5 Haziran 2005 tarihinde TMMOB Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Toplantı Salonu’nda “NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi” başlığıyla gerçekleştirilen panelde Suat Parlar’ın yaptığı konuşmanın tam metnidir.
20. Yüzyıl, aşırılıklar çağı olarak nitelendirilmişti. Sanıyorum, 21. Yüzyıl da taammüden soykırımlar çağı olarak nitelendirilecek. “Aşırılıklar çağı” derken, belki bu nitelendirmeyi yapanların aklında 20. Yüzyılın o müthiş savaş pratiği vardı. Bütün insanlığın gelişim evresi düşünüldüğünde, hakikaten 20. Yüzyıl korkunç derecede kanlı geçmişti. 19. Yüzyılda yaklaşık olarak 300 civarında savaştan söz edilirken, 20. Yüzyılda dünyada 3080 savaş yaşandı. Resmi rakamlara göre, bu 3080 savaşta da 100 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Sakat kalanları, insani tahribatın boyutunu veya uygarlık krizi olarak neler yaşandığını halen daha bilmiyoruz; bildiklerimiz de zaten bizi irkiltmeye yetiyor. “Ne kastediyorsun, nasıl bir örnek verebilirsin?” denilebilir. Vereceğim örnek, hem militarizmin boyutlarını göstermesi açısından, hem de ABD’nin insanlığın geleceğinde yaratacağı tehlike ve tehditleri daha 1960’lardan itibaren ortaya koyan bir örnek olması açısından çok önemli.
1964 yılında bir uydu kazası meydana geldi. Çok az miktarda, 4 libre civarında plütonyumu yakıt olarak içeren bir uydu, atmosferde infilak etti. Sonuç; 1990 yılında Berkeley Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırma, bütün enlemlere radyasyon saçıldığını ve dünyada akciğer kanserinin patlamasından bu kazanın sorumlu olduğunu gösterdi.
Benzer bir kaza, yine uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından kullanılması programının parçası olarak, “Katinya” adı verilen uyduda meydana geldi; 75 litre plütonyum taşıyordu. Büyük bir şans eseri, infilak atmosfer içerisinde gerçekleşmedi. Atmosferde gerçekleşmiş olması durumunda “20-25 milyon ölüm”den söz ediliyordu. NASA’nın tespitleri de şu doğrultudaydı: Radyasyonun saçıldığı tarım alanlarının bir daha ekime açılmaması; hayvanlar üzerinde etki varsa, hayvanların itlaf edilmesi; kentler üzerine bu radyasyon saçılmışsa, o kentlerin bir daha asla kullanılmaması ve binaların yıkılması… Bunu bir parantez olarak aklımızda tutalım.
Uzayın askerileştirilmesi programı yine yürürlükte. Bush’un iktidarıyla birlikte “Anti-Balistik Füze Anlaşması” iptal edildi ve bununla birlikte, uzayda savaş programı gündeme alındı. Bu ne anlama geliyor? Bu, şu anlama geliyor: Artık yeryüzünün parsellenmesini bırakın, uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından kullanılması gündemde. Buradan hemen bir teorik sonuç çıkarmamız gerekiyor. Son 20 yıllık ABD askeri stratejilerinin hepsinde tek yanlılık esastır; tıpkı, bu uzay programında olduğu gibi. Bunu nereden çıkarıyoruz; Birleşmiş Milletler’deki oylamalardan çıkartıyoruz.
Birleşmiş Milletlerle ilgili kendi tarifimi yapayım da, o konuda ne düşündüğüm belli olsun. Birleşmiş Milletler bir “hırsız mutfağıdır” veya isteyenler, Birleşmiş Milletler’i, bütün dişleri çekilmiş bir köpek olarak da değerlendirebilir. Onun dışında başka bir anlamı yoktur.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 163 ülke, uzayın silahlandırılması konusunda “hayır” oyu kullanırken, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve bu araştırmaların yapıldığı “Mikromedia” adı verilen bir bellekçik çekimser kaldılar. Bu oylama 2000 yılında gerçekleşti. Peki, buradan çıkarılacak sonuç neydi; ABD’nin tek taraflı davranma konusunda malum olanı ilan etmesi. Bununla yetinilmedi, başka bir ilan daha vardı; Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisini kabul etmediklerini açıkladılar. Bu, şu anlama gelir: Dünyada askeri bir imparatorluk inşa etmek üzere harekete geçen güç, işkence de yapar, ırza da geçer, katliam da düzenler. Askerlerini ve görevlilerini bundan muaf tutma konusunda tek yanlı davranışını bir de Uluslararası Ceza Mahkemesi konusunda ilan etti, “Ben bu yetkiyi tanımıyorum” dedi.
Peki, onun dışında, başka buna benzer ilanlar var mıydı? O malum ilanlarından bir tanesi de Wolfovitz tarafından 11 Eylül’den 2 gün sonra bir açıklamayla gündeme getirildi. Herkes son zamanlarda keyfi milatlar ilan ediyor. Spekülasyon olsun, bir milat da ben ilan edeyim. Bence, Wolfovitz’ in açıklaması milattı. “Niye?” diye sorulabilir. 11 Eylül, malum, İkiz Kulelerin vurulması. 13 Eylül tarihli New York Times Gazetesi’nde yayınlanan Wolfovitz’ in açıklaması aynen şu: “Bazı devletlerin varlığına son verilecektir.” Kastettiği alan Avrasya coğrafyası. Devletlerin varlığına son vermekten söz ediyor. Bu açıklamayı diğerlerinin açıklaması takip etti. Anlaşıldı ki, Wolfovitz, kariyerinde bir sıçrama yapmak istiyor; bir askeri planı, yıllardır hazırlanmakta olan bir askeri planı inşa ediyor.
Dünyada hiçbir genelkurmay, bir gün içerisinde bazı devletleri ortadan kaldıracak ve coğrafi, jeopolitik alan belirleyecek kadar usta olamaz. Bu mümkün değil. Bir gün içerisinde bu planlar oluşmaz. Bu planlar, çok önceden hazırlanmış olan planlardı. Dediğim gibi; Wolfovitz, 13 Eylül günü bunu ifşa etti ve Avrasya’yı işaret ederek ifşa etti. Aslında, hazırlık eskiye dayanıyordu, oldukça eskiye dayanıyordu; çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist bir güç olarak doğuşundan itibaren Britanya İmparatorluğu’ndan tevarüs ettiği emperyal bilinç ve emperyal stratejilerin odağında Avrasya’nın kontrolü yatar. Avrasya’yı kontrol etmeyen bir gücün, dünyada önemli bir güç haline gelmesi mümkün değildir; hele bu güç bir ada devletse, hele bu güç denizlerle çevrili bir devletse -malum, Britanya da böyleydi- bu kaçınılmazdır. Kabaca, karasal, kıtasal olanla denizci olanın karşı karşıya gelmesi anlamında bir jeopolitik söz konusudur. Bu konuda ABD’nin son 150 yıllık çalışmaları incelendiği zaman, temel hedefin Avrasya’nın kontrolü olduğu görülür.
Şu soru sorulabilir, “neden Avrasya”? Çok basit birkaç tane nedeni sıralayayım. Bu yüzyılın başında olan nedenler tabii ki değişti, ama günümüz itibarıyla geçerli olanlarını sıralayayım: Dünya petrol kaynaklarının yüzde 67’si Körfez’de, dünya doğalgazının yüzde 41’i yine bu bölgede, dünyanın ikinci büyük nükleer gücü olan Rusya bu bölgede; Çin, Hindistan ve Pakistan gibi üç önemli nükleer güç bu bölgededir. Onun yanı sıra, dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunun ülkesi bu bölgede. Sadece bu kadar değil, nikelden kobalta, uranyumdan altına kadar değerli madenlerin hemen hemen önemlice bir bölümünün rezervleri bu bölgede.
ABD’nin çok zengin birtakım öz varlıklara sahip olduğuna dair iddialar vardır. ABD, sanıldığı gibi muazzam kaynaklara sahip değildir; halen daha Afrika, Ortadoğu ve Avrasya’nın mineral kaynaklarına büyük ölçüde bağımlıdır ve bunları kontrol altında tutar. Bu bağımlılık iki türlü bir bağımlılıktır. Bu bağımlılığın birincisi doğrudan doğruya üretimle ilgilidir, ikincisi enerji ve üçüncüsü de spekülasyonla ilgilidir. Çünkü dünyada şu anda finansal ölçekler içerisinde işleyen piyasalar, bu minerallerin de bu finansal spekülasyona konu olmasını beraberinde getirir. Yani üretimin dışında, dünya piyasalarında da bunun rolü büyüktür ve dünya piyasaları şu anda zaten dünya ticaret hacminin iki misli üzerinde, 1990’ların sonu itibarıyla 100 trilyon dolarlık spekülatif bir hacim söz konusuydu. Bu söz konusu olan mineraller böyle bir ticaretin de, böyle bir finansal spekülasyonun da konusu olur. Bu açıdan da son derece önemlidir.
Rusya ve Çin, malum, dünyanın en büyük ülkeleri, güçleri. “Avrasya’yı kontrol etmek” dedik. Avrasya’yı kontrol etmek, aynı zamanda Rusya’nın çarpılmasıyla yakından bağlantılı. 1990’lardan bu yana, hatta daha öncesinden bu yana, ABD’nin tüm stratejik belgelerinde yer alan bir yaklaşım var; “eğer bu bölgede, yani Avrasya’da, bizim egemenlik alanımızda, bize yönelik herhangi bir koalisyon oluşursa, biz bu koalisyonu önlemekle mükellefiz. Bunu yapamazsak, bizim dünya üzerindeki bütün çıkarlarımız tartışmalı hale gelir. Bu anlamda, bütün güçlere uyarımız, böyle koalisyonlara güvenmesinler.”
1992 yılında baba Bush yönetimi giderken, basına sızdırılan bir belge vardı; ABD’nin Savunma Planlama Rehberi. Bu yaklaşım orada değerlendirildi. Daha sonra, 1997 yılında yine ABD’nin önemli stratejik kurumlarının hepsinin önde gelen üyelerinin hazırladıkları bir “Uluslararası Savunma Strateji” belgesinde yine buna vurgu yapıldı ve orada daha başka bir açılıma gidildi. Bu, Türkiye açısından da önemli olan bir açılımdır. “Kıyı şeritlerini tutmalıyız” denildi. Zaten bir Avrasya stratejisi söz konusuysa, bu bölgeye egemen olmak söz konusuysa, kıyı şeridi bağlamı içerisinde, Ortadoğu’nun, Türkiye’nin, Afrika’nın bazı bölgelerinin kontrol altına alınması şart, bundan vazgeçilmez. Daha ilginci, bu belgede, “bugüne kadar uçak gemileri -ABD’nin 17 uçak gemisi filosu vardır- dolaştırdık, dünyanın dört bir yanında bayrak gösterdik. Bu, bizim açımızdan pahalı. Kıyı şeritlerine yerleşmemiz ve bu anlamda da Avrasya’yı kontrol altına almamız gerekir” denildi. ABD’nin bütün güç dizilişinin -Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Uzay Komutanlığı- buna göre yeniden yapılandırılması gündeme geldi.
Şöyle bir stratejik kârlılıktan söz ettiler hep: “Almanya’nın teknolojisi ve sermayesiyle Rusya’nın insan gücü ve o muazzam pazarı, stratejik gücü bir araya gelirse, sonuç ne olur?” Demin dediğim gibi, sonuç, ABD açısından sonun başlangıcı olur. Bunu çok iyi tahlil ettikleri için, 1990’lardan itibaren bu iki gücün arasına kama sokmaya başladılar. Yani bizim Yugoslavya Savaşı dediğimiz ve NATO’nun 78 günlük Yugoslavya bombardımanıyla gündeme getirilen savaş ve daha sonra NATO’nun genişleme politikası aslında bu stratejik kâbusun önlenmesine dönüktü.
Haritayı şöyle bir gözden geçirdiğiniz zaman, bütün Doğu ve Orta Avrupa’da Amerikan üslerini görüyorsunuz. Makedonya’da, Kosova’da, Bulgaristan’da, Romanya’da, Polonya’da, bunların hepsinde Amerikan üsleri vardır. Orta Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümü, NATO’nun genişleme projesi çerçevesi içerisinde NATO şemsiyesi altına alındı. Eşdeğer bir genişleme de Avrupa Birliği’yle gerçekleştirildi. Ama orada yine ABD’nin onayı vardı; ama ABD, Avrupa Birliği’nin NATO’ya rağmen ve NATO’ya karşıt bir askeri yapılanma olarak örgütlenmesine müsaade etmeyeceğini belirtti. Bu anlamda, Fransa’yla Almanya’nın 1990’larda, Kosova Savaşı’nın bitiminin ertesi günü 35 bin kişilik bir tugay oluşturmasına hemen ABD’den itiraz geldi; “böyle bir güç oluşumunu asla kabullenemem” dedi. Britanya açısından da böyledir.
Rusya’yla Almanya’nın bir ittifakı ve bu ittifakın, bölgedeki bu iki gücün jeopolitik alandaki ülkeleri de kapsaması çok karlı bir iş olarak değerlendirilir. O zaman, Büyük Ortadoğu Projesini de, NATO’nun genişleme projesini de, Avrupa Birliği’nin genişleme politikasını, bunların hepsini Avrasya çerçevesi içerisinde değerlendirmekte fayda var.
Yine haritayı gözümüzde canlandırdığımız zaman, dünyanın bir ucunda Japonya’yı görüyoruz, diğer ucunda ABD açısından Almanya’yı görüyoruz ve tüm bu ara bölgelerin kontrol altına alınması söz konusu. “Avrupa ve Japonya ne anlam ifade ediyor?” denilebilir. Müttefiktirler, evet, doğru; ama onun ötesinde can düşmanıdırlar. Çünkü ikisi de önemli küresel emperyalist rakiplerdir. Hele hele Japonya, şu anda ABD’nin en büyük alacaklısı durumundadır. 90’lardan itibaren, Amerikan devlet tahvillerine ve hazine bonolarına her yıl 90-100 milyar dolar arasında yatırım yapmış durumdadır. Dünyada eğer kapitalist rekabet sadece ve sadece teknoloji, piyasalar, pazar paylaşımı alanında olsa, ABD askeri gücünü devreye sokmasa, ABD üçüncü sınıf bir ekonomik güce dönüşmüş durumdadır. ABD’nin çok büyük çokuluslu şirketlere sahip olmasının hiçbir anlamı yok; çünkü bu denizaşırı şirketlerin sübvanse edilmesi için, ABD, deyim yerindeyse, çürüyen bir cumhuriyete, genişleyen ve şişen bir imparatorluğa dönüştü. Bunu onarmanın yolu olarak da bir ideolojiyi ortaya attılar; “küreselleşme ideolojisi” dediler. Öznesiz bir ideoloji, hiçbir anlamı yok. Doğru olan, bu konuyu yine emperyalizm açısından değerlendirmektir.
Peki, ABD bir hegemon gücü temsil ediyor mu; asla. ABD hegemonyası sona ermiş vaziyette. Hegemonya bittiği için de, ABD, bir imparatorluk olarak, bir askeri imparatorluk inşa sürecini başlatan ve bir imparatorluk özlemi çeken güç olarak varlığını duyurmaya çalışıyor. Çünkü hegemonya olabilmeniz için, kabul gören hukuk kodlarınız, piyasaları düzenleyen birtakım kurumlarınız, bunların ideolojik düzeyde kabul görmesi ve kültürel açıdan dünyanın size bir anlamda gıptayla bakması, sahip olduğunuz bütün ticari sembollerin kullanılıyor olması gerekir. Peki, ABD ne sunuyor; bunların hiçbirini sunmuyor. Bunun yerine, bir internet sinerjisini üçüncü sanayi devrimi olarak sunuyor.
İkincisi, dünyada sermayenin inanılmaz ölçekte yoğun bir dolaşımı olduğunu gündeme getiriyor. Çok büyük bir yalandır. Çünkü dünyada şu anda doğrudan yatırımların yüzde 87’si üç büyük ticari blok içerisindedir; Avrupa Birliği, Japonya ve ABD bloğu içerisindedir. Geri kalan yatırımlar, dünyanın geri kalan 60-70 ülkesi tarafından paylaşılmaktadır. Bu anlamda da sermayenin küreselleşmesinden söz edilemez ve bütün uluslararası şirketler ulusa yerleşiktir. Motorola bir Amerikan şirketidir, Sony bir Japon şirketidir. Ticaret yapacakları zaman da güvenli bölgeleri seçerler. Bu da şunu gösterir: Emperyalizmler arasındaki çelişki sona ermemiştir. Demek ki, bir üçüncü dünya savaşı zembereğine girmiş vaziyetteyiz, düşük yoğunluklu bir dünya savaşının içerisindeyiz. Ama önümüzdeki süreçte bir üçüncü dünya savaşı gündemdedir.
Şu söylenebilir: Rakiplerinin gücü yok, doğru, askeri açıdan Almanya ve Japonya bir tarafta ama Rusya ve Çin’in -ki, bu kuşatma tamamıyla onlarla ilgilidir, onların askeri blokajıyla ilgilidir, siyasi blokajıyla ilgilidir- ilanihaye buna sessiz kalmaları düşünülemez; her ne kadar Çin’in ABD’ye bu anlamda yoğun ekonomik ihtiyacı varsa da, sermaye girişi veya teknolojiye ihtiyacı varsa da…
Dediğim gibi, Ortadoğu’yu bu kapsam içinde yerli yerine oturtmak lazım ve kodlarla oturması lazım. Irak denildiği zaman akla Rusya gelmeli, Kuzey Kore denildiği zaman da akla Çin gelmeli. Hakikaten de kodlar buna göre ve rakamlar da bunu gösteriyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin 2005 yılından itibaren savunma bütçesi 470 milyar Dolar olacak. Bu sene 403 milyar Dolara bağlandı. Fakat bu rakam da bir anlam ifade etmiyor; çünkü NASA’nın veyahut da üslerin ya da pahalı birtakım askeri projelerin bu rakama dahil edilmediğini görüyoruz. Bu rakama onlar da dahil edildiği zaman 700 milyar Dolarlık bir silahlanma bütçesi var.
NATO’nun tamamının silahlanma bütçesine gelince, 140 milyar dolar. Yani ABD, dünyada şu anda tek başına tüm askeri harcamaların yüzde 35-40’ını gerçekleştiriyor. Bu muazzam bir rakam. Askeri açıdan, şu anda ABD’nin gücüne meydan okuyabilecek bir ülke veya ülkeler topluluğundan söz etmek mümkün değil. ABD, bunun bilincini de taşıyor. Açıkçası, şunu söylüyorlar: “Biz, rekabet avantajlarımızı yitirdiğimiz ölçüde askeri gücümüzü kullanmalıyız. Ne yapmalıyız; dünyayı askeri açıdan tehdit etmeliyiz.” Bu anlamda da bütün dünyayı bir askeri üsler kuşağıyla sarmış vaziyette. Şu anda, ABD’nin 130 ülkede 702 üssü var. Ama ben, bu rakamın düşük olduğu inancındayım; bu üsler 1000 civarında olmalı. Özbekistan, Kırgızistan, Romanya, Bulgaristan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Türkiye, buralarda son dönemlerde çok sayıda üs inşa edildi.
Onun dışında, klasik üs yapılanmaları Japonya’da duruyor. Almanya’dan asker çekeceklerini söylediler. Stuttgart başta olmak üzere, halen daha yüzde 80 oranında Almanya’daki Amerikan askerleri de varlığını sürdürüyor. Bu üslerin dünyanın dört bir yanına yayılmış olması, ABD’nin aynı zamanda ekonomik politikalarıyla da yakından bağlantılı. Hem bu ülkelerin iç işlerine karışmayı garanti ediyor, hem de dünyada ABD’nin giderek rekabet avantajını yitirmesinin getirdiği problemlerin telafi edilmesinde, halkların başının üstünde Demokles’ in kılıcı gibi sallanıyor.
“Gelelim Büyük Ortadoğu Projesi”ne. “Büyük Ortadoğu Projesi” bir paket projedir. Resmi olarak ilk dile getirilmesi, 2003 yılında NATO’nun Prag Toplantısı’nda oldu. Raice’ın geçen sene New York Times’ta çıkan bir yazısı vardı; o, o kadar önemli değil, resmi bir açıklama değil. Prag Toplantısında, NATO Daimi Temsilcisi Nicholas Burns, “NATO’ya soğuk savaştaki hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz. NATO’nun yeni işlevleri olmalıdır ve bu yeni işlevler çerçevesi içerisinde de NATO artık gözlerini Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya çevirmelidir” değerlendirmesini yaptı.
Daha sonra Davos Toplantısı’nda Rumsfeld’in bu konuya girdiğini ve çok hoş denilebilecek bir açıklama getirdiğini gördük. Biliyorsunuz, son dönem bütün açıklamalarını “demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa” üzerine kurguluyorlar. Bu bölgede refah açığı olduğunu, kadın haklarında büyük gerilikler olduğunu söyledi ve “biz, bu bölgeye demokrasiyi getireceğiz” dedi. Ne ilginçtir ki, o konuşmasını 60’larda da, o bölgedeki şeyhliklere ve monarşilere yaptı.
Prag Toplantısında, NATO’nun yeni işlevlerinin Ortadoğu’ya dönük olmasıyla birlikte Büyük Ortadoğu Projesinin ilk şekillenmelerini gördük. Benim çok sevdiğim bir tabirle, Rusların meşhur Rasputin’i vardır. Orada yine Amerikan Rasputin’i Zbigniew Brezinski’nin, bu bölgeye yönelik olarak “Global Balkanlar, global bataklık” formülasyonunun aslında projenin ana mantığını özetlediğini gördük. Brezinski, bu bölge için, “Global bataklık, global Balkanlar” derken, çok açık bir şekilde askeri, dini, etnik, stratejik bir söylem kullandı. Yani Rumsfeld’in o çok hoşa gidebilecek, bazılarının hoşuna gidebilecek demokrasi söyleminin gerçeğe tercüme edilmesini sağladı. Onun konuşmalarıyla diğerleri bir araya geldiğinde görüldü ki, birincisi; bu bölgede İsrail’in varlığının güvence altına alınması esas unsurdur. İkincisi; bölgede İsrail’in merkezinde durduğu yeni bir ekonomik yapılanma ve yeni bir düzenleme, finansal ölçekler içerisinde veya doğalgaz boru hatlarında İsrail’in garantör olması gündeme gelecektir.
Üçüncü bir nokta olarak şu söylendi: “Biz, bu projeyi Avrupa Birliğiyle birlikte yürütmek istiyoruz, müttefiklerimizle birlikte yürütmek istiyoruz” denildi. Projenin en tehlikeli tarafı budur; çünkü bu bölge, dünya açısından muazzam bir stratejik ve ekonomik ödüldür. Demin sözünü ettiğimiz rakamların dışında, dünyanın en önemli su kaynakları buradadır. Sadece Fırat ve Dicle’yi kastetmiyorum; “Nubyan Akiferi” buradadır. Şöyle söyleyeyim: Yeraltı suları anlamında, Kuzey Afrika veya Sahra Çölü’nün altı da dahil olmak üzere, muazzam ölçekte bir su kaynağı vardır. Amerika’da şu anda bir kilo domatesin 4-6 dolar olduğu, ama benzinin fiyatının bundan daha düşük olduğu düşünülürse, gelecekte tarımın ve bu anlamda sulamanın önemi ortaya çıkar. Dolayısıyla, bunu bir de şöyle değerlendirmek lazım: Eğer Mart tezkeresi çıkmış olsaydı, ABD’nin üslendiği alanın önemli su kaynaklarının yolu üzerinde bulunduğu görülecekti. Dolayısıyla, bu bölge, aynı zamanda böyle bir ödüldür.
Bir de benim hep spekülasyonunu yaptığım bir konu var; bence, sadece Ukrayna, iyi önlemlerle Avrasya’yı besleyebilecek kadar muazzam bir tarımsal potansiyele sahip. Onun dışında, Sibirya, geleceğin insanlığa büyük bir ödülü; çünkü halen daha Sibirya’nın yeraltı kaynakları üzerine yapılmış ciddi araştırmalar yok. Sadece doğalgaz ve petrol anlamında bile muazzam bir ödül. Bence, geleceğin stratejik hazinesi. Bütün jeopolitik uzmanları da bunu yüzyılın başından itibaren söylüyorlar. Bunların hepsi değerlendirildiğinde, bu bölge, hakikaten büyük bir ödül.
“Büyük Ortadoğu Projesi”, bütün bu “demokrasi, insan hakları” kisvesi altında, böyle bir yaklaşım içerisinde. Öze indiğimizde de şunu görüyoruz: Müttefiklerle danışma mekanizmasını yapıyormuş görünme, işletiyormuş görünme tarzında yapıyor. Bush, tek yanlılığını ilan etti; demin bunun örneklerini verdim. Ama Clinton’da şu vardı: Bazı askeri operasyonlara girişeceği zaman, müttefiklerine danışıyormuş görüntüsü verirdi. Avrupa Birliğinin özellikle Münih’te yapılan Güvenlik Toplantısında yapılan açıklamalarla birlikte, Büyük Ortadoğu Projesini hakikaten hararetle desteklediğini görüyoruz. Yani NATO’nun bu bölgede yeni işlevler edinmesi konusunda Avrupa Birliğinin bazı çekinceleri olmakla birlikte, pek de büyük bir problemi yok.
22 İslam ülkesine gelince, geçenlerde yapılan İslam Konferansında zaten bu konuda bazı adımlar atılacağı söylendi. Burada söz konusu olan “demokrasi”, bir “düşük yoğunluklu demokrasi” olacak. Dediğim gibi, İsrail’in varlığı güvence altına alınacak. En önemlisi de, bu, aynı zamanda dini bir proje. Açıkçası, İslam’ın yenilenmesi doğrultusunda bir çaba da gündemde. Bu doğrultuda da faaliyetler var. Bunu da gerçekleştirirken, özellikle Türkiye başta olmak üzere, kendileriyle ortak hareket eden ve Hindistan’daki Kadıyani (1) hareketine benzeyen, sömürgecilerle uzlaşmış olan İslami birtakım cemaatleri veya tarikatları sonuna kadar kullanıyorlar. Tabii tek destekleri bu değil; ağırlıklı olarak son dönemde neoliberal cephe içerisinde bir dayanak haline gelmiş, neoliberalizmin solu olan tablolar da aslında bu projenin utangaç destekleyicileri konumunda. İşin böyle de bir yanı var.
Tabii ki, NATO Toplantısı ki, tek gündemli bir toplantı değil; ama deyim yerindeyse, buradaki toplantı da sembolik bir toplantı. Çünkü bütün kararlar tekno-bürokratik mekanizmalar tarafından 2003 Toplantısında görüşüldü, ağırlıklı olarak karara bağlandı.
Farkındaysanız, işkence resimlerinin basına sızdırılmasıyla birlikte, Bush yönetimi için de zaten sonun başlangıcı gündemdedir. Bu, bir bakıma ABD egemenlik sisteminin Bush yönetimini, Bush iktidarını altın bir tepsi üzerinde müttefiklerine sunmasıdır. Hem Şaron kliğinden, hem de bunlardan kurtulma doğrultusunda bir program gündemdedir. Muhtemelen de, son dakikada büyük bir kriz yaşanmayıp Büyük Ortadoğu Projesi gündeme gelirse, demokrat bir kongre tarafından uygulanacaktır ve en tehlikelisi de budur.
Buradan Türkiye’nin payına düşenlere değinecek olursak, hemen bunu bir örnekle değerlendirmek mümkün. Diğer NATO ülkelerinin Afganistan’a asker göndermesi söz konusu olduğu zaman, parlamentolarına getirmediler. Şu nedenle parlamentolarına getirmediler: Hepsinin sömürgecilik döneminden kalma birlikleri vardı; İngilizlerin Gurkaları (2), Hollandalıların Surinamlıları gibi… Türkiye’de silahlı bürokrasi hızla Gurkalaşmaya doğru gidiyor, bir Gurkalaşma süreci içerisinde. Dolayısıyla, Türkiye’yi bir biçimde tarif etmek gerekirse, Türkiye’ye “bir egemenlik Disneyland’ı” demek mümkün. Türkiye’nin zaten şu anda ulusal egemenliğinin çok da fazla değer taşımadığı görülüyor. “Büyük Ortadoğu Projesi” çerçevesi içerisinde Türkiye’nin müdahil ülke olması; yani deyim yerindeyse, Türkiye’nin, Ortadoğu’ya dayatılacak olan bu yeni sömürgeci politikanın dini, kültürel ve siyasi ayaklarının oluşturulmasında bir politik özne olması mümkün görünüyor.
Bu, normal hükümet etme yollarıyla gerçekleşecek bir işlem değildir. Böyle bakarsak; Türkiye, önümüzdeki süreçte, dünya finans oligarşisinin de desteklediği çok ciddi bir politik kaynaşmayla ve hatta adı “darbe” olmayan darbelerle bile karşı karşıya kalabilir. Buna hiç de şaşırmamak lazım; çünkü “Büyük Ortadoğu Projesi” dediğimiz proje -ki, “Büyük Ortadoğu Projesi” değil, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” olarak değerlendirmekte fayda var; haritanın genişlemesi anlamında-, eğer Brezinski’ye dönüp de onun kavramlarıyla düşünürsek, “global Balkanlar” olarak nitelendirilen bir bölgede, kıtlıklar, düşük yoğunluklu çatışmalar, kontrgerilla savaşları, haklar arasında etnik ve dini temellerde boğazlaşmalar biçiminde yürüyeceği gayet açık. Ama bu süreçten ABD açısından ne kalacak? ABD, sadece Irak’ın petrollerini kontrol etse bile, bu andaki petrol ithalat kotası sabit düşünülse, 98 senelik petrol ihtiyacını sadece Irak’tan karşılayabilir. Çünkü Irak, şu anda 112 milyar varil rezerve sahip, 100 milyar varilin üzerinde de tahmini rezervleri bulunmakta. Suudi Arabistan’ın 260 milyar variliyle karşılaştırıldığında, Irak’ın dünyada bir numaralı petrol rezervlerine sahip olduğunu önümüzdeki birkaç sene içerisinde göreceğiz. Böyle bir manivelanın ABD’nin elinde olmasının ona sağlayacağı avantajlar çok büyük. Eğer oradaki petrol sistemi onarılırsa, ABD, günde 10 milyon varillik bir ek üretimle istediği anda OPEC’in omurgasını paramparça eder.
Dolayısıyla, dünyayı ucuz petrole boğma konusunda veya petrolün pahalı kullanımı konusunda da ABD’nin elinde çok ciddi bir manivela var. “Peki, bu devam edecek mi?” diye sorulabilir. Size şunu söyleyeyim: Irak’ta kalıcı üsleri olacak. Şimdiden sonra Irak’tan çekilmesi mümkün değil. Amerika açısından, bu anlamda çıkış yok. Bunun dışında, Bağdat Havaalanı büyük bir hale getirildi. Kuveyt sınırında aşağı yukarı 6900 kilometrekare Kuveyt toprağını -ki, Kuveyt açısından çok önemli- kontrol altında tutan üsleri var. Samara’da bir üsleri var ve bu üslerin hepsi sabit hale gelecek. Tahmin ediyorum, bir müddet sonra buralara füze rampaları da yerleştirilecek. İşin böyle bir boyutu da var. Çünkü bir sonraki adımın İran olduğuna dair ciddi değerlendirmeler var. ABD, burada kalıcıdır ve burada kalıcı olması da kaçınılmaz. Burada kalıcı olması yeterli de değildir; ABD, dünyadaki her milimetrekare enerjiyi de kontrolü altına almak mecburiyetindedir. Bu, kendisi açısından kaçınılmazdır. Bunun anlamını söyleyeceğim ve sözlerimi tamamlayacağım.
Sistem açısından değerlendirildiğinde, birim maliyetleri etkileyen iki önemli girdi var; enerji ve teknoloji. Teknoloji, halen daha çok ucuza enerji elde edilmesini sağlayacak boyutta değil. Dolayısıyla, bu birim maliyetlerin düşürülmesi anlamında enerji kaynaklarının kontrolü ve rakiplere öldürücü darbe vurulması çok önemli hale geliyor. Büyük enerji kaynaklarının kontrolü anlamında, dünyada artık emperyalist savaşlar aynen 19. Yüzyıldaki gibi coğrafi bölgeleri elde etme biçiminde yoğunlaşmaya başlamıştır.
Bir de bunun teknolojiyle ilgili yanı var. Hele ABD açısından düşünüldüğünde, savaş, sürekli olarak silah sektöründeki araştırma-geliştirme harcamalarını desteklemektedir. Yani bir bakıma, sivil alanda çok pahalı olacak yatırımlar askeri bir örtü altında gerçekleştirilmektedir. Hemen hemen bütün önemli buluşlar da, bütün teknolojik buluşlar da bu askeri yapı altında gerçekleşiyor. Dolayısıyla, ABD sistem içerisinde, bir yanıyla bu muazzam silahlanma faaliyetiyle teknolojiyi, diğer yanıyla da enerjiyi kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Ama bu çizdiğimiz çok rasyonel tablo bizi aldatmamalı. Mutlak surette bunun işlemesi de mümkün değil; çünkü bu ölçekte bir savaş faaliyeti, ister istemez sosyal alanda muazzam bir kanamayı beraberinde getiriyor. ABD açısından da, dünya açısından da rakamlara yansıyanlar bile artık bir facia boyutunda.
Şu anda ABD’nin üç dolar milyarderinin serveti, 48 ülkenin gayri safi milli hasılasından fazla. Bu bile ortadaki kutuplaşmanın boyutlarını göstermesi açısından dehşet bir durum. Dolayısıyla, şunu söylemek mümkün: ABD, bu şekilde devam ederse, orta vadede kendi içine doğru patlayacaktır. Umalım ki, dünyayı beraberinde sürüklemesin.
(…)
Bana NATO’nun güç kaydırmalarını sordular. Bunu iki türlü yorumlamak lazım: Birincisi; hakikaten belli üslerdeki askeri birlikleri çekmeye başladılar. Örneğin, Güney Kore’den 4 bin askerin Irak’a aktarılması söz konusu. Başka yerlerden de belli kaydırmalar var; ama burada asıl önemli olan “Büyük Ortadoğu Projesi”dir, daha doğrusu “tarihsel terbiyesizliktir”. Tabir bana ait değil, Sina Akşin hocamız bir programda söyledi; “Büyük Ortadoğu Projesi tarihsel terbiyesizliktir” diye. “Halklar ancak bu kadar küçümsenebilir” dedi. Aynen katılıyorum. Bu “tarihsel terbiyesizlik projesi” çerçevesi içerisinde, güç kaydırmalardan öte, kent savaşına yönelik olarak askeri eğitim verilmesi söz konusu; hem Amerikan Ordusuna, hem de müttefik ordulara.
Kent savaşının ilk uygulamalarını Irak’ta gördük. Oradaki direniş, özellikle de Türkiye gibi atalet içerisinde bulunan toplumlara, yüce, aşılmaz Amerika’yı yerle bir edecek ikinci Vietnam savaşı gibi görülüyor. Tümüyle yanlış. Vietnam’la asla kıyas kabil değildir ve bizi rahatlatacak ölçekler içerisinde bir direnişten de söz edilemez. Nihayetinde, ABD açısından, hem Irak, hem de Filistin, askeri tabirle test yatağıdır; yani kent savaşının uygulamaları konusunda üzerinde durdukları bir test yatağıdır.
Bundan sonraki dalga, ağırlıklı olarak toplumsal direnişlerin özellikle de bu bölgede kendini radikal İslam’a tercüme edecek, radikal milliyetçiliğe tercüme edecek ve yer yer giderek sosyalizmin de bu yapılarla ortak hareket etmesi doğrultusunda, sistem açısından daha da tehlikeli hale gelebilecek birtakım cephelere, direnişlere yönelik yeni bir savaş biçimidir. Bunun adına “asimetrik savaş” da deniliyor veyahut da kovuk savaşı diyenler de var. İlk uygulamalarını Irak’ta görüyoruz.
Dediğim gibi, bunu değerlendirirken, bir NATO stratejisi çerçevesinde ele almakta fayda var. Birincisi; uzayın askerileştirilmesi ve bu anlamda birtakım ülkelerin hava sahalarının talep edilmesinin getireceği hukuki sorunlar veya diğerlerini aşan bir yapılanma; ama diğer yanıyla da dişe diş, göze göz bir kontrgerilla savaşı gündemde. Bunu nereden çıkarıyoruz? Bakın, bu tecavüz görüntüleri Türkiye’de insanları çok fazla etkiledi. Şaşıranlara da aşırı derecede şaşırmak gerekiyor; çünkü işgal eden bir ordu, kutsal şeylere saldırır, tecavüz eder, mahremiyeti yerle bir eder. Kontrol etmenin başka yolu yoktur. Bunu daha önce Orta Amerika’da uyguladılar. El Salvador’da, Amerika’nın yetiştirdiği katiller taburu vardı. Bu tipik bir uygulamadır. Amerika’ya özgü bir strateji de değildir. Amerika’yı bir mantık silsilesi içerisinde “4. Nazi İmparatorluğu” olarak değerlendirirsek, bu, yerli yerine de oturur. Benimki bir ahlaki yakıştırma da değil; oradan tevarüs eder, gelir.
Böyle değerlendirildiğinde, çok ilginç bir paralelliğe dikkat çekmek istiyorum. 1996 Yılında, ABD Stratejik Komutanlığı, yani ABD’nin stratejik nükleer cephaneliğinden sorumlu olan Richard Nixon, “delilik teorisi, çılgınlık teorisi” denilen, zamanında açıkladığı gayri resmi bir teoriyi resmi hale getirdi. Bu, şu anlama geliyordu: “Düşmanlarımız, bizim rasyonel hareket ettiğimiz inancında olmamalıdırlar, sahip olduğumuz şiddet kapasitesiyle onları şaşırtmalıyız.” Bakın, buradaki formülasyonu yapan herhangi bir kontrgerilla birimi değil, ABD’nin Stratejik Komutanlığı. Kendisine taarruz edilmeme, bir misilleme yapılmama güvencesini nerede görüyor? Yıldız savaşları, yani bir anti-balistik ağın Amerika üzerine gerilmesi, Amerika’nın müthiş bir ulusal güvenlik devletine dönüştürülmesi, iç güvenlik aygıtının dehşet ölçekte hayatın her alanına nüfuz etmesi, mutlak bir güvenlik sağlaması, bu temelde de dünyanın dört bir yanında anti-terörist savaşların, onların tabiriyle asimetrik savaşların, ABD’nin misilleme korkusu duymadan yürütülmesi ve bu yapılırken de, hem dostları, hem düşmanları şaşırtacak tarzda müthiş bir şiddetli tahribatın gündemde tutulması; yani kutsal mabetlerin vurulması, yani kadınlara tecavüz edilmesi, çocuklara tecavüz edilmesi ve bunların yapılması.
Amerikan askerleri kötü oldukları için, ahlaksız oldukları için bunu yapmadılar; emir komuta zinciri içerisinde yaptılar.
Bu teori, 1950’lerde İsrail’de de kullanıldı. Bu teoriye ilişkin değerlendirmeler, Moşe Tales’in günlüğünde vardır. Teoriyi uygulayanlar da İsrail toplumunun en yetişmiş, en zeki, en yetenekli insanlarıydı; yani bunun ahlakla bir ilgisi yoktur. Biz, bütün meseleleri insan hakları koordinatlarına sıkıştıra sıkıştıra, olayları, olguları açıklamakta aciz hale geldik. Temelde bunu da değerlendirmek lazım.
İkincisi; kültürel dokusu da ele alındığında, dünyada en fazla tecavüz ve taciz vakası gerçekleşen ordu, Amerikan Ordusudur. Sayı 14 bindir. Amerikan Ordusunda her yıl 14 bin tecavüz vakası yaşanmış. Böyle bir ordudur. Yani başka türlüsü de beklenemez. Denilebilir ki, “bunları niye söylüyorsun?” Şunun için söylüyorum: Amerikan halkı, bunları televizyonlarda seyretme neticesinde bir anda büyük bir infiale kapılarak, “biz, insanlığa ne yapıyoruz” diyecek, kamuoyu coşacak, bizim buradaki Bush kampanyalarıyla, oradaki Bush kampanyaları birleşecek, Bush yerle bir olacak! Bu, saçmalık teorisi. Böyle şey olmaz. Çünkü dünyada kimin gelip kimin gideceğine halen daha güç merkezleri karar veriyorlar. Hele Amerika söz konusu olduğunda, askeri endüstriyel kompleks, enerji tekelleri, dev medya tekelleri karar veriyorlar. Eğer savaş durdurulabilseydi, 20 milyon insanın yürümesiyle durdurulabilirdi.
Bunu bir mantıksal, teorik sonuca bağlarsak, ne diyebiliriz? Bana sorarsanız, artık dünyayı üretim biçimi kavramıyla açıklayamayız. Bir “yıkım biçimi” kavramıyla açıklamak daha doğru. Aynı zamanda bu, NATO’nun bundan sonraki projelerini anlamamız açısından da önemli. Artık, merkeze Amerikan kapitalizmi veya Batı kapitalizmi konularak bir gelişme icat edilemez, bir kalkınma icat edilemez. Mümkün değil. Kapitalist gelişme yolları tıkanmıştır. Bu modeli taklit etmenin, finansal, mali, ekonomik ve hammaddelerle ilgili yönü tıkalıdır. 19. Yüzyılda, dünyada 20 tane zengin devlet vardı. 20. Yüzyılda sayı değişmedi, 21. Yüzyılda da sayı değişmeyecek. Şunu söylüyorum: İnsanlığın büyük bir bölümü kendi kaderine terk edilecektir, çöpleştirilecektir. Deyim yerindeyse, insanlığın önündeki, onlar tarafından çizilen yazgı, bir çöpleştirmedir. Yoksa, insanları birtakım ekonomik faaliyetlere dahil etmek, insanları üretici birey haline getirmek, dolayısıyla kapitalizmin bir gelişme motoru olarak varlığını sürdürmesi söz konusu bile değildir.
Buradan yola çıkarsak, dünyada, özellikle devletler düzeyindeki muhalif hareketlerin anlamı da kalmadı. Şanghay Beşlisi’nin hiçbir anlamı yok. Niye yok? Birincisi; Çin’de serbest bölgeler pratiği var. Şu anda, Çin’de müthiş ölçekte bir vahşi Batı gelişmesi yaşanıyor. Yani Çin’in şu andaki kapitalist gelişmesini anlamak için, 19. Yüzyılda ABD’nin vahşi Batı olarak nitelendirilen bölümüne bakmak kâfi. Fabrikalarda işçiler yanıyor. Daha da ilginci, serbest bölgelerinde, özellikle de 1 Mayısa denk getirilerek, isyankar işçiler kurşuna diziliyor. Çin’deki fabrika yangınları malum. Bu insanların başına silahlı nöbetçiler dikiliyor. En fazla Çinli işçiler tercih ediliyor. Çünkü müthiş itaatkarlar. Aynı zamanda, yanlarına bürokratları da katıyorlar ve o şekilde çalışıyorlar; müthiş bir disiplinle çalışıyorlar. Zamanında Deng Siao Ping’in bir açıklaması vardı; “Zenginleşmek, şerefli bir şeydir.”
Çin, ABD’nin teknolojisine muhtaç. ABD’de, bizim de adını bildiğimiz, Boing’inden Motorola’sına kadar, dünyada faaliyette bulunan her şirketin Çin’de uçları var. Dediğim gibi, 268 milyonluk işsiz sayısıyla, teknolojik geriliğiyle Çin, ne yazık ki, şu anda halen daha büyük bir ulusal güç olmakla birlikte, böyle bir bağımlılığı yaşıyor. İkinci bir nokta da, etnik Çinli tabir edilenlerin o bölgeye büyük ölçekli sermaye pompalaması söz konusu. Çin, halen daha Tayvan karşısında bile yılgınlığa düşebiliyor; yani Tayvan’la bile baş edecek durumda değil. Bir savaşı tercih etmesi mümkün değil. Bir diğer nokta, biliyorsunuz, Yugoslavya’da büyükelçiliği bombalandı. “Misilleme hakkımı kullanacağım” dedi, kullanamadı. Onun dışında, 7. Filo, şu anda Çin’in hayat damarlarını kesmiş vaziyette. Yani Çin’in Körfez’den aldığı petrol, 7. Filonun gözetim ve denetiminde, kontrolü altında gelip geçiyor.
Rusya’ya gelince; Rusya, şu anda petrol fiyatlarının yüksek olmasından müthiş hoşnut. Çünkü petrolün varilindeki her 1 dolarlık düşüş, Rusya’ya yılda aşağı yukarı 1-2 milyon dolara mal oluyor. Dolayısıyla, bu yüksek fiyat seviyesinden memnun. İlanihaye böyle gider mi? Asla gitmez. Çünkü bu kuşatma, nihayetinde hem Rusya’yla, hem Çin’le ilgili. Yakın vadeli ekonomik çıkarlar açısından bakıldığında, şu anda sessiz bir destekçi durumundalar. Hatırlardadır; ABD’nin 11 Eylülden sonraki o ünlü anti-terörist kampanyasını en fazla destekleyenler Çin ve Rusya’ydı. Bu anlamda, Birleşmiş Milletleri de işletmediler. Afganistan’ın bombalanmasına da bigane kaldılar. Hatta Rusya, o dönem, Sovyetler Birliği döneminden kalan üslerin yanına Amerikan üsleri yapılmasına bile ses çıkarmadı. Dolayısıyla, bu Şanghay Beşlisi meselesini kısa vadede önemsememek lazım.
Diğer bir tablo da Türkiye-Rusya Anlaşması. Türkiye, bölgede canhıraş bir vaziyette, egemenlik Disneyland’ına dönüşmüş bir ülke olarak yol alıyor. Çünkü çok açık, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir ayağı da Türkiye’de -beğenelim ya da beğenmeyelim- ulusal devletin ezilmesi, tasfiye edilmesidir. Çünkü bu proje, mikro-kozmoslara, kabilelere, etnik ve dini topluluklara ayrılmış, sözde kendisini birey olarak tarif edenlerin haklarına indirgenmiş, parçalara ayırma projesidir. Böyle bir yönü de var. Dolayısıyla, işin bu yönlerini görmeden, diplomatik açılımlar çok fazla bir anlam ifade etmeyecek.
Kissinger’in söyledikleri de doğrudur. Küreselleşme, hakikaten bir özneyi gerekli kılar ve o özne de ABD emperyalizmidir. Y ani emperyalizm kavramını kullanma konusunda hem cömert, hem de alabildiğine rahat olmak lazım. Çünkü son zamanlarda Türkiye’de, özellikle sol entelektüel camiada bu tip kavramların kullanılması bir “demodelik” olarak değerlendirilmeye başlandı. Yanlıştır. Tıpkı ulus-devlet konusundaki değerlendirmelerin de demode sayılması gibi.
(…)
Kötümser olmakta fayda var. Yani, kof iyimserliklerin bedelini hep ağır ödedik. Ne kadar kötümser olursak, gerçeği o kadar iyi değerlendirebiliriz. Sonu umutlu olan kavgaya rahat girilir. Çünkü garantilidir ve sonu umutludur; girersiniz, sonuç da alırsınız. Önemli olan, bu tünelin ucu görünmezken gayret içerisinde olabilmektir.
Para meselesine gelince, ABD, dünyanın en borçlu ülkesi. Belki de şimdi söylediklerim sizin açınızdan bir umut ışığı olabilecek. Gayri Safi Milli Hâsılası 11 trilyon dolar civarında ve borcu 9 trilyon doları buldu. Yani dünya mal üretirken, ABD para üretiyor. Ama dünya da sonuna kadar buna “evet” demeyecektir. Peki, ABD bu konuda müttefiklerinin mutabakatını sağlıyor mu? Şöyle bir tehdidi var: “Dünyanın en büyük ithalatçısı benim. Eğer benim pazarım yaşamazsa, benim pazarım sağlıklı olmazsa, bundan hepiniz zarar görürsünüz” diyor. Amerikan kapitalizminin yaklaşık olarak böyle bir değerlendirmesi var. Bu düzeyde bir borçluluk, bir de aşırı derece şişmiş bir finansal kesimin problemleriyle, bir sabun köpüğü ekonomisiyle birleştiği zaman, ortaya vahim bir tablo çıkıyor. Yani çok kısa vadeli kârlara endekslenmiş, şirket hırsızlıkları üzerine kurulu, muhasebe ve borsa oyunlarının büyük çöküşlere yol açtığı bir Amerikan ekonomisi tablosu var. Bazı büyük şirketlerin çöküşleri bunu gösterdi. Bu, yüzeyin görünen kısmıydı. 1990’da, ABD’de 1000 banka battı ve bunun halka maliyeti 500 milyar dolar.
Ekonomideki yoğunlaşmanın bir de politik sonuçları var. Yani bankerlerin Clinton’u desteklemesi, yakın çevresinin onlardan oluşması, Bush’un ağırlıklı olarak enerji sektöründen gelenlerden destek alması, bunlar önemli. Bu, politikaya birebir yansımaları gösteriyor. Bu, beraberinde neyi getiriyor? Demek ki, Amerika, “düşük yoğunluklu bir demokrasi”dir, bir cumhuriyet değil; yani birkaç kişi için bir demokrasi var, o da tekeller demokrasisi.
Dolayısıyla, Amerika da bu anlamda çıkışsız. Bunun, Amerika’nın sosyal anlamda dokusunu paramparça ettiği gerçek. Yılda 23 bin cinayet, 85 bin yaralama vakası var. Milyonlarca alkolik var. 2 Milyon insan sokaklarda yatıyor. Dünyanın en yüksek hapsetme oranları orada. Aşağı-yukarı 2 milyona yakın insan hapishanelerde yatıyor. Her gün yenisini yapıyorlar. Hapishanelerde yatanların yüzde 60’ı da zenciler. Bu tesadüf değil. Çünkü en dirençli kesim onlar. Özellikle, 60’larda Vietnam Savaşı’na direnen kesim onlardı. Amerika, o konuda bir bakıma akıllılık etti. Körfez Savaşı’ndan sonra, zenci toplumunun öncülerini çeşitli vesilelerle hapishanelere tıktı. Sosyal doku bitmiş vaziyette. Amerika’da 35 milyon insan mutlak yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yani Amerika’da artık bir 3. dünyadan söz ediliyor.
Böyle bakıldığında, Amerikan kapitalizmi kendi içinde müthiş bir tahribat yaratıyor. Bir defa bu, sistemin kendi içine patlamasını getirir. Bu askeri yayılmayı amiyane tabirle yorumlarsak, şunu söyleyebiliriz; ABD, aslında krizini küreselleşme örtüsü altında gizliyor ve sistem, askeri maceralarla ileriye doğru kaçıyor. İç sorunlarını çözmüyor. Bu doğrultuda bir hedefleme yok. Sınıflar arasındaki çelişkiyi yumuşatma doğrultusunda bir program yok. 30’lardan sonra birtakım uygulamaları vardı; Keynes uygulamaları; o da yok. Ama şu var; bir askeri Keynesçilik var. Silahlanma şirketlerine müthiş ölçekte sübvansiyon aktarıyorlar. Ne oluyor? Bakıyorsunuz, Amerikan borsası tepetaklak giderken, 11 Eylül’den sonra, bir yıl içerisinde silah tekellerinin hisse senetleri yüzde 10 oranında prim yapabiliyor. Bu, dehşet bir tablo. Demin dediğim gibi; üretim biçimi değil, artık bir yıkım biçimi ve bunun yatırımı söz konusu. ABD, kendisiyle birlikte dünyayı da bir barbarlığa sürüklüyor. Yani bu, artık bir söylem veya spekülasyon olmaktan çıkmıştır.
Demin uzaydan söz ettim. Şu anda, uzayda hemen hemen 110 bin uydusu, yabancı cisim dolaşıyor ve bunun büyük bir bölümü Amerika’ya ait. Uzayı da çöplüğe dönüştürdü. Yeryüzünün hali malum. Şu anda, su kaynaklarının binde 8’ini kullanıyoruz. Yani insanlık, binde 8 üzerinden ihtiyaçlarını karşılıyor. Su kaynakları kirlenmiş vaziyette. Onun yanı sıra, toprağı zehirlediler. Zaten ağırlıkla Amerikan tekellerinde, Monsanto’da, Cargill’de. Mahvedip bıraktılar. Daha da vahimi, ne yediğimiz, ne içtiğimize, her şeye bu tekeller karışıyor; Türkiye’de de öyle. Mesela, Türkiye’de şu anda Monsanto ve Cargill, her şeye el atmış vaziyetteler. Herhangi bir süper marketten alışveriş yapan insan bunlara mahkûm. Kullandığımız gıdaların büyük bölümü buradan geliyor. Bunların yeni kâr alanı da Irak. Irak’ta, Monsanto ve Cargill’ in uzun zaman danışmanlığını yapmış bir zatı muhterem, Irak’ın gıda konusundaki politikasını düzenliyor. Bunlar üzerinde fazla durulmuyor.
Muazzam ölçekte bir tekelleşme, bunun getirdiği sosyal tahribat ve yıkım tablosu var. İnsanlık, hormonlu gıdalardan dolayı artık naylon yer hale geldi. Biz bugün naylon yiyoruz. Genetik kodlarla oynadılar. Tam bir çöpleşmeyle karşı karşıyayız. Kültürel açıdan artık Amerikan kültürünün yarattığı şiddet öyle boyutlarda ki, bir Amerikalı çocuk, 12 yaşına kadar televizyonlardan 80 binin üzerinde öldürme vakası izliyor. Böyle bir toplum sağlıklı olabilir mi? Bir de bunu bütün dünyaya yayıyorlar. Dünyada şu anda milyonlarca şizofren insan var. Dünyada her yıl, intihardan dolayı aşağı yukarı 1 milyon ölüm vakası gerçekleşiyor. Bunlar korkunç tablolar. Böyle baktığımızda, demek ki, o klasik yaklaşımla, hakikaten kendi mezarını kazan bir kapitalizm tablosu var ve bunun başında da ABD duruyor. ABD sonsuza kadar bunu götüremez.
Yine kötümser olduğumu söyleyeceksiniz. Ama bana sorarsanız, bir 3. dünya savaşına doğru hızla sürükleniyoruz. Yani şu an için onu söylemek mümkün değil, yani insanlar açısından da ürkütücüdür; ama bir üçüncü dünya savaşının ayak sesleri duyuluyor. Zaten böyle giderse, bir müddet sonra izolasyon politikaları gündeme gelecek, ticari bloklarda çekilme gündeme gelecek, küreselleşme denilen rezalet de bitecek ve zaten bitti de. Boş bir ideolojik söylemden öte bir anlamı yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Yani kapitalizmin ilerici bir nosyonu yok. Üretken kapasiteleri yok. İnsanlığa sunacak hiçbir değeri yok.
Türkiye’nin -Mustafa Kemal’i ayırarak söylüyorum, yani bir sistem olarak söylüyorum- 80 senelik bir programı çizilirken, acaba sürekli olarak ekonomik model tarzında kapitalizmin hedeflenmesi, ona yetişmeye çalışılması, Batı’nın tüketim kalıpları veya Batı’nın üretim kalıpları çerçevesi içerisinde bir gelişme dinamiğinin yakalanmaya çalışılması bize ne getirdi? Tabii o da ciddi bir sorgulamayı gerektiriyor.
Eşdeğerlik de şudur: Bretton Woods sistemi döneminde altın ile doların eşiti vardı. 1 Dolar, 35 ons altın ediyordu. O sabitlikler yıkıldı. 1970’te de o sabitliklerin yıkılmasında Amerika önemli roller oynadı. O ambargo, dünyanın en büyük komplolarından biridir. Sonrasında, petrolle bir bakıma doların eşdeğerliği gündeme geldi. Şu anda halen daha dünyada rezerv para yüzde 56 oranında dolardır.
Bir parantez açıp ve o parantezi hızla kapatmak istiyorum. Saddam Hüseyin’in en bağışlanmaz suçlarından biri de Birleşmiş Milletler’deki o ünlü petrol kotasıdır (ilaç, gıda vs…). 2000 yılı Kasım ayında Euro’ya çevirip, bir yıl sonra bundan yüzde 17’lik bir kazanç elde etmesi ve o tarihten sonra da petrol satışlarının dolar değil, euro üzerinden yapacağını açıklaması, onun sonunu getirdi. Çünkü bu, sepetteki çürük yumurta tepkisi yaratacaktı. Bu anlamda, petrol, para ve askeri güç diyalektinin birlikte değerlendirilmesinde fayda vardır.
(…)
Bir defa şunu akılda tutmamız gerekiyor: Merkezi emperyalist ülkelerin kadife eldiveni, bizim gibi çevre ülkelerde veya yeni sömürge ülkelerde işkencehane ve cinayethanelerin işletilmesiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla, “Ben Avrupa’ya gittim. Çok medeniydi, mükemmeldi. İnsan haklarına çok itina gösteriyorlar” demek, gerçeği görmezden gelmek anlamındadır. Avrupa Birliği, bu anlamda insan hakları ve demokrasiyle bezenmiş medeniyet projesi değildir; tam tersine, hele de bizim gibi bölgeler söz konusu olduğunda, insanlığın yeni afyonudur. Şu ilkeyi de hep akılda tutmak lazım: Emperyalizmin şimdi işlediği suçlar, gelecekte işleyeceği suçlara göre daha hafiftir. Daha ağırı her zaman için mevcuttur.
Avrupa Birliği veya Japon emperyalizminin veya diğerlerinin şu anda güçsüz olmasının bir mazeret sayılmaması lazım. Yani “güçsüzler, onun için bunlar baskı yapamıyorlar” gibi bir durum söz konusu değil. Japonların trilyonlarca dolarlık yatırımı var. Bana sorarsanız, Japonya ve Almanya, dünyada militarist çılgınlığın doğumunu oluşturdular. Demin de söylediğim gibi, Amerika 4. Reich’tır. Yani Almanya’dan tevarüs edip gelen bütün mirası içermiştir. Aynen Britanya’nın mirası gibi. Bu anlamda, medeni bir Avrupa’dan söz edemeyiz. Fransızlar, Cezayir’de 1.5 milyon insanı katletti.
“Büyük Ortadoğu Projesi”ni anlatırken de söyledim; bu proje, bir mutabakat projesi. Bunun arkasında elbette ki, Avrupa Birliği emperyalizmi de var. Şunu net olarak vurgulamak lazım: Belki gelecekte, 21. yüzyılın sonlarına doğru bir Japon emperyalizmi olgusuyla karşı karşıya kalacağız. Yani burada söz konusu olan emperyalist dinamiğin varlığıdır. Yoksa, ABD emperyalizmi, Japon emperyalizmi, yani biriyle diğeri arasında belki şiddet farklılıkları olabilir. Masum demeyelim ama, şu anda bütün projektörlerin onların üzerine dönmesini getiren, daha çok bölgesel ve ticari imparatorluklar kurmaları, küresel bir askeri imparatorluk inşası içerisinde ikinci planda görünmeleri. Ama bu, şu anlama da gelmiyor; Irak petrolleri söz konusu olduğunda, Fransa ve Almanya sesini yükseltti. Niye yükseltti? İnsanlık adına mı? Hayır. Petrol kontratları adına. Yani çok net; Total’in, Elf’in, Fransız petrol şirketlerinin yatırımları vardı, Rusya’ nın kontratları vardı.
Bu bir paylaşım savaşı. İçinde bulunduğumuz, “İnsan hakları ve demokrasi adına işkenceleri durdurun” tarzında bir Avrupa yumuşaklığı değil; tam tersine, bu kavramlar kullanılarak, bu kavramlar öne sürülerek, bunun arkasına gizlenerek, bu meşruiyetten istifade ederek, bu paylaşımda bölge halklarının desteğini sağlama uğraşı…
AB emperyalizmi de en az ABD emperyalizmi kadar kirlidir, Japon emperyalizmi de kirlidir. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar sloganlar atan Türkiye egemenlik sistemi ve burjuvazisi de kirlidir. Hatta onlardan daha da fazla. Bu bir gerçeklik. Ama şu tip yanlışlara da düşmemek lazım; mesela, Türkiye’de böyle harcıalem sloganlar vardır; “Ne Sam, ne Saddam!” Siz, ezilmekte olan, işgale uğrayan, fethedilmiş bir ülkenin liderini değil, halkını desteklemekle mükellefsiniz. Çok açık söyleyeyim; Taliban’ın Afganistan’da, Amerika’ya karşı mücadelesini destekliyorum. Bu, Taliban’ın politikaları arkasında durduğum anlamına gelmiyor. Yani askeri açıdan destekliyorum. Hiç “terörist” saptamam falan da yok. Başka bir ülke işgale uğrasa yine desteklerim. Yani Yugoslavya bombalanırsa da, ben Sırpları desteklerim. Bu konularda da son derece net olmak lazım. Emperyalist fetih savaşları söz konusu olduğunda, yaklaşım bu olmalı ve kamp da tutmamalı.
Mesela, Marx ve Engels, zamanında Çin’e yönelik afyon savaşı döneminde kamp tutmamıştır. “Çinliler doğru yapıyorlar, Batılıların, buldukları her yabancının kafasını kesmekle doğru yapıyorlar” diye açıklamaları vardı. Bunların hepsini değerlendirmekte, birini diğerinden daha masum görmemekte, bu anlamda da sırtını özellikle de sol olarak birine yaslamamakta çok büyük fayda var.
(…)
Bir ülkenin yönetici kliğinin veya egemenlik sisteminin sahiplerini o ülkenin halkıyla özdeş görmeyeceğiz. Zaten Amerika’nın yapmaya çalıştığı da buydu. Amerika, tarihsiz, kimliksiz, kişiliksiz, hiçbir uygarlık birikimi olmayan Irak yarattı. Bombalandığı zaman, Saddam Hüseyin bombalanıyor gibi değerlendirildi. Babil, Ninova, Asur, dünyanın en görkemli uygarlıklarının yer aldığı bir alandır. İnsanlık oradan fışkırmıştır. Tarihsiz ve kişiliksiz bir halk varmış imgesi yaratıldı. Bunun propagandasını yaptılar. Dünyanın birçok yerinde de “demokratlar”, özellikle de Avrupa sosyal demokrat partileri hep şunu söylediler: Örneğin, “Miloseviç, etnik arındırma yapıyor; Yugoslavya’nın bombalanması doğrudur. Orada Yugoslav Ordusu direniş verirse, bu, insan haklarına aykırıdır” veya “Taliban, zamanında Amerika’yla iş yapmıştır. Dolayısıyla, Taliban vahşetini tercih edemeyiz.” Ama şöyle bir durum var: Taliban’ın tarihsel arka planının ne olup, ne olmadığı, gayet net olarak biliniyor. Taliban rejimi ayrıdır, Taliban’ın Amerika’yla savaşını onaylamak ayrıdır. Şu anda da hakikaten, Taliban, Amerika Birleşik Devletleri’yle Afganistan’da savaşıyor.
Şöyle bir şey söyleyeyim; Ezilmekte olan bir halkın, istediği kadar ceberut olsun, diktatör olsun, ne olursa olsun, imparatorluk olsun, başında kimin bulunduğu önemli değildir. Önemli olan, hiçbir hesaba girmeksizin, o noktada dayanışma göstererek, emperyalist fetih savaşını reddetmektir. Çünkü emperyalizm hep böyle savaşır; ya beyaz adamın misyonu gerekçesiyle, ya insanlığa medeniyet götürme misyonuyla, ya insan hakları adına. Hiçbir zaman doğrudan, “ben, çıkarım adına savaşıyorum” demez ve bunun yaparken de müthiş imgeler yaratır. Mesela, Usame Bin Ladin gibi kullanışlı imgeler yarattı. Yani Usame bin Ladin’in 11 Eylül olayının içerisinde yer aldığına dair en küçük bir emare yok. Çıkmayacak da. Bunun yanı sıra, Taliban’ın ne olduğu çok belli. Miloseviç’in politik davranışları üzerine bir analiz yapılmadı hiç. Batı basını ne dediyse -ki, medya tekelleri ellerinde, onun yanı sıra dünyanın bilgi kaynaklarını da kontrol ediyorlar- insanlık ona inandı, onun ötesine geçemedi.
Amerika’nın Saddam’a zamanında verdiği destek, Saddam’ın bir diktatör olduğu, bir müstebit olduğu doğru. Bunların hepsi doğru. Ama söylenildiği gibi, Saddam, eğer direnişin başında olsaydı, Saddam Hüseyin o direnişin başında diye “ne Sam’ı, ne Saddam’ı” beraberinde getirmezdi. Bizim konumumuz, emperyalist gücü ve birikimi temsil eden fetih savaşının karşısında yer almak. Çünkü o güçler zaten birbiriyle mukayese kabul etmez. Saddam Hüseyin, ne Bismark’tır, ne de Hitler’dir.
(…)
Saddam, dedikleri gibi direnişi örgütlüyor olsaydı… Generalleri sattılar ülkeyi. Bu gayet net. Benim söylemek istediğim odur. Yani bu, Saddam’ın politik rejimine katkı vermek anlamına gelmez. Çünkü diğer türlüsü, bizi şu tip yanlışlara götürür: Emperyalizmin ekmeğine yağ süreriz. Fetih savaşları söz konusu olduğunda, bu tip seçimler yapma imkânımız yok.
Tarihten daha başka örnekler de verebilirim. Mustafa Kemal’e Bolşevik desteği var. Mustafa Kemal, nihayetinde Osmanlı Ordusu’nda general rütbesine kadar yükselmişti ve bu ülkeyi nereye götüreceğinin garantisi de yoktu. Milliyetçi bir lider olmasına rağmen, Bolşevikler destek verdiler. Bu çok önemlidir.
(…)
Çin’de Mao, Çan-Kay-Şek’e destek verdi. Çan-Kay-Şek’e, Bolşevik liderler, Stalin de, Troçki de, ikisi de destek verdiler. Bu çok önemli. Düşünün, ne olduğu çok belli. Hatta bir dönem Japonlarla işbirliği içerisinde oldu. Çin’de Birinci ve İkinci Afyon Savaşı olduğu zaman, Marx da, Engels de, imparatora rağmen, dünyanın en görkemli; yani dünyayı kendinden ibaret sayan imparatora rağmen, o gerici feodaliteye rağmen, Çin halkına destek verdiler. Bu böyle uzar gider.
Daha da net söyleyeyim: Arjantin, Malinas Savaşı, Falkland Savaşı. Tamam, Arjantin’de cunta vardı; ama ben, o cuntanın, halkı tarafından devrilmesini tercih ederim. Yani o durumda benim yerim Britanya emperyalizminin veya Amerika’nın yanı olmaz; o mümkün değil.
Buradan Türkiye’ye gelirsek, diyelim ki, Türkiye’de müthiş bir cunta geldi, başımıza bela oldu, bir müddet sonra da bu büyük güçlerle kapışmaya başladı, bir mücadele yaşamaya başladı. Çok net bir biçimde yine benim yerim, buradaki cunta devrilecek diye, emperyalizmin yanı olmadı. Benim söylemek istediğim budur.
(…)
Birinci Paylaşım Savaşı malum. Toprak üzerinden cereyan etti. Bir harita oluşturdular. İkinci Paylaşım Savaşı ağırlıklı olarak kaynaklar üzerinden yapıldı ve orada petrolün ağırlığı büyüktü. “Üçüncü Paylaşım Savaşı”nda da enerji alanlarının ele geçirilmesi, Avrasya’nın kontrol altına alınması ve bu şekilde yeniden hegemonya tesisi söz konusu olacak. İster istemez çatışmalı bir süreç olacak. Niye? ABD’nin ilişkiler kuşağına baktığımız zaman, neyi görüyoruz? Çin’i ve Rusya’yı kuşatmaya çalışıyor. Hindistan’ı bloke etmeye, yanına çekmeye çalışıyor. Dünyanın dört bir yanında bazı devletlere rüşvetler dağıtıyor. Bütün pazarlarda avantajlarını yitirmiş vaziyette. Dünyanın en borçlu ülkesi, teknolojik açıdan gerilemesi var. Araştırma-geliştirmede diğerleri daha öne geçtiler. Avrupa Birliği büyük bir ihracat kapasitesine sahip. Bunların hepsi, elbette bir problemi beraberinde getirir.
Rusya ile Çin, henüz daha Almanya’yla veya Japonya’yla bir ittifaka sahip değil. Bu olmayacaklar anlamına gelmez. Evet, Japonya’nın, Almanya’nın çok büyük askeri güçleri yok. Ama böyle bir teknolojik kapasiteye sahipler. Yani bugünden silahlanmaya başlarlarsa, kısa sürede çılgın bir silahlanma yarışında ön alabilirler. Bu, uzun vadeli bir ihtimal. Fakat dünyada stratejik nükleer silahlara sahip ve küresel ölçekte uydulardan görüntü alabilen muazzam konvansiyonel askeri kapasiteye sahip güçler olarak Çin ve Rusya var. İlanihaye ABD’nin bu askeri imparatorluk inşa projesine “evet” demeyecekler. Bir müddet sonra buna karşı koyacaklar.
Sadece bu iki güç değil, onların yanı sıra, orta büyüklükte ve kendi halkları karşısında çok büyük sıkıntılar yaşayan, işsizlik problemini çözemeyen, artık kalkınmadan dışlanmış; deyim yerindeyse, halkının önemli bir bölümü çöpleşmeye başlamış halkların direnişi da eklenecek.
Dünyanın dört bir yanında çözülemeyen sorunlar var. Filistin sorunu -tabii ki, onlar açısından sorundur- veya bu işgaller var. Bunların hepsi bir araya geldiği zaman, dünyada bir yeni paylaşımın gündemde olduğunu görüyoruz. Bu “üçüncü paylaşım”, elbette bir “üçüncü dünya savaşı”nı tetikleyebilir. Bu “üçüncü dünya savaşı”, insan türünün sonunu getirebilecek savaş olabilir. Çünkü nükleer ölçekler içerisinde yürüyecek bir savaş olacaktır. Ama bu, “kısa vade içerisinde bir üçüncü dünya savaşı olacak” anlamına gelmiyor. Gelecekteki ittifaklara, gelecekteki ABD’nin özellikle bu askeri maceralarının sonuçlarına yakından bağlıdır ve yine mutlak değildir. Çünkü halkların verdiği mücadele bunu geriletebilirler.
Burada ABD’nin veya diğerlerinin yapmaya çalıştıklarını açıklama gayreti içerisindeyiz. Bir direniş cephesi de var. Bu konularda dünya da o kadar boş değil.
(…)
Irak işgali sırasında, Schröder’in Amerika’yı eleştiren bir açıklaması vardı. Schröder, iktidara gelirken de, açıkçası, popüler bir Amerikan karşıtlığını kullandı. Bence, Almanya’nın egemenlik merkezleri buna gülümseyerek karşılık verdiler. Schröder’in açıklamasından bir gün sonra, Alman İşverenler Sendikası Başkanı, Amerika’yı ebedi müttefikleri ilan etti ve “Amerika’yla çıkarlarımız uyuşmaktadır” dedi. Bir müddet sonra da Schröder’e geri adım attırdılar.
Devlet politikalarıyla insan politikaları her zaman birebir örtüşmeyebilir, yer yer böyle çatışmalar olabilir. Dünyada neo-liberal yayılmadan en fazla istifade eden sermaye gücü, Amerika’dan sonra Almanya’dır. Çünkü neredeyse, dünyada bir numaralı ihracat kapasitesine sahiptir. Bunu sonuna kadar kullanır. Washington mutabakatı çerçevesi içerisinde, finans piyasalarının kuralsızlaştırılmasından tutun da, spekülatif sermayeden büyük gelirler elde etmeye kadar hepsinden Alman egemen sınıfları yararlandılar. Örnek mi istiyorsunuz; Türkiye’deki krizin çıkartılmasında Deutsche Bank’ın rolü. Deutsche Bank, sadece Türkiye’de faaliyet halinde değil, dünyanın başka yerlerinde de faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla, Alman sermayedarlarının çıkarlarını iyi değerlendirmek lazım.
Dünyanın genel sermaye çıkarları açısından güvenli bir yer haline dönüştürülmesi, Alman sermayesinin de yararınadır. Burada söz konusu olan paylaşımdaki problemler. Örneğin, Irak, yeniden imar edilecekse, bu pastadan kimler pay alacak? Planda, 75 milyar dolarlık bir inşaattan söz ediliyor. Bir görüldü ki, hepsi Amerikan şirketlerine zaten verilmiş. İtiraz noktası buradan geldi.
İkinci itiraz noktası, Almanya, petrolün yüzde 54’ünü bölgeden karşılıyor. Bu bölgeye Amerika’dan daha fazla bağımlı. Dolayısıyla, küresel petrol arzının tıkanıklıklarına hiç tahammülü yok. Bu, beraberinde petrol fiyatlarının artışını getirir. Birim maliyeti yükseltir. Hele de Marshall yardımından itibaren tümüyle petrole bağımlı hale getirilmiş, petrolkeş hale getirilmiş Avrupa ekonomileri düşünüldüğünde… Bunu da değiştirmek o kadar kolay değil. Yani yeni bir icat olmadıktan sonra, petrol deyip gidecekler. Dolayısıyla, Almanya’nın şöyle bir çıkarı da var: O bölgede petrol akışının kesintiye uğramaması, petrolün düzgün akması, dolayısıyla Irak’ın işgalinin devam etmesi. Almanya, bölgeden çekilmesin diye, şu anda Amerika’ya yalvarıyor. Bir-iki kere bunu ABD Dışişleri Bakanı telaffuz etti. Hemen itirazlar geldi: “Bölge büyük bir kaosa sürüklenir, dünya petrol arzı kontrolden çıkar.”
Bana sorarsanız, Suudi Arabistan’daki son olaylar, dünya ekonomi politiğinin en önemli dertlerinden biri. Bize hep anlatılan petrol kesintisi senaryosunun ne olduğunu ve petrolü nasıl sıçrattığını gördük. Demek ki, daha büyük bir çapta saldırı gündeme gelse boru hatlarıyla ilgili veya Doğu Akdeniz’de, Süveyş’te bir saldırı gündeme gelse; dünya petrol arzında inanılmaz tıkanıklıklar olacak ve büyük fiyat sıçramaları yaşanacak. Almanya, bunlardan çok huzursuz. Örneğin, Suudi Arabistan’daki saldırı neticesinde, 50 dolarlık petrol fiyatı -adına ister komplo teorisi deyin, ister ne derseniz deyin-, NATO Toplantısından öncesine rastlatılmıştır. Bunu çok önemli buluyorum ve bu anlamda bir ders de almışlardır. Gerekli sonucu çıkarmışlardır.
Almanya, uzun vadede elbette ki farklı çıkarlara sahip bir emperyalist güç. Bu noktada ABD ile birçok yerde çarpışacak. Pazarlar üzerinde, rekabet avantajları üzerinde, finansal ölçekler içerisinde ve birçok alanda. En önemlisi de, Amerika’nın Avrupa’ya yönelik politikalarını da tasvip etmiyor. Biz, görmezden geliyoruz ama, Amerika şunu yaptı: Amerika, Balkanlar ve Orta Avrupa çerçevesi içerisinde, Doğu Avrupa çerçevesi içerisinde Avrupa’yı parçaladı ve parçalanma bitti. Şimdiden sonra tartışılan, “bölgeler Avrupa’sı mı olsun, başka bir Avrupa mı olsun”. Avrupa Birliği’nin de bu anlamda geleceği tartışılmalı.
Dolayısıyla, Almanya uzun vadede bu çatışmaların içerisine girecek. Ama şu anda, ne küresel ölçekler içerisinde Euro’nun arkasında durabilecek bir imkâna sahip, ne küresel ölçekler içerisinde Amerika gibi bir güçler kuşağına sahip, ne de diplomatik kapasitesi buna elverişli. Yani açıkçası, iktisadi ve ticari anlamda bir küresel aktör, bir dev ama, siyasi ve askeri anlamda bir cüce. ABD’nin politikalarını bu paylaşma noktasında, başka noktalarda törpüleyerek, birtakım kısa vadeli kazanımlar elde etmeye çalışacak. Ama ciddi ataklara yöneleceğini hiç zannetmiyorum. Sanıyorum bu NATO toplantısının kararları da benim bu tespitimi doğrulayacak.
Türkiye’nin konumuna gelince, zaten sürekli olarak adı darbe olmayan darbeleri yaşıyor. Buna ister “örtülü darbe” diyelim, ister postmodern darbe diyelim. Ama Türkiye hep darbe klasiklerine kendini alıştırdığı için, ille dört yıldızlı bir generalin çıkıp bazı açıklamalar yapmasını darbe olarak değerlendiriyor. Türkiye’de böyle bir darbe folklörü oluşmuş durumda. Sol açısından da böyle bir darbe folklörü oluşmuş durumda. Onun için, bana sorarsanız, Türkiye’nin egemenlik merkezlerinin, TÜSİAD’ların veya diğer bazı önemli güç merkezlerinin açıklamalarını takip etmek, bu darbe senaryolarını okumak açısından daha anlamlı. Yani ben, “darbe” derken, “askerler gelecekler, insanları evlerinden toplayacaklar” gibi bir şey kastetmiyorum. Ama şu var; “Büyük Ortadoğu Projesi”, AKP dahil olmak üzere, zihni yönleriyle, kültürel yönleriyle, diğer yönleriyle sivil bir hükümet tarafından uygulanamaz.
“Türkiye, şu anda bir krize gebe” demeyelim, bir krizin eşiğinde. Dolayısıyla, olağan hükümet etme yöntemleriyle, ne ekonomik bir düzenleme gerçekleştirebilirler, ne de Türkiye’de ordunun Gurkalaşması sürecini tamamlayabilirler. Çünkü, orada çok büyük sıkıntılar yaşanmakta. Geçen seneden bu yana ordu içerisinde çok ciddi kırılmalar yaşanıyor, çok büyük problemler var. Bu geçişi tamamlayamıyorlar.
İşin bir de dini yanı var. “Büyük Ortadoğu Projesi”, aynı zamanda dinin içerisinde de bir proje. Hakikaten, bu projeler yeni de değil. Bu projeler, 19. yüzyıldan itibaren emperyalizmin gelişme safhaları içerisinde kavranmalıdır. Yani halen daha o dönemde oluşmuş altyapı, jeopolitik veya jeostratejik kapsamdaki değerlendirmeler ne yazık ki geçerliliğini korumaktadır. Bu da şu anlama geliyor; Birinci Paylaşım Savaşı, İngiltere’nin istediği bir tarzda haritayı ortaya çıkarmıştır. Şimdi haritanın coğrafi açıdan değiştirilmesi de söz konusu.
Buradan yola çıkarsak, Türkiye’nin de bunu kolay kabul etmesi mümkün değil. Çünkü sınırlarında bir Kürt devletinin oluşumu gündemde. Dolayısıyla, Türkiye çok rahat bir biçimde, bu projelere, bu stratejilere uyum sağlayamaz. Peki, nasıl olur bu? Olağan iktidar yöntemlerinin dışına çıkarak. Bunun çok yönleri var. Somoza tipi diktatörlükten tutun da, bizim örneğini daha önce yaşadığımız teknokrat bir kabinenin kurulup, parlamentonun açık tutularak belli reformları yapılmasına kadar veya bir suikastler zincirinin gündeme getirilerek, Türkiye’nin uzun bir istikrarsızlaştırma sürecine sokulmasına kadar. Ama -benim için bu tespit, vazgeçmeyeceğim bir tespit- şunu görüyorum; Türkiye, önümüzdeki dönemde, dinamikleri anlamında -coğrafi anlamında belki bu bütünlüğü koruyabilirler- paramparça edilecek. Yani böyle bir saldırıyla, bir kuşatmayla karşı karşıya. Bu toplantının İstanbul’da yapılmasının anlamı da budur.
Notlar
(1) Mirza Gulâm Ahmed tarafından Hindistan’ın Pencap eyâleti sınırlarında kalan Kadıyan kasabasında kurulan dinî hareket.
Ahmedîliğe, kurucusu Mirzâ Gulam Ahmed’in adına izâfetle “Mirzâiyye” ya da ortaya çıktığı yere nispetle “Kadıyâniyye” adları da verilmektedir. Gulam Ahmed, 4 Kasım 1900’de bir bildiri yayımlayıp kurduğu hareketin adını Muhammed’in isimlerinden biri olan “Ahmed”e işâret ederek “Ahmediyye” olarak ilân etti. 1908’den beri dünyanın geri kalanı da cemaatin resmen benimsediği “Ahmediyye” ismini yaygın olarak kullanmaktadır. Ana akım Müslümanlar ise, Müslüman âlimlerin “Ahmediyye” isminin İslâmî telakkîye uygun olmadığı hususunda görüş birliğinde olmalarına dayanarak İslâmî anlayışa daha uygun buldukları “Kadıyâniyye” ismini tercih etmişlerdir. Yakın döneme âit hemen hemen bütün İslâm kaynaklarında da bu isim kullanılmaktadır.
Ahmedîler, her ne kadar İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an, sünnet ve hadisi yok saymıyor olsalar da, Mirza Gulam Ahmed’in düşünceleri, fikirleri ve de kendisine ilham olunduğuna imân ettikleri vahiylere neredeyse daha fazla önem atfetmektedirler.
Tarihte Nobel ödülünü kazanan ilk Müslüman bilim adamı Prof. Abdüsselam bu cemaatin bir üyesidir. Yine Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı başkanlığı yapmış Sir Zaferullah Han da bu cemaatin üyesidir ve Pakistan’da dış işleri bakanlığı yapmıştır.
Diğer yandan, Almanya’da 1920’lerden beri faaliyette bulunan Ahmediye Cemaati, bu ülkenin Hessen eyaleti ve Hamburg şehrinde resmen tanınmıştır.
Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ın da dahil olduğu 207 ülkede faaliyetlerini sürdüren Ahmedîlerin sayısının yaklaşık 10 milyondan fazla olduğu söylenmektedir. Müslüman kesimlerce, “İngiliz fidanı” olmakla suçlanmış, ancak cemaat bu iddiaları kesin bir dille ”iftira” olarak nitelendirmiştir.
(2) Gurka ya da Gorka olarak da bilinen, Nepalli bir halktır. 18. yüzyılda Hint Ermiş Gorkhana’nın müritlerinden Baba Rawal’ın Mevar tekkesine bağlı olanlarca kurulmuş, zamanla cemaatleşip daha sonra halklaşmış ve Nepal Krallığı’nı kurmuşlardır. İngiliz Koloni Ordusunda cesaret, güç ve kararlılıkları ile ün salmışlardır.
Başlangıçlarını anlatan efsanelere göre, Gurkaların kurucusu sayılan, Baba Rawal, 8. yüzyılda Ermiş Gorkhana ile bir av sırasında tanışır. Gorkhana, Baba Rawal’ya kendisinin ileride Gurkaların başına geçip çok ünlü bir komutan olacağını müjdeler. Kukri denen, bugün de Gurkaların simgesi sayılan bir hançeri hediye eder.
Bundan sonra, o sırada Kuzey-batı Hindistan ve Afganistan’a doğru ilerlemekte olan Müslümanların ilerleyişlerini durdurmalarını ve onlarla savaşmasını ister. Bunu kabul eden Gorkhana, o zamanki adı Gandar (Kandahar) olan Afganistan’ı Müslümanlardan korur ve buralara kendi halkıyla yerleşip hükmeder. Müslümanların ilerleyişi duraklar, ancak daha sonra 13-16. yüzyıllarda Türklerin yardımı ile Hindistan’da Müslüman ilerleyişi devam eder.
Maharaya Diraj Priti Narayan Şah (1769-1775), Gurka soyundan, ilk olarak bir devlet kurarak buraya Nepal Krallığı adını verdi. 1814–1816 yılları arasında, Gurka Savaşı’nda Doğu Hindistan Şirketi ordusu ile çarpışan Gurkalar, cesaret ve savaşçı yetenekleri ile İngilizlerin dikkatini çektiler. Savaşın ardından bu halkın gücünden faydalanmak isteyen İngilizler, o sırada Rana Hanedan’ını başlatacak olan Şiri Tin Maharaye Yung Bahadır Rana’yı başbakanlığa getirerek kendisini, Gurkaları önceleri Doğu Hindistan Şirketi Ordusuna, sonraları Koloni Ordusuna kiralamak konusunda “ikna” ettiler. Şiri Bahadır Rana, bugün bile Nepallilerce o dönemden sonra 100 yıl daha sürecek karanlık bir Nepal tarihi yarattığı konusunda eleştirilmektedir.
Kendilerini daha üstün gören Brahma – Hint asıllı gurkalar, sıradan askerler olarak İngiliz ordusunda yer almayı reddettiklerinden bu durumu çözebilmek amacıyla, Kraliçeden bu kişileri daha yüksek sınıftan askerler olarak alabilmek için özel bir birlik kurulmasına karar verildi. Tibet ve Moğol asıllı Gurkalar ise er olarak yer aldılar.
İçlerinde başarılı olanlar çıkmış olsa da, ekseriyetle, kendileri için orduda ancak birkaç derece yer bulabilmiş ve yüksek riskli hemen hemen tüm savaş ve harekâtlarda yer almışlardır. İngilizler Hindistan’ı terk ettikten sonra bile İngiliz ordusunda hala yer almaktadırlar. Ancak şimdilerde açılan davalarda İngiliz Kraliyet Ordusunun Gurkalara kanuna aykırı şekilde haksızlıklar yaptığını ileri sürmüşlerdir.
Gurkalar Çanakkale Savaşı’na 29. Hint Tugayı bünyesinde 4 taburluk bir kuvvetle (1/4, 1/5, 1/6 ve 2/10. Taburlar) katılmışlardır. İlk olarak 9 Mayıs tarihinde, II. Kirte Muharebesinde aktif olarak muharebelere dahil olmuşlar ve Zığındere bölgesindeki taarruzlarda kendilerini göstermişlerdir. Daha sonra Ağustos Taarruzlarına katılmışlardır.
İngilizlerin 1924’te Irak’ta kurmayı planladıkları, Faysal’ın kral olacağı Irak devletinin kabulü için yapılan halk oylamasında karşı oy kullanan Türkmenlerin cezalandırılması için İngilizlerce planlandığı iddia edilen ve binlerce Türkmen’in öldürüldüğü olaylarda Gurkalar olayların başlatılması için kullanılmışlardır.