“İnsani Emperyalizm” Suriye Kuşatmasında – Suat Parlar

“İnsani Emperyalizm” Suriye Kuşatmasında – Suat Parlar


Suriye ve Ortadoğu tartışılırken göz önünde bulundurulması gereken olgular var. Bu olgulara değinmek gerekiyor. Bir süreçler bileşkesini tarihsel temeline oturtmanın zaruret olduğu, ortadaki laf çamurundan belli oluyor. Öncelikle şunu belirtmeliyiz; ABD emperyalizmi, savaşı, yasadışı olanı cezalandırmada kullandığı yeni bir sisteme dönüştürdü. Bunun adına “insani müdahale” dedi ve kimin yasadışı olduğuna karar verme tekelini eline geçirdi. Buradaki üzeri örtük ilke; ağırlıklı olarak global kapitalist sistemin tüm insani ihtiyaçları karşılayabilme yeteneğine sahip olduğu ve “uluslararası toplum” adı verilen ne idüğü belirsiz yapının dışında hareket eden kesimlerin bu düzene meydan okumalarının, “insanlığa karşı suç” kapsamında değerlendirilmesinin zorunluluğu üzerine oturtuldu. Bir bakıma, dünya neo-liberal temerküz kampına dönüştürülürken; buna uyum sağlayamayanlar, buna itiraz edenler, ya “terörist” olarak ya da “haydut devlet olarak” damgalandı. Bu mantıkla şer eksenleri yaratıldı. Bu şer eksenleri içerisine Suriye, İran, bir dönem Libya ve Kuzey Kore dâhil edildi. Ceza ve intikam, uluslararası düzenin popüler değerleridir artık. “Uluslararası düzen” yeni bir hukuk anlayışı çerçevesinde yorumlanmalıdır. Böyle değerlendirildiğinde, artık bu düzende devletlerin egemenliklerinin hiç bir değeri kalmamıştır.

Örneğin; bir hırsız mutfağına dönüşmüş olan Birleşmiş Milletler (BM), ABD emperyalizmi tarafından hilekâr, terörist veya suçlu olarak damgalanan, seçilen muhalif devletleri takip etmek için kullanılan bir polis gücüne, bir zabıta kuvvetine dönüştürülmüş vaziyettedir. Bu anlamda güvenlik konseyinde kullanılan vetoların da çok fazla kıymeti yoktur. Çünkü BM, müthiş bir bürokratik ağa sahiptir. Bürokratik ağın oluşumunda da ağırlıklı olarak Yahudi-finans kapitalinin gölgesini görmek mümkündür. Diğer yandan, BM’nin yeterli olmadığı düşünüldüğünde de, NATO devreye sokulmakta ve “insanlık suçu” işleyenlere karşı savaşta bir müdahale aracı olarak kullanılmaktadır. Burada, “insanlık suçu” kavramını belirleme noktasında, ABD’nin rolü her zamanki gibi belirleyicidir. Uluslararası ilişkiler, depolitize edilerek “suç” kavramına göre düzenlenmiştir. Hatta bu NATO doktrininin de özü haline getirilmiştir. NATO’nun yeni doktrininde bir “ceza-suç” ilişkisi, uluslararası hukukun temeli ilân edilmiş vaziyettedir.

“İnsani savaş doktrini”nin formülasyonuna gelince; “insani savaş doktrini”, ağırlıklı olarak Wilsonyen prensiplerden de beslenen iki yüzlü bir stratejinin, Avrasya’da uygulanabilirliğini hedefleyen yeni bir eylem biçiminin programlanmasıdır. Bu noktada, Suriye’nin çok öncesine gitmekte ve Yugoslavya’ya bakmakta yarar vardır. Yugoslavya’ya karşı NATO savaşı, az önce sözünü ettiğim gibi, uluslararası ilişkilerin depolitize edilmesi ve “suç” kavramına göre düzenlenmesi çerçevesinde uygulanmıştır. Ne ilginçtir ki, uluslararası yasaları o dönem itibariyle ihlal etmemiş ve seçimle iş başına gelmiş Şii hükümeti olan bir devlete karşı, BM yetkisi olmaksızın müthiş bir askerî eylem gerçekleştirildi. Yani bu taktik uygulandı Yugoslavya’ya karşı. Sonuç ne oldu? Yugoslavya paramparça edildi. Burada, ABD açısından bir güç ilkesi, tekrar hayata geçirildi. Ne idi bu? ABD hem suç işlemekte, hem de hasımlarını suçlamakta özgürdür ve güçlü olan da haklıdır. Buyurun size “Clinton doktrini”. “İnsani savaş” yani.

Burada çok tesadüfi bir doktrinin oluşumundan bahsetmiyoruz. Amerika’nın özel kulüpleri, yani egemenlik ilişkilerini temsil eden seçkinlerini toplayan, güç siyasetini biçimlendiren oligarşi, ki bunun ağırlıkla temsil edildiği kurumlar; “CFR” (Dış İlişkiler Konseyi), “Trilateral Komisyon” (Üçlü komisyon), çok sayıda prestijli üniversiteler ve vakıflar. En önemlilerinden Carnegie Vakfı olmak üzere, “insani müdahale hukuku”nu ve “insani savaş doktrini”ni geliştirmek için hararetli çalışmalara yöneldiler. Bunun temel ilkesi şudur: ABD kapitalizmi için iyi olan, bütün dünya için iyidir. Dolayısıyla, Amerika’yı büyük ve güçlü yapan sistem, dünyanın geri kalan kısmına istesin veya  istemesin, ne kadar ayak diretirse diretsin, bir lütuf olarak bahşedilmeliydi. Amerika kendi imgesinden bir dünya yaratmalıydı. Burada Amerikan kapitalizminin öz çıkarlarıyla bütünleşmiş yeni bir uluslararası düzen arayışını görüyoruz.

Sermaye “Barış”çılığının Savaşçılığı

Carneige Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace), “insani müdahale hukuku” ve “insanlığa karşı suç” kavramının geliştirilmesinde, “Nürnberg Mahkemeleri”nden bile daha önemlidir. İskoç kökenli bir Amerikalı olan çelik kralı Andrew Carnegie, 1910’da bu vakfı kurmuştur. Daha sonraki “insani savaş doktrini”ni formüllendiren çalışmalar, bu kurumun çerçevesi içerisinde yürütüldü. Bu formülasyonu gerçekleştiren ekibin başında Morton Abramowitz vardı. Abramowitz’i de değerlendirme açısından, şu Amerikan militarist prensibine dikkat çekmek istiyorum:

“Kullanılmadıktan sonra dünyanın en büyük gücüne sahip olmuşsunuz neye yarar?”

Peki bu gücü ne adına kullanacaksınız? “İnsani müdahale” adına mı kullanacaksınız? Bunu nasıl gerçekleştireceksiniz? Yeni bir suç ve ceza kavramı işleyeceksiniz, bu çerçeve içerisinde uluslararası düzeni, global kapitalizmin yeni meşruluk aracı temeline oturtacaksınız. Carnegie Vakfı, özellikle Sovyetler’in çöküşünden sonra NATO’yu kurtaracak ve ona yeni bir tehdit stratejisini bahşedecek misyonları hazırladı. İşte bu noktada ne bulundu? “İnsani müdahale” stratejisi bulundu. NATO’yu kurtaracak misyonun adını, “İnsani müdahale, “insan hakları” emperyalizmi veya “ahlâki emperyalizm” olarak da formüle etmek mümkündür.

Bu ekip içerisinde, daha sonra Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright, Yugoslavya’da gördüğümüz Amerikan Rasputin’i Richard Vosburgh, Leo Hubert gibi isimler de vardı. Bunların şöyle bir önerisi vardı:

Başka ülkelerin iç çatışmalarını durdurmak için askerî güç kullanımını dramatik bir biçimde tırmandırılmalıdır.”

Nerede? Tabi ki Avrasya’da. İç çatışmalar söz konusu olduğunda, bu iç çatışmalara ABD, mümkünse BM, olmuyorsa NATO, bu da gerçekleşmiyorsa “Venn diyagramı”na göre ağırlıklı olarak Britanya’yı ve Türkiye’yi yanına alarak müdahalede bulunulmalıdır.

Carnegie Vakfı’nın “Yollarımız Değişirken: Amerika’nın Yeni Dünya’daki Rolü” başlığını taşıyan 1992 yılı tarihli raporu, özellikle Suriye’deki gelişmeleri de kapsayan sürece ışık tutacak niteliktedir.

Bakın bu raporda ne deniliyor:

“Yeni bir uluslararası ilişkiler ilkesi, devletler içinde insan gruplarının yok edilmesi ya da sürülmesi, uluslararası müdahaleyi haklı kılabilir.”

Buyurun size “insanlık suçu” tarifi. Bu çerçevede, Carnegie Vakfı’nda yine başkanlığa da aday olan ve Clinton’un da başkan yardımcısı olan, yeşil siyasetin önderi Algor’un öncülüğünde gerçekleştirilen bir çalışmayla yeni bir rapor hazırlandı: “Yeni Dünya Düzeninde Kendi Kaderini Tayin”. Bu raporda; “uluslararası sıcak noktalara tepki tarzlarından biri olarak, askerî müdahale” öneriliyordu. Yani, ABD, yerleşik bir devletle “kendi kaderini tayin eden” bir hareket arasındaki çatışmaya ne zaman ve ne ölçüde müdahale edecekti? Rapor bunun ölçütlerini getiriyordu. Rapor gayet net bir biçimde, Amerikan tek taraflılığını açıklıyordu.

Böyle bir süreç BM’ye bırakılamazdı. BM konumu gereği, bölgesel ve uluslararası örgütler içerisinde bir mutabakat arayışında olmalı ancak böyle bir mutabakatın gerçekleşmemesi halinde kendi yargı ve ilkelerinden de fedakârlık etmemeliydi.”

Algor’un da içinde bulunduğu yazarların bu rapordan vardığı sonuç ne idi? Aktarıyorum:

Dünya topluluğu, zorunlu ve uygulanabilir olduğu zaman askerî güç gönderme konusunda daha hızlı ve daha kararlı hareket etmelidir.”

Soru şu: Zamanlama nasıl olacak? Gene rapordan aktarıyorum:

Kendi kaderini tayin iddiası, binlerce ya da milyonlarca sivilin beslenmesini, sağlık hizmeti almasını ve barınmasını kaçınılmaz biçimde zorunlu kılacak insani bir krize dönüşen silahlı çatışmayı tetiklediği zaman. Soğuk savaş sonrası dünyada bu türden insani trajediler karşısında yeni ve hoşgörüye yer bırakmayan bir anlayış oluşmakta ve devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi yeniden tanımlanmaktadır.”

Bu da raporun tespitlerinden bir alıntı:

“Artık devletlerin içişlerine karışmamak tarihe havale edilmiş durumda.” Böyle değerlendirildiğinde, ilk uygulamayı Balkanlar’da gördük. Bir NATO stratejisine dönüştürülen “insani müdahale”nin ilk eylemiydi. Özellikle Kosova savaşı, ilk “kendi kaderini tayin” iddiasının “insani kriz”e dönüşen bir silahlı çatışmayı nasıl tetiklediğini ortaya koyan ilk örnek oldu. “Kendi kaderini tayin” iddiasının, “insani yardım”ı değil, “insani yardım” bahanesi adı altında, NATO’nun “insani müdahale”sini sağlamak için hem silahlı çatışmayı, hem de “insani kriz”i tamamen kasıtlı bir biçimde nasıl kışkırttığını ortaya koyan çok önemli bir örnek oldu. NATO bombardımanından önce, Kosova içindeki sivillere yiyecek, sağlık hizmeti veya barınak sağlamak için herhangi bir NATO müdahalesine zaten ihtiyaç yoktu. NATO bombardımanı tetikleyene kadar da “insani kriz” tam bir yanılsamadan ve propagandadan ibaretti. Ama çağımızın imajlar kültüründe gerçek ilişkiler kolayca karartılır, öncesinden ve sonrasından kopartılan bağlamlar çerçevesinde sebep-sonuç ilişkileri yerle yeksan edilir. Akıl neredeyse yeniden inşa edilir.

İnsani Savaş Emperyalizmi

Bu “insani savaş doktrini”ninde Morton Abramowitz’in rolünden bahsettik. Carnegie Vakfı ile Dış İlişkiler Konseyi (CFR) arasında adeta bir döner kapı vardır. Bu döner kapıdan girersiniz ve başka bir gruba dâhil olursunuz. Yani “Uluslararası Kriz Grubu”. “Uluslararası Kriz Grubu” da, “insani müdahale hukuku”nun şekillenmesinde, bunun bir NATO stratejisine dönüşümünde ve özellikle de, ilk uygulamanın Balkanlar’da, neredeyse bir laboratuvar biçiminde değerlendirilmesinde başrolü oynadı. “Uluslararası Kriz Grubu”nda tanıdık bir isim olan, George Soros da yer alıyor.

“Kendi kaderini tayin hakkı” noktasında, orada silahlı çatışmayı tetikleyen bir takım güçleri silahlandırdılar. Etnik kimlikler üzerinden askerî yapılanmalara gidildi ve bunlar neredeyse müthiş bir terör uygulaması içerisine girdiler. Bir çok şeyi de Amerika zaten gizlemiyor. Carnegie Vakfı’nın halkla ilişkiler kampanyaları zaten dehşetti. Şubat 1992’de Bosna-Hersek’teki iç savaş patlak vermeden hemen önce, televizyon programları yapımcısı olan Jan Roberts, Carnegie Vakfı’nın kendisine verdiği görevle bu noktada da müdahaleye kamu desteği sağlamayı planlama işini üzerine aldı. Roberts, bunu sadece “Amerika’yı savunmak” için değil, başka ülkelere oldukça öznel siyasi çözümler dayatmak için ABD önderliğinde gerçekleştirilecek ilk askeri vuruşu haklı çıkaran “devrimci bir fikir” olduğunu ileri sürdü. Ardından şöyle bir tespite yaptı ve bunu daha sonra kaleme de aldı; “ulusal egemenliğin uluslararası müdahale lehine hiçe sayılmasını önerdiğini gördüğüm zaman, bu raporun kamuoyu çalışmalarından pişmanlık duydum.”

“İnsani müdahale”, 1990’larda “devrimci bir fikir” haline geldi ve 1990’lar boyunca uygulandı. NATO bu çerçevede ya alandışı olup işi bırakmalıydı ya da bu misyonu üstlenmeliydi. Yani, “bu devrimci fikir”, bu “ulusal egemenliklerin hiçe sayılması”, “insani krizlere askerî müdahale”, sadece NATO’yu canlı tutmakla kalmayacak, aynı zamanda ABD’nin ağırlıklı olarak, Avrupa ve Avrasya’daki geniş endüstriyel, mâli, enerji kaynakları üzerindeki çıkarlarını da sistematik olarak besleyecek ve jeo-stratejik olarak algılanan bu çıkarların savunulması da kamuoyu açısından bir problem yaratmayacaktı. Hakikaten de yaratmadı. Çünkü bütün bu eylemleri “insanlık” adına yaptığınızı ileri sürüp, bir takım dehşet sahnelerini de sürekli televizyonlardan pompalarsanız, yeni bir insani reel-politik oluşturmuş ve bu imkândan yararlanmış konuma gelmenin gücü, sizi her bakımdan meşrulaştırır.

Şöyle bir durum var; Carnegie Vakfı eski başkanı Abramowitz, George Soros, Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Leslie Gelb, CIA’nın en önde gelen isimlerinden Zbigniew Brzezinski, Amerikan seçkinlerinin başlıca önderleri arasındadır. Clinton yönetimi döneminde insani reel-politiğin uygulamaya konulmasında, bunun eyleme dönüştürülmesinde çok önemli roller oynadılar.

Brzezinski, bizim ülkemizin güneyini ve doğusunu da kapsayacak tarzda Ortadoğu’nun önemli bir bölümünü, yani bugün “genişletilmiş Ortadoğu” ve Kafkasya (ben Kafkasya da diyorum) alanını, Avrasya Balkanları olarak formüle eder. Önce Balkanlar, sonra Avrasya Balkanları. Önce Balkanlar’da uygulanan “insani müdahale”, daha sonra bunun Avrasya Balkanları’na taşırılması. Örneğin, bu noktada Zbigniew Brzezinski ile birlikte çalışan bir uzman Steve Niva şunları söylüyor:

İslamcıların mevcut siyasal sistemle bütünleştirilmeleri, devletin karşılaştığı zorluklarda sorumluluğun yayılmasını sağlayacak. IMF’nin zorunlu gördüğü ağır ekonomik reformlara halk muhalefetini etkisiz kılacaktır. İslamcı örgütler aynı zamanda refah devletlerinin ve sosyal hizmetlerin gerilemesiyle ortaya çıkan boşluğun dolmasına da yardım edebilirler.”

Bunu Ortadoğu için söylüyor ve aynı görüşleri Brzezinski de paylaşıyor. “Avrasya Balkanları”na biçilen kefenin niteliğini göstermesi bakımından son derece önemli. Peki, “insani müdahale hukuku”nu uygulayabilmek için dün Balkanlarda, bugün “Avrasya Balkanları”nda (artık Suriye de demeyelim, çünkü başka ülkelerde de uygulanacak) ne gerekiyor? Televizyon ekranlarının müthiş bir biçimde zihin sömürgeciliğini geliştirmesi, bir beyin bombardımanı yapması gerekiyor. Gayet basit. İlkeler şu: Gerçeklik kurguyu taklit eder. Mesela, ne yaptılar? Balkanlarda belli bir halkı aldılar, o halkın tamamının “cani” olduğunu söylediler ve bunu ırksal temellere kadar götürdüler. “Bunların kültürel genetiğinde var” dediler. İkincisi, bulguların abartılması: Bu tip “insani müdahale”ye gerekçe hazırlamak bakımından bulgular alabildiğine abartılır. Üçüncüsü; koşullar oradaki gücün cezalandırmak istediği pek çok suçu kışkırtacak şekilde düzenlenebilir. Bunu bir atasözüyle açıklayabiliriz; “arı kovanına çomak sokarsınız”, oradaki “insani müdahale”yi mazur göstermek için.

Başka ne yaptılar Balkanlarda? Orada eylemci grupları, örneğin; polisleri öldürerek, Balkan tarzı yaygın misillemelerle ve zaman zaman katliamlarla karşılık görecek tarzda kışkırttılar. Bu neyi yarattı? Batı kamuoyunda bir dehşet dalgasına yol açtı. O kamuoyu desteğini de yanına alan Euro-Amerikan sömürgeciliği harekete geçti. Plan tıkır tıkır işledi. Bu tam bir “insani çomak operasyonu”dur. Hem silahlı isyancılara destek verirsiniz, hem de onların kendi üzerlerinden misillemeleri davet etmesini müdahalenin gerekçesi haline getirirsiniz. Bu öyle ki, kendi kurumlarını da yarattı. Mesela, Abramowitz ve Albright’ın Balkanlar siyaseti, uluslararasında “kararlarda eşitlik ilkesi”ni temel alan kurumları tümüyle yerle yeksan etti.

Artık BM tam anlamıyla bir hırsız mutfağına dönüştü. Bunun yanı sıra, NATO ve “Uluslararası Suçlar Mahkemesi”, yeni doktrinle bütünleşmeleri çerçevesi içerisinde, “uluslararası topluluk” gibi belirsiz bir başlığın altında kendi etki alanlarını genişlettiler. “Uluslararası topluluk” derken, kim var? Ağırlıklı olarak NATO ve diğer BM’nin finans-kapital vesayeti altındaki kurumları var. Bu “insani müdahale hukuku”nu şekillendiren sermayenin seçkin kültürel ve politik birimleri var. Bugün de kullanılan, Ortadoğu da, Suriye de söz konusu olduğunda kullanılan sözlük, Balkanlarda daha önce denendi. Daha doğrusu, o sözlüğün kavramlarının bir eylem alanında ilk sınandığı yer Balkanlar oldu. Örneğin, “güvenli bölgeler”, NATO’nun Balkanlardaki operasyonlarında ilk kez gündeme geldi ve “insani müdahale hukuku”nun işletilmesinde değerlendirildi. Fakat “güvenli bölgeler”in ne kadar güvensiz olduğu daha sonra ortaya çıktı.

Bu süreçte, özellikle “uluslararası toplum”a vurgu yapmışken, bir başka bilgiyi de paylaşmakta yarar var. 1990’larda Balkanlara müdahale sırasında, BM Genel Sekreteri Butros Gali’den hiç memnun değillerdi. Çünkü o, bu “insani müdahale hukuku”nun gereklerini yerine getirecek yetenekte görülmüyordu. Yerine kimi getirdiler? Kofi Annan’ı getirdiler. “Barışı koruma” adı verilen bu emperyalist müdahale operasyonlarını, gayet anlayışlı biçimde destekleyecek bir genel sekretere ihtiyaç vardı. Annan, Washington’un çok güçlü bir desteğiyle yerine oturdu. Butros Gali’nin defedilmesinin sebebi, “insani müdahale hukuku”na ve bunun gereklerine uyum sağlayamamasıydı. Halen daha devletlerin kendi egemenlik alanlarıyla ilgili eski teoriye takılıp kalmıştı. Kofi Annan, Bosna konusunda büyük performans gösterdi. Ağustos’ta müthiş bir NATO bombardımanı sırasında, Amerikan subaylarının artık gözdesiydi ve ödülünü de aldı zaten. O bakımdan, herhangi bir insani krizin Ortadoğu’da çözümü sırasında, onun adının ön plâna çıkması son derece düşündürücüdür ve tehlikelidir. Çünkü, Kofi Annan kendini ağırlıklı olarak, Balkanlar’daki meşhur NATO stratejisinin uygulamasında kanıtlamış olan, global kapitalizmin en fazla güvendiği teknokratların başlıcasıdır. Ortadoğu’da onun oynadığı misyon, sadece ve sadece bu “insani müdahale” adı altındaki emperyalist girişime zaman kazandırma açısından bir değer taşır.

Hukukun Özü Savaşın Üstünlüğüdür

Burada konuyu biraz dağıtarak toparlamada ve bu konuyu karmaşık bir kurgu çerçevesinde ele almakta yarar var. “Uluslararası toplum” derken, onların vurguladığı temel kurumlardan biri “Uluslararası Suçlar Mahkemesi”dir. Bu kurum Mayıs 1993’te kuruldu. Bu mahkeme 29. madde uyarınca, 827 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla kuruldu ve “insani müdahale”nin bir parçası olarak şekillendirildi. Mahkemenin anası olarak nitelendirilen kişi Amerika Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’dır. Irak’ta 500 bin çocuğun öldürülmesi konusu kendisine sorulduğunda, “açıkçası bu bedele değer” diyebilecek kadar insanlıktan çıkmış bir şahsiyettir.

Bu mahkeme Lahey’e yerleştiği için, herkes bunu “Uluslararası Adalet Divanı”yla karıştırdı. Ama değildir. Kuruluş yasasının 32. maddesine göre, mahkeme masraflarının BM bütçesinden karşılanacağı belirtiliyordu. Ancak, mahkeme tam anlamıyla özelleşmiş bir mahkeme oldu. Mahkeme en büyük desteği özel vakıflardan, şirketlerden ve devlet kurumlarından aldı. Hangi devlet kurumu? ABD Dışişleri, Savunma ve Adalet Bakanlıkları’ndan. Bu bakanlıklar, Mayıs 1996’da buraya 23 tane görevli gönderdiler. Ekipler ve nakit katkısında bulundular. Peki mahkemeye en büyük katkıyı kim yaptı? Finansör George Soros ve onun “Açık Toplum Vakfı”. İkinci sırada ise Rockefeller Vakfı. Diğeri, 1994’te Reagan döneminde kurulan, kongre ödeneklerinden yararlanan, yönetim kurulu ABD başkanı tarafından atanan ABD Barış Enstitüsü. Onun yanı sıra, ABD’li avukatların kurduğu ve “sosyalist hukuk sistemleri”nin, serbest piyasa hukuk sistemleriyle yer değiştirmesini sağlamak amacına hizmet eden “Orta ve Doğu Avrupa Hukuk Enstitüsü”. Mahkeme budur.

Bunun yanı sıra diğer kurumlar ve  milyonlarca dolarlık ekipmanlar da ABD’den. Bu mahkeme kimi yargıladı? Miloseviç’i yargıladı. Libya lideri Kaddafi yakalansa, nerede yargılanacaktı? Bu mahkemede yargılanacaktı. Sırada kim var? Esad ailesi var. İş öyle bir noktaya geldi ki, “insani müdahale hukuku” çerçevesinde -ki bu bir stratejidir-, kendi mahkemelerini dahi kurmuşlar. Özel yetkili uluslararası mahkemeleri var. Özel yetkili global kapitalizmin kendi ceza mahkemeleri var. Giderek demokrasi ve demokratik sözcükleri bu egemenlik yapısı açısından, Amerikan emperyalizminin ilgilendiği ülkelerdeki liderler ya da gruplar için hangi koşullar uygunsa, onu yaratmak dışında hiç bir anlam taşımaz. “Demokratik” ve “demokrasi” kavramları, tamamı ile askerî stratejiyle bağlantılıdır artık. Bunlar kirli kavramlardır ve reddetmek gerekir.

Euro – Amerikan Sömürgeciliğinin Vurucu Gücü: NATO

Burada vurgulanması gereken konulardan biri de, Avrasya’da ve Afrika’da yüzlerce etnik ve dini kimlik üzerinden siyaset yapmaya yönlendirilen potansiyel gruplardır. Bu potansiyel grupları, özellikle de ayrılıkçı önderleri, bu anti-emperyalist gücü, bu siper gücü kendi yanlarına çekmek için, iddialarını artık “insani kriz” noktasına taşımayı öğrendiler. Suriye’de de insani krizin ne olduğunu bilen, bunun anlamını iyi kavramış bu gruplar var. Çünkü mevcut devletlerin bu tip olayları önlemek adına, bu grupların hareketlerini çok kanlı bir şekilde ezmek konusunda kararlı davranacaklarını da bu gruplar biliyorlar. Bu sayede ne oluyor? “Amerikan imparatorluğu”nun başını çektiği emperyalist cephe, bulanık sularda rahat rahat balık avlayabiliyor. Etnik grup kavramı, ağırlıklı olarak kimlik temeline dayanıyor. Bu çerçeve içerisinde etnik kimlik, özellikle Ortadoğu’da mezhebi bir takım nitelikler de kazanıyor.

Etnik kimlik siyasetine baktığımız zaman Adolf Hitler’i görüyoruz. Bu Brzezinski‘nin “Avrasya Balkanları” diyerek gözünü diktiği alanda, Adolf Hitler tam da bu siyaseti uygulamıştır. Örneğin, Çekoslovakya’nın ele geçirilmesi ve hem de Polonya’nın işgali, ezildikleri iddia edilen Alman azınlıkların “vahşi Çek ve Polonyalılar’dan kurtarılması” gereği ile açıklandı. İlginçtir, Almanya’nın bugün de etnik parselasyon politikasını biliyoruz Avrasya’da. Zaten bunlar neticede Euro-Amerikan sömürgeciliğinin tüm dünyayı sermaye açısından sakin bir limana dönüştürme uygulamalarının bütünselliği içerisinde ele alınmalıdır.

Balkanlar’ı hatırlayalım: Balkanlar’da, Hitler kendince sadece Alman azınlığı değil, “Hırvatlar’ı ve Arnavutlar’ı da kurtardığını” iddia etmişti. İlginçtir, Hitler açısından Sırplar’ın ezilmesi elzemdir. Sırplar’ı daha iyi ezebilmek için, bu halklar Alman korumasına uygun “çevre halk” olarak seçilmişlerdi. “Çevre halk” kavramı son derece önemlidir. Dost ve düşman halklar ayrımını temel alan siyaset, saf anlamda Hitlerizmdir ve bugün Anglo-Amerikan NATO önderlerinin yaptığı tam da budur. Ne yazık ki, “Avrasya Balkanları” çerçevesi içerisinde, artık bölgemizde de hızla uygulamaya konulmaktadır.

Abramowitz’in geliştirdiği “insani savaş planı”nda kurban rolünde sadece bir iyi grup vardır. Diğer yandan, bunlara temizlik uygulayan, bunların neredeyse soykırımına neden olan kötü bir topluluk vardır. Burada elbette bir kurtarıcı olacak. O kurtarıcı akıllı bombalar, kruz füzeleri, düştüğü yerde çevreye uranyum saçan bombalar, örtülü operasyonlar, gayrı nizami harp uygulamaları, ekonomik sabotaj, yani hepsinin özeti: NATO. ABD’yle ortak hareket eden diğer güçler, insanlığın iyi ve kötü ulusallıkları, baskıcı ve kurban halkları, baskıcı ve kurban mezhepleri olarak bölünmesi esasına dayanıyor. Hikâye bu şekilde yazılıyor. Dolayısıyla, bu potansiyel kurbanları “insani müdahale” çerçevesinde korumak, kollamak öncelikli misyona dönüşüyor. “İnsani müdahale”, hakikaten de insanları kurtarma, anti-ırkçılık haklarını sağlama rolüyle başlıyor ve yeni bir tür ırkçılıkla sona eriyor. Ne yapıyorsunuz? Kötü olan insanların bombaları hakettiği ve kollektif suçlu olarak cezalandırılmaları gerektiği noktasından yola çıkıyorsunuz. Bu yeni tür bir “insani haçlı seferi”dir.

Hırsız Mutfağı: Birleşmiş Milletler

Artık siyaset yerine “insani” yaklaşım ikame edilmiş vaziyette. Savaş artık siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olmaktan çıkmış durumdadır. Artık siyaset yok. Savaş varolmayan siyasetin yerine geçti ve “insanlık” kavramının tüm olumlu çağrışımlarını, tüm birikimlerini yanına alarak, o meşrulaştırmayla, kimin insan olduğuna artık global kapitalizmin öncü kurumları karar veriyor. Emperyalist egemenliği temsil eden seçkinler, NATO, hırsız mutfağına dönüşmüş olan BM’nin hilekâr kurumlarıdır.

Bu noktada, elbette dünyanın dört bir yanında medya tüm bu sürecin işletilmesinde suç ortağıdır. Ne yapıyor medya? Acılı insanları gösteriyor, sürekli olarak birilerinin bunlara yardım etmesi gerekliliğinden söz ediyor. Sürekli bir biçimde “insanilik” vurgusunu ön plana çıkarıyor. Televizyon sürekli bir imge bombardımanı yapıyor ve bir “insani” eylem çağrısında bulunuyor. Çağımızda, tüm “insani” eylem çağrıları özü itibariyle bir savaş çağrısıdır. Buna şiddetle karşı durmak gerekiyor. Artık şunu net görmeliyiz; bir yerde “insani” eylem çağrısı varsa, orada mutlaka bir savaş tezgahlanıyor demektir. O bakımdan, tüm “insani” eylem çağrılarını nereden gelirse gelsin, hangi sivil toplum kurumundan gelirse gelsin, şiddetle reddetmek gerekiyor. Eğer gerçekten bir anti-emperyalizm problemimiz varsa tabi. Öyle ki, “insanlık” duygusu üzerinden yapılan vurgularla bütün bir ülkeye aynı üniforma giydiriliyor. Burada tam bir tektipleştirme var işte. Burada, kapitalist medyanın vesayeti var. Halbuki, gerçek hayatta anlaşmazlık, tartışma, yüzleşme ve hatta bu fikirler üzerinden en radikal, en keskin bir takım söylemleri geliştirme, “insani” varoluşun ve giderek bir “toplumsal cumhuriyet” anlayışında olan vatandaşın olmazsa olmazıdır. Ama “insanilik” kategorisinin dayattığı yeni tür “mutabakat ahlakçılığı” -ki bunu formüle eden emperyalizmin ideolojik aygıtlarıdır-, insanlığı canlı tutan bütün ayrımları ve zihinsel işlev yeteneğini boğmuş vaziyettedir.

Entellektüeller de, giderek askerlerle aynı dili konuşuyorlar. İnsanlıktan dem vuranlar, yâni “insani şahin”ler, askerler, entellektüeller ne ilginçtir ki, dünyanın en güçlüsü ABD İmparatorluğu’nun (ki artık o imparatorluk çözülmekte ve çökmekte de olan bir imparatorluktur) dilini konuşuyorlar. Çünkü, “insani müdahale” stratejik, hukuki, entellektüel çerçeveleriyle 1990’larda ABD’de ince ince işlendi, tezgâhlandı, dünyanın dört bir yanına ihraç edilen bir doktrine dönüştü. Bunun uygulamalarını hep beraber Balkanlar’da gördük. Ama öyle bir zekâ tutulması içerisindeyiz ki, bu konuda bir tartışma bile ne yazık ki, görmüyoruz. “İnsani emperyalizm” tarih sahnesine 1999 Balkan Savaşı’yla çıktı. O günden, bugüne hem Türkiye’de, hem de dünyada hakim olan dil; adalet, hak, hukukun dili idi. Artık milyarlarca insan, uluslararası sorunları depolitize bir tarzda “suç ve acil ceza süreci” olarak algılıyor.

Suç ve ceza: Bu korkunç bir durum. Suçu kim tespit edecek, cezayı kim verecek? Cevap gayet nettir. Bunu Balkanlar’da gördük ve Ortadoğu’da da görüyoruz. Burada doktriner anlamda da söz konusu olan ne enerji kaynaklarını ele geçirme, ne de toprak hırsıdır. Bunun dışındaki değerler üzerinden yürütülen bir savaş, bir vurgudur bu. Bu aynı zamanda, ABD’nin tüm dünyayı kapsayan sonsuz ölçekteki kapitalist birikim devrelerini koruma, kollama misyonuyla bağlantılıdır. Çünkü, bunu yaparken bize çok saçma görünen müdahaleleri bile gerçekleştirebiliyorlar. Aslolan kapitalizmin dünyanın dört bir yanındaki varlığını koruma, sürdürme ve ABD’nin buradaki emperyalist önderliğini tescil etme adına sonsuz bir savaşın yürütülmesidir. Dolayısıyla, “insani savaş doktrini” bu ihtiyaca da cevap veriyor.

Burada, mesele artık sömürgeleri ele geçirme, petrol çıkarlarını ele geçirme değil, bunun ötesindedir. Buna tabi dünyanın önde gelen filozofları bile destek verdiler. İş öyle bir hale geldi ki, mesela; Habermas “insani müdahale ideolojisi”nin en hararetli destekçilerinden biri oldu. Orada da Pinochet örneğinden yola çıktılar. Pinochet’nin sözde yargılanması ve “insanlık suçları”ndan ötürü yabancı mahkemelerde yargılanabileceği konusundaki tartışmalar, bu beyleri heyecanlandırdı. Örneğin; Ken Livingstone, Pinochet’nin tutuklanmasının, iktidar sahiplerinin kendi ülkelerinin sınırları içinde ceza görmeden dilediklerini yapmalarına izin verilmemesi için, küresel bir çözüm bulma yönünde atılan ilk adımlar olabileceğini ileri sürdü. “İnsani müdahale”cilik projesini desteklemekte, zavallılar kendi yarattıkları bir canavarın yargılanmasını ön plana çıkardılar. Bu kadar düştüler. Sözde bir “ahlâki emperyalizm” savunusuna dayanak olarak, Pinochet’nin yargılanmasını buldular.

Bakınız; “insani müdahale hukuku” global bir toplum projesidir. Aynı zamanda, ülke içindeki bir takım değişimleri çözümlerken de, bunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Öyle bir durum var ki, bilirsiniz; İngilizler’in 19. yüzyılda köleliğin kaldırılması sırasında da temel vurgusu, ticari ve ekonomik çıkarlar bir kenara bırakılarak “insani müdahale”den ve insanlıktan yola çıkmalarıdır. Şimdi de, bu süreklilik temelinde bir “ahlâki emperyalizm” ile karşı karşıyayız. Dünyanın geriye kalan kısmı, büyüklerine itaat etmek zorundadır. Amerikan benzeri davranmak ilâhi bir yükümlülüktür. Bu noktada, zaman zaman türevi bir diktatör ortaya çıkarsa, onun budalalığı bertaraf edilebilir. Bunun kana susamış taraftarları bertaraf edilebilir ve bu “insani müdahale”nin bir zorunluluğudur. Tehlikeli olan (bu tabi Balkanlar’daki halklar açısından da böyle oldu), Ortadoğu’da, Suriye başta olmak üzere diğer halklar açısından da söz konusudur. Eğer halkın önemli bir bölümü, onların tabiriyle; “diktatörü yok edici siyasetleri destekliyor ve bu siyasetlere göz yumuyor ise, onların hukuksal ve ahlaksal bakımdan iç işlerini yönetmeleri mümkün değildir”. Dolayısıyla, o halklar başkaları için potansiyel tehlike oluşturacak hale gelmişlerdir. Sahip oldukları mülkün ellerinden alınması gerekir. O halkların “içişleri” diye bir kavramı yoktur. Onların “içişleri” iptal olmuştur artık. Onların “içişleri”ne başkaları karar verecektir.

Bizim meşhur bir formülasyonumuz var, bilirsiniz; “sıfır sorun” denilir. Türkiye’de, bu bile kopyadır. Anglo-sakson kibirine kendini kaptırmış olan 3. yolcu filozofların, bunlardan bir tanesi Tony Blair’in İşçi Partisi’nin “enderun filozofu” Anthony Giddens tarafından formüle edilen görüşlerdir. Ne diyordu Giddens? “Çağdaş, liberal, demokratik devlet (bütün dünyayı kastederek söylüyor) artık düşmansız devlettir”. “Çağdaş, liberal, demokratik devletin bir ideal olarak düşmanı olmaz”. Bu açıdan “sıfır sorun” söz konusudur. Bu ideallere, yâni “düşmansız devlet ideali”ne uymayanlar da bertaraf edilir. Aslında “sıfır sorun” kendi içinde teammüden hazırlanmış, militarist müdahaleleri ve emperyalizmle işbirliğini barındıran bir formülasyondur. Çünkü, siz dünya ölçeğinde “insan hakları-demokrasi-serbest piyasa” üçlüsüne teslim olmayanı zaten yola getirmekle sorumlusunuz.

Bu yola girenler, bu yolda devam ettikleri müddetçe, o “düşmansız devlet ideali” çerçevesinde “sıfır sorun”un parçası olurlar. Bunların dışında, her türlü müdahale mübahtır onlara. O bakımdan, “sıfır sorun” bu çağdaş, neo-liberal değerlere uyum sağlama üzerinden geliştirilen bir söylemdir. Kendi içinde de militarist bir sinsi yaklaşımı barındırır. Ki Tony Blair’ın akıl hocası Anthony Giddens, bu “üçüncü yol”culuk çerçevesi içerisinde “sıfır sorun”un ne olduğunu bize Afganistan’da, Irak’ta fazlasıyla göstermiştir. NATO’nun Avrasya kıtasının derinliklerine doğru ilerlemesinde bu “insani müdahale” bir haklı çıkarma mekanizmasıdır. Biraz daha geriye gidersek; 70’lerde Carter yönetimi de bunu denemişti ve o zaman da bir ideolojik araç olarak sosyalizmin çözülüşünde kullanılmıştı.

Sınırsız Emperyalizm

Burada, “neyin savaşı” sorusuna verilecek cevap tabi ki son derece önemli. Söz konusu olan “insani amaçlar” bunlar değildir. Avrasya üzerinden verilen devâsa bir emperyalist egemenlik savaşı ve bunun küçük başlıkları söz konusudur. “İnsanilik” vurgusu, aslında, bu emperyalist egemenlik stratejisinin, dehşet ölçekte güç kullanımı niteliğini gizliyor. Libya’ya yağan bombaları düşünün. Korkunçtu değil mi? Gözlerimizin önünde, Afganistan ve Irak ortadadır. Bu artık bir sonsuz savaş ve sonsuz ölçekte güç kullanımına dayanıyor. Yapılan işin artık sınırları belli. Özgül bir coğrafi alanda, hele de mesela, Suriye gibi küçük bir alanda egemenlik kurmakla ilgili olduğunu düşündüğümüzde, çok anlam çıkartamayabiliriz. Hakikaten de, bize “insani bir müdahale” gibi gelir. Ama durum o değildir. Durum anarşik nitelik taşıyan devâsa bir küresel ekonomi üzerinde egemenlik kurmakla ilgilidir.

Dolayısıyla, ABD’nin belirlenmiş hedeflere ulaşmada hep başarısız olması, sözde düzeltmeyi düşündüğü durumları daha da kötüleştiren ve içinden çıkılmaz hale getiren bir karmaşayı önümüze koyması, aslında bizi şaşırtmamalı. Söz konusu olan, anarşik niteliği olan kapitalist bir küresel ekonominin işletilmesiyle bağlantılıdır. Yoksa bir coğrafi alanda egemenlik kurmakla ilgili değildir. Küresel piyasalar üzerinde egemenlik kurma çabası, geçmişte özgür sömürge bölgelerinde egemenlik gibi, öyle devlet güçlerinin veya diğer devletler üzerinde tek bir devlet gücünün izlediği bir proje değil. Bu dizginsiz bir egemenlik türünün, topraksız bir egemenliğin ve sınırsız bir emperyalizmin stratejisiyle bağlantılı. Bugüne kadar savaş tehdidi emperyalist stratejilerde hep önemliydi. Ancak muazzam bir askeri gücün “insani müdahale” adı altında, yanına devasa bir meşrulaştırıcı mekanizmayı da (ideolojik aygıtlar anlamında) alarak kendini sergilemesi, yeni tür bir emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Bugünün koşullarında, sorun, artık askeri eylemin özgür ve somut hedefinin ne olduğunu keşfetmek sorunu değildir. Burada söz konusu olan bir bölgenin veya kaynakların denetimi de değil. Bu artık “yeni emperyalizm”dir. Bu artık gücün istenildiği zaman, istenildiği yerde kullanılması ve özellikle de, ABD askerî gücünün herhangi bir anda, herhangi bir yere gönderilebileceğinin ispatlanmasıdır. Bu yapılırken de, müttefiklerin ne kadar aciz olduğunu, özellikle Avrupa’nın tekrar tekrar sergilenmesi ve burnunun sürtülmesinin vitrine çıkarılması söz konusudur. Tıpkı Libya’da olduğu gibi. Libya’da gerçekleştiremediler tek başlarına. Bu müthiş bir jeo-politik iktidar yapısıdır. Burjuva politik iktidar yapısında da, venn diyagramına göre ABD’nin yanında iki önemli ülke var: Türkiye ve Britanya.

Medya: Kitle İkna Silahı

Medyanın rolü büyüktür. Üzerinde durulmayı hakediyor. Örneğin, Balkanlar’daki savaş söz konusu olduğunda, Bosna’da 1992 yılının sonlarında, BM’nin Temmuz 1999 yılı raporuna göre; Bosna’da Sırplar’ın, Hırvatlar’ın ve Müslümanlar’ın gerçekleştirdikleri toplam tecavüz sayısı 800. Bu raporu medya görmezden geldi. Daha önceki rapor ne idi? 1992 yılında 50 bin kadına tecavüz edildiği idi. Müthiş bir medya yalanıydı. Oraya, o “insani müdahale”yi çabuklaştıran kamuoyu desteğini sağlayan etkenlerden biriydi. Kim sağladı bunu? Ruder Finn Küresel Halkla İlişkiler Şirketi. Bu şirket, bu yalanın yayılmasında önemli roller oynadı. Bu şirketin James Harff diye bir yöneticisi vardı ve açıkça şunu söyledi:

Bizim en büyük avantajımız Yahudi kamuoyunu yanımıza çekmemiz oldu. Bunu yaparken de, vurgularımızı geçmişte 10 bin Yahudi’nin katledilmesi ve  toplama kampları vs. üzerinden götürdük. Etnik temizliği ön plâna çıkardık. Dolayısıyla, ABD’deki 3 büyük Yahudi kuruluşuyla ortak hareket ettik ve bu anlamda pek çok da hikâye yazdık.”

Kendisine bir gazeteci şunu sormuş:

Bu kadar hikâye uydurdunuz, bunların ahlâki tarafı var mı?

Şöyle yanıtlıyor bu soruyu:

“Bizim görevimiz bilgileri doğrulamak değil. Bunun için gerekli donanıma sahip değiliz. Bizim görevimiz işimize yarayacak bilgilerin yayılmasını sağlayıp, hedeflerimize en doğru yoldan ulaşmak. Biz profesyoneliz, yapmamız gereken bir iş var ve onu yapıyoruz. Kimse bize ahlaklı olalım diye para vermiyor.”

Bu medyanın karanlık çağına ilişkin küçücük bir örnek ve bu tip kuruluşlar böyle çalışır. Mesela Irak’ın, Kuveyt işgalinden sonra, 1990 yılında Hill & Knowlton Kuveyt adına medyada ve kongrede lobi faaliyeti yürütmeyi hedefleyen bir cephe örgütü olarak “özgür Kuveyt” yanlısı vatandaşlar oluşturdu. Burada da gene az önce sözünü ettiğim kuruluş, TV kanallarını yönlendirmede üzerine düşeni yerine getirdi. Halkla ilişkiler kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve medya burada müthiş bir düzenek oluşturarak bir beyin bombardımanına girişiyor. Dolayısıyla, tüm ayrıntılar siliniyor. Tıpkı “Arap baharı” kavramında olduğu gibi.

“Halkların baharı” ilk defa 1848 için kullanılmıştır. Asıl kökeni odur. 1848 devrimleri “halkların baharı”dır. 1848 devrimlerinin hepsi yenilgiye uğramıştır. Hepsi bütün Avrupa’yı kasıp kavurmuştur. Hatta Balkanlar’a kadar sıçramıştır. Sonuç büyük hüsran olmuştur. Özellikle işçi sınıfı açısından büyük hüsran olmuştur. Köylülük açısından büyük hüsran olmuştur. Ama kitleler yine de sokaklara dökülmüşlerdir, nümayişler yapmışlar ve mücadeleler vermişlerdir. O bakımdan halkların verdiği mücadeleler küçümsenmez. Belki 1848 örneği üzerinden “Arap baharı” etiketi yapıştırılması doğru değil. Ama buradaki, Mısır ve Tunus başta olmak üzere halk isyanlarının içinde barındırdığı sosyal, ekonomik eşitsizliklere, o ülkeyi kasıp kavuran neo-liberal siyasetlere, IMF’nin reçetelerini yıllarca uygulayan iktidarlara gösterilen o direnişe dikkat çekmek gerekiyor.

Bunlar, böyle bir düğmeye basılmışçasına kadir-i mutlak Amerika tarafından veya başka bir güç tarafından yönlendirilen, yönetilen insanlar değildirler. Fakat, sonrası üzerinden başa dönülerek değerlendirilmemelidir. Evet burada isyan var. Devrim midir? Belki bunu söylemek abartılı olur. Ama bunlar “çalınmış isyanlar”dır. “Çalınmış isyanlar” Mısır’da ve Tunus’ta kendinden daha güçlü damarlara ve örgütlenmeye sahip olan, uluslararası destek alan karşı devrimin güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Ama bu hiç bir şekilde söz konusu halk hareketlerinin yoksul sınıflara dayandığı, ileri talepler içerdiği, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerden beslendiği gerçekliğini değiştirmez. O bakımdan bir torbanın içerisine “Arap baharı” denilerek, Arap ülkelerini sosyal, ekonomik, tarihi ve toplumsal temellerinden soyutlayıp doldurmak cehalettir. Bu cehalet çerçevesi içerisinde “Arap baharı” diyerek bir tür oryantalist sabuklamayla “bunları Amerika ve Soros örgütledi” demek de, aynı ölçekte kadir-i mutlak Amerika vurgusuyla, temel ayrımların, ayrıntıların hiç birine dikkat etmeden tersinden Amerikancılık yapmak demektir.

Bu Türkiye’de, özellikle Arap nefretiyle beslenen batıcı, Tanzimat kafasının oryantalist sabuklamalarından biridir. Bu kafa halen de geçerlidir. Onlara göre; “Araplar hiç bir şey yapamaz, Araplar isyan edemez, bir Arap entellektüel değerinden söz edilemez”. Bunları söyleyenler gülünç duruma düşüyorlar. Çünkü Arap dünyasının dört bir yanında son derece güçlü marksist, milliyetçi, İslâmi, hatta diğer dinlerin teolojilerinden beslenen modernist, liberal, neo-liberal akımlar ve bunların ciddi entellektüelleri, ciddi mücadeleleri vardır. Eğer Türkiye’de bu küçümseme içerisinde bulunanlar Arap milliyetçiliğinin kaynaklarını, İslâm sosyalizmi üzerine yapılan çalışmaları, (doğru-yanlış ayrı bir konu) Baasçılığı ve ideolojik formülasyonlarını, İslâmcıların entellektüel tartışmalarını ve onların özellikle önemli kurumlardan beslenen, kökeni yüzyıllara dayanan birikimlerini incelemiş olsalardı, görmezden gelemezlerdi. Türkiye’de de az bilinir ama, modernizmin başlangıcında, Avrupa’ya, Mısır’ın etkisi vardır. Daha pek çok şey burada tartışılmadan, Mısır’da tartışılmıştır. Bunu kaydetmek gerekiyor. Hiç kimse “Arap baharı” etiketiyle Arap halklarının mücadelesini oryantalist bir küçümseme çerçevesinde ele almasın. Kimse kimseye bağımsızlıkçılık öğretmeye kalkmasın. Kaldı ki, Mısır aynı anda 3 cephede birden İngiliz, Fransız, İsrail güçlerine karşı dövüşmüş savaşmış bir ülkedir. Sizden anti-emperyalizmi öğrenecek halleri yoktur. Sizden, pek çok konuda, o halkın toplumsal bir kurtuluşun gerçek çözümlerinin ne olduğunu öğrenecek halleri de yoktur. Onlar bir isyanı nasıl başlattılarsa, işbirlikçilik temelinde Amerika ile kaynaşmış olan yeni tür İslamcıların (ki bunlar petro-islâmla da çok fazla ilişkili Suudi eksenli yapılanmalar) üstesinden de geleceklerdir.

Stratejik Tarihi Olmayan Ülke: Türkiye

Türkiye’de, Suriye tartışmaları olurken, bu bağlamların elbette hiçbirine değinilmediği gibi, sanki Türkiye–Suriye krizleri yeniymiş havası veriliyor. 1955 yılında dehşet bir kriz var ve gene Türkiye’nin konusu Suriye. Mısır ile Suriye, Bağdat Paktı’na karşı (ki emperyalist bir pakt) sembolik bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya dehşet bir tepki gösterdi dönemin başbakanı Menderes. Bugünü hiç aratmayacak bir takım söylemler geliştirdi.

Dedi ki;

Cümlece mâlumdur ki, Suriye ile çok uzun müştehek bir hudutla birbirimize komşu ve bağlı bulunmaktayız. Binaenaleyh bizim memleketimizde cereyan eden hadiselere karşı Suriye’nin yakından alaka hissetmesi tabî ise, Suriye’nin içinde bulunduğu hadiseler muaceresinde bizim de öyle yakın bir alaka duymamız pek tabîdir. Suriye’nin içişleri bizim içişlerimizdir” dedi.

Demek ki burada bir yenilik yok. Bugün söylenenler ile o gün söylenenler hemen hemen aynı. Ortadoğu’ya emperyalizmin yeni mekanizmalarla yerleşme sürecinde, Türkiye’nin ve özellikle de Menderes’in rolü 1950’li yıllar itibarıyla ibretlik manzaralar sunmaktadır. “Ortadoğu Komutanlığı Projesi” adı verilen bir proje, 1950’lerin başı itibarı ile gündeme geldi. 1951’de formüle edilen bu projeye göre; bölgede İngiltere’nin askerî varlığını, üs ve personelini korumanın bir takım düzeneklere bağlanması, bu konuda İngiliz emperyalizmine, daha doğrusu sömürgeciliğine yönelik Arap tepkisinin askerî bir pakt kurularak eritilmesi, böylece de kollektif emperyalizmin bölgedeki askerî varlığının korunması gündeme geldi. Bu kollektif sömürgecilik statüsünün bölgeye yerleştirilmesinde ABD başı çekiyordu. Ama ABD, henüz daha İngiltere’nin kendine sunduğu o emperyal egemenliğin birikiminden istifâde etmeye zorunluydu. Söz konusu olan Ortadoğu ise, bu zorunluluk daha da büyüktü. Bu bakımdan soğuk savaşın askerî kuşatmasında, Ortadoğu’ya özel bir önem verildi. Böylece Avrupa ve Asya paktlar zincirinin birbirine bağlanmasında, Ortadoğu önemli bir halka olarak değerlendirildi.

Burada işbirlikçi Türkiye egemenlerine önemli roller düştü. Onlar rollerini büyük bir hırs ve istekle benimsediler. Türkiye Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü 1951 13 Temmuz’unda İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği notta, “İngiltere-ABD-Fransa ile koordinasyon içerisinde dört hükümetin uzlaşarak aldığı her türlü uygun ve etkili önlemlerde üstümüze düşen görevi kabul etmeye ve yerine getirmeye hazır olacağız”, sözünü veriyordu. Bu, bir bakıma günümüze kadar sürekliliğini koruyan bir kurucu ilke niteliğindedir. Türkiye siyasetinin Ortadoğu’da şekillenmesini değerlendirirken, Fuat Köprülü’nün bu formülasyonuna tekrar bakmakta yarar vardır. Köprülü 20 Temmuz 1951’de;

 “Şu noktaya işaret etmek isterim ki, Orta Şark müdafaasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri bulunduğu kanısındayız. Bu itibarla, Türkiye, “Atlantik Paktı”na iltihak edince, “Orta Şark”ta bize düşen rolü müessir bir surette ifa ve gerekli tedbirleri müştereken ittihaz için ilgililerle derhal müzakerelere girmeye amade olacaktır.”

Bu son derece yüzsüz bir açıklamadır. NATO kurumlaşmasının özü itibarıyla, o anti-sovyetik değerlendirmeler dışında veya Türkiye’nin, Batı’nın bir parçası olduğu propagandası dışında, aslında gerçek konumun ne olduğunu aydınlatıcı niteliktedir. O gerçek konum, Ortadoğu’da emperyalist egemenlik sisteminin çıkarlarına bekçilik etmektir. Bu süreç içerisinde Arap halkları büyük bir tepki göstermişlerdir. İngiliz sömürgeciliğinin sürekliliğini garanti altına alacak, Amerika’nın da bunun bir parça gerisinde durduğu plânlara Arap kamuoyundan çok ciddi tepkiler geldi. Bunun üzerine örgütün adı değiştirildi ve “Ortadoğu Savunma Örgütü”ne dönüştürüldü.

Daha sonra da Türkiye, Pakistan, İran’ın öncülüğünde, bunlara Ürdün’ün, Suudi Arabistan’ın ve Irak’ın katılımıyla bir yapılanmaya gidilmesi konusunda Amerika girişimlere başlamıştır. Amerikan Dışişleri Bakanı Dulles bir geziye çıkar ve. tüm sözü geçen ülkeleri dolaşır. Gezi plânına Türkiye’yi almaya tenezzül dahi etmez. Çünkü, Türkiye zaten oltadaki balıktır, onlar için. Fakat “ABD’nin stratejik müttefiki, hür dünyanın mümtaz savunucusu, büyük ülke söylemlerine meşruiyetini dayandırmış Türk hükümeti” açısından bu prestij kaybı sayılacağı için, Türkiye’ye de gelir. Türkiye’de Adnan Menderes ile bir takım görüşmeler yapar. Tarih 1953’ün 26 Mayıs’ıdır. Sadece Menderes’le değil, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la da görüşür. Makamındaki görüşmede, Menderes’in Amerikan aşkı, Dolar tutkusu, anti-komünist hezeyanı, neredeyse bir politik bileşke şeklinde kendini ortaya koymuştur. Daha sonra Amerikan resmi belgelerine yansıyan Dulles’in gözlemleri şu şekildedir:

“Başbakana göre Türkiye, (Süveyş) Kanal sorununu sadece Mısır ile İngiltere arasında bir sorun olarak görmemektedir. Bir çözüm, Türkiye açısından yaşamsal önemdedir ve sorun genel olarak NATO stratejisiyle ilgilidir. Bugün Mısırlılar, Kanal Bölgesi’ndeki İngiliz konuşlanmasının niteliğini emperyalizm sorunu ya da sadece İngiliz çıkarlarının korunması olarak nitelendiremezler. Türkiye, İngiltere’nin hür dünyanın kilit alanlarından birindeki ileri karakolun koruyucusu olarak orada bulunduğuna emindir. Açıktır ki, ABD de bölgeye büyük önem vermektedir. ABD’nin, Akdeniz’de 6. Filoyu bulundurması, aynen dışişleri bakanının dünyanın bu bölgesini ziyaret etmesi gibi bunun yeterli kanıtıdır.”

Bu görüşleri Dulles’e söyleyen Adnan Menderes’tir. Adnan Menderes, Mısır’ın anasının ak sütü gibi helal olan Süveyş Kanalı üzerindeki egemenliğine karşı çıkıyor ve İngiliz emperyalizminin orada mutlaka bulunmasının zorunluluğundan söz ediyor. Üstelik bunu Türkiye’nin çıkarları gereği olarak gösteriyor.

Başbakan, Kanal’ın güvenilir ellerde kalmasının, 6. Filo’nun Akdeniz’de bulunmasının sürdürülmesi kadar önemli olduğuna inanmaktadır. Başbakana göre, Türkiye’nin görüşü, Mısır’ın meseleyi bir bağımsızlık ve özgürlük sorunu olarak gösterme çabaları, kesinlikle, Kanal Bölgesinin bütün hür dünya için stratejik bir nokta olmasının önemi karşısında ikincil kalması gerektiği yönündedir. Türk hükümeti, kanal savunmasının güçlü kalmasının hayati önemde olduğuna ve alternatif uygun düzenlemeler yapılana kadar İngiliz askerlerince boşaltılmaması gerektiğine inanmaktadır. Başbakan “İngiliz askerlerinin kanaldan çekilmesi, 2 yıl sonra sona erecek olan Mısır-İngiliz anlaşması devam ettiği sürece düşünülmemeli” bile dedi. Anlaşma sona erdiğinde “kanal bölgesinin savunması için gerekli düzenlemeler yapılmadan çekilinmemesini” söylemiştir.

“Kanal’dan İngiltere çekilmemelidir, burada varlığını sürdürmelidir” diyor. O İngiltere’dir ki, İsrail’in bölgedeki en büyük garantörü. Emperyalizmin bölgedeki temel çekirdek gücü, bu söylem karşısında, ABD Dışişleri Bakanı’nın şaşkınlığı da zaten bu satırlara da yansımaktadır. Sonuç olarak; Başbakan, Ortadoğu’nun savunulmasının belkemiğini Türkiye’nin oluşturması gerektiğini söylemiştir. Türkiye’nin sosyal ve politik istikrarı, Sovyet tehlikesi karşısındaki kararlı tutumu ve zaten güçlü olan ordusunu daha da güçlendirmek için gösterdiği çok ciddi çabalar göz önüne alındığında, bölgenin güvenliğinde ana sorumluluğun Türkiye’de olması doğaldır. Ortadoğu’nun savunulmasında belkemiği Türkiye’dir. Türkiye Ortadoğu’da önemli roller oynayan ülkedir. Kurucu misyon budur. 1950’lerin iyice temellendirdiği, yerleştirdiği bir misyondur bu.

Devam ediyor Dulles:

“Kuzey Afrika sorunlarına gelince; Başbakan, Süveyş Kanalı sorununda İngiltere’nin, Cezayir’de de Fransa’nın yalnız bırakıldıklarına inandığını belirtti. Son çözümlemelerde bütün NATO üyeleri açısından büyük önem taşıyan bu tür sorunlar hür dünyanın çıkarları doğrultusunda değerlendirilmesi gereken ortak sorunlar olarak ele alınmalıdır.”

Bu satırlar son derece utandırıcıdır. Halen daha Adnan Menderes’in Türkiye’de bir “veli” muamelesi görmesini bu satırlarla birlikte okumak gerekiyor. Menderes, Dulles ile birlikte gelen Amerikan heyetine, “Türkiye için sarfedilen her doların başka herhangi bir ülkede harcanan dolardan daha fazla güvenlik üreteceğini” söylüyordu.

ABD’lilerden para istiyor. Bu çok açık. Global güvenlik ihracının ve Türkiye’nin “en iyi ihraç metası olan militarizm”in bir bakıma, mucidinin de Menderes Hükümeti olduğu anlaşılıyor. Dulles, tabi duyduklarından çok memnun ve “bunları duymaya gelmiştim” söylemiyle ayrılıyor.

O dönemde müthiş bir basın kampanyası yürütülmüştür; “Siz nasıl olur da, Ortadoğu savunma örgütüne, yani o dönemin Ortadoğu NATO’suna karşı çıkarsınız” diye. Ama Amerika bile bundan ürkmüştür. Mesela, 26 Mart 1955’te Amerika Dışişleri Bakanı Dulles şunları söylüyor:

Belki Suriye’deki kısa vadeli hedefe ulaşmakta yararlı olabilecek Türk yöntemleri devam ettiği takdirde, Irak dahil bütün Arapların zihinlerinde Türk niyetleri ile ilgili tedirginlikler ve Türkiye’nin hükmetmesi korkusu uyandırarak, sonuçta bölgesel hedeflerimize ulaşmamıza tehdit oluşturacağından endişeliyiz. Türklerin de bildiği gibi, tarihi nedenlerden ötürü Araplar zihinlerinde eski Osmanlı hegomonyasının hayaletini canlandırarak, Ortadoğu’ya yönelik Türk hareketlerine ve görüşlerine gereksiz bir duyarlılıkla yaklaşmaktadırlar.”

“Neo-Osmanlı”cılık diyoruz ya, 1955’lerde bile bunlar konuşuluyor. Yeni bir şey yok. Çünkü, jeo-politik “yeni” değil. Ne olacak? Bir ülkenin siyasi coğrafyada, ekonomik coğrafyada aldığı yer mi değişecek? Bir günde, iki günde Avrasya’nın bütün jeo-politiği mi değişecek?

Amerika, Türkiye’yi bu konuda uyarmış ve “kraldan fazla kralcı yaklaşmayın” demiştir. En önemlisi de şudur; Türkiye bu süreçte sıfıra sıfır olarak hiç bir şey elde edememiştir. Çünkü, bu Bağdat paktına Irak dışında başka bir Arap ülkesi dâhil olmamıştır. Söz konusu Bağdat Paktı, minyatür bir biçimde bugün adına “Büyük Ortadoğu Projesi” denilen olgunun ilk adımlarından biriydi.

Emperyalizmin Kriz Açlığı

Şubat 1957’de, Irak Kral Naibi Prens şunları söylüyor:

“Türkiye, Irak, Pakistan, İran olmak üzere 4 adet sıfırız ve toplamımız da sıfır etmektedir.”

Bağdat Paktı’nın finali, prensin bu sözlerinde gizlidir. Bu kadarla da sınırlı kalmamıştır. Hedefte hep Suriye vardı. Özellikle, “Eisenhower Doktrini”nin uygulanması sürecinde de, Suriye hep ön plandadır. Suriye, Sovyetlerle ilişkiler bağlamında, içerideki komünist etkinliği ve o komünist partiyle işbirliği yapan Baas’ın, o dönem itibariyle sosyalizme açık politikaları gerekçesiyle hep ön plandadır.

ABD 1956 yılı ortalarında, Suriye’yi cezalandırmak istemiştir. Bir darbe planı ortaya koymuştur. Bu plan, ABD Dışişleri yetkilileri ile CIA yetkilileri, İngiliz İstihbaratı Servisi MI6 ve İngiliz Dışişleri mensuplarıyla birlikte düşünülmüştür. Böyel bir darbe planlanmıştır Suriye’de. ABD, başarılı olmaları durumunda yeni hükümeti tanıma sözü bile vermiştir. Eylül ayında CIA temsilcisi, Suriye’li darbecilere 160 bin dolar aktarmıştır. Silahlar bile dağıtılmıştır. Fakat, onlar açısından ne yazık ki, planları suya düşmüştür. Çünkü 29 Ekim’de İsrail, Mısır’a saldırınca, Suriyeli darbeciler büyük bir endişeye kapılmışlardır. Çünkü İsrail’in bir Arap ülkesine saldırısından sonra, batı yanlısı bir darbeyi gerçekleştirecek güç kimse de olmamıştır. Ülkeyi terk edip kaçmışlardır.

Bağdat Paktı’nı bölgede yerleştirmeye en fazla karşı çıkan Suriye, başlangıçta böyle bir CIA darbesinin hedefi olmuştur. Ama CIA bir kez daha denemiştir. Bu sefer operasyon Wappen başlığıyla bir darbe gündeme getirildi. 1957 yılının başından itibaren CIA, Suriye silahlı kuvvetleri içinde çeşitli gruplarla ilişkiler kurmuştur ve yeni darbe koşullarını hazırlamaya girişmiştir. CIA Başkanı Allen Dulles (Dışişleri Bakanı Dulles’in biraderi) “yeterli provokasyon oluşturulamadığı için darbenin hedefine ulaşması mümkün olmadı” demiştir.

Bir müddet sonra “durumun geri çevrilemez olduğu” inancı yayılmakla birlikte, Suriye’deki dost unsurların cesaretlendirilmesi ve güçlendirilmesi için bir dizi önlem alınmasının zorunluluğundan bahsedilmiştir. CIA bu amaçla devreye girmiştir. Bu sefer seçimleri etkilemeye çalışmışlardır. Fakat seçimlerde de şöyle bir durum olmuştur; sağ kanatta halkçılar, Müslüman Kardeşler, sağcı milliyetçiler, muhafazakarlar ve solda da Baas, komünist parti, solcu bağımsızcılar yer almıştır. Türk ordusu alarma geçirilmiş ve sınıra yığılmıştır. Her türlü kışkırtıcı manevrayı yaparak seçimleri etkilemeye çalıştılar. Ama yapılan seçimde 4 bölgenin üçünde de Ulusal Cephe’nin adayları kazandılar. Müslüman Kardeşler ile CIA arasındaki ilk ilişkiler de bu darbe süreçlerinde başlamış oldu.

Suriye sürekli olarak Sovyet uydusu, saldırgan, tehlikeli olarak değerlendiriliyordu. Uydu olan Suriye’nin, Sovyetler’den silah alması onun büyük bir tehdit olduğu değerlendirmesini beraberinde getiriyordu. Oysa Sovyetler’in Suriye’ye verdiği silahlar, ABD’nin Türkiye’ye hibe ettiği veya batının aktardığı silahların yanında hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan nicelikte silahlardı. Bunu şuradan da görüyoruz; 1957 Eylül’ünde, Sovyetlerin, Suriye’ye gönderdiği Sovyet teknisyenlerin sayısı 18 iken, Türkiye’de milyonlarca dönüm arazi Amerika’ya peşkeş çekilmiş, binlerce Amerikan askeri neredeyse Türkiye’yi işgal etmiş durumdaydı.

Başarısız darbe girişimlerinden sonra, yaz aylarında CIA bir daha darbe denedi. Haziran-Temmuz aylarında, CIA yeni darbe için hazırlıklara girişti. Şam Büyükelçiliği’nde görevli ABD’li darbe uzmanları aracılığıyla yeni bir darbe daha gündeme getirildi. Bu anlamda Amerikalılar’ın ilişki kurduğu bazı subaylar vardı. Ancak, 12 Ağustos’ta Suriye hükümeti Amerika’nın darbe girişimini açığa çıkardı. Ertesi günde 3 Amerika’lı diplomat, 24 saat içerisinde ülkeden çıkartıldı. Böylece CIA’nın planları suya düştü.

Ondan sonra devreye her zamanki oyuncular Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan girdiler. Büyük bir Suriye tehlikesinden söz etmeye başladılar. Cephenin başını Adnan Menderes çekiyordu. Devamlı olarak “Amerikan Büyükelçisi’ne de, Suriye artık Sovyetler Birliği’nin bir parçasıdır, ABD bize destek versin, tabi masrafları da karşılasın, biz gerekeni yapıp uygun önlemleri alalım” diyordu. Durum o kadar rezil bir hale geldi ki; Türk hükümeti “bu krizi nasıl paraya dönüştürürüm” sorusunun cevabını arıyordu ve ABD’nin diplomatik yazışmalarına yansıdığı kadarıyla hükümetin tavrı şuydu:

“Suriye’nin maalesef bir Sovyet uydusu olduğunu görüyoruz. Belki bu tehlikeli ve talihsiz durumla ilgili bir şeyler yapmak için bize çok az zaman kalmıştır. Artık Suriye’nin tam ve tipik bir Sovyet uydusu olması için geriye kalan formaliteler kısa sürede tamamlanacaktır. Bugünden itibaren Suriye’yi, SSCB’’nin bir parçası olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu yüzden Suriye ile temas etmek SSCB ile temas etmek demektir. Tehlike o kadar büyüktür ki, Suriye, ABD’nin bölgedeki prestijini yok etmek amacıyla, ABD’ye tehlikeli ve açık bir şekilde meydan okumak için tereddüt etmemektedir. ABD çağrımıza cevap vermediği sürece hiç bir şekilde harekete geçemeyiz. Sonuç olarak ilk işimiz, ABD’yi durumu nasıl değerlendirdiğimiz konusunda bilgilendirmektir. Uygun önlemler alabilmek için kesin karar bekliyoruz.”

Tarih sürekliliğini bir kez daha  gösteriyor. Önce büyük bir göz kararmışlığıyla krizi tırmandırma, mümkün olduğu kadar büyük bir yangın varmış görünümünü verme ve ABD’den de onay bekleme üzerine yürütülen klasik plan uygulanıyor. Ama bu noktada Sovyetler de boş durmamıştır. Çünkü, ister Sovyetler olsun, ister liberal Rusya olsun, ister Çarlık Rusyası olsun; Rusya’nın, Akdeniz’deki yararlanabileceği limanların Suriye egemenlik hattı içerisinde bulunması önemlidir. Eğer, Suriye kaybedilecek olur ise, Rusya’nın, Akdeniz’e inmesi imkansız hale gelir. Güneyden kuşatılır ve Avrasya denklemi altüst hale gelir. Rusya’nın güneyden kuşatılmasının anahtarı Suriye’dir. Bunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla, bu bir rejimin, diğer rejime bir takım ideolojik sempatilerden dolayı verdiği bir desteğin ötesinde jeo-politiğin hükmünü icra etmesi olarak değerlendirilmelidir. İşin böyle bir niteliği vardır.

Dolayısıyla, Türkiye’nin burada ideolojik anlamda horozlanmasının, uyduruktan tehditler savurmasının bir anlamı yoktur. Bu işin jeo-politik ve stratejik mantığına da aykırıdır. Aslında, bu aykırılığı Türkiye’nin egemenleri gayet iyi bilmekle de birlikte, meselelerini bu dönemin geçerli diliyle gündeme getirmişlerdir.

En ilginç olanı da, Suriye’ye yönelik olarak başkan Eisenhower’ın, bu işte mümkün olan her şeyin yapılarak “cihat” unsurunun vurgulanmasından yana olduğunu belirtmesidir. Fakat, Dışişleri Bakanı Dulles buna karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “Şayet Araplar, cihat olursa onun İsrail’e karşı yapılmasını isterler. Suriye’ye karşı yapılmasını istemezler.” Bu “cihat” sözcüğünün Suriye’ye karşı gündeme getirilmesinin Eisenhower doktrini içerisinde bir yerlere sıkışmış olması da, bugün “ılımlı İslam”ı destekleyenler ve safiyane niyetlerle Baas’cı rejime karşı çıkanlar açısından bir soru işareti olarak orta yerde durmaktadır.

NATO’nun Haram Ekmeği

Asıl mesele de, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik bunalım ve ilân edilmemiş iflas koşullarıdır. Soğuk savaş demokrasisi, onunla bütünleşmiş olan “milli güvenlik devleti”, onların bir noktada hizmetinde bulundukları kompradorlaşmış, neredeyse vahşet derecesinde talanın, yağmanın içerisinde olan hür teşebbüs Türkiye’nin içinde olduğu koşullardır. Bunlar, Türk Hükümeti’nin Ortadoğu’daki bir savaşta gözlerine kestirdikleri Suriye’yi rahat ezebilecekleri inancı içerisindedirler. Bütün mesele bu savaşı paraya dönüştürmektir.

Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, Amerikalılar’a, ülkedeki yüksek enflasyon, yokluk ve artan askeri harcamalar nedeniyle, halkın düşüncelerinin değişebileceği konusunda şantajlar yapmaya başlamıştır. Bunca senenin tilkisi olan emperyalist ABD, üstelik de Britanya’nın bütün belleğini devralmış bu güç, bunu yutmamakla birlikte, yine de Türkiye’nin bir takım maceralara girmesini önlemek bakımından öneriler geliştirir. Dışişleri Bakanlığı adına Herter, açıkça, şunlara bir kaç kuruş verin demeye getirerek şunları söyler:

Olası seçenekleri tartışmak üzere, ilk fırsatta sözünü ettiğim kişilerle görüşmenizi öneriyorum (burada iki isim veriyor, bunlar Amerikan görevlileri). Türkiye Maliye Bakanı, onlara Türkiye’nin minimum ihtiyaçları olduğunu düşündüğü ekonomik yardımlar konusunda garanti elde edememenin hırçınlığı içinde pervasızca geri döndüğünde, Sovyetlerin yapmış oldukları çeşitli cazip öneriler konusunda onlarla görüşmelere başlayacağını söylemiştir. Her ne kadar normalin dışındaysa ve bizim ekonomik yargılarımızla uyuşmasa da iktisadi yardım soruna çözüm olabilir.”

“Bunlara biraz para verin” diyor. Bu arada, 1958’in 29 Mayıs’ında, Celal Bayar’ın bir mektubu var. Korkunç bir mektup. Bu kadar rezil bir mektup, sömürge altı statüde bulunan bir ülkenin devlet başkanı tarafından yazılabilir ancak. Para için yalvaran bir mektup. Açıkçası, onun detaylarına girmiyorum. Burada sistemin nasıl işlediği gayet net olarak, tarihsel süreklilik içerisinde kendini ortaya koymaktadır zaten. Aslında, Türkiye’de egemenlik sisteminin önde gelen yöneticilerinin NATO ile veya dışarıyla ilişkilerini ne olarak gördükleri de bir konuşmayla ortaya çıkmıştır zaten.Demokrat Parti milletvekili Cihan Baban Batı, Almanya Başkanı Adenauer ile Menderes’in bir konuşmasına atıfta bulunuyor ve aralarında şu konuşma geçiyor:

“Adenauer: Milli bir kalkınmayı yalnız dış yardıma dayanarak yürütmek çok tehlikelidir.
Menderes: Bize elbet yardım etmek zorundadırlar. NATO içinde onları bedavaya mı destekliyoruz?”

Gayet net. Türkiye’nin bu kriz bölgelerinde tetikçi rolü oynamasının, Türkiye’deki sermaye sınıfının genel çıkarlarıyla bağlantısı bu şekilde ortaya dökülmüş olmuştur.

Menderes, “neo-Osmanlı”cılıkı daha o tarihte öyle boyutlara vardırmış ki, yine DP milletvekili Cihat Baban’ın yazdığına göre; Suriye’yi savaşla tehdit ediyor. Bağdat Paktı meselesinin gündeme geldiğinde Suriye Büyükelçisi’ne şunları söylüyor:

Benim Suriye diye tanıdığım bir devlet yok. Bu kafada giderseniz fena olacak. Sus, efendilerine söyle, iki tümenle Suriye’ye girer, altınızı üstünüze getiririm.”

Bu tipik bir padişah tavrıdır. Haliyle bu sökmüyor tabi. Bu politika, Menderes açısından da bir bakıma sonun başlangıcı oluyor. Çünkü, söz konusu olan bölge, Ortadoğu bölgesidir. Ama iş öyle rezil bir hale gelmiştir ki, bir örnekle bile bunu anlatmak mümkündür. 8 Aralık 1953 Cumhuriyet Gazetesi’nde yazıldığı üzere, NATO Başkomutanı General Günther, Türk gazetecilerine şu anısını anlatıyor:

Ankara’daki milli bayramınızda geçit törenini zevkle seyrettim. Hatta bu sırada hoş bir şey oldu. Süvarileriniz geçerken, cumhurbaşkanınız Bayar’ı böyle bir süvari birliğine ve böyle güzel atlara sahip olduklarından dolayı kutladım. Karşılık olarak “atların %90’ı Amerika’dan ithal edilmiştir” demesin mi? Ne yaparsınız? Dünya sadece makina ve teknikle değil, atlarla da Amerikanlaşıyor galiba.”

Elin Amerikalı atıyla “neo-Osmanlı” yoluna çıkanlar derslerini aldılar. Ama asıl çarpıcı olan, 5 Mayıs 1952 tarihli Türk gazetelerine göre, ABD Yardım Kurulu Başkanı General Arnold, Oğuzhan Koraltan’ın (DP’nin kodamanlarından Refik Koraltan’ın oğlu) sahibi olduğu Turkish Times Gazetesi’ne şöyle bir demeç veriyor:

ABD Türkiye’de harcadığı her Dolar’a karşılık 3 Dolar’lık güvenlik sağlar.”

Türkiye’nin bu bölgedeki kanlı süreçlere dâhil olma isteği veya bu süreçleri tetikleme isteğinin aynı zamanda bu maliyet hesaplarına dayandığı ve “Türkiye’nin en iyi ihraç metaının ordusu” olduğunun bir Soros şakası olmaktan öte, bir dış politika temeli haline getirildiği, Türkiye’deki sermaye birikim süreci kanallarının açık tutulmasının en elzem unsurlarından biri olduğu net bir biçimde görülüyor.

Mezhep Parselcileri Siyonizmle Elele

Türkiye Ortadoğu dinamiklerine kilitlenmiş vaziyettedir. Burada yapılan anlatımda, aktarılanlarda Şii-Sünni bloklaşması görülmekte midir? Bölgeyi değerlendirirken, tarih bilinci temelinde, süreklilikler ekseninde ve mümkün olduğu kadar emperyalizmin egemenlik ilişkilerini deşifre ederek sorunları ele almak gerekir.

Dolayısıyla emperyalizmin stratejileri çerçevesi içerisinde hareket edildiğinde, kendi siyasetine alan açma adına yürütülen politikalarda eğer bir uyumsuzluk tablosu ortaya çıkar da, emperyalizmin kollektif çıkarları veya onun adına hareket etmek iddiasında olan ABD’nin çıkarlarıyla bir takım çatışmalar gündeme gelirse, ABD’nin, şu anda Türkiye’de destek verdiği siyasi akımlarla ilişkisini keseceği muhakkaktır. Bu noktada da tavizi bir başka tavizle destekleme, olmadığında bir başka alana geçerek yeni tavizler verme siyaseti de, Türkiye’yi Ortadoğu’da uçuruma sürükleyecektir. Çünkü sırada İran vardır. Bugün Suriye ile ilgili tırmanış gösteren bu söylemin ve bu siyasetin, yarın İranı da kapsamına alması mümkündür. Çünkü, Suriye konusunda emperyalizmin siyasetleri halen belirsizdir ve burada ağırlıklı olarak Rusya ile aradaki çelişkiler, kurulmakta olan yeni dengeler belirleyici olacaktır. Şimdi bu süreçteki başarısızlığın telafisi nerede olur? İran’da olur. Bunun yol haritasında ilk işaret taşı da, Malatya Kürecik üssünde zaten konulmuştur. Özellikle de, İslâmcı akımların sessizliğinde, işbirliğinde ve bu konuda eleştirel bir tutum almamasında kendini gösteren, geleceğe yönelik umutsuz bir takım ipuçları vardır.

Böyle değerlendirildiğinde, Suriye ile kriz ilk midir? Tabi ki, değildir. Suriye ile 1955’te, 1957’de “hür dünya” adına krizler yaşandı. Bugün “Özgür Suriye Ordusu”nu da yanımıza alarak, “özgürlük” değerleri adına “insani müdahale”den söz ediyoruz.

1980’lerde İsrail Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Zion bir plan hazırlamıştı. Zamanıyla mezhebi ve dini değerlendirmeler üzerinden Suriye’yi ele alan bir plan. Suriye’nin parçalanması üzerine bir plan. Benim, “Vaat edilmiş Topraklar – Ortadoğu” adlı kitabımın son bölümünde bu plandan alıntılar vardır. Çok net bir biçimde mezhebi, etnik bölünmeler üzerinden İsrail’in daha o tarihte nasıl hesaplar yaptığı ve bunun stratejik sonuçlarını nasıl değerlendirdiğini görüyoruz. Bu bakımdan, “İsrail’in bazı güçlerle gizli görüşmeler yürüttüğü, İsrail’in oradaki Esad yönetimine aslında taraftar olduğu gibi” spekülasyonların kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü bu stratejik plânlar uzun erimlidir. Bu planların başarısı parçalanmış bir Suriye, parçalanmış Arap dünyası, parçalanmış Lübnan, parçalanmış Türkiye anlamına gelir. İran’ın parçalanmasının başlangıcı anlamına gelir. Parçalanmış bir Kafkasya için ilk adım olur. Rusya’nın da güneyden kuşatılmasıdır. Bunların hepsinden de yararlanacak olan İsrail’dir.

Ortadoğu’da Kan Kuşağı Projesi

Halkların devrim hakkını sonuna kadar savunurum. Suriye’de bir devrim olması gerekliliğini sonuna kadar savunurum. Ama, Suriye’deki devrimi eşitsizlikçi egemenlik sistemini parçalamak adına, Suriye halkının kendisi, Suriye emekçileri gerçekleştirmelidir. Topraksız köylüler, orada en büyük adaletsizliklere mahkum edilmiş, nüfus cüzdanı dahi olmayan, yemiş toplamaktan başka bir iş yapmayan, temel nitelikleri gene emekçilik olan tüm halkların ellerinde yükselen bir devrimden bahsediyorum. Bu noktada Sünni halkları, Dürzi halkları, Kürt halkları temellendirilmesiyle bir formülasyona gidilemez. Suriye’nin emekçi halkı bunu yaparken, bir hırsız çetesine dönüşmüş olan rejimin imtiyazlarını yerle yeksan etmelidir. Suriye devletini emek temelinde dönüştürmelidir. Suriye’nin tefeci-banker sermayesinin dışarıdaki kaynaklarına el koymalıdır. Bunu yapmak için her türlü girişimde bulunmalıdır. Ama bunu kendisi yapmalıdır. Suriye’ye dışarıdan emperyalist stratejiye dayalı bir “insani müdahale”, Suriye emekçilerinin sonsuza kadar tüm haklarının kaybedilmesi ve Euro-Amerikan sömürgeciliğine mahkum olması anlamına gelecektir.

Burada Türkiye’nin rolü zaten gayet nettir. Bunu, Arap halkları kendileri de formüle ediyorlar. Türkiye’ye burada bir global güvenlik ihracatçısı rolünü oynuyor. Bu utandırıcı bir roldür. Türkiye, artık dünyaya “global güvenlik” ihraç eden, neredeyse bir lejyonerler topluluğu gibi algılanıyor. O bakımdan Türkiye’nin zaten buradaki geçici hevesleri, militarizm üreten o dehşetli iç egemenlik mekanizması, bir müddet sonra zaten büyük beceriksizlikler sergileyeceği için ve tamamı ile taklit edilmiş sözcüklere, doktrinlere, bir takım stratejilere dayandığı, aslında, bir tür askeri, politik, diplomatik kalpazanlık ürünü olduğu için fazla değer taşımaz. Aslolan, burada emperyalist stratejinin hangi temellere oturduğunu görmektir ve bu strateji reddedilmelidir.

Özellikle de, Türkiye’deki İslâmi kesimlerin bunu herkesten önce görüp reddetmeleri gerekiyor. Ortadoğu’da mezhepler üzerinden bir kutuplaşma değerlendirmesi tümüyle yanlıştır ve tarih dışıdır, bilim dışıdır. Suudi Arabistan diye bir politik varlık var mı? Kuveyt diye bir politik varlık var mı? Bunlar anonim şirketlerdir. Bunlar kendi ülkeleri içerisindeki hiç bir gelişme dinamiğine dayanmadan dünya üzerindeki finans oligarşileriyle bütünleşmiş olan anonim şirketlerdir. Bu anonim şirketlerin sünniliği bir esas ilke olarak ileri sürülebilir mi?

Bu çerçevede “kapitalist enternasyonal”e eklemlenmiş olan her türlü ahlaki değerden yoksun, ilkel Arap burjuvazilerinin herhangi bir mezhebin sadık izleyicisi olduğundan söz edilebilir mi? Kendilerini nerelerde kanıtlıyorlar? İbadethanelerde mi, Monaco’daki köşklerinde kumar salonlarında mı, yüzlerce metreslerinde mi? Bu son derece yanıltıcıdır. Buradaki ayırım, Şii ve Sünni bloklaşması çerçevesinde algılanırsa çok ters sonuçlara varır. Dünkü kavram “anti-kominizm” idi ve sözde “hür dünya”nın korunmasıydı. Anti-komünist savaşta Türkiye’de İslamcıların büyük bir bölümü NATO’yla yoldaşlık ettiler. O yoldaşlığın sonuçlarını hep beraber gördük. Şimdi de “insani müdahale” söz konusudur. Balkanlarda dizginsiz bir şekilde karşılarında nasıl olsa farklı inanıştan bir ülke vardı ve tüm tarihsel bağlamlarından kopararak, öncesini hiç bir biçimde ele almayarak, bu işin ekonomi-politiğini değerlendirmeden, hırslı bir biçimde Bosna-Hersek’in sömürgeleştirilmesine destek verdiler. Bugün dünyanın sömürge adına layık olan, uluslararası bir yönetim tarafından idare edilen tek ülkesidir. Burada hangi Müslümanlık değerinden söz edilebilir? Suriye için de, başka ülkeler için de modeldir bu tarih. Bu konuda arzu edenler, benim “Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO” adlı kitabıma bakabilirler.

O bakımdan, bir takım spekülasyonlar üzerinden bölgedeki gerçek güç ilişkilerini, Avrasya jeo-politiğini, buradaki ekonomi-politiğin açmazlarını, çelişkilerini, buradaki stratejik krizi, Amerika’nın müthiş ölçekte güç kaybetmesine rağmen halen daha dünyanın en büyük askeri gücü olarak bir sonsuz savaş programına dayanmak mecburiyetinde olduğunu ve “Avrasya Balkanları” adı altında bu bölgeye müdahalesini, o sonsuzluğun bir parçası haline getirdiğini görmezden gelemeyiz. Temel noktalar, bu noktalardır. “Şii bloku , Sünni bloku var” gibi değerlendirmeler, büyük basitleştirmelerdir.

16. yüzyıldaki savaşlarda dahi, Osmanlı-İran savaşlarında dahi, yine bir takım dengeler ve çıkarlar, müthiş ölçekte güç yoğunlaşmasının getirdiği problemler, batının müdahaleleri, İtalya’daki kent devletlerinin (ki kapitalizmin bunlar nüvesidir) buradaki çıkarları, bu güçler arasındaki dengelerde rol almaya çalışmaları, İç Asya’daki muazzam ölçekli bir takım köylü isyanları, bunların sosyo-ekonomik nedenleri vardır. Aslolan o bölgede “insani” hiç bir müdahaleyi bir kez daha düşünmemizi gerektirmeyecek eşitlikçi bir özgürlük temeli kurmaktır. Bir adaletli toplum kurmaktır. İslamcılar bunun için gayret sarfetmelidirler. Bunun yolu da, Siyonist İsrail’in yerle bir edilmesinden geçer. Amerika’nın, Türkiye’deki askeri çıkarlarının reddedilmesinden geçer. Sürekli bir biçimde bu bölgedeki devrimci radikal sol siyasetlerle, İslamcıların düşünce alışverişinden hatta yer yer birlikte olmalarından geçer. Ama eğer İslamcılar, (ki ben bunların çok önemli sayı ve niteliğe ulaştığı inancında değilim) Amerika’yla, NATO’yla, emperyalizmle ve çok sinsi bir biçimde arka plânda bekleyen İsrail ile aynı hatta olacaklarsa, onlara söylenecek fazla bir sözümüz yok. Ama şu da net olarak bilinmelidir ki, İslâmcılar 1960’ların sonunda devrimciler gidip Filistin saflarında Siyonistler’e karşı savaştıkları zaman, komünist kafirler diye onlarla ilgili ölüm fetvaları çıkartıyorlardı. Daha Ortadoğu tarihinde İsrail’e yönelik tek bir eylemleri görülmemiştir. Halen daha Mavi Marmara’nın 9 şehidinin hesabını soramamışlardır. Bunun üzerini örtmek adına kirlenmiş, çürümüş Baas rejimini sözde karşıya almak bahanesiyle, Amerika’yla silah arkadaşlığı yapmasınlar. Başından beri sıraladığımız vakıflarla, Abramowitz’lerle, Soros’la aynı safta yer almasınlar. “İnsani müdahale hukuku”nu şiddetle reddetsinler.

Bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, emperyalist bir müdahale karşısında Suriye’nin egemenlik haklarının korunması ve bunun savunulması anti-emperyalist bir tutumdur. Bu anti-emperyalist tutumun daha öteye geçirilebilmesi, bu bölgede devrim jandarması olan Amerika’nın tüm operasyonlarıyla birlikte defedilmesi gerçeğine bağlıdır. “Bu kadar vaktimiz yok” diyenler açısından da şu söylenebilir; Suriye ve İran politikalarında, Amerika yenilgiye uğrayacaktır, yenilen tarafta yer almayacağız. Bu bakış açısıyla; buradaki kara operasyonlar, kara propaganda karşısında dimdik duracağız, bunu bertaraf edeceğiz. Ettikten sonra da, yarın Suriye’deki ve diğer ülkelerdeki gerçek temellerine oturmuş devrim mücadelesine omuz vereceğiz. Hangi mütevazi müşterekte birleşeceğiz? Tabi ki, Eşitlik temelinde özgürlük. Çünkü, özgürlük eşitlik temelinde olmazsa vahşete varır.


Deşifrasyon: Hazal Kelleci