Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden itibaren ABD’nin politika kurmayları, Avrupa ve Japonya’ya rağmen Birleşik Devletlerin Batı dünyasındaki hegemonyacı konumunu muhafaza etmesi gerektiğini savundular. Eylül 1989’da Devlet Bakanı Lawrence Eagleburger, Georgetown Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında, “Uluslararası ekonomik ve siyasal istikrarın korunması için yaşamsal olan kurumsal mekanizmaların muhafazası ve genişletilmesinin öncülüğü Birleşik Devletler’e düşer. Bu rolü oynama kapasitemiz azalmış olabilir ama bize duyulan ihtiyaç azalmamıştır,” diyordu.
Sovyetlerin çözülüşü ve çürümüş ekonomilerin rekabet temelinde ayrışması Washington açısından Birleşik Devletler’in hegemonyasını garanti altına alacak bir küresel stratejinin uygulanabilirliğine olan inancı artırdı. Bu strateji; “Yeni Dünya Düzeni” etiketi ile Washington öncülüğünde Körfez’e askerî müdahale temelinde açıldı. Aslında bu askerî müdahale Japonya ile ticaret anlaşmazlıklarını kışkırtan, ABD’nin kıtanın güneyinde serbest ticaret anlaşmalarına hız kazandıran, olağanüstü yüksek askerî harcamalara muhalefetin önünü kesen, Avrupalı müttefiklere karşı NATO’ya ilişkin olarak Amerikan tarzını kabul ettiren bir etkiler zinciri çerçevesinde çözümlendiğinde daha da anlam kazanır. Irak’a emperyalist saldırı ABD’nin 3. Dünya’daki küresel egemenlik esaslarının ilânı olmuştur. 3. Dünya’da Amerika’nın çıkarları ile uyumlu, hammadde kaynaklarını ve pazarlarını Washington’un kullanımına açık tutan, Amerikan kökenli uluslararası şirketleri koruyup kollayan, küresel sorunlarda Beyaz Saray’ın liderliğini izleyen bir “müşteri devletler” ağı yaratılırken muazzam bir askerî güç gösterisinden yararlanılmıştır. Birleşik Devletler’in ekonomik, siyasal ve askerî çıkarlarının tüm dünyada hâkim kılınmasına ilişkin küresel egemenlik stratejilerinin sistematik ve açık dışavurumu ise Devlet Bakanlığı ile Pentagon tarafından birlikte, Ulusal Güvenlik Konseyi’ne, Bakan’a ve onun dış politika kurmaylarına danışılarak hazırlanan Şubat 1992 tarihli 1994-1999 Yılları İçin Savunma Plânlama Rehberi başlıklı belgedir. Bu belge, dış politika aygıtı ile Birleşik Devletler karar organlarının en etkili temsilcileri ve yetkilileri arasında stratejik plânlamanın esaslarına ilişkin temelleri saptayan bir rehberdir.
Savunma Plânlama Rehberi, ABD’nin müdahaleci stratejisinin alanını tüm dünya olarak belirlerken siyasal, askerî, ekonomik unsurları bütünlüklü değerlendirmektedir. Rehbere göre Beyaz Saray, küresel, bölgesel ve iç güç gösterilerini kararlılıkla dayatmalı ve ABD çıkarlarına hizmet eden “açık ekonomik sistemleri” teşvik etmelidir:
Birleşik Devletler her yanlışı düzeltme sorumluluğunu alarak dünyanın jandarması olamayacağı için, kendi çıkarlarımız ile birlikte müttefik ve dostlarımıza karşı yapılan ve uluslararası ilişkileri ciddi olarak zedeleyen yanlışları seçerek üstün sorumluluğumuzu koruyacağız. Bu bağlamda çeşitli Birleşik Devletler çıkarları söz konusu olabilir: Yaşamsal hammaddelere el koyma, öncelikle Körfez petrolüne; kitle imha silahlarının ve balistik silahların çoğalması; Birleşik Devletler yurttaşlarına terörist ya da bölgesel, yerel çelişkiler nedeniyle tehdit; ve Birleşik Devletler toplumunu narkotik trafiği ile tehdit etme.
Askerî üstünlüğü koruyarak, doğrudan müdahaleye hazırlıklı olmak ise, diğer emperyalist rakipleri baskı altına alarak, ABD’nin küresel egemenlik iddialarına karşı kendi askerî kapasitelerini geliştirmekten uzak tutma stratejisi ile bağlantılıdır:
İlk amacımız ister eski Sovyetler Birliği topraklarında ister başka bir yerde, daha önce Sovyetler Birliği tarafından ileri sürülen bir tarzda yeni bir rakibin ortaya çıkmasını engellemektir. Bu sağlamlaştırılmış bir kontrol altındaki kaynakları, küresel bir güç oluşumuna yeterli olan bir düşman gücün bir bölgeyi egemenliği altına almasını engellemeye çalışmamızı gerektirir. Bu bölgeler Batı Avrupa, Doğu Avrupa, eski Sovyetler Birliği toprakları ve Güneybatı Asya’dır. Sonuç olarak, potansiyel rakiplerimizi daha geniş bir bölgesel veya küresel role soyunmaktan caydırmak için kurduğumuz mekanizmaları korumalıyız.
ABD muazzam askerî üstünlüğüne dayanarak Japonya ve Almanya’yı baskı altında tutmayı sürdürmekte, bu iki emperyalist ülkenin ekonomik güçleri ile doğru orantılı bir askerî yapılanmaya gitmelerini engellemeye çalışmaktadır. Washington askerî tahakküm ve tehditle piyasalara, hammadde kaynaklarına, finansal mekanizmalara nüfuz etme konusunda imtiyazlar elde etme, ayrıca ekonomik gücünün zayıfladığı stratejik öneme sahip anahtar bölgelerde etkisini koruma peşindedir.
Savunma Plânlama Rehberi Birleşmiş Milletler’e ilişkin hiçbir göndermede bulunmaz. Washington’un politikaları, uluslararası hukuku ve kolektif organları kendi küresel çıkarları ile uyumlu olduğu sürece kullanan ancak tek taraflı askerî müdahalelerde dışlayan bir yaklaşıma göre biçimlenmiştir. Bu kuruluşlara karşı faaliyet göstermek gerektiğindeyse müttefikler ve “müşteriler” ile ABD’nin mutlak üstünlüğüne dayanan komisyonlar kurmak prensip olarak benimsenmiştir. Savunma Plânlama Rehberi söz konusu “kolektif eylem” gerekliliklerini şöyle formüle etmektedir:
Gelecekteki koalisyonlar, karşılaşılan krizi aşmakla yükümlü ve bundan daha uzun ömürlü olmaması gereken geçici topluluklar olmalı ve çoğu durumda ulaşılacak amaca varılması süresince geçerli, genel anlaşmalara dayanmalıdır.
Ancak belgenin en can alıcı düzenlemesine göre:
Dünya düzeninin nihai olarak Birleşik Devletlerce sağlanacağı bilinmeli, kolektif eylem gerçekleşmediğinde veya hızlı tepki gösterilmesi gereken bir krizde Birleşik Devletler bağımsız olarak hareket edebilmelidir.
Örneğin, ABD’nin Grenada’yı (1983) ve Panama’yı (1989) işgal etme kararları, BM’de ve Amerika Devletleri Örgütü’nde bu konudaki muhalefet nedeniyle tek yanlı olarak alındı ve uygulandı. ABD’nin bu bağlamda kendi müdahalesini “uluslarüstü” olmayı içeren emperyalist bir “hukuk” temeline dayandırması dünyanın yeni bir vahşet dönemine açılmasının miladıdır.
Bush döneminde Beyaz Saray, Soğuk Savaş sonrası Avrupa’sında ABD güç ve nüfuzunun temel aracı olarak NATO’nun eksen rolünün korunması gerekliliğini devamlı vurguladı. Bu çerçevede, Fransız-Almanya ortak güvenlik tasarılarına ABD’den şiddetli tepkiler geldi. Bu iki ülkenin 35.000 askerden müteşekkil birleşik ordu girişimi, nicel açıdan son derece yetersiz olmasına rağmen Washington tarafından ABD’nin Batı askerî ittifakındaki liderliğine zarar veren bir faaliyet biçiminde değerlendirildi. Savunma Plânlama Rehberi’nde, Avrupa’da NATO’nun yerini alacak ve ABD’nin kıtadaki askerî otoritesini zayıflatacak böyle bir güvenlik kurumlaşmasına karşı koyulması zorunluluğu şöyle formüle edilmektedir:
NATO Avrupa da istikrarlı bir güvenlik ortamının korunması için vazgeçilmez bir kuruluş olmaya devam etmektedir. Bu nedenle NATO’yu Batı savunma ve güvenliği için en önde gelen araç ve Birleşik Devletler’in Avrupa güvenlik sistemine katılım ve etkileşim kanalı olarak korumak yaşamsal öneme sahiptir. Birleşik Devletler Avrupa entegrasyonunu desteklerken, NATO’yu etkisizleştirecek ve yalnızca Avrupalılardan oluşan, müttefiklerin birleşik komutasındaki güvenlik anlaşmalarının ortaya çıkmasına engel olmalıdır.
Washington NATO’nun etkinliğini kendi hegemonyasını dayatmanın bir aracı olarak sürdürme kararlılığını açıklarken, askerî nüfuzunu eski Varşova Paktı ülkelerine yayarak Avrupa’daki gücünü korumak peşindedir. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle yapılan “güvenlik anlaşmalarına dayanarak bazı ülkelerin NATO’ya dahil edilmesi, yeni askerî bağlar oluşturmak suretiyle, bölgesel politikalarda gittikçe büyüyen Alman ve Batı Avrupa etkisini kırmaya yönelik stratejinin bir parçasıdır. ABD’nin Avrupa’yı kuşatan askerî etkinlikleri, tıpkı Asya ve Lâtin Amerika’da olduğu gibi, çürüyen serbest piyasa rejimleri karşısında yenilenmiş halk hareketleri ve sol merkezli politik çıkışlar geliştiğinde müdahale etmenin zeminini şimdiden sağlama almakla ilgilidir.
Emperyalistler arası rekabetin, III. Soğuk Savaş’ın yeni gerçeklikleri temelinde koordinatlarını tanımlayan Savunma Plânlama Rehberi; Birleşik Devletler’in Almanya ve Japonya karşısında mutlak üstünlük konumunun pervasızca formüle edilmesini içeriyor:
Gelecekte bölgesel ya da küresel olarak stratejik amaçlar ve savunma konumları geliştirecek potansiyele sahip uluslar veya koalisyonlar bulunmaktadır. Şimdi stratejimiz gelecekteki potansiyel rakibimizin ortaya çıkmasını engellemeye yoğunlaşmak olmalıdır.
Gelişmiş kapitalist ülkeler karşısında mutlak askerî üstünlüğünün avantajlarını ekonomik alana aktarma kararlılığında olan ABD, diğer emperyalist rakiplerinin zararına, eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki yeni devletlerle “ekonomik bağlar” ve “demokratik ortaklıklar” kurmaktadır. Savunma Plânlama Rehberi, Doğu ve Orta Avrupalıların Batılı siyasal, ekonomik ve askerî örgütlere daha fazla dahil olmasını önermekte, “bu genişletilmiş bir NATO irtibatını da kapsamalıdır…Birleşik Devletler Doğu ve Orta Avrupa devletleriyle de Körfez devletleriyle yaptığı gibi güvenlik anlaşmaları yapmayı göz önünde bulundurmalıdır,” demektedir.
Avrupa’da NATO aracılığıyla ve tek yanlı müdahalelerle Almanya’nın etkinliğini kırmaya çalışan ABD açısından Asya- Pasifik bölgesinde potansiyel rakip Japonya engellenmelidir. Amerikan ürünleri ile rekabet ederek onları Asya pazarlarından çıkarma becerisine sahip Tokyo’nun askerî yeteneklerini artırmasından kaynaklanabilecek “potansiyel olarak istikrarı bozucu” gelişmeler Rehber’de hesaba katılan sorunlar arasında belirtilmektedir. “Pasifik çevresinde yaşamsal siyasi ve ekonomik ilişkilerimizi desteklemek için bölgedeki en önemli güç olma konumumuzu korumalıyız. Bu, Birleşik Devletler’in dengeleyici bir baskının ya da bölgesel egemenin ortaya çıkmasını engelleyici bir güç olarak bölgenin güvenlik ve istikrarına katkı koymaya devam etmesini sağlayacaktır. Aynı zamanda özelikle Japonya ve muhtemelen Kore’nin yol açabileceği ve müttefiklerin rollerini artıran potansiyel istikrarsızlıklara karşı da duyarlılığımızı korumalıyız.”
ABD’nin nüfuz ve çıkarlarını Ortadoğu ile Güneybatı Afrika’ya yayarak, “bölgedeki en etkin dış güç olarak bölge petrolü üzerindeki Birleşik Devletler çıkarlarını korumak ve Batı’nın bu alanlara girmesini önlemek amacıyla “müşteri rejimler”le askerî ittifaklar kurmak Savunma Plânlama Rehberi’nin açık formülasyonları arasındadır. 3. Dünya’da kendi kaderini tayin hakkı ABD emperyalizminin stratejik hammaddelere el koyma “özgürlüğü” karşısında anlam taşımaz. Halkların kendi kaynaklarına dayanarak gelişmeleri Birleşik Devletler çıkarlarına tehdit sayılır. “Birleşik Devletler vatandaşları ve mülkleri”nin korunması, Ortadoğu, Lâtin Amerika, Asya’da ABD’nin “en etkin dış güç olmaya devam etmesi” ile birlikte öncelikli hedeftir ve “Irak’ın Kuveyt’i işgalinde görüldüğü gibi bölgeyi bir egemenin veya güçler ittifakının tahakküm altına almasının engellenmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır.” ABD emperyalizmi müttefiklerine “muz cumhuriyetleri” muamelesi yaparken, uluslararası kurumlarda danışma mekanizmalarının işletileceğinin açıklanması mizahi bir durumu ortaya çıkarıyor. Özünde egemenlik ve tabiiyet politikasının gereklilikleri bulunan III. Soğuk Savaş; kapitalist rakiplere karşı muazzam ölçeklere ulaşan askerî üstünlüğün korunması; ihtilaflı bölgelerde tek taraflı veya ABD’nin belirlediği koordinatlarda geçici koalisyonlarla güç gösterisi; 3. Dünya ülkelerine karşı uluslararası kapitalist dinamiklerin yönlendiriciliğinde (bu noktada sistemin genel çıkarları adına ABD, Japonya, AB’nin ortaklığı söz konusudur) derinleştirilecek ittifaklar stratejisi etrafında örülmektedir. George Bush, Aralık 1992’de yaptığı veda konuşmasında “dünya egemenliği” vurgusunu ön plâna çıkardı. “Amerika’nın ekonomik, siyasal ve tabi ki askerî liderliği”nin zorunluluğunu vurgulayan Bush, “Amerikan liderliğinin alternatifi vatandaşlarımız için çok değil daha az güvenlik, Amerikan ilkelerinin yayılması değil, aktif olarak onlara düşmanlık besleyen bir dünyada tecrit edilmesi demektir,” tespitini yaptı.
ABD’nin “dünya egemenliği” stratejisinin beraberinde getirdiği sorular ve sorunlar yeterince tartışılamıyor. Bu stratejinin askerî bütçelerdeki muazzam artışları rasyonalize edip etmediği büyük bir sorudur. Bu stratejik açılımın gerçekleştirilmesi ABD’nin mevcut ekonomik, siyasi, malî kapasiteleri veri alındığında mümkün müdür? Savunma Plânlama Rehberi’nden Bush Doktrini’ne uzanan çizgide Amerikan ekonomisinin askerî müdahaleleri kaldırma potansiyeli tartışılmıyor. Küresel jandarma rolünü, emperyalist rakiplerin baskı altında tutulmasını ve askerî müdahalelerin sürekliliğini destekleyecek yerel kuruluşların çöküşüne ilişkin problemler emperyalist açılımın sığ formülasyonlarına yansımıyor. Sadece ulusal ekonominin “Dünya egemenliği” stratejisini destekleyebileceği varsayımından yola çıkılıyor, “dünya egemenliği” stratejisinin uygulama aşamalarının siyasal maliyetleri ve çürüyen bir ulusal ekonomi ile küresel bir güç elde etme programı arasındaki temel çelişki görmezden geliniyor.
Emperyalist rakiplerinin, ekonomik yükselişi ve politik talepleri, ABD’yi kurtuluş olarak sahip bulunduğu en büyük avantajı, yani askerî gücünü kullanmaya iterken formüle edilen stratejiler olağan mantık dizgelerinin bile kalıplarını zorluyor. Geleneksel emperyalist politikalar ve çelişkiler, Büyük Güç rekabetinin anlaşmazlıklarında boyutlanarak II. Soğuk Savaş’tan sonra III. Soğuk Savaş’ın çatışmalarla dolu stratejik ikliminde tezahürlerini ortaya koymaktadır. ABD emperyalizminin temel dinamikleri yeni bir Soğuk Savaş’ı tetiklerken Washington’un küresel hegemonya dayatması bir Pax Americana’yı değil tek yanlı Amerikan askerî vahşetini gündeme sokmaktadır. Birleşik Devletler’in müttefikleri ile ilişkileri, 1992’de Fransa Dışişleri Bakanı Roland Dumas’a, ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın yönelttiği “Bizimle misiniz, yoksa bize karşı mısınız?” sorusundaki açık tehditte düğümleniyor.
ABD hegemonyasının varlığı, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’nın ekonomik çarkları döndürmeleri ve endüstriyel atılıma geçmeleri ile birlikte derinden bir aşınmaya uğradı. Emperyalist çarkın merkezinde eşitsiz gelişen büyük kapitalist güçlerin rekabetinin bulunması yeni bir olgu sayılmaz. ABD militarizmi, Sovyetler Birliği ve Soğuk Savaş’ın basit bir ürünü değildir. ABD militarizmi, küresel hegemonyanın diğer emperyalist rakipler üzerindeki temel baskı aracıdır. Amerikan askerî gücü ve dış politikası genel akımın birbiriyle bağlantılı iki unsuruna dayanır:
1) Dünyanın tamamının özel ticaret ve özel teşebbüs için açık tutulması. Ancak rakip blokların ABD sermayesinin çıkarları aleyhine olarak ayrıcalıklı olarak yatırım ve ticaret alanları ele geçirmelerinin önlenmesi vazgeçilmez bir prensiptir. Ayrıca Birleşik Devletler’in tüm askerî ve politik güçleri seferber edilerek, Amerikan iş dünyası için imtiyazlı ticaret ve yatırım imkânlarının yaratılması temel stratejidir.
2) Karşıdevrimlerin sonuna kadar desteklenmesi ve başlangıç dönemlerinde olan sosyal devrimlerin bastırılması, gelişmekte bulunanların ise askerî güç kullanımı ile ezilmesi, ABD dış politikasının düzenli tarihsel uygulamalarının başlıcasıdır. Ulusal-halkçı ve sosyalist ülkeler ile hareketlere yönelik silahlı müdahalecilik Amerikan dış politikasının yapısal unsurudur.
ABD ile diğer emperyalist güçler arasındaki rekabet, Sovyetlerin çözülüşünden çok öncelere dayanır. III. Soğuk Savaş’ın dinamikleri arasındaki rekabet ile beslenen bu çelişkiler kapitalist emperyalist sistemin ekonomik, politik ve askerî nesnelliğinde zeminini bulur. ABD’nin muazzam ölçülerde askerî vahşet gösterisi hegemonya kaybının bilinci ile bağlantılıdır. Bu konuda önemli çalışmalara imza atan Marksist kuramcı Harry Magdoff’un çözümlemeleri halen geçerliliğini koruyor:
Çağdaş emperyalizmin belirleyici bir özelliği de gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki rekabetin yoğunlaşmasıdır. Dünya ölçüsündeki yeni ekonomik anlaşmaların belirlenmesine yardım eden ve dünya kapitalist sistemi içindeki sürekli alt üst oluşun ana kaynağı işte bu rekabetçi mücadeledir. Çağdaş emperyalizmden önce, Büyük Britanya dış ticaret ve mâliyede hâkimiyeti tartışılmayan ülkeydi. İngiltere ile ekonomik ve askerî rekabeti mümkün kılan ileri teknolojiye dayanan endüstrileşmiş ülkelerin ortaya çıkması, dünya düzeyindeki kapitalist anlaşmalara daha katılmamış olan bölgelerin elde edilmesi için hararetli bir mücadeleye yol açtı. Bu durum aynı zamanda sömürgeler ve etki alanlarının yeniden paylaşımı için de mücadeleleri doğurdu. Fakat özel olarak şu noktaya dikkat edilmelidir ki, bu rekabetçi mücadele sadece azgelişmiş ülkeler üstünde bir hâkimiyet kurma ile sınırlandırılmamıştır. Bu mücadele aynı zamanda, iki dünya savaşında da görüldüğü gibi, diğer gelişmiş kapitalist ülkeler üstünde de hâkimiyet kurmak ve özel etki alanı sağlamak amacını da içermektedir. Ülkeler ve tekelci şirketler arasındaki mücadelede bir diğerinin bölgesinde yapılan yatırım ve pazarların paylaşılması için kartel anlaşmalarının kullanılması da önemli bir öğe olarak mevcuttur. Buna göre çağdaş emperyalizme tarihsel bir yaklaşımla bakarsak, bu dönemdeki kuvvet mücadelelerinin iki özelliği olduğu açıklık kazanmaktadır:
1) Diğer endüstrileşmiş ülkelerle ekonomik güç için mücadele,
2) Azgelişmiş ülkeler üzerinde ekonomik güç kurmak için mücadele.
Ayrıca II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist dürtüleri ve ABD dış politikasında karar verme durumunda olanların karşı karşıya oldukları stratejik alternatifleri anlamak için endüstrileşmiş ülkelerin kendi aralarında, geçmiş ve gelecekteki düşmanlık da göz önüne alınmalıdır. ABD hükümet politikasının ve ABD şirketlerinin eski müttefiklerinin (eski düşmanları olduğu kadar) azgelişmiş ülkelerdeki ticaret ve yatırım alanları elde etmek için yaptıkları manevralar bu noktaya dayanmaktadır. Buna göre emperyalizmin sadece 3. Dünya ile ticaret ve bu ülkelerdeki yatırımlarla kısıtlanması, uluslararası ekonomik ve politik faaliyetlerin son derece önemli bir bölümünü soyutlamak demektir. Bu nokta gelişmiş kapitalist ülkelerin bir diğerinin sınırlarının ötesindeki yatırım faaliyetleri ile ilgili düşmanlıklarıdır. (1)
Yine Magdoff’un ABD hegemonyası, dünya para sistemi ve diğer emperyalist rakipleri ile ilgili analizleri günümüzde iyice açığa çıkan çelişkilerin kökenini ortaya koyuyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ödemeler dengesinde son yirmi yılda bir veya iki yıl hariç daima açık olmuştur ve bu açık kapanacağa benzememektedir. Bunun kapitalizm tarihinde bir eşi yoktur. Yirmi yıl gibi bir süre geçmeden çok önce herhangi başka bir ülke ve II. Dünya Savaşı’ndan sonraki hâkimiyetine sahip olmayan bir ABD uluslararası pazar mekanizmasının disiplinine uymak zorunda kaldı. Pazar mekanizmasının bu disiplini neyi gerektirdi? ABD hükümeti tarafından deflasyonist tedbirlerin alınması gerekirdi. Bu tedbirlerle işsizlik oranı artacak ve ekonomik durum aşağıya doğru çekilecekti. Tam tersine olarak, ABD 1950’ler ve 1960’lar boyunca uluslararası ödemeler açığını kapatmak için herhangi bir etkili tedbir almadan kendi refahını sürdürebilmiştir. ABD’nin refahı sürekli ödemeler dengesi açığı yaratan faaliyetlerle devam ettirilmiştir. Bütün bu gelişimin düğüm noktası, diğer kapitalist ülkelerin isteyerek ve istemeyerek ABD dolarını altın gibi işe yarar olarak kabul etmeleri gerçeğindedir.
Diğer endüstrileşmiş ülkelerin ABD dolarını altın yerine kabul etmek zorunluluğunda olmaktan pek memnun olmadıklarını anlamak için malî haberleri çok dikkatli okumaya gerek yoktur. Gerçekten de önemli sürtüşmeler varolmuştur ve hâlâ devam etmektedir. Bütün bunlara rağmen, bu durumu kabul etmelerinin çeşitli nedenleri vardır. İlk olarak, sandalı fazla sallarlarsa bütün merkez bankacılarının malî zorluklar denizinde batacağından korkmaktadırlar. İkinci olarak, ABD’nin ekonomik gücüne olan güven gün geçtikçe sarsılmasına rağmen bu gücün etkisi altındadırlar. Sonuncu olmakla beraber önemi az olmayan diğer bir nokta da ABD’nin askerî gücü ve bütün dünyadaki mevcudiyetidir. Gerçekte ABD dünya emperyalist sisteminin sürdürülmesi için en büyük sorumluluğu üstlenmiştir. (2)
ABD’nin Sovyet “tehdidi”nin ortadan kalkmasından sonraki konumu, 1991’de “Dış İlişkiler Konseyi” yayın organı Foreign Affairs’te yeni muhafazakârların tanınmış isimlerinden Charles Krauthammer “tek kutupluluk” çerçevesinde değerlendiriyordu. Birleşik Devletler’in hegemonyası, önceliği, imparatorluğu tartışmaları 90’lı yıllar boyunca devam etti. 90’lı yılların sonunda ABD’nin emperyalist rolüne ilişkin vurgular netlik kazandı. Özellikle Robert W. Tucker ile David C. Hendrickson’un birlikte yayınladıkları ve “Dış İlişkiler Konseyi” tarafından 1992’de basılan The lmperial Temptation adlı çalışma “emperyalizmin cazibesi” konusunda etkileyici çözümlemeler içermektedir. Tucker-Hendrickson’a göre:
ABD bugün dünyada egemen bir askerî güçtür. Amerika, kendi askerî gücünün ulaştığı ve ulaşabildiği noktalar ve etkinlikleri bakımından tarihin en görkemli ve en büyük imparatorlukları ile boy ölçüşebilir. Roma İmparatorluğu Akdeniz sınırlarının dışına zor çıkabilmişti; Napolyon ise Atlas Okyanusu’nu aşamadığı gibi uçsuz bucaksız Rus topraklarına yenilgiyi tatmaya gitmişti. İngiliz Kraliyet Donanması’nın denizlere egemen olduğu adı üstünde Pax Brıtannica’nın yıldızının doruğa çıktığı çağda Bismark’ın şu sözü ilginçti: “İngiliz Ordusu Prusya kıyılarına çıkarsa, onu yerel polise yakalatırım.” Amerika Birleşik Devletleri, kendisinden önceki dünyanın büyük devlet ve imparatorluklarınkinden daha çok ve farklı bir güç birikimine sahiptir. ABD dünyanın her köşesine ulaşabilen ve hüküm süren bir güçtür. Aynı zamanda savaş tekniğinde uzmanlaşmış kimseler tarafından yönetilen en gelişmiş silahlara sahiptir. Okyanuslara kadar uzak yerlere güçlü kıtalararası orduları nakledebilir. Tarihi düşmanları ise, iç kavga ve çekişmeleri nedeniyle ricat halindedir.
Bu koşullarda imparatorluk hevesi gibi çağlar kadar eski bir hülya, Amerika Birleşik Devletleri’ne çok cazip gelebilir… ABD ulusunun geçmişteki sömürgeci güçlerin çizgisinde olacak bir imparatorluk hülyasının cazibesine kendisini kaptırma ihtimali azdır. Ancak, ulus, imparatorluk yönetiminin klasik görevlerini üstlenmeden bir imparatorluk rolü oynamayı mümkün kılan bir görüşü çekici bulabilir.” (3)
ABD açısından “emperyalizmin cazibesi” klasik sömürge imparatorluklarının sorumluluklarını üstlenmeden askerî gücün ezici kullanımına ve bu temelde yağmaya dayalıdır. Soğuk Savaş’ın “ulus inşa” etme programlarının tüm maliyetlerini reddeden bu yaklaşım yeni muhafazakârların açık formülasyonlarıyla 90’lardan itibaren gündemdedir.
Tucker-Hendrickson, Körfez’e ABD müdahalesinden yola çıkarak haklı savaş teorisini tartışıyorlar. Birleşik Devletler’in “cezalandırıcı durdurma” ve “Önleyici Savaş” stratejilerinin Latince hellum justum olarak bilinen Hıristiyan doktrininin bir bakıma 20. yüzyılda yeniden yapılanması” tarzında değerlendirilmesi, emperyalist müdahaleyi “haklı” sayıyor. ABD’nin dünyanın jandarması konumu bu doktrinle anlam kazanıyor. “Bu doktrinin klasik kavramına göre, haklı savaş, bir devleti yaptığı bir yanlışlık ve geri dönülmez bir hareketinden dolayı cezalandırmak amacıyla girişilen bir infaz savaşı ve bir intikam alıcı adil hareketti.” (4) Tucker-Hendrickson, ABD’nin Körfez Savaşı’nı kazandıktan sonra yapması gerekenleri şöyle özetliyorlardı: Birleşik Devletler hemen Irak’ı işgal etmeli, Baas Partisi’ni iktidardan indirmeli böylece “sorumluluğunu” yerine getirmelidir. Yazdıklarına göre,
Baş döndürücü bir askerî güç gösterisi, ABD’ye geniş liberal platforma inanan bireylerden oluşan bir Irak hükümeti kurulması ve yerleştirilmesi için zaman kazandıracaktır… Böyle bir hükümet, kuşkusuz, Amerikan kuklası olmakla suçlanacak olsa da, meşruluk kazanacağını düşünmek için iyi sebepler var. BM gözetimi altında Irak’ın petrol gelirlerini kullanma hakkına sahip olması, kesin suretle, Irak halkının önemli ölçüde desteğini kazandıracaktır. (Bu satırlar 1992 yılında yazılmıştır)
Haklı Savaş Doktrini İlahi örtüsü altında ABD stratejik çıkarlarının petrolle bağlantısını kuran Tucker-Hendrickson bunu açıkça yazmaktadırlar:
Petrolün bariz önemini taşıyan başka bir madde yoktur, Körfez’in enerji kaynaklarına gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin bağımlılığının başka bir eşi yoktur; bu kaynaklar genellikle ulaşılması zor ve son derece istikrarsız bir bölgede yoğunlaşmıştır ve petrole sahip olma öylesine eşsiz bir malî temel sağlar ki, buradan gelişmekte olan yayılmacı bir devlet kendi saldırgan emellerine kavuşmak için harekete geçer. (5)
Bölgenin petrol kaynaklaı üzerinde ABD’nin mutlak denetimini savunan bu yaklaşıma göre “eşsiz bir malî temel sağlayan kaynakların bölge devletlerinin çıkarları doğrultusunda kullanılması “saldırganlık” potansiyelini besleyecektir.
ABD politik plânlama merkezleri ve egemen sınıf içi tartışmalarda, muhafazakâr, liberal ve yeni muhafazakâr kadrolar 90’lı yıllarda temel savunma, güvenlik ve dış politika konularında fikir birliği oluşturdular. Anlaşmazlık noktaları ise taktik açılımlar, gücün kullanım biçimleri ve şiddeti, müttefiklere yönelik danışma mekanizmalarının niteliği ile sınırlı kaldı. ABD emperyalist müdahaleciliği 90’larda açık ve kesin formülasyonlara bağlanırken bu durum siyasal, ekonomik, askerî koşulların, rakipler karşısında gerilemeyi militarist politikalarla durdurmanın zorunluluğuna ilişkin ortak bilince dayandı. Başkan (baba) Bush’un döneminde “Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi olan ve ABD’nin askerî stratejisini belirleyen temel belgeleri hazırlayan ekibin en önemli isimlerinden Richard N. Haas s, 1994’te yayınlanan Intervention isimli kitabında, “Askerî hareketlerinin kendisini rakip bir süper güçle karşı karşıya getirme tehlikesinden kurtulan ABD, şimdi dilediği gibi müdahalede bulunmakta daha özgür,” diyor. Birleşik Devletler gücünün sınırlarını tüm dünya ile özdeş gören Haass, “ABD yalnızca her şeyi değil tamamıyla her şeyi yapabilir,” diye ekliyor. 1997 yılında yayınlanan The Reluctant Sheriff adlı kitabında ise şerif ve yandaşlarının yasa ve hukuka dayanmasını zorunlu görmeyen Haass’a göre, “keyfilik” sınırını aşmama konusundaki kuralları sadece şerif koyar. Haass diğer emperyalist güçlerin de katıldığı bir uzun dönem stratejisinin ABD için en iyi tercih olacağı görüşünü savundu.
Haass, 2000 Kasımında George W. Bush yönetimi tarafından siyaset plânlamasından sorumlu olarak Colin Povvell’ın ekibinde görev aldı; bu dönemde yayımladığı Emperyalist Amerika yazısı görevinin niteliği düşünüldüğünde vurguları bakımından son derece önemlidir. Haass, “Amerikan dış politikasının karşısına çıkan esas soru, bu kadar fazla güçle ve bu gücün Birleşik Devletler’e sağladığı avantajlarla ne yapılacağıdır,” sorusunu gündeme getiriyor. Bu fazla gücün kullanılmasında İngiltere’yi örnek alan Haass, “İngiliz politikası, mümkün olduğunca resmî olmayan, gerektiğinde de resmileşen bir yayılım kontrolü ilkesine dayanır,” tespitini yapıyor. Washington’un tıpkı İngiltere gibi ticari çıkarlar için sömürü ve bölgesel denetime dayalı “gayri resmî emperyalizm” modelini izlemesi gerekliliğini savunan Haass, “emperyal” kuralların uygulamasını ön plâna çıkarırken “emperyalizm” kavramını geride tutuyor. Askerî güç kullanımını “emperyal” denetimin bir parçası sayan Haass, küresel egemenlik stratejisini muazzam ölçekteki askerî aygıtın varlığına bağlıyor. 19. yüzyıl Britanya İmparatorluğu’nun “emperyal” vurgulu “gayri resmî emperyalizmini askerî şiddetin kullanılması ölçeğinde “resmî emperyalizm”den ayıran Haass, Amerika’nın tek yanlı müdahale imtiyazı konusunda ise alabildiğine hassastır. Birleşik Devletler’in sahip olduğu istisnai askerî gücünü küresel egemenlik stratejisine bağlayan Haass, tüm dünyada müdahaleciliği savunuyor. Emperyalist “az yayılmacılığın”, “fazla yayılmacılık” tan daha büyük tehlike olduğunu pervasızca ileri sürüyor. Ancak, Washington’un müdahaleleri açısından gündeme getirdiği “terörizm”in denetimine ilişkin formülasyon tüm ülkelerin içişlerini ABD’nin işi haline getiriyor. Haass, kendi sınırlarında “terörizm”i kontrol edemeyen bir devletin “egemenliğin normal üstünlüklerini, kendi içişlerini yönetme hakkı da dâhil olmak üzere kaybettiğini vurguluyor ve Birleşik Devletler bu durumda müdahale ettiğinde bu bir “nefsi müdafaa” ve haklı savaş sayılır tespitini yapıyor. Pentagon kadroları, egemen sınıf kurmayları ve dış politika uzmanları 11 Eylül’den önce Birleşik Devletler’in yeni küresel stratejisi, açık yayılmacılık zorunluluğu, askerî gücünü daha da geliştirmesi konularında mutabık kaldılar. 90’ların sonunda ABD imparatorluğu ve emperyalizm konularını utangaç bir entelektüel yaklaşımla görmezden gelen sol kanadın aksine yeni muhafazakâr ve liberaller saldırgan bir tarzda Birleşik Devletler’in emperyalist olma zorunluluğunu savunuyorlardı. Newsweek dergisinin önemli isimlerinden Michael Hirsch, At War With Oursdves: Why America is Squandering its Chance to Build a Better World (2003) adlı kitabında liberallerin ABD yayılmacılığı konusundaki en dikkate değer tezlerinden başlıcasını sunar. Buna göre, ABD’nin yaşamsal stratejik çıkarları zorunlu kıldığında hegemonik-hâkim devlet olarak müdahalesi meşrudur. Ancak bu müdahalelerin koalisyonlar ve çok taraflı anlaşmalara dayalı olmasında yarar vardır. “Çok kutupluluk kılığına bürünmüş bir tek kutupluluk” Birleşik Devletler açısından daha tercih edilir bir konumdur. Ayrıca ulus inşası müdahaleleri konusunda da Hirsch ısrarlıdır.
Askerî müdahaleler sonrası girişilecek ulus inşası programları konusunda Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında görüş ayrılığı olmadığı ise en yetkili kişiler tarafından açıklanıyor. Uluslararası Güvenlik ve Savunma Politikaları merkezi Rand Corporation’ın müdürü James F. Dobbins; (Clinton döneminde Somali, Haiti, Bosna Hersek ve Kosova’da görev yapan Dobbins, Bush yönetimi tarafından da Afganistan’da özel delegeliğe atandı) bu konuda ulus inşası üzerindeki partizanca tartışmalar son buldu,” diyor. Her iki tarafın yönetimi de çözülmüş toplumları bir araya getirmek için “Amerikan askerî gücünün kullanılmasına net bir şekilde hazır durumdalar,” açıklamasını yapıyor. Dobbins Dış İlişkiler Konseyi” (CFA) tarafından hazırlanan Irak: Daha Sonrası adlı raporun yazılmasında da görev aldı. ABD’nin “çok kutupluluk kılığına bürünmüş tek kutupluluk” bağlamında “geniş koalisyonlara dayanarak ulus inşası işinin ağır sorumluluğunu paylaşma”sı gerekliliğini emperyalist rasyonaliteye uygun bulanlar arasında Dobbins’te var. 90’lardan itibaren ABD emperyalizmini açıkça veya örtülü olarak savunan yeni-muhafazakârlar ve liberaller, “beyaz adamın yükü”nü insan hakları, demokrasi, serbest piyasa adına savundukları iddiasında ortaktırlar. Her ne kadar Haass gibileri önceliği ticarete verse de ABD ordusunun gücü olmadan “serbest ticaret emperyalizmi işlemez. 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin etkilerini inceleyen John Gallagher ve Ronald Robinson’ un ‘serbest ticaret emperyalizmi” olarak formüle ettikleri kavrama dayanan Haass “ucuza emperyalizm”in yani yönetmeyen ancak ticari açıdan sömüren yayılmacılığın yetersiz olduğunu açıklar. Haass (Afganistan’ın geleceğini plânlayan grupta politika koordinatörü) ve diğer siyaset plâncıları ulus inşa etme prensibine bağlıdırlar. Haass’ın bu konudaki tespitleri ürperticidir.
Haass, “Tek başına güç kullanımı politik değişiklikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol değişik şekillerde karışıklıklar yaratmaktır. Ulus inşa etmek bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın,” diyor. Haass’ın içinde yer aldığı soykırım kurmayları ulus inşa etme işini ABD’nin yürütmesinin zorluklarını vurgulamakla birlikte Afganistan ve Irak’ta yapılan tam da budur. Bu kurmaylarca işgalden sonra açık sömürgecilikten kaçınmak ve resmî bir ilhakın” gerçekleştirilmesi söz konusu edilmeden “doğrudan ABD askerî komutu altında olsa bile” yine de klasik tarzın dışında “yerli bir yönetim” kurulması daha doğru bulunur.
Afganistan ve Irak silahsızlandırılıp, merkezî emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda biçimlendirildikten sonra zaten ulus inşa etme işi kesif bir katliamla ve fiilen sonuçlandırılmış olacağından malûmun ilânına ihtiyaç yoktur.
ABD’nin emperyalist yayılmacılığı, yeni-muhafazakâr, liberal, cumhuriyetçi, demokrat anlatımlarla olsun, tekelci egemenlik sisteminin ve militarist dinamiklerin köklü çıkarlarından beslenir. 90’lardan itibaren müdahale kapasitesini ve vahşet dozajını tekrar yoğunlaştıran ABD’nin emperyalist yayılmacılığı, askerî endüstriyel kompleks ile petrol şirketlerinin özel ihtiyaç ve çıkarlarına dayalı Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadı tarafından uygulanan yeni-muhafazakâr bir proje basitleştirmesi ile değerlendirilirse yanlış olur. Gelecekte ABD egemenlik sistemi içinde sınıfsal çelişkiler yansımalarını bulacaktır, ancak günümüzde yürütülen dış politika ve askerî müdahalecilik Birleşik Devletler oligarşisinin ortak siyasetini yansıtmaktadır.
Notlar:
1- Sweezy-Baran-Magdoff, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, Bilgi Yayınları, Ankara 1975, s. 241-242.
2- Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı, Sosyalist Yayınları, Çev: Doğan Şafak, İstanbul 1997, s. 237-238.
3- Robert W. Tucker-David C. Hendrickson, İmparatorluk Özlemi, Pınar Yayınları, Çev: Ahmet Asrar, s. 24-25.
4- Tucker-Hendrickson, age., 164-165
5- Tucker-Hendrickson, age., s. 20.
Suat Parlar, Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO, Livane Yay., İstanbul – 2004.