Üç Tarz-ı Çete – Polat Safi

Üç Tarz-ı Çete - Polat Safi


Giriş yahut Bir Kelimenin Sergüzeşti

“Çete” kelimesi, dilimizden sadece sıradan nesne, sıfat veya şahıslara işaret eden bir tanım olarak dökülmüyor. Öyle olsaydı, tarihe çalınmış kara bir leke olarak görülen bu terimi kullanmaktan vazgeçebilir, yerine yenilerini ikame edebilirdik. Hâlbuki çete, kendinden başka belki de hiçbir terimle karşılanamayan oluşum ve faaliyetlere vurgu yapmakta, bu oluşum ve faaliyetler üzerinden yürütülen tartışmalarla sıkı bir şekilde güncele bağlanmaktadır. Çete kelimesinin günümüzde kazandığı kesinliğin sahte bir görünüm arz etmesi bununla ilgilidir. Buna karşın çete, farklı anlamların oluşturduğu yamalı bir bohçaya benzer. Onu katlayıp bir çekmeceye koymak imkân dahilinde gözükse de zaman, mekân ve bağlam üstü, ideal bir çete tanımı yapmaya kalkışmak beyhudedir.

Oldukça geniş bir alanda kullanılır çete. Gayri nizami harp, sınırlı harp, ihtilal harbi, topyekûn harp, mukavemet hareketleri, tedhiş ve yıpratma faaliyetleri, suç örgütleri, gönüllülük, eşkıyalık veya komitacılığı konu alan herhangi bir yazıda çete ibaresine rastlamamanız hemen hemen ihtimal dışıdır. Hatta çete, bu konu başlıkları olmadan neredeyse yok hükmündedir. Bu nedenle, sicili karışık bu terim, tarihimizde kısmi yahut arızi değil genişçe bir yer işgal eder. Bu geniş yer işgali, hemen her alanda çete kelimesinin kullanılmasına ve yeniden farklı boyutlarda üretilmesine neden olmaktadır. Bu, başlı başına bir tehlike değildir. Tehlike, kelimenin işgal ettiği yerin büyümesiyle onu fazla rahat ve hoyratça kullananların sayısının doğal olarak artması ve farklı zeminlerde yapılan genelde çarpık kavramsallaştırmaların karşılığını akademik dünyada da bulmasıdır.

Çete, aynı zamanda epey yorgun bir terimdir. Her dönem kendine göre yoğurmuştur onu. Yaklaşık beş yüzyıldır yürürlüktedir ve içeriği belki de takip edilemeyecek kadar değişmiştir. Buna karşın kelimenin morfolojisi hiç değişmemiştir. Muhtemelen kelimenin fonetik cazibesi nedeniyle yüzyıllar boyunca aynı biçimde telaffuz edilmiş olması, kelimenin morfolojisi üzerinden anlam değişikliklerini izlememizin önüne geçmektedir. Diyakronik (artzamanlı) dilbilimsel inceleme bu konuda bize hiçbir şey söylemez. Bu nedenle, bu yazıda kelimenin köken anlamı ile değil farklı durumlarda ortaya çıkan farklı kullanımları inceleme nesnesi olarak seçilmiştir.

Bu çerçevede, bilinmesi gereken önemli bir husus, zamanın bazı şeyleri unutturabildiğidir. Yoksa 1815’te düşman üstüne “çete ve çapul etmeye” memur edilen Özi Valisi Curazade Ahmed Paşa için bir fırsat (1), II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Yunan ve Bulgar “komünist çetelerine” karşı mücadele eden Edirne Valisi Seracettin Saraç için bir tehdit teşkil etmezdi çete (2).

Günümüzde terimin anlamının fazlasıyla kısmileşmesi, hatta Soğuk Savaş sonrası dönemde neredeyse sadece bir suç unsuru olarak algılanması bu unutkanlıkla ilgili gözükmektedir. Bu olumsuz algılama biçimi, bir taraftan konuyla ilgili yeni düşünme alışkanlıkları edinmenin önünde ciddi bir engel olarak duruyor, diğer taraftan çete teriminin yüzyıllardır ifade ettiği değişik manaların bir kısmının törpülenmesine, bazen de içe büküp görünmez hale getirilmesine zemin hazırlıyor.

Hâlbuki bundan sadece yarım asır önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı, sivil mukavemet problemleriyle çözümlerine hasredilmiş bir nevi sevk ve muharebe talimatnamesini, Topyekûn Mukavemet: Herkes İçin Çete Harbi Rehberi adıyla yayımlayabiliyordu. Eser, esasen İsviçre ordularının mağlubiyeti ve topraklarının tümünün veya bir kısmının işgal edilmesi durumunda hayatta kalmayı başarmış halkın teşkilatlı bir sivil mukavemet meydana getirebilmesi için İsviçre Astsubaylar Birliği tarafından 1957 yılında basılmış Der totale Widerstand, Kleinkriegsanleitung für jedermann başlıklı çalışmanın Türkçeye çevirisiydi (3). Burada çete, çıkması muhtemel ve nizami vasıtalarla yürütülecek bir savaşın arzu edilmeyen bir şekilde sonuçlanması durumunda ortaya çıkması arzu edilen mukavemetin niteliği oluyordu. Bu mukavemetin amaçları da söz konusu niteliğin gayrinizami, gerilla tipi, sınırlı yahut düşük yoğunluklu olduğunu berraklaştırmaktaydı (4).

Von Dach tarafından yazılan bu eserden 15 sene önce basılan ve yine bir gayrinizami harp sevk ve muharebe talimatnamesi niteliği taşıyan Türkçe telif esere ise yazarı Hakkı İştip tarafından Gerilla Çete Muharebeleri adı verilmişti (5). Eser, Von Dach’ın çalışmasının bir erken dönem örneği, belki pek teknik olmayan bir hülasası gibi gözükse de işgal edilmek istenen düşman topraklarında yürütülecek çete faaliyetlerine dair bilgi vermesi bakımından dikkat çekiciydi. Bir hayli romantik ve idealist yaklaşarak Milli Mücadele dönemindeki meşhur çetelere de değinen İştip, çeteyi ordu birliklerine bağlı olmayan, genellikle gönüllü sivil halktan oluşan silahlı küçük birliklerin karşılığı olarak kullanıyordu.

Yani çete ilk tanımda, yürütülecek bir harbin gayrinizami niteliği, ikinci tanımda ise bu harbin gayrinizami icracısı olmaktadır. Günümüzde çeteyi tanımada, tanımlamada herhangi bir güçlük çekmeyişimiz, bu ilk bakışta tutarsızmış gibi gözüken iki farklı manadan ilkini, bilinçli yahut değil, iptal etme kolaycılığımızla, ikincisini ise olumsuz bir parantezde değerlendirme alışkanlığımızla ilgilidir.

Çete, zamandan bağımsız, mekânda da içeriği değişebilen bir terimdir. Bu noktadaki temel sıkıntımız, kelimenin etimolojisinden çok, mekânlara göre kullanım biçimlerinin değişmesidir. Isparta Gelendost’ta bir çocuğa çete nedir diye sorsanız size kuş vurmak için elinde tuttuğu sapanı gösterebilir (6). Yassıviranlı, sizin için çete diyorsa kısa boylu olduğunuzu söylemeye ayrıca gerek duymayabilir (7). Çetecinin (yahut çengelcinin), zahire tüccarının köylerden alım yapmak üzere görevlendirdiği kimse olduğunu düşünen kişi muhtemelen Aydın Umurlunun yerlisidir (8). Çetenin bu yerel biçimleri, çeteyi tanımlamada kullanılabilecek bir bilgi unsuru olmayabilir. Ancak Arnavutluk’taki biriyle Türkiye’de yaşayan yahut yaşamış bir kimsenin çeteden anladığı şeyler arasında hiç değilse bir nüans olacağı her türlü tartışmanın dışındadır. Mesela, Arnavutçada yer yer kabile olarak karşılanan çetenin (9), Türkçede böyle bir anlamı yoktur.

Mekânda olduğu kadar bağlamda da yoğrulmuş bir terimdir çete. Bir deniz tarihçisi için çete, her şeyden önce iç sularda, özellikle dar geçitlerde ve nehirlerde top ve silah taşımada kullanılan çektiri türü bir ince donanma gemisini ifade edebilir. Bu tarihçi için çete başbuğu, çetecilerin reisi değil çete kayığı veya sefinesinden sorumlu şahsı ifade ederse buna şaşırmamak gerekir (10). Benzer şekilde, akıncıları çalışan bir tarihçi ile çeteyi 19. yüzyılın Sonu yahut 20. yüzyılın başındaki eşkıya faaliyetlerine tahsis eden bir tarihçinin çete anlayışları muhtemelen birbirinden oldukça farklı olacaktır.

Gerçekten de çete (veya potera), henüz genç bir terimken akıncıların, kumandanlarının iştirak etmediği ve 100’den az kuvvetle yaptıkları akınların adı olarak kullanılıyordu (11). Mehmed Bahaeddin’in çete için “akıncı takımı” (12), Yeni Resimli Türkçe Kamus’un “akıncı bölüğü” (13), Şemseddin Sami (14) ile Ahmed Vefik Paşa’nın (15) “çeteci” için “talia askeri” demesi boşuna değildir. Talia askeri, ordunun pişdarı, yani önden giden kuvveti olup, keşif faaliyetinde bulunan, düşman kuvvetler hakkında taktik ve operasyonel istihbarat toplayan, icra ettikleri yağma, çapul ve tahrip faaliyetleriyle düşmanın düzenli ve düzensiz kuvvetlerinin moral ve motivasyonunu kırmayı amaçlayan ileri kol kuvvetlerine denirdi ki bu görevi, 17. yüzyıl başlarında sınır boylarındaki serhat kullarına ve daha sonra Kırım hanı emrindeki Tatarlara bırakıncaya kadar Akıncılar üstlenmişti (16).

Çeteyi tanımlamaya yönelik hemen her açıklamanın açık vermeye mecbur oluşu sıralanan nedenler kadar kelime kökeninin Türkçe olmamasıyla da ilgilidir. Gerçekten de Osmanlıların Slav toplumlarının tecrübesine göre oluşmuş bir kelimeyi, eski Türkçede olduğu gibi muhafaza etmeleri ve aktarımın bir Slav dili olmayan Arnavutça üzerinden yapılmış olması (17), terimin yeniden üretilmesine, içinin yeniden doldurulmasına neden olmuş gözüküyor. Terim, günümüzde özünden, geleneksel bileşenlerinden tamamıyla kopmuştur demiyoruz. Ancak tarihsel süreçte bütünden koparak yol aldığının altını çiziyoruz. Zira çete, dilimizde yürürlüğe girdiği Osmanlı klasik döneminden beri, bileşenlerinde birtakım değişikliklere uğrasa da yukarıda belirtildiği gibi hem bir operasyonun niteliğini, hem de bir tür grup anlamını içerir.

Mesela “çeteye çıkmak”, “keşif, yağma ya da kırıp geçirme amacı ile yapılan” bu akınlara dâhil olmanın dildeki karşılığıydı (18). Kendine has özellikleri olan bu operasyon türü, özellikle akıncıların işlevini kaybetmesiyle yürürlükten kalkmış gözükse de, “düşman üzerine çete ve çapul etmek” (19), “düşman üstüne çeteye memur olmak” yahut “düşman üstüne çeteye çıkmak” (20) şeklindeki ifade biçimleri, 19. yüzyılda dahi çetenin bir tür gayrinizami operasyon biçiminin karşılığı olarak kullanıldığının kanıtı olarak okunabilir.

Bir grup türü olarak çete, şüphesiz söz konusu operasyon türünden çok daha yaygın bir kullanıma sahip olmuştur. Sözcük üzerine düşünen ve yazanların çeteyi tanımlarken ve gelişim çizgisini belirlerken yukarıda belirtildiği gibi hemen sadece suç örgütlerine işaret etmeleri, yer yer haklılık payı olsa da, çetenin anlamının sabitleştirilmesine neden olmakta, bu da çeteyle ilgili bazı gerekli soruların sorulmasının önüne geçmektedir. 1992’de yayımlanan bir sözlükte “çeteci”nin eşanlamlısı olarak, “anarşist, asi, ayartıcı, bozguncu, bölücü, feset, fesatçı, isyancı, isyankar, kışkırtıcı, komplocu, muharrik, nifakçı, sabotajcı, tahrikçi, tedhişçi, terörist, teşvikçi, yıkıcı” (21) denmesi bu durumun açık kanıtıdır.

Hâlbuki çete, bileşenleri bakımından mutlak manada suç ve hukuksuzluğu anlatmaz. Gizliliği, gayrimeşruluğu, serseriliği anlatmadığı gibi… Çete, her şeyden önce müşterekliğe vurgu yapan bir terimdir. Çetede faaliyetler ister kanuni ister kanun dışı olsun ortaklaşa, çoğu zaman işbirliği, nadiren de elbirliğiyle yapılır. Osmanlıların müştereklik ifade eden birtakım terimleri zaman zaman çete yerine kullanmakta herhangi bir beis görmemeleri bununla ilgilidir. Bölük, güruh, takım, heyet, müfreze, fırka, taife ve cemaat bunlardan birkaçıdır (22). Hatta nadiren de olsa “kumpanya”nın “çete” yerine kullanıldığı görülmektedir (23). Bu tür ortak faaliyet genellikle takımdan büyük, bölükten küçük birimlerle, çoğunlukla bir, bazen de iki veya üç reisin idaresi altında icra edilirdi (24). Çete mensupları da genellikle çeteci, avane ve şüreka gibi ifadelerle tanımlanırdı.

Bileşenleri bakımından çete kelimesi, ikinci olarak gayrimuntazamlığa yahut gayrinizamiliğe vurgu yapar. Osmanlılar, “çete suretinde sevk olunacak Yunan askeri”nden bahsederken askerlerin devlet nezdinde gayriresmi yahut gayrimeşru oluşundan ziyade onların gayrinizami bir şekilde harekete geçirildiğine vurgu yapmaktaydı. Burada çete, neredeyse bir nevi müfreze anlamına gelmekte, nizami “askerden mürekkeb çeteler” de olabileceğine işaret etmektedir (25). Sırbistan hükümetinin yerli Hıristiyanlar üzerindeki baskısına binaen Vulçitrinli Hasan Bey’in idaresine verilecek 4-5 bin kişilik bir fedai kuvvetinin “müteaddid çetelere ifrazı” (26) yahut “kesirü’l-efrad ve suret-i mükemmelede müsellah olan” tütün kaçakçılarının “çete halinde geşt ü güzar” etmeleri de benzer bir noktaya işaret eder. İki örnekte de çete, müştereken hareket eden ve sayıca farklı olmasına rağmen küçük birliklerin gayrinizami olarak hareket edişini nitelendirmektedir (27).

Çetenin üçüncü ve son olarak silahlı bir gruba işaret ettiğini söylemek biraz acelecilik olur. Zira çete, Arnavutçadaki kullanımda olduğu gibi zorunlu olarak silahlı bir grubu ifade etseydi yahut eski Türkçede böyle bir kullanımı olsaydı Osmanlı otoriteleri özellikle “müsellah çeteler” gibi ifadelerin kullanımına gerek duymazdı (28).

İşte bu iki bileşen, yani müştereklik ve gayrinizamilik, birinci katmanımızı belirler. Bütün çeteler bu katmanın içine doğar ve ancak bu katmanda uzlaşır. Çetelerin kendine özgü tecrübe dünyalarının belirlenmesi ikinci katmanda gerçekleşir. Burası, çeteyle ilgili kategorilerin üretildiği, her kategorinin kendine özgü bir anlam ve bağlam taşıdığı katmandır. Çeteler, bu katmanda önadlarla nitelenerek çeşitli yönlerden tanımlanır ve tasnif edilir. Böylece, çeteler hakkındaki bilgi birikimini yapılandırmak mümkün hale gelir. Bu bağlamda, kabaca 1908-1918 yılları arasını kapsayan dönem zengin bir laboratuvar vazifesi görür.

Bu dönem, çetelerin, çete çeşitlerinin ve çetelerle karşılaşmaların yoğun olduğu bir dünyayı temsil eder. Asıl ilginç olan, bu dönemde yöneticilerin çetelerin olmadığı bir dünyayı nadiren tasavvur ettiğidir. İçinden dışarıya baktıkları evin penceresinin yeterince geniş olmasından mı yoksa bizim pencereden oldukça uzak durmamızdan mı bilinmez, söz konusu dönemin yöneticileri göstermelik değil sahici bir soğukkanlılıkla çetelere karşı oldukça analitik bir tavır geliştirmiş gözükmektedirler.

Çete kavram ve kategorilerini belirleyen bu tavır, resmilik, gayriresmilik, meşruluk ve gayrimeşruluk gibi kavramlar etrafında örülmüştür. Çeteyle ilgili yapılacak herhangi bir analizde bu kavramların oldukça kaygan, değişken ve çok yönlü olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Örneğin, devletler, iktidarlar yahut üst sınıflar nazarında gayrimeşru olan grup ve faaliyetleri, bu gruplarla iç içe yaşayan halk öbekleri için meşru olabilir. Benzer şekilde, bir devlet için resmi olan bir diğeri için gayriresmi addedilebilir yahut kendi iktidarını önceleyen hükümetlerin icraatlarını gayrimeşru addeden muhalefet biçimlerinden bahsedilebilir. Oktay Özel’in bu sayıdaki yazısı, resmiyetin verdiği meşruiyetle gayrimeşruluğun birbirine karıştığı durum ve faaliyetleri ele alması bakımından bu kayganlık ve çok yönlülüğü bir anlamda örneklendirmektedir.

Gayriresmi ve Gayrimeşru

Bu dönemde çete, yaygın biçimde devletçe onanmayan ortak bir amaç için bir araya gelmiş insan kümesine verilen ad olarak kullanılmaktadır. “Az veya çok muntazam teşkilat üzerine müesses hakiki çeteler” teşkil eden “emakin-i gayri meskune hırsızları” (29) ile “tefriki gayri kabil derecede mahirane yapılmış kalb nukud vücuda” getiren ve Halep’te “icra-yı faaliyet eden gayet mühim bir kalpazan çetesi”ni (30) ortak kılan nokta bu idi. Benzer şekilde, “müştereken irtikab-ı cinayet eden” katil çeteleri (31) ile mesela “elli kişiden mürekkeb bir eşkıya çetesi” (32) veya bir haydut çetesini (33) buluşturan temel özellik, müştereklik ve gayrinizamiliğin, devlet tarafından gayrimeşruluk ve gayriresmilikle bağdaştırılmasıydı. Bu yaygın kullanım hiç kuşku yok ki çetenin bir “tabir-i eşrar” olarak algılanmasına yardımcı olmuştur. Bu nedenle çeteler, muasırları tarafından genellikle “takib ve tenkil” ve “tedib” edilecek birer oluşum, çetelerin bulunduğu bölgeler ise “tathir” ve “tahlis” edilmesi gereken yerler olarak görülmüştür (34).

Gayriresmi ve gayrimeşru çeteler, ikinci katmanın büyük kısmını işgal eder, ancak bütünün rengini tayin etmez. Bunun Osmanlı otoriteleri de farkındadır. Günümüzde ise bir “zulüm ve şer” kaynağı olan çeteler, çete teriminin üstüne çökmüş kara bir bulut gibidir. Bu tür çetelerin terimi güncel kıldığı doğrudur. Fakat terim üstündeki ağırlıkları öylesine fazladır ki terimi nitelendirebilecek diğer önadlar yahut sıfatlar kendilerine yaşam alanı bulamamaktadır.

Gayriresmi ve gayrimeşru çeteler arasında mevcudiyetiyle otoritelerin başını en fazla ağrıtan, eşkıya çeteleri ile siyasi çeteler olmuştur. Bunlara sistem yahut yürürlükte olan düzenin dışında kalan çeteler de denebilir. Bu görüş, söz konusu dönemin çağdaşı bazı yazarlar tarafından da doğrulanmaktadır. Mesela Ömer Fevzi, eşkıyaların takibi ve çete muharebeleri hakkında asayişi sağlamakla görevli subayların vazifelerini detaylandırdığı eserinin Erbâb-t Fesâd ve Şakâvâtin Envâ’ı başlıklı bölümünde iki tür çeteden bahsetmektedir. Birincisi “yol kesiciler”dir. Bunlar, “ufak çetelerle yol kesmek, soygunculuk etmek, ashab-ı servetden birini dağa kaldırarak fidye-i necat istemek gibi cerr-i menfaat yolunda şekavet-i adiyede bulunanlardır.” Ömer Fevzi, ikinci grup çetelere “makasıd-ı siyasiyye ve milliyye takib eden çeteler” ismini vermiştir. Bunlar da “bazı makasıd-ı siyasiyyeyi takiben teşekkül eden komitelerin çıkardığı yerli ve yabancılardan mürekkep hemcins çetelerdir.” (35)

Bu ayrım, hukuki metinlerde de yer alarak güç kazanmış ve yaygınlaşmıştır. Bu bağlamda, 1909’da çıkarılan Çeteler Kanunu neredeyse kusursuz bir örnek teşkil eder. Kanunun özgün ismi Rumili Vilayetinde Şekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takib ve Tedibi Hakkında Kanun idi (36). Burada şekavet eşkıyaların, mefsedet komitelerin yaptıkları faaliyetleri nitelemekteydi. 5. faslın 26. maddesi ise hem “fesad komiteleri”ne hem de “eşkıya çeteleri”ne işaret ederek söz konusu ayrımı tasdik ediyordu (37). Benzer şekilde, Kosova Vilayeti’ne Çeteler Kanunu ile alakalı gönderilen bir şifrede “bunun [çeteler kanunu] ahkamı[nın] ceraim-i siyasiyye mütecasirlerine münhasır olmayub şekavet-i adiye erbabına da şamil” olduğu belirtilmiş, mezkur ayrım farklı isimlerle zikredilmiş olsa da yinelenmiştir (38).

Resmi yazışmalar çetelerin kendilerine özgü vasıflarını belirgin kılacak, çetenin tür ve etkinliğini sabitleştirecek daha incelikli ipuçları da sunmaktadır. Mesela, birinci gruba örnek teşkil edenler genelde “icra-yı şekavet” eden çeteler olarak tanımlanıyor. Bu tabirle, söz konusu çetenin genelde yağma ve soygun maksadıyla hareket ederek, iç düzeni bozan ve devlet otoritesine karşı çıkan yasadışı, genelde yerel bir güruha işaret ettiğine vurgu yapılıyor (39). Cumhuriyet idaresinin bu kullanıma uzunca bir süre alternatif sunmaması da ifadenin ne kadar yerleşik ve köklü olduğunun bir göstergesi (40). Çetenin mensuplarına ise genelde “avane” deniyor ve böylece çetenin türüyle ilgili o metni okuyanlara bir istikamet sunulmuş oluyor.

Bu noktada, bir parantez açmak kaçınılmaz hale geliyor. Çünkü bu ve benzeri tabirler, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra eski rejim muhalifleri tarafından özellikle hafiye teşkilatını deşifre etmek ve onun hakkında belirli bir kanaat oluşturmak üzere hazırlanan propaganda hüviyeti taşıyan eserlerde de deforme edilip kullanılmışlardır. 1909’da yayımlanan Mebusana Takdim Olunan Hafiyelerin Listesi yahud İstanbul’da Kimler Hafiyelik Etmiş başlıklı risale, bu ve benzeri tabirlerin algı yönetiminde kapsayıcı ve etki gücü yüksek birer unsur olarak kullanıldığının açık kanıtıdır. Risalenin yazarı Mahmud’a (?) göre hafiyeler dört sınıfa ayrılmıştır. Tesadüftür ki bu hafiyelerin ikinci sınıfını “payitaht ile Memalik-i Osmaniye’de teessüs etmiş haydut çetesi reisleri” oluşturmaktadır ve çetelerinde yer alanlara “avane” denmektedir (41). İcra gücünü elinde tutanların yürütecekleri planı kolaylaştırmak üzere bir terimin içeriğini nasıl boşalttıklarına yahut bir terimin içeriğini boşaltmada herhangi bir beis görmediklerine güzel bir örnek…

İlk grup çeteler hakkında tayin edici bir özellik daha dikkat çekmektedir. Bu gruba örnek teşkil eden çeteler genelde “eşkıya çetesi” olarak tanımlanmakta (42) ve yönetici sınıfın gözünde genelde çete reisinin ismiyle anlam kazanmaktadır. Bu bağlamda, devlet nezdinde çetelerin milliyetinin ancak tali bir önemi vardı. “Selanikli Mehmet Şefik Paşa’yı mutasarrıf olduğu çiftliğinden dağa kaldıran” Kaçaronik çetesinin (43), “Ordu Vilayeti’nin Ünye kazası köylerinde icra-yı şekavet eden” Serop çetesinin (44), “Yenice havalisinde icra-yı şekavet eden” Gono çetesinin (45), Boğazlıyan havalisindeki Samuel çetesinin eşkıyalık yaptığı sürece Rum, Bulgar, Sırp yahut Ermeni olmasının bir önemi yahut Çakırcalı çetesinden (46), Hacı Sami çetesinden (47) veya Hacı Mustafa çetesinden (48) bir farkı yoktu. Çete liderlerinin isminin belirlenemediği yazışmalarda ise “eşkıya çetesi” yahut “eşkıya” tabirlerinin önüne genelde milliyeti ekleniyordu; Yunan eşkıya çetesi, Bulgar eşkıyası, Sırp eşkıya çetesi vb. (49)

Osmanlı yöneticileri açısından ikinci gruptaki çeteleri eşkıya çetelerinden ayıran en temel özellik, bu gruptaki çetelerin intikam motifleriyle iç içe geçmiş bir siyasi kaygıyla çetecilik yapmalarıydı. Meclis-i Mebusan’da bu siyasi maksatları kuşatan güç olarak milliyetçilik görülüyordu (50). Bu çeteler ekseriyetle Osmanlı Devleti’nin bizzat şahsına ve sistemine kast etmiş dış veyahut dış mihraklı güruhlar olarak algılanmışlardır. Bu bağlamda anılan çeteler ilk gruptakilerden farklı olarak çete reisinin isimlerinden veya eşkıya tabirlerinden ziyade mensup oldukları milletin isimleriyle anlam kazanıyorlardı; Rum çetesi, Bulgar çetesi, Ermeni çetesi vb. (51)

Bu çetelerle ilgili duyulan endişeler, tedirginlikler, farklı duyuş ve düşünüşler, onları karşılamak için değişik tamlamaları ve kelime öbeklerini yürürlüğe koymuştu: “anasır-ı muhtelifeye mensup çeteler” (52), “fırak-ı muhtelifeye mensup çeteler” (53), “komite çeteleri” (54), “siyasi eşkıya çeteleri” (55), “siyasi çeteler” (56), makasıd-ı siyasiye izleyen çeteler” (57) ve “memleket haricinde bulunan propagandaya mensup çeteler” (58). Bu çetelerin en sık görüldükleri, daha doğrusu yuvalandıkları yer ise çete kelimesinin merkezi konumundaki Rumeli idi. Makedonya problemini özetler bir veri olarak bu çeteler, 1897’den beri bölgede mevcudiyetlerini koruyorlardı ve buraları kendilerine yaşam alanı bellemiş bu çeteler, 6-7 sene içerisinde “cebr ve şiddete” daha fazla meyledeceklerdi (59).

Gerçekten de Makedonya sorununun 2 Ağustos 1903 günü, Aziz İlyas gününde İlinden’de patlak veren bir isyan ile yeni bir aşamaya girmesi çete mücadelelerinin rengini baştan aşağı değiştirmişti. İç Makedon Edirne Devrimci Örgütü’nün Sarafov kanadı tarafından gerçekleştirilen ayaklanma, Makedonya’nın o güne kadar gördüğü en kanlı ayaklanmaya dönüşmüş, buna karşın Osmanlı yetkilileri Anadolu’dan getirilen birliklerle ayaklanmayı bastırmayı bilmişlerdi. Ancak Avusturya-Macaristan ve Rusya hükümetleri Makedon vilayetleri üzerindeki denetimlerini Osmanlı yönetimi aleyhine arttıracak yeni reform önerileri üretmeye kararlıydılar. Adına Mürzteg Tasarısı denilen ve aslında Viyana Tasarısı’nın (Şubat 1903) yeniden düzenlenmesinden ibaret olan bu reform paketinin yürürlüğe konması (1904), bölgedeki farklı unsur ve dinî grupların yerel mücadelelerini şiddetli bir biçimde arttırmasına ve çete faaliyetlerinin çok daha kanlı bir biçimde yaygınlaşmasına neden olmuştu (60).

Siyasi çetelerin çoğu kanlı mücadelelerini II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber durduracaklardı. Ancak bu, geçici bir durumdu. Balkan Muharebelerinin nedenleri ve seyrini araştırmakla sorumlu uluslararası komisyonun iddia ettiğinin aksine, Rumeli’deki devrimci ve komitacılar silahlarını teslim etmiş değillerdi ve kadrolarını da muhafaza ediyorlardı (61). Buna karşın, çeteler için devletin Rumeli’de almış olduğu askeri tertibat ilga olunmuştu. Ancak Haziran-Temmuz 1909’da, yani II. Meşrutiyet’in ilanından sadece bir yıl kadar sonra bölgede yapılan tahkikatta 110 Bulgar, 80 kadar Rum, 30 Sırp ve 5 Ulah çetesi tespit edilecekti (62). Bir diğer ifadeyle, öyle bir yapısal çarpıklık mevcuttu ki devlet kanunla yükümlü olduğu sistemi işlettiği takdirde çetelerin çoğalacağını düşünüyordu. Pratik çözüm olarak da sistemin bir süre işlemesini donduruyor, en azından hareketsiz kalmasını sağlıyordu. Bu çözüm cevap vermeyince de tehlikenin önüne geçmek için hükümleri çok daha ağır bir kanun çıkararak baskıyı artırmaya karar veriyor ve Çeteler Kanunu’na giden yol açılmış oluyordu. Priştine Mebusu Hasan Bey’in ifadeleri aslında bu kanunun ruhuna ışık tutmaktadır: “Bugün Rumeli’nde vatanımızı tahrip eylemek maksad-ı melanetine binaen teşekkül eden çetelerin imha ve tenkili ve fimabad o gibi siyasi komitelerin zuhuruna meydan verilmemesi için yataklık edenlere teşmil edilmek üzere cezası ağır bir kanunun vazını teklif ederim…” (63)

Kısaca Çeteler Kanunu, Rumili Vilayatı Çeteler Kanunu (64), Çeteler Layiha-i Kanuniyesi (65) gibi farklı isimlerle anılan bu kanunda şekavet ve mefsedetin “kavanin-i hükümete adem-i itaat” demek olduğu açık bir biçimde dile getiriliyor, bu çerçevede “hafi çete ve heyet” teşkil etmenin gayriresmi ve gayrimeşru olduğu onanıyordu (66). Ancak kanunun gerçek muhatabının siyasi çeteler olduğu hemen anlaşılıyordu. Sonuç itibarıyla bu dönem Balkanlarda çeşitli komiteler tarafından oluşturulan çetelerin cirit attığı bir dönemdi. Bulgar komiteleri, Rum komiteleri, Arnavut komiteleri, Sırp komiteleri vs. hemen hepsi işlerini gerek ordu içinden gerekse halktan topladıkları kişilerle oluşturdukları, teçhiz ve teslih ettikleri ve genelde köylülere beslettikleri çetelere yaptırıyordu. Bir anlamda çeteler komitelerin sırtını verdiği en önemli dayanaklardan biri oluyordu.

Gayriresmi ama Meşru

Ancak burada bir iç çelişki meydana geliyordu. Çünkü bu kanunu yapanlar komite ve çetelerle kendilerine hayat hakkı bulanlardı. Gerçekten de ordunun siyasileşmeye açık olması bir yandan (özellikle 3. Ordu’nun), diğer yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1906-1908 arasında gerçekleşen yeniden örgütlenmesi ve bunun sonucunda yaşanan İTC-Ordu yakınlaşması; gizlilik/yeraltı çalışması, devrimci, çeteci/komitacı ve fedai niteliklerin İTC’de yapısal unsurlar olarak yeşermesine yardımcı olmuştu. Hem iktidar yolunu hem de II. Meşrutiyet’ten sonra siyasetin tıkanan kanallarını açmakta kullanılan bu çeteler ve elbette fedai teşkilatı hiç şüphesiz siyasi bir nitelik kazanmıştı. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki hâkim otoriteyi yıkarak iktidarı ele geçirmek ve kendi ideolojisini yerleştirmek üzere kullanılan İTC çetelerini, bir ideoloji ve amaç etrafında örgütlenmiş ikinci grup çetelere, yani milli ve siyasi maksatlar güden çetelere benzetmek mümkündür. Serfice Mebusu Yorgi BOŞO Efendi’nin belki de bir itirafı bu bağlamda manidardır: “Doğrusunu isterseniz, Rum, Sırp, Bulgar, hatta bile Türkler, hepimiz az çok komite olduk ve bununla iftihar etmeliyiz.”(67)

Bunlar da sonuçta Balkanlarda ortaya çıkmış ve bu bölgedeki harekât kalıplarını kendilerini harekete geçirecek yegâne yöntem olarak görmüşlerdi. Ancak burada bir fark belirmekteydi. II. Abdülhamid yönetimi açısından ITC çeteleri hem gayriresmi hem de gayrimeşru idi. Yani, bu çetelerin hukuki durumlarıyla ikinci gruptaki çetelerin hukuki durumlarında mahiyet farkı yoktu. Ancak muamele ve yaklaşım farkı vardı. Çünkü bu sefer kundakçı devletin öz çocuğuydu ve kesinlikle evin içindeydi.

Diğer taraftan, iktidarın el değiştirmesiyle birlikte ITC çeteleri gayriresmi sayılmalarına rağmen gayrimeşru addedilmemişlerdi. Meclis-i Mebusan’da ITC çeteleri ile ikinci grup çeteler arasında herhangi bir benzerlik çizilmemesi için azami dikkat gösterilirken bu çetelerin meşru olduklarına vurgu yapılmak isteniyordu. Trayan Nali Efendi’nin ITC çeteleri ile siyasi çeteler arasında çizdiği fark oldukça dikkat çekici olmasına karşın aslında oldukça zorlamadır: “Kanun-i Esasi’nin ilan ve takarrüründen sonra çeteleri birbirinden tefrik etmek lazımdır. Osmanlı ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin maksadı zaten hiç bir fikre müstenit olmayarak Kanun-i Esasi’nin tesis, muhafaza ve idamesine dair idi. Hâlbuki diğer çetelerin, ister Rum çeteleri, ister Bulgar çeteleri olsun, hepsinde makasıd-ı siyasiye vardı.”(68) Zaten ITC çete faaliyetleri siyasi faaliyetler olarak değerlendirilseydi, “Meclis-i Mebusan’ın küşadı sebebiyle Enver ve Niyazi Beylerden mevrud tebrik ve muvaffakiyet temenniyatı” Meclis-i Mebusan’da ayakta alkışlanmazdı (69).

ITC’nin 1908-1913 arasındaki faaliyetleriyle devletin yegâne hakimi olarak ortaya çıkması, oluşturulan çetelerin karşılaştığı düşmanın hem de dolayısıyla bizzat çetelerin kullanım amaçlarının değişmesine yol açmıştı. Bu faktör, zaman içerisinde, uluslararası siyasi krizlere karşı üretilen askeri-siyasi stratejilerde bir çözüm yolu olarak görülecek, temelde askeri niteliklerin ön planda olduğu farklı bir yapılanmanın meydana gelmesine zemin hazırlayacaktı. Bu durum, gayriresmi olmasına karşın meşru çetelerle daha sık karşılaşılmasına zemin hazırlamış gözükmektedir. Gerçekten de kabaca 1911-1914 Ağustos tarihleri arası, ITC’nin genelde askeri kadrosu tarafından meydana getirilen çeteler ve bu çetelerin yürüttüğü harekât biçiminin askeri bir formasyona dönüştüğü bir dönem olarak ele alınabilir.

Fedai Zabitan ile Trablusgarp’da İtalyanlara karşı mukavemetin bizatihi yerinde oluşturulan çetelerle yapılabileceği görülmüştü. Enver Bey’in Libya direnişi sırasında kurduğu çeteler meşru fakat gayriresmi çetelerin tipik örnekleriydi. Henüz Selanik’te iken Almanya’daki Hanım arkadaşına yazdığı bir mektupta planını dile getirecekti Enver Bey. Mektuptan Enver Bey’in Libya’da bir gerilla savaşı yürütmek arzusunda olduğu anlaşılıyor. Ona göre, İtalyanlar modern savaş gemileri ile kıyı şeridini rahatlıkla ele geçirebilirlerdi. Ancak Osmanlı subayları idaresinde ülke halkından müteşekkil çetelerin kurulması mücadelenin uzun döneme yayılmasına neden olabilirdi. Enver Bey’in planına göre bu çeteler, düşmana yakın bir şekilde hareket ederek, onları her daim yıpratacaktı. Özellikle İtalyan ordularından ayrılmış küçük gruplara baskınlar yapılıp, tesirsiz hale getirilecekti (70).

Enver Bey, kurduğu çetelerle mücadelesini yaklaşık bir sene başarılı bir şekilde sürdürebilmiş ve yerel halka mal edilen bir direniş hareketinin sınırlarını test ederek yerel hareketin, düzgün bir komuta altında, düşman üzerinde ne türden bir psikolojik etki yarattığını en çıplak haliyle görebilmiştir. Enver Bey, örneğin, Kasım 1911’de yazdığı bir mektupta İtalyanların 10 ila 100 kişiden müteşekkil Arap çetelerinden korkmalarından (71), bir süre sonra da İtalyan ihtiyat kuvvetlerinin Arap çeteleri yüzünden uzayan savaştan dolayı ayaklanmalarından övgüyle bahsetmektedir (72).

Enver Bey’in Libya’da direnişi örgütlemesi aslında kendisi için de bir yenilikti. Zira Enver Bey, Meşrutiyet arifesinde çeteler kurmuş olmasına karşın, hayatı bu döneme kadar yoğun olarak çeteleri takip etmekle geçmişti. Örneğin, kolağası olarak Mart 1906’da Manastır’ın Ohri ve Kırçova mıntıkaları müfettişi olarak atanmasının ardından 2 sene içerisinde 54 çete muharebesine katılmıştı (73). Enver Bey, Arnavutluk isyanı (1911) sırasında da benzer görevler üstlenecekti. Bir anlamda, Balkanlarda hem diğer devrimci grupların etkileriyle hem de onlarla savaşarak İTC subayları gerilla tipi harekâtın inceliklerini öğrenmişlerdi. Ancak Libya, Enver Bey için, çetelerin kovalandığı değil kurulduğu ve kendisinden kat kat üstün bir muhasım devlete karşı benimsenen askeri stratejinin en önemli ayaklarından birisi olarak organize edildiği yeni bir şeyi ifade ediyordu.

Balkan muharebeleri ise İTC için çetelerden orduya destek bağlamında yarar sağlanıp sağlanamayacağının bir deneyimi olacaktı. Balkan Muharebeleri’nde filli olarak sahada bulunan Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri devlet için gayriresmi fakat açıkça meşru bir yapılanma teşkil ediyordu. Aksi takdirde, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin kendilerine yardım etmesine izin verilmezdi. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin 1914 yılında neşredilen ve 1 Şubat 1913-1 Şubat 1914 tarihleri arasındaki faaliyetlerini özetleyen bir mecmuasına göre, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından toplanan yaklaşık 2000 gönüllü Balkan Harbi sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya kaydedilmiştir. Resmi olarak kurulmasını takiben Teşkilat-ı Mahsusa’nın ikinci başkanlığını yapacak Halil Bey (74), daha sonraları İstanbul katib-i mesulü ve Trabzon delegesi olacak Yüzbaşı Nail Bey, Hacı Sami ve Eşref Bey (Kuşçubaşı) kardeşler, Safer Fevzi Bey, Yüzbaşı Arslan ve Yüzbaşı Çürüksulu Ziya Beylerin komutasına verilen bu kuvvetler görünen o ki Kumburgaz, Bolayir, Bigados, Yalos, Kalıkrata (75), Çöplüce, Karaburun, Darboğaz ve Çatalca muharebelerinde yararlılık göstermişlerdir.

I. Dünya Savaşı sırasında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Teşkilat-ı Mahsusa’ya gönüllü birlik toplama, erzak temini ve lojistik konularında sağladığı destek göz önünde bulundurulursa bu erken dönemdeki işbirliği şaşırtıcı olmamalıdır (76).

Benzer şekilde, Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatası’nın kurulmasından sadece 2 gün önce, Sebilürreşadın “Gümülcine ve havalisinde İslam çeteleri kumandanı tarafından Raviçoz ve havalisi ahalisine hitaben” yazılan bir beyannameyi sayfalarında neşretmekten çekinmeyişi başka türlü açıklanamaz. İsmi zikredilmese de “Umum Çeteler Kumandanı” sıfatıyla imzalanması sebebiyle Kuşçubaşızade Eşref Bey tarafından yazıldığını tahmin edebileceğimiz beyannamede, Koşukavak, Mestanlı ve Kırcaali’de bulunan Bulgar kuvvetlerinin yenilgiye uğratılmasından bahisle bölge halkı İskeçe’ye çetecilik yapmak üzere davet ediliyor ve dergi bu beyannameyi noktası virgülüne dokunmadan yayımlayabiliyordu (77).



Bu yaklaşım, 1908-1913 arasında neredeyse mekanik bir işleyiş halini almıştır. Düzenin, sistemin yahut hiyerarşik yapının yararına olduğu, yani düşmanın kaybına, devletin kazancına yol açtığı sürece gayriresmi çeteler meşru addedilebilmiştir. Kendi isteği hilafına biçimlenen yapılar dahi olsa, bu yapılara devlet müdahale etmemişse, bunu müdahalede kendi adına bir kazanç görmemesinde aramalıdır.

Resmi ama Örtülü

Çeteciliğin gayriresmi fakat meşru biçimde uzun süre yabancı güçlere karşı kullanımı bu yapıyı, yani çeteciliği pekiştirmiş ve nihayetinde devletin emrinde geniş ve resmi bir “çete teşkilatı” kurulmuştur. Böylelikle, “çeteciliğe elverişli”, “evsaf-ı matlube” ve “evsaf-ı lazımeyi” haiz (78) hapishaneden salınan mahkûmlar, eşkıyalar, mülteciler, devlet kontrolüne direnen ve askerlikten muaf tutulan aşiretler, çeşitli tasavvuf ve mezhep grupları, göçmenler, yer yer Hristiyan Gürcülerden kurulacak çetelerin başta Kafkasya olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin savaş stratejisini ilgilendiren hemen her noktada faaliyete geçebilmesinin önü açılmış oluyordu (79). Bu amaçla, bir dizi farklı kurum ve kuruluş, çetelerin oluşturulmasında neredeyse model oluşturacak bir işbirliğine imza atmıştı. Valiler, mutasarrıflar ve kaymakamlar (80), Merkez Kumandanlığı, (81) Müdafaa-i Milliye Cemiyeti (82) ve yer yer İTC Merkez-i Umumisi’nin (83) çeteler oluşturma noktasındaki ortak çabaları (84), vurucu kuvvetinin büyük kısmı çeteler, gönüllü müfreze ve taburlardan oluşan bir yapılanmanın Osmanlı Devleti’nin savaş stratejisine hizmet etmeye başlamasını önceleyecekti.



Bu yapılanma Teşkilat-ı Mahsusa idi ve böylelikle Osmanlı Devleti harbi toplumun resmi askerlik vazifesi dışında kalan ve aykırı kesimlerine kadar yayarak daha topyekûn hale getirmenin bir aracına daha kavuşmuş oluyordu. Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri, teşkilatın kendisi gibi resmiydi ancak yine teşkilatın kendisi ve tahsisatının bir kısmı gibi örtülüydü. Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin içerisinde zamanında iktidara gelmek için kullanılmış şahısların yanında askerlik çağına gelmemiş, firari, eşkıya, mahkum, mevkuf, maznun veya bir dizi farklı kaynaktan toplanan gönüllülerin olması bu sonucu değiştirmez (85). Bu, yapısal bir bozukluktan ziyade bir düzenin işleyiş tarzıydı ve ihtiyaçlara cevap vereceği öngörüsüyle ciddi biçimde güçlendirilmişti.

Bu çerçevede, Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin, ordunun önünden giderek ana kolların hareket kabiliyetini kolaylaştırmak, düşman topraklarına sızmak; sabotaj, baskın, gösteri/ aldatma harekâtı gibi gayrinizami harp usulleriyle düşmanın düzenli ve düzensiz kuvvetlerinin moral ve mücadele kabiliyetini zayıflatmak; orduya takviye kuvvet olmanın yanı sıra gönüllü tabur ve müfrezelerle beraber karargâh seviyesinde birimlerin bulunmadığı mahallerde ana kuvveti oluşturmak üzere çok çeşitli kaynaklardan gönüllülük temelinde toplanan küçük ve hareket kabiliyeti oldukça yüksek askeri birimler olarak tasarlandıkları söylenebilir. Bu sebeple Teşkilat-ı Mahsusa, harekât icrasında kullanılan taktik ve teknikler ile yararlandıkları insan kaynakları bakımından ITC çetelerine benzetebilirse de hedefleri ve kullanımı bakımından ITC çetelerinden tamamen ayrı bir teşkilatlanmayı ifade eder. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa’nın arkasında devlet desteğinin bulunması, onu kapsamı, kuvveti, faydaları, tahditleri, lojistik faaliyetleri ve mücadele yöntemi bakımından ITC çetelerinden çok daha karmaşık ve farklı bir yapıya büründürmüştür.



Çete teşkilatı fazla uzun ömürlü olmamıştır. Bu yapıya hâkim olan birtakım yapısal problemler ve İTC içerisinde sivil ve askeri kanat arasında yaşanan gerilim, çete teşkilatının etkinliğini kaybetmesine neden olmuştu. Sarıkamış harekâtı da hem çete teşkilatının lağvedilmesi hem de Teşkilat-ı Mahsusa ve ordudan gelen emirleri dinlemeyen sahadaki bir kısım kumandanın Teşkilat-ı Mahsusa’dan uzaklaştırılması için Enver Paşa’ya önemli bir koz vermişti. Konuyla ilgili savaş sonrası yargılamalarda okunan bir belgeden Harbiye Nezareti’nin çete teşkilatını lağvetmeye 3 Şubat 1915 tarihli bir emirle karar verdiği anlaşılmaktadır (86). Bir diğer ifadeyle Enver Paşa, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden yaklaşık 6 ay sonra Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinden bir fayda temin edilemeyeceğini anlamış bulunuyordu.

Bu kısa anlatı, çete teriminin Teşkilat-ı Mahsusa’yı anlamada kullanılabilecek en iyi epistemik araç olduğu yönündeki yaklaşıma dayanak oluşturmaz. Teşkilat¬ı Mahsusa saha görevlerinin bir kısmının çete harbi ile karşılanabileceği doğrudur. Ancak çete, Teşkilat-ı Mahsusa bağlamında, ihtilalci harp ile gayrinizami harp arasındaki farkın anlaşılmasına net bir şekilde yardımcı olmamaktadır. Çete harbi iç kaos ortamlarında ITC’nin ana araçlarından birini teşkil etmeseydi başka bir sonuca varmak mümkün olabilirdi. Ancak çeteciliğin temelde siyasi gelişmeleri tayin etmek üzere kabaca 1906-1908 arasında kullanılmış olması, bu dönemi, çete harbinin askeri bir eylemciliğe dönüştürüldüğü 1911-1914 arasındaki dönemden ayırmayı, farklı bir yere koymayı zorunlu kılmaktadır. Çete, diğer taraftan, Teşkilat-ı Mahsusa’nın vurucu kuvvetinin en mühim parçasına işaret etmesine karşın, bu vurucu kuvvet içerisinde yer alan bir nevi özel kuvvetler olarak tanımlanabilecek subayları, bunun yanında ajanları, muhbirleri, propaganda üniteleri vs. gibi yardımcı birlikleri görmeyi oldukça zorlaştırmaktadır. Daha da önemlisi, Teşkilat-ı Mahsusa’nın amacına ve askeri-mülki bürokrasi işleyişi içerisindeki yerine işaret edememektedir.

Sonuç Yerine

Çete, içeriği yoksul değil epey zengin bir terimdir. Sözcüğün bir tarafıyla donmuş ve hareketsiz olması bu gerçeği değiştirmez, fakat birtakım hatların belirginliğini kaybetmesine yol açar. Günümüzde çetenin biteviye hep aynı istikameti gösterir bir terim olarak algılanmasının temel nedeni budur. 1908-1918 arasındaki çalkantılı dönem, Osmanlı Devleti’nin sadece çetelerle mücadele ettiği değil, aynı zamanda çıkış yolu olarak yer yer çetelere bel bağladığı bir dönemi temsil etmesi bakımından terimin peçesini biraz daha aralamamıza yardımcı olabilir.

Ancak içeriği, zaman, mekân ve bağlam üzerinden oluşturulmamış bir “çete”nin kana karışması, tarihsel anlatı ve analizlerde gerçek anlamda yarayışlı olması zor görünüyor. Amacımız kimi devlet veya iktidarların ne kadar suçlu yahut kahraman bir profil çizdiğinin hedef kitleye ezberletilmesi yahut belletilmesi değilse tabi. Yüksek sesle dile getirilsin getirilmesin, mezkûr dönemdeki çetelerin günümüzde merak kışkırtan birer soru değil bir dönemi yermenin yahut övmenin aracı olarak karşımıza çıkması, çetenin 1908-1918 döneminde tuttuğu yer ve tür bakımından değil fakat günümüzde tartışıldığı bağlam bakımından oldukça tehlikeli bir yerde durduğunu haklılaştırmaktadır.

Bu zorluğu aşabilmek için elinizdeki çalışmada dikkatler çeteyle ilgili birtakım şematik özelliklere çevrilmeye; böylece, konuyla alakalı dokunulmayan, dokunulmaktan sakınılan, irtibat kurulmayan birtakım alanlara girmenin imkân dahilinde olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Böylelikle, çetelerin tecrübe dünyasını kavramada Osmanlı yöneticilerinin kullandıkları bir takım kavram ve kategorilerin kendi özgün anlam ve bağlamı içerisinde değerlendirilmesi teklif edilmiştir. Dolayısıyla, günümüzde olduğu gibi kanundışılık ve kahramanlık arasına sıkıştırılmış, hatta hapsedilmiş bir “çete”den ziyade farklı durumlarda farklı kullanımları olabilen, yer yer farklı anlamlara gelebilen bir “çete”den bahsetmenin artık daha isabetli olacağı öne sürülebilir. Elde ettiğimiz tutamak noktaları umut edilir ki çetenin, tarih yazımında kısmen göz önünde bulundurulan ama önemli oranda sarfı nazar edilen ve/ya bilinmeyen belli yönlerine daha dikkatlice bakılmasına vesile olur.


Notlar

1- Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü – Osmanlı Arşivi (BOA), C.AS.; D (dosya): 451, G (gömlek): 18817.

2- Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü – Cumhuriyet Arşivi (CA; F (fon): 30.1.0.0, D (dosya): E5, Y (yer): 65.403.14 ve 65.404.3.

3- Hans von Dach, Topyekûn Mukavemet: Herkes için çete harbi rehberi (Ankara: Kara Kuvvetleri Yayınları, 1964). Hans von Dach, Der totale Widerstand, Kleinkriegsanleitung für jedermann (Schweizer Unteroffiziersverband, 1957).

4- a.g.e., 9-10.

5- Hakkı İştip, Gerilla: Çete Muharebeleri (Ankara: Harpokulu Basımevi, 1949).

6- Orhan Acıpayamlı, Zanaat Terimleri Sözlüğü (Ankara: Türk Dil Kurumu, 1976), http://www.tdkterim.gov.tr/?kelime=%E7ete&kategori=terim&hng=md.

7- Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü, c. 3 (Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TDK Yayınları, 1993), 1149.

8- a.g.e., 1137.

9- Vladimir Orel, Albanian Etymological Dictionary (Leiden: Brill, 1998), 52.

10- Örnekler için bkz: BOA. HAT; D: 61, G: 2719/C; BOA. HAT; D: 11133, G: 45180/H; BOA. HAT; D:1291, G: 50108; BOA. HAT; D: 1451, G: 11.

11- Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s.v. “Çete”.

12- Mehmed Bahaeddin, Yeni Türkçe Lügat (İstanbul: Evkaf-ı İslamiye Matbaası, 270.

13- Yeni Resimli Türkçe Kamus (İstanbul: Maarif Kütüphanesi, 1928), 278.

14- Şemsettin Sami, Kamus-i Türki (Dersaadet: İkdam Matbaası, 1317), 506-507.

15- Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani, haz. Recep Toparlı (Ankara: Türk Dil Kurumu, 2000), 94.

16 Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s.v. “Akıncı.”; İslam Ansiklopedisi, s.v. “Akıncı” c. 1. Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı, 1997; Sofyalı Ali Çavuş, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, Midhat Sertoglu (haz.) (İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayınları, 1992), 18.

17- Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü (Ankara: Bizim Büro Basınevi, 1999), 87; İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü (İstanbul: Sosyal Yayınları, 1991), 141; Andreas Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı (İstanbul-Wien: Simurg, 2002), 500.

18- Bekir Sıtkı Baysal, Tarih Terimleri Sözlüğü (Ankara: Türk Dil Kurumu, 1974), http://www.tdkterim.gov.tr/?kelime=%E7ete&kategori=terim&hng=md.

19- BOA. C.AS., D: 451, G: 1881.

20- BOA. C.AS., D: 423, G: 1754.

21- Yıldız Moran, Eşanlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü (İstanbul: Spatyom, 1992), 100, Özcan Yalım’ın eşanlamlılar listesi bizi hedefe daha yakın bir noktaya taşır. Özcan Yalım, Türkçe’de Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü (Ankara: İmge, 1998), 57.

22- Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, 506-507; Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani, 94; Yeni Resimli Türkçe Kamus, 278.

23- “Haleb’de büyük bir kalpazan çetesinin keşf ve derdesti”, Polis Mecmuası 3, no. 48 (1 Temmuz 1331), 48.

24- Dahiliye Nazırı Hüseyin Hilmi Pasa Rumeli’deki çete problemine değinirken Rumeli’nin çeteler tarafından belirli mıntıkalara bölündüğünden ve her mıntıkada “bir, iki veya üç reis kumandasında idare olunan çeteler”in varlığından bahseder. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), 21. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324), 368.

25- BOA. Y.A.HUS.; D: 191, G: 394.

26- BOA. A. MKT. MHM.; D: 741, G: 15.

27- BOA. BEO.; D: 1022, G: 76629. BOA. MV; D: 166, G: 57; BOA. İ. DUİT; D: 170, G: 73.

28- BOA. İ. DUİT; D: 145, G: 57; BOA. İ. DUİT; D: 170, G: 73; BOA. DH. EUM. 2. Sb.; D: 28, G: 3; BOA. DH. SFR; D: 55, G: 296.

29- “Sirkatler”, Polis Mecmuası 3, no. 63 (15 Şubat 1331), 556.

30- “Haleb’de büyük bir kalpazan çetesinin keşf ve derdesti”, 48.

31- “Katil çeteleri”, Polis Mecmuası 4, no. 68, (1 Mayıs 1332), 114.

32- “Havadis-i Dahiliye”, Servet-i Fünun, c. 12, s. 312, 20 Şubat 1312.

33- BOA. DH.SFR; D: 466, G: 115.

34- Örneğin Servet-i Fünun, Trabzon’un “çetelerden tathir”, bir hafta sonra yayımlanan Ceride-i Sofiye ise “çetelerin zulüm ve serinden tahlis” edilişinden bahseder. “Resimlerimiz”, Servet-i Fünun 54, no. 1382, (28 Şubat 1334), 68; “Suunat: Çetelerin Tenkili”, Ceride-i Sofiye 5, no. 135 (3 Mart 1334), 357.

35- Ömer Fevzi, Muhafaza-i Asayise Memur Zabitanın Vezaifi: Usûl-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri (#İstanbul: Matbaa-i İkbal, 1325), 20-29.

36- Rumili Vilayeti’nde Sekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takib ve Tedibi Hakkında Kanun (Dersaadet: Matbaa-i Kütübhane-i Cihan, 1327).

37- A.g.e.,13.

38- BOA. DH.MUİ.; D: 80/-1, G: 11.

39- BOA. DH.EUM.KADL; D: 30, G: 31. Ayrıca bkz: BOA. MV.; D: 134, G: 1; BOA. MV.; D: 237, G: 73

40- Cumhuriyet döneminde de bu kullanım bir müddet devam etmiştir. Birkaç örnek için bkz: CA; D: 9150, F: 30.10.0.0, Y: 105.683.11; CA; D: 89B9, F: 30.10.0.0, Y: 101.653.9; D: 106588, F: 30.10.0.0, Y: 137, 981.17; D: 2437, D: 90-26, F: 30.18.1.1, Y: 7.16.18.

41- Mahmud, Mebusana Takdim Olunan Hafiyelerin Listesi yahud İstanbul’da Kimler Hafiyelik etmiş (1909), 5-6.

42- BOA, İ.DUİT; D: 145, G: 57; BOA, MV; D: 65, G: 80.

43- BOA. İ.DH.; D: 919, 72891.

44- CA; D: 6243, F: 30.10.0.0, Y: 6.34.21.

45- BOA. DH. EUM.KADL.; D: 22, G: 49.

46- BOA. MV; D: 160, G: 23; BOA. MV; D: 161, G: 39.

47- BOA. MV; D: 166, G: 44.

48- BOA. MV; D: 178, G: 11.

49- Bir örnek için bkz: “Havadis-i Dahiliye”, Servet-i Fünun 11, no.286 (1 Ağustos 1312), 180-181.

50- Örneğin, Selanik Mebusu Hristo Dalçef Efendi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra siyasi çeteler tarafından işlenen katil hadiselerine değinirken, bunların bir “maksad-ı siyasi” ile işlendiğini belirtiyor ve ekliyordu: “Maksad-ı siyasiden de maksadın Bulgar olduğu için, Rum, Türk olduğu için öldürülmüş, yani parasına, malına, tama’ yahut bir garaza müsteniden değil.” Bu görüşe Kütahya Mebusu Abdullah Azmi Efendi de katılmaktaydı. Ona göre de, “münaferet-i milliye”, “komiteciler” tarafından “ahaliyi istedikleri gibi istismar etmek için evvelce aralarına” sokulmuş bir tefrikaydı. İşte böyle “makasıd-ı siyasiyye ve milliyye takib eden” oluşumlar genel olarak “hâkimiyet-i hükümet aleyhinde hareket eden çeteler” olarak algılanmış ve “mücazat-ı sedideye” çarptırılmaları için Mahkeme-i Fevkaladelerde davaları görülmüştür. Devletin hâkimiyeti ve “hukuk-ı hükümranisi aleyhinde” teşebbüste bulunmayanların eylemleri ise “ceraim-i adiyeden” sayılmış ve Mehakim-i Adiyelerde muhakemeleri görülmüştür. MMZC, 21. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324), 373-376.

51- BOA. DH.SFR.; D: 64, G: 163; BOA. HR.SYS; D: 2880, G: 10.

52- MMZC, 36. #nikad, I. Devre, I. Sene, c. 2 (16 Nisan 1324), 87.

53- MMZC, 21. #nikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324), 376.

54- MMZC, 22. #nikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (19 Kanun-i Sani 1324), 407.

55- A.g.e., 432.

56- MMZC, 23. #nikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Sani 1324), 434.

57- A.g.e., 444.

58- MMZC, 21. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324), 368.

59- a.g.e., 371-392.

60- Gül Tokay, Makedonya Sorunu: Jön Türk İhtilalinin Kökenleri (1903-1908) (İstanbul: AFA Yayınları, 1995), 40-48; İpek Yosmaoğlu Turner, “The Priest’s Robe and the Rebel’s Rifle: Communal Conflict and the Construction of National Identity in Ottoman Macedonia 1878-1908” (Doktora tezi, Princeton University, November 2005), 51-55.

61- Report of the International Commission to Inquire into the Causes and Conduct of the Balkan Wars, (Washington: Carniege Endowment for International Peace Division of Intercourse and Education, 1914), 35.

62- MMZC, 21. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324), 368.

63- MMZC, 23. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Sani 1324), 435.

64- BOA. MV.; D: 110, G: 31; BOA. MV.; D: 134, G: 74.

65- MMZC, 23. İnikad, I. Devre, II. Sene, c. 1 (28 Kanun-i Evvel 1325), 486.

66- Rumili Vilayeti’nde Sekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takib ve Tedibi Hakkında Kanun, 10.

67- MMZC, 22. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (19 Kanun-i Sani 1324), 408.

68- MMZC, 23. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Sani 1324), 444.

69- MMZC, 3. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Evvel 1324), 19.

70- Ernst Jaeckh Papers (EJA), El Yazması Grup Numarası: 467 (Manuscripts and Archives Department, Yale University Library); Selanik, 4 Eylül 1911, no. 38.

71- EJA, 13 Ocak 1912, no. 38.

72- EJA; Zaviye-i Martuba, 19 Kasım 1911, no. 38.

73- Halil Erdoğan Cengiz (ed.), Enver Paşa’nın Anıları (İstanbul: İletişim Yayınları, 1991), 56.

74- Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Arşivi (ATASE), Birinci Dünya Harbi Kataloğu (BDH); K (klasör): 1846, D (dosya): 79, F(fihrist): 13/4.

75- Enver Bey, Almanya’daki hanım arkadaşına yazdığı bir mektubunda Kalıkrata’daki bir çatışmada Bulgarları durdurmasının ardından, takip müfrezelerinin onları hırpalayıp durduğundan ve gönüllü müfrezenin kısmi başarılar elde ettiğinden bahseder. Söz konusu gönüllü müfreze, II. Balkan Savaşı sırasındaki TM gönüllü birliklerinin bir kısmına işaret ediyor olabilir. EJA; Kalikratia, 2 Nisan 1913, no. 40.

76- Balkan muharebeleri sırasında da Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin toplanması ve istihdamı gibi hizmetlerin yanı sıra bu kuvvetlerin erzak temini ve diğer gerekli harcamaları da Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından sağlanmıştır. Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti Mecmuasıdır: Müdâfaa-i Milliye Cem’iyyeti’nin bidâyet-i teşkîli olan 1328 senesi Kânûn-i sânîsinin ondokuzundan 1329 sene-i Kânûn-i sânîsi ondokuzuna kadar bir senelik muâmelât-ı umûmiyesiyle cem’iyyet nâmına vârid olan iânât ve teberrüât ve sarfiyyât ve müressilâtı muhtevîdir (İstanbul: 1329), 19-20.

77- “Vesaik-i Tarihiyye: Ba’sü Bade’l-Mevt”, Sebilürresad 11, no. 264 (19 Eylül 1329), 64.

78- ATASE, BDH; K: 1828, D: 4, F: 1/9; BOA.DH.SFR.; D: 48, G: 27; BOA.DH.SFR.; D: 48, G: 189; BOA. DH. EUM. MTK.; D: 79, G: 8; BOA. DH. EUM. MTK.; D: 48, G: 28.

79- Çeteci istihdamı için birçok vilayet ve kazalara emirler gönderilmişti. Bir örnek için bkz: BOA.DH.EUM.MTK.; D: 79, G: 8.

80- ATASE, BDH: K: 1828, D: 4, F: 1/9; ATASE, BDH; K: 1828, D: 4, F: 1/25.

81- ATASE, BDH; K: 1828, D: 4, F: 1/66.

82- ATASE, BDH; K: 1828, D: 4, F: 1/49.

83- Takvim-i Vekayi, 4 Saban 1337, no. 3540, s. 5-EK; Divan-ı Harb-i Örfi Muhakematı Zabıt Ceridesi (DHÖM), Birinci Muhakeme (27 Nisan 1335).

84- ATASE, BDH: K: 1828, D: 4, F: 1/6.

85- Teşkilat-ı Mahsusa birimlerine kati bir mecburiyet olmadıkça kıtalardan adam verilmesi yasaktı. ATASE, BDH: K: 1828, D: 4, F: 1/39. Teşkilat-ı Mahsusa’nın nizami kuvvetlerden aldığı personel, gayrinizami harp operasyonlarını idare ve koordine edebilmek için yüksek eğitimli olması beklenen (çoğu zaman değillerdi) subaylardan ibaretti. Dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın seferberlik için çagrılmamıs insan kaynaklarına basvurması kaçınılmazdı. Teskilat-ı Mahsusa bu bağlamda, herhangi bir şekilde askere davet edilmemiş veya davet edilmiş olup terhisi veya sevkleri tecil edilmiş olanlardan da yararlanma hakkına sahipti. ATASE, BDH: K: 1828, D: 4, F: 1/15. Teşkilat-ı Mahsusa operasyon birimlerinde, ayrıca, kıtalarından firar edip daha sonra tekrar orduya dahil olmaya çalışanlar da bulunuyordu. ATASE, BDH: K: 1828, D: 4, F: 1/15. Bu askeri sınırlar haricinde, Teşkilat-ı Mahsusa seferber edilmemiş yahut İtilaf devletleri aleyhine tahrik edilebilecek ırkdaş-dindaş ve değişik menfaat gruplarından yararlanma hakkına sahipti.

86- Takvim-i Vekayi, 7 Saban 1337, no. 3543, s. 29-EK; DHÖM, İkinci Muhakeme (4 Mayıs 1919).


Kaynakça

Arşiv Kaynakları

– Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Arşivi (ATASE)

– Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü – Osmanlı Arşivi (BOA)

– Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü – Cumhuriyet Arşivi (CA)

Ernst Jaeckh Papers (EJA), El Yazması Grup Numarası: 467 (Manuscripts and Archives Department, Yale University Library)

– Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi. 21. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (17 Kanun-i Sani 1324); 22. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (19 Kanun-i Sani 1324); 23. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Sani 1324); 23. İnikad, I. Devre, II. Sene, c. 1 (28 Kanun-i Evvel 1325); 3. İnikad, I. Devre, I. Sene, c. 1 (21 Kanun-i Evvel 1324).


Kitap ve Makaleler

– “Haleb’de büyük bir kalpazan çetesinin keşf ve derdesti.” Polis Mecmuası 3, no. 48 (1 Tem¬muz 1331), 208-215.

– “Havadis-i Dahiliye.” Servet-i Fünun 11, no. 286 (1 Ağustos 1312), 180-181.

– “Havadis-i Dahiliye.” Servet-i Fünun 12, no. 312 (20 Şubat 1312), 44-45.

– “Katil çeteleri.” Polis Mecmuası 4, no. 68, (1 Mayıs 1332), 115-119.

– “Resimlerimiz.” Servet-i Fünun 54, no. 1382, (28 Şubat 1334), 68.

– “Sirkatler.” Polis Mecmuası 3, no. 63 (15 Şubat 1331), 557-563.

– “Şuunat: Çetelerin Tenkili.” Ceride-i Sofiye 5, no. 135 (3 Mart 1334), 357.

“Vesaik-i Tarihiyye: Ba’sü Bade’l-Mevt.” Sebilürreşad 11, no. 264 (19 Eylül 1329), 64.

Acıpayamlı, Orhan. 1976. Zanaat Terimleri Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu.

http://www.tdkterim.gov.tr/?kelime=%E7ete&kategori=terim&hng=md.

– Bahaeddin, Mehmed. Yeni Türkçe Lügat. İstanbul: Evkaf-ı İslamiye Matbaası.

– Baysal, Bekir Sıtkı. 1974. Tarih Terimleri Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu.

http://www.tdkterim.gov.tr/?kelime=%E7ete&kategori=terim&hng=md.

– Cengiz, Halil Erdoğan, ed. 1991. Enver Paşa’nın Anıları. İstanbul: İletişim Yayınları.

– Eren, Hasan. 1999. Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. Ankara: Bizim Büro Basınevi.

– Eyüboğlu, İsmet Zeki. 1991. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü. İstanbul: Sosyal Yayınları.

– Fevzi, Ömer. 1325. Muhafaza-i Asayişe Memur Zabitanın Vezaifi: Usûl-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri. İstanbul: Matbaa-i İkbal.

– Harb-i Umumi Panoraması (Album de la Guerre Generale). 1914. İstanbul: Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası.

– Hobsbawm, Eric J. 1997. Eşkıyalar. İstanbul: Avesta.

– İslam Ansiklopedisi, s.v. “Akıncı” c. 1. Eskişehir: Milli Eğitim Bakanlığı, 1997.

– İştip, Hakkı. 1949. Gerilla: Çete Muharebeleri. Ankara: Harpokulu Basımevi.

– Mahmud. 1909. Mebusana Takdim Olunan Hafiyelerin Listesi yahud İstanbul’da Kimler Hafiyelik etmiş.

– Moran, Yıldız. 1992. Eşanlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü. İstanbul: Spatyom.

– Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti Mecmuasıdır. Müdâfaa-i Milliye Cem’iyyeti’nin bidâyet-i teşkîli olan 1328 senesi Kânûn-i sânîsinin ondokuzundan 1329 sene-i Kânûn-i sânîsi ondokuzuna kadar bir senelik muâmelât-ı umûmiyesiyle cem’iyyet nâmına vârid olan iânât ve teberrüât ve sarfiyyât ve müressilâtt muhtevidir. 1329. İstanbul.

– Orel, Vladimir. 1998. Albanian Etymo’logpcalDictionary. Leiden: Brill.

– Report of the International Commission to Inquire into the Causes and Conduct of the Balkan Wars. 1914. Washington: Carniege Endowment for International Peace Division of Intercourse and Education.

– Rumili Vilayeti’nde Şekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takib ve Tedibi Hakkında Kanun. 1327. Dersaadet: Matbaa-i Kütübhane-i Cihan.

– Sami, Şemsettin. 1317. Kamus-i Türki. Dersaadet: İkdam Matbaası.

– Sofyalı Ali Çavuş. 1992. Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, haz. Midhat Sertoğlu. İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayınları.

– Takvim-i Vekayi, 4 Şaban 1337, no. 3540; Divan-ı Harb-i Örfi Muhakematı Zabıt Ceridesi, Birinci Muhakeme (27 Nisan 1335).

– Takvim-i Vekayi, 7 Şaban 1337, no. 3543; Divan-ı Harb-i Örfi Muhakematı Zabıt Ceridesi, İkinci Muhakeme (4 Mayıs 1919).

– Tietze, Andreas. 2002. Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı. İstanbul-Wien: Simurg.

– Tokay, Gül. 1995. Makedonya Sorunu: Jön Türk İhtilalinin Kökenleri (1903-1908). İstanbul: AFA Yayınları.

– Turner, İpek Yosmaoğlu. “The Priest’s Robe and the Rebel’s Rifle: Communal Conflict and the Construction of National Identity in Ottoman Macedonia 1878-1908.” Kasım 2005. Doktora tezi, Princeton University.

– Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s.v. “Akıncı.”. C. 2. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1989.

– Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s.v. “Çete.” C. 8. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1993.

– Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü. c. 3. 1993. Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TDK Yayınları.

– Vefik Paşa, Ahmet. 2000. Lehçe-i Osmani, haz. Recep Toparlı. Ankara: Türk Dil Kurumu.

– Von Dach, Hans. 1957. Der totale Widerstand, Kleinkriegsanleitung für jedermann. Schweizer Unteroffiziersverband.

– Hans. 1964. Topyekûn Mukavemet: Herkes için çete harbi rehberi. Ankara: Kara Kuvvetleri Yayınları.

– Yalım, Özcan. 1998. Türkçe’de Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü. Ankara: İmge.

– Yeni Resimli Türkçe Kamus. 1928. İstanbul: Maarif Kütüphanesi.


Kebikeç, İnsan bilimleri için kaynak araştırmaları dergisi, Sayı: 34, 2012 – Ankara.