Jean – Paul Sartre: Aydın Kimdir?

Jean - Paul Sartre: Aydın Kimdir?


Yetki sınırlarını aşmakla suçlandığına göre, aydın kendilerini sosyal olarak tanınan işlevlerle tanımlayan insanların oluşturduğu bütünde özel bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bakalım, bu ne anlama geliyormuş.

Her praksis birçok uğrak içerir. Eylem, olmayanın (ulaşılacak amaç, son tahlilde yaşamı yeniden üretmek için durumun ilk verilerinin yeniden dağıtılması) yararına olarak, olanı (pratik alan değiştirilecek durum olarak kendini ortaya koyar) kısmen yok sayar

Ama bu yok sayma bir açığa çıkarıştır ve olanla olmayan gerçekleştirildiğine göre bir olumlamayı da beraberinde getirir, olmayandan hareketle olanı ortaya çıkartıcı kavrayış, verilenin içinde, henüz olmayanı gerçekleştirecek bir yol bulmak zorunda olduğundan, olabildiğince açık olmalıdır (bir malzemeden beklenen direnç, onun maruz kaldığı baskıya göre kendini gösterir). O halde praksis, gerçekliği açığa vuran, onu aşan, koruyan ve çoktan değiştirmiş olan pratik bilgi uğrağını içinde barındırır. Araştırma ve kendi yönlendirilmiş değişim olanağını içinde taşıyan varlığın kavranması olarak tanımlanan pratik gerçeklik bu düzeyde yer alır.

Gerçeklik varlığa var olmayandan, şimdiki zamana pratik gelecekten gelir. Bu bakımdan, gerçekleştirilmiş girişim, keşfedilen olanakların sınanmasıdır. (Sırat köprüsünden ırmağın öte yakasına geçerken, seçilen ve bir araya getirilen malzeme öngörülen direnci gösterir.) Bu nedenle, pratik bilgi öncelikle icattır. Keşfedilmeleri, kullanılmaları ve sınanmaları için, olanakların önce icat edilmiş olmaları gerekir.

Bu anlamda, her insan tasarıdır: henüz olmayandan hareketle çoktan olanı icat ettiği için yaratıcı, girişimini sonuçlandıracak olanakları kesinlikle belirlemeden başarıya ulaşamayacağı için bilgin, konulan hedef şematik olarak araçları da gösterdiğinden, hedef ne kadar soyutsa, aydın da o kadar somut araçlar bulmak zorunda olduğundan araştırmacı ve sorgulayıcıdır; bu da, amacın bu araçlar tarafından belirlenmesi ve kimi zaman saptırılarak zenginleştirilmesi demektir. Bu onun amacı, sonunda amaç kullanılan araçların bütünleyici birimi olana kadar araçlarla sorgulaması anlamına gelir. O anda, aydının “buna değip değmediğine,” yani bir başka deyişle, yaşamı her yönüyle kucaklayan bir bakış açısından ele alman bütünleyici amacın, kendisini gerçekleştirecek enerjik dönüşümlerinin boyutlarına ya da başka türlü söylersek, kazanımın enerji tüketimine değip değmeyeceğine karar vermesi gerekir. Çünkü biz, her türlü harcamanın şu ya da bu yanıyla hırsızlık gibi göründüğü bir yoksunluklar dünyasında yaşıyoruz.

Modern toplumlarda, iş bölümü farklı gruplara, bir araya geldiğinde praksis’i oluşturan çeşitli görevler yükler. Bizi ilgilendirdiği yanıyla da, pratik bilgi uzmanlarının doğmasına zemin hazırlar. Başka bir deyişle eylemde bir uğrak olan örtünün kaldırılması, özel bu grup içinde ve bu grup aracılığıyla izole edilir ve kendisi için ortaya konur. Sonlar egemen grup tarafından tanımlanır ve çalışan sınıflar tarafından gerçekleştirilir, ama araçların incelenmesi işi Colin Clarke’ın üçüncü sektör adını verdiği ve bilginlerden, mühendislerden, hukukçulardan, yargıçlardan, kanun adamlarından, profesörlerden vb. oluşan teknisyenler kesimine bırakılmıştır.

Bu insanlar birey olarak başkalarından da farksızdır, çünkü ne yaparsa yapsın hepsi de, düzenleme projeleriyle aştıkları varlığın üstündeki örtüyü kaldırır ve onu korur. Onlara yüklenen sosyal işlev, olanaklar alanının eleştirel incelemesinden ibarettir ve ne hedeflerin değerlendirilmesi ne de çoğu zaman olduğu gibi, gerçekleştirilmesi onların işi değildir (istisnalar vardır: mesela cerrah). Her pratik bilgi teknisyeni aydın değildir, ama aydınlar onlar arasından -başka hiçbir yerden değil- çıkar.

Ne olduklarını anlamak için, bunların Fransa’da nasıl ortaya çıktıklarına bir bakalım. 16. yüzyıla kadar ruhban -kilise adamı- da bilgiyi elinde tutanlardandı. Ne baronlar okuma biliyordu, ne de köylüler. Okuma rahibin işiydi. Ama kilise ekonomik bir güce (uçsuz bucaksız zenginlikler) ve politik bir güce (feodallere dayattığı ve çoğunlukla da uyulmasını sağladığı Tanrı barışının da kanıtladığı gibi) sahipti. Bu özellikleriyle kilise kendisini ifade eden ve başka sınıflara dayattığı bir ideolojinin, Hıristiyanlığın bekçisidir.

Din adamı derebeyiyle köylü arasında bir aracıdır. Karşılıklı olarak, onların ortak bir ideolojiye sahip olduklarını (ya da sahip olduklarını sandıkları) bilmelerini sağlar. Dogmaları korur, geleneği aktarır ve uyarlar. Kilise adamı olduğundan, bilgi uzmanı olamaz. Mitik bir dünya imajı sunar, kilisenin sınıf bilincini ifade ederken, bir yandan da tamamen kutsal bir evrende insanın yerini ve yazgısını tanımlayan totaliter bir mittir bu ve sosyal hiyerarşiyi vurgular.

Pratik bilgi uzmanı burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Bu tüccarlar sınıfı, oluştuğu andan itibaren, kilisenin ticari kapitalizmin gelişmesini baltalayan ilkeleri (dürüst fiyat, tefeciliğin lanetlenmesi) yüzünden bu kurumla çatışmaya girer. Bununla birlikte, kendi ideolojisini tanımlamayı pek de dert etmeden kiliseninkini benimser ve korur. Ama teknik yardımcılarını ve koruyucularını kendi çocukları arasından seçer. Ticaret filoları bilginlerin ve mühendislerin varlığını gerekli kılar. Çift yönlü muhasebe matematikçilerin doğmasına zemin hazırlayacak hesap adamları ister: reel mülkiyet ,ve sözleşmeler kanun adamlarının sayısının artmasını zorunlu kılar, tıp gelişir ve sanat alanında burjuva gerçekçiliğinin kökeninde anatomi yatar. Yani araç uzmanları burjuvaziden ve burjuvazinin içinde doğar: onlar ne bir sınıftır ne de seçkin bir kesim.

Ticari kapitalizm denen o geniş girişimle tamamen bütünleştiklerinden, ona tutunma ve daha da genişleme olanakları sağlarlar. Bu bilim adamları ve bu pratisyenler hiçbir ideolojiye bekçilik etmezler ve işlevleri de burjuvaziye bir ideoloji kazandırmak değildir. Burjuvalarla kilise ideolojisini karşı karşıya getiren sürtüşmelere pek az karışacaklardır: sorunlar din adamları düzeyinde ve onlar tarafından ortaya konacaktır. Burjuvazi, gelişen ticaretle bütünleşecek bir güç haline gelirken, onlar kendi aralarında, yapay bir evrensellik adına birbirlerine düşeceklerdir. Onların kutsal ideolojiyi yükselen sınıfın gereksinimlerine uydurma girişimlerinden, hem Reform (Protestanlık ticari kapitalizmin ideolojisidir) hem de Karşı Reform (Cizvitler Protestan kilisesinde burjuvaziyi sorgulayacaklardır: tefecilik kavramı onlar sayesinde kredi kavramına dönüşür) doğar. Bilim adamları bu çatışmalar arasında yaşar, bunları aşağılar, bunlardaki çelişkiyi hisseder, ama henüz bunların baş etmeni değildir.

Aslında, ancak pratik sektörlerin tümünün kutsallıktan arındırılmasında çıkarı olan burjuvaziyi kutsal ideolojinin hiçbir uyarlaması hoşnut edemezdi. Oysa, pratik bilgi teknisyenlerinin -ruhban sınıfının kendi arasındaki çekişmelerin ötesinde- farkında bile olmadan, burjuva sınıfının praksis’ini kendi içinde açıklayarak ve mal dolaşımının gerçekleştiği zaman ve yeri tanımlayarak ortaya koyduğu şey işte budur. Kutsal bir sektör laikleştirildikçe, Tanrı yeniden göğe yükselmeye hazırdır: 17. yüzyıldan itibaren, Tanrı saklı bir Tanrı’dır artık. Aynı anda, burjuvazi kendini küresel bir dünya görüşüyle, yani bir ideolojiden hareketle bir sınıf olarak onaylama gereksinimini duyar: “Batı Avrupa’da düşünce bunalımı” olarak adlandırılan şeyin anlamı işte budur.

Bu ideoloji ruhban sınıfı tarafından değil, ama pratik bilgi uzmanları tarafından oluşturulacaktır: hukukçular (Montesquieu), edebiyatçılar (Voltaire, Diderot, Rousseau), matematikçiler (d’Alembert), bir maliyeci (Helvetius), hekimler, vb. Bunlar din adamlarının yerini alır ve kendilerine “filozof’ adını verirler, yani “bilgelik tutkunları.” Bilgelik ise akıl demektir. Filozofların özel çalışmaları dışında, burjuvazinin eylem ve taleplerini kucaklayıp doğrulayan akılcı bir evren kavramı yaratmaları söz konusudur…

Dönemin bilim ve teknik alanlarında denenmiş araştırma yöntemlerinden başka bir şey olmayan analitik yöntemden yararlanacaklardır. Bu metodu tarih ve toplum sorunlarına uygulayacaklardır. Bu, akıldışı bir bağdaştırmacılık üstünde temellenen aristokrasinin geleneklerine, ayrıcalıklarına ve mitlerine karşı en etkili silahtır. Gene de ihtiyatlı davranarak aristokrasinin ve dinbilimin mitlerini kemiren zehri, yüzeysel bağdaştırmacılıklara dönüştüreceklerdir.

Ben pozitif bilimlerle, Tanrı’nın yarattığı Hıristiyan dünyası arasında uzlaşma konusu olan Doğa düşüncesini tek bir örnek olarak veriyorum: Her ikisi de doğrudur: Doğa her şeyden önce, varolan her şeyi toparlayan ve bağdaştıran bir birlik düşüncesidir -bu da bizi tanrısal nedenlere götürür; ama Doğa, aynı zamanda her şeyin yasalara bağlı olduğu, dünyanın sonsuz sayıda sebep-sonuç zincirinden oluştuğu ve bilinen her nesnenin bu zincirlerden çoğunun karşı karşıya gelmesinin rastlantısal sonucu olduğu düşüncesidir ve bu da ister istemez Demiurgos, yani Yaradan düşüncesini ortadan kaldırmaktadır.

Böylece, bu çok iyi seçilmiş kavrama sığınarak Hıristiyan, tanrıcı, tanrıtanımaz, materyalist olunabilir, ister derinlerdeki düşünceni hiç inanmadığın bu dış cephenin arkasına sakla, ister kendi kendini kandır, ister hem inan, hem inanma. Filozofların çoğu, ta küçücük bir çocukken içlerine işlemiş dini inançlardan pekâlâ da etkilenmiş olmalarına karşın, pratik bilgi uzmanları olarak aynen bu son durumda bulunuyorlardı.

Bu noktadan itibaren, çalışmaları burjuvaziye, feodaliteye karşı savaşması için gerekli silahları vermek ve gururlu bilinci içinde onu onaylamaktan ibaret olacaktır. Doğa yasaları düşüncesini ekonomik alana da yayarak -kaçınılmaz, ama temel bir hata- ekonomiyi laik ve insanın dışında bir sektör haline getirirler: yasaların değiştirilmesi akla bile getirilemeyen katılığı, insanları boyun eğmeye zorlar; ekonomi doğanın bir parçasıdır: doğa gibi ona da ancak boyun eğerek egemen olabilirsiniz.

Filozoflar özgürlük, özgür düşünce hakkı talep ederlerken, aslında pratik araştırmalar (bir yandan gerçekleştirdikleri) için gerekli bağımsız düşünceyi talep etmektedirler, ama burjuva sınıfı için bu talep her şeyden önce, ticareti baltalayan feodal kalıntıların ortadan kaldırılmasını ve liberalizmi ya da ekonomide serbest rekabeti hedeflemektedir. Aynı şekilde, bireycilik de, burjuva mülkiyetçilerine her şeyden önce insanlar arası ilişkiler demek olan feodal mülkiyete karşı, sahip olanla sahip olunan mal arasındaki aracısız ilişki olan reel mülkiyetin onaylanması gibi görünmektedir.

Sosyal atomizm dönemin bilimsel düşüncesinin topluma uyarlanmasının sonucudur: burjuva bu düşünceyi sosyal “organizmaları” reddetmek için kullanır. Bütün sosyal parçacıkların eşitliği, analitik akla dayanan bilimci ideolojinin zorunlu bir sonucudur: burjuvalar bunu insanların gen kalan kısmını onların karşısına çıkartarak soyluları toplum dışına atmak için kullanacaklarıdır. Gerçekten de o dönemde burjuvazi, Marx’ın dediği gibi, kendini evrensel bir sınıf olarak görmektedir.

Özetle, “filozoflar” bugün “aydınlar” nelerle suçlanıyorsa, ondan başka bir şey yapmamışlardır: yöntemlerini, ulaşması gereken amaçlar dışında, yani materyalist ve analitik bir bilimcilik üstüne dayalı bir burjuva ideolojisi kurmak için kullanmışlardır. Onları ilk aydınlar olarak mı görmeliyiz? Hem evet, hem hayır. İşin aslı, o dönemde aristokratlar onları kendilerini hiç ilgilendirmeyen şeylere karışmakla suçluyordu. Din adamları da. Ama burjuvazi hiç suçlamadı onları. Çünkü onların ideolojileri hiçlikten çıkmamıştı: burjuva sınıfı ticari pratiği içinde ve sayesinde onu kaba çizgileriyle ve dağınık biçimde üretmekteydi; işaretler ve simgeler içinden, kendi bilincine varabilmek için öteki sosyal sınıfların ideolojilerini çözüp dağıtabilmek için ona ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Yani, “filozoflar” Gramsci’nin bu sözcüğe verdiği anlamla, organik aydınlar olarak çıkıyorlar karşımıza: burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etme işlevini üstleniyorlar.

Bu organik uyum nereden gelmektedir? Önce, o sınıf tarafından yaratılmalarından, onun başarılarıyla ilerlemelerinden, onun gelenek ve görenekleriyle, düşünceleriyle yoğrulmuş olmalarından. Sonra ve özellikle, bilimsel, pratik araştırma hareketiyle yükselen sınıfın hareketi birbiriyle örtüştüğünden: tartışma ruhu, serbest ticareti engelleyen otorite ilkesinin ve engellerin reddi, bilimsel yasaların evrenselliği, feodal yöreciliğe karşı çıkan insanın evrenselliği, sonuçta şu iki formüle bağlanan -her insan bir burjuvadır, her burjuva bir insandır- bu değerler ve düşünceler bütününün bir adı vardır; o da burjuva hümanizmidir.

Bu bir altın çağdı: burjuvazinin içinde doğan, eğitim gören, yetişen “filozoflar onun da onayıyla burjuva ideolojisini ortaya çıkartmak için uğraşıyorlardı. Bu çağ gerilerde kaldı. Bugün burjuva sınıfı iktidardadır, ama hiçbir şey onu evrensel sınıf olarak kabul ettiremez. Sadece bu bile onun “hümanizminin” köhnemişliğini ortaya koymaya yetecektir. Bu ideoloji aile kapitalizmi zamanında ne kadar yeterliyse bugünkü tekeller çağına da o denli uymamaktadır. Gene de hâlâ dayanmaktadır: burjuvazi kendini hümanist ilan etmekte direniyor, Batı kendini özgür dünya olarak tanımlıyor, vb. Bu arada, 19. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle de Dreyfus olayından bu yana filozofların torunları aydınlar haline geliyor. Bu ne demektir?

Onlar her zaman için pratik bilgi uzmanlarının içinden çıkıyor. Ama onları tanımlamak için, bu sosyal kategorinin halihazırdaki karakter özelliklerini ortaya dökmek gerekiyor.

1- Pratik bilgi teknisyeni tepeden seçilmiştir. Genel olarak, artık egemen sınıf içinden çıkmamaktadır, ama kendi içinde onu atayan ve yapacağı işe karar veren bu sınıftır: girişimlerinin gerçek yapısına göre (sözgelimi endüstrileşmenin içinde bulunduğu evreye göre), onun özel seçimleri ve çıkarları dikkate alınarak belirlenen sosyal gereksinimlere göre (bir toplum, ölülerinin sayısını, artı değerden tıbba ayıracağı paraya göre kısmen kendi seçer). Elde edilen mevki ve oynanacak rol olarak işi, bir adamın soyut, ama beklenen geleceğini öncesinden tanımlar: 1975 yılı için şu kadar hekim, öğrenim görevlisi vb. açığı, bir bölük genç için hem olanaklar alanının yapılanması, devam edilecek dersler, hem de bir yazgı demektir: gerçekte, çoğu zaman işleri, tıpkı sosyal varlıkları gibi, daha onlar doğmadan önce kendilerini beklemektedir; kaldı ki, sosyal varlıkları da onların günü gününe yerine getirecekleri işlevlerin birliğinden başka bir şey değildir. O halde, çıkarına göre, ki bu onun en yüce hedefidir, teknisyenlerin sayısının ne olacağına karar verecek olan egemen sınıftır. Aynı zamanda endüstriyel büyüme, konjonktür, ortaya çıkan yeni gereksinimler (sözgelimi, kitle üretimi reklamcılıkta hatırı sayılır bir gelişmeye yol açmış, bu da gitgide artan sayılarda psikolog- teknisyenlerin, istatistik uzmanlarının, reklamcılıkta fikir üreticilerinin ve metin yazarlarının, bunları gerçekleştirecek sanatçıların, vb. ortaya çıkmasını sağlamıştır ya da human engineering’in yani insan mühendisliğinin benimsenmesi psiko teknisyenlerle ya da sosyologlarla doğrudan işbirliğini zorunlu hale getirmektedir) ışığında, bunların ücretleri için artı değerden ayrılacak pay miktarına da o karar vermektedir. Bugün durum çok açıktır: endüstri çağı geçmiş köhne hümanizmi bir yana bırakarak, işletmelere test uzmanları, ikincil kadrolar, halkla ilişkiler vb. temin etmeyi hedefleyen uzmanlık disiplinlerine yönelmeleri için üniversitelere el koymak istemektedir.

2- Pratik bilgi uzmanlarının ideolojik ve teknik eğitimi de tepeden oluşturulan (ilk, orta, yüksek), dolayısıyla seçmeci bir sistemle belirlenmektedir. Egemen sınıf onlara şunları verecek biçimde düzenlemektedir eğitimi:

a) kendi uygun gördüğü ideoloji (ilk ve orta);

b) işlevlerini yerine getirmelerini sağlayacak bilgi ve uygulamalar (yüksek).

Yani daha başından onları iki rol için eğitmektedir: İlkinde onları hem araştırma uzmanı hem de egemen güçlerin hizmetkârı, daha açık bir deyişle geleneğin bekçileri yapmaktadır. İkinci rolse, Gramsci’nin deyişiyle onları “üstyapıların görevlileri” olmak için hazırlar; bu kimlikleriyle sosyal egemenliğin ve siyasal yönetimin alt görevlerini (test uzmanları düzenin bekçileri, profesörler seçmecidir, vb.) yerine getirebilecek kadar bir güce sahip olurlar. Sessiz sedasız, değerlerin aktarılması (günün gereksinimlerine uydurmak amacıyla onları yeniden elden geçirerek) ve yeri geldikçe, teknik bilgilerine dayanarak diğer bütün sınıfların gerekçelerine ve değerlerine karşı savaşmakla görevlendirilmişlerdir. Bu düzeyde, kimi zaman açıkça (Nazi düşünürlerinin saldırgan milliyetçilikleri) kimi zaman üstü kapalı (evrensel hümanizm, daha doğrusu sahte evrensellik) biçimde ideolojik bir yöreciliğin ajanları durumundadırlar. Üstünde durulması gereken şey, bu düzeyde, üstlerine vazife olmayan şeylerle ilgilenmekle görevli olmalarıdır. Bununla birlikte, kimsenin aklına onlara aydın demek gelmeyecektir: bunun nedeni, aslında egemen ideolojiden başka bir şey olmayan şeyleri bilimsel yasalar diye yutturmalarıdır. Sömürgecilik döneminde, psikiyatrlar beynin anatomik ve fizyolojik yapısını inceleyerek, Afrikalıların (mesela) geriliğini ortaya koyan sözümona tutarlı çalışmalar yapmıştı. Böylece burjuva hümanizminin korunmasına katkıda bulunuyorlardı: dış görünüşlerinden başka insanla hiçbir benzerliği olmayan sömürge toplumları dışında bütün insanlar eşittir. Başka çalışmalarla da, benzer biçimde kadın cinsinin zayıflığı kanıtlanmıştı: insanlık burjuvalardan, beyazlardan ve erkeklerden oluşuyordu.

3- Sınıflar arası ilişkiler pratik bilgi teknisyenlerinin ayıklanmasını otomatik olarak düzenlemektedir: Fransa’da bu sosyal kategoride hiçbir işçi yer almaz, çünkü bir işçi çocuğunun yükseköğrenim yapabilmesi çok zordur; son dönemlerde kırsal göçün kentlerdeki küçük memurluklara yönelmesi yüzünden, bu alanda köylü sayısı çok daha fazladır. Ama bunlar daha çok küçük burjuva çocuklarıdır. İktidar, bir burs sistemi sayesinde (eğitim parasızdır, ama yaşamak da lazımdır) koşullara göre şu ya da bu işe göre adam alma politikasını benimser. Ayrıca, orta sınıftan çocuklar için bile olanakların, aile bütçesi yüzünden son derece sınırlandığını da ekleyelim: Çocuklarının altı yıllık tıp eğitimi, orta sınıfların alt katmanlarındaki ailelerin bütçesinin kaldıramayacağı kadar ağır bir yüktür. Yani, pratik bilgi teknisyeni için her şey milimi milimine belirlenmiş gibidir. Genel olarak orta sınıfların ara katmanlarında doğan ve kafası çocukluğundan beri egemen sınıfın ayrımcı politikasıyla doldurulan çocuk, işiyle de orta sınıfta yer alır. Bu onun genel olarak işçilerle hiçbir yakınlığının olmadığı, gene de her halükârda artı değerden geçindiğinden, onların sömürülmesinde patron sınıfına suç ortaklığı ettiği anlamına gelir. Bu anlamda, onun sosyal varlığı ve yazgısı kendisine dışarıdan gelmektedir: o ortalamaların adamıdır, vasat-insandır, orta sınıfların insanıdır; etkinliklerinin yöneldiği genel hedefler kendi hedefleri değildir.

Aydın, işte bu noktada ortaya çıkar:

Her şey, egemen sınıfın pratik bilgi teknisyenine dönüştürdüğü sosyal hizmetlinin birçok noktada, aynı çelişkiden rahatsız olmasından kaynaklanır:

1. O çocukluğundan beri “hümanisttir’: yani bütün insanların eşit olduğuna inandırılmıştır. Oysa sadece kendine baksa, bizzat kendisinin insanlık durumlarının eşitsizliğinin bir kanıtı olduğunun bilincine varacaktır. Pratiğe dökülmüş bilgisinden ileri gelen sosyal bir güce mi sahiptir? O, bu bilgiyi, bir memur, bir yüksek ücretli ya da serbest meslek erbabı çocuğu olarak miras gibi devralmıştır: bu kültür, o daha dünyaya gelmeden aile içinde mevcuttur; bu bakımdan aile içinde doğmakla, bir kültürde doğmak aynı şeydir. Onun işçi sınıfı içinden çıkması halindeyse, başarması ancak, arkadaşlarının büyük bir çoğunluğunu dışarıda bırakan karmaşık ve seçiminde asla adil olmayan bir sistem sayesinde mümkündür. Neresinden bakılırsa bakılsın, hele hele bir de bütün sınavları en parlak bir şekilde geçmişse, bir bakıma hak edilmemiş bir ayrıcalığa sahip olacaktır. Bu ayrıcalık -ya da bilgi tekeli- hümanist eşitlik ilkesiyle bütünüyle çelişmektedir. Başka bir deyişle, onun bu ayrıcalıktan vazgeçmesi gerekecektir. Ama bu ayrıcalık bizzat kendisi olduğundan, bundan vazgeçmesi ancak kendini silmesiyle mümkün olacaktır ki, bu da insanların çoğunluğunda derinlere kök salmış yaşama içgüdüsüyle çelişen bir şeydir.

2. 18. yüzyıl “filozofunun” kendi sınıfının organik aydını olma şansına sahip olduğunu görmüştük. Bunun anlamı, burjuvazi ideolojisinin -feodal iktidarın köhne yapılarını sorguluyordu- bilimsel araştırmanın genel ilkeleri içinden, kendiliğinden doğmuş gibi görünmesidir: kendini evrensel bir sınıf olarak kabul eden burjuvazinin, kan ve ırk bağlarıyla ayrıcalıklı konum iddiasındaki aristokrasiye karşı evrensellik talep ettiği aldatmacası.

Bugün, başlangıçta pratik bilgi teknisyenlerini “hümanist eğitim ve öğrenimle işleyen burjuva ideolojisi onların, diğer yapıcı parçalarıyla, araştırma işlevleriyle, yani bilgi ve yöntemleriyle çelişir: onlarsa işte bu noktada evrenselcidir, çünkü evrensel bilgiyi ve evrensel pratikleri aramaktadırlar. Ne var ki yöntemlerini, egemen sınıfı ve ideolojisini -kendi ideolojileri de olan- incelemek için uygulasalar bile, her ikisinin de sinsi bir biçimde ayrımcı olduğunu kendilerinden gizleyemezler. İşte o andan itibaren, araştırmalarında bile bir yabancılaşma keşfederler, çünkü kendilerine yabancı olan ve sorgulamalarına izin verilmeyen amaçların aracı durumuna düşmüşlerdir. Bu çelişki onlardan değil, bizzat egemen sınıftan kaynaklanmaktadır. Sizin tarihinizden alınacak bir örnekte bunu çok açık biçimde göreceğiz.

1886’da Arinari Mori, Japonya’da kamu eğitiminde reforma girişir: ilk eğitim, militarizm ve milliyetçilik ideolojisine dayandırılacak, çocukta devlete bağlılık, geleneksel değerlere saygı gibi kavramlar geliştirilecektir. Ama Mori, öte yandan (Meici dönemindeyiz), eğitimin bu temel kavramlarla sınırlı kalması halinde, Japonya’nın endüstri donanımı için gereken bilim adamı ve teknisyenlerin yetiştirilemeyeceğine de inanmıştır. O halde, bu yüzden “yükseköğrenime” araştırmada yoğunlaşan belli bir serbestlik tanımak gerekmektedir.

O dönemden bu yana Japon eğitim sistemi çok büyük değişikliklerden geçti, ama ben bu örneği pratik bilgi uzmanlarındaki çelişkinin, egemen sınıfların çelişkili çıkarlarının eseri olduğunu göstermek için verdim. Gerçekten de, onları çocukluklarından itibaren bekleyen ve bir devlete, bir politikaya, egemen sınıflara boyun eğmede temellenen ayrımcı ideolojiyle, onlara gene dışarıdan, ama boyun eğdirildikten sonra kazandırılan araştırma ruhunun -özgür ve evrenselci- çatışması yüzünden onları çelişkili-insanlar haline getirecek olan çelişkili örneği oluşturan egemen sınıftır.

Bizde de aynı çelişki söz konusudur: kitlelerin çok daha küçük bir azınlık tarafından sömürülmesi gibi bir sosyal gerçeklik, sahte bir evrensellik maskesi altında daha çocukluklarından itibaren gizlenir onlardan: işçi ve köylülerin içinde bulunduğu gerçek durumlar ve sınıf mücadeleleri hümanizm adı altında onlardan saklanır: aldatıcı bir eşitlik kisvesi altında emperyalizm, sömürgecilik, bu uygulamaların ideolojisi olan ırkçılık hep saklanır; yükseköğrenime adım attıklarında, pek çoğunun kafası daha çocukluklarından itibaren kadınların değersizlikleriyle doldurulmuş durumdadır: yalnızca burjuvazinin erişebildiği özgürlük, kendilerine biçimsel bir evrensellik olarak sunulur: herkesin oy hakkı vardır, vb. Barış, ilerleme, kardeşlik, onları birer rekabetçi-insan haline getiren ayıklamayı, ABD Silahlı Kuvvetlerinin Vietnam’a saldırmasını, emperyalist savaşları güçlükle maskeler. Son zamanlarda, insanlığın üçte ikisinin kronikleşmiş bir yetersiz beslenme halinde yaşadığını örtbas etmek için, bu insanların “doğum kontrolü” konusunda bilgilendirilmesi ve bu konuda ahkâm kesme yoluna gidildi.

Bu demektir ki, bu birbirini tutmaz düşüncelere bir tutarlılık görüntüsü vermek, daha doğrusu, yanlışlığı, su götürmez düşünceler aracılığıyla araştırma özgürlüğünü sınırlamak isterken bilimsel ve teknik özgür düşünceye, kendisinden kaynaklanmayan normlarla set çekiyor ve dolayısıyla, araştırma ruhuna dış sınırlar çiziyorlar ve bunu yaparken de, bu sınırların bu ruhtan doğduğuna inanmaya ve inandırmaya çalışıyorlar. Sözün kısası, bilimsel ve teknik düşünce evrenselliğini ancak gözetim altında geliştirebiliyor, bu yüzden de, evrenselliğe sahip olmasına karşın, evrensel, özgür ve sağlam bir çekirdeğin varlığına karşın, belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşüyor.

3. Egemen sınıfların amaçları ne olursa olsun, teknik adamın işi öncelikle pratiktir, yani o yararlı olanı amaçlamaktadır. Falanca ya da filanca sosyal gruba yararlı olanı değil, hiçbir ayrım gözetmeksizin ve sınır koymaksızın yararlı olanı. Bir hekim kanseri iyileştirmek için araştırmalar yaparken, araştırmalarında, sözgelimi zenginlerin tedavi edilmesi gerektiği belirtilmez, çünkü kanserli hücrelerin zengin ya da yoksul olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Hastanın tanımlanmaması ister istemez onun evrenselleştirilmesi anlamına gelir: bir insan iyileştirilebiliyorsa (elbette araştırmanın dışında kalan sosyal ve mesleki kimlikleriyle karakterize edilen bir insan), bütün insanlar iyileştirilebilecektir. Ama, gerçekte bu hekim, koşullar yüzünden, az bulunurluk ve kâr (endüstri burjuvazisinin en büyük amacı) durumlarına göre, egemen sınıf tarafından belirlenen bir ilişkiler sistemi içine gömülmüş bulunmaktadır ve kredilerle kısıtlanan araştırmaları kadar -bir ilaç bulduğunda- ilk tedavilerin ücreti de önce ancak küçük bir azınlığın hizmetine sunulacaktır (şunu da ekleyelim ki, hekimin buluşları ekonomik nedenlerle şu ya da bu kuruluş tarafından gizli tutulabilir. Yaşlılığa karşı birinci sınıf ama Romanya yapımı bir ilaç birçok ülkede satılırken, eczacıların direnişi yüzünden Fransa’da bulunmamaktadır; gene bir kısım ilaç yıllardır laboratuvarlarda mevcutken, bunları hiçbir yerde bulamazsınız ve halk da bunlardan haberdar değildir, vb.). Çoğu durumda, ayrıcalıklı sosyal kesimler, pratik bilgi teknisyeninin işbirliğiyle, onların buluşlarının sosyal yararlılığını çalar ve bunları çoğunluğun aleyhine küçük bir azınlığın yararına dönüştürür. Bu nedenle, yeni buluşlar çoğunluk için uzun bir süre yoksunluk aracı olarak kalır: göreli yoksulluk denen şey işte budur. Böylece, herkes için icatta bulunan teknisyen sonuçta -en azından, ne kadar süreceği çok ender olarak öngörülebilen bir zaman için- çalışan sınıfların göreli olarak yoksullaşmasında bir ajan durumuna düşer. Bunu bir endüstri ürününün önemli bir iyileştirme işleminden geçmesi söz konusu olduğunda çok daha iyi anlayabiliriz: gerçekten-de, böyle bir iyileştirme işlemini burjuvazi olsa olsa kârını artırmak için uygulamaktadır.

Bilgi teknisyenleri böylece onları parçalayan bir çelişkiyle egemen sınıf tarafından üretilmiş olmaktadır. Bir yandan, üstyapılarda ücretli ve altdüzeyde görevli memurlar olarak doğrudan doğruya yönetenlere (“özel” kuruluşlar ya da devlet) bağlıdırlar ve zorunlu olarak, üçüncü sektörden bir grup gibi, azınlığın içinde yer alırlar, öte yandan da, uzmanlık alanları hep evrensel olacağından, bu uzmanlar kendilerine aşılanan ve kendilerini sorgulamadan sorgulayamayacakları ayrılıkçılıkların sorgulanmasının ta kendisidir. Bunlar “burjuva bilimi” diye bir şeyin olmadığını ileri sürerler, ama gene de bilimleri, taşıdığı sınırlar nedeniyle burjuvadır ve onlar da bunu bilirler. Bununla birlikte, araştırmaların belli bir anında özgürce çalıştıkları da bir gerçektir; bu, onların gerçek konumlarına dönüşlerini daha da acı bir hale getirmektedir.

İktidar, teknisyenin gerçekliğinin evrensel ile özel olanı sürekli ve karşılıklı olarak sorgulamak olduğunu ve en azından edimsel olarak, Hegel’in “rahatsız bilinç” adını verdiği şeyi temsil ettiğini bilmez değildir. İşte bu yüzden de, onu açıkça şüpheli bulur; onu “daima inkâr eden biri” olmakla suçlar; oysa, söz konusu olanın salt bir karakter özelliğinden ibaret olmadığını ve sorgulamanın bilimsel düşüncenin zorunlu bir tavrı olduğunu pekâlâ bilmektedir. Aslında bilimsel düşünce, bilim sistemini kabul ettiği ölçüde gelenekselci, konunun kendi kendini sorgulaması ölçüsünde de olumsuzdur ve bu yönüyle ilerlemenin önünü açmaktadır.

Michelson’la Morlay’in giriştikleri deneyler sonunda Newton fiziğinin baştan sona tartışılması mümkün olmuştur. Ama onlar sorgulama niyetiyle yola çıkmamışlardı. Hız ölçümlerindeki ilerlemeler (endüstriye bağlı olarak, ölçüm aletlerindeki teknik ilerleme) onları dünyanın dönüş hızını ölçmeye zorlamıştı. Bu ölçüm, deneycilerin hedeflemedikleri bir çelişkiyi ortaya koyuyor; buna kalkışmalarının nedeni, onu yeni bir sorgulamayla ortadan kaldırmak: bunu onlara konunun kendisi dayatıyor. Fitzgerald ve Einstein, bu durumda sorgulayıcılar olarak değil, ama deneyin sonuçlarını, küçük bir bedelle sistem içinde bırakılması gereken şeyleri araştıran bilginler olarak karşımıza çıkıyorlar. Önemli değil: İktidara göre, araçları tartışsalar da, sonunda egemen sınıf tarafından soyutlaştırılan amaçları ve araçların bütünleyici birliğini de sorgulama noktasına geleceklerdir. Bu nedenle araştırmacı, egemen sınıfın gözünde hem vazgeçilmez, hem de şüpheli biridir. Bu kuşkuyu hissetmekten ve içinde barındırmaktan ve ilk adımda kendi gözünde de kuşkulu duruma düşmekten kurtulamaz.

Bu noktadan itibaren iki olabilirlik söz konusudur:

a. Bilgi teknisyeni egemen ideolojiyi kabul eder ya da onunla uzlaşır. Tamamen kötü niyetle evrenseli özelin hizmetine sokma noktasına gelir; özdenetim uygular ve apolitikleşir, agnostikleşir, vb. İktidarın baskı yoluyla onu geçerli bir sorgulayıcı tavrı reddetmeye zorlaması da söz konusu olabilir: teknisyen karşı çıkma, sorgulama gücünden vazgeçer, bu da onun işlevine zarar vermeden olacak bir şey değildir. Böyle hallerde, büyük bir hoşnutlukla “O bir aydın değil ki” denir.

b. Yok, eğer ideolojisindeki ayrılıkçılığın farkına varır ve bunu içine sindiremezse, otorite ilkesini bir özdenetim biçiminde içselleştirdiğini kabul ederse, rahatsızlığını ve güdüklüğünü alt etmek için, kendisini biçimlendiren ideolojiyi sorgulamak zorundaysa, bilmediği ya da tartışılması kendisine yasaklanmış amaçların aracı ve hegemonyanın altdüzey görevlisi olmayı reddederse, işte o zaman pratik bilgi görevlisi bir canavar, yani üstüne vazife olan şeylerle ilgilenen (dışsal olarak: yaşamına yön veren ilkeler ve içsel olarak: toplum içindeki yeri), başkalarınınsa üstüne vazife olmayan şeylerle ilgileniyor dediği bir aydın oluverir.

Sonuçta, her bilgi teknisyeni özünde, evrenselci tekniğiyle egemen ideolojinin hiç bitmeyen mücadelesinden başka bir şey olmayan bir çelişkiyle tanımlandığına göre, edimsel olarak aydındır. Ama bir teknisyenin gerçekten aydın olması için yalnızca karar vermek yetmez: bu, onu karakterize eden gerilimi başlatan kişisel öyküsüne bağlıdır: son tahlilde, dönüşümü tamamlayan etmenler sosyal yapıdadır.

Önce, egemen sınıfların seçiminden ve aydınlarına -özellikle de öğrencilerine- sağladıkları yaşam düzeyinden söz edebiliriz. Düşük ücretler elbette onları daha büyük bir bağımlılığa sürükleyebilir. Ama bu bilgi teknisyenine toplumdaki gerçek yerinin neresi olduğunu göstererek onu sorgulamaya itebilir. Ayrıca, yönetici sınıflar öğrencilere uygun olan ve kendilerine vaat edilen her olanağı sağlayacak durumda da olmayabilir: İş bulamayanlar teknisyenlere sağlanan yaşam düzeyinin -ne kadar düşük de olsa- de altına düşerler; işte o zaman, en alt gelir düzeyindeki sosyal sınıflarla dayanışma içinde olduklarını hissederler. Bu işsizlik ya da daha düşük ücretli ya da daha az saygın görevlere kaydırılış normalde bir ayıklama sistemiyle sağlanabilir; ama seçmeleri kaybeden (ayıklanan) bütün bir toplumu sorgulamadan, bu ayıklanmayı sorgulayamaz.

Bazı tarihsel koşullarda, eski değerlerin ve egemen ideolojinin çalışan sınıflarca şiddetle sorgulandığı, bunun da egemen sınıflarda çok derin değişimlere yol açtığı olur; bu durumda pek çok bilgi uzmanı bir aydına dönüşür, çünkü toplumda ortaya çıkan çelişkiler, onların kendi çelişkilerinin de bilincine varmalarına yol açacaktır. Yok, eğer tam tersine egemen sınıflar bilgiye zarar verircesine ideolojinin etkisini şiddetlendirme yoluna giderlerse, iç gerginliği kendileri tırmandırmış olurlar ve teknisyenin bir aydına dönüşmesinden de onlar sorumludurlar: Tekniğin, bilimin payını ve yöntemlerin özgürce uygulanmasını, onun kabullenebileceğinin çok ötesinde, nesneye indirgemişlerdir.

Sizin ülkenizde, şu son yıllarda iktidar, profesörleri tarihsel gerçekleri çarpıtmaya zorlamıştır: Onlar o zamana kadar yalnızca ders vermek ve olayları anlatmakla meşgulken, meslek bilinçleri ve hep uyguladıkları bilimsel yöntemler adına o güne kadar ses çıkarmadan kabullendikleri ideolojiyi sorgulama noktasına gelmişlerdir. Çoğu zaman bütün bu etmenler aynı anda iş başındadır: çünkü, ne kadar çelişkili de görünse, oluşturdukları bütün, bir toplumun uzmanlarına karşı olan tavrını yansıtmaktadır; ama bunlar kurumsal bir çelişkinin bilincine varılmasından öte bir sonuç getirmez.

O halde, aydın kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla (gerektirdiği bütün normlarla) egemen ideoloji (geleneksel değerler sistemiyle birlikte) arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır. Gerçek olabilmek için, aydında önce meslek çalışmaları ve işlevi düzeyinde oluşması gerekse de, bu bilinçlenme toplumdaki temel çelişkilerin, daha doğrusu sınıf çatışmalarının ve egemen sınıfın kendi içinde işlerin yürümesi için talep ettiği gerçeklikle, koruduğu ve hegemonyasını güvence altına almak için öteki sınıflara bulaştırmak istediği mitler, değerler ve gelenekler arasındaki organik bir çatışmanın üstündeki perdenin açılmasından başka bir şey değildir.

Parçalanmış toplumların ürünü olan aydın, bu toplumların varlığının kanıtıdır, çünkü onların parçalanmışlığını içselleştirmiştir. O halde, aydın tarihin bir ürünüdür. Bu bakımdan, hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikâyet edemez, çünkü ne ettiyse onu bulmuştur.



Jean – Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, Çev: Aysel Bora, Can Yay., 3. Baskı, Haziran 2010, İstanbul.