Tarihin Ölü Eli Kafkasya’yı Canlandırıyor – Suat Parlar

Tarihin Ölü Eli Kafkasya'yı Canlandırıyor - Suat Parlar

Kalust Sarkis Gülbenkyan

Bakû Petrolleriyle Kurulan Dinamit İmparatorluğu

Azerbaycan petrol yatakları, Orta Doğu’nun doğal bir parçasıdır. Bakû, 1813 yılına kadar İran toprakları içindeydi, ancak Rusların bölgeyi işgali ile durum değişti. Kazak birliklerinin acımasız askerî denetimi, bölgedeki direnişi kırdı. Apşeron Yarımadası’ndan fışkıran petrolün getireceği zenginlik keşfedilmekte gecikmedi. Çarlık hükümeti, bölgede petrol çıkan arazilerin haklarını satmak amacıyla mezatlar düzenleyince, Tiflis, Batum ve İstanbul’dan çok sayıda Ermeni işadamı bölgeye geldi. Ermenilerin en büyük rakibi Azerbaycan ve Tataristan hanlarıydı. Bölgeye sadece Ermeni işadamları akın etmedi. İsveçli Nobel ailesi de gelenler arasındaydı. Silah yapımcısı Ludwig, kimyager Alfred, Emil ve Robert Nobel kardeşler, 1876 yılından itibaren bölgedeki petrol okyanusundan paylarına düşeni aldılar.

Nobel’lerin işlettiği kuyular, Bakû’nün en zengin ve önemli petrol yatakları haline geldiler. Nobeller, rafineri ve taşıma sistemleri ile bütünleşen büyük bir organizasyon kurdular. Ludwig Nobel, kendisine örnek olarak Rockefeller’i seçti, petrolcülüğü tüm yönleriyle inceledi. Kişisel yeteneklerinin katkısıyla “Bakû’nün petrol kralı” olarak anılmaya başlandı. 1876 yılından itibaren, St. Petersburg’un aydınlatılması için gereken yakıt, Nobeller’in firması tarafından temin ediliyordu. Ludwig, petrol taşımacılığında tanker fikrini ilk uygulamaya koyan isimdir.

1878 yılında “Zoroaster” adlı tanker, Hazar Denizi’nde petrol taşımacılığında kullanılıyordu. 1890 yılında Atlantik’te de petrol tankerleri dolaşan Nobeller, kadrolarına profesyonel bir jeologu alan ilk firma unvanını da taşıyorlardı. Nobeller’in kurduğu firma, “Petroleum Producing Company” (Petrol Üretim Şirketi) Rus İmparatorluğu’nun petrol ticaretini ele geçirdi. Tıpkı Rockefeller gibi, Ludwig Nobel de; petrol yatakları, boru hatları, tankerler, stok depoları, demiryolu şebekesi ve perakende dağıtım ağıyla büyük bir petrol tekeli kurdu.

1874 yılında altı yüz bin varil olan Rus petrol üretimi, on yıl içinde 10.8 milyon varile ulaştı. Bakû’de yaklaşık iki yüz rafineri işliyordu. Nobel kardeşlerden Alfred, spekülasyonları iyi değerlendiren bir bankerdi ve Lion Kredi Bankası ile bağlantılıydı. Pazar spekülasyonlarından elde ettiği fonları, petrol yatırımına aktardı. Spekülatif sermaye ile petrol rantlarının kaynaşmasından doğan servet imparatorluğunu, tıpkı Rockefeller’in “hayırsever” vakıfları türünden “Nobel” ödülleri örtüsü altında meşrulaştıran Alfred Nobel, sermaye düzeninin “bilimsel” ve “edebî” koordinatlarına güçlü dayanaklar oluşturdu.

Çarlık Rusya’sının otokrat temsilcileri, “uygar” Batı’nın simgesi Nobel’ler, Ermeni iş adamları, Azerî ve Tatar hanların egemenlik koalisyonu, Bakû’yü tam bir çöplüğe çevirdi. Petrol dumanlarının yakıcı etkisiyle bağlar kurudu; Volga’dan Hazar Denizi’ne geçen balık sürüleri zehirlendi; petrol kokusu, rüzgârlara sindi. Petrol hakkı sahipleri, havyarla besleniyor, şaraplarını Fransa’dan getirtiyorlardı. Kaz ciğeri ve şampanya gündelik öğünlerin vazgeçilmezleri arasındaydı. 1890’larda Bakû, tam bir “Sodom ve Gomore” görünümündeydi.

Petrol yataklarının sahipleri, “büyük servetler biriktiriyor, bu servetleri har vurup harman savurmaktan da çekinmiyorlardı. Hazar Denizi kıyılarında, kısa bir süre içinde gerçek saraylar belirdi. Bunlar, petrol bölgesinin dumanlarından ve pis kokularından uzaktaydı. Sahipleri Paris’ten ve Berlin’den mimarlar getirtiyor, en akıl almaz saçmalıkları yaptırmaktan çekinmiyorlardı. İçlerinden biri malikânesinin cephesini incecik bir altın tabakasıyla kaplattırdı, binanın içi som altınla çevrili pembe İtalyan mermerindendi. Bu yeni zenginler arasında şenlik severler de yok değildi. Kumara çok düşkün olan biri iskambil kâğıtlarını andıran bir ev diktirmiş, cephesine de bir karo valesi, bir sinek papazı, bir kupa kızı ve bir maça ası resmi yaptırmıştı. Tatar olan petrol kralları da mermerden ve lacivert taşından havuzlara meraklıydılar…

Bakû, Paris, Berlin ve Budapeşte sosyetesinin zorunlu bir uğrak yeri oldu; La Paix sokağının kuyumcuları da hemen burada şubeler açıp vitrinlerinde en pahalı, en zevksiz elmas ve yakut gerdanlıkları, bilezikleri, yüzükleri, küpeleri sergilediler.”(1)

Bakû petrollerine dayalı servet birikiminin yarattığı tabloda, petrol “imtiyaz”larına sahip olanlar birlik içinde hareket ettiler. Egemenler açısından Tatar, Rus, Ermeni, İsveçli, Azerî olmak önemli değildi; onlar gücü temsil ediyorlardı. Ermeni petrol milyoneri Alexandre Mantachoff’un, “Yalnız güçsüzler iyidir. Çünkü kötü olacak kadar güç yoktur onlarda” tespitini, Bakû halkı sefâlet dolu yaşamıyla doğruluyordu.

Yukarıda aktarılan tabloyu tamamlamak bakımından halkın yaşantısını anlatan şu satırlara yer vermekte fayda var: “Güçsüzler o toprakların yerlileriydi; petrol hakkı sahipleri tarafından çalıştırılan ve çalışma koşulları özellikle küçültücü olan Tatarlar ve Gürcülerdi. Bakû’nun on beş kilometre kadar ötesindeki oturdukları köy -bir dizi tahta kulübe- Kara Şehir olarak bilinirdi. Petrol kuyularının çok yakınına kurulduğundan, en ufak bir fışkırma etkilerdi burasını. Sokaklarla evler zaten devamlı olarak vıcık vıcık sıvıyla kaplıydı, hava devamlı olarak leş gibi neft ve insan pisliği kokardı. Ücretler düşük, çalışma süresi çok uzundu. İşçiler ilkel kantinlerde iyi kötü karınlarını doyururlardı…

Karılarını getirtmeleri yasaktı, yolculuk etmeleri sayısız kısıtlamalarla sınırlandırılmıştı. Haftada bir kere Tiflis ve Batum genelevlerinden en pis fahişelerle dolu bir yük arabası gönderilir, bu fahişeler cinsel ihtiyaçlarını gidermelerini sağlardı. Biriktirmeyi başardıkları üç kuruş parayı da petrol şirketine ait meyhanelerde harcamaya itilirler, bu meyhanelerde ucuz şarap ve votkayla kafayı tütsülerlerdi. Bu çalışma koşullarına karşı girişilen her türlü başkaldırma başlangıcı, petrol kuyusu sahipleri tarafından kurulan ve beslenen özel milisler tarafından amansız bir biçimde bastırılırdı. Bu milisleri oluşturan Kazaklar atlarıyla başkaldıranların arasından geçer, sopa ve kılıç darbelerini eşit olarak paylaştırırlardı. Elebaşıları olanlar da kırbaçlanırdı.” (2)

Köle düzeninin mantığı ile bütünleşen ve hanlık sisteminin feodal köklerinden beslenen ‘”imtiyaz” sahipleri, kitleleri insanlık dışı koşullarda sömürürken, Standard Oil’e meydan okuyacak bir petrol sanayii ortaya çıktı. Nobel kardeşlerin Bakû petrolünü kükürtten ayıran ve Amerikan parafini kadar aydınlık bir alev elde edilmesini sağlayan işlemi bulmaları, boru hattı sistemleri, Kerosen’i (Petrolün tasfiyesinden elde edilen bir madde) Hazar Denizinden Baltık kıyılarına taşıyan vagonlara sahip olmaları, Avrupa pazarını Bakû petrolüne açtı. Standard Oil ile rekabet edecek potansiyele sahip Bakû petrolleri, Rothschildler’in dikkatini çekti.

Nobel’lerin hâkim olduğu kuzey yoluna alternatif arayan Bunge ve Palashkovsky adlı iki yatırımcı, Bakû’den başlayıp, batıyı takiben, Hazar üzerinden Batum’a uzanacak bir demiryolu hattı plânladılar. Proje finansmanında güçlüklerle karşılaşan bu işadamları, destek aradılar ve ünlü Musevî Rothschild ailesinin Fransa’da bulunan kolundan yardım istediler. Adriyatik üzerinde Fiume’de bir rafinerinin sahibi olan aile, düşük fiyatlı Rus petrolünü işlemek istiyordu. Söz konusu iki işadamının Rusya’da bulunan petrol tesislerine ipotek koyma karşılığında istedikleri para verildi ve ucuz petrol Rothschild’lerin rafinerisine akmaya başladı. Nobel kardeşler, Rusya’nın sınırları içinde petrol dağıtımını tekellerine almışlardı. Ancak henüz Avrupa pazarına açılamıyorlardı. Sahip oldukları büyük potansiyele coğrafya sınır çizmişti. Rothschild’lerin, Rus petrolüne girişi bu sınırlamayı kaldırdı.

Rothschild’ler, uluslararası finans sisteminin en güçlü gruplarındandı. Avusturya, Rusya ve Prusya otokrasilerinin finansörü olan Rothschild’ler, “Kutsal İttifak”ın en büyük destekçileri arasında yer aldılar. Orduların finansı için gereken muazzam meblağları temin eden, kâğıda ve krediye dayalı bir sistem kuran Rothschild’ler, finansal kapitalizmin gelişiminde devlet gücüyle bağlantılı sermaye yapısının temel kurumlarını oluşturdular.

Nathan Rothschild, Londra’nın en üst “malî makamı” haline gelirken, Viyana’da Habsburg hanedanının tahvillerini Rothschild’ler pazarlıyor; “Kutsal İttifak”ın önderi otokrat Prens Metternich’e danışmanlık yapıyor; ilk Fransız demiryolunu inşa ediyor; Orleans, Bourbans ve Bonaparte taraftarlarına parasal destek sağlıyorlardı. Asıl adı Israel Beer Josaphat olan Rothschild ailesinden Paul Julius Reuter, amcasının Göttingen’deki bankasından ayrılarak 1848’de dünyanın en büyük haber ajansını kurdu. Reuter’in, İran’da ilk petrol “imtiyazı” elde eden kişi olduğunu hatırlamakta fayda var. Bankacılık, iletişim, petrol ile beslenen Rothschild’ler, aile içinde evlenen; Londra, Paris, Viyana, Napoli, Frankfurt gibi Avrupa’nın belli başlı kentlerine yayılmış geniş bir topluluktu. Londra para piyasası, dünyanın finans merkeziydi. 1860-1875 yılları arasında bu piyasadan yabancı hükümetler 700 milyon pound borç almıştı. Elli civarında bankanın kurduğu borç ve faiz sistemi, Yahudi bankerlerin kontrolündeydi; ancak Rothschild’ler bunların ellisinden de önemli roller oynadılar (3).

Ailenin İngiltere kolu, Winston Churchill’in babası Lord Randolph Churchill’i iyi bir Yahudi dostuna dönüştürürken; para, petrol, kozmopolit Yahudi etkinlik ağına dayalı politik ilişkilerin gücü, Lord Winston’un mirası oluyordu. 1909 yılında Lloyd George’a, Lord Rothschild “bu ülkenin diktatörü mü?” sorusunu sorduracak kadar büyük bir finansal, politik ve sosyal güç biriktirmişti Rothschild’ler. Rusya’da Yahudilere yönelik antisemit uygulamalara rağmen bu koşullardan etkilenmediler.

1862 yılında Musevîler’in, imparatorluk sınırları içinde toprak edinmeleri veya kiralamaları yasaklanmıştı. Ancak, kapitalist entarnasyonal, sermayenin genel çıkarları doğrultusunda Çar’ın kararını geçersiz kıldı. Ailenin Fransız kolunu temsil eden Baron Alphonse, Avrupa’nın en güçlü istihbarat ağına sahipti ve bu konuda devletlerle yarışacak düzeydeydi. Küçük kardeşi Baron Edmond ise, “vaad edilmiş topraklara” Yahudi göçünü finanse edenler arasındaydı.

1871’de Fransa Prusya’ya yenilince, bu ülkeyi ayağa kaldıran kredi desteği (tabii uygun faizlerle) Rothschild’lerden geldi. Dünyanın en güçlü finans kapital gruplarından biri olan, devletler arası borç ve kredi sistemini işleten, istihbarat ağları devletler düzeyinde bulunan, haber ajanslarını kontrol eden, masonik-kozmopolit sermaye örgütlenmesinde merkezî bir konumda bulunan Rothschild’lere, Rus petrol “imtiyazları” sonuna kadar açıldı. Koyu bir antisemitizmin acımasız uygulamaları “sıradan” Yahudileri ezerken, Rothschild’ler, Bakû demiryollarını işletecek kredileri veriyor; bu kredilerle Batum, dünyanın en önemli petrol sevkiyat limanlarından birine dönüşüyor; 1886’da “Bnito” adlı şirketle bölge petrollerinden paylarını alıyorlardı.

Çarlık otokrasisi, finans gücüyle bütünleşen petrol imparatorluklarına direnecek durumda değildi; ülke ve toprak temelli aristokratik yapılı bu otokrasiler, finans-petrol hanedanlarının yeni enternasyonali karşısında egemenliklerinin sınırını öğreniyorlardı. Ordulara, istihbarat aygıtlarına, diplomasiye ihtiyaç olduğunda elbette görev onlarındı; ancak otokrasi, Rothschild’lerden, Rockefeller’lerden, Deterding’lerden, Samuel’lerden, Nobel’lerden daha güçlü değildi.

Bakû-Batum demiryolunun inşa edilmesiyle, Rus petrolü Avrupa pazarına akmaya başladı. Rothschild’lerle Nobel’ler arasında, kıyasıya bir rekabet ortaya çıktı. Bu rekabette, Standard Oil’in desteğini kazanmak amacıyla, Nobel’ler ile Standard yöneticileri arasında pazarlıklar yapıldı. 1885 yılında St. Petersburg’ta, Standard görevlisi W.H. Libby, Nobel kardeşlerle görüştü. Ancak bu pazarlıklar sonuç vermedi. 1886 yılında “Droozba”, “Kormilitza” adı verilen muazzam yataklar bulundu. Bakû’nün her yerinden neredeyse petrol fışkırıyordu. 1888 yılına gelindiğinde tüm Rusya’da üretilen petrol miktarı ABD üretiminin beşte dördüne ulaşmıştı. Standard Oil, bu tehlikeyi önlemek ve Avrupa pazarını elinde tutmak için fiyat savaşı ve sabotaj yöntemini kullandı (4).

Rus gazyağının kalitesi ile ilgili olarak söylentiler yayıldı. Standard Oil’in, Nobel ve Rothschild’lerle giriştiği mücadele, 1891’de gazyağında Rus petrolünün payının yüzde 22’den yüzde 29’a, ABD’nin ise yüzde 78’lik hissesinin yüzde 71’e inişi ile boyutlandı. Bu arada Rothschild’ler, kurdukları kredi mekanizması aracılığıyla, Rusya’nın küçük petrol üreticilerine borç veriyor ve bunların üretimleri üzerinde kontrol kuruyor; petrolü en uygun fiyatlarla satın alıyorlardı. Bakû-Batum demiryolunun, kırk iki km’lik bölümünün genişletme çalışmalarını gerçekleştiren Nobeller, 1889 yılında, yüzlerce ton dinamit kullanarak bir boru hattı döşediler.

Teknolojik yenilikler, boru hatları, demiryolu inşası, pazarlamada yeni yöntemler, rüşvet, ekonomik savaş gibi araçlarla, kıran kırana bir rekabet yaşanıyordu. Rothschild’lerin, 1888 yılında İngiltere’de ithalat ve dağıtım şirketleri kurması üzerine, Standard Oil de harekete geçti ve İngiltere’de “Anglo American Oil Company” adlı firmasının kuruluşunu gerçekleştirdi. Standard Oil için “Rus gazyağı” büyük sorun olmuştu. Rusya pazarını, tam bir tekel konumuyla Nobel’ler denetlerken, Rothschild’ler de dünyada yeni piyasalar arayışına girdiler. Rothschild’ler, ailenin tüm kollarını ve ilişkilerini seferber ederek ellerindeki üretim fazlasını satacakları pazarlar arayışını sürdürürken, Marcus Samuel ile bağlantı kurdular.

“Sedef Tüccarı” Marcus Samuel, Hollanda’dan 1750’lerde Londra’ya göç etmiş, Yahudi bir aileye mensuptu. Baba mesleğini devralan Marcus, İngiltere’nin önemli ticari firmalarıyla bağlantılara sahipti. Kalküta, Bangkok, Singapur, Manila, Hong Kong’la ihracat-ithalat kapsamında çalışan Marcus Samuel, Japonya’ya da mekanik tezgâhlar satıyordu. Marcus Samuel de tıpkı çağdaşı John D. Rockefeller gibi, dünyanın ilk büyük globalleşme dalgasının kuşağına mensuptu. Teknoloji, uluslararası ticaret ve iletişimin atılımlar döneminde ortaya çıkan fırsatlar, kişisel yeteneklerle harmanlanıyordu.

1869 yılında hizmete giren Süveyş Kanalı, Uzak Doğu ticaretine açılan yolu 4.000 km. kısaltırken, yelkenli gemiler yerini buharlılara bırakıyordu. 1870’de İngiltere’den Bombay’a uzanan telgraf şebekesi tamamlanıyor; bu şebekeye kısa süre sonra Japonya, Çin, Singapur ve Avustralya da dâhil ediliyordu. Telgraf şebekesinin yaygınlığı ölçüsünde globalleşmenin haberleşme alt yapısı hazırlanıyordu.

Sömürge imparatorlukları, emperyalist aşamanın kurum, teknoloji ve ilişkileriyle tarih sahnesinde boy gösteriyor, yükselen dalga John D. Rockefeller, Marcus Samuel, Rothschild’ler, Nobeller gibi kişi ve aileleri kapitalist düzenin zirvelerine taşıyordu. Uluslararası ticaret şebekeleri temelinde, enternasyonal bağlantılar ve bunu kolaylaştıracak her türlü dinî, masonik ilişkiler sermaye düzeninin “evrensel” işleyişinde kalıcı bir dinamik olarak yerini alıyordu.

Yahudi Rothschild’lerin yine Yahudi Samuel’lerle iş yapması tesadüf değildi. Büyük ticaretin ve banker sermayesinin çelik çekirdeğini oluşturan Yahudi kapitalistler, dinî bağlantılarını, topluluk dayanışmalarını, uluslararası ilişkilerini güce dönüştürmeyi başarıyorlardı. Samuel’ler de böyle bir topluluğun seçkin üyeleriydi. Marcus’un kardeşi Samuel Samuel, Japonya’da oturuyor ve bu ülkenin endüstriyel atılımında önemli katkılar sağlıyordu. Yokohama ve Kobe’de firmaları bulunan Marcus Samuel ile Samuel biraderler, doğuda bu büyüklükte iş ilişkileri olan ilk İngiliz Yahudileriydi. Japonya’da yaptıkları işler Samuel biraderlere büyük bir servet kazandırdı (Japonya da uluslararası kapitalist dinamiklerin dışında değildir).

Marcus Samuel, Rothschild’lerle tanıştıktan sonra 1890 yılında Kafkasya’ya uzun bir yolculuğa çıktı. 1891 yılında yapılan müzakereler sonucunda, Rothschild’lerle M. Samuel arasında bir kontrat imzalandı. Bu kontrata göre, 1900 yılına kadar Rothschild’lerin şirketi “Bnito”nun gazyağını, Süveyş’in doğusunda M. Samuel pazarlayacaktı. M. Samuel, uluslararası ticarette elde ettiği birikim ve ilişkileri seferber ederek işe girişti ve büyük tankerlerin yapımına başladı. Standard Oil’in tankerlerinin aksine Samuel’in tankerleri, patlama ve yangın riskini en alt düzeye indiren güvenlik düzenekleriyle üretildi. Süveyş Kanalı’ndan geçmek için izin istendiğinde, “İbrani etkisi” ve “güçlü maliyeci ve tacir” gruplarının etkinliğinden söz eden yazılar İngiliz basınında yer almaya başladı.

Standard Oil, İngiltere’de büyük bir lobi atağına girişti ve Dışişleri Bakanlığı nezdinde Süveyş Kanalının petrol tankerlerinin geçişine müsait olmadığına dair uyarılarda bulundu. Standard Oil’in tezine göre, bir süre sonra, Rus sevkiyat acentaları da aynı yolu izleyecek ve Süveyş Kanalı, Rus askerî kuvvetleri tarafından “bloke” edilebilecekti. İngiltere ile Rusya arasındaki “büyük oyun”un boyutları kullanılarak yapılan bu propaganda etkili olamadı. Rothschild ailesinin, Fransa ve İngiltere kolları birlikte hareket ettiler. Ailenin İngiliz kolu Süveyş Kanalı hisselerini alırken, İngiltere’nin efsanevî politikacılarından Benjamin Disraeli’ye yüklü malî destek vermişti.

Yahudi ırkının doğuştan üstünlüğünü savunan Disraeli’ye göre: “Rothschild’ler Yahudi ırkını onurlandıran insanlardı.” (5) Büyük bir desteği arkasına alan Rothschild’ler, Kanal’dan Samuel’in tankerlerinin geçmesi için gerekli izni, 5 Ocak 1892 yılında sağladılar. Singapur dahil olmak üzere, Uzak Doğu’nun bir çok bölgesinde petrolü depolamak üzere büyük araziler satın alındı ve buralara dev rezervuarlar inşa edildi.

1892 yılında bir deniz kabuğu türü olan “Murex” adını taşıyan ilk tanker, Batum’a hareket etti. Batum’da, Rothschild’lerin “Bnito” firmasının gazyağını tanklarına doldurdu ve Süveyş Kanalı’nı geçerek, malın bir kısmını Singapur’da diğerini ise Bangkok’ta boşalttı. Kafkas halklarının petrolü, onların yoksulluğu ve sefaleti pahasına böylesine enternasyonal bir ticaretin konusu oluyordu. Conch, Clam, Flax, Cowrie gibi çeşitli deniz kabuklarının adını taşıyan tankerlerle, Kafkas petrolleri Uzak Doğuya akıtıldı.

1902 yılına gelindiğinde, Süveyş Kanalı’ndan geçen petrolün yüzde 90’ı Samuel Şirketi’ne gitti. Samueller, çok uluslu ticaretin imkânlarıyla muazzam bir servet yaptılar. Petrol ticaretinin sağladığı ekonomik, politik ve diplomatik nüfuz silah alanında yatırımlara dönüştürüldü. Petrol tekellerinin sahip olduğu güç, kaynakların başka ülkelerde bulunması ile firma merkezlerinin emperyalist metropollerde yoğunlaşması, savaşlar ve devrimlerle yoğrulan coğrafyalarda yürütülen üretim faaliyeti, bu sektörü, doğuşundan itibaren silah ticaretiyle kaynaştırdı. Petrol tekelleri ile silah tekelleri ve onların akıttığı muazzam finansal fonlarla beslenen banka sermayesi, ortak dinamiklerin politik, askerî, ekonomik koordinatlarında kaynaşarak geliştiler. Sermaye düzeninin dünya ölçeğinde tekelci bir faaliyet olarak, “serbest rekabet” yanılsamasını kırarak doğuşu ve yerleşmesinde, petrol-silah-banka alanlarında örgütlenen “enternasyonel” güçlerin konumu belirleyici oldu.

Samuel kardeşler, 1894-95 yılları arasında yapılan Çin-Japon Savaşı’nda, Japonya’ya en fazla silah ve mühimmat satan firmaydı. Rothschild’ler gibi, savaşlardan büyük kârlar sağlıyorlardı. Nobel kardeşler de petrolün yanı sıra silah işinde de yatırımlara sahiptiler. Babaları, Immanuel Nobel, 1837’de İsveç’ten Rusya’ya gelmiş, askerî sanayi ve su altı madenciliği alanında tesisler kurmuştu. Nobel kardeşlerden Ludwig’in de, geniş ölçekli silah imalat tesisleri vardı. Kimya alanında araştırmaları olan ve nitrogliserin üzerinde çalışan Alfred Nobel ise, Paris’ten yönettiği büyük bir “dinamit imparatorluğu’nun sahibiydi. (Bugün, “hayırsever” sermayedarlık yanılsamasının en utanmazca örneği olan Nobel ödülleri, bu “dinamit imparatorluğu”nun harcından kaynaklanan kan nehirlerinden besleniyor.)

1890’larda Rothschild’ler, Nobeller, Standard Oil arasında dünya petrol pazarlarının paylaşımı için amansız bir mücadele hüküm sürüyordu. 1892-93 yıllarında, Rothschild’ler, Nobeller ve Rockefeller sermaye imparatorlukları, dünya petrol üretimini tek sistemde bütünleştirmek, dev bir kartelci yapı oluşturmak hedefiyle görüşmeler yaptılar. Bu amaçla Baron Alphonse Rothschild, Standard Oil yöneticileri ile Broodway 26 adresinde bulunan şirket merkezinde bir araya geldi. Rothschild’ler, Nobeller’le ortak bir cephe oluşturdular; bu uzlaşmanın konusu Rusya, ağırlıklı olarak da Kafkas petrolleriydi.

Dünya pazarını ele geçirme mücadelesinde 14 Mart 1895’te, Standard Oil ile Rothschild’ler ve Nobeller arasında büyük bir ittifak anlaşması imzalandı; bu anlaşma “Rusya Petrol Sanayii” ile “ABD Petrol Sanayii” adına yapıldı. Anlaşma hiç bir zaman yürürlüğe sokulmadı; ama kartelci eğilimlerle, fiyat savaşlarının dengesizliğinde, petrol sanayiinin gelişim sürecinde yeni bir eğilimi belirginleştirerek tarihteki yerini aldı. Batum limanından yüklenen Kafkas petrolü, Standard Oil’in tüm fiyat kırma tekniklerine rağmen Uzak Doğuya akmaya devam etti.

Petrol, bulunduğu her coğrafyada savaşlar, komplolar, kışkırtmalar, halkların birbirine boğazlatılmasını sağlayan çatışmalarla iç içe bir tarihin konusudur. Kafkasya da bu kanlı tarihten payına düşeni aldı ve süreç devam ediyor.

Tatar emekçilerinin hak talepleri, 20. Yüzyıl’ın başından itibaren Çarlık yönetiminin baskısı ile kırıldı. Ancak, bu baskılar sonuç vermeyince, dikkatler başka konulara yönlendirildi. Ustaca örülmüş bir kışkırtma siyasetiyle, Ermeniler hedef gösterildi. Ermenilerin büyük bir kıyıma hazırlandığı, camilerin yıkılacağı, kadınların ırzına geçileceği, Azerbaycan’ın tekrar İran’a verileceği haberleri yayıldı. Bu arada, eyalet valisine tabii ki başarısız olan bir suikast(!) tertiplendi. Yapılan kışkırtmalar sonucunda, Bakû ve Azerbaycan’da yaşayan yüzlerce Ermeni öldürüldü. Olayları bastırmak üzere bölgeye gönderilen Kazak birlikleri de “Tatarlarla” ortak hareket edince cinayetler birbirini izledi.

Olaylar ancak, Tatarlar’ın petrol kuyularına ve depolara saldırması sonucunda kontrol altına alındı! Petrol, kandan daha değerliydi; saldırının sınırını bu maddeye dayalı çıkarlar belirliyordu. Kanlı bir kırım neticesinde, servetlerin el değiştirmesi, emperyalist böl- yönet taktikleriyle uyarlı davranan bölge egemenlerinin geleneğidir. Ermeni imtiyaz sahiplerinin kaçması üzerine, Tatar kuyu sahipleri onların geride bıraktıklarını da paylaşarak haklarını, Rothschild’lere, Nobel’lere, Alman şirketlerine sattılar.

Tatar hanlarının acımasız yöntemlerini otokrasinin güvencesi sayan Çarlık yönetimi, “uygar” Batılı şirketler, böl yönet politikasının verimli sonuçlarından alabildiğine yararlandılar. Ermenileri bölgedeki petrol çıkarlarının dışına iten bu kırımdan dikkate değer bir sima, Alexandre Mantachoff da etkilendi. Bu esrarlı işadamı beraberinde yüzlerce kilo altınla Bakû’ yu terk etti. Mantachoff’un önemi, petrol dünyasının büyük ismi, Orta Doğu haritasının çizilmesinde pay sahibi, Osmanlı Ermenisi Kalust Serkis Gülbenkyan’a bu işin inceliklerini öğreten kişi olmasındandır.

Gülbenkyan’ın babasının Bakû petrollerinde payı bulunuyordu. İstanbul’da parafin satışı ve ihracatıyla uğraşan baba Gülbenkyan, oğlunu İngiltere’ye gönderdi. Londra’da “King’s College”in fen bölümünden mezun olan Kalust’un ödülü, petrol işinin inceliklerini öğrenmek için Bakû’ya, Mantachoff’un yanına gönderilmekti. Bakû’da, Nobel kardeşlerle de tanışan Gülbenkyan, rafinerileri ve petrol kuyularını notlar alarak dolaştı. Apşeron Yarımadasında petrol sanayii konusunda ilk stajını yapan Gülbenkyan, daha sonra Musul’a geçti. Kalust Serkis Gülbenkyan, İstanbul’a dönünce yolculuk gözlem ve bilgilerini, 1892 yılında “Kafkasya ve Apşeron Yarımadası -Yolculuk Anıları” adıyla yayınladı. Petrol sanayii ile ilgili bilgiler içeren bu kitap, ilgiyle karşılandı. Dünyanın en zengin adamı unvanını alacak olan Gülbenkyan’ın Orta Doğu petrol sanayiindeki etkisi, bölge haritasının çizilmesindeki rolü ile birleştiğinde ortaya çarpıcı bir tablo çıkmaktadır. Gülbenkyan’ın konumuna ilişkin değerlendirmelere tekrar döneceğiz; ancak bu arada bazı tekrarlarla birlikte Azerbaycan petrollerini incelemeye devam ediyoruz.

Ulusların Kanı Petrole Karışıyor

İran’a yönelik stratejik konumu, petrol zenginlikleri ile birleşince, Çarlık otokrasisi açısından Azerbaycan’ın kolonizasyonu gündeme geldi. Cezayir’deki Fransız yönetimini örnek alan Rus emperyalizmi, bölge için “koloni” terimini kullanmaya başladı. Rusya, Azerbaycan’ı istila ettikten sonra bölgenin idarî yapısında fazla değişiklik yapmadı. Hanlıklar varlığını sürdürdü. Siyasal sadakat esası üzerine kurulan ilişkiler, başlangıçta yeterli görüldü. 1816’dan itibaren hanlıklara baskı uygulanmaya başlandı. Hanlıklar görünüşte ilga edildi.

1820’lerde Bakû, Derbend, Şeki, Karabağ, Şirvan ve Taliş’te “naçalnik” adı verilen Rus askerî komutanlar yönetiminde “vilayet” sistemine geçildiyse de, bu kentler yerel kanun ve adetlere göre yönetildi. Rus ekonomik istilasının mantığını, Maliye Bakanı Kankrin’in Transkafkasya’da imparatorluğun ekonomik çıkarlarını, “ham madde üreten koloni” çerçevesinde tespiti doğru bir yaklaşımdı. Bölgede ekonomik yapı oldukça yavaş bir gelişme içerisindeyken, 1870’lerde petrol üretimindeki büyük artış, köklü dönüşümlere neden oldu. On binlerce tarım dışı işçiye iş imkânı açılırken, tren ve buharlı gemi ulaşımı başladı; Bakû bir metropol haline geldi. Arcak, ekonomi “koloni” sisteminin temel dinamikleri doğrultusunda işliyordu; yani hammadde üretimine dayalı ve dış pazarın ihtiyaçlarını esas alan bir yapıdaydı.

Bakû ve civarında 1859 yılından itibaren petrol rafinerileri kuruluyordu; ancak asıl gelişme 1872’de Çarlık topraklarındaki petrol yataklarının ihale ile uzun vadeli kiraya verilmesi sayesinde oldu. Geniş ölçekli, makineleşmiş üretim yapmak isteyen büyük sermayeli yatırımcılara, “koloni” toprakları açıldı. Başarılı delme yöntemlerinin uygulamaya konulması ile birlikte Bakû dünyanın en önemli petrol üretim merkezlerinden biri haline geldi. Toprak fiyatlarında muazzam satışlar oldu. 1890’larda, petrol alanında altı İngiliz, üç Fransız, iki Alman, iki Belçika ve bir Yunan firması Bakû’de faaliyet halindeydi (6).

Petrol sanayiinin büyük ölçeklerde gelişimi Bakû’yü metropole dönüştürdü. 1870’lerde kent, Rus İmparatorluğunda en yüksek nüfus artış oranına sahipti. 1868 yılında 14 bin olan Bakû nüfusu, 1903 yılında 206 bine yükselmiş ve kent Transkafkasya’nın en büyük ili haline gelmişti. Petrole hücum, kentin sosyal dokusunu parçaladı, ortaya çıkan tablo ürkütücüydü; 1905’te Bakû’yü ziyaret eden bir ziyaretçi şunları yazıyordu: “Rıhtım boyunca yükselen bazı binalar büyük ve heybetliydiler; fakat her şey yeni zenginliğin rahatlıktan uzak kabalığını sergiliyordu. Bakû, sınırsız refahı göz önünde bulundurulduğunda, dünyanın en kötü işleyen şehirlerinden biriydi. Işıklandırma yetersiz, harap atlı araba servisi acınacak durumda, sağlık hizmetleri korkunç durumda, şehrin ortası boş alanlarla dolu, içme suyu sadece imbiklenmiş deniz suyu(7).”

Bakû’de hiçbir etnik grubun çoğunluğu yoktu. Oranlan yüzde 40 ile yüzde 50 arasında değişen Müslümanlar’ın yanı sıra Ermeniler ve Ruslar, Dağıstan’dan, Volga’dan göçenler vardı. Kalifiye işleri yapanlar Ruslar ve Ermenilerdi; Müslüman emekçiler ise vasıfsız, düşük ücretli alanlarda çalışıyorlardı. Petrol temelinde örgütlenen endüstrisi, hayatın dokusunu zehirleyen “koloni” şebekesi ile Bakû kaynaştırıcı bir kent durumunda değildi. Etnik, dinî ayrımlarla beslenen farklılıklar, çelişkileri yoğunlaştırıyordu. Karaşehir, Akşehir, Zilki, Ahmadlı ve Kiş, kente daha uzak petrol alanlarında ise Sabunçi, Bibi-Eybat, Ramoni, Zebrat ve Banzakani köyleri yer alıyordu. Bu kırlık alanlar da, alelacele inşa edilmiş gecekondularda çoğu Müslüman olan nüfusun en yoksul kesimi yaşıyordu.

19. Yüzyıl’ın son on yıllarında başlayan petrol sanayii gelişimi, Bakû’de eski ticaret burjuvazisinin yanında, yeni bir girişimciler sınıfı ortaya çıkardı. Apşeron Yarımadasında ekonomi ve siyasete egemen olan bu sınıf eskileri yerinden etti. Çarlık hükümeti, başlangıçta Ermeni sermayedarları destekledi. 1821-1872 döneminde, hükümetin petrol alanlarında tekeli varken dört yılda bir yapılan ihalelerde, Ermeni işadamları kayırıldı.

1850’den 1872’ye kadar petrol pompalama tekeli, Ermeni sermayedar Ter-Gukasov’un elindeydi; daha sonra yine Ermeni bir işadamı olan Mirzoev bu tekeli devraldı. Petrol pompalama imkânı olmayan yerli Azeri sermayedarlar ise petrol rafinerilerinin yarısına sahiptiler. Çarlık hükümeti devlet tekelini kaldırdığında da durum pek değişmedi, Ermeni egemenliği ağırlığını korudu. Rus, Gürcü, Yahudi, Avrupa sermayesinin akması Azerî sermayedarlarının durumunu hızla bozdu. Azerîler, küçük işletmelere sahipken; orta ve büyük ölçekliler, yabancı sermaye ile Rus ve Ermenilerin denetimindeydi.

Bakûlü girişimciler, Hazar kıyısında büyük bir lüks içinde yaşarken petrol sanayiinin kontrolü artık yabancı ellerdeydi. Rus petrol sanayiine akan sermayenin yarısı, dış ülkelerden gelmiştir. Nobeller, Rothschild’ler bu alanda tekel kurmuşlardı. Azerîlerin, 1872’den sonra sahip olduğu petrol kuyusu oranı hızla düştü, petrol imtiyazlarında Azerî işadamlarının payı yüzde 5, kontrol ettikleri kuyu oranı ise yüzde 13’e indi (8).

Ancak tek tek bakıldığında oldukça büyük servetlere sahip Azerî kapitalistler vardı. Tagiyev, Nakiyev, Assadullayev, Muhtarov ve Sultanovlar müthiş bir zenginlik içinde yaşıyorlardı. Ayrıca, Hazar gemiciliğinde de Azerîler üstün durumdaydı. Bakû petrolü, Rusya’nın 1890’lara yayılan sanayileşmesinde hayatî bir rol oynadı. 1898’den 1901’e kadar Bakû petrol bölgesinden çıkarılan petrol, ABD’de tüm alanlardan çıkarılanı geride bıraktı (9).

Ancak, büyük bir ekonomik bunalıma saplanan Rusya’da yıkımdan Bakû de nasibini aldı. 1901’den sonra, Bakû’de üretilen petrol miktarında düşüş oldu. Petrole talep azaldı, fiyatlar indi. Bakû borsası çöktü. Bu kriz sonucunda küçük şirketler tasfiye olurken, büyüklerin tekelci konumu ve kârları pekişti. 1900 yılında altmış büyük şirket Bakû petrolünün yüzde 50’sini üretiyordu. Bu şirtketler, Nobel, Mantachoff, Bakû Petrol Birliği, Bnito (Hazar-Karadeniz Anonim Şirketi), Rus Petrol ve Sıvı Yakıt Birliği ve Hazar Şirketiydi.

1905’te Rus despotizminin, “Kanlı Pazar’da geçirdiği sarsıntı, Kafkasya’da da hissedildi. Müslümanlar, Transkafkasya’yı saran devrimci dalganın dışında kaldılar. Ancak bir süre sonra, çarpık bir “Tatar-Ermeni savaşı” patlak verdi. Dinsel farklılıkla beslenen çatışmalar, özünde derin sınıf çelişkilerinin yansımasıydı. Rusya’nın himaye ve desteğini arkasına alan Ermeniler, modernleşme süresinde önemli adımlar atmışlar ve Azerbaycan ekonomisinin gelişmesinden oldukça kazançlı çıkmışlardı.

1872 petrol imtiyazları ihalesinde “Tatarlar”ın yüzde 5’lik teklifine karşı Ermenilerin aldıkları pay bunun on misli oldu. Yüz altmış yedi petrol firmasından, (çoğu küçük) kırk dokuz tanesi Azerîlere aitken; zengin Ermeni aileleri olan Mirzoevler, Mailovlar, Liazonovlar, Aramyantlar, Tavetasyonlar ve Mantachofflar elli beş büyük ve orta çaplı işletmenin sahibiydiler.

Petrolden elde ettikleri servetleri diğer alanlara aktaran Ermeni kapitalistler, şarap yapımı, balık işletmeciliği ve tütün yetiştirme konularında da Azerîleri rekabet dışına ittiler. Sınıfsal çelişkilerin prizmasından süzülenler, iş gücü oranlarına da yansıyordu. Bakû’deki tüm işçilerin yüzde 17,5’i olan Ermeniler üst düzey vasıflı işçilerin yüzde 25’ini oluştururken, Müslümanlar (Azerî, Fars, Volga Tatarı) vasıfsız ve düşük ücretli işlerin yüzde 70’inin sahibiydiler. Ayrıca, Transkafkasya’da en büyük kentleşme oranı nüfusun yüzde 79’u ile Ermenilerdeydi (10).

Ermeni-Müslüman çatışması istatistik verilere yansıyanın ötesinde, kültürel-dinî boyutlarla ilmeklenen bir kördüğüme benziyordu. Azerî burjuvazisinin engellenen rekabeti, sömürgeci Rusya’nın böl-yönet siyaseti, “Tatar” işçilerle, Ermeni kapitalistlerin çatışan çıkarları, kırda yaşayan Müslümanların, kent merkezlerinde yerleşik Ermenilere düşmanlıkları, petrolün tetiklediği keskin bir savaşım ortamı yaratıyordu.

Her iki toplumun, siyasî örgütlenme dereceleri de, gelişmişlik düzeylerini yansıtıyordu. Ermeniler, Taşnaksütyun’un öncüsü olduğu dinamik, milliyetçi bir örgüte sahiptiler. Parti, Doğu Anadolu’daki Osmanlı vilayetlerini de kapsayan bağımsız bir Ermeni devleti projesini savunuyordu. 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnak Partisi, başlangıçta altı Osmanlı vilayetinde yaşayan Ermenilerle ilgiliyken, 1902-1903’te Rus Hükümeti, Ermeni Kilisesi’nin topraklarına el koyunca dikkatini Transkafkasya’ya çevirdi.

Taşnak’ın ağırlıklı örgütlenmesi Bakû’deydi ve bu kentte toplam üye sayısı iki bin olan on işçi sendikası kurmuştu. Ekonomik, siyasal alanın yanı sıra, askerî örgütlenmeye de sahip olan Taşnak Partisi, Ermeni orta sınıfından büyük destek sağlıyordu. Ermenilerin petrolden akan kaynakları politik ve ekonomik güce dönüştürmeleri, “ulusal” taleplerini yoğunlaştırdı. Çarlık otokrasisinin egemenlik stratejisi, büyük tekellerin uluslararası ticaret çıkarlarına göre biçimlenen petrol sanayii, yerli egemenlerin paylaşım kavgası, Transkafkasya koşullarından beslenen “Ermeni milliyetçiliği”ni tarihsel akışta büyük bir sorunlar yumağının ilmeğine dönüştürdü.

Ermenilerin Bakû’deki ağırlığı Müslümanlardan fazlaydı, şehrin belirli mahallelerinde adet, görenek ve iç hukuklarıyla yaşıyor; sadece kendi insanlarına iş veriyor; “ulusal” temeli sağlamlaştıran bir kapalılık çerçevesinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Büyük Ermeni kapitalistleri, Mantachoff, Lianozov, Mirzoev tamamiyle Ermeni işçileri çalıştırıyorlardı. Kullanılan dil Ermeniceydi; Müslüman Azerilerin temel bağlılığı din, Ermenilerin ise “ulus”tu. Ermeniler arasında örgütlenecek herhangi bir siyasî akım, bu kuvvetli “ulusal” temel ve onun beklentilerini esas almak zorundaydı. İşte Taşnak Partisi bu temelde örgütlendi.

Bakû Valisi Prens V.I Nakaşıdze, devrimci dalganın Transkafkasya’da yayılımını önlemek amacıyla, Müslümanlar ile Ermenileri çatışmaya kışkırttı. Çarlık otokrasisi açısından büyük bir servet kaynağı olan Bakû petrollerini etkileyecek devrimci bir kalkışma felâket anlamına gelirdi. Ermeniler ile Müslümanlar arasında biriken gerilimi tetikleyen Rus sömürge şebekesi oldu. Nakaşidze’nin 1905 yılı ocak ayında, St. Petersburg’u ziyaretinin ardından Müslümanlara silah dağıtımına başlandı.

Bir Müslüman’ın Taşnaklar tarafından öldürülmesi üzerine, 6 Şubat 1905’te binlerce Azerî, Ermeni mahallelerine saldırdı. Bu saldırılar, üç gün boyunca kanlı bir katliam ve yağma biçiminde devam etti. Polis ve asker, olayları izlemekle yetindi. Bakû’de yaşananlar, 20-21 Şubat’ta Erivan’da, Mayıs’ta Nahcivan’da, Haziran’da Şuşa’da tekrarlandı. Ağustos ayı sonunda, Ermenilerin sahip olduğu bazı petrol yataklarına saldırıldı. Müdahale, ancak “kutsal” petrol güvenliğine dokunulduğunda geldi. 15-18 Kasım Gence olaylarını, 21 Kasım’da Tiflis çatışmaları izledi. Olaylar kentlerle sınırlı değildi. Bu savaşta 128 Ermeni ve 158 “Tatar”, köyü yağmalandı, yakıldı, yıkıldı. Olaylar da ölenlerin sayısı 3.000 ile 10.000 arasında tahmin ediliyordu. “Aslında tüm eldeki veriler, Müslümanların, Ermenilerden daha çok kayıp verdiklerini gösteriyor”du (11).

Olaylar, dünya basınında Ermeni yanlısı bir tutumla ve 1895-96’da Osmanlı topraklarında cereyan eden olaylarla bağlantı kurularak verildi. Bazı Ermeni mahallelerinde yaşanan katliama karşılık, Erivan, Ecmiyazin’de vuran Ermenilerdi. Uluslararası camia açısından, “kurban” olarak değerlendirilen Ermeni toplumu, örgütlü yapısı, silahlı gücü ve siyasî üstünlüğü ile Müslümanlara ağır kayıplar verdirdi. Taşnaklar’ın vurucu gücü ile birleşen Ermeni saldırısı, Azerbaycan Müslümanlarının yerel çelişki ve mezhep ayrımlarını aşarak, ortak bir cephede bütünlüklü hareket etmelerini sağladı. İslâmî değerler temelinde yükselen ve hedefi Ermeniler olan bir “milliyetçilik” tarzı adeta patladı. Ruslar veya diğer Hristiyanlardan ziyade Azerî “millî” kimliğinin oluşumunda, Ermenilere düşmanlık figürü ön plâna çıktı.

Çarlık otokrasisi çatışmanın başlangıcında takındığı Müslüman yanlısı tutumunu hızla terk etti; Mayıs ayından itibaren Rus askerlerine, “Tatarlara” ateş emri verildi. Rusların tavır değişikliği ile eş zamanlı olarak bölgeye, Vorontsov-Daşkov vali olarak atandı. Adil bir görüntü altında, sömürgeci böl-yönet siyasetini prensip kabul eden Daşkov, Ermenilerden yana tavır aldı. Rus yönetimi açısından, Kafkaslar’da devrimci dalgayı bastırmak, mülk sahibi sınıflara güven vermek, petrol üretiminde aksamaları önleyecek tedbirleri almak, Ermenilere dayanılarak gerçekleştirilmeliydi.

“Tatarlar”ın saldırısına uğrayan Ermenilerin, Çarlık otokrasisine sığınacakları ve bu güce dayanarak varlıklarını sürdürebilecekleri inancının yerleşmesi adına başlangıçta kırılmalarına göz yumuldu. Bir büyük emperyalist güç veya koalisyonuna dayanarak “ulusal” taleplerle ortaya çıkma, emperyal baskı ile “bağımsızlık” elde etme çizgisinde Helenler örneğini, Ermeniler ve Yahudiler de izleyecekti. Transkafkasya’da “koloni” egemenliğinin, petrol kaynakları üzerindeki “haklarından büyük yararlar sağlayan Rusya’nın Ermeni politikasının, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yönleri de bulunuyordu. Çarlık bürokrasisinde, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı açılacak bir savaşta, Ermenilerin öncü kuvvet olarak kullanılması taraftarı bir grup vardı ve Genel Vali Vorontsov- Daşkov da bunların bir üyesiydi.

Daşkov, Çar’a gönderdiği bir raporda şunları yazıyordu: “Kafkasya’da, Türklerle olan ilişkilerimizin tarihi boyunca, Büyük Petro döneminden bu yana Rus siyaseti, savaşlarda yanımızda yer alan Ermenilere karşı dostane tutum takınmak doğrultusunda olmuştur. Türkiye Ermenilerinin savunulması konusunda tavır takınmalıyız, özellikle böyle bir zamanda, askerî müdahalemize kolaylıkla sahne olabilecek bölgelerde yaşayan halkların dostça duygularını köreltmek yerine desteklemeliyiz. ”(12)

Genel Vali, Gregoryen Kilisesi’ne ilişkin kararları iptal etmekle yetinmedi; Tiflis olaylarında “Tatarları” kontrol altında tutmak üzere Ermeni milislere silah dağıttı. Çarlık yönetimi, Taşnak Partisi ile işbirliği içindeydi. Taşnaklar, özünde işbirlikçi Ermeni kapitalistlerinin petrol çıkarları olan mülkiyet rejiminin destekçisi ve Rus otokrasisinin devrim dalgasını kırmada kullanabileceği bir araçtı. Genel Vali Daşkov’un, Başbakan Stolypin’e gönderdiği raporda Taşnaklarla ilgili şu tespitler bulunur:

“Ermeni-Tatar kargaşasından ve 1905-1906 huzursuzluk döneminden sonra Taşnaksütyun örgütü Bakû şehrinde özel bir etkinlik kazandı. O zaman Ermeni nüfusun en etkili ve zengin bölümünün örgütü kendisinin silahlı savunucusu olarak görmüş’ olması ve Müslümanlara ve devrimin yarattığı anarşist örgütlere karşı Taşnakları parayla desteklemesi bu durumu açıklar. Taşnaklar’ın bu kadar silahlanmasının nedeni de budur; kendilerini korumak yanında zengin Ermeniler, Taşnakları mülklerinin ve buralardaki çıkarlarının korunması için de kullandılar. Böylece petrol alanlarında Taşnaklar tehdit yoluyla grevleri engellediler, öte yandan para isteklerini karşılamayan sanayicileri de tehdit ettiler.” (13)

Taşnak örgütlenmesine karşılık, Müslüman gruplar da hızla bir araya geldiler. Çarlık otokrasisinin ve Ermeni kapitalistlerin desteğini alan Taşnaklar’ın tehdidini bertaraf etmek amacıyla, “Dıfâî” (Savunma) adı verilen örgüt kuruldu. Dıfâî’nin merkezi Gence’ydi. Gence, ulusal Azerî hareketinin yönetildiği kentti. Bir süre sonra, Bakû’de de örgütlenme çalışmaları yapıldı. Bakû örgütüne katılanlar arasında, Türk siyasî yaşamında da önemli roller oynayacak olan Ahmed Agayev (Ağaoğlu) de bulunuyordu. Difâî, Ermeniler’le Müslüman topluluklar arasındaki çatışmaları, hafifletmeye çalışıyordu.

Agayev’e göre, Müslümanlar ve Ermeniler, Ruslar gelmeden önce yüz yıllarca barış içinde yaşamışlardı. Dıfâî örgütü, gizlice dağıtılan bildirilerde, Rusya’nın olaylardaki kışkırtıcı rolünü vurguluyor; ancak, Ermenilere de uyguladıkları şiddete aynen karşılık verileceği uyarısını yapıyordu. Dıfâî, özellikle Ermenileri Müslümanlara karşı kışkırtan Rus görevlilerine şiddet uyguluyordu. Tatar-Ermeni Savaşı temelinde ortaya çıkan Dıfâî örgütü, Şeyh Şâmil direnişinden sonra, bölgede düzenli bir mücadele ile Çarlık otokrasisine direnemeyen Müslümanların pasif tutumuna son verdi.

Transkafkasya’nın birliği fikrinden hareket eden Dıfâî’nin görüşleri, özellikle Gence’de yayıldı. “Sosyal Federalist Türk Devrimci Komitesi” adlı yapıda yankısını bulan görüşler, 1905 Şubatında, “Kafkas halkları birleşin” başlığı altında Gürcü, Ermeni ve Müslümanları Rus otokrasisine karşı mücadeleye çağıran iki bildiride yankılandı. Bu “birlik” fikri, Rüstembekov gibi Dıfâî önderleri tarafından da savunuldu. Asıl önemli nokta; Dıfâî’nin öncüleriyle, Taşnaksütyun üyeleri arasında yapılan görüşmeler ve her iki örgütün, Jön Türkler’in, Osmanlı Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin liberal kanadı ile kurduğu bağlantılardır (14).

Rus otokrasisine karşı, “birlik” temelinde mücadele fikri kalıcı olmadı. 1907’de Taşnak, Transkafkasya’nın geleceğine ilişkin plânlarını açıkladığında, Dıfâî önderleri buna karşı çıktılar. Taşnak projesinde, Rusya’ya bağlı, iç işlerinde serbest, kantonlara ayrılmış, bölgesel bir parlamento tarafından yönetilen Transkafkasya’nın sınırları etnik temelde çiziliyordu.

Kafkasya’da Boşalan Çelişkiler Zembereği

Azerî petrolcü, milyoner işadamı Tagiyev’in desteklediği Kaspiyve Tercüman gibi yayınlar, Pantürkizm’den, liberalizme çeşitli akımların tartışıldığı bir düşünce alanıydı. Transkafkasya’nın en büyük zenginleri arasında sayılan Zeynel Abdul Tagiyev’in servetinin temeli, petrole dayanıyordu. Petrol rafinerisi yatırımlarını, borsa spekülasyonlarıyla geliştiren Tagiyev, tütün ve pamuk alanlarına da girmişti. Azerî burjuvazisinin bu önemli ismi, Dıfâî’ye açılan süreçte, çok sayıda yayını finanse etmiş; siyasî düşünce alanının öncüleri, söz konusu dergi ve gazetelerde ilk çıkışlarını yapmışlardır. İsmail Gasprinski’nin, Bahçesaray’da çıkardığı Tercüman gazetesi Tagiyev’in mâlî desteğine sahipti.

1883 yılından itibaren, bu gazete Rusya Müslümanlarının gayrı resmî sesi oluyordu. Gasprinski, Panslavist hareketi, özellikle hareketin lideri olan M.N Katkov ile dostluğundan dolayı ilk elden bilgilerle incelemişti. Gasprinski, Panslavizm’e cevap teşkil edecek ve tüm Rusya Müslümanları’nı kapsayacak bir program geliştirdi. Rusya Müslümanlarının büyük çoğunluğunun, Türkî olması temelinde, “dilde, fikirde, işte birlik” prensibine dayalı bir Pantürkizm’in savunucusu oldu. Gasprinski, Balkanlar’dan Çin’e tüm Türkler’in anlayabileceği bir yazı dilini ve İstanbul Türkçesini esas alıyordu; yani Osmanlıca’yı. Gasprinski’nin Pantürkizmi dışında, Ahmed Agayev de, Cemaleddîn Afganî tarzı bir Panislâmizm’den yanaydı.

Sünnî- Şiî uzlaşmasını temel alan, Müslümanlar’ın dogmatizm ve batıl inançlardan kurtulması gerekliliğini savunan, Batı tekniğinin aktarılmasında sakınca görmeyen bu anlayış, özünde kolonyalizme karşıydı. Azerî siyasî hayatının eklektik yapısı, Kaspiy sayfalarında liberal, Pantürkist, Panislâmist görüşlerde yansımasını buluyordu. Ancak, Kaspiy de ağırlık liberallerdeydi. Petrolcüler, tüccarlar ve sanayicilerden oluşan Azerî burjuvazisinin yayın organı, Kaspiy idi. Rus liberalleri ile iyi ilişkileri bulunan Topçubaşıyev Ali Merdan bey, gazetenin editörüydü.

Bakû’de, Müslümanlar arasında sosyalist düşünceleri yayma çalışmaları, RSDİP bölge komitesinin bazı Azerî üyeleri ile sınırlı kalmıştı. 1904’te kurulan “Himmet”, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) ile ilişki halindeydi. 1904 Ekim ayında Himmet gazetesiyle çıkışını yapan grup, 1905 Şubat’ında Çarlık polisinin takibatına uğradı ve basım araçlarına el kondu.

Marksist olmayan bir konumla, sert siyasal eleştiriler yapan Himmet, Çarlık bürokrasisi, dinsel kurumlar ve despotizme saldırıyordu. Avrupalılaşmış burjuvazi de, yerel dil ve gelenekleri terk ettikleri için suçlanıyordu. 1905’te “Himmet” grubuna katılan, Meşhedî Azizbeyoğlu Azizbekov ve petrol milyoneri Tagiyev’den aldığı bir bursla Odesa’da tıp eğitimi gören Neriman Necetoğlu Nerimanov, önder kadroyu güçlendirdiler. Otokrasi ve kapitalizme karşıtlığı, “kâfir”e yönelik tepki olarak değerlendiren Müslüman işçiler, Himmet’in propagandasından etkilendiler. Siyasal bilinci yetersiz Tatar, Lezgi, Fars, Azerî işçiler, örgütün sesine kulak verdiler.

“Himmet” ağırlıklı olarak, Bakû petrol sanayii işçileri arasında örgütleniyordu. Ancak, bir süre Hazar ve Dağıstan bölgesinde de hücreler oluşturdu. Oldukça güçlü Müslüman Türk çizgisi, “Himmet”in, RSDİP’e iltihakını önlemişti. RSDİP üyesi Himmetçilere rağmen, Bolşevik bir çizgi benimsenmedi. Radikal eğilimleri olan, siyasî pratiği teoriden daha fazla önemseyen kişilerden oluşan “Himmet”, gevşek yapılı bir örgüttü.

1906 yılında, Ermenice ve Azerîce olmak üzere, iki dilde yayın yapan ve “Ermeni-Müslüman Birliğinin yayın organı kabul edilen, Davet-Koch adlı bir dergi çıktı. Çarlık otokrasisinin, cemaatler arası kışkırtıcılığı, böl-yönet siyaseti üzerine yayın yapan bu dergi de Bakû valisi tarafından kapatıldı. Davet-Koch’tan sonra Himmetçiler, Tekemmül adlı, sol eğilimli olanlar dışında yazarların da yer aldığı yeni bir yayın organını devreye soktular. 1907 Mart’ında, bu yayın da kapatıldı. Stolypin’in başbakanlığı döneminde, Himmetçi grup ağır baskı altında kaldı. Nerimanov, Efendiyev, Serdarov gibi önderler tutuklandı. Resülzâde, Abilov, Bunyadzâde başta olmak üzere yüzlerce üye İran’a sürgüne gittiler.

Petrole dayalı zenginlik, sınıf çelişkileri, kurumlaşan kolonyalizm, batılı şirketlerin güç oyunları ile beslenen siyasal ve kültürel akımlar, Kafkasya’ya damgasını vuruyordu. Taşnaklar’dan Himmet’e kadar, geniş bir yelpazeye yayılan örgütler, etkili yayın organları, işçi hareketi, uyanık bir kapitalistler kuşağı zengin politik hayatın temelini oluşturuyordu. Ancak, her alanda belirleyicilik, muazzam petrol rantlarından beslenen petro-politik sınıfsal dinamiklerdeydi.

Siyasî ortamın gelişkin yapısında, Azerî petrol milyonerlerinin mâlî desteğini alan basının etkisi büyüktü. Bu petrolcüler, gerçek basın kralları haline geldiler. Her yerde “hazır ve nazır” olan Tagiyev, Pantürkist Gasprinski’den solcu Nerimanov’a kadar birçok önemli ismi destekliyordu. Tagiyev, Kaspiy’in yanı sıra Hayat, Füyûzâtve Taze Hayat gibi yayın organlarının sahibiydi. Büyük toprak sahibi İsa Aşurbekov bazı Himmetçi yayınlarla birlikle İrşadı ve edebiyat dergisi Şelâleyi, babası Beşir ve petrolcü Murtaza Muhtarov ise gündelik Terakki’yi destekliyorlardı.

Hayat’ta, Topçubaşıyev Hüseyinzade ile Ahmed Agayev editörlük yaparken; Füyûzâfta, İttihatçılar’ın önemli ismi Abdullah Cevdet, Ahmed Kemal, Hasan Sabri Ayvazov’un yazıları çıkıyordu. Hüseyinzade Ali bey, petrolcü Tagiyev’in sahibi olduğu Füyûzâf ta, Türkçülük üzerinde yoğunlaşacaklarını, İslâm’a hürmeti esas alan bir milliyetçilik anlayışına sahip bulunduklarını, çağdaş Avrupa medeniyetinden vazgeçmeyeceklerini açıklıyordu. 1906’da kurulan dergi, dil sorunlarına da ağırlık verecekti.

Hayat dergisi ise Panislâmcı bir çizgide yayın yapıyordu. Bu derginin temel bilimler sütununda yazan Hüseyinzâde Ali, daha sonra ünlü bir slogana dönüşen “Türkleştirmek, İslâmlaştırmak, Avrupalılaştırmak”tan ilk söz eden yazardı. Ziya Gökalp tarafından da benimsenen bu anlayış, Türkçülüğün temel ilkeleri arasında yerini alacaktı.

Petrolden kaynaklanan büyük servetlerle gelişen hırslı Azerî kapitalistler, Volga Tatar burjuvazisinin, Rus Müslüman cemaati önderliğinden memnun değildiler. Rusya’nın, Müslüman Doğu ile ticaretindeki aracı konumundan kaynaklanan büyük zenginlikleri ile Tatar burjuvazisi öncü durumundaydı. Avrupa uygarlığını iyi tanıyan Tatarlar karşısında, petrolcü Azerî kapitalistler, Kaspiy ve diğer yayınlar yoluyla Rus Müslüman cemaatinin önderliğini paylaşma isteğini dillendiriyorlardı.

Çariçe II. Katerina, ticaret üzerindeki kısıtlamaları kaldırınca; Volga Tatarları, Başkurdistan, Sibirya ve Kazak bozkırlarında, özgürce ticaret yapabilir hale geldi. Onun hükümdarlığı zamanında, Tatar diasporası daha önce görülmemiş bir ekonomik refahla tanıştı ve Ruslar tarafından desteklenen Tatarlar, o dönemde henüz bağımsız olan Türkistan ve Sinkiang’daki Müslüman toprakları üzerinde, Rus sermayesinin aracıları olarak hareket ettiler.

İlginçtir, Tatar tüccarları girdikleri her yerde, İslâm “misyonerleri” gibi davranıyorlar, Rus devletinin yardımı ve parasıyla camiler ve medreseler açıyorlardı. II. Katerina’nın hükümdarlığı döneminde, Volga Tatarları, tüccar sınıfı ve mollaların yönlendiriciliğinde, Rusya’daki Müslümanların karşı konulmaz liderleri haline geldiler. Ancak, Çarlık otokrasisi ile Tatar burjuvazisi arasındaki bu işbirliği, 1876’da, Ruslar’ın Türkistan’ı işgali ve Tatar tüccarlarına karşı gizli bir savaş başlatmalarıyla sona erdi (15).

Orta Asya’nın işgali ve muazzam büyüklükte bir alanın Rus sermayesine açılmasıyla birlikte, Tatar aracı sınıflara ihtiyaç kalmadı. Rus ve Tatar burjuvazileri birbirine rakip duruma geldi. Tatar burjuvazisinin ekonomik gücünün azalması, etkili bir Ruslaştırma ve Hristiyanlaştırma programı ile birlikte yürütüldü. Tatar kültürü almış, ancak Ortodoks Hristiyan dinine inanan bir aydın kuşağı yaratma politikasına direniş gecikmedi. Dinsel, dilsel, ekonomik asimilasyona karşı, tüccar sınıfının desteğinde güçlü bir mücadele örgütlendi.

Rusya’da İslâmî hareket, Tatarlaşma boyutunda gelişti. Bu hareket, Panislâmist ve Pantürkist çizgilerde ve Tatar burjuvazisinin öncülüğünde yayıldı. “Tatar burjuvazisi”, başarılı bir şekilde direnebilmek için, “Rus emperyalizmi”ne karşı bir başka “emperyalizm” çıkarmak gereğini anlamıştı. Bu burjuvazi, Tatar ülkesinin sınırları dışına uzanmalı, bütün Müslüman pazarlarını ele geçirerek, Rusya’daki bütün Türk halklarını etkisi altına almayı başarmalıydı. Zira bu burjuvazinin Rus rakiplerine karşı elindeki en önemli kozlar, dilsel akrabalık ve dinsel ortaklıktı.

Pantürkizm ve Panislâmizm, Tatar burjuvazisinin yönlendirdiği “uyumlu” akımlar olarak varlıklarını biçimlendirdiler. Büyük bir eğitim reformu çerçevesinde, adına “Cedîd” denilen binlerce okul açıldı. Bu reformist çabalar sonucunda, yalnız Kazan’da, on medrese veya ortaokul, on bir “mektup” veya ilkokul ve on dört Rus-Tatar okulu kuruldu. Kazan’daki “Hüseyniye”, Orenbourg’daki “Muhammediye”, Ufa’daki “Aliye”, Troits’teki “Resuliye” medreseleri gibi bazı “Cedîd” okulları “laik” eğitimleriyle, Müslüman dünyasının en iyi öğretim kurumları arasında yer aldılar (16).

Kazan kenti, 1905’ten sonra Rusya Müslümanlarının gerçek aydın merkezi oldu ve İstanbul, Beyrut, Kahire ile rekabet edecek konuma ulaştı. Pantürkist ideolojinin, Kazan ticaret burjuvazisine sunduğu ideolojik temel “Cedîd”ci eğitim reformu ile bütünleşti.

Azerbaycan, Rus İmparatorluğu yanında İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun etkilerine de açıktı. 19. Yüzyıla kadar Azerbaycan, İran ile ortak bir din, dil, kültürel miras ve tarihi paylaştı. Rus fethinin böldüğü bu bölge, petrol sanayiinin gelişimi sonucunda iyice güçlenen bağlara sahip olmuştu. Petrol zenginliğinin yarattığı çekimle, bölgeye İran’dan işçi akını yaşandı.

Bakû de çalışan işçilerin yüzde 15’i İranlıydı. Diğer Müslüman işçiler gibi, İran’dan gelenler de vasıfsızdı. 1905 Rus Devrimi ve Rusya’nın Japonya ile yaptığı savaşta yenilgisi İran’ı da etkiledi. “Bir Asya devleti olan Japonya’nın kazandığı zafer, bütün imparatorlukta, Rusya’nın yenilebileceğini ortaya koyan büyük bir psikolojik şok etkisi yaratır. Müslümanlar da dâhil, imparatorluğun boyunduruğu altındaki bütün halkları, intikam alma ve bağımsızlığına kavuşma umudu sarar. Böylece 1905 yılı, Rusya’daki Müslümanların siyasal hayatının gerçek anlamda başladığı ve hâlâ ılımlı olmakla birlikte toplu halde ulusal taleplerin ilk defa ortaya çıktığı yılı belirtir. Kongreler birbirini izler (17).

Rus Devrimi ve Japon yenilgisi, Çarlık rejiminin askerî müdahale kapasitesini zayıflattı. İran’da, Kaçar hanedanı, zulüm, gerilik, çöküntü adına ne varsa onları temsil ederken, ülke Rusya ile İngiltere arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyordu. Rus devrim hareketinin zirveye ulaştığı dönemde, Aralık 1905’te İran’da da kriz son haddindeydi.

1905’in sonuna gelindiğinde, Tahran’da bir grup âlim ve halk, Şah’ın onlara dokunmaya cesaret edemeyeceği kutsal yere, Şah Abdülazim’in türbesinde “bast”a sığındılar; halkın desteği o kadar kuvvetliydi ki, Şah, onların başbakanı kovma ve yolsuzlukları önleme hakkına sahip bir adalet meclisi kurma gibi taleplerini yerine getirmeye söz verdi. Direnişçiler, türbeyi terk ettiklerinde, Şah sözünü yerine getirmekten vazgeçti; başkentte bulunan ulemâ, Kum’a sürüldü. 1906’da daha büyük bir “bast” meydana geldi. Tebriz, Şiraz, İsfehan, Reşt “bast”larını büyük bir genel grev takip etti. Belçika anayasası kopya edilerek alelacele hazırlanan bir anayasa ile seçimler yapıldı ve bir meclis oluşturuldu.

Tebriz ve Azerbaycan’dan seçilen vekillerin gelişi meclisi makul bir rotaya soktu. Başka hiçbir yerde modernleşme ve liberalleşme için Azerbaycan’da olduğu kadar büyük bir baskı yoktu. Tebriz aşırı derecede çıkarcı ve keyfî bir vali olan veliahtın bulunduğu yerdir; fakat bununla birlikte Azerî Türkleri Rus sınırındaki hemşerileriyle bağlantı içindeydiler. Bakû’de petrol bulunmuştu ve şehirde nispeten kozmopolit bir hava hüküm sürmekteydi.

Çarlık yönetimi altındaki Azerî Müslümanlar, Volga Tatarlarından geri kalmayarak, modern imkânların farkına varmışlardı. Osmanlı basınını takip ediyorlardı ve birçoğu Jön Türkler’in fikirlerine sempati duyuyordu. Pek çok Hristiyan’dan daha az radikal olmalarına rağmen, 1905’teki Rus Devrimi’ne aktif biçimde katıldılar. Daha sonraları Rusya’da reaksiyon ortaya çıkıp ateşli devrimciler daha da bastırıldıklarında, Rus Azerbaycan’ından birçok lider Kaçar topraklarında süren mücadelenin aktif bir parçası olmak üzere sınırı geçti (18).

Ekonomik açıdan, İran’ın en gelişmiş kenti Tebriz’di. Azerî kökenli olan Tebrizli vekiller, İran Parlamentosu’na güç kattılar. Rus Azerbaycanı’na yakın olan birçok petrol işçisi Bakû’de çalışıyor, bu kent ise iki ülke arasındaki geçişi sağlıyordu. Bakû’de bulunan Tebrizli petrol işçileri, özellikle “Himmet”in propagandasının etkisi altında kaldılar ve 1906’da Neriman Nerimanov’un öncülüğünde, Bakû’de İranlı işçilerin ilk örgütü olan “İçtimaî Âmiyyun” (Sosyal Demokrasi) kuruldu.

Neriman, aynı yıl, Tiflis’te Tebrizli devrimcilere, kaçak silah, cephane ve yayın temin edecek bir komite kurdu. İran’daki gelişmeler Bakû’de ilgiyle izlendi. Hayat ve Irşad gibi basın organlarında yazılar yayınlanırken, Irşad’ın Farsça basımı da yapılıyordu. İran’da yaşananlar, Azerbaycan’da, “Panazerbaycan” akımını da güçlendirdi. Güney Azerbaycan’ın, İran yönetiminden çıkıp bağımsız bir Azerbaycan’a dönüşmesi fikri taraftar topluyordu.

Bu arada Tebriz’de, Şah’ın egemenliği yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nu tercih eden bir akım, 1908’de Jön Türk devrimi sonrası bildiriler yayınlıyordu. Şiî-Sünnî ayrımının zayıfladığı koşullarda, Kuzey İran’da bir Türk devleti yaklaşımı ön plâna çıkıyordu. Rusya’nın siyasal çelişkilerinin etkili tarafları, Tebriz’e akıyordu. Menşevik Gürcüler, Bolşevik Ruslar, Taşnaklar, Himmetçiler Tebriz’in siyasal yaşamında yerlerini alıyorlardı. 1909 yılında Tebriz’in kahramanca savunulmasında, Transkafkasyalı direnişçiler önemli roller oynadılar. Rus ordusuna yönelen bu direnişe rağmen şehir düştü.

Tebriz’in düşmesi, Şah Muhammed Ali’ye, tahtını koruma imkânı vermedi. 1909’da, güney aşiretleri, Reşt’teki meşrutiyetçiler, Şah’ın karşısındaki güçlere katıldılar; Tahran’ı ele geçirdiler. Şah, Rusya’ya kaçtı. 16 Temmuz 1909’da meşrutiyet, yeniden yürürlüğe konuldu. İran’ın II. Meşrutiyet döneminde, Himmetçi sürgünlerden, Mehmed Emin Resulzâde ön plâna çıktı. Resulzâde, Farsça’yı ana dili kadar iyi biliyordu ve Kafkasya’nın canlı basınından edindiği tecrübeyle, İran-ı Net/(Yeni İran) adlı günlük bir gazete çıkarmaya başladı. İran’da yayınlanan gazetelerin en büyüğü, en tanınmışı İran-ı Nev, Avrupa’daki gazeteler gibi büyük boy çıkan ilk İran gazetesiydi.

1912’de, Rusya’nın askerî müdahalesi sonucunda, Mehmed Emin Resulzâde yüzlerce İranlı gibi İstanbul’a kaçmak zorunda kaldı. Kafkas petrollerinin beslediği siyasî volkan, Osmanlı, İran, Rus devrimcilerini ortak inanç, ümit, program ve projelerde birleştirmiştir. Emperyalist çıkarlarla kuşatılan ve canlı bir fikir hayatının sosyal, politik, ekonomik koşullarına sahip olan Kafkasya, dönemin tüm çelişkilerinin biriktiği bir alandır. Sınırlara hapsedilmesi mümkün olmayan ortak dinamikler, sorunların kaynak ve çözüm yolları üzerine arayışlarda benzer çizgileri buluşturuyordu.

Bölgenin, petro-politik prizmadan süzülen yaklaşımlarla değerlendirilmesi için, sayısız nedenden bir kaçının varlığına değindik. 1905 Rus-Japon Savaşı ve Asyalı bir gücün Rus askerî despotizmine diz çöktürmesi ile çelişkiler zembereği boşalıyor, 1905 Rus Devrimi, “en zayıf halka” Kafkasya’nın etnik, siyasî, ekonomik, dinsel çatışmalarıyla beslenerek, tam bir toplumsal-siyasal devrimler kuşağının patlamalarını tetikliyordu. Dünya algılamalarında ortak inanç, değer ve projelere sahip bir ihtilâlciler kadrosu, Rus, Iran, Osmanlı egemenlik sistemlerini sarstılar.

Ancak, bu kadroların yetişmesinde etkili olan kültürel ve siyasî zemin, uluslararası kapitalist egemenlik araçları ile otokrat “kolonyal” sistemin kesişme alanında gelişmiş, bu sürece petrol çıkarları damgasını vurmuştur. Panislâm, Pantürk, liberal, sosyalist, bölgeci, milliyetçi akımların hepsi, sınıfsal çatışmaların gölgesinde harmanlanıyordu. Ermeni sorununun biçimlenmesinde, petro-politik dinamiklerin konumu ise ibret vericidir.

Taşnak’ın finans kaynakları, toplumsal ve siyasal desteğin temelinde gelişen süreç ve buna, Müslüman petrol kapitalistlerinin yönlendirdiği hareketlerden gelen yanıt, “Ermeni sorunu”nun, Kafkasya’yı aşan boyutlarına ışık tutuyor. Berlin-Bağdat demiryolu projesinin, Mezopotamya’nın petrol dâhil tüm kaynaklarını “kolonizasyon” programı çerçevesinde değerlendirmeye aday Alman emperyalizmi tarafından işletilmesi temelinde, “Ermeni tehciri” ile ilişkisi Kafkasya’da olanlarla aynı dinamiklere oturmaktadır.

1908 Jön Türk Devrimi’nin bölgede büyük etkileri oldu. Türkçüler açısından meşrutiyet devrimi, büyük umutlarda yankısını buldu. 1908 yılında (25 Aralık) “Türk Derneği” İstanbul’da kuruldu. Türkler’in birliğini savunan dernek kurucuları arasında, Volga-Tatar kökenli Yusuf Akçura da bulunuyordu. Yusuf Akçura, ailevî köken olarak büyük Tatar sanayi ve ticaret burjuvazisine mensuptu. Aile II. Katerina döneminden itibaren, Orta Asya ile Çin arasında yapılan ticaretten büyük bir servet edinmişti. Yusuf Akçura’nın babası Hasan Süleymanoğlu, Simbir, Zöyebaşı ve Lahofka’da üç kumaş fabrikasının sahibiydi. Rus ordusunun bez ihtiyacının büyük bölümünü Akçuraoğulları karşılıyordu. Akçura’nın fikirlerinin oluşumunda İsmail Gasprinski’nin etkisi büyüktü. 1911 yılından sonra İstanbul’da çıkan Türk Yurdu dergisini, Yusuf Akçura Tercümanın küçük kardeşi ilân etti (19).

“Türklerin birliği” fikrinden hareket eden “Türk Derneği”nde, İsmail Gasprinski’yi de üye olarak görüyoruz. Azerî aydınlardan Agayev, Hüseyinzâde, Yusufbekov, Resulzâde, İttihat Terakki yönetimindeki Osmanlı topraklarına yerleştiler. Oğuzculuk anlayışı ile beslenen Pantürkizm, İttihatçı çevrelerde oldukça revaçtaydı. Kafkas kökenli politikacı ve aydınlar, Pantürkizmin yayılmasında önemli roller oynadılar.

Agayev, Akçura ve Hüseyinzâde’ye, İttihat Terakki tarafından görevler verildi. Bu arada, 31 Ağustos 1911’de kurulan, Türk Yurdu dergisinde Akçura, Hüseyinzâde ve Agayev de yazmaya başladılar. Türk Yurdu dergisinin finansmanı, Tatar büyük burjuvazisinden geliyordu. Orenburglu milyoner, Mahmud Bay Hüseyinov’un yüklü servetinin bir bölümü dergiye aktarılmıştı. Dergiye damgasını vuran iki akım Pantürkizm ve ilerlemecilikti.

Tercüman-İsmail Gasprinski çizgisinin akışında İstanbul’da yayınlanan Türk Yurdu, Ziya Gökalp’in de, “Türkleşme, Muasırlaşma, İslâmlaşma” konulu makaleler dizisini gündeme getiren dergi oldu. İttihat Terakkiye üye olmayan Akçura, buna rağmen milliyetçi ideolojinin temel prensiplerinin oluşumunda, çok önemli bir yere sahiptir. Kafkasya kökenli ve Rusya’dan göç eden yazarlar, Türk Yurdu dergisinde, “yazılarının sayıca az olmasına karşın dergiye Pantürkist yönelim kazandırmışlardır (20).”

İttihat Terakkinin yönettiği Osmanlı İmparatorluğu’nda kalan Kafkas kökenli aydınlar, genellikle Türkçü düşünceye bağlılıklarını sürdürdüler. 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında, Bakû basınında da Türkçü düşüncenin yansımaları yoğun oldu. Şiî ön yargıları olan tutucu Azerî aydınları bile, Osmanlı’nın Trablusgarb ve Balkanlar’da uğradığı yenilgiler sonrasında İslâmî dayanışmayı temel alarak imparatorluğa destek verdiler. 1905’te tüm Rusya’yı etkisi altına alan özerklik yanlısı, devrimci eğilimlerin yayılımını körükleyen Bakû merkezli hareketler; Osmanlı, İran, Rusya ekseninde bağlantılarla gelişti.

Bu dönemde, İstanbul’a yerleşenler kendi çizgilerini oluştururken, Azerbaycan’da kalanlar da, “Müsâvât” örgütünü kurdular. Abbas Kâzımzâde ve Mihailzâde Korbolay liderliğinde kurulan “Müsâvât”, Panislâmcı görüşlere dayanıyordu. Tüm Müslümanları birleştirmek, müstemleke haline gelmiş İslâm ülkelerine istiklâllerini kazandırmak, bağımsızlık savaşı veren Müslüman milletlere destek sağlamak, örgütün başlıca hedefleri arasındaydı.

Aydınlar, öğrenciler ve işadamları tarafından desteklenen Müsâvât’ın temelleri Bakû’deydi. Hücre sistemine göre kurulan örgüt, bir süre sonra kendisini parti olarak nitelendirdi. Partinin, İran Azerbaycanı’nda da kolları bulunuyordu. Tek kurtuluş yolunun, “Türkiye’nin bağımsız varlığının sürmesi olduğunu” vurgulayan parti, Balkan Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu’nu destekledi. 1913 yılında, İstanbul’dan Bakû’ye geçen Mehmed Emin Resulzâde’nin katılımıyla parti güçlenirken, bir süre sonra, Resulzâde’nin önderlik konumu tartışılmaz hale geldi. Türk Yurdu dergisinde de yazıları çıkan Resulzâde, milliyet ve din ilişkileri üzerine kafa yoruyor, bu konularda Cemaleddîn Afganî’nin çizgisini takip ediyordu.

Turancı Hayallerin Çarptığı Kaya: Petro-Politik Bilinç

Bakû işçi hareketi, 1905 yılında, beş siyasal grevle eylem hattına çıkmış; 1906’da sayı dörde düşmüş, 1908 yılında ise işçilerin büyük bölümünün katıldığı önemli bir grev gerçekleştirilmişti.

1908’e gelindiğinde, sosyal demokratlar (komünistler) işçilerle sıkı bağlara sahip olmuşlardı. Sendikaların petrol işçilerini örgütleme konusundaki rekabetleri, işçi hareketi zayıflığının nedeniydi. Ayrıca, 1911 yılından itibaren Bakû petrol üretimindeki düşüş de, bu etkisizliğin gerekçeleri arasındaydı. 1910’dan 1913’e kadar Bakû rafinerilerinden ancak otuzu tam kapasite çalışır durumda kalabildi.

Teknoloji yenileme konusunda pek istekli davranmayan sanayiciler, iç pazara dayanıyordu. Yüksek gümrük siyaseti sonucu oluşan iç tekeller yüzünden, fiyatlar 1910’dan 1914’e kadar, yüzde 200 oranında arttı. Rusya’da “petrol açlığı” yaşanırken, kârlarda büyük sıçramalar görüldü. Hükümet, petrol sanayiinin yanındaydı; petrol fiyatlarının yükselmesine izin verdiği gibi, işçi hareketini de büyük ölçüde kısıtlıyordu. 1913 Temmuzunun ikinci yarısından sonra, bu hareketsiz ortam, yerini canlı eylemlere bıraktı. Grevler 16 Temmuz’da, Balahani-Sabuncu’da bulunan, Rothschild şirketinde çalışan 774 işçinin işi bırakmasıyla başladı. Diğer şirketlerin işçilerinin de katılımıyla grevler yayıldı. Temmuz ayı sonunda 88 şirketten, 19.075 işçi grevdeydi (21).

Kuzey İran’dan gelen göçmen işçiler dâhil bütün uluslardan bu eyleme katılım oldu. 1914 yılında, 1 Mayıs gösterisine 10.000 işçi katıldı. Daha yüksek ücret, sağlıklı çalışma ve barınma koşulları için yapılan grevler, 1914 yılında da devam etti. 1914 Mayısı sonunda, Bakû’ye askerî birlikler gelmeye başladı. 2 Haziran’da, 30 bin işçi greve çıktı. Haziran ortasında, işçi mahalleleri “askerî kamp” görüntüsü almıştı. Kazaklar ve polis devriyeleri bölgeye yayılmıştı. Tüm baskılara rağmen, 20 Haziran’da büyük bir protesto gösterisine, 20 bin kişi katıldı. 1914 Bakû işçilerinin grevlerine tanıklık etti, ancak eylemler bir noktada durdu. Savaş aygıtının işlemesini sağlayan madde petroldü ve o da Bakû’de bulunuyordu. RSDİP, bölgede güçlü bir örgüte sahip olmasına rağmen etkinliğini gösteremedi. Bakû işçi hareketi, dünya savaşına güç koşullarda giriyordu.

1914 Temmuz-Ağustos’unda Rusya, Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya savaş ilân etti. Transkafkasya dâhil tüm imparatorlukta, Çarlığa destek gösterileri yapıldı. Bakû basını, Rus yurtseverliğini öven yazılarla doluydu. Petrolcü Tagiyev, askerî hastanenin masraflarını üstlenmeyi önermiş, Bakû’nün diğer işadamları ile birlikte Alman cephesinde savaşacak gönüllüleri finanse etmişti. Azerî iki yüz subayın da aralarında bulunduğu seçkin süvari birlikleri, Rus ordularının safında çarpışıyorlardı.

Osmanlıların, savaşa katılması ile birlikte durum değişmeye başladı. Osmanlı orduları, savaşa girerken cihad ilân edilmiş, tüm Müslümanların katılımı istenmişti. İttihat Terakki, Panislâmist hedefin gerçekleşmesi doğrultusunda, savaş stratejilerinde, Kafkasya’ya özel bir ağırlık veriyordu. Osmanlı ordularının Kafkasya operasyonları öneminde, siyasal bir zemin oluşturmak üzere, Alman yanlısı “Bağımsız Gürcistan Komitesi” ile bağlantılar kurularak, bir Gürcü alayının, Osmanlı ordusuna katılımı, ayrıca ileride bağımsız Gürcü devletinin Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanınacağı konuları görüşüldü.

İttihat Terakki’nin, 1908’den itibaren zaman zaman birlikte hareket ettiği Taşnaklar’la da, 1914’te Erzurum’da bir “kongre” gerçekleştirildi. İttihat Terakki’yi temsilen, Ömer Naci, Bahaeddin Şakir, Hilmi Bey’in katıldıkları bu kongrede, Ermenilere, Rusya’dan alınacak bazı bölgeleri kapsayan bir Ermeni devleti kurulması önerisi yapıldı. Bunun karşılığında, Ermeniler, Rus hatlarının gerisinde ayaklanma çıkaracaklardı. Osmanlı Taşnakları bağlılıklarını sundular; ancak böyle bir isyan fikrini kabul etmediler.

Kafkaslar’da çatışmalar, 1914 Kasım’ında, Osmanlıların Batum’a girmesi ve onları destekleyen Lazlar ile Acaralar’ın ayaklanmasıyla başladı. Kafkasya’da 9. ve 10. kolorduların harekâtı Enver Paşaya umut verdi ve Sarıkamış felâketi ile 90.000 kişilik ordu, Allahuekber dağlarında eridi. Rus karşı saldırısını, Ermeni Tehciri izledi. 1916 Şubat’ında, Ruslar önce Erzurum Kalesi’ni, iki ay sonra da Trabzon limanını aldılar. Amaç, İngilizlerle bağlantı sağlamak üzere Musul’a ulaşmaktı. Osmanlı karşı darbesi gelmekte gecikmedi; Halil Bey komutasındaki birlikler, İran Azerbaycan’ına girdi. 1915’te Kürt müfrezeleri ile Azerî siyasî mültecilerin desteğinde, Osmanlı kuvvetleri Tebriz’i aldılar.

Osmanlı kuvvetleri, Bakû kapılarına dayanmışlardı. İttihat Terakki’nin Kafkas siyasetinin rehberi, önder kadroları Ömer Naci, Azerbaycan ve Doğu Kafkasya Müfettişliği’ne atandı. Ömer Naci’nin öncülüğünde, İran ve Rus Azerbaycan’ını Osmanlı himayesinde birleştirme plânları yapılıyordu.

Ancak Rus kuvvetleri, kısa süre sonra Tebriz’e tekrar girdiler. Bakû’yu tehdide yönelik stratejik Osmanlı çabaları yeterli olmadı. İran Azerbaycan’ına, 1913 sonbaharında giren Ömer Naci, Sudcubulak’ı zaptetti; ancak kalıcı askerî başarılar mümkün olmadı. Teşkilât-ı Mahsusa’nın yetenekli önderlerinden Ömer Naci, aynı yıl bir çarpışmada şehit düştü. Bu arada, Transkafkasya Müslümanlarının bağımsız devlet istekleri de canlandı. “Dıfâî” örgütünün eski üyelerinden oluşan bir grup, Aslan Han Hoyski’yi, 1915’te Erzurum’da bulunan Enver Paşa’ya temsilci gönderdiler. Bu ziyaretin amacı, Bakû ve Erivan’ı da kapsayacak bir alanda cumhuriyet kurulması için Osmanlı İmparatorluğu’nun onayını almaktı.

Ancak, hayalî güçlerin desteğine dayalı hayatî projeler yürümedi. Ne yüz binlerce Transkafkasya Müslümanı Osmanlılara destek amacıyla ayaklandı; ne bağımsız cumhuriyetler kuruldu. Çarlık ile Azerî Müslümanlar arasındaki ilişkiler, petrole dayalı ekonomik gelişmeler sonucunda Rusya’ya desteğe dönüştü.

“Çarlık ve Azerbaycan arasındaki ilişkinin iyi yönde gelişmesi, savaşın başında Karadeniz deniz yollarının tehlikeye girmesiyle büyük düşüş gösteren petrol fiyatlarının tekrar yükselmesiyle aynı zamana rastladı. Bu, özellikle Bakûlü üreticiler tarafından büyük bir sevinçle karşılanmıştı (22).” Petro-politik bilincin kazandırdığı dünya görüşü, Enver Paşa’nın Turan ülkesi veya Müslüman kardeşliği yanılsamalarının ötesinde dinamikleri hesaba katıyordu.

Bu konuda, Feth Ali Han’ın yaklaşımı, Azerî işadamı ve aydınlarının gerçek inancını yansıtıyordu. Feth Ali Han’a göre, “Biz Müslüman Şiî bir ülke olarak, Osmanlı hanedanından ne bekliyorsak, Romanovlar’dan da aynısını bekliyoruz. Tek ilgilendiğimiz şey bağımsızlık. Güçlü devletler savaştan sonra ne kadar zayıf düşerse, bizim için özgürlük o kadar yakın olur. Bu özgürlük harcanmamış gücümüzden, paramızdan ve petrolümüzden kaynaklanacak. Unutmayalım; dünyanın bize, bizim dünyaya olan ihtiyacımızdan daha çok ihtiyacı var (23).”

1916 yılından itibaren Rus ordularının kazandığı zaferler ve Osmanlı savaş esirlerinin, Narcin adasındaki esir kamplarına Bakû önünden dizi dizi götürülmesi, petrol fiyatlarının artışı ile birlikte “kardeşliğin” sınırlarını çizdi. Azerî din adamları, Ruslar’ın Erzurum’a girmesi üzerine, şükranlarını belirten dinî törenler düzenlediler. Petrol milyoneri Tagiyev’in sahibi olduğu Kaspiy, 1916’da Orta Asya Müslümanlarının isyanını, “dış düşmana karşı mücadeleyi zayıflatan kara bir leke” olarak değerlendiriyor ve Rusya’ya bağlılığını açıklıyordu.

1917 Şubat Devrimi, Ruslar’ın yeni bir ileri harekâtını engelledi. Durum, Ekim Devrimi’ne kadar değişmedi. Brest-Litovsk’ta yapılan ve doğu cephesinde çarpışmalara son veren anlaşmadan üç gün sonra, Erzincan’da, Osmanlı-Rus orduları arasında ateşkes imzalandı. Osmanlı-Rus Anlaşması’nın düğüm noktası, petrolü, stratejik konumu ve iç içe yaşayan halkları ile Kafkasya bölgesiydi. Bu dönemde Kafkasya’da, Menşevik Gürcüler, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği Ermeni Taşnak Partisi, Azerî Müsavat Partisi Sovyetler’den kopma çabasındaydılar.

Bu durumu fırsat bilen İngiltere, Fransa ve ABD, Ermenilere dayanarak bir set kurmaya çalışıyorlardı. Bakû’de, Stepan Şaumyan’ın “komiserliği”nde sürdürülen “komün” yönetimi de büyük sorunlarla boğuşuyordu. Tabanı Bakû petrol işçilerine dayanan; Bakû Komünü’nün elinde yeterince askerî güç bulunmuyordu. Emperyalistler arası çelişkileri kullanma dışında başka bir silaha sahip olmayan “komün”, Ermeni milislerden yardım isteyince, 1918 Mayısında Müslüman köylülere karşı katliamlar gerçekleştirildi.

Başlangıçta, “Transkafkasya Federasyonu” içinde Gürcüler ve Ermenilerle birlikte yer alan Azerîler, 28 Mayıs 1918’de, “federasyon”un dağılmasını fırsat bilerek, “Azerbaycan Millî Konseyi”ni kurduklarını ilân ettiler. Azerbaycan’ın demokratik bir cumhuriyet olduğunun ilânı ile iki milyonluk nüfusa sahip bir devlet ortaya çıktı.

“Azerbaycan Hükümeti”, 4 Haziran Osmanlı-Azerbaycan Anlaşmasına dayanarak, Osmanlı hükümetine, askerî müdahale çağrısında bulundu. Diplomatik gerekçelerin de ortaya konulmasıyla “Bakû Seferi”nin önü açıldı. Sovyetler, Brest-Litovsk sınırının açılmasını protesto etti. Osmanlı Dışişleri yetkililerine yapılan protestolar etkisiz kaldı. Sovyetler, doğrudan Almanlar’a başvurarak, yardımcı olunmasını istedi. Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin, Berlin’deki Sovyet Elçisi Joffe’yi devreye soktu. Alman Dışişleri Bakanı Von Kuhlmann, Ruslar’ın vereceği petrol karşılığında, Almanlar’ın, Türkleri Brest-Litovsk sınırlarında tutma sözü verdi.

Bu arada, ilginç(!) bir gelişme yaşandı; Almanya’nın Moskova Elçisi Kont Mirbach öldürüldü. Bu sırada Türk ordusu Bakû’ye yürümeye başlamıştı. Rusya’yı, tekrar Almanya ile savaşa sürüklemekte kararlı olan “Sosyalist Devrimciler” adlı grup, Bolşeviklere muhalifti. Es-Er’ler denilen bu grubun, Mirbach’ı öldürdüğü anlaşılınca, “Olağanüstü Komisyon” (ÇEKA)’nın da katılımıyla büyük bir tasfiye başlatıldı. Rusya’nın, Almanya ile yeniden savaşmasını isteyen İngiliz ve Fransız İstihbarat servislerinin bu suikastta parmakları bulunduğu bizzat Bolşevikler tarafından açıklandı.

Kızıl Ordu, Gökçay ve Semahi çarpışmalarında Osmanlı kuvvetlerine yenildi. Nuri Paşa, karşı saldırıya geçti. Ancak, “Bakû Komünü” etkisizdi. “Komün’’de Taşnaklar’ın sahip olduğu nüfuz, askerî kuvvetlerin yüzde 70’inin Ermeniler’den oluşması ve Sovyet birliklerine Albay Z. Avestiyan adlı bir Ermeni’nin komuta etmesi, Müslüman halkın “Komün”e güvenini sarstı. Şaumyan, 21 Temmuz 1918’de, J. V. Stalin’e başvurdu ve Taşnaklar’ın, İran’ın Hazar Denizi kıyısında Enzeli limanına gelen General Dunsterville kumandasındaki İngiliz birliklerini bölgeye çağırdıklarını açıkladı. “İngiliz-Fransız” ajanlarının propagandasının da etkisiyle, bu çağrının destekçileri arttı. Durum, Stalin tarafından Lenin’e de bildirildi. Dunsterville komutasındaki birlikler, Mezopotamya’dan İran’a girmiş ve Transkafkasya yolunda, Hazar Denizi kıyısında, Enzeli’ye yerleşmişti. İngiliz Hükümeti, Dunsterville’e, Enzeli yolunu, Bolşeviklerle birlikte hareket eden; ancak yaklaşan Osmanlı ordusunu da yadırgamayan; ihtilâlci ve milliyetçi İranlı gerillalardan temizleme görevini vermişti.

Osmanlı birlikleri Bakû’ye yaklaşırken, Tümgeneral Wilfred Malleson da Meşhed’e gönderildi. Hindistan Ordusu askerî istihbarat subaylarından olan Malleson, Osmanlı kuvvetlerinin Kafkasya ve Türkistan operasyonlarını izlemekle görevliydi. Bölgenin durumu alabildiğine karışıktı. Almanlar, hem Tiflis’te bulunan Sovyet aleyhtarları ile hem de Bolşeviklerle dost görünüyorlardı; bu arada, Kafkaslar’a Osmanlı ilerleyişinden de hoşnut değillerdi. İngiliz emperyalizmi, İttihatçılar’ın önderliğindeki Osmanlı İmparatorluğu’ndan çekiniyordu.

Enver Paşa’nın, “Transkafkasya’da yaşayan beş milyon Türk’ü kazanacağını ve sonra Türkistan Türkleri’yle birleşeceğini” bir kâbus senaryosu olarak ürpertiyle vurgulayan İngiliz politikacı Leo Amery, Almanlar’ın da bu politikaya destek vermesinin, İngilizlerin Asya’dan kovulması anlamına geleceğini tespit ediyordu. Tümgeneral Dunsterville’in Bakû’ye çağrılmasına, Stalin ve Lenin taraftar olmadı. “Komün” önderi Şaumyan ise, şehrin İngilizler yerine Osmanlı kuvvetlerine teslimini daha uygun bir çözüm olarak görüyordu.

Ancak Ermenilerin bu konuda ikna edilmesi mümkün değildi. Sonunda Bakû Komünü, kentin savunulması amacıyla, İranlı milliyetçi önder Mirza Kuçek Han’a karşı İngilizlerle birlikte savaşmış olan Kazak Albay Lazar Biçerekov’dan yardım istedi. On beş bin kişilik kuvveti ile Bakû savunma hattının sağ kanadını tutan Biçerekov, kısa bir direnme döneminden sonra birliklerini geri çekti ve Petrovsk’a yöneldi. Bunun üzerine Bakû Komünü, Taşnaklar, sağ-sosyalist devrimciler, Gürcü Menşevikler’in çoğunluğu ile toplandı ve Şaumyan’ın kararını geçersiz kıldı.

25 Temmuz 1918’de alınan bu kararı, Bakû Komünü üyelerinin istifası, 26 Ekim’de de “Sovyet Yürütme Komitesi Diktatörlüğünün ilânı izledi. Diktatörlüğün ilk işi Tümgeneral Dunsterville’i Bakû’ye davet etmek oldu. Bakû’ye üç müfreze, kara topçusu ve zırhlı araçlardan oluşan İngiliz kuvvetlerinin gelişi, Nuri Paşa komutasındaki taarruzu etkilemedi. Aynı dönemde, istihbarat subayı General Malleson da, Türkistan Hükümeti tarafından yardıma çağrıldı. Rus Menşevikler ve sağcı sosyalist devrimcilerden oluşan bu hükümet, Bolşevik Rusya’dan bağımsızlığını almanın güvencesini, emperyalist İngiltere’nin himayesinde görüyordu. Bu davete icabet eden Malleson’la birlikte İngiltere, Rus İç Savaşı’nda açıkça taraf oluyordu.

“Kafkas İslâm Ordusu Harekâtı”nı yöneten Nuri Paşa, VI. Ordu’dan tamamladığı kuvvetlerle, Bakû’de, “Ruslar ve Ermenilerin İslâmlar aleyhine yaptığı katliamları” önlemek gerekçesine dayanılarak bölgeye gönderildi. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, “Güney ve Kuzey Kafkasya Kumandanı” tayin edilirken; amcası Halil Paşa’ya da, “Şark Orduları Grubu Kumandanlığı” görevi tevdi edilmişti. Kafkasya, Enver Paşa’nın planları açısından, hayatî önem taşıyordu. Enver Paşa, “İran’da Almanlarla beraber, harpten sonra nüfuz sahibi olmalıyız” derken; “Azerbaycan’da müstakil bir hükümet” kurulmasını, “Kuzey Kafkasya’nın ve Dağıstan’ın kurtarılmasını, Çerkezistan’ın denetim altına alınmasını” hedeflemekte ve “Rus Çarlığının Karadeniz donanmasından büyük bir hisse” istemekteydi (24).

Enver Paşa’nın, Kafkasya ve Orta Asya’ya açılma stratejisinin doğuda yön arayışı, büyük bir askerî yığınak gerektiriyordu. III. Ordu, Doğu Anadolu’da bulunan II. Ordu, Irak’ta üstlenmiş VI. Ordu Kafkas cephesine, “İslâm Ordusu” ünvanı ile sevk edildi. “İslâm Orduları Kumandanı” Halil Paşa, karargâhını Gence’de kurdu. Almanlar da bu arada, Tiflis’e güçlü bir askerî misyon gönderdiler. General Von Kress ve General Von Lussov komutasındaki misyonun amacı, yerli Gürcüler’in de katılımıyla, kurtarılan Alman savaş esirlerinin çekirdeğini oluşturacağı bir güç oluşturmaktı.

23 Nisan 1918’de Mareşal Von Hindenburg, Enver Paşa’ya bir ültimatom gönderdi. Bu “ültimatom” alt emperyal fetih heveslerine sahip Osmanlı kadrolarına, petro-politik düzenin sınırlarını gösteriyordu. Almanya da, tıpkı İngiltere gibi büyük bir askerî ekonomik güce sahipti ve “güneşte yerini almaya” çalışıyordu. Paylaşım kavgasındaki gecikmelerini hızla telafi etme gayreti içindeydi. Osmanlı ise batışın titreşimleri ile alt emperyal fetihçi bir gücün hayalî atılımları arasında tükenip gidiyordu. Buna rağmen, mücadele alanından çekilmeyen Osmanlı’nın atılgan temsilcilerine, Hindenburg’un çizdiği sınır, ibretle okunmalıdır. “Enver Paşa’ya mahsus” olarak “Batum’da General Von Zekt’e” gönderilen ültimatomda Hindenburg, “Bilhassa Bakû petrol mıntıkasının, harbin idaresi için pek büyük olan ehemmiyeti dikkate alınarak, Bakû sancağındaki ahalinin Türk birlikleri veya Tatar-Türk gönüllüleri tarafından istirahatlerinin bozulmasından vazgeçilmesini talep ederim” diyordu (25).

Hindenburg, Enver Paşayı doğrudan muhatap almadığı “ültimatom” metninde, Kafkasya’da bulunan Türk askerlerinin derhal çekilmesini ve Irak cephesine gönderilmesini emrediyordu! Enver Paşa’nın, devleti kurtarmak inancı ile iyice karmaşıklaşan doğuyu tutma stratejisi, petro-politik kuralların acımasız mantığına çarpmıştı. Paşa, “Umum Alman Orduları Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne” istifasını sunmakta gecikmedi! Büyük hayallerin ve projelerin adamı Enver Paşa, Bakû petrollerine çarpınca, istifasını, “Alman Genelkurmay Başkanlığına gönderiyordu. Ancak, bölgede harekât durmadı ve Bakû, çok şiddetli muharebelerden sonra zaptedildi.

“Şark Orduları Grup Kumandanı” Halil Paşa, 15 Ekim 1918 tarihinde “Başkumandanlık Erkân-ı Harbiyesi’ne” Gümrü’den çektiği telgrafta şunları belirtiyordu: “Bugün Bakû’deki mahzenlerde toplanmış olan petrol ve mazotun, bugünkü fiyatlara göre kıymeti yüzlerce milyon lirayı bulmaktadır. Tanrı’nın bir lütfu olarak elde ettiğimiz bu kaynak, bütün mâlî sıkıntımızı karşılayacak mahiyettedir. Ancak Tiflis Murahhasımız Abdülkerim Paşa’dan aldığım bir telgrafta, dost ve düşman hükümetlerin bu hazine üzerinde eşit hak iddiasında bulundukları, hatta bu arada Azerbaycan’ı hiç hesaba katmadıkları anlaşılmaktadır. Bütün bu işlerin, Almanlar tarafından çevrilmekte olan fırıldaklardan başka bir şey olmadığına dikkatinizi arz ederim. Eski Osmanlı sınırları dışında, en küçük menfaatlerimizi hased gözleriyle görmekte olan Almanların, bu son günlerde, gerek İran’da gerek Kafkasya’da bize karşı almakta oldukları tavır, bir müttefikin, dostuna karşı alması icab eden tavırdan başka her şeye benzemektedir. Bakû için verdiğimiz iki üç muharebede, üç bine yakın can kaybettik. Binaenaleyh, Bakû servetinin en büyük aksâmından, fetih hakkı olmak üzere bizim ve Azerbaycan’ın istifade etmesi icab eder…” (26)

İttifak ilişkilerinin özünü kavramakta sınırlı bir bakış açısının ürünü bu tarz değerlendirmeler, Almanya’nın emperyalist bir güç olduğunu hesaba katmıyordu. “Fırıldak”, “hased” gibi moral tespitlerin, petro-politik dinamiklerin ölçütleri karşısında kişisel rahatlama dışında hiçbir değeri yoktu. Müttefiklerini, tarihin eşsiz bir armağanı gibi gören, emperyalizmi, gerçek özü ile değerlendirmekten aciz bu tutum, sözde bir bağımsızlıkçılıkla süslenerek günümüze kadar sürdürüldü.

Emperyalist bir dünya gücünün kanatları altına sığınarak fetih oyunları oynamanın sonuçları, tarihsel tekerrürü, Türkiye’nin yazgısına dönüştürdü. Emperyalist çıkarlar karşısında “fetih hakkı” sabuklamaları, Turan hayalleri ve petrolün çerçevelediği sorunlar yumağını kavrama güçlüğü hezimeti getirdi. Emperyalistler arası paylaşım savaşında, cesur bir figür olan Osmanlı orduları, dönemin en büyük gücü İngiltere’yi oldukça müşkül durumlara düşürdüler; ancak verdikleri mücadele, bir başka emperyalistin, Almanya’nın stratejik çıkar hesaplarına göre planlanmıştı. İngiliz sömürgeciliğinin yayıldığı Müslüman ülkelerde uyanan istiklâl ateşi, yer yer fedakâr ve samimi Osmanlı kadrolarının çabalarına rağmen çabuk söndü. Emperyalistlerden emperyalist beğenme tercihi temelinde istiklâl olmayacağını en hızlı gören ise Kafkasya’da yaşayan Müslümanlar oldu.

Bakû, Osmanlı orduları tarafından işgal edilmeden önce, Mareşal Hindenburg son bir çabayla Transkafkasya’ya iki Alman tugayı göndererek, petrol yataklarının işgalini emredecek kadar ileri gitti. Ancak, Almanların tüm önleme çabasına rağmen işgal gerçekleşti. “Dunster” gücü ve binlerce Ermeni şehri terk ederken, kalan Ermenilerden yaklaşık on bini, “başıbozuklar” tarafından katledildi. Aralarında, Şaumyan, Çaparizâde, Azizbekov, Vezirov, Leorganov ve Fieletov’un da bulunduğu yirmi altı Bakû Komünü komiseri, önce hapsedildiler. Osmanlılar kente girince serbest bırakılan komiserler, “Türkmen” adlı gemiyle şehri terk ettiler. Hazar’ın doğu kıyısındaki Krasnovodsk’ta durdurulan gemiden, İngilizlerin desteklediği sosyalist-devrimciler tarafından indirilen yirmi altı komiser kurşuna dizildiler.

1918 yazının sonunda, bölgenin en büyük petrol yataklarına sahip bulunan Bakû ve Güney İran’ın tamamı Osmanlılar’ın kontrolüne geçti. Ancak, İngilizlerin Filistin, Suriye ve Balkanlar’da ilerleyişi durumu kötüleştirdi. Azerbaycan’da kurulan hükümetin işlerine karışma görüntüsü verilmese de, ipler Nuri Paşa’nın elindeydi. Sultan Vahideddîn, 6 Eylül’de Ayasofya Camiinde, Mehmed Emin Resulzâde, Safikurdski ve Kesmemmedov gibi yetkilileri kabul etti; bu Azerî yönetimini onaylamak olarak değerlendirildi.

Ancak Osmanlı ordularının, Mondros Mütarekesi kapsamında ateşkes imzalaması üzerine, Bakû’nün İngilizlere teslimi gündeme geldi. Kentin, İngilizlere teslim edilmemesi için Bolşevik hükümet girişimlerde bulunuyordu. Bolşevikler, Bakû’nün İngilizlere teslim edilmemesi için Almanlara karşı petrol kozunu kullandılar. “Bakû Rusya’nın elinde kalırsa, Almanya’nın Bakû petrolünden fazlasıyla yararlanabileceği”, Bolşevik liderlerden Kari Radek tarafından İzvestia da yayınlanan bir yazıda özellikle vurgulanıyordu.

Ancak, girişimler sonuç vermedi ve İngilizler, Bolşeviklere düşman Beyaz Ruslar’ın da desteğini alarak, 17 Kasım’da Hindistan’dan getirdikleri birlikleri Bakû’ye soktular. Ahmed Agayev (Ağaoğlu)’in de aralarında bulunduğu grup, İngilizlerin, Azerbaycan’ın bağımsızlığına son vermesinin umutsuzluğu içinde Rusya ile uzlaşma yolları aradı. İngilizlerin Kafkas siyasetinin oluşumunda, Hindistan sömürge yönetiminde bulunmuş askerî kadroların tipik bakış açısı egemendir. Bu askerlere göre Rusya en büyük düşmandı ve sınır devletleriyle kuşatılmalıydı.

Orta Doğu ve Orta Asya’dan uzak tutulacak bir Rusya, Hindistan’daki İngiliz egemenliğini de tehdit edemeyecekti. Bu durumda, Gürcistan ve Ermenistan gibi Rusya ile dinî bağlantıları bulunmayan, Şiî mensubiyeti nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu’na da belirli mesafede duran Transkafkasya’nın Müslüman halkı, İngiliz politikasının esaslı unsuruydu. Bakû’de, Rusya’da bulunan askerî güçlerinin en büyük bölümünü tutan İngilizler, petrolün aktığı Bakû-Batum hattını kontrol altına aldılar. Düşük fiyatla aldıkları petrolü, kendi ihtiyaçları için kullanan İngilizler, Sovyetler tarafından “yağmacılık” yapmakla suçlandı. İngiliz yönetimi, petrol ve gemicilik alanında kamulaştırılan firmaları da hızla özelleştirdiler. Osmanlıların çekilmesiyle doğan boşluğu, üstelik Azerî Hükümetinin memnuniyetini arkasına alarak İngiliz emperyalizmi doldurdu. Bu konuda Osmanlı devletinin sorumluluğunu şu satırlar oldukça güzel açıklıyor:

“Son İttihat ve Terakki hükümeti, Rusya’nın yüzyıllardan sonra Osmanlı devletine karşı birden bire zayıf düşmesinden yararlanarak, son Osmanlı emperyalizmi olan Turancılık tasarılarını uygulamaya çalışmış; ancak bununla Kafkaslar’da ve daha ötede karşı devrimci gruplar ve hükümetler kurarak ve besleyerek bu bölgelere Batı emperyalizminin yolunu açmıştır (27).”

Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, Sovyetlere karşı kurduğu bu hükümetler, doğmakta olan Türk devleti ve Sovyetler tarafından birlikte yıkılacaktır.

Petro-Politiğe İhtilalci Bakış Kılıçla Doğranıyor

Transkafkasya’da hareket halinde olan güçler, sadece İngilizler ve Türkler değildi. Almanlar da etkinlik peşindeydi. “Bağımsız” Gürcistan’ın, Alman İmparatorluğunun çıkarları açısından stratejik ve ekonomik önemi üzerinde duruluyordu.

1918 Ocak ayında, Transkafkasya’nın, Sovyetlerle bağlarının gevşemesini fırsat bilen Almanlar, bölge siyasetine girdiler. Alman yanlısı bir Gürcü devleti veya Gürcülerin egemenliğinde bir Transkafkasya, bu siyasetin temel unsuruydu. Gürcü Menşevikler de, bölgede Osmanlı etkisini önlemenin yolunun, Almanlar’ın planlarını desteklemekle mümkün olabileceği inanancındaydı.

Nisan’da ilan edilen Transkafkasya Federasyonu’ndan, Gürcistan’ın çekilmesinde Almanların verdiği destek belirleyici oldu ve Gürcistan Bağımsız Cumhuriyeti ilan edildi. Transkafkasya’da, Alman siyasetinin en önemli ismi General Ludendorff’a göre, bölgede Gürcü kartını iyi oynamak gerekiyordu. Bu amaçla, Alman ordusunun denetiminde bir Gürcü ordusu kurulmalı ve devletleri tanınmalıydı. Ludendorff, Gürcistan’ın “Hristiyan” bir ülke olmasının önemine de işaret ediyordu. “Hırslı” olarak tanımladığı Türklere karşı Gürcistan’ın desteklenmesinin, Almanya’nın savaş gücünü artıracağı inanancındaydı.

Ludendorff, eğer Gürcistan, Transkafkasya’da Almanya’nın ileri üssü olursa, “çok acil, ihtiyaç duyulan petrole ulaşmanın mümkün olacağı” görüşünü 9 Haziran 1918 tarihli bir “nota” ile Alman Dışişleri Bakanlığı’na bildiriyordu. Ludendorff, Bakû’nün de, Türkler’in eline geçmesinin önlenmesi ve petrolün Almanya adına güven altına alınmasını öneriyordu. Ludendorff’a göre, “Tiflis-Bakû hattının Alman kontrolünden çıkmasına izin vermemeliyiz. Orada Türkler bize yol vermek zorunda kalacak. Gene Bakû Türklere bırakılmamalı… Temel ilke Türkler’in Gürcistan ordusunun kurulmasını ve Kafkasya’dan ham madde akışını engellememeleridir. Eğer Türkler Tiflis-Bakû hattını işgal ederlerse, bu bize karşı düşmanca bir hareket olur, sonunda yerel petrol sanayiinin tahribine yol açmış olurlar.” (28)

Almanya, Bakû petrollerini ele geçirme hırsı içindeydi. Bu maksatla Bakû’de, 1918 Temmuz’unda, Osmanlı kuvvetleri çatışmaları şiddetlendirince, Almanlarla Bolşevikler oldukça yakınlaştı. Sovyetler, Bakû’nün Bolşeviklerde kalması koşuluyla, Gürcistan’da daha fazla ödün vermeye hazır olduklarını Almanlara bildirdiler. Almanlar, pazarlığı petrol üzerinden yapıyorlardı. Nitekim Lenin, Stalin’e çektiği telgrafta, Bakû Komünü önderi Shaumian’ın bilgilendirilmesinin önemini vurgulayarak, şunları belirtiyordu: “Bakû için en önemli konu, Shaumian’la sürekli ilişki içinde bulunmanız ve Shaumian’a, Almanların Berlin’deki elçimiz Joffe’ye, Türklerin Bakû saldırısını, petrolden pay almak karşılığında durduracakları önerisini yaptıklarını bildirmenizdir.”

Lenin’in bu bu telgrafı üzerine Stalin, 8 Temmuz’da, yani Lenin’in telgrafının ertesi günü, Shaumian’a gönderdiği talimat ile şunları belirtiyordu: “Almanlara Gürcistan konusunda ödün vermemiz söz konusu olabilir; fakat bu ancak son anda, Almanya’nın Ermenistan ve Azerbaycan’ın işlerine karışmayacağı sözü alındıktan sonra yapılabilir. Almanlar, Bakû’yü bize bırakmaya söz verdiler; karşılık olarak belirli miktar petrol istiyorlar. Biz elbette bu isteği karşılayabiliriz.”(29)

Merkezî hükümetin talimatlarına rağmen, Bakû Komünü, Almanlar karşısında daha uzlaşmaz bir tutumu benimsedi. Shaumian, “Ne zaferde, ne mağlubiyette, Alman yağmacılara emeğimizle ürettiğimiz petrolden bir damla vermeyeceğiz.” diyordu.

1918’de Bakû, Dünya Savaşının “tiyatrosu” olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, Almanya, İngiltere, Sovyet Rusya, petrol tekelleri bölgenin zengin petrol kaynaklarının paylaşımında, büyük bir oyunun aktörleri olarak sahnedeki yerlerini alıyorlardı.

Bakû petrolleri, “komün”ün hüküm sürdüğü dönemde, Sovyet Cumhuriyeti’nin can damarı olduğu bilinciyle işletilmeye çalışıldı. Bakû Bolşevikleri Astrahan yoluyla, petrol sevkiyatının yapılabilmesi için her türlü fedakârlığı gösteriyorlardı. Petrol Astrahan’dan, Stalin’in karargâhını kurmuş olduğu Tsaritsyn’e geçiyordu. Petrol üretimi, Şubat 1918’de 370 bin tondan, Nisan’da 290 bin tona düşmüştü. Sovyet iktidarının güçlenmesi ve merkezî Rusya’ya petrol nakliyatına öncelik verilmesi üzerine, 1918 Temmuz’unda üretim 492 bin tona yükseldi.

Ancak, Bakû petrol sanayi, halen eski sahiplerinin mülkiyetindeydi. Petrol burjuvazisi, gücünü koruyordu ve Bolşevikler, üretimin düşmemesini, nakliyatın aksamamasını sağlamak için, onlarla ilişkilerinde son derece dikkatli davranıyorlardı. Lenin, “Tehdit Eden Felaket ve Nasıl Mücadele Etmeli” adlı broşürde, petrol sanayiinin ulusallaştırılması zorunluluğundan söz edip şunları tespit ediyordu: Petrol sanayiinin ulusallaştırılması hemen mümkündür ve devrimci demokratik devlet için temeldir; özellikle bir bunalım döneminden geçilirken, ne olursa olsun halkın emeğini korumak ve petrol üretimini arttırmak zorunluluğu ortadadır. Bunda bürokratik kontrolün işe yaramayacağı ve petrol krallarının Çarlık bakanlarıyla uğraşabildikleri kadar kolay biçimde uğraştıkları anlaşılabilir…

Ciddi bir iş yapmak için bürokrasiden uzaklaşmak, devrimci bir biçimde uzaklaşmak zorunludur; demokrasiye yönelmek zorunludur; yani petrol krallarına ve stokçulara savaş ilan etmek, mülklerini kamulaştırmak ve Petrol sanayiinin ulusallaştırılmasına müdahale ettiklerinde onları hapsederek cezalandırmak, hesapları ve kârları gizledikleri, üretimi sabote ettikleri, üretimi arttırmak için gerekli önlemleri almadıkları için cezalarını vermek gerekir.”

Bolşevikler iktidarı alınca, Lenin daha ılımlı bir tutum izlemeye başladı. Sovyetlerin, petrol kapitalistleriyle çalışabilecekleri bir planlamaya gidildi. Hemen ulusallaştırmanın getireceği bunalımları önlemek için, daha tedrici bir yaklaşım benimsendi. Güvenilir personel eğitilinceye kadar, eski yöneticilerle çalışılması kararı alındı. 1917 Aralık’ında, iki bin Nobel işçisi, petrol alanlannın “ulusallaştırılması” çağrısı yaptı.

Genç SSCB’nin en önemli ekonomik birikimlerinden birini temsil eden petrol sanayiinin “ulusallaştırılması” adımını merkezî hükümet değil, Bakû Komünü attı ve bu konuda bir kararı kabul etti. Bakû “petrol kralları”, hükümet temsilcilerinin sanayii yönetim kurulunda yer almaları talebini reddettiler. Ayrıcalıklarını her alanda sürdüren “petrol krallarına karşı merkezî hükümetin bürokratik oyalamalarına kanmayan Bakû Komünü, 1 Haziran 1918’de petrolün “ulusallaştırılması”na dair kararnamesini yayınladı. “Ulusallaştırma”ya karşı “petrol kralları”, mühendisler, teknik kadrolar ve bazı işçilerden tepki geldi. Karar aceleci bulundu ve Shaumian’ın Moskova’ya bildirdiğine göre, hiç de “heyecanla karşılanmadı.” Mühendisler Birliği bir karar yayınlayarak “ulusallaştırma’ya karşı olduğunu açıkladı.

İşçiler, Bolşeviklerin şirket sahipleri gibi ücretlerini ödemeyeceklerinden kuşkulanıyorlardı. Moskova’da bulunan “Halk Ekonomisi Yüksek Konseyi”, Shaumian’a bir telgraf göndererek, “ulusallaştırma”nın ertelenmesini istedi. Merkezî hükümette, Stalin gibi “ulusallaştırma”nın hemen gerçekleşmesini savunanlarla, buna karşı çıkanlar arasında saflaşma yaşanıyordu. Shaumian, Lenin’e gönderdiği ve ince bir istihza içeren mektubunda, “Herhalde sol çocukluktan korkuyorsunuz” diyordu.

Shaumian’a göre “ulusallaştırma”, petrol sanayiini çöküşten kurtarmanın ve ihracatı sürdürmenin yegâne geçerli yoluydu. “Petrol sanayii üstünde kontrol kurmak için” merkezden gönderilenlerin cehaletini vurgulayan Shaumian, “Bakû Komününün aptal olmadığını” belirtiyordu. 5 Haziran 1918’de, Bakû petrol sanayiinin “ulusallaştırılması” kararının ardından “Komün”, Hazar Donanmasının da “ulusallaştırılması”na karar verdi.

Ancak, Moskova’da bulunan “Petrol Komitesi” Bakû’ye telgraf çekerek, “donanmanın ulusallaştırılmasının gereksiz olduğunu, Petrol Komitesi’nin genel gözetimi altında, eski sahiplerinin elinde bırakılması gerektiğini” bildirdi. Merkezden gelen çelişkili, muğlak emirlere, Shaumian önderliğinde “Komün” hemen tepkisini gösteriyordu. İktidarı ele geçirmeden önce, “Paris Komününün burjuvazi ile işbirliği yapmasının, bankerlerle uzlaşmasının, Versailles Cephesi’ne hoşgörü göstermesinin tehlikelerini vurgulayan Lenin’in tavrı, daha sonra değişti.

Fabrikaları işletmek, orduyu güçlendirmek amacıyla “devlet kapitalizmi” uygulamalarından yararlandı. Kesin bir yıkıma uğramaktansa, fabrikaların ve hammadde kaynakları mülkiyetinin eski sahiplerinin elinde kalması, ancak devlet tarafından denetlenmesi esâsı kabul edildi.

Müttefik olmalarına rağmen, Bakû petrolleri konusunda, neredeyse savaş noktasına gelen Türkler ve Almanlar, büyük kaynakları denetimlerine almak için her türlü komplo içinde olan İngiliz emperyalizmi, kargaşa dolu bir ortam yarattılar. Bolşeviklerin, Bakû’de (kısa süre de olsa) tutunmasını sağlayan bu çelişkilerdi. Lenin, Shaumian’a 14 Şubat 1918’de gönderdiği bir mektupta, “Şu an için bizi, emperyalistler arasındaki çelişkiler ve çatışmalar kurtarıyor. Bu çelişkileri kullanmayı becermek gerekir: Şimdilik diplomasiyi öğrenmeliyiz.” diyordu. Sovyetler’in doğuşunda ve yıkılışında petro-politik dinamiklere dayalı diplomasinin önemli bir formülasyonudur bu satırlar.

Bakû’de bulunan İngiliz Konsolosu Mc Doneli, Ermeniler’le oldukça iyi ilişkilere sahipti; ayrıca Merkez Denizcilik Okulu’nda örgütlenen anti-bolşevik hücrelere mâlî destek sağlıyordu. Ancak, İngiliz Askerî İstihbaratı, Bolşeviklere karşı güçleri örgütleme programını bizzat yürütmeye başladı. General Malleson’un kadrosundan istihbaratçı Yüzbaşı Teague Jones, Bakû’ye gönderildi. Jones’in görevi, Bolşevik karşıtı hareketlerin örgütlenmesiydi.

İngiltere, güneydeki Bolşevik karşıtı hareketten çok şey bekliyor, Çarcıları, Es-Er’leri (sosyalist devrimciler), Taşnakları destekliyordu. Bolşevik karşıtı bir “darbe” düzenlemek amacıyla Bakû’de bulunan Jones, Hazar Donanması’nda görevli askerlerle de iyi ilişkiler içindeydi. İngiliz Konsolosu Mc Doneli da, bu komplo düzeneğinin yöneticileri arasındaydı. İki milyon rublelik bir fonu kullanan Mc Doneli, eski subayları, Rus papazları, anti-bolşevik adetleri, karşı devrimci aygıta dahil etmek için çalışıyordu.

Tüccar Kardeşler ve Komünist Petrolü

Royal Dutch-Shell, devrimden önce, Rothschild’lerin, Rusya’daki petrol yataklarını satın almıştı. Bolşevik İhtilâli’nden sonra da birçok grup, petrol yataklarını ucuza kapatma peşine düştü. Bu arada Gülbenkyan da, bir yandan petrol kaynaklarını “kelepir” fiyata kapatmaya çalışırken, öte yandan Rus sanat eserlerini topluyordu. Ülkeden kaçan ve petrol “krallıkları”nı satmaya karar veren Nobel’ler, Deterding ile görüşüyorlardı. Royal Dutch-Shell’in patronu Deterding, Bolşeviklerin kalıcı olmayacağı inancındaydı.

Gülbenkyan’a 1920’de yazdığı bir mektupta, “Bolşevikler yaklaşık altı ay içinde, değil Kafkasya’dan Rusya’nın her yanından atılmış olacaktır.” diyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığından, Nobel hisselerini alması durumunda siyasî destek için güvence isteyen Deterding’in bu isteği kabul edilmedi. Nobel’ler, bunun üzerine Standard Oil of New Jersey ile görüşmelere başladılar. Standard yöneticileri, evrensel bir petrol düzeni yaratabilmek bakımından, Rus petrolünün denetimleri altında bulunması gerekliliğini kavramışlardı. Savaş yıllarında gerileyen Rus petrol üretimi, teknolojik yenilik ve yatırımlarla yine artış gösterecek, Avrupa pazarlarına akacaktı.

Bu tespitten yola çıkan Standard, Rus petrolleri üzerinde nüfuzunu kurmak istiyordu. Bakû petrolünün “ulusallaştırılması” kararına rağmen, Nobel-Standard görüşmeleri devam etti ve Standard, Nobel’in Rusya’daki petrol tesislerinin yarısı üzerinde kontrol hakkını satın aldı. Standard, bu anlaşma sonucunda, Rus rafineri sisteminin yüzde 40’ı ile pazarın yüzde 60’ını kontrolüne alıyordu. Standard-Nobel görüşmelerinin sonuçlandığı sırada, Bolşevikleri temsilen Krasin, Londra’ya gitti. “Sovyet Dış Ticaret Komiseri” Krasin, kapitalist kökenliydi. Savaş öncesi, Bakû Elektrik Şirketi Müdürlüğü görevinde bulunmuştu. Alman Siemens firmasının Rusya temsilciliğinde de bulunan Krasin, savaş sırasında, Rus ekonomisinin önde gelen teknokratları arasındaydı.

Bolşevikler arasında, kapitalist ilişkilerden gelen neredeyse tek isim, Krasin’di. İşte bu nitelikleri ile Dış Ticaret Komiseri Krasin, 31 Mayıs 1920 günü, İngiltere Başbakanı Lloyd George ile Londra’da masaya oturdu. Sovyetler Birliği’nin temsilcisini, dönemin en büyük emperyalist gücünün başındaki isimle buluşturan konu, ağırlıklı olarak petroldü. Sovyetlerin durumu, tam bir ekonomik felâket görüntüsü çiziyordu. Yetersiz üretim, kıtlık, çığ gibi büyüyen enflasyon, endüstriyel çöküş, birbirini besleyerek ülkeyi mahvediyordu. Bu koşullarda Lenin, NEP adı verilen “Yeni Ekonomik Politika’yı ilan etti.

1921’de yürürlüğe konulan NEP ile özel işletmelere bazı imkânlar tanınıyor, yabancı şirketlere imtiyazlar verilebiliyordu. Dışarıdan teçhizat ve teknik yardım alınabilmesi, ekonomik dinamizmin canlılık kazanabilmesi için uygulanan bu politika ile, en güçlü emperyalist şirketlere “imtiyazlar” verilmesi gündeme geliyordu. Petrol bir kez daha tıpkı Çarlık Rusya’sında olduğu gibi “sıvı altın”a dönüşmüş ve en geçerli ihraç maddesi haline gelmişti.

Lenin’in NEP politikasına karşı çıkanlar arasında, Bakû’de petro-politik düzenek, kural ve komploları iyi gözlemlemiş Stalin de vardı. Stalin’e göre, Sovyetler Birliğine gelecek yabancı işadamları, “burjuva dünyasının en iyi casuslarıydı” ve ilişkilerin geliştirilmesi, ülkenin zayıflıklarını iyice gözler önüne serecekti. Ancak Stalin gibi düşünenler dinlenilmedi ve Krasin, Anglo-Sovyet Anlaşması’nı imzaladı. Standard’ın Rusya’ya girişi, ABD’nin güvencesini sağlar görüşünden yola çıkan Deterding, Rothshildler’e ait tesisleri elde etmiş olmanın sevinci içindeydi ve Nobel’lerin Standard ile anlaşmasından memnundu. 0 nedenle Krasin’in görüşmeleri, bu memnuniyete gölge düşürdü. Deterding, “sahibi” olduğu tesislerin Bolşevikler tarafından satılmasına göz yummaya niyetli değildi. Kendisiyle aynı kaygıları taşıyanlar, Bolşevik iktidarlarına karşı “birleşik cephe” oluşturdular.

Royal Dutch-Shell, Standard ve Nobel’ler, 1922’de SSCB’ye karşı bir blok kurdular. Amaçları Rusya’da bulunan tesis ve ticari faaliyetlerini, Bolşevik “tehdit”lerine karşı korumak olarak vurgulanıyordu. Sovyetler’e karşı bu bloka, daha sonra on iki şirket daha katıldı. Her şirket, Sovyet Rusya’ya karşı teker teker değil, beraberce savaş sözü ile ortak “cephe’ye katılıyordu. Bu şirketler, “ulusallaştırılmış” tesislerden ayrı ayrı tazminat talep etmeyecekleri ve Ruslarla tek başlarına ilişki kurmayacakları kararını aldılar. “Tüccar kardeşler” adı verilen bu topluluk, Krasin’in çelişkilerden yararlanma siyasetine uzun süre dayanamadı ve çözüldü.

1920-23 yılları arasında büyük güç kaybeden Sovyet Rusya petrol endüstrisi, daha sonra hızla toparlandı. Fiyatı son derece ucuz olan Sovyet petrolünü almamak için Standard çok direndi. Ancak diğer ABD şirketleri, Sovyetler’den aldıkları ucuz petrole dayanarak, Standard ile rekabete girişince durum değişti. Standard Oil of New Jersey ile Shell, Sovyetler’den petrol alımı için ortak bir düzenleme yapma kararına vardılar. Ancak bu düzenleme yürümedi.

Standard Oil’den türeyen şirketlerden, Vacuum ile New York Standard, Sovyetler’den ucuz petrol almak için anlaşmaya vardılar. Royal Dutch-Shell’in patronu Deterding ise savaşı sürdürme kararındaydı. Bolşeviklerin, “bütün uygarlığı mahvetmek” amacı taşıdığını savunan Deterding, John D. Rockefeller’e çektiği telgrafta, “insanlık adına” “Sovyetler’in para kazanmasına yardımcı olmamaları” için Standard’dan türeyen şirketlerin, bu ülkeden petrol almamalarını talep etti.

Beyaz Rus göçmen Lydia Pavlova ile evlenen Deterding, anti-komünist cephenin en kararlı isimlerinden biri oldu. Deterding’in girişimleri sonuç vermedi ve Socony Vacuum ile Standard’ın New York kolu, Asya pazarlarına satmak üzere büyük miktarlarda Rus gazyağı aldılar. Standard of New York’un, Sovyetler’den, Hindistan’daki pazarlarına aktarmak amacıyla ucuz petrol alması üzerine Deterding, hem fiyat savaşı, hem de büyük bir basın kampanyası başlatı. Deterding’in “komünist” petrolüne karşı kampanyası üzerine, Standard Oil of New Jersey, New York Standard’ı açıkça eleştirmeye başladı.

Ancak Deterding’in anti-komünist hezeyanlarla örtmeye çalıştığı rekabet savaşında, Socony Vacuum ve Standard of New York, kolayca pes etmediler. Aslında Vacuum, ihracat sistemi ile Royal Dutch-Shell’in bu konudaki sistemi rekabet halindeydi. Vacuum, ihracat sistemini ucuz Rus petrolüne dayandırmıyordu. Deterding’in asıl amacı, Vacuum’u bu petrolden yoksun bırakarak ucuz Rus petrolü üzerinde, Royal Dutch-Shell’in tekelini kurmaktı. Deterding’in, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için yaptığı plânlar ve komplo düzenekleri, “Yeşil kuşak İslâm” projesi dâhil olmak üzere birçok politikanın öncelidir.

Öyle ki, 1928 yılında, “Müslüman milletlerin anti-bolşevik birliği temelinde örgütlenmeleri için İngiliz Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulundu. Türkiye, İran, Afganistan ve Kafkasya’daki Müslümanları kapsayacak, Sovyetler’e karşı bir birlik oluşturulması için plânlar yaptı. “Sir Henri’nin projesi plân aşamasından öteye geçemedi; fakat Müslüman olmayanlar tarafından politik Panislâm’ın desteklenmesi yönünden ilginç bir örnek olarak kaldı (30).” 

Fiyat savaşından ambargoya, emperyalist devletlerin askerî müdahalelerinden istihbarat operasyonlarına, basın kampanyalarından Panislâmizm politikalarına kadar geniş bir araç birikimine dayanan petrol oyununda, “bağımsız” dinamik bulabilmek zordur. En kapalı ideoloji, örgüt ve kurumlar bile büyük baskıların zorlu etkisiyle, petro-politik oyunun çok uluslu tekeller tarafından belirlenen kurallarına uymaktadırlar. Emperyalizmin, petrol düzenini tehdit edecek tüm çıkışlar ister Bolşevik, milliyetçi, ister İslamcı olsunlar, kontrol edilmesi ve önünde “set” oluşturulması gerekli “sürü” davranışı tarzında değerlendirilmektedir.

Sürekli Tampon Rolüne Soyunan Yeteneksiz Oyuncu

Almanya’dan sonra, çıkarlarını Türkiye’de en çok geliştiren güç ABD’ydi. Irak, Suudî Arabistan, Bahreyn’de bulunan zengin petrol yataklarında söz sahibi olan Amerikan petrol tekellerinin güvenliği açısından Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. 1927-1933 yılları arasında Türkiye’de önemli imtiyazlar elde eden Amerikan petrol tekellerinin ve Dışişleri Bakanlığı’nın politikalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Ekonomik yayılmanın yanı sıra “American way of life”ın propagandası etkili oluyordu. Türkiye’nin koşulları, ABD tekellerinin dış ticarette ağırlık koymasını getirdi. Tütün, yün, krom, zımpara taşı, incir, kuru üzüm gibi Türk ürünlerine karşılık; tarım makinaları, taşıt araçları ve sanayi donanımları satan Amerika, 1937’den itibaren geniş ölçüde savaş malzemesi satmaya başlıyordu.

ABD, 1936’dan itibaren Türkiye’nin tüm ithalatında, 1935’ten bu yana da tüm ihracatında Almanya’dan sonra ikinci sırayı aldı. 1936 yılında ABD’nin payı Türkiye’nin ithalatında yüzde 9,7 iken, 1937’de yüzde 15,1’e yükseliyordu. 1 Nisan 1939’da Türkiye ile ABD arasında imzalanan ticaret anlaşmasının amacı, Türkiye pazarını ve hammadde kaynaklarını Almanya’ya kaptırmamak, Orta Doğu’daki çıkarların geleceği açısından da siyasî egemenlik kurmaya çalışmaktı (31).

Ancak tüm bu çabalara rağmen Washington, siyasal bakımdan İngiltere’nin önderliğini kabulleniyordu. İngiliz-Fransız bloku, Almanya karşısında Türkiye’yi kaybetmeyi istemiyordu. İngiliz Hükümeti, İngiltere’nin Yakın Doğu’daki emperyalist çıkarlarını korumak üzere Türkiye’yi bir “siper” olarak değerlendiriyordu.

2 Mayıs 1938’de, Türkiye’ye, İngiltere’den ithalatını desteklemek üzere 10 milyon sterlin ve İngiltere’den savaş malzemesi alınması için 6 milyon sterlin tutarında kredi açıldı. İngiltere ayrıca, İskenderun sancağı konusundaki anlaşmazlıkta da, Fransa’nın ödün vermesinin, Türkiye’nin İngiliz-Fransız blokuna yanaşmasında etkili olacağı inancındaydı. İngiliz emperyalizmi, donanma üssü ve Kuzey Irak için önemli bir ikmal yeri olmaya elverişli bulunan İskenderun limanının belki de bir ulusal Arap kurtuluş hareketinin egemen olacağı Suriye’nin elinde olmasındansa, Türkiye’de kalmasını çıkarlarına daha uygun sayıyordu. Fransa, İngiltere’nin yoğun baskısı sonucu, sancağın bağımsız bir Hatay devleti haline getirilmesi, Türk ve Fransız birliklerinin işgali altında kalması ve bir dostluk antlaşması imzalanması konusunda 3-4 Temmuz 1938’de Türkiye ile anlaştı.

Nazi Almanya’sı ile ilişkilerini geliştiren, ABD ile ticarî açıdan bağlarını pekiştiren Türkiye, Sovyetlerle mesafesini açarken; halen dünyanın en önemli emperyalist gücü konumunda bulunan İngiltere ile de oldukça yakınlaşıyordu: “1934- 1936 yıllarında temeli atılan Türk-İngiliz işbirliği, 1936’dan itibaren daha yakın ekonomik, siyasal, kültürel ve askerî ilişkiler kurulmasına neden olmuştur. 1936 yılından sonra İngiltere’ye askerî amaçla siparişler verilmeye başlandı.

İngiltere’ye Boğazlar bölgesinde deniz tahkimatı kurma; Türk askerî üslerinden yararlanma; İzmir, İstanbul ve Trabzon limanlarını modernleştirme; Türk topraklarında savaş gemileri ve hava alanları kurma izni verildi… Diğer yandan Sovyetler ile Batıklar arasındaki güvensiz ortam sürdüğünden, Türk dış politikasında, Batı ile yakınlaşma ölçüsünde Sovyetler ile olan ilişkilerde bir soğuma olduğunu saptamak gerekmektedir…

Genel olarak bakıldığında, 1930’lu yılların sonuna doğru, Avrupa devletlerinin gruplaştığı bir savaş öncesi ortamında, Türkiye gittikçe artan bir tempoda Batılı devletlere yaklaşmakta; Batı ile ilişkilerin yakınlaşması oranında Türk-Sovyet ilişkileri gölgelenmektedir (32).”

Türkiye pazarı üzerinde Almanya-İngiltere arasındaki mücadele, 1936-1938 yılları arasında iyice kızıştı; dış ticarette olağanüstü Alman etkisine rağmen İngiltere-ABD 1937-1938’de karşı atağa geçtiler.

Savaşın başlaması ile birlikte müttefik komutanları, “garip savaş” stratejisi ile Türkiye’yi Sovyetlere yönelik düşmanca bir harekâta yönlendirme kararı aldılar. Fransız Ordusu Başkomutanı General Weygand, Türk Genelkurmayı ile sıkı bir ilişki içindeydi. Müttefik subayları Türkiye’de bulunan üs ve havaalanlarını gezdiler. Özellikle Fransa, “Kafkasya bölgesine karşı Sovyet aleyhtarı bir mücadele konusu üzerinde 1939 yılının son aylarından beridir duruyordu.

Başbakan Daladier, 11 Ocak 1940’da ‘Rus petrol bölgelerinin yok edilmesi için yapılacak bir mücadele için muhtıra hazırlanması’ buyruğunu verdi. Gamelin’in tahminlerine göre, Sovyet petrol üretiminin yüzde 75’ini sağlayan Bakû petrollerinin tahribi ile Fransız ve İngiliz emperyalistleri bir taşla iki kuş vurmak istiyordu: Birincisi, Sovyetler Birliğini ‘tam bir çöküşe doğru götürmek’, sonra da bir abluka ile doğuyu kapatarak Alman rakiplerini dize getirmek…

Kuzey Suriye’de hazırlanmış havaalanlarından Bakû’ye ulaşması düşünülen müttefik bombardıman uçakları, Türk toprakları üzerinden uçacaktı. Akdeniz Hava Kuvvetleri’nin Fransız ve İngiliz komutanları Mitchell ile Jauneaud, Mart 1940’ta ara iniş meydanlarını gezdiler. Ankara’da siyasal ortamı hazırlayan Massigli (Fransa Büyükelçisi) az nüfuslu doğu bölgeleri üzerinde uçuşa Türk Hükümeti’nin göz yumacağı haberini Başbakan Saraçoğlu’ndan dolaylı olarak aldı…

12 Mart’ta, Weygand’a da, Mareşal Fevzi Çakmak’la temasa geçme yetkisi verildi. Çünkü Kafkasya’da kara harekâtı Türklerin komutası altında yapılacaktı. Türk ordusu beklenen Sovyet saldırılarına karşı koyacak ve 1940 Şubat’ında ortaklık payları Paris borsasında yükselmeye başlayan, çıkarlarını korumak üzere hemen bir dernek kuran petrol hissedarlarına Bakû’nün yolunu yeniden açacaktı. Müttefiklerin gücüne karşı duyulan şüpheler, önde gelen Türk politikacıları Sovyetler Birliği ile açık bir çatışmaya girmekten alıkoydu… Türk Hükümeti gene de temelde Sovyet aleyhtarı bir tavır takmıyordu ve Sovyetler Birliği içinde ulusal karşıtlıkları körüklemek gibi dolaylı yolları yararlı görüyordu. (33)”

Bu arada, Hükümet tarafından desteklenen Turancı gruplar da (önderleri arasında Enver Paşanın kardeşi Nuri Paşa da vardı.) Bakû ve İran Azerbaycan’ında bulunan petrol yataklarını da içerecek bir strateji ile ortaya çıktılar. Alman askerî istihbaratı sadece bu gruplarla değil; Müsavat Partisinin kalıntıları, Taşnaklar, Gürcü örgütlerle de bağlantılıydı. (Nazi şemsiyesi altında buluşan Taşnaklar’ın yolu “Bozkurt” liderlerle tarihsel yakınlıktan olsa gerek, hep kesişti!)

Niyazi Berkes Hocanın döneme ilişkin yazdıkları ise önemli bilgiler sunuyor: “Nazi belgelerinin arasında bizi en çok şaşırtacak olanı, Mareşal Fevzi Çakmak ile ilgili olarak Von Papen’in Ankara’dan gönderdiği 13 Mayıs 1942 tarihli bir rapordur. Buna göre, General Mürsel Bakû, (Mürsel Paşa 1918’de Bakû’ye giren birliğin komutanı olduğundan Bakû soyadını almıştı. 1943’te Millî Şef onu Kocaeli Milletvekili seçtirmiş; orada Millî Müdafaa Komisyonu üyesi bulunuyordu.) Mareşal adına Von Papen’i ziyarete gelmiş; Mareşal ile olan bir görüşmesini iletmek için. Papen, görüşmenin konusunu, “Kafkaslar’a karşı Türk ilgisi” sözü ile özetler. Mürsel Paşanın dediğine göre, Mareşal, Almanlara yararlı olacak bütün sivillerin hemen Türkiye’den Almanya’ya gitmelerine izin verileceğine söz vermiş. Türk ordusunda oraları iyi bilen çok sayıda Kafkas ve Azerî kökenli subay olduğundan, başlayacak olan harekât halinde bunlara “isteğimiz üzerine” bulundukları birliklerden ayrılarak gitmelerine izin verileceğini, parlamentonun Millî Müdafaa Komisyonu olan kişiyi memur etmiş. (Mürsel Bakû, hazır gelmişken, Von Papen dostumuza Ruslar’ın yeni petrol kuyuları hakkında Türk Genelkurmay Başkanlığı’na en son bilgileri de sunmuş!) (34)”

Bu arada, Bolşeviklere karşı kurulan Promete Birliği adlı örgüt de anılmaya değer. “Birlik”, 1928 yılında Varşova’da aynı adı taşıyan bir Kafkas Mason locası Paris’e yerleştikten sonra kuruldu. “Promethee”de birleşen örgüt ve grup şunlardır: Azerî “Musâvât Partisi”, Kırım Tatarlarının “Millî Fırka”sı, Türkistanlıların “Millî Türkistan Birliği”. Promethee’de, Mehmed Emin Resulzâde, Ca’fer Seydahmet, Said Şâmil, Mustafa Çokayoğlu, Volga Tatarlarından İshakî gibi tanınmış isimler bulunuyordu. Bu gruplar ve Promethee, faşist fikirlerin kontrolüne girdiler.

Bu arada Ermeni örgütü “Daşnaksutyun”‘dan doğan, “Tseghagron” (ırk dini) hareketi de Nazizm’in çizgisini izliyordu. Naziler, doğrudan S.S. Merkez Dairesine bağlı bir “Doğu Türk Silahlı Gücü” oluşturdular. “Doğu Türk Silahlı Gücü, Sovyetler Birliği’ni içten bölmek gayesiyle bütün Türk asıllı anti-bolşevik güçlerin siyasî ve askerî bakımdan toplanması için Pantürkizm’e dayanıyordu. Bu yüzden de Türkistanlılar, Azerbaycanlılar, Kırım ve İdil (Volga) Tatarlarının olmak üzere dört alaydan müteşekkildi (35).”

Ayrıca 1944 yılında Himmler’in emriyle, “Kafkas Silahlı Gücü” kuruluyor; Kuzey Kafkasyalılar, Ermeniler, Azerîler, Gürcülerden dört alay teşkil ediliyordu. Stalingrad’da Almanların yenilgisi sonrası Türkiye’de rüzgâr değişmeye başladı. 1944’te göstermelik ırkçı-Turancı davaları açıldı. İngiltere’nin koruyucu kanatlarından çıkma “riski” Sovyetlere düşmanlık körüklenerek önlenmeye çalışıldı. Tıpkı 1. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, Almanlarla ilişkiler soğutulurken, Sovyetlere karşı “tampon” politikası İngiliz-Amerikan emperyalizminin önüne sürülüyordu.

İngiltere Büyükelçisi Hugussen, 20 Nisan 1944’te durumu şöyle değerlendiriyordu: “O (Numan Menemencioğlu-Dışişleri Bakanı), savaşın bitiminde eski kıskançlıkların yeniden doğacağını ve özellikle İngiltere ile Sovyetlerin birbirlerine düşeceğini varsayıyor. Son yüzyılın büyük bir kısmında Rusya, İngiltere’nin düşmanıydı ve şimdi yeniden canlanan Rus ulusçuluğu ve hatta Rus emperyalizmi karşısında İngiliz-Sovyet dostluğunun kalıcı olamayacağı kanısında. Bu nedenle, Rusya’nın karşısında Türkiye’nin bizim için vazgeçilmez bir piyon olacağına güveniyor ve bu nedenle Türk-İngiliz ilişkilerinin geleceği konusunda endişeli değil (36).”

Savaşın sona ermesi ile birlikte, “İngiltere ve ABD’ye Orta Doğu ve Akdeniz’de Sovyet varlığının tehlikeli olacağının sürekli olarak hatırlatılması yoluna gidildi.” Örneğin, Tasvir gazetesi, Kafkaslar’da bir Sovyet gücü odaklanmasının İngiltere’nin yaşamsal çıkarlarına ters düşeceğini dile getiriyor ve bu ülkeyi geleneksel “Hint Yolu’nu koruma siyasetine davet ediyordu: “…Tarih boyunca İngiliz İmparatorluğunun Hint yolu üzerinde, petrolün ehemmiyet kazandığı zamandan beri de Irak ve Arap Yarımadası civarında, herhangi bir muvazene değişikliği teşebbüsünü ne kadar titizlikle karşıladıklarını göz önünde bulundurursak, bu sefer de çetin bir ihtilaf mevzuu ile karşı karşıya olduğumuz kolayca anlaşılır (37).”

Oysa Sovyetlerin kayıpları dehşet verici boyutlardaydı. Nazi sürülerini durdurmak için, 7,5 milyon Sovyet askerinin yanı sıra 6-8 milyon sivil ölmüştü. Bunun yanı sıra açlık, zorla çalıştırma, hastalıklar sonucunda 1941-1945 yılları arasında ölenler dâhil edildiğinde, bu sayı 20-25 milyona çıkıyordu.

Sovyetlerin, Avrupa Rusya’sında bulunan topraklarında, Alman işgali neticesinde, 11,6 milyon attan 7 milyonu öldürülmüş ya da alınıp götürülmüştü; aynı şey 23 milyon domuzdan 20 milyonunun da başına geldi. 137.000 traktör, 49.000 biçerdöver, çok sayıda ağıl ve çiftlik binası tahrip edildi. Ulaşım, işgal bölgesindeki 65.000 kilometrelik demiryolunun tahribi; 15.800 lokomotifin, 428.000 yük vagonunun, 4.280 nehir gemisinin ve tüm demiryolu köprülerinin yarısının kaybı ya da zarar görmesiyle çöktü. Pek çok kent yıkıntı halindeydi. Binlerce köy yerle bir edilmişti. İnsanlar yerdeki deliklerde yaşıyordu. Kızıl Ordu bu koşullarda Stalin’in emriyle 1945’ten sonra üçte iki oranında küçültüldü (38).

Ancak tüm olumsuzluklar ve kayıplara rağmen, özellikle ağır sanayii açısından adeta “küçük bir ekonomik mucize” yaşandı ve verim 1945-1950 yılları arasında ikiye katlandı.

Sovyetler’de bunlar yaşanırken, Türkiye egemenlik sisteminin temsilcileri yeni “tampon” roller, krediler, ittifaklar peşindeydi.

Almanya’nın savaşın ilk yıllarında kazandığı zaferler İngiliz sömürgeciliğine düşman olan Arap milliyetçilerini harekete geçirdi. Irak’ta “Altın Dörtgen” adı verilen subay grubu, Kuveyt’te “eş-Şebîbe” örgütünde toplanan ihtilâlciler, Mısır’da genç subaylardan oluşan hareket, Kudüs Müftüsünün anti-siyonist çıkışıyla birlikte bölgede İngiliz emperyalizmi açısından tehdit oluşturuyordu.

Bu hareketleri kullanmak için Naziler, Dr. Grobba’yı görevlendirdiler. Grobba, faaliyetlerini Türkiye’den yürütüyordu. Ayrıca, Berlin Radyosu Arapça yayınlarla İngiliz düşmanı propaganda yapıyordu. Orta Doğu’da karışıklık çıkması durumunda en çok zarar görecek olanlar Batılı petrol şirketleriydi. Kudüs Müftüsünün deyişiyle, bütün Arabistan’ın canlı güçlerini öldüresiye emen “kanlı vampirler”di bunlar. Müftü, İngilizlere akan petrol nehrinin durmasını, Arapların kendi zenginliklerine sahip çıkmasını istiyordu. Neden Arap petrolü Araplarla ilgisi bulunmayan bir savaşta kullanılsındı ve neden yakında beş kuruş değeri kalmayacak bir para ödensindi kendilerine?

İngilizlerin Arap milliyetçiliği ile ilk çatışmaları Kuveyt’te oldu. Kuveytli savaşçılar, 1940 Ekim’inde küçük bir İtalyan bombardıman uçağı filosunun, Akdeniz, Kızıldeniz ve Rubü’l-Hâlî Çölü üzerinden geçip Bahreyn petrol tesislerini bombalamasını fırsat bilerek (Bombardıman sonrası İtalyan filosu aynı yoldan Eritre’deki üslerine döndü.) ayaklandılar. Burgan’daki petrol kuyularına bayrak çekip başkentte bulunan Kuveyt Oil Company binasını işgal ettiler. İsyancılar, Alman ordusundan gelecek desteği beklerken Şeyh Ahmed, isyancılara bir ültimatom verdi ve bunun üzerine söz konusu grup Irak’ın Basra şehrine sığındılar.

İngiltere açısından en tehlikeli gelişme, 1941 yılında Irak’ta patlak veren olaylar sırasında yaşandı. “Altın Dörtgen” adlı İngiliz düşmanı, radikal milliyetçi subay grubu, askerî bir darbe ile İngiliz işbirlikçisi Başbakan Nûrî Saîd’i devirdi. Yerine Râşid Ali el-Geylânî’yi getirdi. Almanlar bu grubu ve darbeyi destekliyordu; ayrıca Dr. Grobba harekât plânı konusunda Râşid Ali’ye yardımcı olmuştu (39).

Iraklı lider, başa geçer geçmez Irak Petroleum Company’den Irak ordusu için 4,5 milyon litre benzin istedi. Benzin IPC tarafından verildi. Bu arada Türkiye ile kurulan telefon bağlantıları sayesinde Dr. Grobba ile doğrudan iletişim imkânı sağlayan Râşid Ali, Suriye ile de bağlantı kurdu. Hanekin’de bulunan IPC rafineri tesislerine Iraklı askerler el koydu. Bunun üzerine İngiltere, Hint Tugayı’nı Basra’ya getirdi. Ancak Girit’te ağır kayıplar veren Almanlar, Irak ordusuna beklenen yardımı göndermediler. 14 Mayıs 1941 günü Bağdad’a gelen Dr. Grobba, ülkenin denetiminin Râşid Ali’de olmadığını görünce Türkiye’ye geri döndü. Bir süre sonra Râşid Ali yönetimi devrildi. IPC ise kısa süren bir onarımdan sonra faaliyetlerine tekrar başladı. Eylül 1941’de milliyetçi Arap liderlerinin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Bu sırada Râşid Ali, Türkiye üzerinden Berlin’e uğurlandı.

İran Şahı Rıza, kuzeydeki Sovyet siyasal baskısı ile güneydeki İngiliz ekonomik kuşatmasını dengelemek için, II. Dünya Savaşı’ndan çok önce Alman uzmanlara çağrıda bulundu. 1941 yılına gelindiğinde 3.200 Alman “uzman” İran’daydı. Almanya’nın Sovyetlere saldırısı, bir Nazi zaferinden emin olan Şah’ı daha kararlı davranmaya yöneltti. Râşid Ali ve Iraklı isyancılara İran’a sığınma imkânı tanıyıp onları bizzat karşıladı. İngiltere ve Sovyetlerin protestolarını reddeden Şah’a karşı bu iki ülke tedbir almakta gecikmediler.

1941 Ağustos’unda İngiliz Dışişleri yetkilileri ile Sovyet temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda, İngiliz ve Sovyet birlikleri İran’ı işgal ettiler. Rıza Şah tahttan indirildi. Yerine oğlu Rıza Pehlevî geçirildi. Şah Rıza, sürgüne gönderildiği Güney Afrika’da 26 Temmuz 1944’te öldü.

Orta Doğu’nun bir başka önemli petrol merkezi Suûdî Arabistan’da da sorunlar vardı. 18 Ocak 1941 günü, Kral adına CASOC’a bir mektup yazan Abdullah Süleyman, Suûdî Arabistan’ın karanlık malî durumunu açıkça ortaya koydu ve daha sonra petrol gelirlerinden ödenmek üzere 6 milyon dolar istedi. Bunun üzerine CASOC (daha sonra ARAMCO adını aldı) Suûdî Arabistan’daki yatırımları için bu miktarda parayı ayılmayacaklarını bildirdi. Şirket, büyük bir ustalıkla, Suûdî Arabistan yükünden kurtulmaya ve bu yükü Amerikan Hükümeti’ne aktarmaya koyuldu. ABD Dışişleri Bakanlığının baskısı ile sonuçta İngilizler, İbn-i Suûd’un malî durumunu düzeltme sorununu üstlendiler.

İngiliz Hükümeti, Krala, 1940 yılında 403.00Ûdolar borç verirken; bu rakam 1941’de 5.285.000 dolar; 1942 yılında 12.090.000 dolar ve 1943 yılında 16.618.280 dolara yükseldi. CASOC (daha sonra ARAMCO) ve ABD Hükümeti’nin boşluğunu İngilizler doldurdu. Bu sırada Kahire’de İngiliz istihbaratı sorumlusu Tuğgeneral Archibal Chisholm’du. Anglo-Iranian’m eski yönetim kurulu üyesi olan Chisholm’un yetki alanına Suûdî Arabistan da giriyordu. İngilizlerin etkisinin arttığını farkeden CASOC, bu kez de söz konusu durumu değiştirmek için Amerikan Hükümeti’ni yardıma çağırıyordu. CASOC’un başlıca hissedarlarından olan Texaco’nun yetkilisi Rodgers, “Kral İbn-i Suûd’un bu paraya çok ihtiyaç duymasını anlıyorduk; ama İngiliz Hükümeti’nin Kral’a gösterdiği büyük yakınlık da hiç hoşumuza gitmiyordu.” diye açıklıyordu (40).

Bunun üzerine Harold Ickes, Başkan Roosevelt’e, 16 Şubat 1943 tarihli görüşmede Suûdî Arabistan’ın “büyük olasılıkla dünyadaki en büyük ve en zengin petrol kaynağı” olduğunu bildiriyor ve İngilizlerin “dolaylı yollardan” bu ülkeye “yaklaşmak” istediklerini vurguluyordu. Aslında bu görüşme öncesinde SOCAL, Texaco ve CASOC şirketlerinin başkanları, Washington’da Dışişleri Bakanlığı’yla temasa geçiyor ve Hükümet’ten, İngilizleri “kıstırmak”, “savaştan sonra bu bölgede salt Amerikan işletmeleri olmasını garantilemek için” malî yardım istiyorlardı.

Petrol tekellerinin manevraları işe yaradı. Ickes’ın da çabaları ile İngilizlerin Suûdî Arabistan’daki Amerikan petrol haklarını ele geçirmeye hazırlandıklarına ve tedbir alınması gerekliliğine ikna olan Başkan Roosevelt harekete geçti. ABD’nin Kral İbn-i Suûd’a Kiralama Yasası gereğince yardım etmesine karar verildi. Ordu-Donanma Petrol Kurulu da bu politikayı destekliyordu. Bu bağlamda 1943 Haziran’ında Beyaz Saray’da Savaş Bakanı Henry Stimson, Donanma Bakanı Frank Knox, Savaş Seferberliği Ofisi Yöneticisi James Brynes ile Harold Ickes’ın katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıda petrol durumunun endişe verici olduğu ve hükümetin “son derece önemli Suûdî Arabistan topraklarına ilgili göstermesinin” şart olduğu konusunda fikir birliğine varıldı.

Bu arada ABD Hükümeti, tıpkı APOC modelinde olduğu gibi, Texaco ve SOCALîn Suûdî petrolünü işletmek amacıyla kurduğu şirketten hisse satın almayı istediyse de, başta Socony-Vacuum (Mobil) ve Standard Oil of New Jersey olmak üzere şiddetli tepkilerle karşılaştı. “Öfkeye kapılan petrolcüler, Washington’u kararından caydırmak için bütün ağırlıklarıyla yüklenmişler, dünya savaşının son döneminin hazırlıkları konusunda orduyu yakıt yönünden desteklemeye devam etmek için hükümetin kendilerine en fazla ihtiyaç duyduğu bir anda yapmışlardı bunu… Ickes, hükümetin karanlık 1943 ve 1944 yılları boyunca kendilerine yaptığı yardım karşılığında Suûdî Arabistan’daki petrolcülerin, minnetlerini belirtmek için hiç değilse şirketlerinde makul bir pay sahibi olmasını kabul etmelerini beklemişti. İçişleri Bakanı acı bir hayal kırıklığına uğrayacaktı: ‘Rommel Kuzey Afrika’dan kovulunca işletmelerinde kendilerini yine güvenlik içinde hissettiler ve bize nanik yapmakta da sakınca görmediler.’ diyordu (41).”

Amerikalı petrolcülerin II. Dünya Savaşı sırasında da Suûdî Arabistan’a ilgileri sürüyordu. Bu amaçla ABD petrol endüstrisinin en önemli isimlerinden jeolog De Golyer de bölgeye gönderildi. Sismografi ve jeofizik biliminin petrol endüstrisinde kullanımı konusunda çığır açan De Golyer, 1930’ların sonunda, dünyanın en önde gelen petrol mühendisliği firmasını kuruyordu.

Daha 1940 yılında Teksas’ta bir petrolcüler grubuna yaptığı konuşmada, Orta Doğu petrollerini gündeme getiriyor ve “Bugüne kadar petrolcülük tarihinde, bu kadar geniş bir alanda, böyle birinci derece önem taşıyan bir petrol bölgesine rastlanmamıştır… Üzerinde düşündüğümüz bölge önümüzdeki bir kaç yıl içinde dünyanın petrol üreten en önemli bölgesi olacaktır.” diyordu. De Golyer, Petrol Savaş İdaresi’nde Harold Ickes’in başyardımcılığı görevine getirilmişti. Suûdî Arabistan petrollerinde, petrol tekellerinin yanı sıra Birleşik Devletler Hükümeti’nin de hissedar olmasını savunan Ickes, 1943 yılında De Golyer başkanlığında bir heyeti bölgeye gönderiyordu. De Golyer, ABD’ye dönüşünde verdiği raporda: “Petrol dünyasının çekim merkezi, Körfez-Karaibler alanından Orta Doğu ile İran Körfezi alanına kayıyor ve o bölgede kök salana kadar da kaymaya devam edecektir.” tespitini yapıyordu (42).

De Golyer’in heyetinde bulunan uzmanlardan biri Orta Doğu petrolleri için, “Bu bölgedeki petrol, gelmiş geçmiş tüm petrol tarihinde kazanılmış en büyük ödül” dür diyordu. Amerikan petrol endüstrisini en iyi bilenlerden De Golyer’in tesbitleri, II. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin ihtiyacı olan petrolün yüzde doksanını üreten ABD’nin bu alanda gerilemekte olduğuna işaret ediyordu. Muazzam ölçeklere varan bu petrol ihtiyacını sağlamak için en yüksek kapasite düzeyine çıkan Amerikan petrol endüstrisi, Orta Doğu başta olmak üzere yeni kaynaklara yönelmekteydi. Bu tespitler, dünya politikası ve petrol endüstrisinde dramatik gelişmelerin habercisiydi.

1941’den itibaren özellikle SOCAL ve Texaco’nun yetkilileri İran Körfezi petrollerine “daha yakından” bakıyorlardı. 1940 yılında, dünya petrol üretiminin yüzde 63’ünü ABD sağlarken; İran, Irak dâhil Arap Yarımadası yüzde 5’lik üretimle önemsiz görünüyordu. Ancak bölgenin muazzam rezervleri tespit edildiğinde, Amerikan petrol tekelleri ve devlet Orta Doğuyu “av alanı” ilan ediyordu. Bu arada tüm müttefiklerin petrol ihtiyacını karşılama adına kaynaklarını zorlayan ABD’de, Petrol İdaresi, “refah devri”nin geride kaldığını bildiriyordu.

1943 Aralık ayında Harold Ickes, yazdığı bir makalede, “Petrolsüz kalıyoruz.” diyordu. Ickes, ayrıca şunları vurguluyordu: “Eğer bir gün III. Dünya Savaşı olursa, bu savaşta başkasına ait petrolle dövüşmemiz gerekecek; çünkü o güne kadar Birleşik Devletler’de hiç petrol kalmayacak. Dünya petrol imparatorluğunun simgesi ve üstünlük sembolü olan ‘tac’ bugün Amerika’nın başında… Ne var ki şimdi bu tacı düşürüyoruz.” Bu tespitlere göre ABD, gelecekte “petrol ithalatçısı” olmaya adaydı. Amerika’nın petrol rezervleri konusundaki bu değerlendirmeler “koruma teorisi”nin gündeme getirilmesine neden oldu.

Bu teoriye göre, ülke içi rezervler gelecek için muhafaza edilecek; ancak yabancı topraklarda bulunan kaynaklar Amerikan çıkarları adına denetim altına alınacaktır. ABD egemenlik sisteminin yöneticileri, I. Dünya Savaşı sonrasında İngiliz siyasetine yön veren petrol stratejisinin merkezine yani Orta Doğuya yöneliyorlardı. İngilizler, ABD’nin, Orta Doğu petrol kaynaklarını ele geçirip kendilerini bölgeden dışlamalarından korkuyordu.

İngiltere, emperyalist hegemonyası gerilediği ölçüde yerini istemeden de olsa ABD’ye bırakıyordu. Emperyalist dünyanın liderliğine ilerleyen Amerika, petrolden de aslan payını alma amacındaydı. 18 Ocak 1944 tarihinde İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Lord Halifax, ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Summer Welles ile görüştü. Bu görüşmede petrol konusu ele alındı. Halifax, bu görüşme sonrasında Londra’ya gönderdiği telgrafta, Amerikalıların kendisini “şoka sokacak” davranışlarda bulunduğunu bildiriyordu. Halifax, durumu daha net kavramak amacıyla başkan Roosevelt’le de görüştü. Başkan bu görüşmede, “elleriyle çizdiği Orta Doğuya ait bir harita taslağını” çıkardı ve “İran petrolü sizindir. Irak ve Kuveyt’teki petrolü bölüşeceğiz. Suûdî Arabistan petrolüne gelince, oradaki petrol bizimdir.” dedi.

20 Şubat 1944 tarihinde Halifax’ın gönderdiği raporu da inceleyen Churchill, Roosevelt’e bir mesaj gönderiyor ve “Burada bazı çevrelerde Birleşik Devletlerin bizi petrol varlığımızdan yoksun bırakacağı korkusu var. Unutulmamalıdır ki diğer şeyler gibi donanmamız da tüm petrol ihtiyacı için Orta Doğuya güvenmektedir.” diyordu. İngiltere açısından büyük güç statüsünü sürdürmenin halen en önemli araçlarından biri Kraliyet Donanması’ydı. Ağır kayıplara rağmen İngiliz donanması, 1.000’den fazla savaş gemisine, 3.000 civarında küçük savaş gemisine ve 5.500 çıkarma aracına sahipti. Ayrıca, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) Bombardıman Uçakları Komutanlığı, dünyadaki ikinci en büyük stratejik hava kuvvetiydi (43).

Churchill-Roosevelt yazışmaları, petro-politik temelinde, düşen ve yükselen, iki büyük emperyalist gücün gerilimlerini yansıtması bakımından önemlidir. Roosevelt, Churchil’e gönderdiği mesajda: “Irak ve İran’daki petrol bölgelerinizde gözümüz olmadığına sizi temin ederim.” derken; Churchill de, “Ben de bu teminatınıza karşılık Suûdî Arabistan’daki çıkar ve mallarınıza tam teminat veririm.” diyordu. Petrol dünya politikasında bu ölçekte rol oynuyordu. Ayrıca, Amerikan petrol tekelleri çıkarları söz konusu olduğunda devleti tehdit edebiliyor, mülkiyet rejimini tehlikede gördüklerinde cephe kuruyor, tröstler arası rekabetin en keskinleştiği dönemlerde bile genel sınıfsal çıkarlar korunuyordu.

Bu arada, Orta Doğu ülkeleri, harita üzerinde iradesiz, halksız, sadece petrol rezervlerinden ibaret, tarihsiz ve kişiliksiz boş alanlar gibi emperyalistler tarafından paylaşılıyordu. Ancak, emperyalist bir imparatorluğa sahip olan İngiltere açısından “büyük güç statüsü” hayalleri, savaş sonrasında netleşen gerçeklere çarptı ve dağıldı. “Çünkü çıplak gerçek oydu ki; İngilizler savaşın zaferle sonuçlanmasını sağlarken, kendilerini son derece zorlamışlar, altın ve dolar rezervlerini tüketmişler, ülke içindeki makineleri yıpratmışlar ve (kaynaklarını ve nüfusu olağanüstü bir biçimde seferber etmelerine rağmen) savaş içinde kalabilmek için Amerika’dan mühimmata, gemilere, yiyecek maddelerine ve başka malzemeye giderek daha bağımlı hale gelmişlerdi…

Ülke muazzam ticaret açığı, sanayi tabanının zayıflaması, denizaşırı bölgelerdeki çok büyük kuruluşları yüzünden kesilmiş olan ödünç verme-kiralama uygulamasının yerini tutacak Amerikan yardımına şiddetle ihtiyaç duyuyordu. (44)”

Avrupalı güçlerin yıldızları sönüyordu. İngiltere, Hindistan ve Filistin’den çekilme, Türkiye ile Yunanistan’a verilen güvencelerden vazgeçme doğrultusunda hazırlık yapıyordu. İngiltere’nin bazı bölgeleri terkederek, üslerini gerçek imparatorluk çıkarlarına uygun bir biçimde düzenlemesi gündemdeydi. Yani, Filistin yerine Süveyş Kanalı; Hindistan yerine Arap petrolü.

ABD’nin, İngiltere karşısında yükselişi ve “güneşteki yerini alması” ile ilgili şu rakamlar kayda değer: “1940’ta Birleşik Devletler’in mühimmat üretimi İngiltere’nin yarısından azdı; 1941’te üçte ikisi kadar, 1942’de iki katı kadar, 1943’te üç katı ve 1944’te dört katı kadar mühimmat üretti. 1944 yılında ABD’nin toplam savaş mühimmatı üretimi 42 milyar dolar, İngiltere’nin 11, SSCB’nin 16, Almanya’nın 17 milyar dolardı (45).

ABD’nin Avrupa’ya nüfuzunu kabul ettirmesi ve İngiltere aracılığıyla Kıta işlerine karışmaya başlaması, yeni kurumsal düzenekler yarattı. Bu arada, savaş sonu dünyasının etkinlik alanlarını belirlemek üzere ABD Başkanı Roosevelt, Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin ve İngiltere Başkanı Churchill, 1945 Şubat’ında Yalta’da bir araya geldiler. Ancak Orta Doğu petrolü ile ilgili sorunlar, bu yolculuğu bile etkiliyordu.

Konferansın bitiminde Roosevelt, danışmanları ile birlikte Süveyş Kanalına hareket etti. Burada USS Guincy gemisine binen Başkan’ın konuğu, Suudî Arabistan Kralı İbn-i Suûd’du. “Savaşın sonuna doğru, Suudi Arabistan’da egemen güç hiç kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleriydi. Kral İbn-i Suûd, artık vahşi çöl savaşçısı olarak nitelendirilmiyor, Batı tarafından el üstünde tutulması gereken, ‘güç oyununda bir kilit nokta’ diye görülüyordu (46).”

Kral’ı üç gün sonra da Fayum vahasındaki Hotel Du Lac’da İngiltere Başbakanı Churchill ağırlıyordu. ABD’deki ortam da, Orta Doğuya yönelik ilgiyi destekler mahiyetteydi. Donanma Bakanı James Forrestal: “Birleşik Devletlerin itibarı ve dolayısıyla etkinliği kısmen hükümetin ve halkın yerli veya yabancı petrol kaynaklarının zenginliğine bağlıdır. Petrol holdinglerinin aktif şekilde genişletilmesi bu açıdan son derece arzu edilen bir hedeftir.” diyordu. Ayrıca, Dışişleri Bakanlığının Amerikan petrolü yerine Orta Doğu petrolü kullanılması için bir program hazırlaması önerisinde bulunuyordu. Forrestal, Birleşik Devletlerin ülke dışındaki “petrol holdinglerini çoğaltmasının, mevcut holdingleri ise korumasının yararlı olacağını” vurguluyordu.

Bu sırada Potsdam’da, savaşın bitmesinden önce müttefikler arasında yapılan son toplantıda, ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı James Byrnes’e “brifing” veren Forrestal, Suûdî Arabistan üzerine uzun bir konuşma yapıyor ve bu ülke kaynaklarının “birinci derecede önem taşıyan bir konu” olduğunu söylüyordu. (1944’te Standard Oil of California ve Texaco’nun ortaklaşa sahip olduğu CASOC şirketi ismindeki sıralama değiştirilerek, California-Arabistan Standard Oil Company, Arabistan-Amerikan Petrol Şirketi’ne yani ARAMCO’ya dönüştürüldü.)

Suûdî petrolü ABD tekellerinin denetimi altındaydı. “SOCAL1 ve Texaco, diplomatik bağımsızlıklarının ve dünyadaki en büyük ve en ucuz petrol kaynağının üzerinde oturduklarının tam anlamı ile bilincin deydiler. De Golyer ve diğer jeologlar Suûdî Arabistan çölünün altında, tüm Amerika Birleşik Devletler’indekinden çok daha fazla petrol olduğunu açıkça ortaya koydular.” (47)

İkinci Dünya Savaşı’nın tam bir petrol savaşı biçiminde gelişmesi, ekonomide öneminin artması, muazzam ölçeklerdeki Orta Doğu kaynaklarının kontrolü ve SSCB ile gerginleşen ilişkiler, fazla üretimin gelecek için saklanması zorunluluğunu gündeme getirdi.

Dünyanın yeni biçimlenişinde merkez petroldü. Uluslararası İktisadî plânlama, millî güvenlik, sermaye organizasyonları, ulaşım stratejileri ve finansal politikaları bir araya toplayan bir merkez. Bu merkezin odak noktasında ise Orta Doğu bulunuyordu. SOCAL ve Texaco, Suûdî petrolünde tek söz sahibi durumundaydılar. Ancak, bu firmaların Avrupa pazarlarına girme sıkıntıları, yeni boru hattı projeleri ve dağıtım konularında desteğe ihtiyacı vardı.

Neticede Standard Oil of New Jersey ve Socony-Vacuum’a ortaklık önerdiler. Sözde antitröst yasaları bulunan ABD’de, özellikle donanma yetkilileri, ARAMCO’yu “kendine yeni ortaklar bulması” ve “imtiyazı sürdürmek için yeni pazarlar bulması” konusunda destekliyorlardı. Oysa ABD’nin en büyük petrol tröstlerinin bir araya gelmesi ortaya yeni bir yapı çıkaracaktı. Ancak, Jersey Standard ve Socony’nin böyle bir anlaşmaya girmelerinin önünde en büyük engel, IPC’ye (Irak Petrol Şirketi) ortak olmaları ve dolayısıyla Kırmızı Hat Antlaşması ile bağlı bulunmalarıydı.

Gülbenkyan’ın çizdiği haritadaki Kırmızı Hat’ta bağımsız operasyon yapma imkânı yoktu. Suûdî Arabistan bu hattın içinde kalıyordu. IPC Antlaşması’nın 10. maddesine göre, Socony-Jersey ARAMCO’ya bağımsız olarak giremezlerdi; ancak tüm diğer ortaklarla yani Shell, APOC, Fransız Devlet Şirketi (CFP) ve Gülbenkyan ile birlikte bu gerçekleşebilirdi. Aslında Standard Jersey ve Socony, Kırmızı Hat’tan çekilmeyi istiyorlardı. Uzun pazarlıklar sonucunda Gülbenkyan hariç tüm ortaklar ikna edildi. Ancak Gülbenkyan, Kırmızı Hat Antlaşması’nın iptalini büyük maddî çıkarları adına reddediyordu. Ama sonunda Gülbenkyan da ikna edildi ve 1948’de IPC’nin Kırmızı Hat Antlaşması hükümsüz hale geldi. Anlaşma tamamlandığında, Birleşik Devletler’in en büyük tekelleri ARAMCO’da ortaktı artık.

SOCAL, Texaco, Standard Oil of New Jersey ve Socony (Mobil). ARAMCO’da SOCAL, Texaco, Standard Jersey (Exxon) yüzde 30’luk paya, Socony (Mobil) ise yüzde 10’luk bir hisseye sahiptiler. “Petrolün yeni ağırlık merkezi”, Rockefeller imparatorluğunun uzantısı olan ABD tekellerinin eline geçiyordu ve bu endüstrinin tarihçesinde Suûdî petrolü “en büyük kelepir” sayılıyordu. Dahran’da, ARAMCO’nun kurduğu kent ise tam bir Amerikan “ileri karakolu” görünümündeydi. Bu arada, Kuveyt petrollerini Royal Dutch-Shell ile yüzde 50 oranında paylaşan Gulf ile ARAMCO, ABD’nin Orta Doğu petrollerindeki çıkarlarını temsil ediyorlardı.

ABD’nin Demir Yumruğu ve Avrasya Balkanları

ABD, Hazar havzasının çok büyük petrol kaynakları bulunduğuna dair bir “mitos” yarattı. Bölgenin ticarî, stratejik önemi alabildiğine abartıldı. Rusya, İran, ABD arasında, “büyük oyun” tekrar gündeme geldi. Orta Asya ve Kafkas petrolünün, Batının enerji sorunlarını çözebileceği ve hem de Rusya, Çin ve İran’a karşı jeopolitik avantajlar sağlayacağı “rüya”sı tüm cazibesi ile paylaşıldı. Büyük petrol şirketleri ve politik komplolarla örülen 21. Yüzyıl’ın bu “büyük oyun”u, 20. Yüzyılda Suûdî Arabistan’dan petrol imtiyazı koparma mücadelesi ile benzerlikler göstermektedir.

Dünyanın işlenmemiş son önemli petrol ve doğalgaz kaynaklarından biri olan Hazar havzasının aniden ortaya çıkması, büyük petrol şirketlerini, işe girmek ya da rakiplerinin gerisinde kalmak arasında tercih yapmaya zorladı. Gözlerine girmek için çırpınan petrol şirketlerinden etkilenen yerel rejimler, Batılı devletlerin, Moskova’nın hâkimiyetine karşı bir tampon oluşturmada katkı sağlayacağı inancındaydı. Bu yeni petrol kaynakları ve algılanan siyasî çıkarları dillendirmek ve geliştirmek için Washington’un entelektüel ve siyasî yapısı devreye sokuldu.

Orta Asya ve Kafkasya petrol-doğalgazının Basra Körfezi kaynaklarına bir alternatif olabileceği umudu, ne bölgenin rezerv potansiyeli ne de global enerji pazarının gerçekleri tarafından desteklenmektedir. 1997’de ABD Dışişleri Bakanlığı, “iyimser” bir biçimde, bölgenin “200 milyar varile kadar” petrol rezervine sahip olabileceğini iddia ediyordu. “Birdenbire, Kazakistan, müstakbel Suûdî Arabistan olarak reklam ediliyordu. Fakat Hazar’ın potansiyel rezervi (yirmi veya otuz yıllık bir araştırma sonrasında keşfedilebilecek kaynaklar) ile Basra Körfezinin uzun süreli ve önemli sondajlama ve sismik programlarla kanıtlanmış kaynakları arasında hiçbir ayrım yapılmamaktadır.

Hazar havzasının petrol rezervlerinin önemli olduğunda hiç kuşku yok; ancak Basra Körfezininkine eşdeğer olmaktan çok uzaktır. Körfez’in kesinleşmiş rezervleri, 600 milyar varili geçerken, Orta Asya ve Kafkaslar’mki ise 15 ila 30 milyardır. Bu da, yaklaşık olarak Norveç ve Libya’nınkiyle aynıdır ve dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 3 ünden daha azını oluşturmaktadır. Buna karşılık Orta Doğunun kesinleşmiş rezervleri, dünya toplamının yüzde 55’ini oluşturmaktadır. (Tahmini olanla birlikte ise, bu oran yüzde 65’i geçiyor.)

İleride yapılacak arama çalışmaları, bölgenin potansiyel olarak 50 milyar ila 140 milyar varil petrol barındırdığını teyit edebilir. Ancak bu rakam hâlâ spekülatiftir ve yüksek rakamlı hesaplamalar bile Suûdî Arabistan’ın 269 miyar varillik keşfedilmiş ve kanıtlanmış petrol rezervlerine yaklaşamamaktadır (48).”

Bölgede bunun yanında karmaşık bir teknik, ekonomik, lojistik, jeopolitik ve sosyal engeller dizisi de var olan potansiyelin işlenmesi açısından büyük sorunlar ortaya çıkarıyor. Hazar’ın, petrol-doğalgaz kaynaklarının denize çıkışı bulunmamaktadır; ayrıca, dünyanın büyük enerji tüketicilerinin uzağındadır. Rezervlerin yeri, petrol endüstrisi tarihinin en karmaşık “lojistik” sorunları arasındadır. Bölge üreticileri, Basra Körfezinde olduğu gibi, petrolü tankerlerle uluslararası deniz yollarından nakletmek imkânına sahip değildir. Buna karşılık Orta Asya ve Kafkasya devletleri, birkaç komşu ülkenin topraklarından geçecek petrol boru hatlarına dayanıyorlar. Ayrıca bu bölgenin etnik, dinî görünümlü keskin askerî, ekonomik, politik çelişkileri; boru hatlarının güvenliği açısından sorunlar yaratmaktadır.

Örneğin; Gürcistan’dan geçecek Bakû- Ceyhan hattı, Abhazya sorunu ile meşgul Gürcü devleti açısından yeni çatışmaların konusudur. Ayrıca, Bakû-Ceyhan, Yukarı Karabağ bölgesinde Rus desteğine sahip Ermeni milisinin top menzili içindedir. Bölge petrolleri ve doğalgazının taşınmasında ticarî açıdan en uygun güzergâh İran’dır. Ancak ABD, İran Ulusal Petrol Şirketi (NlOC)’nin yabancı petrol şirketleri ile birlikte enerji ihracat hatları yapmasını engellemektedir.

Ancak Rus, Fransız, Malezya şirketlerine yönelik ABD yaptırımları, bunların İran petrol endüstrisine yatırım yapmalarını önleyemedi. İran, ABD’nin tüm baskılarına rağmen, tankerlerle Hazar Denizi kıyısındaki limanı Neka’ya getirilen ve daha sonra da ülkenin kuzeyindeki rafinerilere taşınan Hazar petrolünü nakletmek için kendi boru hattının yapımını ihaleye çıkardı. İran, Türkmen gazını İran-Türkmenistan sınırı yakınlarındaki İran sanayi tesislerine taşıyacak bir doğalgaz boru hattını, kendi imkânlarıyla inşa etmiştir.

İran, Hazar’dan Basra Körfezi’ne uzanacak büyük bir boru hattı için çalışmalarını sürdürüyor. Bu konuda İran’ın eli güçlüdür; zira “en önemli avantajı jeostratejik pozisyonudur. Orta Asya ülkeleri için dış dünyaya en ucuz ve en kısa yolu teşkil etmektedir. İran bu avantajının farkında olarak, son yıllarda yeni demiryolları, karayolları, limanlar ve boru hatlarının yapımına hız vermiştir.” (49)

Bölgenin karmaşık politik, ekonomik ve lojistik sorunları yanında, sondajlama da ciddi bir güçlük teşkil ediyor. Bölge, modern sondaj platformları ve ilgili ekipman eksikliği içindedir; keşif donanımı sağlayan ana merkezlerden çok uzaktır. Ekipman talebinin çok büyük olmasına rağmen, deniz ortasında sondaj platformları yapacak ya da onaracak yalnızca iki montaj sahası bulunmaktadır. Bunlar, Rusya’da; Kuzey Hazar’da Astrahan ile Bakû yakınlarında Primosk’tadır. Halihazırda bölgede faal durumda olan yalnızca bir tane operasyonel yarı-denizaltı platformu vardır. Buna karşılık, Kuzey Denizi’nde yaklaşık yüz tane açık deniz platformu bulunuyor.

Hazar Denizine ilave yarı-denizaltı platformları getirmek son derece zor ve pahalıdır. Bu engeller, bölgedeki sondaj çalışmalarının uzun bir zamana yayılmasını gerektiriyor. Sondajlama yetersizlikleri de gösteriyor ki, bölgenin petrol kaynakları Kuzey Denizi ile neredeyse aynı miktarda da olsa, burada benzer ölçüde üretim zordur. 1980’de günlük ortalama 2 milyon varil olan Kuzey Denizi’ndeki petrol üretimi, 1998’de 6,1 milyon varile (dünyadaki talebin yüzde 8’i) çıktı.

Buna karşılık, yapılan tahminler, Hazar’da petrol üretiminin 2010’da bu rakamın yarısına ancak ulaşabileceği doğrultusundadır. Azerbaycan’da yapılan birçok sondaj ise sonuçsuzdur. Azerbaycan’da yeterince petrol bulunamaması 1 milyon varil kapasiteli bir boru hattı yapımını tartışılır kılmıştır. Hazar, dünya ihtiyacının yüzde 3-4’üne tekabül edecek bir kapasiteye sahiptir. Bu miktar üretim, Basra Körfezi’nin önemini azaltamaz.

Ayrıca düşük petrol fiyatları bölgeye yeni yatırımlar yapılmasını engelleyen bir unsurdur; Venezüella, Rusya, Meksika, Orta Afrika’daki kaynaklar, Kuzey Denizi, Alaska üretimi ve Basra Körfezi’nin muazzam kapasitesi varken; fiyatlar yükselmeden yoğun bir yatırım süreci zordur. İşte, savaş-kriz bu bağlamda maliyeti oldukça yüksek Hazar petrolünü gündeme getirecektir.

Ancak asıl önemli nokta, ABD’nin bölgede askerî- politik yayılımıdır. Özbekistan’ın, “bölge güvenliğini perçinlemede eşsiz bir konumu olduğu”nu vurgulayan ABD, ayrıca Kazakistan ve bu ülke ile ortak askerî tatbikatlar yapmıştır. Türkmenistan ve Özbekistan önemli dinleme istasyonları ve Rusya ile İran’a karşı müsait üsler olarak değerlendirilmektedir. ABD’nin bölgede artan rolü petrol faktörüne bağlanmıştır. ABD’ye göre; bölgenin çok büyük petrol potansiyeline sahip olduğu tezi bir kez çürütülünce, buradaki diğer Amerikan çıkarları, “artan bir Amerikan rolünü haklı kılmayacaktır.”

Amerikan ordusu, denize çıkışı olmayan bu bölgedeki kara kuvvetlerini harekete geçirme yeteneğini göstermek için 1997’de Özbekistan’la ortak tatbikatlar gerçekleştirdi. Ancak bu bölgede yakıt ikmali zordur. Ayrıca, ABD uçak gemilerinin geçeceği bir suyolu mevcut değildir. ABD’nin, “Orta Asya ve Kafkaslara askerî müdahalesi, önemli sayıda kara birlikleri gerektirecektir. Bunun anlamı şudur: Amerikan halkı, Kongre ve NATO destek olmalı; can ve mal kaybının maliyetini meşru gösterecek derecede bir yüksek çıkar söz konusu olmalıdır. Rusya fobisi olan Amerikalılar için, petrol hazinesi mitosu olmadan bu çıkarları gündeme getirmek hayli zor olacaktır (50).”

ABD, petrolü bu bölgedeki askerî-siyasî varlığı açısından da stratejik madde ilan etmiştir ve egemenlik araçlarının odağına yerleştirmiştir. Bu arada dünya petrol üretim, ulaşım ve tüketiminde ilginç eğilimler ortaya çıkıyor. 1990’da Basra Körfezi petrolü, batı yarımküresi, Avrupa ve Asya arasında eşit dağılıyordu. İran petrolü ABD’ye giremiyordu; ama Suûdî Arabistan, Kuveyt ve Irak petrolü akıyordu. Asya’nın 1990’da günlük 13 milyon varil petrol ihtiyacının yüzde 46’sı ise bölgesel üretim arzından karşılanıyordu.

Ancak, 21. Yüzyıla girerken giderek iki ayrı çizgiye bölünen global bir petrol piyasası ortaya çıkmaya başladı. Venezüella, Kolombiya, Kanada, Brezilya ve Meksika Körfezi’nden akan petrol; Körfez’den ABD’ye ithalâtı miktar olarak zorluyor. Ayrıca, Batı Afrika ve Kuzey Denizi’nden de Amerika’ya petrol giriyor. ABD, Batı yarımküresi ve Atlantik havzası petrolüne bağlanırken; Avrupa ve Doğu Asya ise Basra Körfezi’nden ithalata “bağımlı” hale geliyor.

1990-1996 arasında, Doğu Asya’nın enerji talebi, yüzde 1,5’luk dünya ortalamasına karşılık yıllık yüzde 5,6 artış gösteriyordu. İthalat, Doğu Asya’nın 1998’in ilk yarısındaki 18,2 milyon varillik günlük ortalama talebinin yüzde 50-60’ını karşıladı. 2010-2015’te 20-25 milyon varile çıkacağı tahmin edilen petrol talebini, bölge büyük ölçüde Basra Körfezi’nden karşılayacak. Çin’in, Orta Doğu’dan ithalatı 1990’da çok azdı; ancak 2010- 2015’te Basra Körfezi’nden günlük 2 ila 4 milyon varil petrol alacağı tahmin ediliyor.

Ayrıca Hindistan’ın günlük olarak fazladan 1 milyon varil petrole ihtiyacı olacağı da tahminler arasındadır. Japonya ise Orta Doğu petrolüne bağımlıdır. Bu eğilimlerin sürmesi durumunda, Güneydoğu Asya, petrol ihtiyacının yüzde 80’ini önümüzdeki on yıllık süreç içinde Orta Doğu’dan karşılıyor olacaktır (51).

ABD’nin hegemonya anahtarı olarak gördüğü Orta Doğu petrollerinin bir boyutunda, Güneydoğu Asya’nın güçlenen ekonomilerine ve Çin’e yönelik stratejisinin tehdit içeriği durmaktadır. ABD, Körfez’i denetim altında tutarak ve bölgedeki askerî varlığını güçlendirerek, global petrol piyasasının işleyiş kurallarında Amerikan ordusunun gücünü temel bir dinamik haline getirme çabasındadır.

Arzı ve fiyatı denetim altına alarak ABD, petrolü Asya’ya karşı bir silah olarak kullanacak potansiyele sahip olmak istiyor. Doğu Asya’nın, Körfez petrolüne olan bağımlılığının artması önemli jeostratejik sorunları da beraberinde getiriyor. Dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi olan Çin, 1993’ten itibaren ithalatçı olmaya başladı. Enerji ihtiyacının artması ölçüsünde, petrol sağladığı bölgeler Çin bakımından jeopolitik ilgi odağı haline geldi. Basra Körfezi, Çin ve Hint Alt Kıtası bağlantıları giderek önem kazanacaktır.

Ayrıca, 1997 Haziran-Eylül döneminde, Çin’in devlet petrol şirketleri büyük bir atakla tüm dünyada petrol üretim anlaşmaları yaptılar. Çin, Kazakistan’la bir anlaşma imzaladı; buna göre: Kazakistan’ın devlet kontrolünde bulunan petrol şirketindeki yüzde 51’lik bir hisse karşılığında, Çin ve İran’dan geçecek boru hatlarının yapımı için 4,4 milyar dolarlık bir proje uygulamaya konulacaktı. Ayrıca Çin firmaların, yaptırımların kaldırılması halinde Irak’taki Ahdab petrol sahasının işletilmesini öngören bir anlaşma yanında, İran’ın devlet petrol şirketi NIOC ile bir sözleşme imzaladılar.

Bu arada Çin, Venezüella’daki iki petrol sahasında arama hakları için Batılı şirketleri geride bırakan bir rakam ödedi. Çin, satın aldığı Orta Doğu petrolünün, ABD kontrolündeki deniz yollarından geçerek taşınmasından hoşnut değildir. ABD’nin Pasifik’teki ittifaklar sistemi ve askerî varlığını, Çin, “barış ve istikrara yönelik bir tehdit” olarak nitelendiriyor. Ayrıca Çin, enerji ile ilgili sorunlarda askerî güç kullanmakta tereddüt göstermeyen yaklaşımlar içindedir; Güney Çin Denizi’ndeki Sparatly Adaları ve Doğu Çin Denizi’nde bulunan Senkaku Adalarındaki doğalgaz-petrol kaynakları için askerî tavır koyup, güç kullanma tehdidinde bulundu. Çin, iki Körfez ülkesi Irak ve İran’la da askerî-ekonomik bağlara sahiptir. Çin, Basra Körfezi’ndeki ağırlığını artırıyor. Basra Körfezi petrolü ile Doğu Asya’nın artan bağlantıları yeni bir jeopolitik dinamiktir.

Bu temelde, 2010- 2015 yılına kadar Hazar havzası “mütevazı” enerji kaynakları ölçüsünde dünya piyasasına beklenenin altında bir petrol akışı gerçekleştirecektir. Orta Asya ve Kafkasya, Rusya’nın, bölgedeki İslamcı dirilişin ve giderek yoksullaşan halk kitlelerinin kontrolü anlamında ABD açısından önemlidir. Ancak, ticarî potansiyeli ve enerji kaynaklarına dayalı “stratejik” mihver olarak değerlendirilmesi, “büyük oyun”un kurgusu ekseninde, emperyalist politikanın tehlikeli hilesidir.

“OECD dünyası, 2010’da küresel enerjinin yarıdan daha azını tüketecekken, Doğu Asya’nın dinamik ve hızla büyümekte olan ekonomileri yıllık petrol talebi artışında tüm OECD ülkelerini geçeceklerdir. Bu bölge dünyanın en fazla petrol tüketen bölgesi olmaya doğru hızla yol alıyor. Dolayısıyla, petrolün jeopolitiği de ister istemez değişime uğrayacaktır. Bu değişimlerin önemli uluslararası stratejik yansımalarının olması kaçınılmazdır. 2010’da petrol ithalatına bağımlılık seviyesi, neredeyse 1970’lerin ortalarındaki düzeye yeniden çıkacak olan OECD ülkeleri için… yeni tüketici bölgelerdeki talep artışı, enerji ikmalinin kesintisiz akışı hedefi kadar önemli hale gelecektir (52). ”

Avrupa’nın 2010 yılı doğalgaz tüketiminin yüzde 50’sinin bölge dışından geleceği de tahminler arasında. Bu süreçlere petrolün, New York, Londra, Singapur’daki ham petrol “future” piyasaları ile bağlantılı hale gelmesinin yarattığı yeni “spekülatif” etkenler de katılıyor. Ancak ABD, petrol-doğalgaz kaynakları üzerindeki global denetimi aslında bir efsaneden ibaret olan ve tekeller karşısında değeri olmayan serbest piyasanın “gizli el”ine değil, ordusunun demir yumruğuna bırakıyor.

Bu bağlamda, Rusya’nın Sibirya’da bulunan petrol ve doğalgazına da el atıyor. Rus doğalgazının yüzde 90’ının geldiği Batı Sibirya’daki Yamal-Nenets bölgesi ABD şirketlerinin ilgi odağı. Bu arada, Rus Gazprom şirketi de Doğu Avrupa, Almanya, Yunanistan ve Türkiye’de doğalgaz piyasasında hatırı sayılır bir konumda. Petrol ihtiyacının yüzde 80’ini, doğalgazın yüzde 96’sını ithal yoluyla karşılayan Türkiye, Gazprom’un iyi müşterisi.

90’lı yılların ikinci yarısında Gazprom, Türk ENTES ve İsviçreli-ABD’li ortaklarla Ankara yakınlarında, 1.000 megawatt gücünde bir elektrik santralı inşası; Marmara Ereğlisi’nde ABD’nin ENRON şirketi ile 500 megawatt’lık, Bursa’da Mitsubishi ile birlikte 1400 megawattlık projeler peşindeydi. Bölgedeki çok taraflı petrol oyununda Chevron, Exxon, Arco, Amoco ve Enron, eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne hızla girdiler. Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin geçmiş dönemden devraldıkları 66.000 km.’lik boru hatlarının önemli bir kısmı, doğuda petrol üreten bölgeleri Rusya’nın Avrupa bölümü, Ukrayna ve Beyaz Rusya’ya bağlamak üzere batı ve güneybatıya gitmektedir.

Doğu Avrupa’daki bağlantıyı ise “Druzhba” (dostluk) boru hatları sistemi sağlamaktadır. Rusya’nın devraldığı şebeke nispeten sağlamdır. Ancak, Kazakistan gibi diğer cumhuriyetler ise nispeten küçük yerel boru hatlarını ya da Rusya’ya giden transit şebekeleri devraldılar. Böylece ihracatları için Rus boru hatlarına bağımlılıkları devam etti. 1995 başında Rusya’da yaklaşık 50.000 km’lik büyük boru hatları ve 403 pompalama istasyonu faaliyet gösteriyordu. Devlet şirketi Transneft, bu hatları işleten 12 firmada yüzde 51 paya sahiptir. Bu hatlar Rusya’nın 1991’de 462 milyon ton, 1994’te 318 milyon ton olan üretimin üç katına yakın taşıma kapasitesine sahiptir.

Diğer yandan, Novorossysk, Tuapse, Nakhodka, Vladivostok limanları yılda 20 milyon ton petrol ihraç edecek kapasiteye sahiptirler. Ayrıca, Ukrayna’nın Odessa ve Latviya’nın Ventspels limanları da 20 milyon ton civarında petrol ihraç edecek durumdadırlar. Rusya’nın boru hatları eski olmakla birlikte büyük bir altyapıya sahip olduğu kesindir. Savaş-kriz durumunda artacak olan petrol fiyatlarından oldukça yararlanacak bir ihracat kapasitesi, yatırıma dönüştüğü ölçüde boru hatları, ihraç limanları ve endüstride yenileme projeleri gündeme gelecektir. Dolayısıyla, ABD’nin bölgeye yönelik girişimlerinde Rusya’nın stratejisi petro-politik bağlamda izlenmelidir. Ayrıca, Gazprom her yıl Shell, Mobil, Amoco, BP, Chevron ve Texaco’nun toplam üretiminin iki katı doğalgaz üretiyor. Gazprom’un rezervlerine yaklaşık 1 trilyon dolar değer biçiliyor (53).

Kafkasya ve Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerine yerleşmek isteyen Amerikan petrol şirketlerinin “avukatı” Brzezinski, “Avrasya Balkanları” dediği bu bölgede ABD hakimiyetini önemli bir hedef olarak görüyor. Ayrıca şimdilik gündemde olmasa da, Batı Avrupa-Rusya bağlantısının kurulma ihtimali, ABD’nin küresel hakimiyeti açısından dehşet vericidir. ABD bu durumda Avrasya’yı kaybeder.

Batı Avrupa ve Rusya’nın muazzam insanî, maddî kaynaklarının ortaya çıkaracağı sermaye birikimi potansiyeli ölçüye sığacak gibi değildir. ABD’nin Orta Doğu’yu siyasî olarak genişletme; Balkanlara, Körfeze, Kafkasya ve Orta Asya’ya büyük bir askerî varlık konuşlandırma stratejisi; çok uzak görünen bu ihtimal yanında Rusya’yı kuşatmayla da ilgilidir. Ayrıca, Çin’in büyük güç kazandığı ve muazzam ekonomik kapasitesi ile finansal açıdan boğulmasını engellediği Doğu Asya’nın enerji kaynaklarını kıskaca almak da ABD’nin riskli askerî politikaları arasındadır.

Türkiye, bölgenin enerji terminali haline gelip “stratejik önemi”ni artırma peşindedir; Bakû-Ceyhan hattı ile 25 milyon ton Azerî petrolünü, ayrıca sistemin Kazakistan’a bağlanması ile de 40-45 milyon ton petrolü Akdeniz’e akıtmayı hedefliyor. Midyat’a kadar uzunluğu 1.068 km. olan hattın, Midyat’tan sonra Kerkük’ten gelen 540 km. uzunluğundaki Irak (Kerkük-Yumurtalık) petrol boru hattına bağlanması için 2,5 milyar dolarlık yatırım gerekiyor. Kerkük’ten gelen (70,9 milyon ton yıllık kapasitesi olan) ikili boru hattının çıktığı Yumurtalık, Akdeniz’in en büyük terminalidir. Yıllık 150 milyon ton transfer kapasitesi, 1,600 milyon ton kapasiteli 135.000 tonluk 12 tankı ve 2 km uzunluğundaki iskelesi ile yılın 361 günü aynı anda 4 tankere dolum yapabilmektedir.

Türkiye’yi harekete geçiren olgu, Chevron’un, Kazakistan’ın Tengiz bölgesindeki petrol yataklarının 1/4’ünde, 40 yıl süreli bir anlaşma yapması oldu. Anlaşma ile 1996’da günlük 200 bin varillik üretimin 2010’a kadar 700 bin varile çıkarılması hedefleniyor. Bu noktada Türkiye de devreye giriyor ve Azerbaycan, Kazakistan ile kendi (Türkiye) 879 milyon varillik toplam rezervinin birkaç katı büyüklüğünde bir miktar için 40 yıl süreli anlaşmalar yapıyordu. Ancak, Kazak petrolü günde 67 bin varilde kalıyordu! Bu arada 18 Ekim 1991’de, Azerbaycan, Batılı bir konsorsiyum ile Hazar Denizinde bulunan Çıralı, Azerî, Güneşli yatakları için bir protokol imzaladı. AMOCO, BP, Mc DERMOTT, PENNZOIL, UNOCAL, RAMCO, STATOIL ve Azerbaycan’ın petrol şirketi SOCAR’dan oluşan konsorsiyumda, TPAO da yüzde 2,5 hisse ile pay sahibi oldu.

29-30 Nisan 1993 tarihinde İstanbul’da düzenlenen konferansın adı, “Karadeniz’de Petrol ve Gaz: Ortaya Çıkan Fırsatlar” olarak belirleniyordu. Türkiye, elinde teknoloji, rezerv, ekipman, maliyet, ulaşım, pazarlama konusunda bilgi, araç, kurumlar olmadan; bir anda “fırsat” bağlamında petrol paylaşım “savaşı”na, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” bir alanda yalın kılıç daldı. İhracatının yüzde 80’i ham petrol ve doğalgaza dayanan Rusya’nın, 1997’den itibaren izlediği “yakın çevre” politikası yeterince değerlendirilmedi. Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan üzerinde baskı kuran Rusya, Transkafkasya’yı etkinlik alanı olarak görmektedir.

Bir süre sonra Azerî petrolünü işletmek için kurulan “konsorsiyum” da Rusya’ya yöneldi. Rusya Enerji Bakanı Safranik, 19-20 Kasım 1993’te Azerbaycan’a geldi ve “konsorsiyum”a Rusya’nın yüzde 7 payla katılmasını sağlayan anlaşma yapıldı. ABD’nin bölgeye yönelik politikası, Rusya’ya karşı, “Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye arasında işbirliği ile Kafkasya’da yeni bir yatay setin oluşturulması”nı içeriyordu (54).

Bu politikalar ekseninde MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Ermenistan Devlet Başkanı ile 1993’te Paris’te bir araya geliyordu. (“Bazı milliyetçiler” ile Taşnaklar’ın yolu hep kesişmektedir. İttihat Terakki’den II. Dünya Savaşında Sovyetler’e karşı birlik çizgisine, oradan Lübnan’da Akur kampında ortak eğitime kadar.)

Bu arada Rusya, Boğazlar’ı ve Karadeniz alternatifini ön plana çıkarıyor. Dayatma, Boğazlar’dan yılda 60-70 milyon ton petrol taşınmasını gündeme getiriyor. “Boğazların hinterlandı, gittikçe büyümüştür. Ren-Tuna Kanalı ile Baltık Denizi, Kuzey, Orta ve Doğu Avrupa; Don-Volga Kanalı ile Hazar Denizi ve Avrasya; Dinyeper Nehri ile de Kuzey Denizi, Orta Rusya ülkeleri Boğazlar’ın kullanıcıları haline gelmiştir. Avrasya’nın kara ülkelerinin Karadeniz’den ithalat yapmaları ve Ren-Tuna trafiği de eklenince sorun daha da büyümektedir (55)’’

Ayrıca, 25 Eylül 1992’de açılan Ren-Tuna Kanalı, Almanya’nın Karadeniz ve Akdeniz’e çıkışı, Avrasya ve Orta Doğuya açılan kapısıdır. Ren-Tuna vadisinin çevresi sanayi, demiryolu, karayolu, nehir ve liman tesisleri ile örülüdür. Ren-Tuna Kanalı, bu sanayiin ihtiyacı olan hammadde ve enerji kaynaklarını sağlayan, işlenmiş ürünleri Avrasya ve Orta Doğu pazarına ulaştıran bir köprü haline geliyor. ABD’nin Balkanlar’da, Bosna-Hersek ve Kosova’da askerî varlık bulundurması bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ren-Tuna Kanalı’nın doğal uzantısı ise Boğazlar’dır. Balkanlar, Körfez’i, Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan Orta Doğu dinamikleri ile bütünleşmiştir. Bu bağlama oturan Kürt sorunu da özünde bir “petrol sorunu”dur.

ABD’ye bağlı uydu bir Kürt devleti, Orta Doğu petrolünün jandarması yapılmak isteniyor. Ayrıca gelecekte bu devlet ile ortak hareket etmesi sağlanacak bir Ermenistan da bölgede önemli bir “tampon” güç oluşturabilir. Kuzey’deki Avrasya petrolleri ile güneydeki Orta Doğu petrollerinin denetlenmesinde sınırları genişletilen uydu bir Kürt devleti, stratejik bir konuma yerleştirilmek isteniyor. İsrail’i arkadan koruyacak bu devlet, ABD emperyalizminin bölgedeki askerî varlığını meşrulaştırıcı etkenler arasında fiilen yerini almıştır. İran, Irak, Suriye, Türkiye’yi tehdit edecek potansiyelleri bulunan böyle bir yapı, bölgenin yeni İsrail’idir.

Ayrıca Ermenistan, İsrail ile birlikte “dış kuşak”ta Batı’nın en uç doğu sınırlarının “tamponu” olacaktır. Mütevazı ölçüleri de olsa, nicel açıdan önemli Hazar petrolünün kontrolü içinde bu “tampon” kullanılabilir. Avrasya ve Orta Doğu petrol-doğalgaz yataklarının bütünlüğünde, üç İsrail, Tel Aviv-Musul-Kerkük- Erivan hattı bölgenin “yeni düzeni” olarak dayatılmak istenecektir. Türkiye, bu denklemlere alt emperyalist hırsların hazırlıksız ve maceracı eğilimleri ile katıldı. Oysa petrol tekelleri ve emperyalizm bölgeyi çoktan “av alanı” ilan etmişti. Örneğin Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasından üç yıl önce Amerikan petrol tekeli AMOCO Bakû’deydi.

Türkiye, Azerbaycan’da darbelere karışıyor, politikasını Interpol’ün “kırmızı bülten”le aradığı uluslararası kirli para trafiğinin isimleri ile oluşturuyordu. Interpol’ün “kırmızı bülten”le aradığı Roger Tamraz, Ermeni asıllı, Lübnan pasaportlu ABD’li bir işadamıdır. “Dönemin, Başbakanlık Petrol Boru Hatları Koordinatörü Emre Gönensay, 8 Eylül 1995 tarihinde Anadolu Ajansı haber bülteninde yer alan açıklamasında, Bakû-Ceyhan petrol boru hattının yapımı konusunda çalışmalar yapan Tamraz ile görüştüklerini doğruluyordu… Konuyla yakından ilgili kişiler, bizzat Çiller’in eşi Özer Uçuran Çiller’in, Tamraz’ı devreye soktuğunu savlıyorlardı.

Tamraz, Ceyhan hattının yapımı için yaklaşık 2 milyar dolarlık proje hazırladığını belirterek, Türkiye’de kendi adına ilişkileri yürütmesi için eski Fenerbahçe futbol şubesi sorumlusu Erol User ile anlaşmıştı… 1997 yılında vefatından önce Türkeş, Hürriyetin Ankara temsilcisi Sedat Ergin’e yaptığı açıklamada; 1997 ortalarında merkeze dönen ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Grossman’nın ricası üzerine, Tamraz’ı Çillere kendisinin gönderdiğini söylüyordu (56).”

Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve bir ara CIA Direktör adayı Antony Lake, Tamraz yüzünden istifa ediyordu. Zira, Tamraz’ın Clinton’un seçim kampanyasına 177 bin dolar vermesini sağlayan Lake, onu Clinton ile de görüştürmüştü. Tamraz, Türkiye’ye bir ABD heyeti ile gelir. Bu heyette eski Dışişleri Bakanı Waren Christopher’in oğlu Thomas Christopher de bulunmaktadır. Türkî cumhuriyetlerde o dönem “koalisyonun gizli ortağı” Alparslan Türkeş’in oldukça ağırlığı vardır.

Ayrıca, Tamraz TYT Bank ile de ilişkilidir. “Çillerler Paris’e gittiklerinde Gerge V.’de kalırlar. Onları orada bir sürpriz beklemektedir. Roger Tamraz ve kardeşi George Tamraz.” (Gülçin Telci, Hürriyet, 27.9.1997) Tamraz, Bakû-Ceyhan boru hattı imtiyazının, sahibi olduğu Fin Oil firmasına verilmesi için Çiller ile Clinton arasında mekik dokudu. Tamraz, tüm çabasını, Bakû-Ceyhan hattının Azerbaycan’a ait ancak Ermenistan ile ihtilaflı olduğu Yukarı Karabağ üzerinden geçmesine odakladı. Yukarı Karabağ’ın o dönem Azerbaycan tarafından tanınmayan “devlet başkanı” Robert Koçaryan, Tamraz’ın yakın arkadaşıydı. Tamraz, 15 Haziran 1997’de Tiflis’te tutuklandı. Ancak, CIA ile de bağlantıları bulunan Tamraz, kısa sürede serbest kaldı.

“Tamraz’ın Türkiye’deki marifetleri 1993 yılına kadar uzanıyor. Tamraz, 1993 yılında, daha sonra batacak olan TYT Bank’tan aldığı 1,7 milyon dolarlık krediyi geri ödemedi… Tamraz ile TYT Bank’ın sahibi Lapis Holding arasındaki ilişki, 1992 Davos toplantısı sırasında başlamıştı. Lapis Holding, Türkmenistan’da kurduğu petrol şirketi Lapis Oil Int.’e, tecrübesinden yararlanmak için Tamraz’ı yüzde 35-40 oranında ortak etmişti… 1994 krizinde batan TYT Bank’ın sahibi Lapis Holding aynı zamanda Kanal 6’da Ahmet Özal ile de ortaktı.” (Hürriyet, 15 Haziran 1997).

Türkiye, “stratejik önem” amacıyla Kafkasya’ya açılırken Tamraz gibilerin aracılığından yararlanıyordu. Roger Tamraz, BCCl’nın Gais Farun ismi etrafında dönen ve Ladinlerle bağlantılı Khâlid bin Mahfûz, Adnan el-Fulayc, Kemal Edhem’le aynı “şebeke” içindedir. Kemal Edhem, Suûdî İstihbarat Başkanı olarak görev yapmıştır. Gais Farun ise BCCI olayının baş oyuncusu olup, petrol mühendisi bir Suûdî vatandaşıdır. Khâlid bin Mahfûz ise, BCCI’nin yüzde 20’sinin hissedarıydı.

Suûdî Arabistan Prensi Abdullah bin Musayd ve Salim bin Ladin’in ortak oldukları First Arabian Co., Roger Tamraz tarafından 1974’ten itibaren yönetiliyordu ve bu kuruluş BCCI skandalının merkezinde yer alıyordu. Roger Tamraz, Gais Farun ve Khâlid bin Mahfûz’un da ortakları olan Suûdî istihbaratçı Kemal Edhem ile ortak yatırımlar yapıyordu. Bin Mahfûz ailesi, 1999’da 2,4 milyar dolarlık bir aktifi kontrol ediyordu. 1986-1990 yılları arasında Khâlid Salim bin Mahfûz, BCCFın önde gelen yöneticileri arasındaydı.

Ayrıca, Khâlid bin Mahfûz’a ait Nimir Petroleum Şirketi, Körfez, Orta Asya, Umman, Kazakistan ve Venezüella’da petrol yatırımları yapıyordu. 1994’te Nimir Petrol, Afganistan-Türkmenistan-Pakistan arasında petrol-doğal- gaz hattı kurmak için anlaşma peşinde koşan Suûdî Delta Oil Company ile ortak oldu. Delta’nın diğer ortağı ise ABD petrol tekeli Unocal Corp.’tu. Taliban ile ilişkilerde bu ortaklık, Khâlid bin Mahfûz’un bağlantılarına güveniyordu.

Bin Mahfûz’un imparatorluğu, ABD petrol şirketleri ile Orta Asya ve Hazar çevresinde ortak ilgilere sahipti. Tamraz’ın ilişkide olduğu Khâlid bin Mahfûz, Usâme bin Ladin’in kızkardeşiyle evlidir. Suûdî Arabistan Kralı Fahd, 1989’da Khâlid bin Mahfûz’u ARAMCO’nun üst kuruluna atıyordu. BCCI ise, 1988’de 73 ülkede 400 şubeye ulaşıyordu. Banka, Irangate’ten, uyuşturucudan elde edilen paraların aklanmasına kadar düzinelerce kirli işin ve CIA, Suûdî istihbaratı, MOSSAD bağlantılı operasyonların içindeydi. Bu bağlantıların ortasında bulunan, Lübnan vatandaşı Ermeni asıllı Roger Tamrazyan, Lübnan’da iç savaş çıkınca, yönetim kurulu başkanı olduğu Al Mashreq Bank’ın 200 milyon dolarını da alıp, ABD vatandaşlığına geçiyordu.

İşte bu Tamraz’la ilgili olarak Alparslan Türkeş: “Tamraz’ın teklifi bence çok cazipti… Gelen heyetin arasında ABD Dışişleri Bakanı’nın oğlu Thomas Christopher da vardı. Daha doğrusu ABD Başkanı Clinton bu projenin arkasındaydı.” diyordu. (Gülçin Telci, Hürriyet, 27.9.1997) Petro-politikle bulamaç olmuş kapitalist enternasyonale dayalı çıkarlar bu isimleri bir araya getiriyor; ancak Türk “milliyetçiliği”nin kolektif bilinçaltında önemli bir yeri bulunan Ermeni düşmanlığı figürüne karşın Türkeş’in, Petrosyan, Tamrazyan gibi isimlerle yakın ilişkileri “millî çıkarların hikmetli sisleri arasında örtülüyordu. (Tamraz’ın, Bin Ladin şebekesi ile mâlî bağlantıları ilk kez bu kitapta dile getirilmiyor. Ancak, Tamraz’ın Türkiye bağlantıları ekseninde ilk kez tablo burada bütünleniyor.)

Sovyetler’in çözülüşü ile birlikte, Türkiye, “Kızıl Elma’yı bulduğuna inandı. “Türkî cumhuriyet”lerin ortaya çıkışı ve petrol zengini oldukları “mitosu”, 20. Yüzyıl’ın başında Anadolu Türklerinin kaybettiği petrole Orta Asya Türklerinin sahip olduğu fikri ile beslendi. Türkiye’de artık “OPEC ülkesi olduk” manşetleri atılıyordu. Bölgede daha petrol üretimi yokken, Türkiye’de boru hattı projeleri birbirini izliyordu. “Stratejik önem”in pazarlanması için, tüm Türkî cumhuriyetler büyük “ağabey” Türkiye’den petrollerinin akması için sıraya gireceklerdi.

ABD petrol tekelleri ile Suûdî çıkar şebekelerine ait olan birçok proje Türkiye’nin “millî projesi” ilan edildi. Petrolün çok taraflı bir olgu olduğu gerçeğine sırt çevrildi. “Esasta Türkiye, Kafkaslar ve Orta Asya petrollerinin doğrudan tarafı değildi. Ne dünyada büyük güç, ne petrol sahibi ülke, ne dev petrol şirketlerine sahip ülke, ne de daha zoru coğrafî bakımdan komşu ülke bile değildi (57).”

Bu arada, Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar için; Batının, özelleştirmeci-serbest piyasacı-lâikçi modelinin taşeronluğu misyonunun bayraktarlığı temelinde, Yeni Dünyâ Düzeni’nin “kırbacı” olma rolü Türkiye’ye veriliyordu. Balkanlar ve Orta Doğu’da aradığını bulamayan egemenlik sistemi; mafya, istihbarat örgütleri, kontrgerilla, paramiliter güçleri ile Kafkasya’ya saldırdı. Bölgenin Sovyet dönemi artığı yoz bürokrasisi ile çıkar şebekeleri örgütlendi. En çok da Azerbaycan’a yüklenildi. Faşizan bir militarizm ile bütünleştirilen serbest piyasacılık bölgeye dayatılırken, iç işlere müdahale darbelere kadar vardı.

Görgüsüz oburluk, militarist cazgırlık ve kapitalist enternasyonal taşeronluğu, “Amerikano-faşist”likle birlikte bölgede operasyonlara girişti. Aynı dönemde İran da atak bir dış politika izliyordu. Ancak diplomatik birikiminin binlerce yıllık deneyimi ile ve ihraç ettiği iddia edilen devrim, kendi devrimiydi. “Rambo’nun kılıcı” olarak değil, temel değerlerinin doğrultusunda bölgeye açılıyordu. Ekonomik-ideolojik-politik birikimsizliğinin çapsızlığı ile Türkiye’nin oligarşik egemenlik sistemi ise, emperyalist desteğin kaba güç kurgusu içinde Azerbaycan’da darbeye kalkışıyordu. Azerî macerası, Türkiye’nin sınıfsal dinamiklerinin, egemenlik sistemi açısından bir alt-emperyalistleşme sürecinin eğilimlerini ciddiyetle taşıyamayacağını gösterdi. Bu potansiyele sahip olmak, egemenlik sistemini, komprador çerçevenin emperyalist uşaklığı çizgisi dışına çıkaramıyordu. Bu bağlamda, Harp Akademileri Komutanlığı’nın 1996 Mart’ında gündeme getirdiği Petrostrateji kitabında yapılan analizlere bakmakta yarar var.

Bu analizde yer alan tespitlere göre: “Bakû-Ceyhan boru hattının gerçekleşme ihtimali hiç de yazıldığı ve çizildiği gibi kolay olmayacaktır. Konsorsiyum içinde yüzde 17’lik paya sahip İngiliz petrol şirketi BP, Rusya’nın ısrar ettiği Karadeniz ve Boğazlar güzergâhını daha ekonomik bularak, petrolde İngiliz-Rus ittifakına yöneldiler. Aynı ittifakın ABD şirketleri ile Rusya arasında gerçekleşmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Türkiye her an devre dışı bırakılabilir… 50-60 yıllık bir dönem sonunda biteceği tahmin edilse de, petrol, dünya sanayisinin ve tüketilen enerjinin başlıca hammaddesidir. Petrol bir para ve güç kaynağıdır. Ona sahip olunmadan değil gelişme, gündelik hayatı yürütmek mümkün olmaz.” TSK, “Petrol ve doğalgaz taşınmasındaki boru hattı güzergâhındaki çıkar ve çatışmasının kolayca çözümlenemeyeceği” inanandaydı ve “ABD’nin şimdilik destekler göründüğü” Bakû-Ceyhan hattının, “Başta Rusya olmak üzere tüm devletlerin” onayını gerektireceği vurgusunu yapıyordu.

Bu arada, Bakû-Ceyhan hattı için, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinde “yumuşama” bizzat Clinton tarafından talep ediliyordu. Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ise, dünya petrol tekelleri ile sıkı işbirliği yapmaktadır. 1997 Ağustos ayında ABD’yi ziyaret eden Aliyev için Amoco, Exxon, Chevron, Mobil lobi faaliyeti yürütüyor; Amerikan basınına “Hoş geldin Aliyev” ilanları veriyorlardı. Azerî devlet petrol şirketi SOCAR, Aliyev’in Washington’u ziyareti sırasında, Hazar havzasında Azerbaycan’ın payına düşen alanlarda petrol-doğalgaz yataklarının işletilmesi amacıyla; Exxon, Amoco, Mobil, Chevron ile 10 milyar dolarlık bir anlaşma imzaladı. Bu ABD şirketleri aynı zamanda Azerî ve Kazak sahalarından petrol çıkaran firmalardı.

Bölgede, petro-politik kıskacında Azerbaycan, yalnız değildir. İç savaşları, kanlı müdahaleleri, Rusya’nın katliamları, istihbarat operasyonları ile kuşatılan Çeçenistan da petro-politik zemberek içindedir. Çeçenistan’da ilk petrol kuyuları 1876’da Grozni’de açıldı. Sovyetler döneminde ise güçlü bir petrol ve doğalgaz endüstrisi kuruldu. Üç petrol rafinerisi, bir petro-kimya tesisi ve bir dizi boru hattı bu bölgedeki petrol endüstrisinin temeliydi.

Ancak, Çeçenistan’ın petrol üretimi 1992 yılında bile oldukça düşük bir rakam olan 3 milyon tondu. Oysa aynı dönem, Tataristan 30 milyon ton, Başkır bölgesi ise 18 milyon ton petrol çıkarıp işliyordu. Dudayev, ülkenin petrol zenginliğine ilişkin bir söylemi ön plâna çıkarıyordu. Çeçen petrolü ülke ticaretinin en büyük kalemiydi. Petrol ihracatı büyük kâr ettiriyordu.

Örneğin, Çeçenistan’da 1 ton gazolin 1 dolara satılırken, Litvanya’da 150 dolardan alıcı buluyordu. Rus ortakların katılımı ile petrol ve ürünleri Rus bölgesinde satılıyordu. Ayrıca, başka bölgelerden de Çeçenistan’a işlenmek üzere petrol gönderiliyordu. Petrol, 1994 yılına kadar ülkeden Rus çalışma ruhsatları ve ortak firmalar aracılığıyla çıkarılıyordu. Çeçenistan’da petrolden akan kârlar, Adam Albakov’un kasalarına akıyordu. Albakov, Dudayev’in de destekçisiydi.

1994 sonunda, Rusya, Çeçenistan’daki petrol- doğalgaz kompleksini kontrol altına almak amacıyla saldırıya geçti. Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin’in emriyle taarruz başladığında, Çeçenistan’daki hükümetin başında Salambek Kadıyev vardı. Kadıyev, SSCB’nin, petrol ve petro-kimya endüstrisinde bakanlık yapmış eski bir görevliydi ve Çernomirdin, bir zamanlar onun emrinde görevli bir bürokrattı. Azerbaycan’ın Batılı petrol tekellerinin etki alanına girmesi, ABD’nin Hazar petrolleri “mitosuna dayanarak bölgede etkinlik kazanması ve Türkiye’nin çabaları Rusya’yı harekete geçirdi. Hazar petrolünün Azerbaycan’dan Novorossisky’e taşınmasını gündeme getiren Rusya, boru hattını Çeçenistan’dan geçirmek zorundaydı. 1996 kışında Azerbaycan ile Rusya arasında Hazar petrolünün Rus toprakları üzerinden taşınması konusunda bir anlaşma da imzalandı.

1996 Nisan’ında Cahar Dudayev, bir suikast sonucu öldürüldü. Eylül 1997’de ise Rusya, Çeçenistan ve Azerbaycan aralarında, Hazar petrolünün Novorossisky’den geçişi üzerine bir anlaşma imzaladılar; Rusya petrolün taşınması için ton başına 15,67 dolar alırken, Çeçenistan da “pompalama hizmeti” için ton başına 4,57 dolar alacaktı. Aslan Mashadov’a bağlı Musa Çalayev komutasında bir kuvvet boru hattını koruyacaktı. Taraflar yükümlülüklerini bir yıl boyunca yerine getirdiler. Ancak, 1998 Ağustos’unda, Moskova kendi ödemelerini yapmayı reddetti (58).

Oysa Transneft Şirketi, Çeçen parasından düşen payı Rus Maliye Bakanlığı’na ödemeye devam ediyordu. Bu arada üretim sahaları “savaş ağaları”nın kontrolüne geçiyor, mafia metotları üretimi işlemez hale getiriyordu. Rus ordusu, Çeçenistan’ı işgal ettikten sonra yasa dışı petrol ticareti ile bütünleşti; ordu ile bu ticaretin patronları ortak çıkarlarda buluştu. Üretim ise feci boyutlara düştü. 1991’de 3,9 milyon ton petrol üretip, 15 milyon ton petrol işleyen Çeçenistan, 2000 yılında 100 bin ton petrol üretip, hiç petrol işleyemiyordu. Rus ordusu açıkça petrol yağması üzerine bir düzen kuruyordu. Petrol yağmasından büyük kârlar sağlayan Rus ordusunun üst kademesi, savaşın hiç kesilmeden sürmesinden yanaydı.

Çeçenistan doğumlu Rus politikacı Ruslan Hasbulatov, “Savaştan önce Çeçenistan’da 1.000 civarında küçük petrol rafinerisi faaliyetteyken, bugün bu sayının 4-5 bin civarına çıktığını görüyoruz.” diyordu. Bunlar ilkel teknik şartlarda çalışan basit kuruluşlardır. Yasa dışı, petrol ticaretinin günlük cirosu 10-15 milyon ruble civarındadır. Çeçen petrolü, tetiklediği şiddetli bir çıkar mücadelesinin hem aracı hem amacıdır. Ayrıca, Çeçenistan petrol yolları üzerinde stratejik bir kavşak durumunda olmanın ağır bedelini ödemektedir.

ABD emperyalizmi, petrol kaynakları üzerinde denetimi “global güvenlik” ağının temel unsuru sayıyor; bu bağlamda, Balkanlar’da da kontrol kuruyor. ABD petrol devi Amaco, Bosna’da petrol arıyor. Batı, bölgede petrol aranan alanları genişletmeye niyetlidir. Dünya Bankası ve operasyonları yöneten çokuluslu şirketler savaşı devam ederken, petrol yatakları konusunda elde ettikleri araştırma raporlarını savaşan hükümetlere bildirmediler.

Hırvatistan’ın elinde tuttuğu Sırp bölgesinde, Tuzla bölgesinden Sava Nehri’ne kadar uzanan alanda önemli petrol yatakları bulunuyor. Bu alan Dayton Anlaşmasıyla birlikte, Tuzla’da karargâh kuran ABD askerî bölgesinin içinde kaldı! Dayton Anlaşması sonrası, 70 bin askerden oluşan 9 ağır silahlı tugay özünde “barış” adına değil, Batının Bosna-Hersek’in topraklarının bölünmesindeki ekonomik çıkarlarını yönetmek için bölgeye yayıldı. ABD’nin payına ise petrol bulunan alanlar düştü (59)!

21. Yüzyıla girerken Rusya’nın büyük potansiyelini tekrar not etmek gerekiyor. Bush-Putin anlaşmasının petrole ilişkin boyutları halen net olarak bilinmiyor. Bunun Rus petrolünü, ABD açısından bir “sigorta”ya dönüştüren yönlerinin olup olmadığı ilerde netleşecek. 2002 yılında 9,4 milyon varili bulan bir ABD günlük ihtiyacı söz konusudur. Rusya ise günde 8 milyon varil petrol üretiyor (Bu üretimin yarıdan fazlasını Lukaoil, Yukos, Sibneft ve Tymen Oil gerçekleştiriyor). Rusya, bu günlük üretimin 5,1 milyon varilini ihraç ediyor ve ağırlık Avrupa ülkelerinde [Wall Street Journal, 28.11.2002).

Rusya, Murmansk’ta 1,5 milyar dolara büyük bir tesis kuruyor. 2005’te bitmesi planlanan boru hattı, ABD’ye günde 1 milyon varil petrol pompalayabilecek. Orta Doğu ve Irak operasyonunun riskleri karşısında Rus “güvencesi”ne ilişkin fizibilite çalışmaları hangi “büyük oyun”un kurgusudur zaman gösterecek.


Notlar

1- Petrol Savaşı, Leonard Mosley, çev: Halim İnal, E Yay., İst., 1975, S. 23-24.

2- Petrol Savaşı, Leonard Mosley, çev: Halim İnal, E Yay., İst., 1975, S. 24-25.

3- Yahudi Tarihi, Pozitif Yay., Poul Johnson, çev: Filiz Orman, İst., 2000, s. 306.

4- Petrol, Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Daniel Yergin, Çev: Kamuran Tuncay, İş Bankası Yay., S. 57-58, Ankara, 1995.

5- Yahudi Tarihi, Pozitif Yay., Poul Johnson, çev: Filiz Orman, İst., 2000., S. 308.

6- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., s. 39, İst., 1998.

7- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., s. 40, İst., 1998.

8- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., s. 41, İst., 1998.

9- Bakû Komünü, Ronald Grigor Suny, çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., İst., 1990, s. 20.

10- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998, s. 67.

11- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998, s. 70.

12- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998, s. 71.

13- Bakû Komünü, Ronald Grigor Suny, çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., İst., 1990, s. 35.

14- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998,, s. 73.

15- Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, A. Bennigsen-C. L. Quelqejay, Çev: Erden Akbulut- T. Ahmet Şensılay, Sosyalist Yay., İst. 1995, s. 22.

16- Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, A. Bennigsen-C. L. Quelqejay, Çev: Erden Akbulut- T. Ahmet Şensılay, Sosyalist Yay., İst. 1995, s. 30.

17- Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, A. Bennigsen-C. L. Quelqejay, Çev: Erden Akbulut- T. Ahmet Şensılay, Sosyalist Yay., İst. 1995, s. 34.

18- İslam’ın Serüveni, 3. Cilt, M.G.S. Hodgson, İz Yayınları, 1993, İst., s: 333.

19- Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura, François Gergeon, Yurt Yay., çev: Alev Er, s. 27.

20- Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Masami Arai, İletişim Yay., İst., 1992, s. 87.

21- Bakû Komünü, Ronald Grigor Suny, çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., İst., 1990, s. 63.

22- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998, s. 117.

23- Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycan’ı, 1905-1920, Tadeusz Swietochowski, çev: Nuray Mert, Bağlam Yay., İst., 1998, s. 117.

24- Enver Paşa, c. III, Ş. Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi, İst., 1985, s. 367.

25- Enver Paşa, c. III, Ş. Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi, İst., 1985, s. 422.

26- Enver Paşa, c. III, Ş. Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi, İst., 1985, s. 425-426.

27- Türk-Sovyet İlişkileri, Stefanos Yerasimos, Gözlem Yay., İst., 1979, s. 34.

28- Bakû Komünü, Ronald Grigor Suny, çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., İst., 1990, s. 275.

29- Bakû Komünü, Ronald Grigor Suny, çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., İst., 1990, s. 277.

30- Panislâm Politikaları, İdeoloji ve Örgütlenme, Jacob M. Landau, çev: Nigar Bulut, Anka Yay., İst., 2001, s. 281.

31- Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannnes Glasneck, Çev: Arif Gelen, Onur Yay., Ankara, s. 88-89.

32- Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Cemil Koçak, Yurt Yay., Ankara, 1986, s. 83.

33- Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannnes Glasneck, Çev: Arif Gelen, Onur Yay., Ankara, s. 118-119.

34- Unutulan Yıllar, Niyazi Berkes, Yayına Hazırlayan: Ruşen Sezer, İletişim Yay., İst., 1997, s. 228,-229.

35- Gamalıhaç ile Kızılyıldız Arasında, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Doğu Halklarının Milliyetçiliği, Patrik Von Zur Mühlen, çev: Eşref Bengi Özbilen, Mavi Yay., Ankara, 1984, s. 153.

36- Denge Oyunu, II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Selim Deringil, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1994, s. 230.

37- Denge Oyunu, II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Selim Deringil, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., s. 248.

38- Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Paul Kennedy, Çev: Birtane Karanakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1994, s. 425-426.

39- Petrol Savaşı, Leonard Mosley, çev: Halim İnal, E Yay., İst., 1975, s. 156-157.

40- Petrol Savaşı, Leonard Mosley, çev: Halim İnal, E Yay., İst., 1975, s. 179.

41- Petrol Savaşı, Leonard Mosley, çev: Halim İnal, E Yay., İst., 1975, s. 184.

42- Petrol Oyunu, Anthony Sampson, s. 119.

43- Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Paul Kennedy, Çev: Birtane Karanakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1994, s. 430.

44- Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Paul Kennedy, Çev: Birtane Karanakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1994, s. 431.

45- Savaşta ve Barışta Büyük Stratejiler, Poul Kennedy, çev: Ahmet Fethi, Eti Kitapları, İst., 1995, s. 75-76.

46- Petrol Oyunu, Anthony Sampson, s. 122.

47- Petrol Oyunu, Anthony Sampson, s. 124.

48- Menfaatler Çatışması Ortası Türkiye, içinde: Hazar’da “Büyük Oyun” Mitosu: Enerjinin Gerçek Jeopolitiği, Amy Myers Jaffe-Robert A. Manning, çev: Musa Ceylan, derleyen: Yılmaz Tezkan, Ülke Kitapları, 2000, s. 132.

49- Türkiye’nin Komşuları, içinde: “Rafsancani’den Hatemî’ye İran Dış Politikasına Bakışlar”, Gökhan Çetinsaya, İmge Kitabevi, Ankara 2002, s. 310.

50- Menfaatler Çatışması Ortası Türkiye, içinde: Hazar’da “Büyük Oyun” Mitosu: Enerjinin Gerçek Jeopolitiği, Amy Myers Jaffe-Robert A. Manning, çev: Musa Ceylan, derleyen: Yılmaz Tezkan, Ülke Kitapları, 2000, s. 141.

51- Menfaatler Çatışması Ortası Türkiye, içinde: Hazar’da “Büyük Oyun” Mitosu: Enerjinin Gerçek Jeopolitiği, Amy Myers Jaffe-Robert A. Manning, çev: Musa Ceylan, derleyen: Yılmaz Tezkan, Ülke Kitapları, 2000, s. 142-143.

52- Yükselen Asya, Mehmet Öğütçü, İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 272-273.

53- Yükselen Asya, Mehmet Öğütçü, İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 247.

54- Avrasya Boru Hatları ve Türkiye, Atakan Gül – Ayfer Yazgan Gül, Bağlam Yay., İst., 1995, s. 64.

55- Avrasya Boru Hatları ve Türkiye, Atakan Gül – Ayfer Yazgan Gül, Bağlam Yay., İst., 1995, s. 68.

56- Kurt Kapanında Kısır Seyahat-Gizli Belgelerle Boru Hattı Bozgunu, Lale Sarıibrahimoğlu, İmge Kitabevi, Ankara, 1997, s. 42.

57- Kurt Kapanında Kısır Seyahat-Gizli Belgelerle Boru Hattı Bozgunu, Lale Sarıibrahimoğlu, İmge Kitabevi, Ankara, 1997, s. 109.

58-Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, içinde: “Çeçen Çatışmasında Petrol Faktörü”, Sanobar Sermetova, Derleyenler: Osman Akınhay- Özcan Özen, İst., 2002, s. 154-156.

59- Yoksulluğun Küreselleşmesi, Michel Chossudovsky, çev: Neşenur Domaniç, Çiviyazıları, İst., 1998, s. 311-312.


Barbarlığın Kaynağı Petrol, Suat Parlar, Anka Yay., İstanbul, 2003.