insan zihnini meşgul eden bir kavram olarak değerlendirilmemesi gerekirdi. Ancak sadece maddi düzeyde karşılanan insan ihtiyaçları yine de refah düzeyinin artması ile temellendirilemiyor.

Örneğin, güvenliğin de refah düzeyini artıran en önemli insani ihtiyaçlardan olduğu iddiası refah düzeyi, güvenlik ve mülkiyet sahibi olma ve dolayısıyla yoksulluğun ortadan kalkması arasında doğrudan bir ilişki olduğu varsayımına dayanıyor. Hobbes, bunu, insan doğasına ilişkin geliştirdiği bir antropoloji ile en radikal biçimde dile getirmişti. Hiç kuşkusuz ondan önce de bu dile getirilmişti ama o refah düzeyini insanı korku içinde yaşama duygusundan kurtaracak yaşamı güvenlik ve mülkiyet kavramlarına bağlayarak liberal politikaların uç noktalarından birini temsil etmişti.

O halde, yoksulluğun yokluğu olarak refah düzeyinin artması, bir başka deyişle zenginlik, yani ihtiyacından fazla şeye sahip olma, sadece maddi ihtiyaçların karşılanması ile giderilebilecek bir olgu gibi görünmüyor. Burada vurgulanmak istenen şey, yoksulluk kavramının semantik içeriğinin bu kavram onunla ilintili diğer kavramlarla, örneğin eşitlik, eşitsizlik, adalet, bölüşüm, özgürlük vb. birlikte ele alınmadığı sürece belirlenemeyeceğidir. Başlıklardan biri olan dayanışma kavramı, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve adaletin, adil bölüşümün tesis edilmesi anlamında yoksulluk ve adalet kavramları ile en azından ilke bazında ve kategorik anlamda, bir arada düşünülmesi zor bir kavram gibi görünüyor. Bu iddiamızı Locke ve Hegel’in dayanışma adına yapılan yardımların hem devlete hem de diğer sivil toplum kuruluşlarına bağımlı, özsaygısını yitirmiş bireyler ve bir yoksulluk kültürü yaratmaktan başka bir işe yaramadığı görüşüne dayandırabiliriz.

Bu nedenle, bu çalışmada, dayanışma kavramı, dile getirdiğimiz anlamıyla, dışta bırakılacaktır. Bu çalışma yoksulluk sorunu olarak adlandırılan sorunun yaşamı sürdürebilmenin olanaklarını sağlayacak temel ihtiyaçların neler olduğunun ya da olması gerektiğinin tespiti ile bunların ötesinde nelerin gerektiği arasında bir çatışmadan kaynaklandığı iddiasını ileri sürmekte ve yoksulluk ile ilgili yapısal sorunların kaynağında bu çatışmanın olduğunu varsaymaktadır.

Yaşamın temel amacının “iyi”yi elde etmek “kötü”den kaçınmak olduğu varsayımı insanın varlığını sürdürebilmesinin temel ilkesi olarak alınırsa varlığını sürdürebilmenin hem içsel, kişinin kendisine bağlı olan, hem de dışsal, kişinin yaşadığı doğal ve toplumsal çevreye bağlı olan, koşullarının neler olması gerektiği kaçınılmaz bir sorun olarak karşımıza çıkar. Aristoteles hem içsel hem de dışsal koşulları birlikte ele aldığı yaklaşımıyla “iyi” ile “kötü”yü ölçülü olmaya bağlar ve mutluluğu (eudaimonia) etik görüşünün merkezine yerleştirir. Çünkü ona göre, “mutluluk değerli ve kendisi amaç olan şeylerdendir ve hepimiz bütün öteki şeyleri onun için yaparız.” (1)

Mutlu bir yaşamın temel gerekliliklerinden bir de devletin yurttaşlarının varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmelerine olanak sağlamalarıyla da yakından ilgilidir. Aristoteles’in insanın varlığını sürdürebilmesinin temel ilkelerinden biri olarak gördüğü içsel ve dışsal koşulların bir arada düşünülmesi gerektiği düşüncesi Epikür tarafında kabul edilmez. Epikür’e göre insan Aristotelesin iddia ettiği gibi toplumsal ve ortak hareket eden bir varlık değil aksine bireyci ve kendi çıkarlarını düşünen bir varlıktır. Ancak bu onların diğer insanlarla bir arada uyum içinde yaşamalarının önünde bir engel değildir. Çünkü diğer insanlarla barış içinde, çatışmadan yaşamanın koşulu onlarla bu türden bir yaşamın olanağını sağlayacak bir ortak anlaşmanın varlığına bağlıdır.

İyi, mutlu ve refah içinde yaşam ne türden bir yaşamdır sorusunun yanıtı Epikür için çok açıktır: zihni acı veren şeylerden kurtarmak ve insan mutluluğunun ve refahının temeli olan huzur. Zenginlik ve lüksü kendinde bir amaç olarak gören bir hayat peşinde koşmak zihni gerçek amacından uzaklaştırır ve sahip olmayı arzu ettiklerimizin bize huzur ve mutluluk vereceği yanılsamasının ruhumuzda yaratacağı derin boşluk “basit yaşam”ın temel amacı olan varlığını sürekliliği ilkesini kesintiye uğratır.

İyi, mutlu ve basit bir yaşamı varlığın sürekliliği ilkesine bağlıyor olmamızın nedeni yoksulluktan kurtulma ve zenginlik arzusunun aynı amacı güdüyor olmasıdır. Bu amaç en yalın anlamıyla varlığını sürdürebilmenin temel gereksinimlerine, daha fazlasına değil, sahip olmayı içinde barındırır. Bu temel gereksinimlerin, iyi, mutlu ve basit bir yaşamı sağlamaları bakımından, neler olduğu ya da olacağı sorunu insanın arzu ve beklentilerinden ve belki de daha önemlisi insanın varlığına ilişkin bir eğilime, örneğin kendine yetme ya da daha fazlasını isteme ya da en basit anlamıyla açgözlülük vb. şeylere bağlı olarak çözümlenmeye çalışılabilinir.

Eğer varolanla yetinme ve daha fazlasını arzu etme aynı varlığın farklı görünümleri olarak tezahür ediyorsa sorun bu temel gereksinimlerin neler olduğu olarak değil aksine insanın kendisi için istediği, bir başka deyişle, iyi, mutlu ve huzurlu bir yaşamın koşulu olarak adlandırdığı şeylerin farklılığına bağlı olarak görünüşe çıkar. Bir başka deyişle, herkesin kendisi için iyi olan ile kendinde iyi olan arasındaki ayrım, herkesin kendisi için değil kendinde iyi olanı ortak iyi olarak görmesi ile giderilebilir. Bu herkesin kendini genel bir iyi için feda etmesi gerektiği anlamına gelmez. Aksine varlığın sürekliliği ilkesini ortak bir hedefe yöneltir. Bu ortak hedef tek kişinin kendi için mutluluğunu değil kendi mutluluğunu herkeste görmesi gerektiği ereğini görünüşe çıkarır ya da çıkarması gerekir. Eğer Aristoteles’in Nikomakhosa Etik birinci kitabının girişinde dile getirdiği “her insan eyleminin bir iyiyi arzuladığı” (2) iddiası insan eylemlerinin nihai amacının ne olması gerektiği konusunda çıkış noktası olarak alınacak olursa yukarıda dile getirdiğimiz görüşümüzü yine Aristoteles’in “kendisi için aranan, başka bir şey için aranandan, hiçbir zaman bir başka şey için tercih edilmeyen de, hem kendileri için hem de onun için tercih edilenlerden daha amaçtır” (3) açıklaması ile temellendirebiliriz.

Ancak bu ortak amaç herkeste aynı şekilde ortaya çıkmayabilir. İnsani eğilimlerin çeşitliliği herkesi sözünü ettiğimiz ortak hedefin ne olduğu konusunda farklı beklentilere ve bu beklentilere bağlı farklı açıklamalara yöneltebilir.

Örneğin, yoksulluğu sahip olamadığı şeylerin yokluğuyla açıklayan, bir başka deyişle, yoksullukla yoksunluğu bir ve aynı şey olarak gören biri için iyi, mutlu ve basit yaşamın dayanağı yoksun olduğu şeyleri elde etme olabilir. Ya da daha basit bir şeyin, örneğin, klasik müzik dinlemenin, öznel olarak, bir kişiyi mutlu etmesi, yani bireysel arzu ve isteklerin tatmin edilmesi mutluluğun kaynağı olarak görülmesine neden olabilir. Ancak bireysel arzu ve isteklerin tatmin edilmesi ortak “iyi”yi temsil eden ya da onu açıklayan örnekler olarak değerlendirilemez. Çünkü bireysel arzu ve istekler, tatmin edildikleri anda bile yanıltıcı olabilirler. O halde bireysel, öznel arzu ve istekler ile genelin iyiliği ve mutluluğu birbirine karıştırılmamalıdır.

Bir başka deyişle, bireysel arzu ve istekler genelin iyiliği ve mutluluğu ile bir ve eşit tutulamaz. Bireysel arzu ve isteklerin tatmin edilmesinin mutluluğun kaynağı olduğu yanılsaması Aristoteles’in teoria (4) olarak adlandırdığı yaşam biçimini reddedenlerin ve kendilerini duyuların sağladığı hazlara teslim edenlerin içine düştükleri duruma işaret eder. Ancak bu durum yine de bireysel arzu ve isteklerin tatmin edilmelerinin iyi olmadığı anlamına gelmez. Sorun mutlak iyi ile kıyaslandığında hangisinin insanın genel refahı için amaç olduğu sorunudur. Burada yukarıda dile getirdiğimiz öznel iyi ile nesnel iyi arasındaki ayrımı vurgulamaya çalışıyoruz. Nesnel iyi öznel iyiyi aşan ve hatta onu kuşatan bir genelliğe işaret eder.

İyi, mutlu, basit yaşam ve yoksulluk arasındaki ilişki öznel iyi ile temellendirilemeyeceğine göre, çünkü bunlar kişilerin arzu ve isteklerine göre değişiklik gösterebilir, kendinde ve kendisi için iyi olan mutluluk nasıl temellendirilecektir? Belki de bu soru başka bir tarzda şu şekilde sorulabilir: İnsanlar için gerçekten iyi olan nedir? Bu soru bugüne kadar, insanın doğası nedir sorusunu da kapsayacak şekilde, yanıtlanabilmiş değildir. İnsanlar için neyin gerçekten iyi olduğu sorusunu insanın kendisi dışında başka şeylerle ilişkilendirerek yanıtlamaya çalışmak insanı kendisi olarak anlama olanağını ortadan kaldırır. Aslında bunun tersi de mümkündür.

Bu nedenle, bir şeyi kendisi olarak anlama çabası sonu gelmeyecek bir çaba olarak görünüyor. Bu, en azından şimdiye kadar, başarılamadığı için dile getirdiğimiz soruları yine Aristoteles’e başvurarak yanıtlamaya çalışalım. Aristoteles şu soruları soruyor: Birinin en iyisi nedir? Acaba öteki şeylerin onun uğruna yapıldığı şey mi? (5) Öteki şeylerin onun uğruna yapıldığı şey mi sorusu yaşamın temel amacının ne olduğu sorusunun varlığın sürekliliği ilkesine eklemlendiği bir sorudur. Yoksulluktan kurtulmak için zengin olma arzusu, yoksulluğun varlığın sürekliliği ilkesini kesintiye uğratan bir olgu olarak görülmesi ve sırf bu nedenle de yoksulluk ile zenginlik arasında doğrudan bir ilişki kurulması, yaşamın temel amacının ne olduğu sorusuyla Aristoteles’in teoria olarak adlandırdığı yaşam biçimi arasındaki ilişkinin anlaşılamadığının bir ifadesi olarak görülebilir. Hiç kuşkusuz yoksulluk ve zenginlik bir olgudur.

Ancak bu ikisi arasındaki karşıtlık üzerinden kurgulanan bir yaşam biçimi yoksulluktan kurtulmanın ve zengin ve dolayısıyla mutlu olmanın dayanağı olamaz. Bir başka deyişle, araçların amaç yerine tercih edilmesi asıl amacın kendisinin de araç konumuna indirgenmesine, iyi ve mutlu yaşama eklemlenen varlığın sürekliliği ilkesinin nihai hedefi olan iyi yaşam arzusunun gözden kaçırılmasına neden olabilir. Şöyle söylüyor Aristoteles:

“amaçlar çok göründüğünden, bunlardan bazılarını bir başka şeyden ötürü tercih ettiğimizden- örneğin zenginliği, flütleri ve genellikle araçları-, bunların hepsinin kendileri amaç olmadığı açık; oysa en iyi, kendisi amaç olan bir şey olarak görünüyor. Demek ki kendisi amaç olan yalnızca bir tek şey varsa, aradığımız bu olur; daha çok şey varsa, bunların arasında en çok kendisi amaç olanı […] Kendine yeter olmayı ise, tek başına alındığında yaşamı tercih edilecek kılan ve hiçbir eksiği bulunmayan şey diye kabul ediyoruz; mutluluğun da böyle bir şey olduğunu, üstelik her şeyden çok tercih edilir olduğunu ve başka şeyler arasında sayılamayacağını düşünüyoruz [.] Demek ki yapılanların amacı olarak mutluluk, kendisi amaç ve kendine yeter bir şey olarak görünüyor. ”

O halde, insan, kendinde ve kendisi için amaç olarak istenen mutluluğa nasıl ulaşacaktır? Bu sorunun yanıtı Aristoteles’in yaşamın pasif bir varolmaya bağlı olan bir duruma değil aksine sürekli bir etkinlik olduğuna ilişkin görüşüyle verilebilir. Mutluluk “ruhun akla uygun ya da akıldan yoksun olmayan, yine ruhun erdeme uygun, yaşamın sonuna kadar etkinliğidir çünkü bir tek kırlangıç baharı getirmez, ne de bir tek gün; aynı şekilde bir tek gün ya da kısa bir süre insanı kutlu ve mutlu kılmaz.”

İyi ve mutlu yaşamın pasif bir varolma tarzına değil, ruhun, bir başka deyişle aklın, sürekli etkinliğine bağlı olduğunu dile getirdik. Akıl ya da ruh ne türden bir etkinlik içinde olduğunda mutlu ve iyi yaşam sağlanmış olur? Bu soru Aristoteles’in akıl erdemleri ve karakter erdemleri üzerine yaptığı açıklamalar ışığında yanıtlanabilir. Karakter erdemleri üzerine Aristoteles’in yaptığı açıklama çok açık ve nettir:

“erdem, tercihlere ilişkin bir huy: Akıl tarafından ve aklı başında insanın belirleyeceğiyle belirlenen, bizle ilgili olarak orta olanda bulunma huyudur. Bu, biri aşırılık, öteki eksiklik olan iki kötülüğün ortasıdır; kötülük etkilenimlerde ve eylemlerde gerekenden aşırısı ya da eksiğidir, erdem ise ortayı bulma ve tercih etmedir. Bunun için varlığı bakımından ve ne olduğunu dile getiren söz bakımından erdem orta olmalıdır; en iyi ile iyi bakımından ise uçta olmalıdır.”

Yukarıdaki alıntı karakter erdemlerinin huy’a (disposition) bağlanmış olmasının oldukça önemli bir nedeni var. Eğer huyları insanların neliği ve bu neliğe bağlı belirli davranış örüntülerini belirleyen özellikler olarak açımlarsak, her insan eyleminin bu neliğe bağlı olarak bir davranışa yöneldiğini söyleyebiliriz.

Ancak, doğal olan eğilimlerimizi ve huylarımızı dikkate almadan, karakter erdemlerinin insanı yönlendirdiği davranış örüntülerinin aklın doğru kullanımına bağlı olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu yine de şu anlama gelmez: aklını doğru kullanan insan ya da akıl sahibi olmak neyin doğru olduğunu belirler. Tersine akıl sahibi varlık doğası gereği neyin doğru ve iyi olduğu sezer ve akla dayalı olarak belirlenen doğru onu takip eder. Burada sözü edilen akıl türünün teorik akıl olmadığı dikkate alınmalıdır. Teorik akıl şeylerin neden öyle olduklarını anlama açısından iş görürken pratik akıl eğilimlerimizin ya da eylemlerimizi neden öyle değil de böyle seçtiğimiz noktasında açığa çıkar.

O halde, iyi, mutlu ve basit yaşam pratik akıl ya da erdemlerimize dayanan bir yaşam ise varlığın sürekliliği ilkesinin temel hedefi yoksulluktan kurtulma adına zengin olma arzusu olamaz. Ya da yoksulluğun nedeni olarak zenginliğin yokluğu görülemez. Daha da açık bir ifadeyle, yoksulluk yoksunluk ile temellendirilemez. Burada yoksulluğu yücelttiğimiz ya da yoksulluğu pratik erdemlerden yoksun aklın ya da zihnin bir durumu olarak meşrulaştırdığımız düşünülmesin. Vurgulamak istediğimiz şey daha fazla şeye sahip olma arzusunun yoksulluktan kurtulmanın dayanağı olduğu ve bu arzu gerçekleştiğinde içinde bulunulan durumun daha iyi olacağına ilişkin inancın sağlam bir rasyonel temelinin olmadığıdır. Bu sadece yoksul olanlar için değil görece olarak daha zengin olanlar için de geçerlidir.

Şu açıktır ki insan hep daha fazlasını ister. Bu iddianın antropolojik temellerinin ne olduğu sorunu bir tarafa tarihsel olarak bunun bir gerçek olduğu açıktır. Herkes varlığını sürdürmek ister ancak varlığını sürdürme isteği daha fazla şeye sahip olma arzusuyla temellendirilemez. Bu iddiamız “az” ile yetinme anlamına da gelmez. Çünkü “az” “çok”un karşıtı olarak ele alındığında ihtiyaç olan ve ihtiyaçtan fazla olan ile temellendirilmek durumundadır. O halde, varlığın sürekliliği ilkesine bağlı olarak yaşamını sürdürebilme sadece ihtiyaçları karşılama durumuna indirgenirse yoksulluk gibi bir kavramın tartışılması pek anlamlı olmazdı. Eğer, burada, insanca yaşamını sürdürebilme imkânına sahip olma kastediliyorsa o zaman da insanca yaşama koşullarının ne olduğu ya da ne olması gerektiği tartışılmalı. Şu soruyu sormalıyız kendimize: İnsanca yaşama koşullarının sağlandığı durumda yoksulluk ortadan kalkmış, insanlar huzur, refah ve mutlu bir şekilde yaşıyor olacaklar mı?

Adil bir bölüşümün insanca yaşama koşullarının sağlanması için yeterli olabileceğini iddia edenler olacaktır. Ancak o zaman da başka bir kavram, hak etme (deserve) kavramı dikkate alınmak durumunda kalınacaktır. Hak edene hakkını vermek ya da kim ne kadar hak ettiyse o kadarını vermek ne anlama gelmektedir? Kimin ne kadar hak ettiğini kim tayin edecektir? Ölçüt ne olacaktır? Hiç kuşkusuz tek insanın hem kendisiyle hem ötekilerle ilişkisinde hem de tüm toplumun devlet ile olan ilişkisinde sorduğumuz bu soruları yanıtlama çabası tarih boyunca süregelmiştir.

Aristoteles bağlamında, onun hiyerarşik sınıf ayrımına dayandırdığı politik tutumunu göz önünde bulundurmadan yoksulluk ile ilgili etik görüşünü dikkate aldığımızda yoksulluk ve devletin yoksullara karşı takınması gereken tutum arasında tutarlı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu konu bu çalışmanın kapsamında değildir. Biz bu çalışmada iyi, refah düzeyi yüksek ve temel ihtiyaçların karşılandığı durumlarda yoksulluğun ortadan kalkacağı ve yokluğunun sağlanabileceği ve dolayısıyla yoksulluğun yokluğu olarak zengin olma arzusunun rasyonel bir temeli olmadığını iddiasını dile getiriyor ve bu iddiayı insanın kendisi için iyi olan ile kendinde iyi olan arasındaki ilişkiyi çarpıtarak kendisi için iyi olana kavuştuğunda herkes için iyi olan nedir gibi bir kaygıya kapılmadığı ve dolayısıyla insanın diğerkamcı değil, kendine yeten ile yetinmeyen, daha fazlasına sahip olma arzusunun hem kendisini hem de kendisi ile beraber ötekileri de kapsayan varlığın sürekliliği ilkesini kesintiye uğratan bir zihin durumuna sahip olduğu varsayımına dayandırıyoruz.

Her ne kadar Aristoteles’in ölçülü olma olarak adlandırdığı şey kabul edilebilir gibi görünse, sezgisel olarak bunun doğru eylemin ve erdemli olmanın bir koşulu olduğu varsayılsa, tek insan bunu kendi başına kaldığında meşrulaştırabilse de öteki ile ilişkilerde bu tür bir davranışın ilke düzeyinde, örneğin Kant’ın öngördüğü kategorik buyruk gibi, gerçekleştirilebilir olduğunu düşünmüyoruz. Bu görüşümüzü Epikür’ün ile temellendirebiliriz.

Yukarıda dile getirdiğimiz gibi Epikür Aristoteles’in toplumsal/siyasal bir varlık olduğu görüşünü reddeder, toplumun varlık koşulunu ve insanın onunla ilişkisini temel ihtiyaçlarının onun aracılığıyla karşılanıyor olmasına bağlar. İnsan doğasının kendi çıkarlarına uygun bir şekilde donatılmış olduğu varsayımından hareketle insanın diğer insanlarla doğal bir duygudaşlık (fellowship) eğilimine sahip olmadığını dile getirir. İnsanın diğer insanlarla ilişkisi barış içinde yaşamanın koşullarının sağlanması ilkesine bağlanır. Bu görüş “adaletin doğasının karşılıklı yararlılık ilkesine bağlı olarak hem ötekilere zarar vermemeye hem de ötekiler tarafından zarar görmemeye” (6) bağlı olarak temellendirilir.

Epikür mutlu yaşamanın koşullarının insanın hem fiziksel hem de ruhsal isteklerinin karşılanmış olmasıyla sağlanacağını dile getirir. Menoeceus’a Mektubunda “bazı arzuların doğal, bazılarının boş, doğal olanların gerekli ve gerekli olanların mutluluk ve yaşam için zorunlu olduğunu” (7) söyler. Epikür’ün ahlak kuramının en temel argümanlarından biri acıdan kaçınmak ve zihnin huzuru, sükûnetidir (tranguillity). İnsanın refahı bu iki koşulun sağlanmış olmasına bağlıdır. Epikür’e göre “bunun mutlak bilgisine sahip olan insan kendisine neyin acı vereceğini neyin huzur vereceğini bilir ve seçimlerini buna göre yapar.” 

Haz ya da arzu ve isteklerin tatmin edilmesi Epikür için mutluluk ve huzur içinde yaşamanın zorunludur. Ancak bu zorunluluk mutluluğun ne olduğunun doğru biçimde tanımlanmasına bağlıdır. Varlığın, bir başka deyişle, yaşamın sürekliliği ilkesi uyarınca insani ihtiyaçların karşılanması gerekir. Hiç kuşkusuz en temel ihtiyaç beslenmedir ve bu insanı acı içinde olmaktan kurtaran öncelikli bir ihtiyaçtır. Daha fazlasına sahip olma isteği, temel ihtiyaçların karşılanmış olmasına rağmen, temel ihtiyacı zevke ve lükse bağlama yanılgısına neden olur ki bu Epikür için varolmak için gerekli bir koşul değildir; aksine bu insana acı verir.

Bu nedenle, “doğru mutluluk olarak adlandırılan şey bedensel isteklerin sağladığı zevklerden değil, normal ihtiyaçların karşılandığı basit yaşamdan gelir”  çünkü basit yaşam insana hem fiziksel hem de ruhsal huzur verir. Yoksulluğun yokluğu olarak zenginlik arzusu yoksulluğun yokluğunu sağlamaz aksine basit yaşamın insana sağladığı huzur ve sükûneti parçalar. Epikür’e göre “bilge kişi az ile mutlu olmayı bilen” (8) kişidir.

Yukarıda Aristoteles ve Epikür’ün görüşleri çerçevesinde temellendirmeye çalıştığımız iyi, mutlu, basit yaşam ve yoksulluk arasındaki ilişkinin temel iddiası şudur: Yoksulluğun bir olgu olduğunu kabul etmekle birlikte yoksulluk ve iyi yaşam arasındaki ilişkinin yoksulluktan kurtulma amacıyla zengin olma arzusuyla temellendirilemeyeceğidir. Yoksulluğun yokluğu olarak zenginlik arzusu yoksulluğu yoksunluk ile bir ve eş görme yanılgısına düşme anlamına gelir. Varlığın sürekliliği ilkesini zengin olma arzusuna bağlama çabası yoksulluğun ortadan kalkmasına değil aksine yoksul ve yoksun bir zihnin kendini sürekli bir acı içine itmesine neden olur. Bu durum kendini, görece, hem yoksul hem de zengin olarak adlandıran herkes için geçerlidir.


Notlar

1- Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik”, Çev: Saffet Babür, Ayraç Yayınevi: Ankara, 1998, s. 20, 1102a.

2- Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik”, Çev: Saffet Babür, Ayraç Yayınevi: Ankara, 1998, s,1, 1094a.

3- A.g.e., s.,9, 1097a30.

4- Aristotelesin yaşam biçimlerine ilişkin açıklamaları için bakınız. Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik”, Çev: Saffet Babür, Ayraç Yayınevi: Ankara, 1998, s, 5, 1095b15-30.

5- A.g.e., s.,9, 1097a10

6- A.g.e., s.,9-10, 1097b, 5-20.

7- A.g.e., s.,11, 1098a, 5-20

8- A.g.e., s, 32-33, 1106b35-1107a5


IV. Uluslararası Felsefe Kongresi, 13-15 Ekim 2016, Bursa.