Çöküşün Peygamberleri – Yiğit Tuncay

Çöküşün Peygamberleri - Yiğit Tuncay


90’lı yılların başlarında sahnelediğim oyunumla Berlin’e turneye gitmiştim. Bu turne Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen ardından gerçekleşmiş olması açısından çok ilginç görüntülerle belleğimde fazlasıyla yer etmiştir. Doğu Berlin’in caddelerinin, meydanlarının ve binalarının henüz daha tam anlamıyla Batı Berlin ile uyumlu hale gelmediği bir zamanın tanıklığını yapmış olmak hüzünlü görüntüler biriktirmiş bende. Şirketlerin reklam tabelalarının işgaline henüz daha uğramamış bu kentin sokakları ve meydanlarında dolaşmak, binalarını tüm çıplaklığı ile görebilmek, Doğu Berlin’in asimile edilmemiş gerçek kimliğiyle karşılaşmış olmak, ister istemez insanı hüzünlendiriyor. Bu görüntüleriyle belleğimde yer eden Doğu Berlin’e tanıklık etmek; sakinliğinin, çıplak mimarisinin ve dahası gerçek kimliğinin “son akşam yemeği”ne davetsiz misafir olmak gibi bir şeydi adeta.

Doğu Berlin’de gezmenin böyle bir dönemde en ilgi çekici yanlarından biri de, işgal edilen boş kalmış binalardaki atölyelerdi. Ortaya çıkmış bu boşluğu dolduran atölyeler ve otonom yaşamlar çok renkli görüntüler oluşturmuştu. Bunların içinde tiyatrolar da vardı. Bu tiyatrolardan birine oyun seyretmek için götürdüler bizi. Binanın en geniş salonuna yerleşmiş bu tiyatro grubu, 50 kişilik sandalye koymuş ve geriye kalan tüm boş alanı sahne olarak tasarlamış. Aslında bir sahnede yok, “düzayak bir alan” desek yanlış olmaz. Bu eski binadaki her şey bir harabe gibi gözükse de, tiyatrocuların oyuna ilişkin yaptıkları sahne tasarımı çok büyük bir emeğin ürünüydü. Çünkü bizi bir köyün içine girmiş duygusuna sokmayı amaçlamışlar. İçeri girdiğiniz anda beş duyunuzu da harekete geçiren sahne tasarımı, herhangi bir gerçeklik kuşkusuna yer vermeyen birçok ayrıntıyı barındırıyordu. Dar bir koridordan salona doğru yürürken önce kuş seslerini duymaya ve ardından da toprak kokusunu solumaya başlıyordunuz. Salona girdiğiniz de ise, köydeki bir evin önünde buluyordunuz kendinizi. Ama bu köy 1930’lu yıllara ait bir gerçekliğe göre tasarlanmış.

Oyun, yine 1930’lu yıllara ait olan motorsikletle sahneye giren bir köy sakinin yarattığı gürültü ve diğer köylülerin başına toplanmasıyla birlikte çok hareketli başladı. Hikaye ilerledikçe “eski bir dostumla karşılaşmışım hissine kapılmaya başladım” desem yalan olmaz. Çünkü hikaye bana çok tanıdık, bildik geldi. Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” üçlemesinin ikinci romanı olan “Yer Demir Gök Bakır”la benzerlikler taşıyan bir hikaye idi.

Oyunu sahneleyen “Teatr Kreatur” adlı topluluk, Polonya tiyatrosunun avangart geleneğini benimseyen Polonyalı yönetmen Andrej Woron tarafından 1988 yılında kurulmuş. Seyrettiğimiz oyunun adı da “Prophet Ilja”. Yani “Peygamber Ilja” ya da siz O’na “İlyas Peygamber” de diyebilirsiniz. Oyunun yazarı Polonyalı Von Tadeusz Slobodzianek. Bu oyunu 1991 yılında kaleme almış. Oyunda sıradan insanların dini fanatizm saplantısı ile işledikleri suçlarla sonuçlanan olaylar zincirini analiz ediyor. Kendi yarattıkları sahte efsaneler ve peygamberlerin büyüsüne kapılan insanların ne kadar masum olurlarsa olsunlar, kötülük üreteceklerine dikkat çekmeye çalışıyor. Sahte peygamberlerin kendilerini mehdi ya da mesih olarak görme noktasına gelmeleri ile seçilmiş insan yaratmaya meyilli insanların birbirini besleyen unsurlar olduğunu vurgulaması da, hiçbir şeyin tek başına neden oluşturamayacağına dair önemli bir tespit olarak göze çarpıyordu.

Türkiye’ye döndükten sonra bu oyunla ilgili biraz araştırma yaptım. Oyunun yazarının bu hikayeyi Polonyalı sosyolog Włodzimierz Pawluczuk’un yazdığı “Wierszalin: Dünyanın Sonu Üzerine Bir Rapor” (Wierszalin. Reportaż o końcu świata, wyd. Wydawnictwo Literackie, 1974) adlı kitaptan yola çıkarak yazdığının farkına vardım. Hatta “Peygamber Ilja”nın gerçek bir karakter olduğunu, oyundaki olayların gerçekten yaşandığını da öğrendim. Gerçekten de “Peygamber Ilja”; o zamanlar Rus Çarlığının sınırları içinde olan Polonya’nın kuzeydoğusunda, Krynki yakınlarındaki ormanda bulunan küçük Grzybowszczyzna köyünde 1864 yılında doğmuş. Gerçek adı da Eliasz Klimowicz olarak kayıtlara geçmiş. Ortodoks-Katolik karması bir ailede büyümüş Klimovicz. Okuması, yazması ve herhangi bir eğitimi yokmuş. Ama buna rağmen kendi köyü ve çevre köylerden ona inanan, peşinden giden hatırı sayılır şekilde bir mürit topluluğu oluşmuş. Bu durum onun karizmatik ve ikna edici bir kişiliğe sahip olmasından dolayı mı oluşmuş, yoksa içinde bulunduğu koşullardan dolayı kurtarıcı bekleyen köylülerin ihtiyacını karşılamaya uygun bir manevi ortamın ürünü mü olmuş, bilemiyoruz!?

Bazı anlatılara göre; Eliasz Klimowicz’e çocukken rüyasında Meryem Ana gözükmüş ve ona bir kilise inşa etmesini buyurmuş. Bunun üzerine Eliasz Klimowicz, bilinen bir Rus Ortodoks Başrahip olan Johannes Von Kronstadt’a giderek, ondan kilise inşa etme ve bağış toplama izni almış. Bütün bunlar I. Dünya Savaşı patlak vermeden önce olmuş. Aldığı izin üzerine harekete geçen Klimovicz, kendi köyüne 2 kilometre uzakta herhangi bir yerleşim yeri olmayan Wierszalin adlı bölgede yeni bir Kudüs, bir manastır, çeşme, hastane inşa etme hayaliyle yola çıkmış. Wierszalin, Klimovicz’in etrafında toplanan köylüler için korunaklı bir alan, savaşlar arası dönemin çalkantılı dünyasına karşı bir güvenli yuva sunacakmış. Bazı anlatılara göre de; Peygamberleri İlja’nın peşinden giden bu topluluğun, seçilmiş olarak gördükleri kurtarıcılarını çarmıha germe fikrini bile ortaya attıklarına dair ifadeler de var. Klimowicz daha sonra kaçmış. Bir daha Wierszalin’de hiç kimse onu görmemiş. Grzybowszczyzna halkı onun geri dönmesini beklemişler. Müritlerinin çoğu peygamberlerinin sonunda onlara geri döneceğine inanarak ölmüşler.

Olayın efsaneye dönen farklı anlatımlarının ikna edici olmadığı kesin. Öncelikle görmemiz gereken, Polonya’nın bu ücra köşesindeki olayın meydana gelişindeki etkenlerin I. Dünya Savaşı ve hemen ardından patlayan 1929 Buhranı olmasıdır. Zaten yoksulluk içinde olan köylülerin o acımasız savaş ve kapitalizmin doyumsuz gırtlağının yarattığı ekonomik, siyasal, sosyal çöküşün sonuçlarından dolayı içine düştükleri bu durum, tek bildikleri şey olan dinsel temellere dayalı “kurtarıcı” mitidir. Tek tanrılı dinlerdeki mesih ve mehdi inancı da bu dayanakları veren bir teolojiye sahiptir.

Olayı başka anlatımlardan okuduğumda bir etken daha karşıma çıktı. I. Dünya Savaşı ve 1929 Buhranı’nın yıkıcı etkilerinin ortaya çıkardığı otorite boşluğunda, bölgedeki tüm köylere musallat olan Poltorak adlı bir eşkiyadan bahsediliyor. Poltorak, köyleri durmadan yağmalamaya gelip, yakıp, yıkıp halkın elinde, avucunda ne varsa almakla kalmayıp, insan kaçırıp fidye de istiyormuş. Yoksulluk, manevi çöküş ve can korkusu içindeki halk, Rus Ortodoks Başrahip olan Johannes Von Kronstadt’a tavsiye istemeye giden Eliasz Klimowicz’in bu yolculuğu esnasında Poltorak’ın bir yerel çatışmada öldürülmüş olmasını, hac ziyareti olarak gördükleri bu gidişe bağlamışlar.

İşte bundan sonra çılgınlık düzeyinde kontrolsüz bir süreç başlamış. Her anlamıyla bunalım içindeki halk, Başrahip ile yaptığı görüşmede tavsiyelerini alan Klimovicz’in, aynı zamanda köye bir Ortodoks kilisesi inşa etme sözünü vermesini de bir şükran göstergesi olarak sahiplenmiş. Poltorak’ın ölümünü Klimovicz’in “kutsal yolculuğu” ile ilişkilendiren halk, Klimovicz döndükten sonra başka sorunlarının da çözümüne dair, onu bir kurtarıcı olarak görmeye başlamışlar. Hastalıkları iyileştirmesi, kötücül güçlerden koruması ve kutsaması için ziyaretler başlamış. Kulaktan kulağa dolaşan fısıltılar, baş gösteren çılgınlığı, onun insanları Mesih’in ikinci gelişine hazırlamak için gökten inen bir Peygamber Ilja olduğu inancına kadar taşımış. Köylülerin bu inancı körüklemesi haliyle Klimovicz’i de bu fikre itmeye başlamış olmalı diye düşünüyorum.

Önceleri Ortodoks kilisesinin ileri gelenleri, Klimovicz’in giderek artan popüleritesinden yararlanmak istemişler. Ancak, yeni Kudüs olarak inşa ettikleri Wierszalin’deki kilisede, 1929 buhranı döneminden itibaren peygamberlik ilan edilip yeni bir din kurulması aşamasına kadar gelinmiş. Peygamber Ilja ve müritleri Ortodoks kilisesinden ayrılmış, artık başka bölgelerdeki Katoliklerin bile çekim alanı haline gelmişler. İnsanlar akın akın yeni Kudüs’ü ve Peygamber Ilja’yı ziyaret etmeye başlamışlar. Bu ziyaretler çevre köylerin bile ekonomisinde önemli değişimlere neden olmuş.

Bütün bu çılgınlık 1939 yılında durmuş. Çünkü Peygamber Ilja tutuklanıp Rusya’ya gönderilmiş. Bir kaç yıl sonra da Gulag’da ölmüş. Sovyet gizli servisinin dosyasındaki tüm bilgileri veren kişinin en yakını olan müritlerinden birinin adı olduğu söylentiler arasında yer alıyor.

20. Yüzyılın başından itibaren bir yandan sanayileşme yarışı hızla sürerken, diğer yandan da emperyalist paylaşım savaşlarının hazırlıkları devam etmiştir. Kentlere yığılan halklar sanayileşmenin çarklarının arasına sıkışmanın ve aynı oranda yoksullaşmanın acıları içindedir. Kırsal alanda yaşamaya devam eden insanlar ise eşitsiz gelişmenin derinleşen çelişkileriyle sefilliğin peyzajı haline gelmişlerdir. Bu tablonun üzerine I. Dünya Savaşı patlak verir ve halkların ekonomik, siyasal, sosyal çöküşü kan ırmaklarının üzerinden akmaya devam eder.

Savaşın yarattığı yıkımın mağduru insanlar henüz yakınlarını toprağa vermişlerken, devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmeyen liberalizmin yarattığı dengesiz ekonomi modelinin yıkımlarıyla ekmeğin kokusunu bile zor duyar hale gelmişlerdir. İki büyük savaş arasındaki bu çöküşün de çöküşü haline gelen tablo sadece borsanın kendi içindeki bir cilvesi olarak görülmemelidir. 1929 Buhranı, dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin % 42 oranında ve dünya ticaretinin de % 65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 Yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında, dünya ticaretinin en fazla % 7 oranında düştüğü düşünülürse, 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir. Kentlerdeki intihar oranlarının yüksekliğinden tutun da, köylerdeki insanların içine düştüğü yoksulluğu tarif edebilmek mümkün değildir.

Böylesine korkunç bir dönem içinde eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak tartışılacak derecede olan aklın çöküşünün de meydana getirdiği sonuçlar, bugün bizim için “bu insanlar delirmiş herhalde” dememize neden oluyor. Kentlerden köylere kadar uzanan çöküş tablosu, kendi koşulları içinde, kendine özgü farklılıklar gösteriyor. Yukarıda anlattığım yaşanmış olayın içindeki köylüler, bu tarihsel döneme tepkilerini bildikleri tek şey üzerinden veriyorlar. Bildikleri ise, dinler tarihinin anlatıcılarının onlara anlattıkları kutsal kitapların içinden sürükleyip getirdikleri. Büyük çoğunluğu okuma yazma da bilmedikleri gibi, bilmek için gidebildikleri tek yer de sadece kiliseler. Bu dönem aynı zamanda monarşilerin yıkılıp, cumhuriyetlerin kurulmasının batıdan doğuya doğru kaydığı dönemlerdir. Sömürünün sınıfsal niteliğinin dönüşmeye başladığı bu yıllar, kendi içinde farklı reaksiyonları da beraberinde getirir. Monarşiye özlem duyanlardan, kıyametin gelmekte olduğuna inananlara kadar geniş bir tepki yelpazesi çıkar karşımıza.

Krynki ormanının ortasında inşa edilen Wierszalin adlı yerleşim yeri, peygamberin önceden bildirdiği dünyanın sonu sırasında, yani kıyamet gününde sığınacakları bir Yeni Kudüs’tü. Çünkü yalnızca burası kendilerini felaketten koruyabilirdi. Kurtarıcıları olarak gördükleri Peygamber Ilja, onlara bu sığınağı hazırlayan ve mesihin dünyaya tekrar gelişinin habercisi olan bir elçiydi. “Elçiye zeval olmaz” diyen Eliasz Klimowicz, ortaya çıkan bu trajikomik durumun öznesiymiş gibi gözükse de, aslında nesnelliğin etkileriyle iç içe geçmiş bir sonuçtur.

Çöküşlerin yarattığı bunalımlar, dünya üzerindeki tüm halklardan bireylere kadar çok farklı tepkilere neden olur. Bu tepkiler bildiğimiz, tanıdığımız ve en çok da “biz”den olduğunu düşündüğümüz, güvenilir bulduğumuz saiklerden oluşur.

1929 Buhranı, yeni oluşmaya başlayan sosyalist blokun da etkisiyle devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmeyen Klasik görüşün bir kenara bırakılmasına neden olmuştu. Üzerinden acımasız bir paylaşım savaşı daha geçti. 1970’li yıllara kadar kârlarından fazla taviz verdiğini düşünen egemen sınıflar koalisyonu, rafa kaldırdıkları liberalizmlerinin önüne bir “neo” eki koyarak tekrar piyasaya sürmeye başladılar. Hem sistemlerinin sürekliliğini sağlamak, hem de Retro liberalizmi tekrar zora dayalı uygulamak adına dünyanın her tarafında laboratuvar rejimler oluşturdular. Ama bu zora karşı direniş vardı. Sosyalist blokun verdiği güvenle sınıf mücadelesi her bölgede şiddetli yürüyordu. Darbeler birbiri ardına geliyor ve ağır sonuçlar doğuruyordu. Bizim ülkemizde de 12 Eylül darbesi acımasız bir şiddet dalgası ile çöküş yarattı. Bu çöküş fiziki çöküştü. Ama sınıf savaşının güven veren sosyalist blokunun çözülüşü, fiziki çöküşün ardından aklın çöküşünü de neden oldu.

Çöküş bunalımı getirir ve bunalımda da insanlar herhangi bir “yeni” fikrinden korkar hale gelirler. Aklın çöküşü insanın tamamen dibe vurmasıdır. Dibe vuran insanlar tekrar herhangi bir şeye tutunmalarının koşullarını kendi beş duyularını oluşturan tarihin duraklarında aramaya başlarlar. Bilmediği bir yere, bilmediği bir yoldan giderken kaza yapıp geriye ve bildiği yollara dönmek gibidir bu durum. Şunu unutmamak gerekir ki, aklın çökmeden önceki en son hali, çökene kadar gittiğimiz yolun son noktasıdır. Ve biz gitmeye devam etmediğimiz için de o yol bitmiş demek değildir. Trajediler hayatın bir gerçeğidir ve hep “yeni”nin içinde saklıdırlar. Daha önce yürüdüğümüz her yoldan tekrar geçtiğimizde hazin hatıralar gülme duygusuna dönüşür. Dolayısıyla, trajediler aklı inşa ederken, çöküşler komediye döner.