NATO’nun gerçek varlık nedeni incelendiğinde ittifakın çekirdeğinde ABD’nin imtiyazlı konumunun bulunduğu anlaşılır. Batı Avrupa ve ABD kapitalist sınıflarının toplumsal ve siyasal çatışmaları yönetmelerini sağlayan NATO, başından itibaren bir egemenlik aracı olarak işlev gördü. Ortak kapitalist yayılmayı gerçekleştirmek, muhalif güçleri bastırmak, Avrupa’da burjuvazinin istikrarını pekiştirmek, sömürge imparatorluklarının dönüşümünün emperyalist sisteme zarar vermeyecek kanallara akıtılmasını sağlamak NATO’nun faaliyet hedefleriydi. NATO içinde bazıları çok şiddetli yaşanan gerilimler ve çatışmalar oldu. Süveyş Kanalı’nın işgalinde Britanya, Fransa, ABD arasında yaşanan gerginlik, ABD’nin dolar siyaseti, petrol fiyatları için yapılan manevralar, Almanya’nın Sovyetler Birliği ile ilişkileri önemli çatışma konularıydı. Alman kapitalizminin kendi birikim stratejisini Avrupa detantını kullanarak yeniden doğuya yönlendirmesi ittifakın çalkantılı dönemler yaşamasına neden oldu. Fransa, Almanya, Britanya’nın birikim stratejilerinin farklılığı temelinde ortaya çıkan siyasal-askerî sorunlar ise De Gaulle’ün, Fransa önderliğinde bir Batı Avrupa Bloku inşa etme girişimleri ile önemli bir boyut kazandı. Batı Avrupa’da Britanya ile Fransız-Alman odaklı siyasal mücadele ise halen devam eden bir gerilim alanıdır.
NATO ittifakı içindeki tüm çatışmalarda taraflar Sovyet kartını birbirlerine karşı kullandılar. Ancak bu kart daha çok ABD tarafından gündeme getirildi. ABD’nin SSCB ile ilişkileri daima Avrupa gündeminde belirleyici oldu. Birleşik Devletler ittifakın lideri olması ve askerî kapasitesi sayesinde müttefikleriyle girdiği güç savaşlarından genellikle kazançlı çıktı. Örneğin ABD, Pershing füzelerini Almanya’ya yerleştirerek Sovyet-Alman detantını bozabiliyor ve 1980’lerin başında Almanya’yı kendi siyasal önderliği altında geriye çekebiliyordu. Ancak Washington’un elinde başka kozlar da vardı: Dünya ekonomisinde doların hâkimiyeti, enerji kaynakları üzerindeki denetimi, müttefiklerini birbirine karşı kullanma yeteneği gibi. NATO kurulduğundan itibaren, Batı Avrupa devletleri üzerinde ABD’nin siyasal hâkimiyetinin kurumsallaşmasını sağladı. ABD’nin NATO ittifak bölgesi üzerinde uyguladığı siyasal egemenlik tarzı, Alman teorisyen Carl Schmitt’in bu konudaki tanım çerçevesine uyuyordu.
Hans J. Morgenthau ve Henry Kissinger gibi ABD emperyalizminin entelektüel örgütçülerini oldukça etkileyen bu görüşe göre, siyaset, dost-düşman ilişkilerine dayanır. Siyasal eylem, belirli bir topluluğun, kendi dostlarının ve düşmanlarının kim olduğuna (böylece kendilerinin de kim olduğuna) karar verme yeteneğinin geliştirilmesinden ibarettir. Bu anlayışa göre, Soğuk Savaş dönemi NATO bölgesinde uygulanan siyasetler, ABD önderliği altında ve onun tarafından biçimlendirilen, kapitalist ve anti-komünist bir siyasal topluluğu oluşturdu. Bu somut dost-düşman siyasetleriyle silahlanan ABD yönetimleri, Batı Avrupa üzerinde siyasal önderliklerini kurdular. Schmitt teorisine göre egemenlik, acil durumlar hakkında karar verme tekeline dayanır. Nitekim ABD, Batı Avrupa üzerinde hegemonyasını tesis ederken, bu siyasal topluluğu hiçbir kısıtlama olmaksızın kendi “bölünmemiş” önderliği altında düzen ve disipline sokacak bir üst egemenliği NATO kurumlaşması ile meşrulaştırdı. Soğuk Savaş sırasında ABD zaman zaman acil durum ilân etme tekelini kullandı. Örneğin Berlin Ablukası sırasında bunu yaptı. Sovyet tehdidi umacısı ve muazzam askerî güç kaynaklarıyla desteklenen Washington, Batı Avrupa devletlerinin temel dış siyaset yönelimlerini kontrol ederken, ABD kapitalizminin Batı Avrupa’daki çıkarları güvence altına alındı. Bu denetim sayesinde ABD, Batı Avrupa kapitalizmlerinin sermaye birikim tarzı için belirledikleri uluslararası stratejilerin, Birleşik Devletler hedef ve çıkarlarını etkilemesini bertaraf ederek, Amerikan sermayesinin Batı Avrupa’da yayılması için büyük olanaklar sağladı. Birleşik Devletlerin karar ve siyasetlerinden olumsuz bir biçimde etkilenmesine rağmen NATO’dan tümüyle kopmaya yönelik bir tepkiler zinciri gündeme gelmedi.
NATO ile Avrupa Birliği, kapitalistler arasında gelişen çelişkiler ve çatışmaları çözme sürecinde kapalı, devlet seçkinlerinin mutabakatlarına dayalı, kolektif bir siyasal sistemden yararlanmaktadırlar.
NATO içinde bu yapı, Kuzey Atlantik Konseyi ve üye devletlerin çekirdek yürütmelerinde merkezlenen komitelerden oluşuyor. Bu kuruluşların, siyaset entelektüelleri, “sağlam” gazeteciler ve iş dün-yasıyla bağlantılı düşünce üretim merkezleri şebekesinin oluşturduğu çevreyle birlikte çalışan personeli, NATO’nun siyasal yapısının “faal yurttaşları”nı oluşturuyor. AB içindeki merkezî kurumları ve merkezî personeli de buna katmamız gerekirse öncelikle Bakanlar Konseyi (yani devletlerin çekirdek yürütmelerindeki kesim) ve 1970’lerin başından itibaren, Konsey Sekreterliği’nin siyasal taraflarının yanı sıra, Avrupa Konseyi ve Komisyon’un en önemli direktörlerinden oluşan anahtar personel. Bütün devletler, bu kurumsal yapıların duvarları arasında kendi siyasal savaşlarını mümkün olduğu kadar kısıtlama, bu komitelerin iç müzakerelerinin gizliliğini koruma ve ittifak içindeki seçmenleri kendi doğrultusunda öteki devletlere karşı tahrik etmeme konusunda temel bir anlayışı benimsemişlerdir. Bu kurala uymayan tek devlet ABD’dir. Hegemonik önder olarak o, ittifak’ın seçmenleri arasında kendi siyasal hedefleri için kamuoyu oluşturma kampanyası yürütme hakkına sahiptir. (1)
NATO’nun hedef, taktik ve uzlaşmaları kamuoylarından gizlidir. İttifak içinde uyum ve uzlaşmanın kural olduğu, “ortak değerlerle sapasağlam ayakta durduğu yanılsamasının propagandası yapılır. ABD’nin Avrupalı müttefikleri üzerindeki gerçek ve kapsayıcı hâkimiyeti, eşitler arasında bir “demokratik mutabakat görüntüsü” ve Batı Avrupa’nın kolektif siyasal özerkliği vurgusunun ardına gizlenir.
Avrupa’nın siyasi olarak yeniden biçimlendirilmesi için verilen bir dizi siyasal savaş, I. ve II. Soğuk Savaş dönemlerinden günümüze giderek yoğunlaşan çelişkileriyle Batı-Batı rekabeti tarzında varlığını sürdürmektedir. Bu siyasal çatışmalar kuzey Atlantik Konseyi, Avrupa Konseyi ve devletten devlete ilişkilerin kapalı bağlamlarında gerçekleştirilmektedir. NATO, BAB, AB gibi askeri veya askerî potansiyel taşıyan örgütlerin veya AGIK/AGİT tarzı güvenlik yapılanmalarının, kapasiteleri, rolleri, karar alma yetkileri için hazırlanan plânlar siyasi güç savaşının alanlarıdır. 1989-1991 SSCB çözülüşü sonrasında, NATO ve AT gibi önemli askerî-siyasal kurumlar yerlerini korudular. Ancak bu kurumların siyasal yapısı, Batı Avrupa’nın jeopolitik ve jeo-ekonomik bağlamında meydana gelen büyük değişimlere uyarlanmadı. Jeopolitik ölçütler, Sovyetlerin artık bir tehdit hattâ muhalif güç niteliğini yitirmesi nedeniyle altüst oldu. Soğuk Savaş NATO’su, ABD hegemonyasının bu muazzam aracı, ABD’nin kendi önderliği altında sağladığı “hizmetlerle” gereksiz hale geldi. Rusya’nın Batı Avrupa siyasetinde “meşru” bir oyuncu olarak yerini alması ve Almanya ile sıcak ilişkileri NATO siyasal sisteminin tüm kurucu denklemlerini yerle bir etti. Bu arada, Batı Avrupa’nın jeo-ekonomik dinamikleri de ciddi bir değişimle yüzyüze geldi. Kapitalist batılı ülkelerin sermaye birikim koşulları Doğu’ya açılımın kurumsal biçimlerine uyarlanma sorunu ile karşı karşıya kaldı. Sermayenin doğuya yönelmesi, işbölümü ve işgücünde Doğu Avrupa’nın yarattığı basınç, AT ticaret rejimi, tek pazar, siyasal birlik alanlarında yansımalarını buldu. Böylece Sovyet blokunun çözülmesi, Avrupa için jeopolitik stratejiler ve yeni birikim tarzları konusunda ciddi sorunlar ortaya çıkardı. Avrupa’nın siyasal-askerî ve ekonomik düzenlemelerin yeni kurumsal biçimlerini ortaya koymak adına harekete geçen egemen sınıfları NATO’nun işlevlerini tartışmaya açtılar.
Avrupa’da 1990’lardan itibaren yoğunlaşan güç mücadeleleri ve komplo yumakları ABD’nin hegemonya kaybı, NATO’nun varlık nedeninin ortadan kalkması, Batılı kapitalist sınıfların Doğu Avrupa’yı yeniden sömürgeleştirme sürecinin sorunları, yeni bir jeo-politik yönelişin kurumsal mimarisinin oluşturulması zorunluluğu çerçevesinde anlam kazanır. Yugoslavya’nın çözülmesinden, bu ülkeyi kırıp geçiren iç savaşlara, Rusya ve Ukrayna’nın malî, askerî, ekonomik yapısının tahribinden, Arnavutluk’taki patlamaya, Doğu Avrupa halklarının âdeta bir soykırıma dönüşen yoksullaşmasından, bölgedeki ekonomik krizlere kadar yaşananlar, emperyalistler arası güç mücadeleleri ve bulunan çözümlerin stratejik bağlamından kopuk değerlendirilemez. ABD ile Almanya, Fransa başta olmak üzere Avrupalı güçler arasındaki mücadelelerin yönetim ve çözüm tarzIarı Doğu Avrupa ve Balkan halklarının feda edilmesi pahasına gerçekleştirildi. Avrupa’nın bütünlüğü, şematik bir kurgudur. Avrupa’nın 1991’den itibaren yeniden bölünmesi Balkanlar’dan başlamıştır. Yugoslavya’ya karşı 1992’de yürütülen NATO savaşı bölünme yolunda atılan adımların zirvesidir. Bu müdahale NATO’nun askerî teknik sorunları, Yugoslav hükümetinin geleceği, Kosovalı Arnavutlar, Sırplar, Macarlar, Makedonya ve Arnavutluk halklarının kaderiyle bağlantılı gösterilirken esas unsurlar gözden saklandı. Oysa Yugoslavya’da NATO müdahalesi, Avrupa sahnesinde daha büyük hamleler yapmak isteyen güçlerin Batı Balkanları bir arenaya dönüştürmesi çerçevesinde gelişti.
ABD, Fransa ve Almanya’nın birikim stratejileri dünya çapındadır, ancak Washington’un emperyal nüfuzu diğerlerinden çok daha etkilidir. Bu durumda, Avrupa devletleri küresel anlamda ABD tarafından ciddi hasarlara uğrama riskini almadan bu ülkeye karşı savaşa giremezler. Bu hasar salt askerî-siyasal alanla sınırlı olmayıp doların tüm aşınmasına rağmen halen küresel hâkimiyetini koruması, IMF-Dünya Bankası’nda Amerikan nüfuzu, Birleşik Devletleri’n dünyanın en büyük pazarına ve malî servis araçlarına sahip olması nedeniyle ekonomik alana da sirayet eder. Euro’nun birleşik bir siyasal ve askerî güç desteğinde küresel ölçekte dolara meydan okuyan düzeyde olmaması da Batı Avrupa’nın ABD karşısında hızlanan bir hegemonya mücadelesini -şimdilik- sınırlı bir biçimde yürütmesini getirir.
Özellikle Clinton’un başkan seçilmesinden sonra, ABD yönetiminin uluslararası siyasal ekonomi alanında kendi küresel kapitalist üstünlüğünü yeniden kurmaya öncelik verdiği açıkça ortaya çıkmıştır. ABD’nin 1990’larda benimsediği küresel strateji içindeki bu vurgu kısmen, Amerikan elitlerinin, Soğuk Savaş operasyonlarının dikkatlerini öteki kapitalist merkezlerden gelen yeni rekabet tehditlerinden saptırdığını fark etmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Bu tehdit sadece Japonya ve Batı Avrupa’dan değil, aynı zamanda Doğu Asya’dan geliyordu. Bu savunma kaygısı Reagan yönetiminin ortaya attığı yeni bir saldırı kavramıyla birleştirildi: Küreselleşme. Bu yaklaşım, dünyanın geri kalan kısmının siyasal ekonomilerini ABD kapitalizminin ihtiyaçlarına “yakınlaşacak” şekilde dönüştürmek için siyasal araçlara -sadece askerî-siyasal devlet yönetimiyle değil, özellikle ekonomik devlet yönetimiyle- başvurmayı kapsar. Bu yakınlaşma, devletlerin, finans akışlarının, finansal hizmet şirketlerinin ve her türden çok uluslu şirketin kendi bölgelerine giriş çıkışını denetleme hakkını ortadan kaldırmayı ve aynı zamanda, söz konusu devletlerin Atlantik sermayesinin kendi bölgeleri içinde kâr sağlamasını kolaylaştırmak için kendi kurumlarını yeniden düzenlemelerini gerektirir.
Reaganlı yıllarda başlatılan bu yeni emperyal Güney atılımı, ABD’nin Avrupa Birliği kapitalizmleriyle siyasal bir ittifak kurmasını gerektiriyordu. Amaç, bu kampanyayı çok taraflı örgütler aracılığıyla, özellikle GATT/Dünya Ticaret örgütü, ama aynı zamanda OECD ve IMF/Dünya Bankası aracılığıyla, Uluslararası İmar Bankası’nın operasyonlarıyla etkin biçimde yürütmekti. Ancak Batı Avrupa kapitalizmlerinin, ABD’nin güneye yayılma çıkarlarıyla çelişen pek çok ayrı çıkarları da vardı. Bu sorunu çözmek için ABD, kendi siyasal ekonomilerini küresel kapitalist yayılmayı sağlayacak ve birbirine yakın AB&ABD programı oluşturacak şekilde düzenlemeleri için AB ülkelerine baskı yapmak üzere bir plân hazırladı. Bu yeni düzenleme ABD çıkarları için yaşamsal bir önem taşıyordu. Ancak Sovyet blokunun çöküşüyle birlikte, Batı Avrupa’ya bu amaçla baskı yapmanın yollarını bulmak, çok zorlaştı. Çünkü ABD’nin Batı Avrupa’ya NATO aracılığıyla hegemonik önderlik etme imkânı ortadan kalkıyordu.(2)
Washington açısından Soğuk Savaş sonrası Avrupa ile yaşanan ilk büyük sorun buydu. Sovyetlerin çözülüşü, Birleşik Devletlerin Avrupalı müttefikleri üzerindeki hegemonik siyasal önderliğin tahrip koşullarını yarattı. Askerî-güvenlik “hizmetleri karşılığında ABD’nin Avrupalı müttefiklerine karşı iç siyasal ekonomileri üzerindeki denetim araçları zayıflamaya başladı. Samuel Hungtington, Soğuk Savaş’ta ABD taktiklerinin nasıl işlediğini World Politics’te 1973 yılında yayınladığı bir makalede şöyle açıklıyor:
Batı Avrupa, Lâtin Amerika, Doğu Asya ve Güney Asya’nın büyük kısmı, Ortadoğu ve Afrika’dan oluşan, kibarca “Hür Dünya” denilen ama aslında bir güvenlik mıntıkası olan şeyin içinde yer alıyordu. Bu mıntıkadaki hükümetler kendi çıkarlarını şu noktalarda buluyorlardı:
a) Kendi ülkelerinin bağımsızlığının ve bazı örneklerde hükümet otoritesinin Washington tarafından açık ya da kapalı biçimde garanti edildiğini kabul etmek;
b) Çeşitli hükümet ve hükümet dışı ABD örgütlerinin önemli gördükleri hedeflere ulaşmak için kendi ülkelerine girmelerine izin vermek…
Avrupa ve 3. Dünya ülkelerinin büyük kısmı, ulus-ötesi girişin sağladığı avantajların bu girişi durdurma girişiminin maliyetini aştığını gördüler.
II. Dünya Savaşı sonrasında, Pax Americana, Washington’un güvenlik şemsiyesine giren ülkeler açısından “üstü kapalı bir fiyat etiketi” haline geldi. Eğer bir ülkenin güvenliği ABD’ye bağlıysa, o ülke ekonomi ve ticaret alanında da ABD’yle iş yapabiliyordu. ABD’nin bu taktiğinin iki dayanağı vardı: Birincisi Washington’un yerel düzeyde egemen sınıfları bir dış tehdit umacısıyla ikna etmesi ve ikinci olarak da ABD’nin bu kesimleri, sadece kendisinin bu tehditle baş edebilecek kaynaklara sahip bulunduğuna ilişkin görüşü benimsemelerini sağlaması. Böylece ABD uluslararası tekelleri, tüm işgücü ve ürün piyasalarına, başta Kanada ve Avrupa olmak üzere rahatça yayıldılar. Birleşik Devletler’in askerî aygıtı kapitalist güç siyasetlerinde anahtar bir rol oynadı.
Çift amaçlı “serbest piyasa” ideolojisi temelinde “güvenlik” ile sübvansiyon” sistemi ABD’de iç içe girmiştir. Amerikan büyük şirketlerine, askerî gerekçelerle muazzam fonlar akıtılmaktadır. Zenginlere devlet koruması ve kamusal sübvansiyon, yoksullara ise serbest piyasa itaati paylaştırılır.
Gerçeklikte, devlet iktidarına ve kamusal sübvansiyona bel bağlamaları bir yana, uluslar ötesi şirket kapitalizminin sözde ticari düzeni, Adam Smith’in hakkında uyarıda bulunduğu halka karşı, patronların kurduğu kumpaslarla doludur. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün 1992’deki bir incelemesi, tarım, ilâç imalâtı, hizmet ve genel olarak ekonomik etkinliğin ana sektörlerinde olduğu gibi, ileri teknoloji endüstrilerinde günümüz uluslararası iş bölümü ve rekabetçi üstünlüğünü belirleyenin, piyasa güçlerinin görünmeyen eli değil, şirketler arasındaki oligopolistik stratejik etkileşim olduğu sonucuna varmıştır. Boyunduruğu altında bulundurduğu piyasaların mucizelerine dair methiyelerle gönlü hoş tutulan dünya nüfusunun büyük çoğunluğu, bu tür sözleri duymak zorunda değildir, zaten de pek ender duyar.(3)
ABD’de kapitalist piyasanın inşa edilmesinde devletin militarist faaliyetlerinin etkisi önemlidir. Piyasa; devlet, politika ve askerî güçten ayrı düşünülemez. ABD militarizmi potansiyel olarak, daha güçlü bir endüstriyel ekonomi için sağlam bir platform işlevi görür. Amerika’da federal devlet idari kapasitesini büyük oranda ulusal güvenlik kurumları etrafında yoğunlaştırmıştır. Soğuk Savaş bu kapasitenin etkinliğini artırdı.
Amerika’nın büyük güç statüsü peşinde koşması ve bu statüsünü devam ettirmesi zaten güçlü durumda olan ülke içi endüstrisi temeli üzerine kurulmuştu. Bu nedenle, federal devlet jeopolitik hedeflere ulaşmak için gerekli kaynakları tarımsal ve çok uluslu şirketlerin eli açık bir şekilde verdiği karşılıksız kısa vadeli krediler sayesinde garanti altına aldı. Ülke içi ekonominin koordinasyonu bir kere daha şirketlere bırakılırken, ulusal devlet (federasyon güvenlik kurumları yoluyla) dışarıda gücün inşası üzerine yoğunlaştı.
Amerika da savunma, ekonomik kalkınmanın yapmadığı ölçüde devlet gücünün kullanımını meşrulaştırır. Sonuç olarak, birçok defacto endüstri politikası ulusal güvenlik sorunları tarafından zorunlu kılınmış olarak kılık değiştirir. Örneğin otomobil ve ev yapım endüstrisine destek, 1956 Ulusal Güvenlik Otoyol Kanunu kisvesi altında sağlandı ve saat endüstrisi gibi endüstrilere, “bombardıman vizörü üretimi için gerekli yeteneklere yalnızca saat yapımcılarının sahip oldukları” temelinde kurulan bir koruma sağlandı… Bugün Amerikan ekonomisi içindeki en dinamik sektörlerin, askerî üretim ve AR-GE programlarından faydalanan sektörler olduğu yolunda çok açık kanıtlar vardır. GSMH’nin yüzdesi olarak devletin ABD’de yaptığı üretim Japonya’da yapılan üretimden en azından iki kat daha fazladır. Ulusal güvenlik ya da kamusal üretim politikasının bir sonucu olarak gelişiminin herhangi bir aşamasında devlet desteğinden faydalanmayan çok az sayıda ileri teknoloji sektörü vardır… Gerçek anlamda Amerikan endüstrisi içerisinde rekabet gücünü korumaya devam eden bütün sektörlerin uçak yapımından, eczacılık ve bioteknolojiye kadar doğrudan ve önemli miktarda hükümet yardımından faydalanan sektörler olması bir tesadüf değildir. Silahların ABD’nin hızlı artan ticaret ürünleri olduğunu ve savaş sonrası dönemdeki tek endüstri olarak uzay ve havacılık endüstrisinin imalât ürünleri içerisinde en büyük ticaret fazlasını yarattığını da unutmamak gerekir. (4)
ABD’nin “güvenlik mıntıkaları”nın denetleyicisi ve muazzam askerî kaynaklarının kullanıcısı olarak oynadığı rol, Amerikan kapitalizminin rakipleri karşısındaki konumunu güçlendiren bir araç niteliğinin yanında devlet varoluşunun temelidir. Bu nedenle 90’larda kendisini yakıcı bir biçimde hissettiren batı Avrupa-Rusya bağlantısının kurulma olasılığı jeopolitik bir kâbustur.
Bunun jeopolitik ve birikim sistemi açısından getireceği sonuçlar ABD’nin küresel hâkimiyeti bakımından dehşet vericidir: Amerika’nın gezegenin Avrasya bölümünü yitirmesi, Batı Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin devasa insani ve maddi kaynaklarının bir araya gelmesiyle ortaya çıkacak sermaye birikimi potansiyeli.
Avrupa üzerinde ABD hâkimiyetinin kurumsal aracı olan NATO’nun konumu bu çerçeve içinde önem kazanmaktadır. Nitekim emperyalist saldırganlığın sabıkalı teröristi Kissinger da bu konudaki kaygılarını şöyle formüle ederek tartışmaya katkıda bulunuyor:
İlgilenilmesi gereken ilk konu, Atlantik ortaklığının neden canlanması gerektiğidir. Bu tür bir uygulamanın aracı ne olmalıdır?
Genel olarak algılanan ortak tehdidin yokluğuna karşın, uluslararası politikanın bir öğesi olan jeopolitik ortadan kalkmamıştır. NATO hâlâ yeni bir Rus emperyalizmine karşı sigorta poliçesi görevi görmektedir. Amerika Birleşik Devletleri olmasaydı, Avrupa, bir yarımada uzantısı olurdu; hatta Avrasya’nın kendi çatışmalarının girdabına itilen, radikal ve birbirine bitişik bu kadar çok bölgeyi sallayan devrimsel akımların hedefi konumundaki bir tutsak olurdu. Amerika Birleşik Devletleri olmasaydı, Almanya, ulusal güdüleri (Avrupa Birliği’nin üyesi olsa da) dizginleyen bir çabadan yoksun olacaktı; hem Almanya hem de Rusya birbirlerini en iyi dış politika seçeneği olarak görme eğiliminde olacaklardı.
Bunca tehdidin üzerine gerçek kaygısının ne olduğunu Kissinger şöyle açıklıyor:
Aynı zamanda, Avrupa’dan ayrılan Amerika Birleşik Devletleri, jeopolitik açıdan Avrupa’ya karşı 19. yüzyıl İngiltere’sini çağrıştıracak biçimde Avrasya kıyılarından uzaktaki bir ada haline gelecekti. Geleneksel olarak reddettiği, Avrupa’ya yönelik güç dengesi stratejisi gütmek zorunda kalacaktı. (5)
Kissinger in Avrasya’yı yitirme konusundaki kaygıları ABD’nin küresel hegemonyasının geleceği ile ilgilidir. Bu bölge dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz yataklarına, muazzam bir mineral varlığına, tüm insanlığı besleyebilecek tarım ve su yataklarına sahiptir. Dünyanın neredeyse kıta boyutlarına sahip üç ülkesi Rusya, Çin ve Hindistan Avrasya’dadır. Askerî açıdan gerilemekle birlikte ABD’den sonra ikinci sıradaki nükleer güç Rusya’nın yanı sıra Çin, Hindistan, Pakistan, Kazakistan nükleer kapasiteye sahiptir. Kuzey Kore, İsrail ve İran’ın dâhil edilmesiyle bu nükleer güç tablosu tamamlanır. Japonya muazzam ekonomik varlığı ile bölgenin önemini ortaya koyar. Ayrıca İslâmiyet, Ortodoks Hristiyanlıkla birlikte müthiş bir etnik çeşitlilik Avrasya’nın kültürel zenginliğini oluşturur. Jeo-stratejik önemi ise tartışılmaz. Avrasya’nın en büyük karasal ülkesi Rusya’nın konumu ortaya “patlayıcı bir karışım” çıkarmıştır.
İşte böyle bir bölgede 1991’den beri ortaya yeni bir tablo çıkmıştır. 19. yüzyılın başından itibaren çarlık Rusya’sının hâkimiyeti altına aldığı, Ekim Devrimi ile birlikte kaderini Sovyetik Rusya ile birleştiren Türki âlem, Sovyetlerin dağılması ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulması ile birlikte, bütün dünyanın ilgisini çeken en başta da emperyalizmin iştahını kabartan bir bölge haline gelmiştir. Önümüzdeki dönemin en büyük jeopolitik ve ekonomik mücadelelerinin bu bölge üzerinde verileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
İşte başta Amerika olmak üzere emperyalizmin Balkanlar macerası aynı zamanda bu sorularla ilgilidir. ABD, Gorbaçov (1985-1991) ve Yeltsin dönemlerinde, önce Sovyetler Birliği’nin, daha sonra da Bağımsız Devletler Topluluğu’nun içişlerine karışmamaya, kapitalist restorasyon çizgisini benimseyen ve kendisiyle uyumlu bir uluslararası politika yürüten bu önderlerin işini kolaylaştırmaya çaba göstermiştir. Ama 1998 Ağustos ekonomik iflâsı bir dönüm noktası olabilir. Rusya eğer yeniden sosyalizm yoluna girer ya da Rus Milliyetçiliği ekseninde Batı’ya ciddi biçimde kafa tutmaya başlarsa, Amerika ve genel olarak emperyalizm aynen Yugoslavya’ya yaptığı gibi bir parçalama operasyonuna girişebilir. Kosova Savaşı, Rusya’ya bir ihtardır; aynı zamanda gelecekte Rusya’ya karşı düzenlenebilecek bir saldırının provasıdır. Eğer Rusya emperyalizmin dümen suyundan bütünüyle ayrılırsa, Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetlerini Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan hatta Müslüman Cumhuriyet ve Özerk bölgeleri Rusya Federasyonu’ndan koparmak için Kosova Savaşı ideal bir model ve emsal değil midir? (6)
Bu dikkate değer tespitlerin de ortaya koyduğu gibi ABD, NATO ittifakını Avrasya’nın bütünü için kapsayıcı, birleşik ve uzun dönemli bir stratejinin aracı olarak görüyor. Emperyalizmin ideologlarından William Pfaff’ın daha Kosova Savaşı patlak vermeden, ABD’nin Kosova sorununa yalnızca görüşmeler yoluyla karıştığı bir aşamada, 5 Aralık 1998 tarihli Internatioal Herald Tribüne’de çıkan bir yazısındaki değerlendirmeler bu stratejiye ışık tutuyor. Pfaff şunları yazıyor:
Ekim ayında Kosova konusunda varılan Holbrooke-Miloşeviç anlaşmasını Richard Holbrooke, -gayet doğru olarak- emsali görülmemiş bir olay diye tanımlıyor. NATO kendi üyesi olmayan egemen bir devletin iç ihtilafında, kendi üyelerini korumak için değil, o öteki devleti, isyan halinde bir etnik azınlığa uyguladığı baskıyı durdurmaya zorlamak için müdahale etmiş oluyordu… Washington bunu Avrupa içinde ve dışında varolan ve gelecekte ortaya çıkacak olan farklı türden sorunlarla başa çıkacak yeni bir NATO için bir emsal olarak görüyor. Bu Balkanlardaki huzursuzlukların ötesinde, Irak’ta, İran’da ve Güney Asya’da olduğu gibi kitle imha silahlarının yayılmasına, “kabadayı devletler”in yarattığı başka tür sorunlara, uluslararası terörizme, hatta uyuşturucu ticaretine kadar uzanıyor… Bu çerçevede NATO nihai olarak Asya’ya erişecek, burada Amerika’nın önderliğinde başka bir ittifak, Pasifik ve Güneydoğu Asya devletlerini birbirine bağlayacaktır. (7)
Bu değerlendirmelerde gösteriyor ki emperyalizm, Yugoslavya savaşlarında tarafsız bir hakem olarak veya Müslümanlara “yardım” için bölgeye müdahale etmedi. Yugoslavya’nın bölünmesinin kışkırtılması, savaşların iyice derinleştirilmesi, iyi tanımlanmış bir küresel egemenlik stratejisinin parçasıydı. Ancak bu ülkenin iç ekonomik, dinî, kültürel, etnik sorunları emperyalizmin müdahale araçlarının uygulanmasına alan açtı.
ABD’nin Avrupa’ya ilişkin askerî, diplomatik, politik stratejileri Avrupa eksenlidir. Bu konuda Birleşik Devletler emperyalizminin önemli ideologlarından Zbigniew Brezinski’nin tespitleri şöyle:
Avrupa ve Asya’nın ufkundaki uyarı sinyalleri ışığında, herhangi bir başarılı Amerikan politikası bir bütün olarak Avrasya üzerinde odaklanmalı ve jeostratejik bir taslakla yönlendirilmelidir. Gerekli politika için çıkış noktası ve halen dünya olaylarının jeopolitik durumunu belirleyen öngörülmemiş üç koşulun kolay olmayan kabulü olmalıdır; tarihte ilk kez (1) tek bir devlet güçlüdür, (2) Avrasyalı olmayan bir devlet küresel olarak önder devlettir, ve (3) yerkürenin merkezî arenası Avrasya’ya Avrasyalı olmayan bir güç egemendir… Satrançta olduğu gibi Amerikan küresel planlamacıları birçok hamleyi önceden düşünüp olası karşı hamleleri beklemelidirler. Bu nedenle, desteklenebilir bir jeostrateji kısa vadeli bir perspektifle (gelecek 5 yıl kadar), orta vadeli perspektifi (yirmi yıla kadar) ve uzun vadeli perspektifi (yirmi yılın ötesinde) birbirinden ayırmalıdır. Dahası bu dönemler su geçirmez bölmeler olarak değil, fakat bir sürekliliğin bölümleri olarak görülmelidirler. İlk dönem kademeli ve tutarlı olarak ikinci döneme götürmelidir -gerçekte kasıtlı olarak ona yönlendirilmelidir- ve ikincisi de devam niteliğinde üçüncüye götürmelidir. Kısa vadede Avrasya haritasında egemen olan jeopolitik çoğulculuğu sağlamlaştırmak ve süreklileştirmek Amerika’nın çıkarınadır. Bu, nihai olarak Amerika’nın üstünlüğüne meydan okumayı isteyebilecek bir düşman koalisyonunun, herhangi bir belirli devletin bunu istemesi uzak olasılığından söz etmeksizin, ortaya çıkmasını önlemek amacıyla manevra ve manipülasyona öncelik tanımaktadır.
Orta vadede, yukarıda anlatılan, Amerikan liderliğinin dürtüsüyle daha işbirlikçi bir trans-Avrasya güvenlik sisteminin oluşturulmasına yardım edebilecek, giderek daha önemli ve stratejik olarak birbirine uygun ortakların ortaya çıkışının daha fazla vurgulanmasına yol açmalıdır. Sonuçta, daha da uzun vadede bir önceki dönem içtenlikle paylaşılan siyasal sorumluluğun küresel çekirdeğine geçiş yapabilir.
En acil görev, hiçbir devlet ya da devletler birleşiminin Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrasya’dan atma ya da hatta onun belirleyici hakemlik rolünü önemli ölçüde azaltma kapasitesini elde etmemesini sağlamaktır. (8)
Brezinski, “daha geniş bir Avrupa ile genişletilmiş bir NATO’nun ABD politikasının hem kısa vadeli, hem de uzun vadeli hedeflerine hizmet” edeceğini açıkça yazmaktadır. Ancak petrol bölgelerinde ABD’nin denetimini tehdit edecek tarzda Avrupa politikalarının kabul edilmezliği de vurgulanmaktadır. Avrupa bütünleşmesinin boyutu ve ölçütleri konusunda, Washington kontrolü elden bırakma niyetinde değildir. Bu konuda Brezinski şu dikkate değer tespitleri yapıyor:
Özellikle Ortadoğu’da Amerika için yüksek önemdeki jeopolitik konularda kısa zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ne meydan okuyabilecek kadar siyasal açıdan bütünleşmiş bir Avrupa yaratmaksızın, daha büyük bir Avrupa, yeni Orta Avrupalı üyelerin kulübüyle aynı zamanda Avrupa konseylerindeki Amerikan eğilimli devletlerin sayısını artırarak, Amerikan etkisinin menzilini büyütecektir. Politik olarak tanımlanmış bir Avrupa, aynı zamanda, Rusya’nın küresel işbirliği sistemine adım adım asimilasyonu için gereklidir. (9)
Brezinski’ye göre “Yeni Avrupa eğer jeo-politik olarak Avrupa, Atlantik alanının parçası olarak kalacaksa, NATO’nun genişlemesi gereklidir.” NATO’nun genişlemesinde bir “başarısızlık”, Orta Avrupa’da ABD ile işbirliği yapan ülkelerin cesaretini kıracaktır. Asıl tehlikeli durum ise “Rusya’nın Orta Avrupa’daki halen uyuyan ya da ölmekte olan jeopolitik özlemlerinin canlanmasıdır. Rusya’nın ABD’nin küresel egemenlik stratejilerine boyun eğmesinin önemini vurgulayan Brezinski, kaba bir emperyalist söylemle, Rusya’nın “Amerika’nın küresel öncelikleri konusunda açık bir mesaj öndermesi önemlidir,” diyor. Brezinski’nin Rusya’nın Avrasya’daki konumuna ilişkin değerlendirmeleri ABD’nin bakış açısındaki temel unsurları formüle etmektedir.
Avrupa ve Çin bölgesel etkilerinin çaplarını büyütseler dahi Rusya, dünyanın en büyük tek parça gayrimenkulünün sorumlusu olarak kalacaktır. O, ön zaman dilimini kapsamaktadır ve toprak açısından hem Amerika Birleşik Devletleri’nden hem de Çin’den iki kat daha büyük olup bu açıdan genişlemiş bir Avrupa’yı dahi cüce bırakmaktadır.
ABD emperyalizminin ideologları tarafından yapılan bu tespitler Avrasya içi tüm çatışmalar ve gerilimlerin kaynağına ışık tutuyor. ABD, Avrasya’da parçalanmışlığı ve dağınıklığı körüklemek amacıyla söz konusu çatışmaları kontrol ve organize etmektedir. Amerikancı jeopolitik, Avrasya kıtasal imparatorluğu hedefinin Rusya’ya boyun eğdirmeden mümkün olamayacağı prensibine dayalıdır. Bu doğrultuda özellikle Rockefeller İmparatorluğu’nun etkisini duyurduğu ve Brezinski’ den Kissinger’a kadar emperyalist ideologların üye olduğu emperyalizmin beyin takımını oluşturan Trilateral Commision (Üç taraflı komisyon) bu jeopolitiğin yeni tanımlarını getiriyor.
“Üç taraflı komisyon” dünyanın yeni düzeni olarak dört jeopolitik alanın üçüne tamamıyla uygun olan jeopolitik unsurların stratejik birliğini öngörmektedir. “Dünya Hükümeti” işlevini yerine getirmeye can atan bu komisyonun üç tarafı şu şekildedir:
1. Amerikan alanı (ABD, uçtaki Batı, Atlantikçilik)
2. Avrupa alanı (Almanya’nın değil, Fransa ve İngiltere’nin himayesindeki Kıta Avrupası, Orta Avrupa)
3. Pasifik alanı (Japonya etrafında birleşmiş)
Böylece “Üç taraflı komisyon”, ABD’nin güvenilir jeopolitik ortaklarınca Avrasya’nın (=Rusya) iki taraftan kuşatılmasını öngören jeopolitik modeli projelendirmeye çalışmakta ve böylece yerkürenin kuzey bölgelerini kapsayan bu dört jeopolitik alandan üçü doğrudan ABD’nin kontrolüne geçmektedir. (10)
ABD’nin Avrasya’ya yönelik emperyalist stratejileri Batı Avrupa ile Rusya arasında “kapı bekçisi” olarak oynadığı rolü yeniden kazanmasına bağlı olduğundan, NATO’nun yeni bir işlev tanımına, askerî araçlara, üyelere ihtiyacı vardır. SSCB’nin çözülüşü sonrasında ABD önderliği, Batı Avrupa’nın karar mekanizmalarının, komuta yapılarının, askerî-siyasal inisiyatiflerinin denetimini sağlamak için stratejiler geliştirdi. ABD hegemonyası NATO’nun yeniden üstünlüğünü tesis ederek Avrupa’yı Washington’un liderliği altına sokmak amacındadır. Bu amaçla NATO’nun Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı kapsayacak şekilde genişlemesi sağlandı. Polonya’nın NATO aracılığıyla Birleşik Devletleri’n siyasal-askerî üssü haline gelmesi, Almanya’nın doğu kanadındaki nüfuzunu kırmıştır. ABD, Polonya’da askerî üsler edinme ve bu üslere nükleer silahlar yerleştirme konusunda ısrarcı oldu. Böylece ABD Sovyet sınırının yanı başında füzelerini konuşlandırma imkânı elde etti. 1990 Paris Anlaşması’nın ruhuna açıkça aykırı olmasına rağmen ABD, Rusya’nın vereceği tepkiyi hesaba katmadı. Böylece, ABD, Polonya’ya yerleşerek Rus-Alman ilişkilerini bloke edebileceği büyük bir manevra alanı kazandı. Almanya ile Rusya arasında Birleşik Devletleri’n askerî-siyasal “kapı bekçiliği” rolü edinmesi yeni emperyalist müdahale doktrini açısından önemli sonuçlar doğuracak niteliktedir. Gelecekte, Rusya’nın ülke içindeki bazı gruplara davranışı ve yakın çevresine yaptığı operasyonlar gerekçe gösterilerek, ABD, tüm Batı Avrupa’yı kendi arkasında kutuplaştırma pahasına, Polonya’ya askerî güç yığabilecektir. Ayrıca, Ukrayna’nın Rusya ile askerî işbirliğinin de önü böylece kesilmiş olacaktır. Rus birliklerinin Orta Avrupa’daki tüm stratejik dengeyi değiştirecek tarzda, Ukrayna’nın batı sınırlarına yerleşmesi Polonya’da ABD üsleri kurularak engellendi. Almanya ile Rusya arasında ABD önderliğinde sağlam bir Polonya-Ukrayna koridoru, Karadeniz’deki ve böylece Kafkaslarla Hazar bölgesindeki durumu Amerika lehine dönüştürecek bir unsurdur. NATO’nun Slovenya, Slovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Hırvatistan ve Bosna’yı kuşatması, Orta ve Güneydoğu Avrupa’ya yayılması Rusya’nın Avrupa siyasi kurumlarından kademeli olarak dışlaması süreciyle ilgilidir.
NATO’nun büyük dış askerî roller edinmesi, ABD’nin Batı Avrupa’yı, ancak kendisinin sağlayabileceği askerî hizmetlere ihtiyaç duyduğuna ikna etmek amacıyla NATO’ya yeni hedefler ve roller uyarlıyor. Birleşik Devletleri’n “alan dışı” saldırganlığının ekonomik, politik nimetlerinden yararlanmak adına Batı Avrupa’nın egemen sınıflarına Washington şu mesajı verdi: “Korunmalıyız ve yeniden canlanmalıyız, çünkü bölge dışına gitmek için bize ihtiyacınız var.” ABD’nin Batı Avrupa’da kendisine ait olan ve NATO’nun dışında konuşlanmış dev bir lojistik üs ağı; savaş alanına ilişkin çok önemli istihbarat sistemleri; muazzam boyutlarda ağır silah taşıma kapasitesi bulunmaktadır. Bu bağlamda “bölge dışı” yeni bir “güçlü ortaklık için gereken askerî altyapıyı ABD sağlarken NATO’nun yeni rollerinin çerçevesi de belirgin hale geliyor.
ABD, 90’lardan itibaren Avrupa’nın özerk askerî güç oluşturma plânlarının gereksizliğini vurguluyor. Emperyalist sistemin küresel polisi rolünü tek başına sürdürmenin ekonomik, politik nimetlerinin bilinciyle Avrupa’ya şunları söylüyor:
Kendi Batı Avrupa bölge dışı vurucu gücünüzü inşa etmeniz, bütçenizden bir servet harcamanıza mal olacak. Biz size yardım edebiliriz. Bu muazzam maliyetten vazgeçiniz, kendi özerk Batı Avrupa vurucu gücünüzü oluşturmanın külfeti yerine ABD Hava Kuvvetleri’ni kullanınız. Yapmanız gereken NATO içinde ABD’nin üstün konumunu ve önderliğini benimsemenizdir.
Notlar
1. Tarık Ali, Evrenin Efendileri, NATO’nun Balkan Seferi, Om Yayınları, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul, 2001, s. 42-43
2. Tarık Ali, age., s. 51-52
3. Noam Chomsky, Yeni Dünya Düzeninde Yalanlar ve Gerçekler, Mavi Ada Yayınları, Çev: Selen Göbelez, İstanbul 2000, s. 210-211
4. Linda Weiss-John M. Hobson, Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz, Dost Kitabevi, Çev: Kıvanç Dündar, Ankara 1999, s. 264-265
5. Henry Kissinger, Amerika’nın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?, Metu Pres, Çev: Tayfun Evyapan, Ankara 2002, s. 41
6. Sungur Savran, Avrasya Savaşları, Körfez’den Afganistan’a Yeni Dünya Düzeninin Kuruluşu, Belge Yayınları, İstanbul 2001, s. 91-92
7. Savran, age., s. 92
8. Zbignievv Brezinski, Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri, Sabah Kitapları, Çev: Ertuğrul Dikbaş-Ergun Kocabıyık, İstanbul 1998, s. 177-178
9. Brezinski, age., s. 178
10. Alexandr Dugin, Rus Jeopolitiği, Avrasyacı Yaklaşım, Küre Yayınları, Çev: Vügar İmanov, İstanbul 2003, s. 71-72
Suat Parlar, Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO, Livane Yay., İstanbul – 2004.