Bir din ve dünya devletinin içeriği, biçimi ve gücü, yaygın olarak Leviathan olarak bilinir, Thomas Hobbes (1588-1679) tarafından yazılmış ve 1651’de yayınlanan (revize edilmiş Latince baskısı 1668) bir kitaptır. Kitabın adı Kitâb-ı Mukaddes’te geçen Leviathan isimli bir yaratıktan esinlenerek konulmuştur.
Tanah’da yer alan Eyüp Kitabı, Yeşaya Kitabı ve Amos Kitabı’nda ismi geçen deniz canavarıdır. Eyüp Kitabı’nda bahsedilen Leviathan, Antik Kenan mitolojisinde tanrı Baal Hadad tarafından mağlup edilmiş ilkel bir canavar olan Lotan‘dan etkilenmiştir. Karşılaştırmalı mitolojiye göre Mezopotamya dininde canavara paralel olarak Marduk tarafından mağlup edilen Tiamat yer almıştır. Ayrıca Leviathan, İndra’nın Vritra’yı öldürmesi veya Thor’un Jörmungand’u yenmesi gibi anlatılardaki ejderha ve yılanlarla (serpent) karşılaştırılabilir.
İbrani İncili’nde ise Leviathan güçlü bir düşmanı, özellikle de Babil’i (Yeşaya:27:1) tarif etmek için bir metafor olarak kullanılmıştır. Bazı 19. yüzyıl akademisyenleri canavarı timsah gibi büyük su canlılarına atıfta bulunduğu şeklinde yorumlamıştır. Kelime daha sonraları genel olarak deniz canavarlarının yanı sıra “büyük balina” anlamına gelen bir terim olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Canavar, Yahudiliğin yanı sıra Hristiyanlık ve çeşitli gnostik dinlerde de yer alır.
Bu metafordan yola çıkan Thomas Hobbes’un eseri, toplumun ve meşru hükümetin yapısıyla ilgilidir ve toplumsal sözleşme teorisinin en eski ve en etkili örneklerinden biri olarak görülür. Leviathan, Machiavelli’nin Prens kitabı ile devlet idaresi alanında karşılaştırılabilen batı felsefesinin klasik bir eseri olarak yer almaktadır. İngiliz İç Savaşı sırasında (1642-1651) yazılmış olan Leviathan, sosyal bir sözleşme ve mutlak bir egemen tarafından yönetilmeyi tartışmaktadır. Hobbes, iç savaşa ve bu doğa durumuna (“hepimize karşı savaş”) yalnızca güçlü ve bölünmemiş bir hükümetin engel olabileceğini iddia etmiştir.
Halk Sahnesi Oyuncuları’nın notu
17. yy. liberal düşüncesine atfen Neo-liberalizm tanımıyla şekillenen ve son 30 yılda toplumun her alanında tüm boyutlarıyla yaşanmakta olan bir paradigma dönüşümü mevcuttur. Bu süreçte sadece sosyo-ekonomik ve kültürel değişimler değil bunlarla birlikte devlet-toplum ilişkisi de pek çok ciddi değişim ve dönüşüme uğramaktadır. Bu çalışmanın amacı söz konusu dönüşümde öne sürülen devlet-toplum ilişkisinin temel felsefi dayanaklarını sorgulayarak bir tartışma açmaktır.
Devlet ve yurttaşları arasındaki hukuki ilişki tüm vatandaşlar açısından eşit bir ilişki olarak tanımlanabilmesine rağmen, toplumsal sınıflar dikkate alınmadığında salt hukuki ilişki ile toplumsal yaşamın ve kurumların işleyişini açıklamak oldukça zorlaşmaktadır. Devlet olgusunun hukuk düzenindeki merkezi yeri de dikkate alındığında devlet aygıtı tarafından çıkarılan yasalar, tüm yurttaşlar üzerinde bağlayıcılığa sahip hukuki normlardır. Bu tartışmada, neo-liberal iktisat yaklaşımının tamamlayıcısı olarak topluma akseden bireyci, sürekli olarak “ben”i öne çıkaran, makro ölçekteki faydacılık mantığına mikro ölçekte kişisel çıkarı katarak, faydacılığa odaklanan ‘ben-ci’ felsefenin “özgürlük” söyleminin, toplumsal yaşamın temel öğelerinden olan çalışma eylemi bakış noktasından hareketle, çalışanların bakış açısından ne ifade ettiği ana hatları ile değerlendirilecektir.
Bu bağlamda çalışmada yanıt aranacak iki sorudan ilki, neo-liberal felsefede vurgulandığı gibi yasal düzenlemelerle önü açılmış piyasada yerlerini alan, faydacılığa odaklanmış ben-ci bireyler ile daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir çalışma yaşamına mı yoksa daha Leviathan’cı bir çalışma yaşamına mı yönelimin söz konusu olduğudur? İşsizlik ve diğer toplumsal eşitsizliklerle birlikte değerlendirildiğinde neo-liberal felsefenin yarattığı mevcut durumu çalışma özgürlüğü ve diğer özgürlükler açısından nasıl yorumlamak gereklidir? Yanıt aranacak diğer soru ise, çalışma yaşamında temel öğelerden olan “iş güvencesi” ve “eşit işe eşit ücret” ilkelerinin performansı öne çıkaran mevcut yaklaşımla gerek kamusal gerekse de özel istihdamda gitgide göz ardı edilmesinin, toplumsal yapıyı nasıl etkilediğidir.
Bu soruları açıklayabilmek amacıyla, çalışma üç aşamalı bir seyir izleyecektir. Öncelikle Thomas Hobbes’un “Leviathan” yani “egemen güç olarak otoriter devlet” kurgusunun dayandığı temeller kısaca açıklanacaktır. Daha sonra Hobbes’un da öncüsü sayılabileceği ekonomik liberalizmin, neo-liberalizme kadar geçirmiş olduğu üç evre hakkında temel bilgiler verilecektir. Son olarak da Türkiye’de çalışma yaşamının neo-liberal süreçte geçirdiği dönüşümü, Leviathan’ın yükselişi şeklinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği tartışılacaktır.
Hobbes’in Devlet Anlayışı; Doğa Durumu, Leviathan’ın Gerekliliği ve Niteliği
Thomas Hobbes (1588-1679), Avrupa’da merkantilist iktisat politikalarının uygulanmakta olduğu bir dönemin düşünürüdür ve aynı zamanda yaşamının önemli bir kısmında İngiliz İç Savaşı’na tanıklık etmiştir. Dolayısıyla oldukça otoriter sayılabilecek görüşlerinin oluşmasında yaşadığı ortamın etkisi yadsınamaz. Toplum sözleşmesi teorisinin önemli isimlerinden olan Hobbes, doğa durumu ve devletin yapısı konularında diğer toplum sözleşmesi teorisyenleri olan John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerden farklılaşır.
Hobbes da, tıpkı diğer felsefeciler gibi teorisini kurarken öncelikle teoride kullanacağı algı, tahayyül, değer, doğa yasası, kudret, sadakat gibi öğeleri “İnsan Üzerine” adlı bölümde tanımlar ve “sosyal fizik” düşüncesine dayalı bir açıklama şemasıyla, iktidarı sağlam ve özgün bir temele oturtur. Sosyal fizik düşüncesine göre, nasıl maddesel varlıklar atomlardan oluşmuşsa, toplumlar da bireylerden oluşmuştur. Hobbes’a göre tıpkı Euclid’in Elementlerde geometriye temel eleman olan “nokta”dan başlamış olması gibi, siyasette de işe en temel elemandan yani bireyin incelenmesinden başlamak gerekir (Öktem ve Türkbağ, 2003: 388-389). Doğada da aslolan tek tek cisimlerdir ve bütün geri kalan şeyler bu tek tek cisimlerin bir araya gelip etkileşimlerinden oluşur. Cisimler de “doğal” ya da “yapma”dırlar. Devlet, insanlar arasındaki anlaşma ve sözleşmelerle kurulduğundan dolayı yapma bir cisimdir. Zira insanlar daha önce devlet (toplum) halinde yaşamamaktaydılar. Dolayısıyla gerçek olan, yalnız bir bağ ile bağlı olmayan “doğa insanı” ve aslında kendisinin koymuş olduğu belli yasalarla eylemleri daraltılıp sınırlanmış olan yurttaştır (Gökberk, 2010: 252). Bu “belli yasalarla eylemleri daraltılma durumu”, “İnsan Üzerine” adlı bölümde verilen örneklerde dahi mevcuttur; “Hareketlerinde ülkesinin yasalarına uyan kişi; bütün bu sözcükler şu tek sözcüğe eşdeğerdir; adil” (Hobbes, 2010: 37).
Hobbes’a göre “hayat hareketten ibarettir” (Hobbes, 2010: 57-58) ve istekler de ard arda ve sınırsızdır. Mutluluğa ancak isteklerin elde edilmesinde bir kopukluk olmaması ve gelecekteki arzularının yolunun güvence altına alınması durumunda ulaşılır (Hobbes, 2010: 81; Labiano, 1999: 137; Ağaoğulları ve Köker, 2009: 196). Hobbes’un bu yaklaşımı hem neo-klasik iktisat paradigmasının öncüllerinin hem de günümüz neo- liberal kapitalizminin “daha fazlasını iste” mottosunun tarihsel altyapısını oluşturmaktadır.
Toplum sözleşmesini odağına alan klasik geleneğin siyaset felsefecilerinde, doğal halden devlete geçişe ilişkin kuramlaştırmalar bütünüyle karşılaştırılır. Doğal hukuk kuramcıları olan Hobbes, Locke ve Rousseau gibi düşünürler, insanlığın geçirdiği ve birbirini izleyen iki ardışık durum olarak tanımladıkları “devletsiz toplum” ile kaynağını Tanrı’da değil, sözleşmelerde bulan “devlet uygarlığını” (sivil toplum) ayırt eden kıstaslar üzerine detaylı açıklamalar yapmışlardır. Ve yine, devletin ortaya çıkış koşulları da bu açıklamalar içinde merkezi yer işgal eder. Bu açıklamalarda siyasal iktidarın insani kökeninin dikkate alınması ve bir yandan da aklın yasalarına uygun olarak meşruluğunun sağlanması için devlet öncesi ve sonrası durum ayrıştırılır; bir yanda bireylerin kendi hallerine bırakıldıkları bir durum vardır ve bu durum anarşik konumlanışa yol açar, öte yanda sözleşmeden doğan medeni bir durum söz konusudur. Gerçek anlamıyla siyasal bağ ise ancak ikinci halde varolur (Abeles, 1998: 15-20).
Hobbes, doğa halini, insanların doğuştan eşit olduğu, eşitlikten güvensizliğin, güvensizlikten de savaşın doğduğu ve hepsini korkutmaya yetecek bir devlet olmadıkça herkesin herkese karşı sürekli bir savaş halinde olduğu durum olarak tasvir etmektedir. İnsan doğasındaki üç kavga nedenini, rekabet, güvensizlik, şan ve şeref olarak açıklayan Hobbes’un savaş ile kastettiği sadece muharebe ya da dövüşme eylemi değildir; aynı zamanda mücadele etme iradesinin yeterince bilindiği bir zaman süresini de kapsar. Dolayısıyla savaşın doğası, çarpışma eyleminden ibaret olmayıp, tersine bir güvencenin bulunmadığı, çarpışmaya yönelik kesinleşmiş eğilimden oluşur (Hobbes, 2010: 101).
Devlet öncesi doğa durumuna içkin eğilim olan belirsizlik, Hobbes’çu çatışmanın sebeplerinden birisidir. Hobbes’un yaratıkları, saldırılara karşı kendilerini korumak için “doğal tutkuları” ile hareket ederler. Korku, bu güdülerin en kuvvetlisidir. Yetersizlik ve kıtlık rekabeti koşullar, belirsizlik ortamındaki rekabette potansiyel rakiplerin ne gibi stratejiler izleyecekleri hususu, rekabetin yönelimini şiddete doğru çevirir (Labiano, 1999: 139; Lipson, 2005: 47).
Hobbes’a göre insan her şeyden önce “kendi varlığını ayakta tutmaya”, koruyup sürdürmeye çalışır. Bu insanın bütün eylemlerini belirleyen ana güdüsüdür. Dolayısıyla bu güdü insanı doğa nimetlerinden mümkün olduğunca daha çok yararlanmaya sevk eder. Bu yüzden de herkes ister istemez birbirinin düşmanı olur ve “herkesin herkese karşı savaşı” başlar. Genel güvensizlik yaratan bu durum, insanın kendi varlığını koruma güdüsü ile çatışır. Devlet öncesi doğal düzenin, barındırdığı sürekli korku ve şiddet yoluyla ölüm korkusu ayrıca iç savaşın sertleşmesi bu durumdan kurtulabilmek için herkesin özgürlüğünün bir kısmından (herkesin her şey üzerinde hak iddia etmesinden) feragat etmesi çatışmayı sonlandıracak, güveni tesis edecek ve dolayısıyla herkesin yararına bir durumdur. Özetle insan, varlığını koruma güdüsü ile hareket ederek, “herkesin güvenliğini sağlama”ya yönelmiştir (Gökberk, 2010: 252; Labiano, 1999: 144). Bu da ancak insanların, dünya nimetlerini edinmede kullandıkları kuvvet araçlarına başvurmaktan vazgeçeceklerine dair birbirine söz vermesiyle ve bu kuvvet araçlarını kendisine hep birlikte itaat edecekleri bir kişiye devretmek için aralarında anlaşmalarıyla bulunabilir. Bu “sözleşme” ile devlet kurulmuş ve doğa durumundan yurttaşlık durumuna geçilmiş olur. Yurttaşlık durumunun özelliği, bireylerin birbirlerine aykırı olan birçok istençleri yerine, birliği olan tek bir istencin geçmiş olmasıdır. Genel güvenliğin tesisinin herkesin üzerinde uzlaştığı bir amaç haline gelmesi birtakım ortaklaşa değerlemeleri de ortaya çıkarır. Örneğin “iyi”, bu güvenliği sağlayan, “kötü” ise genel güvenliği sarsan eylemlerdir. Bu durumda iyinin ve kötünün güvenlik çerçevesinden yeniden tanımlanması ve bir hukuk düzeninin (pozitif hukukun) varlığını gerektirmektedir. Bu hukukun kaynağı da devlettir (Gökberk, 2010: 252-253).
Öte yandan Hobbes’taki güvenlik kavramının, salt yaşamın korunmasını değil, aynı zamanda mutlu bir yaşamın sürdürülmesini de içerdiğinin altı çizilmelidir. Çalışamayacak durumda olanları, yaşamlarını sürdürebilmek için başkalarının sadakasını beklemekten kurtarmak, onlara yardım etmek de devletin güvenlik sağlama görevine dâhildir. Hobbes, bu yardımı “kamusal yardım” olarak tanımlamaktadır (Hobbes, 2010: 257). Devlet bu görevini, çalışabilecek olanlara iş sağlayarak, işsizlikle ve tembellikle mücadele ederek yerine getirecektir. Hobbes’un iş ve çalışma derken kastettiğinin büyük ölçüde ticaret olduğunu unutmamak kaydıyla, Hobbes, devleti, gücü yerinde olan uyruklarını çalışmaya zorlamaya ve işsizliği önlemek amacıyla gemicilik, balıkçılık, tarım gibi iş alanlarını desteklemeye davet eder. Bu bağlamda, Leviathan’ın bir tür sosyal devlet görünümü aldığını görebiliriz (Gökçeoğlu Balcı, 2007: 29)
Doğa durumu üzerine oldukça iç karartıcı görüşler beyan eden Hobbes’un kendisi de böylesi bir durumun belki de hiç var olmadığını, tüm dünyada da durumun böyle olduğuna inanmadığını belirtmiştir. Böylesi bir doğa durumunun varlığına dair Hobbes’un gösterdiği en nesnel fakat, bizce tümüyle tartışmalı olan “kanıtı”, “Amerika’nın birçok yerindeki vahşilerdir” (Hobbes, 2010: 102). Karşılaştırmalı hukuk üstadı Sir Henry James Sumner Maine ve pek çok araştırmacı, doğa halinin “tarih dışı” ve “doğrulanamaz” bir kavram olduğunun altını çizmektedir. Dolayısıyla toplum sözleşmesi için de aynı şey ileri sürülebilir (Abeles, 1998: 22) Cassirer ise, Hobbes’taki toplumsal sözleşmeci açıklamaya dair temel sorunun, devletin ampirik kökeninden ya da toplumsal ve siyasal düzenin tarihi olup olmamasından ziyade “geçerliliği” ve hukuksal temeli olduğunu belirtmektedir. Hobbes’un kuramında, yönetici ve yönetilenler arasındaki yasal bağ kurulduktan sonra bir daha çözülmez. Bireylerin tüm hak ve özgürlüklerinden vazgeçtikleri “boyun eğme anlaşması” toplumsal düzene giden zorunlu önkoşul ve ilk adımdır. Bu noktadan sonra bireyler artık bağımsız birer varlık değildir; kendine özgü istençleri de yoktur. Sınırı olmayan toplumsal istenç devletin yöneticisi ile birleşmiştir ve bu egemenin dışında ya da üstünde hiçbir güç yoktur (Cassirer, 1984: 175). İnsanları barışa yönelten duygular, ölüm korkusu, rahat bir hayat için gerekli şeyleri elde etmek arzusu ve çalışarak onları elde etmek umududur (Hobbes, 2010, 103). Barış ise, toplumu oluşturacak olan tikel güçlerin, onları hem birleştiren hem de onlara hükmeden bir üçüncü kişiye ilhakıyla sağlanır (Abeles, 1998: 55)
Doğal durumun bir tür akıl yürütme olduğuna (Abeles, 1998: 33) ek olarak Hobbes’in istediği bir siyasal sistemi haklı gösterebilmek için, belli varsayımlardan hareket ederek, mantık yoluyla böylesi bir felsefi yapıyı oluşturduğunu öne süren görüşler de mevcuttur. Buna göre, Hobbes, bireyin mutluluğundan hareket etmiş ancak sonra “ortak güvenlik” deyimini kullanmaya başlamıştır. Çünkü Hobbes devletin yasama erkini ancak bu yolla açıklayabilmektedir (Hirş, 2001: 184-185).
Bir diğer toplum sözleşmesi kuramcısı olan Rousseau ise, iş veya bağımlı çalışma olgusunun sivil toplumda ortaya çıktığını ve bunun baskı, kölelik ve yoksullukla eşanlamlı olduğunu öne sürer. Rousseau’ya göre, bir kişinin iki kişiye yetecek kadar yaşam için gerekli araç gereçlere sahip olmasının karlı olduğu fark edildiğinden beri eşitlik bozulmuş, mülkiyet ortaya çıkmış ve çalışma zorunlu olmuştur. Dolayısıyla Rousseau’nun insanı, doğal halinden yurttaşlık durumuna geçerken Hobbes’in kuramında olduğunun aksine huzurunu ve özgürlüğünü de kaybetmiştir (Gökçeoğlu Balcı, 2007: 30).
Dolayısıyla toplum sözleşmecilerinin yaklaşımıyla “bir beraberlik tarzı olarak” devletin, bu beraberliği oluşturan insanların nitelikleri üzerinde bir görüşe sahip olunarak ve beraberliklerinin temel ilke ve koşullarını ahlaki, hukuksal, siyasal açıdan incelenerek ele alınması gerekliliği öne çıkmaktadır. Böylece devlet, “dıştan kaynaklanan” bir dinamikten hareket edilerek incelenmez; doğrudan devlet denen beraberlik tarzı incelenir (Yumer, 1987: 57). İleride de değineceğimiz gibi bu beraberlik tarzı incelenirken yurttaşlar ve sınıflar arası ilişkiler merkezi öneme sahiptir.
Hobbes, devletin ödevini yerine getirebilmesi için tam ve kesin diğer bir deyişle mutlak olması gerekliliğinin altını çizer. Hobbes’a göre, “kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez” (Hobbes, 2010: 133). Devletin istenci tek kişinin karşısında tam anlamıyla egemendir. Zira herkesin herkesle savaşmasını, anarşiyi önlemek için kurulmuş olan devlet ödevini gerçekleştirebilmek için mutlak egemen, “Leviathan” olmalıdır. “Leviathan” ise Kutsal Kitap’ta (Tevrat) geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’da mutlak devletin simgesidir. Egemenliği bir güç olarak tanımlayan Hobbes, bu bağlamda egemenliğin bir kişide ya da bir heyette olduğu durumları çeşitli vesilelerle örneklendirmektedir (Hobbes, 2010: 144, 202). Leviathan’da “egemenlik” kavramı, naturalist bir temel üzerinde sonuna kadar götürülür ve Hobbes’un ilkelerine en çok uyan yönetim biçimi mutlak monarşidir. Hobbes’a göre devlet istencinin birliği ya da beraberlik tarzı, en iyi şekilde tek bir hükümdarın (monark) istenciyle sağlanabilir fakat seçilmiş bir parlamentonun egemenliği de dağınık, birbirine aykırı olan istençler yerine, ister tek kişinin isterse de çoğunluğun olsun, tek bir istenç olarak varolduğunda Hobbes’un ilkeleriyle uzlaşabileceğini savunanlar olduğu kadar (Gökberk, 2010: 250-254; Yumer, 1987: 47-48.) egemenliğin sadece monarkın iradesine indirgediğini savunanlar da vardır (Öktem ve Türkbağ, 2003: 153).
Öte yandan, sözleşmenin Leviathan tarafının sahip olduğu erk ortadadır bireyler de haklarını devrettikleri ve aynı zamanda birlikte oluşturdukları Leviathan’ın tarafsızlığı şüphelidir. Zira kendisi üzerinde hiçbir güç tanımayan ve yaptıkları sorgulanamayacak olan (Hobbes, 2010, Cassirer, 1984: 175) Leviathan, Hobbes’un ifadesiyle, “mutlak bir güce sahipse” sonuçların toplumun bütününün yararına olacağı beklentisi yere basmamaktadır. Zira herkesin birden kişiliğini taşıma hakkı, egemenin onlardan herhangi biriyle değil fakat onların birbiriyle yaptıkları sözleşmeyle egemen tayin ettikleri kişiye verilmiş olduğundan, egemen açısından herhangi bir sözleşme ihlali söz konusu değildir (Hobbes, 2010: 138). Leviathan’a dair bir diğer açıklama ise, yapay varlık olan egemen güç, devlet ve hükümet olan Leviathan’ın, 3. kişi konumunda olduğundan sözleşmeye bağlı olmadığını; insanların barışa kavuşmak için, doğal yaşama halindeyken sahip oldukları tüm hak ve yetkileri ona verdiklerini, karşılığında ise barış ve düzen dışında hiçbir şey almadıklarını belirtmektedir (Öktem ve Türkbağ, 2003: 389). Hobbes, barış ortamının sürdürülmesinde “uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine egemen karar verir” diyerek “nifak ve iç savaşı önlemek amacıyla görüşler ve düşünceler hakkında karar verme veya bu konularda karar verecek yargıçları atama yetkisini, egemen güce vermektedir (Hobbes, 2010: 141, 185, 251-254). Bu ifadeler barış gibi yüksek bir amaca dayansa da “egemence tanımlanan ölçütlere uygun bir toplumun inşasını hedeflemenin” açık delili sayılabilir.
Hobbes’un devlet kurma ve sürdürme becerisi üzerine düşünceleri ise bize Leviathan’ın sınıfsal bakışı hakkında önemli ipuçları vermektedir. “devletleri kurma ve sürdürme becerisi, tenis oyununda olduğu gibi sadece uygulamaya değil, aritmetik ve geometride olduğu gibi kesin kurallara bağlıdır; ki bu kuralları bulmak için ne yoksulların boş zamanı vardır, ne de boş zaman sahibi insanlar onları bulmak için gereken merak veya yönteme sahiptir” (Hobbes, 2010: 162)
Leviathan’ın kurulmasında tüm hakların egemene devredilmesi kişilik haklarını da kapsamaktadır. Dolayısıyla bir yurttaşın özgürlüğü, egemen gücün yurttaşların eylemlerini düzenlerken, yasaklamamış olduğu işlerdir. Bu işler Hobbes’un Leviathan’ı yazdığı merkantilist dönem için; birbirleriyle alım-satım v.b. anlaşmalar yapmak, evlerini, gıdalarını ve mesleklerini seçmek, çocuklarını uygun gördüğü şekilde yetiştirmek v.b. işlerdir. Egemenin vereceği herhangi bir emre itaat etmeyi reddetme durumunda kişilerin kendini koruma hakkı, ancak, “egemenliğin kuruluş amacına” ters düşmüyorsa vardır (Hobbes, 2010: 165-169).
Vatandaşların sahip oldukları haklar konusunda Cassirer, Hobbes’un toplumsal sözleşme açıklamasından hareketle, devredilen haklar içinde özellikle kişilik hakkı üzerindeki 17. yüzyıl siyaset yazarlarının açtıkları tartışmaya değinmektedir. Cassirer, temel bir hak niteliğindeki kişilik hakkının, bir anlamda tüm öteki hakları içine aldığını ve insanın kişiliğinden vazgeçerse ahlaksal bir varlık olmaktan çıkıp, cansız bir şey haline geleceğini, cansız bir varlığın da “bir söz verebilme” ya da toplumsal bir sözleşmeye katılabilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla kişilik hakkı, bir bireyden ötekine aktarılamayacağı için, tüm sivil gücün yasal temeli olan yöneticilik sözleşmesi doğası gereği sınırlıdır. Zira insanının, aracılığıyla özgür bir varlık olması durumundan vazgeçip, kendisini köleleştireceği hiçbir boyun eğme edimi olamaz. Çünkü böylesi bir özveri ile insan kendi doğasını, özünü oluşturan özyapıdan vazgeçerek insanlığını yitirecektir (Cassirer, 1984: 175-176).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hobbes’in yapıtlarındaki özellikle de Leviathan’daki argümanlar, 17. yüzyılın pozitivist mantığın hâkim olduğu entelektüel atmosfer ve İngiliz İç Savaşı’nın etkisindedir. Dolayısıyla Labiano, Hobbes’un devlet yönetiminde mutlak “tekel”i savunmasının böyle bir çevreden kaynaklandığını ileri sürmektedir (Labiano, 1999: 134-135.) Gerçekten de Hobbes’in yaşadığı dönem, kendi yurdu İngiltere için bir tedirginlik ve kaos dönemidir. Bu ortamdan uzaklaşarak yaşamının 20 yılını Fransa’da geçiren Hobbes için devletin zayıflamasıyla oluşan kaosu önleyebilmenin, yurdunda eksik olan şey olan “genel güvenliği” sağlayabilmek için devleti dev gibi güçlü görmek istemesinin mantıki temelini oluşturduğu söylenebilir (Gökberk, 2010: 254) ve Hobbes’a göre, devlet iradesine karşı gelmek, en büyük suçlardandır ve toplum düzenini yok etmek demektir (Hobbes, 2010: 229; Öktem ve Türkbağ, 2003: 388).
Liberal, Neo-Liberal Dönemlerde Yurttaşlık ve Leviathan Üzerine Bazı Saptamalar
Tarihsel süreç ve gelişimi içinde üç tür liberalizmden bahsetmek mümkündür; Adam Smith ve tilmizlerinin öncülüğünü yaptıkları “klasik liberalizm”, Keynesyen iktisadın “uzlaşmacı liberalizmi” ve Chicago Okulu’ndan Milton Friedman ve grubunun önderliğinde gelişen neo- liberalizm. Klasik liberalizm, 18.yy’dan 19.yy.’ın son çeyreğine kadar olan dönemi kapsar. Klasik liberalizmin temel mantığı bireyselcilik, bireysel hak ve özgürlükler, özel mülkiyet ve devlet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa sistemine dayanır. Klasik liberalizm taraftarları, serbest piyasa koşullarında bireysel yarışmayı mümkün kılacak iktisadi özgürlüklerin” peşinde koşarlar ve süreç teoride, toplumsal gelişmenin sağlanması ve iktisadi büyümenin gerçekleşmesiyle sonuçlanır. Klasik liberalizmde devletin üç temel işlevi; eğitim, sağlık, yollar, köprüler gibi bireysel çıkar çerçevesinde piyasa koşullarında üretilmesi mümkün olmayan kamusal mal ve hizmetlerin üretilmesi, milli savunma ve son olarak Hobbes’in de merkezi önem verdiği iç güvenlik ile adalet hizmetlerinin sağlanmasıdır (Akalın, 2009: 11-12).
Uzlaşmacı liberalizmin ortaya çıkışında 1870’lerde yaşanmaya başlayan iktisadi krizle başlayan, 1. Dünya Savaşı ile devam eden ve son olarak 1929 Krizi ile birlikte sonlanan süreç etkili olmuştur. Uzlaşmacı liberalizme göre ekonomiye devlet müdahalesi bireyselcilik çerçevesinde değil, kamu yararı çerçevesinde gerçekleştirilmeli, ayrıca devlet, Hobbes’in de öne sürdüğü gibi kişilerin asgari geçim standardını sağlamalı ve bunun için fırsat eşitliğini garanti altına almalıdır. Yeni bir krizle uzlaşmacı liberalizmin terk edilmesiyle birlikte 1970’lerden günümüze kadar uygulanmakta olan neo-liberalizmde ise, klasik liberalizmin bireysel özgürlükleri yerini “iktisadi özgürlüklere” bırakmıştır. Neo-liberalizmin en belirgin özellikleri içinde; piyasanın hâkim rol oynaması kuralı, devletin özel sektöre kaynak ayırırken eğitimden sağlığa, fakirlere ve işsizlere sağlanan sosyal yardımlara kadar tüm harcamalarının kısılması, iş güvenliği de dâhil olmak üzere kârları azaltacak her türlü düzenlemenin ortadan kaldırılması, emek piyasalarının kuralsızlaştırılarak güvencesizleştirilmesi, özelleştirmelerin hız kazanması, toplum kavramının literatürden çıkarılması ve sorumluluğun bireylere yüklenerek işçi ve toplumun kapitalist olmayan kesimlerinin her türlü temel ihtiyaçlarını karşılamaları konusunda en hafif tabirle “başlarının çaresine bakmalarının” istenmesi ve son olarak her türlü çözümsüzlüğün söz konusu kesimlerin aylaklığı temelinde açıklanması kolaycılığına kaçılması sayılabilir (Akalın, 2009: 13-19; Navarro, 2008: 219-220).
Bourdieu’nun “pür piyasa mantığını engelleyen kolektif yapıları yok eden bir program” olarak tanımladığı neo-liberalizmin (Bourdieu, 2009: 23) mimarlarından Thatcher’ın “Thatcherizm” olarak anılan kısıtlamasız özel birikim atılımı, kamu harcamaları, kolektivizm ve “bağlılık kültürü” konularındaki saldırıları, toplumsal bünyenin zayıflamasıyla birlikte modern, refah devleti biçimiyle yurttaşlığın doğal düşmanı yapmıştır. … Thatcherizmin bireycilik ve yarışma etiğine bu sarsılmaz bağlılığı, İngiliz toplumunda zamanla, Hobbes’un Leviathan’da defalarca vurguladığı “herkesin herkesle savaşı” fikrini uyandırmıştır. Karşılıklı bağımlılık duygularının kaybolmasıyla birlikte tümüyle rekabetçi özçıkara adanmış bir toplumun özellikleri sıklıkla ortaya çıkar (Hall ve Held, 1995: 170). Neo- liberal politikaların uygulayıcılarından olan Thatcher ve Thatcherizm ve sosyal devletin sosyal yurttaşını, birer homo oeconomicus’a indirgeyerek depolitize etmiş ve yeni dönemde aktif yurttaş tanımını ortaya koymuştur (Üstel, 1999: 85).
Neo-liberal politikalarla devletin işlevini küçültürken esas amaçlanan, bireysel alanı ve özgürlükleri genişletmek şeklinde ifade edilmiştir. Fakat devletin küçülmesi uygulamada dengesiz güç ilişkileri yaratarak toplumda adaletsizliklere ve eşitsizliklere yol açmıştır. Bu sorunlara nasıl çözüm yaratılacağı ise belirsizliğini korumaktadır (İnaç ve Demiray, 2004: 167).
Labiano; Hobbes’un doğa durumuna dair açıklamalarında merkezi yer verdiği korku, güvenlik, bencillik ve kontrol isteğinin, kapitalist ideolojiyi meydana getiren bütünün parçaları olduğu saptamasını yapmakta ve Marx ve radikal iktisatçılardan hareketle, Hobbes’in Leviathan’da merkezi önem verdiği ilkelerden olan korku ile işçi motivasyonu arasında bir bağıntı olduğunu öne sürmektedir. Zira kapitalist sistem, egemen bir yönetime, Leviathan’a ihtiyaç duyar ve bu yönetim sermaye birikiminin sağlanmasında korku öğesini deyim yerindeyse “ustalıkla” kullanır. Yine Hobbes, Leviathan’ın “sözleşme üzerine” adlı bölümünde, sözleşme doktrininde korku öğesinin kullanımı üzerinde durmaktadır (Labiano, 1999:138).
Hobbes’a göre toplumun kurulmasındaki en önemli etken, eşit bireylerin biraradalığından kaynaklanan kaos ortamının getirdiği şiddet ve özellikle de ölüm korkusudur (Hobbes, 2010: 101-102) Bu düşünce sistematiğinin, neo-liberal iktisat politikalarınca da içerilmiş olan neo-klasik iktisat paradigmasının ilkeleri ile taban tabana zıt olduğu görülebilir. Zira neo-klasik iktisat paradigmasına göre her bir bireyin diğer bireylerle mücadele ederek kendi çıkarlarını maksimize etme peşinde koşmasıyla, hem bireysel hem de nihai olarak toplumun çıkarlarının en üst seviyeye ulaşacağı savunulur.
Öte yandan “insanın değeri”nin nasıl belirleneceği noktası ise Hobbes’u neo-klasik iktisat paradigmasına yaklaştırmaktadır. Hobbes’a göre, “bir insanın kıymeti veya değeri, bütün diğer şeylerde olduğu gibi, onun fiyatı, yani onun kudretinin kullanımı için verilmesi gereken şeydir ve bu nedenle mutlak olmayıp başkalarının ihtiyacına ve yargısına göre değişir… Bir insan kendine ne kadar yüksek bir değer biçerse biçsin, onun gerçek değeri başkalarınca takdir edilenden fazla değildir” (Hobbes, 2010: 74). Bu bağlamda Labiano, Hobbes’un öne sürdüğü ekonomik modelin tam anlamıyla kapitalist olduğunun altını çizmektedir. Zira Hobbes, başka bir ahlaki değere ihtiyaç duymaksızın, insan da dahil olmak üzere her şeyin değerinin piyasa tarafından belirleneceğini belirtmektedir. Yine Labiano, modelin kapitalist nitelikte oluşunu, herkesin tek başına ve aynı zamanda çeşitli tehlikelerle karşı karşıya olmasıyla ve herkesin herkese karşı kalıcı bir ticari savaşın içinde olması (merkantilist dönem düşünürü olarak Hobbes, çalışma eylemini ticaretle özdeş bir şekilde ele almıştır) düşüncesinde de görülebileceğini belirtmektedir (Labiano, 1999: 143-145).
Pek çoklarınca ana akım Anglo-Saxon düşüncesinin babası sayılan Hobbes için yine pek çok yazarın birleştiği noktalar vardır. Bunlar, burjuva zihniyetine ve merkantilist sisteme uygun kapitalist bir topluma eşlik eden bir düşünceye sahip olduğu, içinde yaşadığı yüzyıl Avrupa’sının temel iktisat politikası olan merkantilizmin yarattığı ortamdan hareketle çalışma eylemini ticaretle ilişkili olarak ele alması, liberalizmin öncülerinden olması ve liberalizmin yükselişinde ciddi katkılarının mevcudiyetidir. Liberal iktisat düşüncesi Hobbes’tan bireycilik, bencillik ve burjuva finansal platformunu miras almıştır (Labiano, 1999: 146; Öktem ve Türkbağ, 2003: 390). Öyle ki klasik iktisatçı Thomas Malthus’un nüfusun artışı karşısında işaret ettiği pesimist çözüm olan savaşlar, açlık ve çeşitli doğal felaketlere duyulan ihtiyacın köklerine Hobbes’da rastlamak mümkündür (Hobbes, 2010: 258). Fakat Hobbes’dan farklı olarak liberalizmin dayandığı temel unsur yurttaş değil, “iktisadi insan”dır (Üstel, 1999: 78).
Hobbes’daki bireycilik anlayışı da Rönesans bireyciliğinden farklıdır. Rönesans, getirdiği öteki yeniliklerin yanı sıra, ulusal kişiliklerin de belirdiği, ulusların, kendilerine göre bilinçleri olan bağımsız kültür ve politika örgütleri olarak tarih sahnesinde görünmeye başladıkları bir dönemdir (Gökberk, 2010: 185). Yine rönesans düşüncesinin bireyi öne çıkaran anlayışından farklı olarak, bireylerin biraradalığı düşüncesinden hareketle Hobbes’da, ulusal çıkarımları da olan bir bireyselliğin varolduğu söylenebilir. Zira Hobbes’un döneminde ülkelerin ana varoluş koşulu ulusal pazarı inşa etmektir (Kılıçbay, 2010: 10).
Üstel’in de altını çizdiği gibi pek çok sosyal bilimci açısından 20. yüzyılın sonu itibarıyla genel durumun 19. yüzyılın sonundan, Hobbes’çu açıklamayla “herkesin herkesle savaş halinde olduğu” ve “insanların birbirlerini öldürebilme yeteneğinde eşit olduğu durum”dan farklı olmadığıdır (Üstel, 1999: 13). Bizim de katıldığımız bu görüşü, Hobbes’un yaşam hakkının güvence altına alınması çerçevesinde devlete yüklediği yurttaşlarına iş sağlama ödevi ve işsizlik bağlamında değerlendirerek, mevcut durum için doğa durumuna dönüşten mi yoksa Leviathan’ın güçlenmesinden mi bahsedilmesi gerektiğini açıklamaya çalışacağız. Bu noktada öncelikle, yurttaşlık kavramını ele alarak başlamak yerinde olacaktır.
Burjuvazinin aristokratik ayrıcalıklara karşı savaşımı içinde anlam kazanan evrensel yurttaşlık idealinin özünde, yurttaşlık statüsünün her türlü özellik ve farklılığı aşan ve bu anlamda eşitliği aynılığa indirgeyen anlayış bulunmaktadır (Üstel, 1999: 55). Başka bir anlatımla yurttaşlık, yalnızca modern devletin ulusal, topraksal ve bürokratik siyasal organizasyonu dahilinde anlam bulur ve yurttaşlığın inşasında, güvenlik kaygısı ve “korku”nun denetlenmesi bulunduğundan, yalnızca ulusal siyasal cemaatin üyeleri “yurttaş” statüsü kazanmaya hak kazanmışlar, yabancılar ise bu kategorinin dışında kalmışlardır (Zolo, 1993: 260’dan Akt: Üstel, 1999: 56).
Marshall, “Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar” adlı yapıtında, kapitalizmin sınıf eşitsizliklerine yol açarken yurttaşlığın, üyelerinin eşit hak ve görevleri paylaştığı bir statü sağladığına dikkati çekmektedir. Marshall, yurttaşlık ve sınıf ilişkisini, bir yandan yurttaşlığın sınıf çelişkisinin yönü ve biçimi üzerinde etkili olduğu, diğer yandan da sınıf çelişkisinin haklar, özellikle de yurttaşlık haklarına ilişkin mücadelenin bir ifadesi olarak ortaya çıktığı bir karşılıklı etkileşim mantığı içinde ele almaktadır (Barbalet, 1988, 8-10’dan Akt: Üstel, 1999: 61-62).
Liberal-sözleşmeci yurttaşlık yaklaşımının “minimalist” yurttaş anlayışı ise, yaşanan yurttaşlık açısından önem taşıyan bir dizi unsuru bilinçli olarak sorunsalının dışında bırakmaktadır. Liberal yurttaşlık perspektifinin özgür ve özerk yurttaş anlayışı siyasal katılım ve kamusal taahhüt konularında tekil yurttaşları özgür bırakırken; “dayanışma” unsuru ve “yaşanan” yurttaşlığın niteliğini belirleyen fırsat eşitliği ve eşit başlangıç ilkesi gibi konular, liberal sözleşmeci yurttaşlık sorunsalının dışındadır (Üstel, 1999: 74).
J. Leca, bir aidiyet biçimi olarak yurttaşlığı üç eksende tanımlamaktadır. İlk eksen bütüncül bir gruba, yani “siyasal topluluğa” yönelme ile çıkar grubu, sınıf, mesleki birlik gibi daha özel ya da daha evrensel gruplara yönelmenin ifadesi olan “özel-genel” hattıdır. İkinci eksen, aile, yüz yüze topluluklar gibi daha “tensel” ve “kuralcı” olan topluluklara aidiyet ile genelde daha sözleşmeci gruplara (pazar, kimi zaman iş ilişkisi, müşteri ilişkisi v.b.) ait olmanın anlatımı olan “topluluk-toplum” eksenidir. Üçüncü eksen, yerel (komün-komite), bölgesel (federal bir devletin parçası olan devlet, bölge), ulusal ve ulus üstü topluluklara aidiyet anlamında “yukarı- aşağı” eksenidir (Üstel, 1999: 81-82).
Erken fakat yerinde bir tespit olarak kapitalizm koşullarında Hobbes, insan emeğini, fayda ya da başka bir şey için “mübadele edilebilen bir meta” olarak tanımlamış ve iskan için yeterli toprağı olan, yine de mal alıp satarak ya da ithal ettikleri hammaddeleri işleyip satarak güçlerini arttırmış devletlerden bahsetmiştir. Bu ifadeler ticari kapitalizmin geliştiği ve ulusal zenginliğin kaynağının ticaret fazlası verme olarak algılandığı bir dönemde, insan emeğinin meta niteliğinin ve yine yaratılan zenginliğin en az ticaret kadar kaynağı olduğunun göstergesidir (Hobbes, 2010: 188).
Hobbes’un merkezi önem atfettiği devletin sağlaması gerektiği belirtilen güvenliğe içerilmiş olan çalışma hakkı ve insanların değerinin dahi belirlendiği pazar ilişkisinin rolü dikkate alındığında Leca’nın özel-genel hattı içinde yer verdiği sınıfsal açıklamalar, “Neo-liberal Leviathan’ın” yurttaşlarıyla olan ilişkisini değerlendirmede gerekli altyapıya sahiptir. Zira yurttaşların sınıfsal pozisyonlarını dikkate alan bir açıklama ile hem liberal düşüncenin ekonomik anlamda da zirveye yerleştiği 1800’lü yıllardaki gelişmeler, hem de yaklaşık 30 yıldır dünyada hakim paradigma olan neo-liberalizmin salık verdiği uygulamalar açıklanabilir. Bu konuda, ilgili dönemlerden verilebilecek üç örnek bu savımızı güçlendirecektir.
İlk örnek, İngiltere’de amaçları daha yüksek ücret ve daha az çalışma saati olan işçi birleşmelerini ya da işverenlerin özgürce davranmasını sınırlayan herhangi bir düzenlemenin getirilmesini yasaklayan “1799 Birleşme Yasası”dır. Söz konusu yasa sadece işçi birleşmelerini kapsamaktaydı ve işverenlerin birleşmeleri ya da kapitalistlerin tekelci uygulamalarından bahsedilmemekteydi. Yine, 1815-1846 yılları arasında İngiliz Parlamentosu’na da yansıyan, Thomas Malthus’un aristokrasiyi, David Ricardo’nun ise burjuvaziyi temsil ettiği “Tahıl Yasaları” hakkındaki tartışmada, ekonomik güce sahip olan fakat parlamentoda gücüne oranla temsil edilmeyen burjuvazi, kendi çıkarlarına ters düşen söz konusu yasaların çıkmasını engelleyememiştir. Fakat burjuvazi zamanla daha da güçlenerek parlamentodaki ağırlığını arttırmış ve bir süredir ekonomik gücüne oranla mecliste daha ağırlıkla temsil edilen aristokrasinin siyasal üstünlüğünü bitirerek tahıl yasalarını yürürlükten kaldırmıştır (Hunt, 2005: 104-107). Aynı dönemlerde Alman iktisatçı Friedrich List’in savunduğu “iktisadi milliyetçilik” olarak tanımlayabileceğimiz müdahaleci ekonomik açıklamada, orta sınıf çiftçiler olan ve üretim fazlasını ihraç ettikleri için gümrük v.b. herhangi bir müdahale istemeyen Junkerler ile yeni doğmakta olan ve o haliyle İngiliz rekabetiyle karşılaşamayacağı için gümrük yoluyla ekonomik korunma isteyen Alman sanayi burjuvazisi arasında zaman zaman gerginleşen mücadelelere neden olmuştur (Anikin, 2008: 359-360). Günümüze gelindiğinde ise Navarro, artık tüm dünyada ortaklaşmış bir ekonomi politikası olan neoliberalizmin, hem gelişmiş ülkelerin hâkim sınıflarının hem de gelişmekte olan ülkelerin hâkim sınıflarının ideolojisi ve pratiği olduğunun altını çizmektedir (Navarro, 2008: 227). Dolayısıyla toplum adına yasaları yapan meclisin (Leviathan) sınıfsal kompozisyonunun, veri bir devlet ile yurttaşları arasındaki ilişkinin doğasını yine sınıfsal olarak etkileyeceği, özellikle ekonomik alanı düzenleyen bir yasanın tüm yurttaşları (özellikle de çalışanları ve işverenleri) eşit biçimde etkilemeyeceği öne sürülebilir.
Gerçekten de devlet ve yurttaşları arasındaki ilişkinin, her bir ülkenin farklı tarihsel gelişimine göre şekilleneceği beklenen bir sonuç iken; neo- liberal politikaların 20.yy’ın son çeyreğinde kapitalist dünyada ve özellikle 1990’lı yıllarda ise artık tüm dünyada yaygın kabul görüp uygulanmaya başlaması, ülkelerin yaşadıkları süreçler arasında belirli ölçülerde bir benzeşmeyi de beraberinde getirmiştir.
Dolayısıyla neo-liberalizmin müdahalesi ya da neo-liberal yönelim uyarınca yapılan yasal düzenlemelerin de, sınıfsal olarak farklı sonuçlar doğuracağı görülebilir. Bu sonuçların ise herhangi bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve aynı zamanda da sermaye sahibi olanların önünü açan tarzda olduğu, yine aynı devlete vatandaşlık bağıyla bağlı fakat yaşamını piyasaya emeğini arz ederek -çalışarak- sürdürenlerin aleyhine olduğu ileri sürülebilir. Zira gücün tek elde toplandığı yer olan parlamentolar, Hobbes’in Leviathan’ına da konu olan iş yaşamı gibi alanlar da dâhil olmak üzere pek çok alanı düzenleyen yasalar yapmaktadır. Buradaki temel sorun, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların, iş güvencesi v.b. konularda içerdikleri yaklaşımların tüm yurttaşları eşit olarak mı etkilediği, yoksa yurttaşlar arasında sınıfsal konumlarına uygun düşen bir farklılaşmanın mı mevcut olduğunun tespitidir.
Zira ücret karşılığında çalışanların kaderi, emek piyasasında rekabet edebilme yetilerine bağlıdır. Geçici nitelikte ve hem üretim hem de emek piyasası koşullarında yaşanan değişimlerin tehdidi altında olmalarına karşın, toplumda bolca bulunan becerilere sahip olanlar, daha nadir rastlanan becerilere sahip olanlara kıyasla önemli ölçüde fazla kazanıp, daha olumlu koşullarda çalışabilirler. İşçinin ücreti ve iş güvencesi, öncelikle sahip olduğu belirli becerilere ve aynı zamanda işvereninin para kazanmaya devam etmesine bağlıdır. Burada daha nadir becerilere sahip çalışanı istihdam etmekte işveren için en önemli çıktı, bu yolla diğer işverenlerle rekabet edebilme gücünün artmasıdır. Çalışan ile işverenin özdeşleşmesini güçlendirici bir etkide bulunan bu durum ancak yüksek ücretler ve iyi çalışma koşulları ile sürdürülebilir fakat kapitalist sistemin içkin bir eğilimi olan rekabet baskısı, her işverene çalışmanın yoğunlaştırılması, çalışma gününün uzatılması ve ücretlilerin işten çıkarılmasını dayatır. İşçi sınıfı açısından sonuç, sermayenin sürekli değişen talepleri karşısında hukuk sisteminin de esnekleştirilmesiyle, istihdam güvencesinden yoksun olarak yaşamanın gitgide yaygınlaşması şeklinde ortaya çıkmaktadır (Clarke, 2007: 96-99).
Devlet-Yurttaş İlişkisinin İşsizliğin Artışı ve Çalışma Yaşamını Düzenleyen 4857 ve 657 Sayılı Yasalardaki Dönüşümle Değerlendirilmesi; Leviathan’ın Yükselişi mi?
Hobbes’un, kuramında merkezi önem verdiği ve devletin yasama erki ile insanların çalışma haklarını da güvenceye alan geniş anlamda yaşama hakkı, günümüz modern devleti özelde de Türkiye açısından ele alınırsa nasıl bir tablo ile karşılaşılır? Burada temel odak olarak çalışma eyleminden, işsizlikten ve çalışma yaşamını düzenleyen 4857 S.K., 657 S.K. gibi yasalardaki neo-liberal dönüşümden hareketle bazı çıkarımlar yapmaya çalışacağız.
Ekonominin her bakımdan gelişmesiyle birlikte modern devletin vatandaşları ile olan ilişkisi Hobbes’in belirttiği vergi v.b. yasalar ile olduğu kadar iş yasaları üzerinden de izlenebilir. Hobbes’un öne sürdüğü tüm vatandaşların ortak çıkarlarını koruyacak olan otoriter devlet anlayışı, 20. yüzyıl boyunca ve özellikle de neo-liberal iktisat uygulamalarıyla bir sınıfın lehine ve fakat çok daha kalabalık bir yurttaş topluluğu olan diğer sınıfın aleyhine nitelikte düzenlemelere dönüşmüştür. Zira bir toplumsal ilişki olarak sermayenin, gücünü ve etkinliğini arttıracak yasal düzenlemeleri yapıp, uygulamaları yürütecek bir devlet aygıtı olmadan varlığını sürdürmesi oldukça zordur.
1982 Anayasası’nın kabulü ve Thatcher ve Reagan’ın başını çektiği neo- liberal ekonomi politikalarının Türkiye’deki mimarı Özal Hükümeti ile birlikte özelleştirmelerin hız kazandığı, bu bağlamda gerek işsizliğin yaygınlaştığı gerekse de çalışan sınıfın çeşitli hak kayıplarına uğradıkları bilinmektedir. 1982 Anayasası ile birlikte kendisinden önce varolan 274 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 Sayılı Toplu İş sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu da yürürlükten kaldırılmıştır. Aynı alanlarda veri kanunlar yeniden düzenlenerek sırasıyla 2821 ve 2822 Sayılı Kanunlar olarak yürürlüğe girmiştir. Bu değişiklikler çalışanlar açısından değerlendirildiğinde “hak grevinin kaldırılması” v.b. pek çok hak kaybının yaşandığı görülmektedir. 1982 Anayasası ile başlayan süreçte, tümüyle değiştirilmeyen 1457 Sayılı İş Kanunu ve 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunlarında da, süreçle uyumlu olacak şekilde benzeri eğilimler taşıyan değişiklikler yaşanmıştır. Nihayet 2003’te 1475 S.K. tümüyle yürürlükten kaldırılıp yerine 4857 S.K. yürürlüğe konmuştur. 657 S. DMK. yerine de yeni bir kanunun yapılması süreci, kanun taslağı aşamasına gelmiştir.
Son 30 yılda söz konusu politikaların hızla uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, devletin işveren rolünden uzaklaşmasının da bir getirisi olarak işsizliğin, tıpkı neo-liberal politikaları uygulamakta olan diğer ülkelerde olduğu gibi önlemez bir şekilde yükseldiği tespit edilebilir. TÜİK istatistiklerine bakıldığında, 1988-2008 yılları arasında işsizliğin artış eğiliminde olduğu rahatlıkla görülmektedir (TÜİK, 2009: 177). 2010 yılı için işsizlik rakamları ise %13-15 aralığında değişmektedir (TÜİK, 2010). Resmi istatistiklerde dahi işsizliğin ciddi şekilde artması, ilgili literatürde sıkça belirtildiği üzere yoksulluğun artışının da bir fonksiyonu olduğundan, Hobbes açısından toplumsal barışı bozucu, dolayısıyla da devletin yurttaşlarıyla olan ilişkisinde meşruluk zeminini sarsıcı bir durum oluşturmaktadır.
İşsizliği önlemek için gerek parlamento gerekse de ilgili kurumlarca oluşturulan yasal düzenlemeler de, bu durumu kritikleştirici etki yapmaktadır. Örneğin 18-29 yaş grubunda yaşanan ve kronikleşmiş “genç işsizliğinin” önüne geçilmesi için Sosyal Güvenlik kurumu (SGK) tarafından 2008’de çıkarılan “18-29 yaş aralığında olan erkek ve 18 yaşından büyük kadın sigortalılardan yeni işe alınanlara ilişkin işveren hissesi sigorta prim teşviki” konusunu düzenleyen Genelge, sigorta primine ait işveren hissesinin ilk yıl %100’ünün, ikinci yıl %80’inin, 3. yıl %60’ının, dördüncü yıl %40’ının, beşinci yıl ise %20’sinin işsizlik sigortası fonundan karşılanmasını öngörmektedir (SGK, 2008). Bu durum 18-29 yaş grubunda yer alan ve ilk kez istihdam edilecek olan işsiz bireylerin, işverenlerce daha fazla tercih edilmesini beraberinde getirecektir ve Genelge’nin etkisi işsizliği önleme değil, en iyi ihtimalle 29 yaş sonrasına erteleme şeklinde görülecektir. Söz konusu yasal düzenlemenin 29 yaşını aşmış olan işsizlerin istihdam edilebilmelerini zorlaştırmakta ve bu yaş grubundaki işsizleri iş sahibi olabilmek için 18-29 yaş grubundaki işsizlerle karşı karşıya getirmektedir.
Belirtilmesi gereken bir diğer nokta, söz konusu sürecin gelişiminde işsizliğin yükselişiyle birlikte halihazırda çalışanların geleceklerinin güvencesizleştirilmesidir. 1457 Sayılı İş Kanunu’nda mevcut olmayan “performans değerlemeler” ile çoğu zaman subjektif ölçütlerle düşük performanslı çalışanları işten çıkarmanın, 4857 Sayılı İş Kanunu ile hukuki bir dayanağa oturtulması, sahip olunan işi koruyabilmek için Hobbes’in doğa durumu altında incelediği “herkesin herkesle savaşı durumunu” günümüze taşımaktadır. Çalışma eylemi ve çalışanlar açısından bakıldığında doğa durumunu andıran rekabet ortamının neo- liberal ideoloji çerçevesinde yüceltildiği bir ortamın sorunsuz işleyişinin, hukuksal düzenlemelerle güvence altına alındığı söylenebilir. Hobbes’çu doğa durumu ile benzeştirebileceğimiz bu ortam, hem nitelikli çalışanlar hem de niteliksiz çalışanlar için geçerlidir. Neo-liberal söylemde, devletin, “yüklerinden arınarak” daha minimal fakat daha stratejik bir konuma gelerek güçlendiğinin öne sürüldüğü bir ortamda yurttaşların çoğunluğunu oluşturan çalışanlar açısından doğa durumuna tekabül ettiğini söyleyebileceğimiz bir durum oluşmaktadır. Dolayısıyla bu durumu salt devlet-yurttaş ilişkisiyle ya da salt Hobbes’çu yaklaşımdan hareketle açıklamak bazı teorik yetersizlikleri barındırmaktadır.
Öncelikle belirtilmesi gereken, Hobbes’un, ticari burjuvazinin kilise ve toprak soylular karşısında güç kazanmaya başladığı ve aynı şekilde kral ve soylular ve halk kitleleri arasında gerçekleşen iç savaş döneminin, “ne pahasına olursa olsun toplumsal düzeni düşleyen düşünürü” olduğudur. O dönemde burjuvazi henüz iktidarı tümüyle ele geçirmemiştir ve uluslar arası ticaret yoluyla yeni yeni güç kazanmaya başlamaktadır. Buna ek olarak dönemin iktisadi yaşamına yön veren merkantilist politikalar, gümrükler, kotalar v.b. devlet müdahalelerinden oluşmaktadır ve bugünkü anlamıyla serbest ticaretten söz etmek mümkün değildir. Günümüzde ise neo-liberalizmin küresel ölçekte yayılımı sonucunda sermaye birikiminin ve ulaşılan toplumsal güç açısından burjuvazinin dolayısıyla Leviathan’ın konumu oldukça farklıdır. Devleti egemen sınıfların hizmetinde bir aygıt olarak tanımlayan Marksist görüş de, hukukun tecellisi ve genel yararın savunucusu olması gereken devleti egemen sınıfların çıkarlarının hizmetinde bir aygıt olarak tanımlamaktadır (Üstel, 1999: 78). Dolayısıyla, Hobbes’un Leviathan olarak tanımladığı ve günümüzde neo-liberal yönelime sahip olan devlet aygıtınca çıkarılan yasaların analiz edilirken, bir kez de bu bağlamda değerlendirilmesi gereklidir.
Bu çerçevede fiilen eşitsizlikler üreten neo-liberal felsefenin sağlayacağı iddia edilen yasal eşitliğin, gerçek anlamda eşitlik ya da özgürlük açısından ne anlama geldiği sorgulanmalıdır. Bunun için öncelikle, vatandaşlık kimlik ve statüsünün iktisadi boyutuna gerekli önem verilmelidir. Ancak böylesi bir yaklaşımla mümkün olan tüm kazanılmış haklardan soyutlanarak “herkesi en altta eşitleme” yönündeki politikanın deşifrasyonu yapılabilir.
Yukarıda geleceğe yönelik güvencesizliğin toplumsallık kazandığına değinilmişti. Güvencesiz istihdam koşullarının yaygınlaşması ilgili alanlardaki yasal düzenlemelerle hız kazanmaktadır. Toplumun önemli sayılabilecek bir kısmını kıskaçları altına alan güvencesizlik, sendikasızlaştırma ve belirli süreli sözleşmelerin yaygınlaştırılması şeklinde deneyimlenmektedir. Türkiye açısından bakıldığında çoğaltılabilecek pek çok örnek içerisinde en güncel ve öne çıkan örnekler; “sözleşmeli öğretmenler, öğretim görevlileri”, “50/d’li araştırma görevlileri”, 4-C statüsüne geçirilen Tekel işçileridir. Her meslekten işsizliğin giderek yoğunlaştığı ve güvencesizliğin türdeşleştirici nitelik taşıdığı (Çerkezoğlu ve Göztepe, 2010: 81-82) bir ortamda sahip olunan işin korunması çalışanların birinci önceliği halini almaktadır. Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi güvencesizleştirmeye karşı yükselen tepkilerin sertliği ve kararlılığı ise; süreç içinde salt varoluş hakkına dönüşen ve alternatifi “aç kalmak” olan çalışma hakkının aynı zamanda yurttaş da olan çalışanların elinden alınmasından kaynaklanmaktadır. Bu tepkiler Hobbes’un “egemenliğin kuruluş amacına ters düşmemesi şartıyla egemenin vereceği herhangi bir emre itaat etmeyi reddetme durumunda kişilerin kendini koruma hakkının varlığı” açıklamasına (Hobbes, 2010: 165-169) göre meşruluğa sahiptir. Zira hatırlanacağı üzere, Leviathan’ın yani egemenliğin kuruluşunun amaçlarından birisi de devletin yurttaşlarının güvenliklerini tesis etme amacına içerilmiş olan vatandaşlarına “iş imkânı sağlamaktır”.
Son olarak, devletin kendi kuruluşlarında görev yapan çalışanlara yaklaşımının da özel sektör ile benzeştiğinin altı çizilmelidir. Örneğin, 657 S. Devlet Memurları Kanunu’nun (DMK.) 4. maddesinin C bendindeki düzenlemenin yarattığı güvencesizlik durumunun çalışanlarca deneyimlenmekte oluşu, söz konusu Kanun’un tümüyle değiştirilmesinin gündemde olduğu bir dönemde oldukça önem taşımaktadır. Zira değiştirilmesi hedeflenen Kanun’un yerine hazırlanan 9 Haziran 2010 tarihli Kanun Tasarısı Taslağı incelendiğinde, güvencesizliğin, kamu hizmetlerini veren kişiler olan tüm memurları kapsayan bir hal alacağını öngörmek mümkündür.
Söz konusu Kanun Taslağı ana hatlarıyla değerlendirildiğinde, mevcut sicil sistemindeki eksikliklerin düzeltilmesi yerine, görevleri kanunla belirlenmiş kamu hizmeti olan kamu görevlileri arasında çalışma barışını bozacak ve tamamen idarecinin insiyatifini dikkate alan bir çeşit “havuç- sopa” sistemi getirildiği öne sürülebilir. Örneğin, Tasarının 4. maddesi ile 657 S. DMK.’un 91. maddesi değiştirilmektedir. Bu madde, “Kadrosu kaldırılmış olanların memurlukla ilgileri, emeklilik ve bu kanunda yazılı aylık ve aile ödeneği haklarıyla yükümlülükleri devam eder”, “kadro kaldırılması sebebiyle açıkta kalan memurlar varken bunların sınıf ve derecelerinde boşalacak kadrolara başkaları atanamaz” ve “eski sınıflarındaki derecelerine eşit bir göreve atanmaları mecburidir” gibi iş güvencesi sağlayan kesin hüküm içeren ifadeler kaldırılmaktadır. Bu hükümlerin yokluğu, kadrosu kaldırılan bir memurun memurluk dışında başka statülerdeki kadrolarda çalıştırılmasının önünü açmaktadır ve yine kadro kaldırma işlemi bir bakıma o kadrodaki memurdan kurtulma işlemine dönüşebilecektir (Ayman Güler, 2010: 9).
Sonuç
Feodal rejimden burjuva rejimine geçişte sıklıkla yinelenen ve alternatifi açlık olan çalışma “özgürlüğünün” yanılsamalı bir özgürlük olduğu aşikârken, bugün bu durum çalışma eylemi ve çalışanlar perspektifinden bakıldığında giderek daha da problemli bir hal almaktadır.
Hobbes’in açıklamaları üzerinden mevcut durum analiz edildiğinde; yaşanan gerçekliği Leviathan’ın yükselişi olarak değerlendirmek mümkün olduğu gibi, Leviathan öncesi “doğa durumuna” dönüş olarak değerlendirmek de bir o kadar mümkündür. Tabii ki burada doğa durumuna yaptığımız vurgu, devletin ve toplum sözleşmesi ile devleti oluşturan yurttaşların olmaması noktasında değildir. Doğa durumu ile kastettiğimiz husus, neo-liberal devletin çalışma hakkı, sağlık ve eğitim haklarını da kapsayacak şekilde tüm temel özgürlük alanlarında, yurttaşların gerek çalışabilmek için, gerekse de hizmet alabilmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele içinde olmasıdır. Neo-liberal devletin hukuki düzenlemeleri ise böyle bir ortamı serbest piyasa ekonomisinin işleyebilmesi adına daha da rekabetçi hale getirmeyi hedeflemektedir.
Gerçekten de, her yaş ve meslek grubunun, nitelikli olup olmamanın da son kertede anlamlı bir fark yaratmayıp işsizlikle karşılaşması, “herkesin herkesle savaşı” durumunu çağrıştırmaktadır. Hâlihazırda çalışanlar ise, hem işlerini söz konusu işsizlere kaptırmamak, hem de performans değerlemelerden başarıyla çıkıp işlerini kendi iş arkadaşlarına karşı da koruyabilmek gibi ikili bir mücadele içindedirler. Gerek kamuda gerekse de özel sektörde çalışanların kamu-özel sektör çalışma koşullarının alt standartlarda benzeşmesinden ötürü yasal iş güvencesinden, dolayısıyla da iş güvencesi ile birlikte düşünülebilecek geleceğe dair güvenceden yoksunlukları, rekabetin dozunu Hobbes’ta da önemli yer işgal eden “korkuyla” birlikte arttırmaktadır. Dolayısıyla nitelikli işsizlerin nitelikli diğer işsizlerle, niteliksiz işsizlerin birbirleriyle, bir bütün olarak işsizlerin çalışanlarla ve aynı zamanda çalışanların da birbirleriyle mücadele ettikleri bir çatışma ortamı resmini çizmek mümkündür.
Parlamentolarda özellikle ekonomik ve sosyal alanları düzenleyen konularda alınan kararların toplum içindeki farklı sınıf ve tabakaları farklı şekillerde etkilemesi, Leviathan’ın değerlendirilmesinde kilit öneme sahip noktalardan biridir. “Tek istenç” olan parlamentonun istenciyle, çalışma hakkı, iş güvencesi gibi temel özgürlükler konusunda yaşanan hak kayıpları karşısında devletin konumunun bireyler karşısında daha da güçlendiği ve bu çerçevede Leviathan’ın yükselişi savunulabilirken; devlet toplum ilişkisinin bu yöndeki dönüşümü tam da yukarıda belirtilen temel özgürlüklerin kaybı açısından devletin yurttaşlarıyla arasındaki ilişkisinin meşruiyetini sağlayacak olan sosyal boyutunun eksikliği çerçevesinde Hobbes’un Leviathan’ından bahsedilemez. Zira Hobbes’un Leviathan’ında tanımladığı otoriterlik, yaşama hakkını güvenceye alırken bunu dar anlamıyla değil, çalışma hakkını da içerecek daha geniş bir çerçevede yapmaktadır. Dolayısıyla neo-liberal devleti Hobbes’un Leviathan’ı ile karşılaştırdığımızda otoriterlik ve yurttaşlar karşısında tam anlamıyla egemen bir güç olma konusunda benzeşen, fakat çalışma hakkının güvenceye alınması v.b. temel özgürlüklerle refah içerisinde bir yaşam sürdürebilmeyi sağlama açısından Leviathan’ın gerisinde bir pozisyonda tanımlamak mümkündür.
Kaynakça:
– Abeles, Marc. 1998. Devletin Antropolojisi. Nazlı Ökten(çev.). 1. Baskı. İstanbul: Kesit Yayıncılık.
– Ağaoğulları, Mehmet Ali ve Levent Köker. 2009. Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı. 4. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
– Akalın, Uğur Selçuk. 2009. “Neoliberal İktisadın Gelişimi Üzerine Kısa Bir Not”. Neoliberal İktisadın Marksist Eleştirisi içinde. Gülsüm Akalın ve Uğur Selçuk Akalın (Edt). İstanbul: Kalkedon Yayınları. ss. 9-21.
– Anikin, Andrey Vladimiroviç. 2008. Bilimin Gençlik Çağı Marx Öncesi Siyasal İktisat. Aydemir Güler (çev). 1. Baskı. İstanbul: Yazılama Yayınları.
– Ayman Güler, Birgül. 2010. “657’yi Değiştirmek: 9 Haziran 2010 Tasarısı Üzerine”. A.Ü. S.B.F. YBAD.
http://yonetimbilimi.politics.ankara.edu.tiybag657.pdf. [Erişim Tarihi 01.08.2010].
– Bourdieu, Pierre. 2009. “Sınırsız Sömürü Ütopyası: Neo-liberalizmin Özü”. Uğur Selçuk Akalın (çev). Neoliberal İktisadın Marksist Eleştirisi içinde. Gülsüm Akalın ve Uğur Selçuk Akalın (Edt). İstanbul: Kalkedon Yayınları. ss. 23-31.
– Cassirer, Ernst. 1984. Devlet Efsanesi. Necla Arat (çev). 1. Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
– Clarke, Simon. 2007. “Neoliberal Toplum Kuramı”. Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki içinde. Alfredo Saad-Filho ve Deborah Johnson (Haz.). Şeyda Başlı ve Tuncel Öncel (çev.). İstanbul: Yordam Kitap. ss. 91-105.
– Çerkezoğlu, Arzu ve Özay Göztepe. 2010. “Sınıfını Arayan Siyasetten, Siyasetini Arayan Sınıfa: Güvencesizler”. Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi. 1. Baskı. Ankara: Nota Bene Yayınları. ss. 63-91.
– Gökberk, Macit. 2010. Felsefe Tarihi. 19. Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
– Gökçeoğlu Balcı, Şebnem. 2007. Tutunamayanlar ve Hukuk. 1. Baskı. Ankara: Dost Yayınları.
– Hall, Stuart ve David Held. 1995. “Yurttaşlar ve Yurttaşlık”. Yeni Zamanlar içinde. Abdullah Yılmaz (çev). 1. Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
– Hirş, Ernest. 2001. Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri. 3. Tıpkı Basım. Ankara: Ankara Üniversitesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü.
– Hobbes, Thomas. 2010. Leviathan. Semih Lim (çev.). 8. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
– Hunt, E. K. 2005. İktisadi Düşünce Tarihi. Müfit Günay (çev). 1. Baskı. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. 2005.
İnaç, Hüsamettin ve Muhittin Demiray. 2004. “Siyasal Bir İdeoloji Olarak Neoliberalizm”. Dumlupınar Üniversitesi SBE Dergisi. Sayı 11. ss. 163-184.
Kılıçbay, Mehmet Ali. 2010. “Önsöz”. Leviathan içinde. 8. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Labiano, Jesus M. Zaratiegui. 2000. “A Reading of Hobbes’ Leviathan with Economists’ Glasses”. International Journal of Social Economics. Vol. 27. No. 2. ss. 134-146.
Lipson, Leslie. 2005. Siyasetin Temel Sorunları. Fügen Yavuz (çev). 1. Basım. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Navarro, Vincent. 2008. “Dünya Çapındaki Sınıf Mücadelesi: Bir Sınıf Pratiği Olarak Neoliberalizm”. Neoliberalizm ve Kriz içinde. Barış Baysal, Çiğdem Çidamlı, Deniz Şimşek ve Levent Aydeniz (çev). İstanbul: Kalkedon Yayınları. ss. 219-239.
Öktem, Niyazi ve Ahmet Ulvi Türkbağ. 2003. Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet. 3. Baskı. İstanbul: Der Yayınları.
SGK. 2008. “18-29 Yaş Aralığında Olan Erkek ve 18 Yaşından Büyük Kadın Sigortalılardan Yeni İşe Alınanlara İlişkin İşveren Hissesi Sigorta Prim Teşviki”. Sayı: B.13.2.SSK.5.01.08.00./73-031-540094. [01.08.2008].
TÜİK. 2009. İstatistik Göstergeler 1923-2008. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu.
TÜİK. 2010. “Mevsim Etkilerinden Arındırılmış Temel İşgücü Göstergeleri Ocak 2005-Ocak 2010”. TÜİK Haber Bülteni. Sayı 77. [30.04.2010].
Üstel, Füsun. 1999. Yurttaşlık ve Demokrasi. 1. Baskı. Ankara: Dost Yayınları.
Yumer, Ruhdan. 1987. “Devlet Kuramında Liberal Temalar: Devletin Sınırları (I)”. Toplum ve Bilim. Sayı: 31-39. Güz 1985-Güz 1987. ss. 45-57.
Birinci Uluslararası Felsefe Kongresi, 14-16 Ekim 2010, Bursa